YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM - Büyük serüvene, müthiş ganimet Mambrino ’nun tolgasına ve yenilmez şövalyemizin başına gelen diğer şeylere dair

Bu arada hafiften yağmur yağmaya başladı; Sancho tokaçların oraya sığınmak istiyordu, ama Don Quijote'nin alaylar yüzünden tokaçlara canı öyle sıkılmıştı ki, katiyen içine girmek istemedi. Bunun üzerine, sağa dönüp, bir önceki gün geçtikleri yola benzer bir yola girdiler.

Biraz gitmişlerdi ki, Don Quijote at üstünde bir adam gördü. Başının üzerinde altın gibi parlayan bir şey vardı; bunu görür görmez Sancho'ya dönüp, dedi ki:

"Bana öyle geliyor ki Sancho, doğru olmayan bir atasözü yok; çünkü hepsi, bütün ilimlerin anası olan tecrübeden çıkmıştır. Özellikle de bir tanesi: 'Bir kapının kapandığı yerde, bir başkası açılır. Şunun için söylüyorum: Kader dün gece aradığımız talih kapısını kapatıp bizi tokaçlarla aldattıysa da, şu anda başka bir kapıyı, daha güzel ve kesin bir serüvenin kapısını ardına kadar açmakta. Kapıdan içeri girmeyi başaramazsam suç benim olur; tokaçlar hakkındaki bilgimin kıtlığına, gecenin karanlığına yüklenemez. Bunu söylememin sebebi şu: Yanılmıyorsam, bize doğru gelen adamın kafasında, bildiğin gibi üzerine yemin ettiğim, Mambrino'nun tolgası var."

"Efendim, söylediklerinize, yaptıklarınıza çok dikkat edin," dedi Sancho. "Bunlar da aklımızı iyice dövüp çarpıtacak tokaçlar olmasın."

"Ne adamsın Sancho!" dedi Don Quijote. "Tolganın tokaçla ne ilgisi var?"

"Hiç bilmiyorum," diye cevap verdi Sancho. "Ama inanın, eskisi kadar konuşabilseydim, zat-ı âlinizi söylediklerinde yanıldığına inandırabilecek sebepler gösterebilirdim."

"Söylediklerimde nasıl yanılırım, korkak hain?" dedi Don Quijote. "Söyle, şu baklakırı at üzerinde bize doğru gelen şövalyeyi görmüyor musun? Başında altın bir tolga var."

"Benim görüp görebildiğim," dedi Sancho, "benimki gibi boz bir eşeğe binmiş bir adam, kafasında parıltılı bir şey var."

"İşte o Mambrino'nun tolgası," dedi Don Quijote. "Bir kenara çekil ve beni onunla yalnız bırak; göreceksin, tek kelime konuşup vakit kaybetmeden bu serüveni nasıl sonuçlandırıyorum, o kadar istediğim tolga nasıl benim oluyor."

"Kenara çekilmeyi ihmal etmem," dedi Sancho, "ama Tanrı’ya dua ediyorum," diye devam etti, "kaş yaparken tokaç çıkmasın."

"Daha önce de söyledim, kardeşim, bana bu tokaç meselesinden hiçbir şekilde bahsetmeyin," dedi Don Quijote. "Beddua ettirmeyin bana... ruhunuzu tokaçlasın diye."

Sancho, efendisi ortaya savurduğu bedduanın tamamını söyler korkusuyla sustu.

Doğrusu şu ki, Don Quijote'nin gördüğü tolga, at ve şövalye aslında şuydu: O civarda iki köy vardı; biri o kadar küçüktü ki, ne eczanesi vardı, ne de berberi, öteki de onun yanındaydı. Bu durumda, büyük köyün berberi küçüğüne de hizmet veriyordu; küçük köyde bir hastadan kan alınacak, birinin de sakalı tıraş edilecekti; berber bunun için geliyor, yanında da pirinçten bir leğen getiriyordu. Kader bu ya, gelirken yağmur yağmaya başlamış, o da, herhalde yeni olan şapkası lekelenmesin diye, leğeni kafasının üstüne koymuştu. Leğen temiz olduğu için de, ışıltısı yarım fersah öteden görünüyordu. Sancho'nun dediği gibi boz bir eşeğe binmişti. İşte Don Quijote'ye baklakırı at, şövalye ve tolga gibi görünen şey, buydu. Gördüğü her şeyi büyük bir kolaylıkla, çılgınca şövalyeliklerine ve lanet olası hayallerine uyarlıyordu. Zavallı adamın yaklaştığını görünce hiç konuşmadan, Rocinante'yi dörtnala kaldırıp kargısı ileride, ortadan ikiye bölmek niyetiyle üzerine saldırdı. Ama tam yaklaştığı sırada, öfkesini tutamayıp dedi ki:

"Koru kendini, sefil yaratık, ya da hakkım olan şeyi bana kendi isteğinle teslim et."

Hiç beklemediği bir anda bir hayaletin üstüne geldiğini gören berber, kargıdan kendini korumak için eşeğinden atlamaktan başka çare bulamadı. Yere değer değmez de, sincap hafifliğiyle sıçrayıp düzlükte öyle bir koşmaya başladı ki, rüzgâr bile yetişemezdi. Leğeni yerde bırakmıştı; Don Quijote bununla yetinip kâfirin kurnazlık ettiğini, avcılar tarafından sıkıştırılınca, doğal içgüdüsüyle neyin peşinde olduklarını bilip, onu dişleriyle kemirerek koparan kunduzu taklit ettiğini söyledi.{49} Sancho'yu tolgayı alıp getirsin diye gönderdi; Sancho da eline aldığında dedi ki:

"Leğen çok iyi bir leğen, sekiz gümüş riyal eder, kalıbımı basarım."

Sonra efendisine verdi, o da kafasına geçirdi; bir o tarafa, bir bu tarafa çevirdi, siperliğini aradı, bulamayınca dedi ki:

"Hiç kuşkusuz, bu meşhur miğfer, hangi kâfirin kafasına göre yapıldıysa, dev bir kafası vardı; işin kötüsü, yarısı da eksik."

Sancho leğene miğfer dendiğini duyunca gülmesini tutamadı; ama aklına efendisinin öfkesi gelince, yarıda kesti.

"Neye gülüyorsun Sancho?" dedi Don Quijote.

"Bu miğferin sahibi olan kâfirin ne kadar büyük bir kafası olduğunu düşünüp gülüyorum," dedi Sancho. "Tıpkı berber leğenine benziyor."

"Ne düşünüyorum, biliyor musun Sancho? Bu meşhur sihirli miğfer parçası, tuhaf bir tesadüfle, değerini bilemeyen, takdir edemeyen birinin eline geçmiş olmalı. O da saf altın olduğunu görünce, ne yaptığını bilmeden, altını için diğer yarısını eritmiş, yarısından da, dediğin gibi berber leğenine benzeyen bu nesneyi yapmış olmalı. Ama ne olursa olsun, ben ne olduğunu bildiğim için, geçirdiği değişim önemli değil, ben demircisi olan ilk köyde düzelttiririm onu. Hem de demirciler tanrısının savaşlar tanrısı için yaptığını aratmayacak, hattâ onu gölgede bırakacak şekilde. Bu arada da bu şekliyle idare ederim, hiç yoktan iyidir yine de; bir taşlamaya karşı filan koruyabilir beni." "Evet," dedi Sancho, "sapanla taş atılmazsa eğer, iki ordunun çarpışmasında olduğu gibi; sizin dişlerinizi dökmüşler, benim içimi dışıma çıkartan o kutsanmış iksirin olduğu şişeyi de kırmışlardı."

"Onu kaybetmiş olmama pek üzülmüyorum Sancho, biliyorsun tarifi ezberimde," dedi Don Quijote.

"Benim de ezberimde," diye cevap verdi Sancho. "Ama ömrüm boyunca bir daha yapar veya tadarsam, şuracıkta ölüvereyim. Ayrıca, ona ihtiyacım olacak bir duruma düşmeye de niyetim yok; çünkü beş duyumu harekete geçirip hem yaralanmaktan, hem de birilerini yaralamaktan kaçınmayı düşünüyorum. Altı okka konusunda bir şey demiyorum; bu gibi felâketleri önlemek imkânsızdır; tek yapılacak şey, omuzlarımızı büzüp nefesimizi tutmak, gözlerimizi kapatıp kendimizi talihin kollarına ve battaniyeye bırakmaktır."

"Kötü bir Hıristiyan'sın Sancho," dedi, bunu duyan Don Quijote. "Çünkü sana yapılan hakareti hiç unutmuyorsun. Ama şunu bil ki, soylu ve cömert gönüller, çocuklukların üzerinde durmaz. Ayağın mı topal kaldı, kaburgan mı kırıldı, kafan mı yarıldı da o şakayı unutmuyorsun? İyi düşünecek olursan, bir şakaydı, eğlenceydi sadece. Ben böyle düşünmesem, oraya döner, senin intikamını öyle bir alırdım ki, Yunanlılar'ın kaçırılan Helena’nın intikamını almalarını gölgede bırakırdı. Helena da, bu çağda yaşasa, ya da benim Dulcinea'm o çağda yaşasa, güzelliği şimdiki kadar dillere destan olamazdı."

Bu noktada, uzun uzun, havaya bakarak iç çekti. Sancho dedi ki: "Şaka diyelim öyleyse, madem intikam gerçekleşemiyor. Ama ben neyin gerçek, neyin şaka olduğunu biliyorum; aklımdan da, sırtımdan da hiç silinmeyeceğini biliyorum. Neyse, bunu bir yana bırakalım; zat-ı âlinizin yere yıktığı o Martino'nun burada bırakıp gittiği o boz eşeğe benzeyen baklakırı atı ne yapacağız? Tabanları nasıl yağladığına bakılırsa, hiç de almaya geri gelecekmiş gibi görünmüyordu. Doğrusu baklakırı da pek güzel!"

"Dize getirdiklerimi yağmalamak âdetim değildir," dedi Don Qu- ijote. "Atlarını çalıp yaya bırakmak da şövalyeliğe sığmaz; galip gelenin, savaşırken kendi atını kaybetmiş olduğu durumlar hariç. Bu durumda, yenilenin atını almaya hakkı vardır; savaşta hakkı olduğu gibi. Kısacası Sancho, o atı ya da eşeği, ya da sen ne olsun istiyorsan onu, yerinde bırak; sahibi buradan uzaklaştığımızı görünce, almak için geri döner."

"Tanrı biliyor ya, onu almayı çok isterdim," dedi Sancho. "Ya da hiç değilse kendiminkiyle değiştirmeyi; benimki o kadar iyi değil. Şövalyelik yasaları gerçekten de çok katıymış; bir eşeği başkasıyla değiştirmeye bile izin verecek kadar esneklikleri yokmuş. Koşumları değiştirebilir miyim bari?"

"Ondan pek emin değilim," dedi Don Quijote, "ama şüphede olduğumuza göre, daha fazla bilgi edininceye kadar, eğer çok ihtiyacın varsa, değiştir derim."

"O kadar ihtiyacım var ki," dedi Sancho, "kendim için olsa, bu kadar ihtiyacım olmazdı."

Sonra, bu izinle harekete geçip mutatio caparum{50} yaptı ve eşeğini süsleyip püsleyerek, eskisinden çok daha iyi hale getirdi.

Bu işi bitirdikten sonra, yük katırından aldıkları ganimetten artakalanlarla öğle yemeği yediler, tokaçların oradaki derenin suyunu içtiler, ama tokaçlara bir kez olsun dönüp bakmadılar. Kendilerini öyle korkuttukları için tokaçlardan nefret ediyorlardı.

Böylece açlıklarını, öfkelerini ve hattâ hüzünlerini bastırdıktan sonra, hayvanlarına bindiler ve gezgin şövalyelerin âdeti olduğu üzre, belirli bir yön seçmeden, Rocinante'nin canının istediği yolda ilerlemeye koyuldular. Rocinante'nin radesi, peşinden sahibininkini, hattâ eşeğinkini sürüklüyordu. Eşek, nereye giderse gitsin, Rocinante'yi canı gönülden takip ediyordu. Böylece, tekrar anayola geldiler ve belli bir amaçları olmadan, gelişigüzel, yollarına devam ettiler.

Böyle yol alırlarken, Sancho efendisine dedi ki:

"Saygıdeğer efendim, sizinle biraz konuşmama izin verir misiniz? Bana o sert sessizlik kuralını koyduğunuzdan beri, kursağımda kalan bazı şeyler oldu; aralarından biri var ki, dilimin ucunda şu an, boşa gitmesini istemem."

"Söyle," dedi Don Quijote. "Sözünü uzatma, hiçbir söz, uzarsa güzel olmaz."

"Diyeceğim şu ki, efendim," dedi Sancho, "birkaç günden beri düşünüyorum da, zat-ı âlinizin bu ıssız yerlerde, yol kavşaklarında peşine düştüğü bu serüvenlerin ardında koşmak, pek az kazançlı. Buralarda, en tehlikeli serüvenleri başarıyla atlatıp zafer kazansanız bile, ne gören var, ne duyan; bu yüzden de ebediyen karanlığa gömülmek zorundalar; bu da, zat-ı âlinizin amacına ve hakettikleri karşılığa aykırı düşüyor. Bu sebeple, bence, zat-ı âliniz itiraz etmezseniz, gidip savaş halindeki bir imparatorun ya da büyük bir prensin hizmetine girmemiz daha iyi olur. Onun hizmetinde, zat-ı âliniz cesaretinizi, kuvvetinizi ve sonsuz zekânızı gösterebilirsiniz. Hizmetine girdiğiniz kişi, bunu görünce mecburen bizleri ödüllendirecektir; her birimizi hakettiği oranda. O zaman zat-ı âlinizin kahramanlıklarını, ebediyen hatırlanmak üzere kaydedecek kişiler eksik olmaz. Benimkiler konusunda bir şey demiyorum; çünkü silâhtarlık sınırlarının dışına taşmayacaklar; buna rağmen şunu diyebilirim ki, şövalyelikte silâhtarların kahramanlıklarını yazma geleneği varsa, benimkiler de unutulmamalıdır."

"Fena konuşmadın, Sancho," dedi Don Quijote. "Ama o aşamaya gelmeden önce, sınav verir gibi serüven peşinde dünyayı dolaşmak lâzımdır; bunlardan bazılarını kazanıp şan şöhret salmak lâzımdır ki büyük bir kralın sarayına gittiğinde şövalye yaptıklarıyla tanınıyor olsun; şehrin kapısından içeri girdiğini görür görmez, çocuklar peşine düşsün, etrafını sarsın, ona seslensin diye: 'İşte bu, Güneş Şövalyesi' ya da 'Yılan Şövalyesi', ya da kahramanlıklarını hangi işaret altında göstermişse. 'İşte,' desinler, 'bu, o inanılmaz savaşta, Zorlu Brocabruno adlı devi yenen şövalye; yaklaşık dokuz yüz yıldır büyü etkisi altında olan İranlı Memlûk Sultanı'nı büyüden kurtaran şövalye.' Böylece, kahramanlıkları dilden dile yayılır ve sonra, çocukların, diğer insanların gürültüsünü duyan kral, sarayının pencerelerine çıkar ve şövalyeyi görür görmez, ya zırhından ya da kalkanındaki armadan tanıyarak, mecburen der ki: 'Haydi, şövalyeler, sarayımda bulunan bütün şövalyeler, çıkın da şu geleni, şövalyelerin hasını selâmlayın.' Bu emir üzerine herkes çıkar ve kral, merdivenin yarısına kadar inip kendisini   sımsıkı kucaklayarak yanağından öpüp selâmlar; sonra elinden tutup kraliçenin huzuruna götürür. Şövalye kraliçeyi kızıyla bulur; prenses ise, koca yeryüzünde zor rastlanır güzellikte, mükemmel bir genç kızdır. Ve o anda, prenses gözlerini şövalyeye, şövalye de prensese diker; ikisi de birbirlerini insanüstü varlıklar olarak görürler. Ellerinden bir şey gelmeyerek, dolambaçlı aşk tuzağına esir düşerler, sıkıntılarını, duygularını ifade etmek için nasıl konuşacaklarını bilemediklerinden, kalplerine büyük bir keder çöker. Daha sonra, şövalyeyi muhtemelen sarayın zengin döşenmiş odalarından birine götürürler; burada, zırhını üstünden çıkarıp üstüne giymesi için güzel bir kırmızı pelerin verirler. Zırhlıyken iyi görünüyordu ise, zırhının altındaki pamuklu ceketle daha da iyi görünür. Akşam olduğunda, kral, kraliçe ve prensesle yemek yerken, gözlerini bir an bile prensesten ayırmaz; gizlice onu seyreder.

Prenses de, aynı şekilde, belli etmeden onu seyreder; çünkü dediğim gibi, çok ağırbaşlı bir genç kızdır. Sofralar kaldırılır ve birdenbire, kapıdan içeriye çirkin, ufacık bir cüce girer. Cücenin arkasından, iki devin arasında, güzel bir nedime gelmektedir. Çok eski bir bilgenin ortaya çıkarmış olduğu bir serüveni sunacaktır; bu serüvenden başarıyla çıkabilen kişi, dünyanın en iyi şövalyesi kabul edilecektir. Kral herkesin talihini denemesini emreder; başarıyla bu serüvenden çıkabilen tek kişi, konuk şövalye olur ve böylece şanına şan katar. Prenses bu durumdan çok hoşnut kalır ve böyle yüce bir kişiye gönül vermenin karşılığını, fazlasıyla aldığını düşünür. İşin en güzel yanı, bu kralın, ya da prensin, ya da her neyse onun, kendisi kadar güçlü biriyle, arasında çok çekişmeli bir savaş olmasıdır. Konuk şövalye, (sarayda birkaç gün geçirdikten sonra), bu sözü geçen savaşta kendisine hizmet edebilmek için izin ister. Kral izni seve seve verir, şövalye de bu lütfü karşısında kibarca elini öper. O gece, sevgilisi prensesle, yattığı odanın baktığı bahçenin parmaklıkları ardından vedalaşır. Daha önce de, prensesin çok güvendiği, her şeyini bilen soylu bir genç kız aracılığıyla, birçok kere aynı parmaklıkların ardından konuşmuştur zaten. Şövalye iç çeker, prenses bayılır, aracı genç kız su getirir, çok telâşlanır; çünkü sabah vakti yaklaşmıştır ve prensesin namusu adına, görülmelerini istemez. Prenses nihayet kendine gelir ve beyaz ellerini parmaklıktan şövalyeye uzatır; şövalye onları binlerce kere öper ve gözyaşlarıyla yıkar. İyi ve kötü haberleri birbirlerine nasıl ileteceklerini, ikisi aralarında kararlaştırırlar ve prenses mümkün olduğu kadar çabuk dönmesi için yalvarır. Şövalye de yeminler ederek söz verir; sonra tekrar prensesin ellerini öper ve öyle acıklı veda eder ki, ölmek üzere gibidir. Oradan odasına gider, kendini yatağının üzerine atar, ayrılık acısından uyuyamaz; sabah çok erken kalkar, kral, kraliçe ve prensesle vedalaşmaya gider. Kral ve kraliçeyle vedalaştıktan sonra, prensesin rahatsız olduğunu, misafir kabul edemeyeceğini söylerler şövalyeye. O da, ayrılık acısından olduğunu düşünür, yüreği burkulur, üzüntüsünü belli etmemek için çok zorlanır. Aracı genç kız oradadır; her şeyi farkeder, gidip hanımına söyler, prenses bu haberi gözyaşlarıyla karşılar ve en büyük üzüntülerinden birinin de, şövalyenin kim olduğunu, kral soyundan olup olmadığını bilmemek olduğunu söyler. Nedimesi, şövalyesinin sahip olduğu kibarlığın, soyluluğun ve yiğitliğin ancak kral soyundan birinde bulunabileceği konusunda onu temin eder. Zavallıcık, bununla teselli bulur; anne ve babasına bir şey belli etmek istemediğinden, kendini toparlamaya çalışır ve iki gün sonra, insan içine çıkar. Şövalye gitmiştir bile; savaşır, kralın düşmanını yener, birçok şehri fetheder, birçok çarpışmayı kazanır, saraya döner, her zamanki buluşma yerinde sevgilisini görür; kahramanlıklarına karşılık prensesi babasından istemesini kararlaştırırlar. Kral, şövalyenin kim olduğunu bilmediği için, kızını vermek istemez. Ama bütün bunlara rağmen, prenses ya kaçırılmak suretiyle veya başka bir şekilde, şövalyeyle evlenir; babası, sonunda çok talihli olduğu kanısına varır, çünkü şövalyenin, yiğit bir kralın oğlu olduğunu öğrenir. Hangi krallık olduğunu bilmiyorum, haritada yer almasa gerek. Baba ölür, prenses tahta geçer, kısacası, şövalye kral olur. İşte o zaman, silâhtarına ve bu kadar yüksek bir mevkie gelmesine yardımcı olan herkese lütufta bulunmaya sıra gelir. Silâhtarını, prensesin bir nedimesiyle evlendirir; muhtemelen kendi aşklarında aracılık yapan kızdır bu, büyük bir dükün kızıdır."

"Ben de bunu isterim, hilesiz hurdasız," dedi Sancho. "Buna güveniyorum, çünkü zat-ı âlinizin adı Mahzun Yüzlü Şövalye olduğuna göre, her şey aynen dediğiniz gibi olmak zorunda."

"Hiç şüphen olmasın Sancho," diye cevap verdi Don Quijote. "Çünkü gezgin şövalyeler aynen bu şekilde, bu anlattığım aşamalardan geçerek, kral veya imparator olurlar, olmuşlardır. Şimdi tek yapılacak şey, kendisi savaşta, güzel de bir kızı olan Hıristiyan veya kâfir bir kral bulmak. Ama daha bunu düşünecek zamanımız var; çünkü, dediğim gibi, saraya gitmeden önce, başka yerlerde şöhret kazanmak gereklidir. Bir eksiğim daha var: Diyelim ki güzel bir kızı olan, savaş halinde bir kral bulundu; ben de bütün dünyada inanılmaz bir şöhret yaptım; benim kral soyundan gelmem, veya hiç değilse bir imparatorun ikinci göbekten kuzeni olmam nasıl sağlanabilir, bilemiyorum. Çünkü kral, bu konuda etraflıca bilgi toplamadan, kızını bana vermek istemeyecektir; meşhur kahramanlıklarımla çoktan haketmiş olsam bile, işte bu noksan yüzünden, bileğimin gücüyle hakettiğim şeyi kaybedeceğimden korkuyorum. Aslında, şeceresi belli bir asilzadeyim, malım mülküm, beş yüz sueldo'luk tazminatım{51} var; hikâyemi yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu. Şunu bilmeni isterim ki Sancho, dünyada iki tür soy vardır: Bazılarının kaynağı prensler ve hükümdarlardır; zaman onları yavaş yavaş çökertmiş ve tıpkı ters bir piramit gibi sipsivri bir noktayla son bulmuşlardır. Bazılarıysa alçak tabakadan insanlarla başlar, kademe kademe yükselirler ve sonunda büyük hükümdarlar olurlar. Yani fark, bazılarının eskiden olup şimdi olmaması, bazılarının da şimdi olup eskiden olmamasıdır. Ben de bunlardan olabilirim; araştırıldıktan sonra, soyumun başlangıçta yüksek ve şöhretli olduğu ortaya çıkabilir; kayınpederim olacak kralın bununla yetinmesi gerekir. Yetinmezse de, prensesin beni o kadar çok sevmesi gerekir ki, babasına rağmen, benim bir sucunun oğlu olduğumu açıkça bilse bile, beni kocası ve efendisi olarak kabul etsin. Bu da olmazsa, o zaman kaçırıp canımın istediği yere götürmek uygun düşer; babasının öfkesi zamanla ya da ölümle geçer nasılsa."

"Uygun düşecek bir başka şey de, bazı vicdansızların dediği gibi, 'Zorla alabileceğin şeyi iyilikle isteme,' olabilir,” dedi Sancho. "Ama, 'Tabanları yağlamak, iyi insanların duasından daha çok işe yarar,' demek daha yerinde olur. Bunu söylememin sebebi şu: Eğer zat-ı âlinizin kayınpederi olan sayın kral, kızı sayın prensesi vermek istemezse, sizin de dediğiniz gibi, zorla kaçırmaktan başka çare yok. Bunun da kötü tarafı şu: Barışılıp da huzur içinde hükümdarlığın keyfi sürülünceye kadar, zavallı silâhtar, lütuflar konusunda avucunu yalayacaktır. Tek çare, karısı olacak aracı nedimenin de prensesle kaçması ve Tanrı'nın yeni bir emrine kadar, silâhtarın kara bahtını nedimeyle paylaşması. Sanıyorum efendisi, hemen meşru karısı ilân edebilir onu."

"Buna hiç kimse mani olamaz," dedi Don Quijote.

"Madem öyle," dedi Sancho, "kendimizi Tanrı'ya emanet edip talihin istediği yolu seçmesini beklemekten başka yapacağımız bir şey yok."

"Tanrı benim istediğim, senin de ihtiyacın olan şeyleri yerine getirsin, Sancho," dedi Don Quijote. "Kendini kötü bilen de kötü olsun."

"Tanrı'nın izniyle öyle olsun," dedi Sancho. "Ben eski Hıristiyan'ım, kont olmak için de bu yeter."

"Yeter de artar bile," dedi Don Quijote. "Olmasaydın da Önemli olmazdı; çünkü ben kral olarak sana soyluluk bahşedebilirim, satın almana, bana karşılık olarak bir şey vermene gerek kalmadan. Çünkü kont olduğun an, asilzade olursun, kim ne derse desin; canları istemese de, sana senyör demek zorundadırlar."

"Ataletimi taşımayı çok iyi becereceğim, göreceksiniz," dedi Sancho.

" Asalet denir, atalet değil," dedi efendisi.

"Öyle olsun," dedi Sancho Panza. "Beceririm diyorum, çünkü yemin ederim, bir keresinde bir cemiyetin teşrifatçısı olmuştum, teşrifatçı kıyafeti o kadar yakışmıştı ki, herkes, aynı cemiyetin kıdemlisi olabilecek görünüşe sahip olduğumu söylemişti. Bir de omuzlarıma kürklü dük pelerini aldığımda, ya da yabancı dükler gibi altınlara, incilere büründüğümde nasıl olacağımı düşünün. Bana kalırsa, yüzlerce fersah ötelerden görmeye gelirler beni."

"İyi görüneceksin," dedi Don Quijote, "Yalnız sakalını sık sık tıraş etmen gerekecek; çünkü sakalın o kadar sık, dağınık ve bakımsız ki, hiç değilse iki günde bir usturayla kesmezsen, ne olduğun bir tüfek atımı mesafeden anlaşılır."

"Kolayı var," dedi Sancho. "Eve maaşlı bir berber alırım. İcabında, büyük soyluların hizmetkârları gibi hep peşimde taşırım."

"Peki sen büyük soyluların hizmetkârlarını peşlerinde taşıdıklarını nereden biliyorsun?" diye sordu Don Quijote.

"Söyleyeyim," dedi Sancho. "Birkaç yıl önce, bir ay sarayda kalmıştım; orada gördüm; çok büyük olduğu söylenen çok ufak bir adam vardı; gezinirken, peşinde bir adam, at üstünde her adımını sanki kuyruğuymuş gibi izliyordu. O adamın niye hiç ötekinin yanına gitmediğini, hep arkasından gittiğini sordum. Hizmetkârı olduğunu ve büyük soyluların, hizmetkârlarını peşlerinde taşımalarının âdetten olduğunu söylediler. O zamandan beri o kadar iyi bilirim ki bunu, hiç unutmadım."

"Hakkın var, kabul ediyorum," dedi Don Quijote. "Sen de aynı şekilde berberini peşinde taşıyabilirsin; bütün âdetler bir arada, bir anda icat edilmemiş ya; sen de peşinde berberini taşıyan ilk kont olabilirsin. Sakal tıraşı, at eyerlemekten bile daha çok güven isteyen bir iştir."

"Berber meselesini siz bana bırakın," dedi Sancho. "Zat-ı âlinize de kral olup beni kont yapmak düşüyor."

"Öyle de olacak," dedi Don Quijote.

Ve gözlerini kaldırınca, bu bölümde anlatılacakları gördü.