Bu arada Sancho Panza, keşişlerin katırcı oğlanları tarafından epeyce hırpalanmış olarak ayağa kalkabilmiş, efendisi Don Quijote'nin çarpışmasını dikkatle seyretmişti. İçinden Tanrı'ya yakarıyordu, duasına kulak verip ona zafer kazandırsın, kendisi de vaat edildiği gibi bir cezireye vali olsun diye. Çarpışmanın bittiğini ve efendisinin tekrar Rocinante'nin üzerine binmekte olduğunu görünce, üzengisini tutmak üzere yanına gitti. O daha ata binmeden, önünde diz çöktü ve eline yapışıp öperek dedi ki:
"Saygıdeğer efendim Don Quijote, zat-ı âlinize yalvarıyorum, bu zorlu çarpışmada kazandığınız cezirenin valiliğini bana verin. Ne kadar büyük olursa olsun, onu dünyada hiçbir cezirenin yönetilmediği kadar iyi bir şekilde yönetebilecek gücü kendimde hissediyorum.”
Don Quijote buna şöyle cevap verdi:
"Kardeşim Sancho, şunu bil ki, bu ve buna benzer serüvenler, cezire serüvenleri değil, yol kavşağı serüvenleridir ve bunlarda kazanılan tek şey, insanın kafasının kırılması ya da bir kulağını kaybetmesidir. Sabırlı ol, sana sadece valilik değil, daha da yüksek mevkiler kazandıracak serüvenler çıkacaktır karşımıza."
Sancho kendisine çok teşekkür etti ve bir kez daha elini ve zırh yeleğinin eteğini öpüp Rocinante'nin üzerine binmesine yardım etti. Kendisi de eşeğine bindi ve hızla, arabadakilerle vedalaşıp konuşmadan hemen yan taraftaki koruluğa giren efendisini takip etmeye başladı. Sancho eşeğinin gidebildiği kadar hızla izliyordu efendisini; ama Rocinante o kadar hızlı ilerliyordu ki, geride kaldığını görünce, beklesin diye efendisine seslenmek zorunda kaldı. Don Quijote de Rocinante'nin dizginlerini çekip yorgun silâhtarının yetişmesini bekledi. Sancho Panza geldiğinde dedi ki:
"Efendim, bana öyle geliyor ki, bir kiliseye sığınmamız yerinde olur; çarpıştığımız adam kötü bir durumda kaldığı için, olayı Santa Hermandad'a{31} haber verip bizi tutuklatırlarsa, hiç şaşmam. Doğrusu böyle bir şey yaparlarsa, hapisten çıkana kadar çok ter dökeriz."
"Sus," dedi Don Quijote, "sen gezgin şövalyelerin, kaç kişiyi itlâf etmiş olursa olsun, adaletin karşısına çıkarıldığını nerede gördün, nerede okudun?"
"Ben israf etmeden anlamam," dedi Sancho. "Tutumlu adamımdır ben; tek bildiğim, kırdaki kavgalara Santa Hermandad'ın baktığı; gerisine karışmam."
"Sen merak etme dostum," dedi Don Quıjote; "ben seni Hermandad bir yana, Keldani'lerin elinden bile kurtarırım. Ama sen şimdi hayatın üzerine yeminle söyle, bu dünya yüzünde benden daha cesur bir şövalye gördün mü? Saldırıda benden cesur, sebatta benden üstün, yaralamakta benden becerikli, yıkmakta benden usta birini okudun mu hiçbir öyküde?"
"Doğrusunu isterseniz," diye cevap verdi Sancho, "ben hayatımda hiç öykü okumadım; çünkü ne okumayı bilirim, ne de yazmayı. Ama bir konuda bahse girmeye cesaret ederim: Ömrüm boyunca zat-ı âlinizden atak bir efendiye hizmet etmedim; Tanrı vere de bu ataklığınızın bedeli söylediğim yerde ödenmesin. Sizden ricam, yaranızı sarmanız; kulağınızdan çok fazla kan akıyor, benim heybemde sargı beziyle biraz beyaz merhem var."
"Ben hatırlayıp da bir şişe Fierabras{32} balsamı hazırlasaydım, bütün bunlara gerek kalmazdı," diye cevap verdi Don Quijote. "Onun bir tek damlasıyla, zamandan da, ilâçtan da tasarruf edilirdi."
"Ne şişesi, ne balsamı bu?" dedi Sancho Panza.
"Reçetesini ezbere bildiğim bir balsam," diye cevap verdi Don Quijote, "bu balsamla ölümden korkmaya, herhangi bir yara yüzünden öleceğini düşünmeye gerek yoktur. Balsamı hazırlayıp sana verdiğim zaman, yapacağın bir tek şey var. Bir çarpışmada vücudumu ortadan ikiye böldüklerini görecek olursan (ki sık sık olan bir durumdur), vücudun yere düşen yarısını yavaşça, çok dikkatlice, kan pıhtılaşmadan, hâlâ eyerin üstünde olan yarısına bitiştireceksin; tam yerine denk gelecek şekilde. Sonra söylediğim balsamdan sadece iki damla içireceksin bana ve turp gibi olduğumu göreceksin."
"Madem böyle bir şey var," dedi Panza, "ben şu andan itibaren vaat edilen cezirenin valiliğinden vazgeçiyorum; üstün hizmetlerimin karşılığı olarak tek istediğim, bana bu olağanüstü sıvının reçetesini vermeniz. Bana sorarsanız, bunun on dirhemi, nerede olursa olsun, iki riyalden fazla eder; benim de bu ömrümü dürüstçe ve rahat geçirmek için başka bir şeye ihtiyacım yok. Ama bir şey soracağım: Hazırlanmasının maliyeti yüksek mi?"
"Dört riyale bir şinik balsam hazırlanabilir," diye cevap verdi Don Quijote.
"Vay canına!" dedi Sancho. "Madem öyle, yapıp bana da öğretmek için neyi bekliyorsunuz?"
"Sus dostum," dedi Don Quijote; "ben sana daha önemli sırları öğretmeye, daha büyük iyilikler etmeye niyetliyim. Şimdi şu yarayı saralım, çünkü kulağımın ağrısını hiç beğenmiyorum."
Sancho heybeden sargı beziyle merhem çıkardı; ama Don Quijote miğferinin kırılmış olduğunu görünce, aklını kaybedeceğini sandı. Elini kılıcına atıp gözlerini gökyüzüne dikerek konuştu: "Bütün varlıkların yaratıcısına, en uzun şekilleriyle dört kutsal İncil üzerine yemin ediyorum; yüce Mantova Markisi'nin, yeğeni Baudouin'in ölümünün intikamını almaya yemin ettiği zaman sürdüğü hayatı süreceğim. Yani, sofrada ekmek yememek, karısıyla yatmamak ve hatırlamadığım, ama burada söylenmiş kabul ettiğim diğer şeyler. Ta ki bana bu münasebetsizliği yapandan kesin intikamımı alıncaya kadar."
Bunu duyan Sancho dedi ki:
"Saygıdeğer efendim Don Quijote, unutmayın ki, o şövalye emredileni yapmışsa, yani Senora Dulcinea del Toboso'nun huzuruna çıkmışsa, üzerine düşeni yapmış demektir ve yeni bir suç işlemediği takdirde başka bir cezayı haketmiyor demektir."
"Çok güzel ve isabetli konuştun," dedi Don Quijote. "Ondan intikam almak konusunda yeminimi iptal ediyorum. Ancak, bir şövalyeden bunun kadar iyi bir miğferi zorla alıncaya kadar, söylediğim hayatı sürme konusunda yeminim geçerlidir. Bunu lâf olsun diye yapıyorum sanma Sancho; önümde çok iyi bir Örnek var; Sacripante'ye çok pahalıya malolan Mambrino'nun tolgasıyla ilgili olarak, aynen böyle olmuştu."
"Böyle yeminlerin canı cehenneme, efendim," dedi Sancho. "Bunlar hem sağlığa zararlıdır, hem de vicdanı çok hırpalar. Hem söyler misiniz bana, olur da günler boyunca miğferli, zırhlı birini bulamazsak, ne yapacağız? Onca zorluğa ve rahatsızlığa rağmen, yemine uyulacak mı? Meselâ giyinik yatmak, bir çatı altında uyumamak ve o Mantova Markisi denilen ihtiyar delinin yeminine dahil olan, zat-ı âlinizin de şimdi uygulamak istediğiniz daha binlerce cezaya? İyi düşünün efendim, bakın, bu yollarda zırhlı adamlar değil, katırcılarla arabacılar var; miğfer takmadıkları gibi, belki hayatlarında adını bile duymamışlardır."
"Bu konuda yanılıyorsun," dedi Don Quijote; "çünkü bu kavşaklarda iki saate varmadan, Güzel Angelica'yı kaçırmaya Albraca'ya gelenlerden daha fazla sayıda zırhlı adam göreceğiz."
"Tamam, öyle olsun," dedi Sancho. "Tanrı bize yardımcı olsun, her şey yolunda gitsin de, bana bu kadar pahalıya malolan şu cezireyi kazanma vakti gelsin, sonra da ben öleyim."
"Sana söyledim ya Sancho, bu konuda hiç merak etme; cezire bulamazsak, Danimarka krallığı var, Soliadisa krallığı var, senin için biçilmiş kaftan bunlar; üstelik karada olduğu için daha da memnun olman lâzım. Ama onu zamanı gelince düşünürüz; sen şimdi bak bakalım, heybelerinde yiyebileceğimiz bir şey var mı? Sonra da bu gece kalabileceğimiz bir şato ararız; söylediğim balsamı da hazırlarız, çünkü Tanrı şahidimdir, kulağım çok acıyor."
"Yanımda bir soğan, biraz peynir, birkaç parça da kuru ekmek var," dedi Sancho. "Ama bunlar zat-ı âliniz gibi gözüpek bir şövalyeye yaraşır yiyecekler değil."
"Çok yanlış anlamışsın!" diye cevap verdi Don Quijote. "Şunu bil ki Sancho, bir ay hiçbir şey yememek, yediği zaman da elinin altında ne bulursa onu yemek, bir gezgin şövalye için şereftir. Sen de benim kadar çok öykü okusaydın, gayet iyi bilirdin bunu. Çok öykü okudum ama, hiçbirinde gezgin şövalyelerin tesadüfen, şövalyelerin onuruna verilen kimi mükellef ziyafetler haricinde yemek yediğine rastlamadım. Diğer günler kıt kanaat idare ederlerdi. Her ne kadar, hiçbir şey yemeden, öteki tabii ihtiyaçlarını karşılamadan yaşayamayacakları açıksa da (çünkü onlar da bizim gibi insandı), şurası da açık ki, hayatlarının büyük bölümünü koruluklarda, çöllerde gezerek, aşçısız geçirdikleri için, en çok yedikleri yemekler, köy gıdaları olmalıydı, senin şimdi bana sundukların gibi. Kısacası, dostum Sancho, benim neyi seveceğimle üzme kendini, yeni âdetler çıkarmaya, gezgin şövalyeliği yolundan saptırmaya da kalkma."
"Affedin efendim," dedi Sancho, "daha önce de söylediğim gibi, ben okuma yazma bilmediğimden, şövalyelik mesleğinin kurallarını ne bilirim, ne anlarım. Bundan böyle şövalye olan zat-ı âliniz için heybelere her tür kuru meyve dolduracağım; şövalye olmayan kendim için de, tavuk gibi daha tok tutan şeyler dolduracağım."
Don Quijote şöyle cevap verdi:
"Sancho, ben sana gezgin şövalyelerin o dediğin meyvelerden başka şey yememek mecburiyetinde olduğunu söylemiyorum; sadece genel olarak yedikleri, onlar ve kırlarda bulunan, tanıdıkları, benim de tanıdığım otlardı."
"O otları tanımak," dedi Sancho, "bir meziyet. Bana öyle geliyor ki, bir gün bu bilgiyi kullanmak gerekecek."
Ve sonra sözünü ettiği yiyecekleri çıkardı ve ikisi huzur içinde, dostça yemeklerini yediler. Ama o gece kalacakları bir yer aramak istediklerinden, kıt ve kuru yiyeceklerini çok kısa sürede bitirdiler. Sonra hayvanlarına binip akşam olmadan önce bir köye varabilmek için acele ettiler. Ama keçi çobanlarına ait kulübelere vardıklarında ne güneş kalmıştı, ne de bir köye varabilme umutları; onlar da orada konaklamaya karar verdiler. Bir köye varamamak Sancho'ya ne kadar sıkıntı verdiyse, göğün altında uyumak efendisine o kadar memnuniyet verdi; çünkü bu olayın her tekrarında, şövalyeliğini kanıtlamasını kolaylaştıran bir şey yapmış olduğunu düşünüyordu.
Keçi çobanları kendisini candan karşıladılar; Sancho, Rocinante’yle eşeğini elinden geldiğince yerleştirdikten sonra, ateşteki iri bir tencerede kaynayan keçi etinin kokusuna seyirtti. Ona kalsa, o anda tencereden mideye aktaracak kıvamda olup olmadığına bakardı, ama yapmadı; çünkü çobanlar eti ateşten alıp yere koyun postu serdikten sonra, alelacele bir kır sofrası hazırladılar ve büyük bir iyi niyetle, ikisini, yemeklerini paylaşmaya davet ettiler. Ağıldaki altı adamın hepsi halka halinde postların çevresine oturdular; ama önce, köylü misafirperverlikleriyle Don Quijote'ye, ters çevirdikleri bir yem teknesinin üstüne oturmasını rica ettiler. Don Quijote oturdu; Sancho boynuzdan yapılma kadehini doldurmak üzere ayakta kaldı. Efendisi onu ayakta görünce dedi ki:
"Sancho, gezgin şövalyeliğin meziyetlerini ve herhangi bir mertebesinde hizmet verenlerin ne kadar kısa sürede dünyanın saygısını kazandıklarını görmen için, bu iyi insanların arasına, yanıma oturmanı istiyorum; efendin ve senyörün olan benimle eşit olmanı, aynı tabaktan yiyip aynı kaptan içmeni istiyorum. Çünkü aşk için söylenen, gezgin şövalyelik için de söylenebilir: O, her şeyi eşit kılar."
"Çok teşekkür ederim," dedi Sancho, "ama zat-ı âlinize şunu söyleyebilirim ki, yiyecek bol olduktan sonra, ben ayakta, tek başıma yesem de, bir imparatorun yanında oturmuş kadar iyi, hattâ daha iyi yiyebilirim. Hattâ doğruyu söylemek gerekirse, kendi köşemde, merasimsiz, iltifatsız yediğim şey, ekmekle soğan bile olsa, ağır ağır çiğnemek, az içmek, sık sık temizlenmek, hapşırık tutsa hapşırmamak, öksürük tutsa öksürmemek mecburiyetinde olduğum, yalnızlık ve özgürlüğün beraberinde getirdiği başka şeyleri yapamadığım sofralarda yediğim hindiden çok daha lezzetli gelir bana. Kısacası efendim, zat-ı âlinizin silâhtarı olarak gezgin şövalyeliğe bağlanmamın ve hizmet etmemin karşılığında bana vermek istediğiniz şerefi, benim için daha faydalı olacak şeylere çevirin. Çünkü bu şerefi bana verdiğiniz için, müteşekkir olmakla birlikte, bugünden itibaren, dünyanın sonuna kadar ondan vazgeçiyorum."
"Bütün bunlara rağmen, oturman lâzım; çünkü kendini alçaltanı Tanrı yüceltir."
Ve kolundan tutup zorla yanına oturttu.
Keçi çobanları, bu gezgin şövalye, silâhtar lâflarından bir şey anlamıyorlar, susup yemeklerini yemekle ve büyük bir nezaket ve iştahla kocaman et parçalarını midelerine indiren konuklarını seyretmekle yekiniyorlardı. Etler bittikten sonra, postların üzerine bol miktarda buruşuk fındık döktüler, yanına da taş gibi kaskatı yarım kalıp peynir koydular. Bu arada boynuz boş durmuyor, kuyu kovası gibi bir dolup bir boşalarak öyle hızlı dönüyordu ki, ortada görünen iki tulumdan biri mutlaka boşalmış olmalıydı. Don Quijote midesini iyice doyurduktan sonra, eline bir avuç fındık alıp dikkatle bakarak, şu şekilde konuşmaya başladı:
"Eskilerin altın çağ dedikleri çağ ne mutlu bir çağmış, ne mutlu yüzyıllarmış. İçinde bulunduğumuz demir çağda bu kadar değerli olan altın, o talihli çağda kolaylıkla bulunabildiği için değil; o çağda yaşayanlar senin ve benim kelimelerini bilmedikleri için. O kutsal çağda her şey ortaktı; günlük besinini elde etmek için, kimsenin, tatlı, olgun meyveleriyle kendisini davet eden sağlam meşelere elini uzatıp koparmaktan başka bir iş yapması gerekmezdi. Olağanüstü bolluktaki duru pınarlar, ırmaklar, insanlara lezzetli, berrak sular sunardı. Kayaların yarıklarında, ağaçların oyuklarında, çalışkan ve becerikli arılar cumhuriyetlerini kurarlar, hiçbir çıkar gütmeden, uzanan her ele, tatlı emeklerinin verimli mahsulünü bağışlarlardı. Ulu mantar meşeleri, hiçbir araç gerece ihtiyaç olmadan, geniş, hafif kabuklarını kendiliğinden, kibarca bırakıverirlerdi; bunlarla, sırf gökyüzünün gazabından korunmak için, kaba kazıklarla destek yapılarak evlerin üstü örtülmeye başlandı. O zamanlar sadece huzur, sadece dostluk, sadece uyum vardı; kıvrık sabanın ağır demiri, henüz ilk anamızın cömert karnını deşmeye cesaret etmemişti. O kendisi, verimli ve geniş göğsünün her yanından, o zamanlar kendisine sahip olan çocuklarını doyuracak, yaşatacak, sevindirecek şeyleri zorlanmadan sunardı. O zamanlar, saf, güzel bakireler vâdiden vâdiye, tepeden tepeye, başları açık, üstlerinde, namus gereği her zaman örtülmesi gerekenden fazla yerlerini örtecek giysilerden başka şey olmadan, gezerlerdi. Süsleri de, şimdikiler gibi, Sur firfiriyle, çeşitli şekillerde çarpıtılmış ipekle allanıp pullanmış süsler değildi; sarmaşıklarla örülmüş birkaç yeşil pıtrak yaprağından oluşurdu; belki de bu süslerle, günümüzde saraylı hanımların, aylaklık meraklarıyla öğrendikleri tuhaf, aşırı icatlarla dolaştıkları kadar gösterişli ve gururlu dolaşırlardı. O zamanlar, ruhun aşkla ilgili kavramları, tıpkı algılandıkları şekilde, basitçe, safça ifade edilir, daha şatafatlı olsun diye yapmacıklı, dolambaçlı lâflar aranmazdı. Gerçeğe ve içtenliğe hile, yalan ve kötülük karışmazdı. Adalet kendi amaçlarını güder, şimdi olduğu gibi çıkar ve iltimas amacıyla bulandırılmaya, lekelenmeye, hırpalanmaya cesaret edilemezdi. Gelişigüzel yargı alışkanlığı, henüz yargıçların kafasına yerleşmemişti, çünkü o zamanlar yargılamaya gerek yoktu, yargılanacak kişi yoktu. Bakireler ve namus, söylediğim gibi, istedikleri yerde, tek başlarına, yabancıların arsızlığı ve şehveti tarafından lekelenme korkusu olmadan, dolaşırlardı; bakireliklerini kendi istek ve iradeleriyle yitirirlerdi. Oysa şimdi, iğrenç çağımızda, hiçbir bakire emniyette değil, Girit labirenti gibi bir labirentin içine kapanıp gizlense bile; çünkü orada, çatlaklardan ya da havadan, lanet olası ısrarın zoruyla aşk hastalığı içine sızar ve inzivada olmasına rağmen mahvına sebep olur. Onların emniyeti için, zaman geçtikçe ve kötülük arttıkça, gezgin şövalye tarikatları kuruldu; bakireleri kollamak, dulları korumak, yetim ve muhtaçlara yardım etmek için. İşte ben de bu tarikata bağlıyım, çoban kardeşlerim; bana ve silâhtarıma yaptığınız ikramlar ve gösterdiğiniz konukseverlik için sizlere teşekkür ederim. Gerçi tabiat kanunlarına göre bütün canlılar, gezgin şövalyeleri kayırmak mecburiyetindedir; ancak, Sizlerin bu mecburiyetten haberiniz olmadan beni ağırlamanız ve ikramda bulunmanız, iyi niyetinize en derin iyi niyetimle teşekkür etmem için yeterli sebeptir."
Şövalyemiz, pekala kaçınabileceği halde bu uzun söylevi verdi, çünkü kendisine verilen fındıklar ona altın çağı hatırlatmış ve aklına, keçi çobanlarına bu gereksiz açıklamayı yapmak esmişti. Çobanlar ise, tek kelime etmeden, şaşkına dönmüş, kafaları karışmış halde dinlediler. Sancho da susuyor, fındık yiyor ve şarap soğusun diye bir mantar meşesine astıkları ikinci tulumu sık sık ziyaret ediyordu.
Don Quijote'nin konuşması yemekten daha uzun sürmüştü; bittiğinde çobanlardan biri dedi ki:
"Saygıdeğer gezgin şövalye, hiç düşünmeden, canla başla ikramda bulunduğumuzu gerçekten söyleyebilmeniz için, birazdan buraya gelecek olan bir arkadaşımıza şarkı söyleterek sizi eğlendirmek, neşelendirmek istiyoruz. Kendisi pek bilgili, pek âşık bir delikanlıdır, üstelik okuma yazması da vardır ve çok güzel rebek çalar."
Çoban tam sözünü bitirmişti ki, kulağına rebeğin sesi geldi ve çok geçmeden âleti çalan, yirmi iki yaşlarında, çok hoş görünümlü bir delikanlı göründü. Arkadaşları yemek yiyip yemediğini sordular, evet deyince, teklifi yapan dedi ki:
"Madem öyle Antonio, lütfen bize biraz şarkı söyle de, konuğumuz olan bu beyefendi, dağlarda, ormanlarda da müzikten anlayanlar olduğunu görsün. Senin yeteneğinden sözettim kendisine; göster de yalancı çıkmayalım. Yalvarırım sana, otur da rahip amcanın bestelediği, köyde çok beğenilen, aşkını anlatan baladı söyle."
"Memnuniyetle," diye cevap verdi delikanlı.
Daha fazla yalvartmadan, kesilmiş bir meşenin tomruğuna oturdu ve rebeğini akort edip vakit geçirmeden çok hoş bir şekilde şarkıya başladı.
ANTONIO
"Hiç söylemediğin halde biliyorum Olalla
sen de beni seviyorsun,
gözlerin saklasa da aşkını,
aşkın dili yok biliyorsun.
Ağzın sıkı, söylemezsin biliyorum,
ama yemin ederim ki seviyorsun sen de,
farkediyorum senin de beni sevdiğini,
o yüzden küsmüyorum talihime.
Evet, doğru Olalla,
belki de bana göremediğimi gösterdin,
beyaz göğsün mermerden oyulmuş,
yüreğin taştanmış meğerse senin.
Bana haksız yere kızıyorsun,
ama yılmıyorum yaptığın haksızlıktan,
kalbim yine aşkla doluyor,
güç alıyorum tekrar umuttan.
Ne küçüldüm beni çağırmadığın için,
tuzak kuruyorlar, inanma yalan,
ne çağırdığın için yüceldim,
beceremem bunları ben hiçbir zaman.
Eğer aşk bir incelikse dendiği gibi,
o incelik fazlasıyla var sende,
umut ediyorum ki gerçek olacak
hayallerim bu incelik sayesinde.
Eğer yumuşadığı doğruysa yüreği
sevenin hizmet ederken sevdiğine,
umudumu nasıl da güçlendiriyor
verdiğim bu hizmetler sevgilime.
Eğer dönüp bana baktıysan hiç,
görmüşsündür çok kereler süsümü,
pazar kıyafetleriyle geçiririm
çoğu kez pazartesi günümü.
Çünkü el ele gider bence,
aşk ve zarafet sevgilide,
güzel olmak isterim her zaman
bana bakan gözlerinde.
Senin yüzünden vazgeçtim dansetmekten
olmadık saatlerde kollarında coşkunun,
artık o şarkıları söylemeyeceğim
geceyarıları pencerenden duyduğun.
Bıraktım bir kenara,
güzelliğine yaptığım iltifatları,
hepsi doğru doğru olmasına,
ama kıskanıyor bizi bazıları.
Teresa del Berrocal dedi ki
senin güzelliğini övdüğümde:
'Bir meleği sevdiğini zannediyor,
bir maymunu sevdiğinde.
Sağolsun takılar, incik boncuklar,
Aşk'ı bile kandırıyor,
hepsi sahte bu güzelliğin,
takma saçlar göz boyuyor.'
Yalan dedim, bana kızdı,
amcaoğlu da katıldı ona.
Bana meydan okumaya kalktı,
ne oldu biliyorsun sonunda.
Kendimi kaybetmedim
nikâhsız sevişmek için seninle,
yok böyle bir niyetim, arzum,
benim niyetim seninle evlilikte.
Bağlar kilisenin evlilik bağları
ibrişim gibi sonsuza kadar bizi,
sen boyunduruğa geçir hele boynunu,
bak nasıl geçiriyorum ben de benimkini.
Hayır dersen, bir şartım var,
bir şartla terk ederim bu dağları,
burada ant içiyorum azizlerin en kutsalı adına,
benimdir artık dilenci keşiş yolları."
Ve bu dizeyle, çoban şarkısını bitirdi; Don Quijote bir şarkı daha söylemesi için yalvardıysa da, Sancho Panza ona katılmadı; çünkü şarkı dinlemekten çok uyumak eğilimindeydi. Efendisine dedi ki:
"Zat-ı âliniz bu gece yatacağınız yeri hemen ayarlasanız iyi olur; bu adamcağızlar bütün gün çalıştıklarından, gecelerini şarkı söylemekle geçiremezler."
"Seni anlıyorum Sancho," diye cevap verdi Don Quijote; "tuluma yapılan ziyaretlerin, müzikten çok uykuyla ödüllendirilmesi gerektiği, çok açık."
"Hepimizin hoşuna gitti lezzeti, Tanrı'ya şükür," dedi Sancho.
"İnkâr etmiyorum," dedi Don Quijote. "Sen istediğin yerde yat, ama benim mesleğime, uykudan çok nöbet tutmak yakışır. Yalnız her şey bir yana, Sancho, şu kulağımı tekrar sarsan iyi olur, çünkü lüzumundan fazla acıyor."
Sancho denileni yaptı; yarayı gören bir çoban, hiç merak etmemesini, hemen iyileştirecek bir ilâç süreceğini söyledi. Orada bol yetişen biberiyelerden birkaç yaprak koparıp ezdi ve tuzla karıştırıp kulağına sürdükten sonra güzelce sardı, başka ilâca gerek olmayacağı konusunda teminat verdi, öyle de oldu.