YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM - Aşık şövalyemizi, kendine reva gördüğü ağır kefaretten kurtarmak için tasarlanan kurnazca düzene dair

"İşte beyler, başıma gelen felâketin gerçek öyküsü bu; duyduğunuz hıçkırıklarla dinlediğiniz sözlerin, gözlerimden akan yaşların bolluğu sebepsiz miymiş, siz karar verin. Derdimin nasıl bir dert olduğunu düşünecek olursanız, tesellinin nafile olduğunu göreceksiniz; çünkü bu derdin çaresi yok. Sizden tek ricam var- bunu kolaylıkla yapabilirsiniz, yapmalısınız da- beni arayanlar tarafından bulunma korkusu yüzünden ölmeden, nerede yaşayabileceğim konusunda nasihat verin bana. Ailemin beni çok sevdiğini ve beni iyi karşılayacaklarını bildiğim halde, onların karşısına, kendilerinin düşündüğü şekilde çıkmayacağımı, benden bekledikleri dürüstlüğü, yüzüme baktıklarında bulamayacaklarını düşünmek bile, öyle utanç veriyor ki bana, bir daha yüzlerini görmemek pahasına, temelli sürgün hayatı yaşamaya razıyım."

Bunları söyleyip sustu ve yüzü, ruhunu kaplayan keder ve utancı açıkça gösteren bir renge büründü. Onu dinlemiş olanların ruhunu ise, kızın bahtsızlığı karşısında hem merhamet, hem de şaşkınlık kaplamıştı. Rahip hemen kızı avutmak, nasihat etmek istediyse de, Cardenio önce davrandı ve dedi ki:

"Demek ki, sen zengin Clenardo'nun tek kızı, güzel Dorotea'sın." Dorotea, babasının adını duyunca ve söyleyenin sefil halini görünce şaşırdı; Cardenio'nun kılığını daha önce tarif etmiştik. Dedi ki: "Peki, kardeşim, siz kimsiniz ki babamın adını biliyorsunuz? Ben, yanlış hatırlamıyorsam, kara bahtımın hikâyesini sizlere anlatırken, babamın adını söylememiştim."

"Ben," dedi Cardenio, "sizin anlattığınıza göre, Luscinda'nın, kocası olduğunu söylediği talihsizim, hanımefendi. Ben bahtsız Cardenio'yum; sizi bu hale getiren kişinin kötü niyeti, beni de bu gördüğünüz hale getirdi: sefil, çıplak, teselli bulmaz ve en kötüsü de, şuursuz bir hale; çünkü Tanrı'nın şuurumu bana iade etmeyi uygun bulduğu kısa süreler haricinde, aklımı da kaybettim. Ben, Don Fernando'nun yaptığı haksızlıklara şahit olan, Luscinda'nın, karısı olmaya evet deyişini duyan adamım, Dorotea. Luscinda'nın baygınlığının nereye varacağını, göğsünden çıkan kâğıdın ne sonuç vereceğini bekleme cesaretini gösteremedim; çünkü ruhum bu kadar felâketi bir arada görmeye dayanamadı. Bunun üzerine, o evden sabırsızlıkla ayrılıp beni evinde misafir eden adama, Luscinda'ya verilmek üzere bir mektup bıraktım ve bu ıssız yerlere geldim. Niyetim, o andan itibaren nefret ettiğim, can düşmanım saydığım hayatıma, burada son vermekti. Ama kaderim, hayatıma son vermek istemeyip aklımı başımdan almakla yetindi; belki de sizi bulma saadetine beni kavuşturmaktı niyeti. Anlattıklarınız doğruysa -ki öyle olduğuna inanıyorum- Tanrı her ikimizin de bahtsızlığını, düşündüğümüzden daha iyi bir şekilde sonuçlandırmayı tasarlıyor olabilir. Luscinda benim olduğundan Don Fernando'yla evlenemeyeceğine, Don Fernando da sizin olduğundan onunla evlenemeyeceğine ve Luscinda da bunu açıkça belirtmiş olduğuna göre, Tanrı'nın, her birimize, kendimize ait olan şeyi geri vereceğini umabiliriz; çünkü onlar hâlâ bizim, kaybedilmiş bir şey yok. Madem ki böyle bir tesellimiz var, üstelik de çok uzak umutlardan ya da çılgınca hayallerden doğmuş değil, size yalvarırım hanımefendi, dürüst düşüncelerinizi yeni bir karara yöneltin, ben de öyle yapacağım. Daha iyi bir talihe hazırlayın kendinizi. Size bir asilzade ve Hıristiyan olarak yemin ediyorum; sizi Don Fernando'nun eşi olarak görünceye kadar terk etmeyeceğim. Size olan borcunu, ikna ederek kabul ettiremezsem de, asilzade olarak hakkımı kullanıp size yaptığı haksızlığa karşı, kendisini düelloya davet edeceğim; bana yapılan hakareti unutup, intikamını gökyüzündeki Tanrı'ya bırakarak, yeryüzünde sizin intikamınızı almakla ilgileneceğim."

Cardenio'nun sözleri, Dorotea'nın şaşkınlığını daha da artırdı; bunca teklife nasıl teşekkür edeceğini bilemeyerek ayaklarına uzanıp öpmek istedi; ama Cardenio buna izin vermedi. Rahip ikisinin de yerine konuşarak Cardenio'nun güzel sözlerini onayladı ve ikisinin de kendisiyle birlikte, köyüne gitmeleri için yalvardı, nasihat verdi, ikna etti. Orada ihtiyaçları karşılanır, Don Fernando'nun nasıl bulunacağı, Dorotea'nın ailesine nasıl götürüleceği veya en uygun bulunan şeyin nasıl yapılacağı düşünülür, kararlaştırılırdı. Cardenio ve Dorotea teşekkür ederek yardım teklifini kabul ettiler. Bütün bu süre boyunca sessizce, merak içinde dinlemiş olan berber de kibar bir konuşma yaptı ve kendilerine yardım etmeyi, rahip kadar büyük bir hevesle teklif etti.

Ayrıca, oraya gelmelerinin sebebini ve Don Quijote'nin garip deliliğini kısaca anlatarak onu almaya gitmiş olan silâhtarını beklediklerini söyledi. Cardenio, Don Quijote'yle kavgasını bir rüya gibi hatırlayıp diğerlerine anlattı; ama kavganın sebebini hatırlayamadı.

Bu sırada, birinin seslendiğini duydular; Sancho Panza'nın sesini tanıdılar. Onları bıraktığı yerde bulamadığından, sesleniyordu. Oldukları yerden çıkıp Sancho'yu buldular; Don Quijote'yi sordular. Sancho efendisini don gömlek, zayıflamış, sararmış, açlıktan ölmek üzere bir halde bulduğunu anlattı; sevgili Dulcinea'sını düşünüp iç çekiyormuş; Sancho sevgilisinin orayı terk edip El Toboso'ya gitmesini emrettiğini, kendisini orada beklediğini söylediği halde, Don Quijote ona lâyık olduğunu kanıtlayacak kahramanlıklar yapmadan önce, güzel huzuruna çıkmamaya kararlı olduğu cevabını vermiş. Böyle giderse, icap ettiği gibi imparator, hattâ en azından başpiskopos olamama tehlikesi başgösterdiğinden, Sancho efendisini oradan çıkarmak için bir şey yapmalarını istedi.

Rahip merak etmemesini, efendisi istemese de kendisini oradan çıkaracaklarını söyledi. Sonra Cardenio'yla Dorotea'ya, Don Quijote'nin durumuna çare olarak, hiç değilse evine götürebilmek için düşündükleri şeyi anlattı. Bunun üzerine Dorotea, yardıma muhtaç genç kız rolünü berberden daha iyi oynayabileceğini söyledi; üstelik yanında buna uygun bir kıyafet de vardı; rolü gereği söyleyeceği şeyleri ona bırakabilirlerdi, çünkü kendisi epeyce şövalye kitabı okumuştu ve yardıma muhtaç bakirelerin, gezgin şövalyelerden bir ihsan istediklerinde kullandıkları üslûbu gayet iyi biliyordu.

"Öyleyse," dedi rahip, "hemen harekete geçmekten başka yapılacak şey kalmadı; talihin bizden yana olduğuna hiç şüphe yok. Sizlere, hiç beklemediğiniz halde bir çare göründü; bizim de işimiz kolaylaştı."

Dorotea derhal yastık kılıfından, çok güzel, yünlü kumaştan bir elbiseyle gösterişli yeşil kumaştan bir başörtüsü çıkardı. Küçük bir kutudan çıkardığı kolye ve diğer mücevherleri de takıp bir çabukta süslendi ve varlıklı, soylu bir hanımefendiye benzedi. Bütün bunları ve daha başkalarını, ne olur ne olmaz diye evden ayrılırken yanına aldığını ve o ana kadar da ihtiyaç olmadığını söyledi. Hepsi zarafetine, kibarlığına ve güzelliğine hayran oldular ve böyle bir güzelliği reddeden Don Fernando'nun zevksiz olduğuna hükmettiler.

Ama -en çok şaşıran, Sancho Panza oldu; hayatında hiç bu kadar güzel bir insan görmemiş gibi geliyordu ona -gerçekten de öyleydi. Rahibe bu harikulade güzellikteki hanımın kim olduğunu ve o sapa yerde ne yaptığını sordu, heyecan içinde.

"Sancho kardeşim," dedi rahip, "bu güzel hanımefendi, kısaca söylemek gerekirse, büyük Micomicon krallığının, baba tarafından doğrudan mirasçısı. Kendisi, efendinizden bir ihsan isteyecek; o da, büyük bir devin kendisine yapmış olduğu kötülüğün intikamını alması. Efendiniz bütün dünyada öyle iyi bir şövalye olarak ün yapmış ki, bu prenses onu aramaya, Gine'den gelmiş buraya."

"Ne hayırlı bir arayış, ne hayırlı bir buluş," dedi bunun üzerine Sancho Panza. "Hele efendime talih yardım eder de o kötülüğün intikamını alır, zat-ı âlinizin söylediği o orospu çocuğu devi öldürürse. Bulursa ve hayalet değilse, mutlaka öldürür, ama efendimin hayaletler karşısında hiçbir gücü yok. Yalnız ben zat-ı âlinizden özellikle bir şey rica edeceğim; muhterem Peder: Efendim korktuğum gibi başpiskopos olmaya kalkmasın diye, lütfen zat-ı âliniz hemen bu prensesle evlenmesini öğütleyin ona. Böylece başpiskopos olamaz, kolayca imparator olabilir, benim de arzularım gerçekleşir. Ben iyice düşündüm, kendi adıma, efendimin başpiskopos olmasının iyi olmayacağına karar verdim. Ben Kilise'nin işine yaramam, evliyim çünkü; şimdi kalkıp da karım, çocuklarım varken, Kilise mensubu olabilmek için özel izin peşinde koşmam, pek uzun bir iş olur. Kısacası, muhterem Peder, her şey efendimin derhal bu hanımla evlenmesine bağlı; henüz adını bilmediğim için, hanım diyorum sadece."

"Adı," dedi rahip, "Prenses Micomicona; krallığının adı Micomicon olduğuna göre, belli ki adının bu olması gerek."

"Buna hiç şüphe yok," dedi Sancho. "Soyadı olarak, doğdukları yerin adını alan çok kişi biliyorum ben; Pedro de Alcala, Juan de Ubeda, Diego de Valladolid gibi. Herhalde Gine'de de aynı âdet var, kraliçeler krallıklarının adını alıyorlar."

"Herhalde," dedi rahip. "Efendinizin evlenmesi konusunda da, elimden geleni yapacağım."

Sancho buna ne kadar memnun olduysa, rahip de onun saflığına o kadar şaşırdı; efendisinin imparator olacağından hiç şüphesi olmadığına göre, onun da hayali aynı zırvalıklarla dolmuştu.

Bu arada Dorotea rahibin katırına binmiş, berber de öküz kuyruğundan yapılmış sakalı takmıştı. Sancho'ya kendilerini Don Quijote'nin olduğu yere götürmesini söylediler ve rahiple berberi tanıdığını söylememesini tembih ettiler; çünkü efendisinin imparator olması, tamamen onları tanımamasına bağlıydı. Rahiple Cardenio, onlarla birlikte gitmek istemediler; Cardenio, Don Quijote aralarındaki kavgayı hatırlamasın diye, rahip de henüz kendi varlığına gerek olmadığı için. Ve böylece, onları önden gönderip kendileri de yürüyerek, ağır ağır izlediler. Rahip Dorotea'ya yapması gereken şeyi hatırlatmayı ihmal etmedi; o da hiç merak etmemelerini, her şeyin kusursuz biçimde, tıpkı şövalye kitaplarında tasvir edildiği şekilde yapılacağını söyledi.

Herhalde üç çeyrek fersah yol almışlardı ki, birbirine girmiş kayaların arasında Don Quijote'yi gördüler; giyinikti ama zırhsızdı. Dorotea kendisini görüp de Sancho’dan Don Quijote olduğunu öğrendiği anda, küheylânını mahmuzladı, muhteşem sakallı berber de onu izledi. Yanına geldiklerinde, silâhtar kendini katırından aşağı atıp Dorotea'yı kucakladı. Dorotea da, zarif bir şekilde aşağı inip Don Quijote'nin önünde diz çöktü. Don Quijote ayağa kaldırmak için uğraştığı halde, Dorotea kalkmadı ve şöyle konuştu:

"Ey korkusuz, yiğit şövalye! Sonsuz iyiliğiniz ve nezaketinizle, isteyeceğim ihsanı kabul edinceye kadar buradan kalkmayacağım; ricamı yerine getirirseniz, sizin şanınıza şan, şerefinize şeref katılacak, güneşin şimdiye dek aydınlatmış olduğu en kederli, en bahtsız genç kız da huzura kavuşacak. Eğer bileğinizin gücü, ebedî şöhretinize denkse, ırak diyarlardan, derdine çare bulmanız için, şanınızı duyup gelen bu bahtsıza yardım etmeye mecbursunuz."

"Güzel hanımefendi," dedi Don Quijote, "siz ayağa kalkmadıkça, ne size bir cevap vereceğim, ne de söylediklerinizi dinleyeceğim."

"Siz sonsuz nezaketinizle ricamı kabul etmedikçe kalkmayacağım beyefendi," dedi dertli bakire.

"Kralıma, vatanıma ve kalbimin, özgürlüğümün anahtarının sahibine bir zarar gelmeden isteğinizi yerine getirebileceksem, ricanızı kabul ediyorum," dedi Don Quijote.

"Saydıklarınız kesinlikle hiçbir zarar görmeyecek, iyi yürekli şövalye," diye cevap verdi elemli genç kız.

Bu arada Sancho Panza, efendisinin kulağına eğilerek çok alçak sesle dedi ki:

"Ricasını rahatlıkla kabul edebilirsiniz efendim; matah bir şey değil, bir devi öldürmekten ibaret. Ricada bulunan ise, yüce Prenses Micomicona, büyük Etiyopya Micomicon krallığının kraliçesi."

"Kim olursa olsun," dedi Don Quijote, "ben mecbur olduğum, vicdanımın emrettiği şeyi, yeminime uygun şekilde yapacağım."

Sonra genç kıza dönüp dedi ki:

"Kalkınız eşsiz güzel; benden istediğiniz neyse, yapacağıma söz veriyorum."

"İstediğim ihsan şu," dedi genç kız; "lütfen derhal benimle, sizi götüreceğim yere gelin ve hem Tanrı'nın, hem insanların yasalarına karşı gelerek krallığımı gasp eden hainden intikamımı alıncaya kadar, başka bir serüvene girmeyeceğinize, başka bir ihsan ricasını kabul etmeyeceğinize söz verin."

"Ricanızı aynen kabul ediyorum," diye cevap verdi Don Quijote. "Şu andan itibaren, hanımefendi, sizi üzen bu derdi unutun ve sönmüş olan umutlarınızı canlandırın, güçlendirin. Tanrı'nın ve cesaretimin yardımıyla, göreceksiniz ki, kısa bir süre sonra, size karşı gelmek isteyen alçaklara rağmen, tekrar krallığınızın başında, köklü ve büyük hükümdarlığınızın tahtında oturuyor olacaksınız. Şimdi iş başına; çünkü tehlikenin büyüğü gecikmektir derler."

Çaresiz bakire inatla ellerini öpmek için uğraştıysa da, daima nazik, kibar bir beyefendi olan Don Quijote, kesinlikle izin vermedi; onu ayağa kaldırıp büyük bir nezaket ve saygıyla kucakladıktan sonra, Sancho'ya Rocinante'nin kolanlarını kontrol etmesini ve hemen zırhını giydirmesini emretti. Sancho, zafer abidesi gibi bir ağaca asılmış olan zırhları indirdi ve kolanları gözden geçirip efendisinin zırhını çabucak giydiriverdi. Don Quijote, hazır olunca dedi ki:

"Haydi gidelim ve Tanrı'nın yardımıyla bu yüce hanımefendinin ricasını yerine getirelim."

Berber hâlâ diz çökmüş durumdaydı; gülmesini tutmak için büyük gayret sarfediyor, sakalı düşmesin diye dikkatle, tek eliyle tutuyordu; sakalın düşmesi, niyetlerini de suya düşürebilirdi. Ricanın kabul edildiğini ve Don Quijote'nin ricayı yerine getirmek için acele ettiğini görünce, ayağa kalkıp hanımını bir elinden tuttu ve ikisi birlikte katıra bindirdiler. Sonra Don Quijote Rocinante'ye bindi; berber de katırına yerleşti; Sancho ise yaya kaldı ve eşeğinin eksikliğini hissederek, kayboluşunu hatırladı tekrar. Ama keyfini bozmadı, çünkü efendisinin artık doğru yolda olduğunu, imparator olmasına ramak kaldığını düşünüyordu. O prensesle evleneceğinden ve en azından Micomicon kralı olacağından hiç kuşkusu yoktu. Canını sıkan tek şey, bu krallığın zenciler ülkesinde olması, dolayısıyla kendisine verilecek vasalların hepsinin, mecburen zenci olacağıydı. Buna hemen kafasından bir çare buldu ve kendi kendine dedi ki:

"Vasallarımın zenci olmasından bana ne? Hepsini alıp İspanya'ya getirir, anında satıveririm; o parayla da bir soyluluk unvanı ya da mevki satın alır, hayatımın geri kalanını huzur içinde geçiririm. Bundan ötesi var mı? Yok; ben uyanık adamım, becerikliyim de, ister otuz, ister on bin vasalı göz açıp kapayıncaya kadar satıveririm. Yaşlısını gencini şıpınişi uçuruveririm; istedikleri kadar siyah olsunlar, çil çil altına çeviririm ben onları. Enayi değilim ya!"

Bu düşüncelerle öyle hız kazanıp öyle memnun yürüyordu ki, yaya kalmanın sıkıntısını unutmuştu.

Cardenio'yla rahip bütün bunları çalılıkların arasından seyrediyor, yanlarına nasıl gideceklerini bilemiyorlardı. Ama müthiş kurnaz olan rahip, amaçlarına ulaşmak için derhal bir yol buldu ve yanındaki bir kutuda bulunan makasla, çabucak Cardenio’nun sakalını kesti; üstündeki kısa gri ceketle siyah pelerini ona giydirdi; kendisi de çamaşırlarıyla kaldı. Cardenio eski halinden o kadar farklıydı ki, aynaya baksa, kendisini tanıyamazdı. Bu iş bitince, ikisi kılık değiştirdikleri sırada ötekiler öne geçmiş oldukları halde, kolaylıkla onlardan önce anayola çıktılar; çünkü inişli çıkışlı arazide hayvanlar yayalardan daha zor ilerliyordu. Dağın çıkışındaki düzlükte durdular; Don Quijote'yle arkadaşları ortaya çıktığında, rahip uzun uzun baktı, tanır gibi olduğunu gösteren hareketler yaptı ve epeyce baktıktan sonra, kollarını açıp haykırarak yanına gitti:

"Şükür kavuşturana, şövalyeliğin aynası, hemşerim La Mancha'lı Don Quijote, asaletin kaymağı, muhtaçların kurtarıcısı, koruyucusu, gezgin şövalyelerin hası."

Bu sözleri söylerken, Don Quijote'nin sol dizine sarılmıştı. Adamın yaptıklarına, söylediklerine şaşıran Don Quijote dikkatle baktı ve sonunda tanıdı; ama şaşkınlığı geçmedi. Attan inmeye çalışıp çabalıyor, rahip izin vermiyordu. Don Quijote şöyle diyordu:

"Muhterem Peder, bırakınız lütfen, benim at üstünde, zat-ı âliniz gibi muhterem bir şahsiyetin ise yaya olması yakışık almaz."

"Buna kesinlikle izin veremem," dedi rahip. "Zat-ı âliniz at üzerinde kalınız, çünkü çağımızda görülmüş en büyük kahramanlıkları at üzerindeyken yapıyorsunuz; ben değersiz bir rahip olarak, zat-ı alinizle birlikte olan bu beylerden birinin katırına, arkasına binmekle yetinirim, bir mahzuru yoksa eğer. Hattâ o zaman kendimi Pegasos’un üzerine ya da bugün hâlâ Compluto yakınındaki büyük Zulema tepesinin yamacında, büyü etkisinde uyuyan ünlü Magripli Mustarık'ın küheylânına binmiş sayarım."

"Ben bunu düşünmedim, muhterem Peder," dedi Don Quijote. "Fakat biliyorum ki, sayın prenses, benim hatırım için, silâhtarına katırının eyerini size bırakmasını seve seve emredecektir; eğer katır dayanırsa, silâhtar da terkisine biner."

"Katır dayanır bence," diye cevap verdi prenses. "Ayrıca sayın silâhtarıma emretmeme gerek olmayacağını da biliyorum; kendisi o kadar kibar ve terbiyelidir ki, binek hayvanı varken bir din adamının yürümesine razı olmayacaktır."

"Doğru," dedi berber.

Çabucak katırdan inip rahibi eyere oturmaya davet etti; o da fazla yalvartmadan oturdu. Ne var ki, berber katırın terkisine binerken, kiralık olan katır (ne kadar kötü olduğunu belirtmek için bunu söylemek yeter), arka tarafını hafifçe havaya kaldırıp havaya öyle iki çifte attı ki, Üstat Nicolâs'ın göğsüne ya da kafasına isabet etse, Don Qui- jote'nin peşinden geldiklerine lânet ederdi. Yine de korkusundan sıçrayıp yere düştü ve sakalına dikkat etmediğinden, o da yerinden çıktı. Sakalsız kaldığını gören berber, çareyi, iki eliyle yüzünü kapatıp dişlerinin döküldüğünden yakınmakta buldu. Don Quijote, yere düşen silâhtarın epey uzağında koca sakalın kansız, çenesiz durduğunu görünce, dedi ki:

"Yüce Tanrım, bu ne büyük mucize! Sakalı sanki mahsus kesilmiş gibi yüzünden ayrılıp düştü!"

Yalanının ortaya çıkma tehlikesi altında olduğunu gören rahip, hemen koşup sakalı alarak, yattığı yerde hâlâ feryat eden Üstat Nicolâs'ın yanına gitti ve başını göğsüne yapıştırıp sakalı yerine taktı. Bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordu; sakal yapıştırmak için hususî bir dua okuyup üflediğini, birazdan göreceklerini söyledi. Sakalı taktıktan sonra da geriye çekildi; silâhtarın sakalı öyle güzel yapışmış, eski haline dönmüştü ki, Don Quijote afallayıp kaldı. Rahibe bu duayı uygun bir vakitte kendisine öğretsin diye yalvardı. Duanın sakal yapıştırmaktan öte marifetleri olduğunu anlamıştı; çünkü sakalın koptuğu yerde etin de yaralanması gerektiği açıktı; bu dua bütün yaraları iyileştirdiğine göre, sakaldan başka şeylere de faydası var demekti.

"Öyledir," dedi rahip ve ilk fırsatta öğretmeye söz verdi.

İlk önce katır üzerinde rahibin gitmesine ve yaklaşık iki fersah uzaktaki hana varıncaya kadar, üçünün dönüşümlü olarak binmelerine karar verildi. Böylece üçü, yani Don Quijote, prenses ve rahip hayvanların üzerinde, üçü, Cardenio, berber ve Sancho Panza da yaya olarak yola çıkmaya hazır olunca, Don Quijote genç hanıma dedi ki:

"Zat-ı âliniz hangi yoldan gitmek istiyorsanız, buyrun seçin."

O daha cevap veremeden, rahip dedi ki:

"Majesteleri hangi krallığa gitmek istiyorlar? Acaba Micomicon krallığına mı? Öyle olmalı, yoksa ben krallıklar hakkında hiçbir şey bilmiyorum demektir."

Zekî bir kız olan Dorotea, evet demesi gerektiğini anlayarak dedi ki:

"Evet efendim; o krallığa gitmek istiyorum."

"Madem öyle," dedi rahip, "bizim köyün ortasından geçmeniz gerekiyor; oradan zat-ı âliniz Kartaca yoluna saparsınız, talihiniz varsa, Kartaca'dan kalkan bir gemi bulursunuz. Rüzgâr sizden yana olursa, deniz sakinse, fırtına da çıkmazsa, dokuz yılı bulmadan, büyük Meona, pardon, yani Meotides Gölü görünecektir. Majestelerinin krallığı ise, oradan yüz günü biraz aşkın bir mesafededir."

"Maalesef yanılıyorsunuz efendim," dedi prenses. "Ben krallığımdan ayrılalı henüz iki yıl olmadı; üstelik de havalar hiç iyi gitmedi; buna rağmen, işte en büyük arzuma kavuştum; yani saygıdeğer La Mancha'lı Don Quijote'yi buldum. Methini İspanya'ya ayak bastığım anda duydum ve onu aramak için yollara düştüm; nezaketine sığınmak ve kaderimi yenilmez bileğinin gücüne teslim etmek için."

"Yeter, beni methetmeyin artık," dedi Don Quijote. "Ben her türlü iltifata karşıyımdır; bunlar iltifat olmasa bile, bu tür sözler yine de saf kulaklarımı incitmekte. Bir tek şey söylemek istiyorum hanımefendi, gücüm olsa da, olmasa da, olduğu kadarını, ölünceye dek hizmetinize sunmak mecburiyetindeyim. Şimdi bunu sırası gelinceye kadar bir yana bırakalım da, muhterem Peder lütfedip bize söylesin, böyle yalnız, hizmetkârsız, beni korkutacak kadar incecik giyinmiş olarak buralara gelmesinin sebebi nedir?"

"Buna kısaca cevap vermek istiyorum," dedi rahip. "Sayın Don Quijote, ben ve berber dostumuz Üstat Nicolâs, Sevilla'ya, benim uzun yıllar önce Amerika'ya yerleşmiş olan bir akrabamın gönderdiği parayı almaya gidiyorduk; oldukça da yüklü bir miktar para, altmış bin pesonun üzerinde. Dün buradan geçiyorduk ki, yolumuza çıkan dört haydut, sakallarımıza varıncaya kadar her şeyimizi aldılar; öyle ki, berber takma sakal takmak zorunda kaldı. Bu delikanlıyı da," dedi Cardenio'yu göstererek, "tanınmayacak hale getirdiler, işin ilginç yanı şu ki, bize saldıran adamların kürek mahkûmu oldukları bu civarda herkes tarafından biliniyor. Bu mahkûmları, başkalarıyla birlikte, aşağı yukarı aynı yerde, yanlarındaki komiser ve muhafızlara aldırmayacak kadar korkusuz bir adam serbest bırakmış. Hiç şüphesiz, adam ya deliydi, ya mahkûmlar kadar azılı bir hayduttu, ya da vicdansızın tekiydi; çünkü kurdu koyunların arasına, tilkiyi tavukların arasına, sineği balın ortasına salmış; adalete meydan okumuş; haklı emirlerine karşı gelerek kralına, senyörüne başkaldırmış. Kadırgaları kürekçilerden mahrum bırakarak, yıllardır dinlenen Santa Hermandad'ı ayağa kaldırmış; kısacası, bedenine faydası olmadığı gibi, ruhunu kaybetmesine sebep olacak bir iş yapmış."

Sancho, rahiple berbere, efendisinin büyük şeref duyduğu kürek mahkûmları serüvenini anlatmıştı; rahip de bu yüzden, Don Quijote ne yapacak, ne diyecek diye bu konuda ısrar ediyordu. Don Quijote ise, onun her sözüyle renkten renge giriyor, o adamcağızları kendisinin serbest bıraktığını söylemeye cesaret edemiyordu.

"İşte," dedi rahip, "bu adamlar soydu bizi. Merhameti sonsuz olan Tanrı, hakettikleri cezayı çekmelerini engelleyen kişiyi affetsin."