Sancho bütün bunları dinliyor, yüreğinde yabana atılamayacak bir ağrı beliriyordu; soyluluk unvanı umutları buhar olup uçmaktaydı; güzel Prenses Micomicona, Dorotea'ya, dev, Don Fernando'ya dönüşmüştü; efendisiyse, bütün olup bitenden bihaber, derin uykudaydı. Dorotea, mutluluğunun rüya olup olmadığından kuşku duyuyordu; Cardenio da aynı şeyi düşünüyor, Luscinda da aynı hissi paylaşıyordu. Don Fernando, kendisine bağışladığı lütuf için, şerefini ve ruhunu kaybetme noktasına geldiği o dolambaçlı labirentten kendisini kurtardığı için, Tanrı'ya şükrediyordu. Son olarak da, handa bulunan herkes, bunca karışık ve çaresiz meselenin böyle iyi sonuçlanmasından pek hoşnuttu.
Rahip, akıllı bir adam olarak her şeyi yerli yerine oturtuyor, her birini, mutluluğa kavuştuğu için tebrik ediyordu. Ama en çok sevinen, en memnun olan, hancının karısıydı; çünkü Cardenio'yla rahip, Don Quijote'nin yaptığı bütün masrafları ve hasarı kendisine ödeyeceklerine söz vermişlerdi. Daha önce de belirtildiği gibi, dertli, mutsuz, kederli olan, bir tek Sancho’ydu; böyle hüzünlü bir halde efendisinin odasına girdi ve yeni uyanmış olan Don Quijote'ye şöyle dedi:
"Sayın Mahzun Yüzlü Şövalye; istediğiniz kadar uyuyabilirsiniz; herhangi bir devi öldürmekle, prensesi krallığına geri götürmekle ilgilenmenize gerek yok; her şey oldu bitti."
"Herhalde öyledir," diye cevap verdi Don Quijote, "çünkü devle, hayatımda yaptığım, yapacağım en zorlu, en çetin savaşı yaptım. Bir ters kılıç darbesi, vınn! kafası yere düştü. O kadar çok kanını döktüm ki, dere gibi, su gibi yerlerde aktı.”
"Kırmızı şarap gibi deseniz daha doğru olur," dedi Sancho. "Zat-ı âlinizin, henüz bilmiyorsanız, şunu bilmenizi isterim ki, öldürdüğünüz dev, parçalanmış bir tulum; kan, tulumun içindeki sekiz şinik kırmızı şarap; kesilen kafa, anam olacak orospu; hepsini de şeytan aldı götürdü."
"Ne diyorsun sen, deli?" dedi Don Quijote. "Aklın başında mı senin?"
"Kalkın da, marifetinizi görün," dedi Sancho. "Ne kadar borcunuz olduğunu da görün, kraliçenin Dorotea adlı sıradan bir hanıma dönüştüğünü de. Diğer göreceklerinizi de farkedebilirseniz, çok şaşıracaksınız."
"Bunların hiçbiri beni şaşırtmaz," diye cevap verdi Don Quijote. "Hatırlayacak olursan, geçen sefer buraya geldiğimizde, ben sana burada olup biten her şeyin büyü olduğunu söylemiştim; bu sefer de öyle olmasında şaşılacak bir şey yok."
"Benim altı okka olayı da bu cins bir şey olsaydı, her şeye inanırdım," dedi Sancho. "Ama öyle değildi, gerçekti. Şu anda da burada bulunan hancının, battaniyenin bir köşesini tuttuğunu gördüm ben; heyecanla, neşe içinde havaya fırlatıyordu beni; kahkahaları kuvvetinden aşağı kalmıyordu. Ben basit bir günahkârım ama, bana kalırsa, bir işe karışan insanları tanıyorsanız eğer, o işte büyü filan yoktur; bol bol yara bere ve talihsizlik vardır."
"Neyse, Tanrı onun icabına bakar," dedi Don Quijote. "Şimdi bana giysilerimi ver de dışarı çıkayım; şu söylediğin olayları, değişimleri görmek istiyorum."
Sancho giysilerini verdi; o giyinirken, rahip Don Fernando'yla diğerlerine Don Quijote'nin deliliklerini, sevgilisinin kendisini reddetmesi yüzünden gittiği, Mahzun Kaya sandığı yerden onu kurtarabilmek için uydurdukları hikâyeyi anlattı. Sancho'nun anlattığı serüvenlerin de hemen hepsini anlattı; dinleyenler hem çok şaşırdılar, hem de çok güldüler. Onlar da herkes gibi, hayal edilebilecek en tuhaf delilik türü olarak görmüşlerdi bunu. Rahip ayrıca, Senora Dorotea'nın talihinin dönmesi sebebiyle, eski tasarılarına devam edemeyeceklerine göre, Don Quijote'yi köyüne götürebilmek için başka bir şey icat etmek gerektiğini de söyledi. Cardenio başladıkları gibi devam etmeyi teklif etti; Dorotea'nın yerini Luscinda alırdı.
"Hayır," dedi Don, Fernando, "buna gerek yok; ben Dorotea'nın rolüne devam etmesini istiyorum; bu zavallı şövalyenin köyü buradan çok uzakta değilse, derdine bir çare bulunması beni de sevindirir."
"Buradan en fazla iki gün sürer."
"Daha uzun da sürse, böyle hayırlı bir iş uğruna, memnuniyetle giderim."
Bu sırada Don Quijote bütün zırhlarını kuşanmış olarak odadan çıktı. Mambrino'nun tolgası, eğri büğrü olmakla birlikte, başındaydı; kalkanını siper etmiş, ağaç dalına, yani kargısına yaslanmıştı. Don Fernando ve arkadaşları, Don Quijote'nin tuhaf görünümü karşısında afalladılar; yarım fersah uzunluğundaki, sapsarı, kupkuru yüzünü, birbirini tutmayan zırhlarını ve ciddî ifadesini görünce, susup onun konuşmasını beklediler. Don Quijote ise, gözlerini güzel Dorotea'ya dikip ağır ağır, büyük bir ciddiyetle konuştu:
"Saygıdeğer hanımefendi, silâhtarımdan öğrendiğime göre, zat-ı âliniz devrilmiş, benliğiniz dağılmış; eskiden bir kraliçe, soylu bir hanımefendiyken, şimdi sıradan bir genç kıza dönüşmüşsünüz. Eğer bu, büyücü kral babanızın emriyle, benim size gerekli yardımı yapamayacağım korkusuyla olduysa, şunu ifade etmem gerekir ki, kendisi bu işten hiç mi hiç anlamamış, anlamıyor da. Ayrıca şövalyelik hikâyeleri konusunda da tecrübesiz; çünkü eğer onları benim gibi dikkatle, titizce okuyup incelemiş olsaydı, benden daha az şöhret yapmış başka şövalyelerin, nasıl adım başı daha büyük güçlüklerin üstesinden geldiğini görürdü; istediği kadar kibirli olsun, bir dev parçasını öldürmek o kadar matah bir iş değildir. Daha birkaç saat önce, ben kendisiyle hesaplaştım ve... daha fazla konuşmak istemiyorum, yalancılıkla suçlayanlar olabilir. Ama her şeyi açığa çıkaran zaman, hiç beklemediğimiz bir anda benim söyleyeceğim şeyi meydana çıkaracaktır."
Bunun üzerine hancı, "Siz bir devle değil, iki tulumla hesaplaştınız," dedi.
Don Fernando hancıya susmasını ve Don Quijote'nin konuşmasını kesinlikle bölmemesini emretti. Don Quijote de konuşmasına devam etti:
"Kısacası, ey soylu ve mirasından mahrum edilmiş hanımefendi, eğer babanız sizdeki değişikliği, söylediğim sebepten ötürü yaptıysa, ona hiç aldırmayın; çünkü yeryüzünde, benim kılıcımı durdurabilecek bir tehlike yoktur; ben kılıcımla kısa sürede düşmanınızın kafasını yere devirecek, sizin başınıza memleketinizin tacını geçireceğim."
Don Quijote daha fazla konuşmayıp prensesin cevap vermesini bekledi; o da, Don Fernando'nun, oyunun Don Quijote'yi köyüne götürünceye kadar sürdürülmesine karar verdiğini bildiği için, tumturaklı ve ciddî bir cevap verdi:
"Ey yiğit Mahzun Yüzlü Şövalye, benim değişip başka bir kimliğe büründüğümü size kim söylemişse, doğru söylememiş, çünkü ben dün kim idiysem, bugün de oyum. Evet, birtakım talihli olayların bende bir değişiklik yarattığı ve en çok isteyebileceğim şeye kavuşturduğu doğru. Ancak, bu yüzden, eski benliğimi kaybetmiş, sizin cesaretinize ve yenilmezliğinize daima verdiğim değeri unutmuş değilim. Kısacası, saygıdeğer efendim, büyüklük gösterip beni hayata getiren babama şerefini iade ediniz; onu ileri görüşlü, ihtiyatlı bir adam olarak görünüz; çünkü o ilmi sayesinde, başıma gelen felâketten kurtulmam için böylesine kolay ve gerçek bir yol buldu. Bence siz olmasaydınız, kavuştuğum mutluluğa asla kavuşamazdım. Söylediklerimin ne kadar doğru olduğuna buradaki diğer beyefendiler de şahittir. Kısacası, yapılacak tek şey, yarın yola koyulmak; çünkü bugün artık fazla yol alamayız; beklediğim başarının geri kalan kısmını ise, Tanrı'ya ve sizin korkusuz yüreğinize bırakıyorum."
Akıllı Dorotea'nın bu sözlerini duyan Don Quijote, Sancho'ya döndü ve çok öfkeli bir ifadeyle dedi ki:
"Sana bir tek şey söyleyeceğim sefil Sancho, sen Ispanya'nın en alçak herifisin. Söyle bakalım, serseri haydut, sen biraz önce bu prensesin Dorotea adında sıradan bir genç kıza dönüştüğünü, benim bir devin kafası diye kestiğim kafanın, seni doğuran orospuya ait olduğunu söylemedin mi? Birtakım başka saçmalıklarla, hayatım boyunca yaşadığım en büyük şaşkınlığı yaşatmadın mı bana? Yemin ederim..." diyerek havaya bakıp dişlerini sıktı, "seni öyle bir pataklayacağım ki, bundan böyle dünyanın bütün yalancı gezgin şövalye silâhtarlarına ders olacak."
"Lütfen sakin olun, saygıdeğer efendim," diye cevap verdi Sancho. "Sayın Prenses Micomicona'nın değişimi konusunda benim yanılmış olmam çok mümkün. Ama devin kafası konusunda, hiç değilse tulumların deşilmesi ve kanın kırmızı şarap olması konusunda, Tanrı biliyor, yanılmıyorum; tulumlar deşilmiş halde zat-ı âlinizin başucunda duruyor, kırmızı şarap da odayı göle çevirmiş halde. İnanmıyorsanız, dananın kuyruğu koptuğunda, yani saygıdeğer hancı bütün hasarın karşılığını istediğinde görürsünüz. Diğer meseleye, saygıdeğer kraliçenin eskisinden farksız olmasına gelince, ben daha memnun olurum, çünkü herkes gibi benim de işime gelir."
"Sana şunu söylemem gerekir ki Sancho, kusura bakma ama, salağın tekisin, bu kadarı yeter," dedi Don Quijote.
"Yeter," dedi Don Fernando, "bu konu kapansın artık. Madem ki sayın prenses bugün geç oldu, yola yarın çıkılsın diyor, öyle olacak. Bu geceyi, sabaha kadar güzel güzel konuşarak geçirebiliriz; yarın da hepimiz Senor Don Quijote'ye eşlik ederiz; çünkü üstlendiği bu büyük görev sırasında göstereceği yiğitliklere, eşsiz kahramanlıklara biz de şahit olmak istiyoruz."
"Asıl ben size hizmet ve eşlik edeceğim," diye cevap verdi Don Quijote. "Bana gösterilen lütuflara ve hakkımdaki olumlu izlenime teşekkür ederim; bu izlenimin doğru çıkması için çabalayacağım; hayatıma, hattâ daha değerli bir şey varsa daha fazlasına da malolsa bile."
Don Quijote'yle Don Fernando karşılıklı nezaket sözleri sarfettiler, iltifatlarda bulundular, ama o sırada hana giren bir yolcu, hepsini susturdu. Kıyafetinden, Magripliler ülkesinden yeni gelmiş bir Hıristiyan olduğu anlaşılıyordu: Üstünde eteği kısa, yarım kollu, yakasız, mavi kumaştan bir palto vardı; pantolonu da mavi kumaştandı; yine aynı renk bir takkesi{67} vardı, hurma rengi, bağlı çizmeler giymiş, palasını göğsüne çapraz takılı kayışa geçirmişti. Onun hemen arkasından, eşeğe binmiş, Magripli kıyafeti giymiş bir kadın girdi içeri. Yüzü peçeyle örtülüydü; başında brokardan bir başlık, üzerinde omuzlarından ayaklarına kadar inen, zengin Magripliler'in giydiği türden, geniş bir palto vardı.
Adam, güçlü kuvvetli ve alımlı, yaşı kırkın biraz üzerindeydi, yüzü esmerceydi, uzun bıyıkları, biçimli bir sakalı vardı. Kısacası, kıyafeti yerinde olsa, alımlı görünüşünden, soylu ve iyi bir aileden geldiği sanılırdı.
İçeri girdiğinde bir oda istedi; handa oda olmadığı söylenince, canı sıkıldı. Kıyafetinden Magripli gibi görünen kadına gidip kucaklayarak eşekten indirdi. Bu yeni, hiç görmedikleri kıyafetten etkilenen Luscinda, Dorotea, hancının karısı, kızı ve Maritornes, Magripli kadının etrafına toplandılar. Daima sevimli, nazik ve akıllı olan Dorotea, hem kadının, hem de onu getiren adamın, oda olmamasından ötürü sıkıldıklarını görerek konuşmaya başladı:
"Hanımefendiciğim, burada konfor olmamasına üzülmeyin, hanlar hep böyledir; yine de, geceyi bizlerle geçirmek isterseniz," dedi Luscinda'yı işaret ederek, "sizi yolda karşılaşmış olabileceğinizden daha iyi bir şekilde ağırlayabiliriz belki."
Yüzü örtülü kadın buna bir cevap vermedi, sadece oturduğu yerden kalkıp iki elini göğsünde kavuşturarak, başı önünde, iki büklüm eğildi ve böylece müteşekkir olduğunu ifade etti. Suskunluğundan, hiç şüphesiz Magripli olduğuna ve İspanyolca bilmediğine kanaat getirdiler. Bunun üzerine, o arada başka işlerle ilgilenmiş olan esir geldi ve bütün kadınların, yanında getirdiği kadının çevresine toplanmış olduğunu, onunsa, söylenenlere sessizlikle karşılık verdiğini görerek dedi ki:
"Hanımefendiler, bu hanım dilimizi pek anlamaz, kendi lisanından başka dil de bilmez, sorulan sorulara bu yüzden cevap veremiyor."
"Kendisine bir tek şey sorduk," dedi Luscinda. "Bu gece için yatacağımız yeri bizimle paylaşmasını teklif ettik kendisine, fazla rahat bir yeri sunamasak da, ihtiyacı olan yabancılara, özellikle kadınlara elimizden gelen yardımı memnuniyetle yaparız."
"İkimizin de adına, elinizi öperim hanımefendi," diye cevap verdi esir. "Böyle bir durumda, üstelik de sizin gibi kimselerden gelen bu büyük iyiliğe, lâyık olduğu değeri verdiğimi bilmenizi isterim."
"Beyefendi, bu hanım Hıristiyan mıdır, Magripli mi?" diye sordu Dorotea. "Çünkü kıyafeti ve sessizliği, bize istemeyeceğimiz milletten olduğunu düşündürüyor."
"Kıyafeti, bedeni Magripli'dir; ama ruhu gayet Hıristiyan'dır; çünkü Hıristiyan olmayı çok arzu ediyor."
"Yani vaftiz edilmemiş mi?" dedi Luscinda.
"Memleketi olan Cezayir'den ayrıldığından beri fırsat olmadı," dedi esir. "Şimdiye kadar ciddî bir ölüm tehlikesiyle karşılaşmadığı için de, Kutsal Kilisemizin emrettiği törenler yerine getirilmeden vaftiz etme mecburiyeti doğmadı. Ama Tanrı isterse, yakında, lâyık olduğu iyi koşullarda -ki onun da, benim de kıyafetlerimizin işaret ettiğinden daha iyi koşullardır- vaftiz edilecek."
Bu sözleri, kendisini dinleyen herkeste, Magripli kadınla esirin kim oldukları hakkında bir merak yarattı; ama o sırada hayat hikâyelerini sormanın değil, biraz dinlenmeleri için yardım etmenin daha gerinde olacağını düşünerek, kimse sormadı. Dorotea kadını elinden tutup götürerek yanına oturttu ve peçesini çıkarmasını rica etti. Kadın, ne dediklerini, kendisinin ne yapması gerektiğini sormak ister gibi esire baktı. O da Arapça konuşarak, peçesini çıkarmasını rica ettiklerini, çıkarmasını söyledi. Böylece kadın peçesini çıkardı ve ortaya o kadar güzel bir yüz çıktı ki, Dorotea Luscinda'dan, Luscinda da Dorotea'dan daha güzel buldu. Diğer hazır bulunanlar da Dorotea’yla Luscinda'ya güzellikte ancak Magripli kadının ulaşabileceğinde birleştiler, hattâ bazıları onu daha güzel buldu. Güzelliğin bir imtiyazı ve meziyeti, ruhları barıştırmak, sevgi uyandırmak olduğu için de, bir anda hepsi birden güzel Magripli'ye hizmet etmek, onu memnun etmek arzusuna kapıldılar.
Don Fernando esire Magripli kadının adını sorunca, o da Lâlâ{68} Süreyya olduğunu söyledi. Kadın bunu duyar duymaz, Hıristiyan esire sorulan soruyu anladı ve aceleyle, telâş içinde atıldı:
"Yok, yok Süreyya; Maria, Maria!" diyerek adının Süreyya değil, Maria olduğunu ifade etmek istedi.
Bu sözler ve Magripli kadının bunları söylerken kapıldığı heyecan, onu dinleyenlerin, özellikle doğuştan şefkatli ve merhametli olan kadınların gözlerinden yaşlar süzülmesine sebep oldu. Luscinda kadını sevgiyle kucaklayarak dedi ki:
"Evet, evet, Maria, Maria."
Magripli kadın buna şöyle cevap verdi:
"Evet, evet, Maria! Süreyya mahiya!" Yani Süreyya değil.
Bu arada akşam olmaktaydı; hancı, Don Fernando'nun yanındakilerin emri üzerine, elinden geldiğince iyi bir sofra hazırlamak için gayret gösteriyordu. Yemek saati gelince, hepsi birlikte uzun, mutfak masasına benzer bir masaya oturdular, çünkü handa yuvarlak veya kare bir masa yoktu. Masanın başındaki şeref sandalyesini, kendisi itiraz etmesine rağmen, Don Quijote'ye verdiler; o da, koruyucusu olduğu Senora Micomicona'nın, yanına oturmasını istedi. Sonra Luscinda'yla Süreyya, karşılarına Don Fernando'yla Cardenio, yanlarına esirle diğer beyler, hanımların yanına da rahiple berber oturdular. Akşam yemeğini zevkle yediler; Don Quijote yemeyi bırakıp keçi çobanlarıyla yemek yerken olduğu gibi bol bol konuşma hevesine kapılınca, daha da memnun oldular. Şöyle bir konuşma yaptı:
"Saygıdeğer beyler, düşünülecek olursa, gezgin şövalyelik mesleğini yapanlar, gerçekten de çok müthiş, inanılmayacak şeyler görmektedirler. Söyler misiniz, şimdi şu kalenin kapısından içeri girip bizi bu halde görünce, bizim kim olduğumuzu anlayabilecek, tahmin edebilecek bir tek kişi var mıdır bu dünyada? Yanımda oturan şu hanımın, hepimizin bildiği büyük kraliçe, benimse ünü her yere yayılmış Mahzun Yüzlü Şövalye olduğumu kim bilebilir? Artık hiç şüphe yok ki, bu sanat, bu meslek, insanoğlunun icat etmiş olduğu bütün sanat ve mesleklerden üstün ve ne kadar tehlikeye maruz ise, o kadar takdire şayandır. Kalemin silâhtan üstün olduğunu söyleyebilecek biri varsa, çıksın karşıma; kendisine, her kim olursa olsun, ne dediğini bilmediğini söylerim. Çünkü bu tür kimselerin genellikle ileri sürdüğü ve tutunduğu gerekçe, zihin faaliyetlerinin, vücut faaliyetlerinden üstün olduğudur. Silâhşörlük mesleğinin de, sanki hamallıkla birmiş gibi, sadece vücutla yapıldığını söylerler. Sanki bu işi yapmak için güç ve kuvvetten başka bir şey lâzım değilmiş gibi, bu mesleğin erbabı olan bizlerin, icaplarını yerine getirebilmek için keskin bir zekâya ihtiyaç gösteren cesurca hareketleri yerine getirmemiz gerekmiyormuş, bir ordunun ya da kuşatılmış bir şehrin başında olan savaşçının, vücuduyla birlikte zihni de çalışmazmış gibi. Söylesinler bakalım, beden gücüyle düşmanın niyeti, tasarıları, stratejileri, tuzakları bilinebilir, kestirilebilir mi, korkulan tehlikeler önlenebilir mi? Bütün bunlar, bedenin hiç rolü olmayan, zihnin faaliyetleridir. Böyle olduğuna, silâhşörlük de kalemşörlük gibi zihin gerektirdiğine göre, şimdi bakalım hangisinin zihni daha çok çalışır, edebiyatçının mı, savaşçının mı. Bunu anlamak, her birinin yöneldiği amaca ve sonuca bakarak mümkün olabilir; çünkü hangisinin hedefi daha soylu bir amaçsa, ona daha büyük bir değer biçilmesi gerekir. Tahsilin... burada amacı ruhları cennete yöneltmek ve ulaştırmak olan İlâhi bilimlerden sözetmiyorum; hiçbir amaç, bu kadar İlâhi olamaz; benim sözünü ettiğim, edebiyattır; bunun da amacı, adaletin dağıtımını mükemmelleştirmek, herkese hakkını vermek, iyi yasalar yapmak ve bunların kollanmasını sağlamaktır. Hiç şüphesiz, yüce, soylu ve övgüye lâyık bir amaç. Ne var ki, amacı, hedefi selâmet, yani insanların bu hayatta isteyebileceği en büyük servet olan silâhşörlüğün amacı kadar övgüye lâyık değil. Unutmayalım ki, bu dünyada, insanoğlunun duyduğu ilk müjde, bize gün doğduğunu işaret eden gecede, gökyüzündeki meleklerin söylediği şarkıdır: 'En yücelerde Tanrı’ya izzet ve yeryüzünde razı olduğu adamlara selâmet.' Yeryüzünün ve gökyüzünün en büyük öğretmeni, kendisini izleyen havarilerine, bir eve girdiklerinde şöyle selâm vermelerini söylemişti: 'Bu eve selâmet.' Kendilerine birçok kere şöyle demiştir: 'Size selâmet bırakıyorum, benim selâmetimi size veriyorum; size selâmet.' Böyle bir el tarafından verildiğinde, bu bir mücevher, bir servettir; öyle bir mücevher ki, ne yeryüzünde, ne de gökyüzünde, onsuz mutluluk olamaz. Savaşın gerçek amacı, işte bu selâmettir; silâhşörlük de savaş demektir. Bu gerçek, yani savaşın amacının selâmet olduğu ve bu amacın, edebiyatın amacından daha üstün olduğu anlaşıldıktan sonra, gelelim edebiyatçının ve silâh adamının bedensel zorluklarına, hangisi daha büyükmüş, görelim."
Don Quijote konuşmasını bu şekilde, öyle güzel sözlerle sürdürüyordu ki, dinleyenlerin hiçbiri henüz kendisine deli gözüyle bakamamıştı. Aksine, çoğu silâhlara âşinâ şövalyeler olduklarından, büyük bir zevkle dinliyorlardı. Don Quijote sözlerine şöyle devam etti:
"Eğitim gören bir talebenin karşılaştığı zorluklar şunlardır: Her şeyden önce yoksulluk; hepsi yoksul olduğu için değil de, meseleyi en aşırı şekliyle ortaya koyabilmek için söylüyorum bunu; talebenin yoksulluk çektiğini söylemekle, bence bahtsızlığı konusunda daha fazla bir şey söylemeye gerek kalmıyor; çünkü yoksul olan, iyi olan her şeyden yoksundur. Talebe bu yoksulluğu çeşitli şekillerde çekebilir: açlık, soğuk, çıplaklık, ya da hepsi birden. Ama bütün bunlara rağmen, her zamankine göre biraz gecikerek de olsa, hiç yemek yiyemeyecek kadar da yoksul değildir; yediği, zenginlerin artıkları bile olsa -ki bu, talebelerin, aralarında çorbaya talim etmek{69} dedikleri, en büyük sefalettir. Isıtmasa da, hiç değilse soğuğu kıracak bir mangal ya da şömine bulurlar daima; son olarak da, geceleri bir çatı altında uyurlar. Birtakım başka sıkıntıların ayrıntısına girmek istemiyorum; meselâ gömlek ve ayakkabı eksikliği, giysilerin kıtlığı ve yetersizliği, talih önlerine bir ziyafet çıkardığında büyük bir iştahla karınlarını tıkabasa doyurmaları. İşte bu tarif ettiğim çetin ve dikenli yolda, kimi zaman sendeleyip kimi zaman düşerek, sonra kalkıp tekrar düşerek, istedikleri mertebeye ulaşırlar. Bu mertebeye ulaştıktan sonra da, nicelerini görmüşüzdür ki, bu sığlıkları, Skylla ve Kharybdis'leri, iyi talihin rüzgârları sayesinde aştıktan sonra, bir tahttan dünyaya emretmişler, dünyayı yönetmişlerdir; açlıkları tokluğa, üşümeleri gönül ferahlığına, çıplaklıkları tören giysilerine, hasır üzerindeki uykuları Hollanda bezleri ve damaskolar üzerinde dinlenmeye dönüşmüştür; faziletleriyle hakettikleri mükâfatı almışlardır. Ne var ki, katlandıkları zorluklar, savaşçının katlandığı zorluklarla kıyaslanıp karşılaştırıldığında, şimdi anlatacağım gibi, her bakımdan çok geride kalır."