"Saygıdeğer efendim, bu çimenlerin, bu yakınlarda otları sulayan bir pınar ya da dere olduğuna işaret etmemesi mümkün değil. Biraz ileri gitsek iyi olur; bizi mahveden, hiç şüphesiz açlıktan daha beter olan bu korkunç susuzluğumuzu giderecek bir yer buluruz."
Bu nasihat Don Quijote'nin aklına yattı, o Rocinante'yi dizgininden, Sancho da eşeğini yularından tuttu ve akşam yemeğinden kalan artıkları eşeğe yükledikten sonra, otlakta el yordamıyla ilerlemeye başladılar, çünkü gecenin karanlığında hiçbir şey göremiyorlardı. Ama daha iki yüz adım gitmemişlerdi ki, kulaklarına, büyük, yüksek kayalardan dökülürmüşçesine gürültülü bir su sesi geldi. Bu ses onları çok sevindirdi; nereden geldiğini anlamak için durdular ve birden, özellikle korkak ve ürkek mizaçlı Sancho'nun su sevincini buz gibi donduran, başka bir patırtı duydular. Düzenli darbelerden gelen bir gümbürtüydü, buna demir ve zincir gıcırtıları karışıyordu ki, suyun şiddetli çağıltısına eklendiğinde, Don Quijote haricinde herhangi bir insanın yüreğine korku salacak bir sesti.
Dediğimiz gibi geceydi, her yer karanlıktı; onlar da yüksek ağaçların arasına sığınmaya karar verdiler. Ağaçların hafif esintide kıpırdayan yaprakları, alçak ama ürkütücü sesler çıkarıyordu. Yalnızlık, bulundukları mekân, karanlık, suyun sesi ve yaprakların hışırtısı, hepsi dehşet ve korku uyandırıyor ve bu, darbelerin kesilmediğini, rüzgârın dinmediğini, sabahın gelmediğini gördükçe, daha da artıyor, bütün bunlara, nerede bulunduklarını bilmeyişleri ekleniyordu. Ama Don Quijote, korkusuz yüreğiyle Rocinante'nin üstüne atladı, kalkanına sarılıp kargısını kavradı ve dedi ki:
"Dostum Sancho, şunu bilmen gerekir ki, Tanrı beni bu demir çağında, altın çağı dediğimiz çağı geri getirmem için yarattı. Benim kaderim tehlikeler, büyük kahramanlıklar, yiğitliklerdir. Tekrar söylüyorum, ben Yuvarlak Masa Şövalyelerini, Fransa'nın On İki Asilzade'sini, Meşhur Dokuzlar'ı canlandıracak, Platir'leri, Taulat'ları, Olivante ve Tirante'leri, Güneş Şövalyelerini ve Belianis'leri unutturacak olan kişiyim. Yaşadığım bu çağda öyle büyük, akla sığmaz kahramanlıklar göstereceğim ki, geçmiş çağlarda yaşamış bütün o gezgin şövalyeler güruhunun yaptığı en parlak işler, gölgede kalacak. Sadık ve başarılı silâhtarım, bu gecenin karanlığını, garip sessizliğini, bu ağaçların boğuk, ahenksiz gürültüsünü, buluruz umuduyla geldiğimiz, yüksek Ay tepelerinden{44} çağlayıp dökülüyormuş hissi veren suyun korkunç sesini ve kulaklarımızı tırmalayan sürekli darbeleri dikkatle izle; bütün bunlar, tek tek ve bir arada, değil böyle olaylara ve serüvenlere alışık olmayanların, Mars'ın bile yüreğine korku, dehşet, kaygı salmaya yeter. Oysa bütün bu tarif ettiğim şeyler, benim cesaretimi uyandıran, körükleyen şeylerdir; öyle ki, kalbim, ne kadar zorlu görünse de, bu serüvene atılmak arzusuyla göğsümü delmek istemekte. Yani, şimdi sen Rocinante'nin kolanlarını biraz sık, Tanrı'ya emanet ol ve en fazla üç gün, beni burada bekle; o zaman zarfında dönmezsem, köyümüze dön ve benim için bir hayır işle: El Toboso'ya git, benim eşsiz sevgilim Dulcinea'ya, zavallı şövalyesinin, ona lâyık olabilmek için uğraşırken öldüğünü söyle."
Sancho efendisinin bu sözlerini duyunca dünyada görülmemiş bir kederle ağlamaya başladı ve dedi ki:
"Efendim, bu korkunç serüvene niye atılmak istiyorsunuz, anlamıyorum. Vakit gece, burada bizi gören yok; pekala yolumuzu değiştirip tehlikeden kaçabilir, üç gün susuz kalmayı göze alabiliriz; üstelik bizi gören olmadığına göre, kimse korkak da diyemez. Ayrıca, zat-ı âlinizin de yakından tanıdığı köyümüzün rahibi hep der ki, tehlike peşinde koşan, tehlike içinde mahvolur. Kısacası, ancak mucizeyle kurtulabileceğiniz böyle bir işe kalkışıp, Tanrı'ya meydan okumak, doğru değil. Hele Tanrı onca mucizeyle, rahmetliye eşlik eden düşmanların elinden sizi muzaffer, sağ salim, benim gibi altı okka edilmeden kurtarmışken. Bütün bunlar katı yüreğinizi yumuşatmaya yetmiyorsa, inanın ki, zat-ı âliniz buradan uzaklaştığı an, ben korkumdan, ruhumu isteyene teslim etmeye hazır olacağım. Ben zat-ı âlinize hizmet etmek için memleketimden ayrıldım, çocuklarımı, karımı bıraktım; durumum daha kötü değil, daha iyi olur diye düşündüm. Ama az tamah çok ziyan getirirmiş derler; benim de umudum kırıldı. Zat-ı âlinizin kaç kere vaat ettiği o lânet olası, uğursuz cezireye varmayı umut ederken, görüyorum ki, onun yerine, beni böyle ıssız bir yerde bırakmak istiyorsunuz. Tanrı aşkına, yüce efendim, bu haksızlığı bana reva görmeyin. Eğer bu işi yapmaktan tamamiyle vazgeçmek istemiyorsanız, hiç değilse sabaha kadar erteleyin; çünkü çobanlık mesleğinden öğrendiğim kadarıyla, şafağa en fazla üç saat var; küçük ayının ağzı, kafasının tepesinde; geceyarısı sol ayağının hizasında olur."
"Sancho, sen hangi hizada olduğunu, o dediğin ayının, ağzının yerini nasıl görüyorsun?" dedi Don Quijote. "Gece o kadar karanlık ki, koca gökyüzünde tek bir yıldız görünmüyor."
"Doğru," dedi Sancho, "ama korkunun gözleri çoktur; değil gökyüzündeki, toprağın altındaki şeyleri bile görür. Kısacası, düşünülecek olursa, sabaha az kaldığı rahatça söylenebilir."
"Ne kadar kalırsa kalsın," dedi Don Quijote. "Hakkımda ne şimdi, ne de başka bir zaman, gözyaşlarıyla yalvarmaların, beni şövalyeliğin gereklerini yerine getirmekten alıkoyduğu, söylenmeyecektir. Yani senden susmanı rica ediyorum Sancho. Bu görülmedik, korkunç serüvene atılma isteğini yüreğime yerleştiren Tanrı, bana gözkulak olacak, seni de teselli edecektir. Senin yapacağın, Rocinante'nin kolanlarını iyice sıkıp burada kalmak; ben ölü veya diri, dönmekte gecikmeyeceğim."
Sancho, efendisinin kararlılığını, gözyaşlarının, nasihat ve yalvarmalarının onu hiç etkilemediğini görünce, kurnazlığından yararlanmaya ve mümkünse onu sabaha kadar bekletmeye karar verdi. Atın kolanlarını sıkarken, hiç farkettirmeden, usulca, eşeğinin yularıyla Rocinante'nin iki ayağını bağladı; böylece, Don Quijote hareket etmek istediğinde, gidemedi, çünkü at ancak zıplayarak hareket edebilirdi. Sancho Panza yaptığı hilenin başarılı olduğunu görünce, dedi ki:
"Bakın efendim, gözyaşlarımdan, dualarımdan etkilenen Tanrı, Rocinante'ye kıpırdamamasını buyurdu; siz ısrar etmeye, kamçılamaya, zorlamaya yeltenirseniz, Kader'i kızdırmış olursunuz; mahmuza tekmeyle karşı koymak olur."
Don Quijote bu arada umutsuzluğa kapılıyor, atını ne kadar mah- muzlasa da, yerinden kıpırdatamıyordu. Bağlandığını farketmeden, sakinleşip ya sabah olmasını, ya da Rocinante'nin harekete geçmesini beklemenin daha iyi olacağını düşündü; Sancho'nun hilesinden hiç kuşkulanmadan dedi ki:
"Madem ki Rocinante kıpırdayamıyor, Sancho, ben geciktikçe ağlasam da, şafağın gülüşünü beklemeye razıyım."
"Ağlamaya gerek yok," diye cevap verdi Sancho. "Ben sabaha kadar hikâyeler anlatıp zat-ı âlinizi oyalarım. Tabii, gezgin şövalyelerin âdeti olduğu üzre yeşil çimenlere uzanıp biraz uyumayı, sabah olduğunda sizi bekleyen bu benzersiz serüvene atılmak üzere daha dinlenmiş ve hazırlıklı olmayı tercih ederseniz, o başka."
"Ne diyorsun, ne dinlenmesi, ne uyuması?" dedi Don Quijote.
"Ben tehlike anında huzur bulacak şövalyelerden miyim? Sen uyu, sen uyumak için yaratılmışsın, ne istersen yap; ben kendi mesleğime en uygun neyse, onu yapacağım."
"Kızmayın, saygıdeğer efendim," diye cevap verdi Sancho, "sizi kızdırmak istemedim."
Don Quijote'nin yanına gidip bir elini eyerinin önüne, ötekini arkasına koydu ve efendisinin sol bacağını kucaklamış oldu; azıcık olsun uzaklaşmaya cesaret edemiyordu; hâlâ düzenli olarak işitilen darbelerden o kadar korkuyordu. Don Quijote, onu oyalamak için anlatmaya söz verdiği hikâyelerden birine başlamasını isteyince, Sancho işittiği şeyin korkusu izin verse, hemen anlatacağını söyledi.
"Ama her şeye rağmen, kendimi zorlayıp bir hikâye anlatacağım ki, anlatmayı becerebilirsem, bölen olmazsa, hikâyelerin en güzelidir. Kulak verin efendim, başlıyorum. 'Ne olursa olsun, iyilik herkesin üstüne, kötülük, peşinde koşana olsun...'{45} Dikkat ederseniz, saygıdeğer efendim, eskiler mesellerine istedikleri gibi başlamazlar, Romalı Cato Zonzorino'nun{46} kararıyla, 'kötülük, peşinde koşana olsun,' diye başlarlardı, ki bu durum için biçilmiş kaftan âdeta; zat-ı âlinizin sakin olması gerek, kötülük peşinde koşmamalısınız, onca korkunun önümüze çıktığı bu yolu izlemeye bizi kimse zorlamadığına göre, başka bir yol seçebiliriz kendimize."
"Sen hikâyene devam et Sancho," dedi Don Quijote, "hangi yolu izleyeceğimizle ben ilgilenirim."
"Pekala, anlatayım," dedi Sancho. "Extremadura'nın bir köyünde, keçilere çobanlık eden bir delikanlı, yani bir keçi çobanı varmış. Hikâyemdeki bu keçi çobanının adı Lope Ruiz'miş. Bu Lope Ruiz, Torralba adında bir çoban kızına âşıkmış. Adı Torralba olan bu çoban kızı, zengin bir hayvan yetiştiricisinin kızıymış; bu zengin hayvan yetiştiricisi..."
"Sancho, hikâyeni bu şekilde, her lâfı iki kere tekrarlayarak anlatırsan," dedi Don Quijote, "iki günde bitiremezsin; uzatmadan, aklı başında bir adam gibi anlat, yoksa hiç anlatma."
"Benim memleketimde," dedi Sancho," bütün hikâyeler benim anlattığım şekilde anlatılır. Ben başka türlü anlatmayı bilmiyorum, zat-ı âlinizin benden yeni âdetler edinmemi istemeniz doğru değil."
"Nasıl istiyorsan öyle anlat," dedi Don Quijote. "Madem kader beni dinlemeye mecbur ediyor, devam et."
"Dediğim gibi, canım efendim," diye devam etti Sancho, "söylemiştim zaten, bu keçi çobanı, Torralba'ya âşıkmış. Çoban kızı ise, güçlü kuvvetli, vahşî bir kızmış; biraz erkeksiymiş, çünkü hafif bıyıklıymış, gözümün önüne gelir gibi şu an."
"Yani sen tanıdın mı onu?" dedi Don Quijote.
"Ben tanımadım," dedi Sancho, "ama bu hikâyeyi bana anlatan, o kadar doğru ve gerçek olduğunu söyledi ki, başkasına anlatırken her şeyi gördüğüme yemin edebilirim. Her neyse, günler gelip geçmiş, hiç uyumayan ve her işi karıştıran şeytan, çobanın çoban kızına olan aşkını nefrete, hınca dönüştürmüş. Kötü dillerin söylediğine göre, bunun sebebi de, kızın oğlanı azıcık kıskandırması olmuş; ölçüyü biraz kaçırmış ve yasakları çiğnemiş. Çoban bu yüzden kızdan o kadar nefret etmiş ki, ondan uzaklaşmak için, memleketini terk edip bir daha onu hiç görmeyeceği bir yere gitmek istemiş. Lope'nin kendisine böyle sırt çevirdiğini gören Torralba, derhal onu eskisinden de çok sevmiş."
"Kadınların tabiatı öyledir," dedi Don Quijote. "Kendilerini seveni küçümsemek, nefret edeni ise sevmek. Devam et Sancho."
"Ne var ki," dedi Sancho, "çoban kararından vazgeçmemiş ve keçilerini önüne katıp, Extremadura kırlarını aşarak Portekiz krallığına geçmek üzere yola düşmüş. Bunu öğrenen Torralba da peşine düşmüş; yalınayak, yürüyerek, uzaktan izliyormuş onu, elinde bir değnek, boynunda bir heybeyle. Söylentiye göre, heybesinde bir ayna parçasıyla kırık bir tarak, yüzüne sürmek için bir şişe merhem varmış. Heybesinde ne olursa olsun, şu anda onun doğruluğunu tartışmak istemiyorum; bildiğim şu ki, çoban hayvanlarıyla birlikte Guadiana ırmağına varmış, karşı kıyıya geçmek istemiş, o mevsimde ırmak kabarık, neredeyse yatağından taşmış haldeymiş; vardığı yerde ne bir kayık, ne bir tekne, ne de kendisiyle hayvanlarını karşıya geçirecek biri varmış. Buna çok canı sıkılmış; çünkü Torralba'nın artık çok yaklaştığını görüyor, yalvarmalarıyla, gözyaşlarıyla çok üstüne varacağını düşünüyormuş. Ama o kadar çok bakınmış ki, sonunda bir balıkçı görmüş; yanında o kadar küçük bir sandal varmış ki, ancak bir insanla bir keçi sığarmış içine. Her şeye rağmen, balıkçıyla konuşmuş ve hem kendisini, hem üç yüz keçisini karşıya geçirmesi için anlaşmış. Balıkçı sandala binip bir keçiyi karşıya geçirmiş; sonra dönüp bir keçiyi daha geçirmiş; tekrar dönüp bir keçiyi daha geçirmiş. Balıkçının karşıya geçirdiği keçilerin hesabını tutunuz efendim; çünkü bir tanesini olsun atlarsanız, hikâye biter, tek kelime bile anlatmam mümkün olmaz. Hikâyeye devam ediyorum; karşı kıyı balçıklı ve kaygan olduğu için, balıkçının gidip dönmesi çok uzun sürüyormuş. Buna rağmen, dönüp bir keçi daha almış, bir tane daha, bir tane daha.."
"Hepsini karşıya geçirdiğini farzet," dedi Don Quijote. "Bu şekilde gidip gelmeye devam edersen, bir yılda bile geçiremezsin hepsini."
"Şu ana kadar kaç tanesi geçti?" diye sordu Sancho.
"Ben ne bileyim?" dedi Don Quijote.
"Ben size söylemiştim ya, hesabı şaşırmayın diye. Tanrı biliyor, hikâye bitti işte, devam etmek imkânsız artık."
"Nasıl olur canım?" dedi Don Quijote. "Kaç keçinin karşıya geçtiğini tam olarak bilmek hikâyenin özüyle o kadar ilgili mi ki, bir sayı şaşsa hikâyeye devam edemiyorsun?"
"Hayır efendim, katiyen devam edemem," diye cevap verdi Sancho. "Ben zat-ı âlinize kaç keçi geçtiğini sorup da bilmediğinizi söylediğiniz an, anlatacaklarımın hepsi aklımdan silinip gitti. Üstelik de çok hoş, çok eğitici bir hikâyeydi."
"Yani," dedi Don Quijote, "öldü bitti mi hikâye?"
"Annem kadar," dedi Sancho.
"Doğrusu," dedi Don Quijote, "masal ya da gerçek, dünyanın en tuhaf hikâyelerinden birini anlattın; kimsenin düşünemeyeceği bir hikâye. Böyle bir anlatış veya yarım bırakış, hayat boyu görülmemiştir. Gerçi ben senin keskin zekândan da onu beklerdim, ama şaşırmıyorum; bu aralıksız darbe sesleri aklını bulandırmış olmalı."
"Her şey olabilir," diye cevap verdi Sancho. "Benim bildiğim, hikâyemle ilgili söylenecek bir şey kalmadığı. Keçilerin karşıya geçmesinin hesabında bir hata olunca, hikâye biter."
"Nerede biterse, hayırlısıyla bitsin," dedi Don Quijote, "bakalım Rocinante hareket edebiliyor mu?"
Tekrar mahmuzlarıyla atı dürttü, at da tekrar sıçrayıp olduğu yerde kaldı; çok iyi bağlanmıştı.
Bu arada, ya yaklaşan sabah serinliğinden, ya Sancho bağırsakları yumuşatan bir şeyler yediğinden, ya da -en mantıklı olanı- doğal olarak, başkasının kendisi için yapamayacağı şeyi yapmak istedi canı. Ama yüreğindeki korku öyle büyüktü ki, efendisinden bir gıdım bile ayrılmaya cesaret edemiyordu. İçinden geleni yapmamayı düşünmesi de imkânsızdı; o da, çareyi, eyerin arkasını tutan sağ elini bırakıp usulca, hiç ses çıkarmadan, pantolonunu tutan tek düğümü çözmekte buldu; çözünce, pantolon aşağı düşüp pıranga gibi bileklerinde kaldı.
Sonra, gömleğini becerebildiğince yukarı çekip, pek de küçük olmayan poposunu havaya açtı. O korkunç sıkıntıdan, dertten kurtulmak için tek yapması gereken şey sandığı bu işlemi bitirdikten sonra, daha büyük bir sıkıntıyla karşılaştı; o da, gürültü patırtı etmeden bağırsaklarını boşaltamayacağı hissine kapılmasıydı. Dişlerini sıkıp omuzlarını büzerek elinden geldiğince nefesini tuttu, ama bütün bu gayretlerine rağmen, talihsizliği yüzünden, en sonunda biraz ses çıkardı. Çıkan ses, kendisini öyle korkutan sesten çok farklıydı. Don Quijote işitti ve sordu:
"Bu ses ne Sancho?"
"Bilmiyorum efendim," dedi Sancho. "Yeni bir şey herhalde; serüvenlerle felâketler hep peşlerinden yenilerini getirir zaten."
Bir kez daha talihini denedi ve o kadar başarılı oldu ki, önceki gibi ses çıkarmadan, zorlanmadan, canını öylesine sıkan ağırlıktan kurtuluverdi. Ama Don Quijote'nin burnu da kulakları kadar keskin olduğundan, Sancho da tam dibinde, kendisine yapışık olduğu için buharlar dik bir çizgi halinde yükseldiğinden, bazılarının burnuna ulaşmaması imkânsızdı. Ulaştığı anda da, burnunun imdadına yetişip iki parmağıyla tutarak, hafif genizden bir sesle dedi ki:
"Bana öyle geliyor ki çok korkuyorsun Sancho."
"Evet, korkuyorum," dedi Sancho, "ama zat-ı âliniz neden özellikle şu anda farkettiniz?"
"Çünkü özellikle şu anda kokuyorsun, koku dediysem amber kokusu değil," dedi Don Quijote.
"Olabilir," dedi Sancho, "ama suç bende değil, zat-ı âlinizde, olmadık bir saatte beni bu acayip yere getirdiğiniz için."
"Üç dört adım öteye gidiver, arkadaşım," dedi Don Quijote, burnunu tutmaya devam ederek. "Ve bundan böyle, kendine ve benimle ilişkine daha çok dikkat et. Seninle çok konuştuğumdan oldu bu lâubalilik."
"Bahse girerim ki," dedi Sancho, "zat-ı âliniz, benim yapmamam gereken bir şeyi yaptığımı düşünüyorsunuz."
"Hiç karıştırma, daha iyi, arkadaşım Sancho," dedi Don Quijote.
Efendi ve hizmetkârı, geceyi bu ve benzeri konuşmalarla geçirdiler. Ama Sancho, sabahın süratle yaklaşmakta olduğunu görünce, Rocinante'yi büyük bir dikkatle çözüp kendi pantolonunu bağladı. Rocinante serbest kalınca, genelde huysuz olmamakla birlikte, sinirlendi herhalde ve eşelenmeye başladı; çünkü -kusura bakmayın- şahlanmayı bilmiyordu. Don Quijote Rocinante'nin kıpırdadığını görünce iyiye yordu, o tehlikeli serüvene atılması gerektiğinin işareti olarak yorumladı.
Bu sırada şafak sökmüş, nesneler açıkça görünmeye başlamıştı; Don Quijote, yüksek ağaçların arasında olduğunu gördü; koyu gölgeli kestane ağaçlarıydı bunlar. Darbelerin de kesilmediğini duydu, ama sesi çıkaranı göremedi. Bunun üzerine, daha fazla oyalanmayıp, mahmuzlarını Rocinante'ye dokundurdu ve Sancho'yla vedalaşmak üzere dönüp daha önce de dediği gibi, en fazla üç gün orada bekleyip, o zaman zarfında dönmemişse, Tanrı'nın, günlerinin o tehlikeli serüvende sona ermesini istediğinden emin olabileceğini söyledi. Sevgili Dulcinea'sına tarafından iletmesi gereken haberi tekrar hatırlattı ve hizmetlerinin karşılığı konusunda merak etmemesini, kendisinin, köyünden ayrılmadan önce vasiyetini hazırlamış olduğunu, hizmetinde bulunduğu süreyle orantılı olarak, bütün çalışmasının karşılığını alacağını, ama Tanrı onu bu tehlikeden sağ salim kurtarırsa, vaat edilen cezireden kesinlikle emin olabileceğini söyledi.
Sancho, zavallı efendisinin acıklı konuşmalarını tekrar dinleyince yine ağlamaya koyuldu ve onu sonuna kadar, bu iş bitinceye kadar terk etmemeye karar verdi.
Sancho Panza'nın bu gözyaşlarından ve son derece şerefli kararından, bu hikâyenin yazarı, iyi bir soydan geldiğini, hiç değilse eski Hıristiyan{47} olduğu sonucunu çıkarıyor. Onun bu duygulu hali, efendisini biraz yumuşattı, ama, herhangi bir zayıflık gösterecek kadar değil. Aksine, elinden geldiğince göstermemeye çalışarak, su sesinin ve darbelerin hangi yönden geldiğini kestirerek, o tarafa doğru ilerlemeye başladı.
Sancho da peşinden yürüyor, âdeti olduğu üzre, iyi ve kötü günlerinin ezelî yoldaşı eşeğini, yularından çekiyordu. O kestanelerin, sık yapraklı ağaçların arasında epeyce yol aldıktan sonra, yüksek kayalıkların eteğindeki küçük bir düzlüğe çıktılar; kayalardan aşağı çok büyük bir çağlayan dökülüyordu. Kayaların eteğinde de, evden çok harabeye benzeyen, pek derme çatma birkaç kulübe vardı. Hâlâ devam eden darbelerin de oradan geldiğini farkettiler.
Rocinante, su ve darbelerin gürültüsünden ürkünce, Don Quijote onu yatıştırarak ağır ağır evlere yaklaştı.{48} Bütün kalbiyle kendisini sevgilisine emanet ediyor, o korkunç yolculukta, girişimde kendisini koruması için yalvarıyor, bu arada kendisini unutmaması için(5) Tanrı'ya da dua ediyordu. Sancho yanından ayrılmıyor, arasıra boynunu uzatıp Rocinante'nin bacaklarının arasından, o kadar korkuyla merak ettiği şeyi görebilir mi diye bakıyordu.
Herhalde bir yüz adım daha gittikten sonra, bir köşeyi döndüler ve o korkunç, onlar için dehşet verici, bütün gece merak ve korku içinde kendilerini uyutmayan sesin kaynağı açık seçik, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ortaya çıktı. Sesin kaynağı, -kızma lütfen, ey okur!- sırayla indikçe, o gürültüyü çıkaran altı tokaçtı.
Don Quijote ne olduğunu görünce sustu kaldı, tepeden tırnağa ürperdi. Sancho efendisine baktı ve başının göğsüne düşmüş, görünüşe bakılırsa utanmış olduğunu gördü. Don Quijote de Sancho'ya baktı ve yanaklarının şişmiş, ağzında patlamaya hazır bir kahkaha olduğunu, kendini zor tuttuğunu görünce, Sancho'nun haline gülme isteği, üzüntüsünü bastırdı. Sancho efendisinin başladığını görünce, makarayı öyle bir bıraktı ki, gülmekten patlamamak için yumruklarıyla ciğerlerini bastırmak zorunda kaldı. Dört kere sakinleşti ve dört kere tekrar gülmeye başladı, ilk seferindeki kadar coşkuyla. Don Quijote zaten sinirlenmeye başlamıştı, bir de Sancho'nun alay olsun diye söylediklerini duyunca, iyice sinirlendi:
" 'Şunu bilmen gerekir ki, dostum Sancho, Tanrı beni bu demir çağında, altın çağı geri getirmem için yarattı! Benim kaderim tehlikeler, büyük kahramanlıklar, yiğitliklerdir...' "
Sancho bu şekilde, Don Quijote'nin sesleri ilk işittiklerinde söylediği sözlerin hepsini ya da çoğunu tekrarladı.
Don Quijote, Sancho'nun kendisiyle alay etmesine öyle kızdı, sinirlendi ki, kargısını kaldırıp sopa niyetine iki kere öyle şiddetle indirdi ki, omuzları yerine kafasına indirseydi, ücretini ödemekten kurtulur, ancak mirasçılarına öderdi. Sancho şakalarının çok kötüye yorulduğunu görünce, efendisinin meseleyi daha da ileri götürmesinden korkup, büyük bir alçakgönüllülükle dedi ki:
"Kızmayın saygıdeğer efendim, yemin ederim, şaka ediyordum." "Siz şaka ediyorsanız, ben şaka etmiyorum," dedi Don Quijote. "Söyleyin bakalım, neşeli beyefendi: Sizce bunlar tokaç olacağına, başka bir şey, tehlikeli bir serüven olsaydı, ben gerektiği şekilde, cesaretle atılıp halletmez miydim? Acaba ben, bir şövalye olarak, sesleri tanıyıp ayırt etmek, hangilerinin tokaç olup olmadığını bilmek mecburiyetinde miyim? Üstelik şu da olabilir -ki gerçekten de öyle- ben hayatımda tokaç görmedim; siz görmüşsünüzdür, çünkü sefil bir köylü olarak, onların arasında doğup büyüdünüz. İsterseniz, bu altı tokacı altı deve dönüştürüp teker teker veya hep birlikte üstüme salın; hepsinin nallarını havaya dikmezsem, istediğiniz gibi alay edin benimle."
"Daha fazla söylemeyin, sevgili efendim," dedi Sancho. "İtiraf ediyorum ki, biraz fazla güldüm. Ama şimdi lütfen söyleyin, huzura kavuşmuşken (Tanrı sizi bütün serüvenlerden, bundan olduğu gibi sağ salim çıkarsın), geçirdiğimiz o müthiş korku, gülünecek şey değil miydi, anlatılacak şey değil mi? Hiç değilse benim geçirdiğim, çünkü zat-ı âliniz, biliyorum, korku nedir, dehşet nedir bilmezsiniz."
"Ben başımıza gelenin gülünecek bir şey olduğunu inkâr etmiyorum," diye cevap verdi Don Quijote. "Ama anlatılacak bir şey değil; çünkü herkes olayları gerektiği gibi değerlendirecek kadar akıllı değildir."
"En azından," dedi Sancho, "zat-ı âliniz kargınızı değerlendirdiniz, kafama doğrultup omzuma vurdunuz; Tanrı'ya şükür ki hızla eğildim. Ama aldırmayın, gelip geçer, 'insan sevdiğini sever de, döver de,' derler. Üstelik iyi bir efendi, bir hizmetkârına kötü bir söz söyledikten sonra, hemen bir pantolon verir. Ama sopa çektikten sonra ne verilir, bilemiyorum; belki de gezgin şövalyeler, sopadan sonra bir cezire veya karada bir krallık veriyorlardır."
"Talihimiz yaver giderse," dedi Don Quijote, "bütün söylediklerin gerçek olabilir. Olanlar için de kusura bakma, sen akıllı adamsın, ilk hareketin insanın elinde olmadığını bilirsin. Ayrıca bundan böyle, benimle fazlaca konuşmaktan kaçınman ve kendini tutman için, şunu bilmeni isterim ki, okuduğum sayısız şövalyelik kitabının hiçbirinde, efendisiyle senin kadar çok konuşan bir silâhtara rastlamadım. Bunu gerçekten de her ikimizin büyük bir kusuru olarak görüyorum; senin kusurun, bana saygı göstermemek; benimki de, daha saygın olmamak. Galya'lı Amadis'in silâhtarı Gandalin, Firme Ceziresinin kontu olmuştu; buna rağmen, efendisiyle daima şapkası elinde, Türk usulü, başı önünde, iki büklüm eğilerek konuştuğu yazılıdır. Peki, Don Galaor'un silâhtarı Gasabal'a ne demeli? O kadar sessiz bir silâhtardı ki, olağanüstü sessizliğini bize anlatmak için, bütün o gerçek olduğu kadar müthiş hikâyede, adı bir tek kere anılır. Bütün bu söylediklerimden çıkarman gereken sonuç şu Sancho: Efendiyle hizmetkârı, senyörle hizmetçisi, şövalyeyle silâhtarı arasında bir ayrım yapmak lâzımdır. Kısacası, bundan böyle birbirimize daha saygılı davranmamız, şakalaşmamamız gerekiyor. Çünkü ben size hangi sebeple olursa olsun, kızdığımda, cezasını siz çekersiniz. Size vaat ettiğim armağanların, bağışların da zamanı gelecek; olmazsa da, daha önce dediğim gibi hiç değilse hizmetinizin bedeli ödenecek."
"Zat-ı âlinizin söyledikleri iyi güzel de," dedi Sancho, "benim merak ettiğim, olur da bağışların zamanı gelmez, ücrete başvurmak zorunda kalınırsa, o zamanlar bir gezgin şövalye silâhtarı ne kadar kazanıyordu? Bir de, aylık mı hesaplanıyordu, duvarcılar gibi gündelik mi?"
"Ben o silâhtarların hiçbir zaman ücretli olmadıklarını, karşılık olarak daima bağış aldıklarını sanıyorum," dedi Don Quijote. "Ben sana evde bıraktığım vasiyetnamede bir hizmet bedeli bıraktıysam, olabilecek şeylere karşı yaptım; çünkü bu karışık zamanlarda, şövalyeliğin durumu nedir, henüz bilemiyorum; öteki dünyada ufak tefek şeyler için canımın sıkılmasını da istemem. Çünkü, şunu bilmeni isterim ki Sancho, bu dünyada maceraperestlik kadar tehlikeli bir meslek yoktur."
"Bu doğru," dedi Sancho, "nitekim, tokaç sesleri bile, zat-ı âliniz kadar yiğit bir gezgin maceraperestin huzurunu kaçırabildi. Ama şundan emin olabilirsiniz ki, bundan böyle zat-ı âlinizle ilgili konularda şaka etmek için ağzımı açmayacağım, sizi efendim ve senyörüm olarak sayacağım."
"Böylece," dedi Don Quijote, "yeryüzünde çok yaşarsın, çünkü babalarımızdan başka, efendilerimize de babamızmışçasına saygı göstermemiz gerekir."