La Mancha'lı Arap yazar Seyyid Hâmid Badincani'nin bu son derece ciddî, tumturaklı, özenli, tatlı ve hayalî hikâyede anlattığına göre, La Mancha'lı meşhur Don Quijote'yle silâhtarı Sancho Panza arasında, yirmi birinci bölümün sonunda aktarılan konuşmalar geçtikten sonra, Don Quijote gözlerini kaldırdı ve yolun karşı tarafından, on, on beş adamın yürüyerek gelmekte olduklarını gördü. İri bir zincire, tespih taneleri gibi boyunlarından dizilmişlerdi, hepsinin de elleri kelepçeliydi. Yanlarında iki atlıyla iki de yaya vardı. Atlıların arkebüzleri, yayalarınsa mızrak ve kılıçları vardı. Sancho Panza onları görür görmez dedi ki:
"Kürek mahkûmları bunlar, kralın zorla kürek cezasına gönderdiği mahkûmlar."
"Nasıl zorla?" diye sordu Don Quijote. "Kralın herhangi bir insana zor kullanması mümkün mü?"
"Onu demiyorum," dedi Sancho. "Bunlar suç işledikleri için hüküm giyip krala hizmet vermek üzere zorla küreğe götürülen adamlar."
"Sonuçta," dedi Don Quijote, "ne şekilde olursa olsun, bu adamlar, götürülüyorlar ama, kendi istekleriyle değil, zorla gidiyorlar."
"Evet, öyle," dedi Sancho.
"Madem öyle," dedi efendisi, "benim meslek alanıma girer bu; zorbalığa karşı savaşmak, zavallılara yardım edip kurtarmak."
"Zat-ı âlinizin dikkatini çekerim," dedi Sancho, "adalet, yani kral, bu insanlara zorbalık, kötülük etmemekte, suçlarının cezasını vermektedir."
Bu arada kürek mahkûmları yaklaştılar ve Don Quijote muhafızlarıyla gayet kibarca konuşarak kendilerine bilgi vermelerini, bu adamları böyle götürmelerinin sebebini veya sebeplerini söylemelerini rica etti.
Atlı muhafızlardan biri, bunların Majestelerinin kürek mahkûmları oldukları, kürek cezasına götürüldükleri, söylenecek, öğrenilecek başka şey olmadığı cevabını verdi.
"Yine de," dedi Don Quijote, "her birinin ayrı ayrı başına gelen felâketin sebebini öğrenmek isterdim."
Ve öyle kibarca sözlerle, istediğini söylesinler diye rica etti ki, Öteki atlı muhafız şöyle dedi:
'Yanımızda bu talihsizlerin her birinin kaydı, hüküm kâğıdı var ama, şimdi durup onları açmanın, okumanın sırası değil. Zat-ı âliniz buyrun kendilerine sorun, isterlerse söylesinler; nasılsa isterler, çünkü bunlar düzenbazlığı hem yapmaktan, hem de anlatmaktan hoşlanan adamlardır.”
Don Quijote, vermeseler de alacağı bu izinden sonra, zincire yaklaştı ve ilk mahkûma, hangi günahı işleyip bu hale düştüğünü sordu. O da, âşık olduğu için o halde olduğunu söyledi.
"Sırf onun için mi?" dedi Don Quijote. "Âşık oldu diye insanı küreğe mahkûm ediyorlarsa, ben günlerdir kürek çekiyor olmalıydım."
"Sizin düşündüğünüz gibi bir aşk değil," dedi mahkûm. "Ben beyaz çamaşırla dolu bir çamaşır leğenini öyle sevdim ki, sımsıkı sarıldım ona; adalet zorla elimden almasa, kendi rızamla hâlâ bırakmamış olurdum. Suçüstü oldu, işkenceye lüzum kalmadı; mahkeme yapıldı, sırtıma yüz kırbacı güzelce indirdiler, üstüne de tam üç sene peksimete talim, işte bu kadar."
"Peksimet nedir?" diye sordu Don Quijote.
"Yani kürek cezası," diye cevap verdi mahkûm.
Yirmi dört yaşlarında bir gençti, aslen Piedrahita'lı olduğunu söyledi. Don Quijote aynı soruyu ikinci mahkûma sorduğunda hiçbir cevap alamadı; ikinci mahkûm çok dertli, elemliydi; onun yerine ilk mahkûm cevap verdi:
"Beyefendi, bu öttüğünden gidiyor. Yani bülbül gibi şakıdığı için."
"Nasıl olur?" dedi Don Quijote. "Şarkıcıları da mı kürek cezasına çarptırıyorlar?"
"Evet beyefendi," dedi mahkûm, "dertliyken ötmek kadar kötü şey yoktur."
"Halbuki benim duyduğuma göre," dedi Don Quijote, "şarkı söylemek insana derdini unuttururmuş."
"Burada tam tersi," dedi mahkûm. "Bir kere şarkı söyleyen, hayat boyu ağlar."
"Anlamıyorum," dedi Don Quijote.
Muhafızlardan biri dedi ki:
"Sayın şövalye, bu uğursuz adamların arasında, dertliyken şakımak demek, işkence altında suçunu itiraf etmek demektir. Bu günahkâra işkence yapıldı, o da suçunu itiraf etti. Suçu, hayvan hırsızlığı; itiraf edince altı yıl kürek cezası yedi; ayrıca da sırtına iki yüz kırbaç. Hep böyle dertli, mahzundur; çünkü orada kalan ve şimdi onunla giden diğer hırsızlar, buna kötü davranıyor, eziyor, alay ediyor, aşağılıyor; itiraf etti diye, inkâr edecek kadar cesur değil diye. Onların arasında bir lâf vardır, hayır da, evet de iki hecedir derler. Yaşaması veya ölmesi şahitlere, delillere değil, kendi diline bağlı olan suçlunun çok talihli olduğunu söylerler. Bana sorarsanız, pek de yanılıyor sayılmazlar."
"Ben de öyle düşünüyorum," dedi Don Quijote.
Sonra üçüncü mahkûma geçip, ilk ikisine sorduğu soruyu tekrarladı. Mahkûm hemen, büyük bir rahatlıkla konuşarak cevap verdi.
"Ben on duka altınını ödeyemediğim için beş yıl küreğe talim edeceğim."
"Ben sizi bu dertten kurtarmak için seve seve yirmi duka altını veririm," dedi Don Quijote.
"Denizin ortasında parası olup açlıktan ölen birinin durumuna benziyor bu," dedi mahkûm, "ihtiyaçlarını alabileceği bir yer olmadığı için. Neden öyle diyorum, biliyor musunuz? Zat-ı âlinizin şimdi bana teklif ettiği yirmi duka altını, zamanında olsaydı, o altınlarla kâtibin kalemini satın alır, vekilimin zekâsını öyle bir canlandırırdım ki, bugün köpek gibi bağlanıp bu yolda gideceğime, Toledo'nun Zocodover meydanında olurdum. Ama Tanrı büyüktür; sabretmekten başka çare yok."
Don Quijote, nur yüzlü, beyaz sakalı göğsüne kadar inen bir adam olan dördüncü mahkûma geçti. Niçin bu durumda olduğu sorulunca, adam ağlamaya başladı ve tek kelime etmedi. Beşinci mahkûm ona sözcülük edip dedi ki:
"Bu şerefli adam, dört yıl kürek cezası yedi; daha önce de, giyinmiş kuşanmış halde, at üstünde bütün şehri dolaştı."
"Bana öyle geliyor ki," dedi Sancho Panza, "ibret olsun diye dolaştırılmış."
"Evet, öyle," dedi mahkûm. "Bu cezayı vermelerinin sebebi de, mekacılık yapması. Yani demek istediğim, bu beyin suçu tefecilik, ayrıca büyücülük emareleri de göstermiş."
"Bu büyücülük emareleri eklenmeseymiş," dedi Don Quijote, "sırf aracılık yaptığı için, kürek mahkûmlarından biri olmayı değil, onların başına geçip idareci olmayı hakederdi. Çünkü aracılık rasgele bir meslek değildir; aklı başında kişilerin işidir ve düzenli bir devlette son derece gereklidir; bu mesleği sadece soyu temiz insanların icra etmesi doğru olurdu. Hattâ başka meslekleri olduğu gibi, bunları da denetleyenler, inceleyenler olmalıydı. Ticaret komisyoncuları gibi belirli sayıda olmaları gerekirdi. Böylece, bu mesleğin, bu işin, aptal, anlayışsız kişiler tarafından yapılmasından kaynaklanan birçok zarar da önlenirdi. Meselâ düşük ahlâklı kadınlar, genç, tecrübesiz uşak parçalarıyla serseriler; bunlar en gerekli anda, önemli bir iş halletmeleri lâzımken, yok yere işi berbat ediverirler; beceriksiz ve şaşkındırlar. Bu konuya devam edip, devlette böyle bir mesleği icra edecek olanları niye seçmek gerektiğini açıklamak isterdim, ama şimdi sırası değil. Bir gün bunu, bu meseleyi inceleyip düzeltebilecek birine anlatacağım. Şimdi söyleyeceğim tek şey şu: Bu ak saçları ve nurlu yüzü, aracılık yüzünden böyle dertli görmenin üzüntüsünü, büyücü olması, alıp götürdü. Üstelik de bazı aptalların zannettiği gibi, iradeyi zorlayabilecek, etkileyebilecek büyünün, dünyada var olmadığını bildiğim halde. İrademiz hürdür ve onu zorlayabilecek ne bir ot vardır ne bir afsun. Kimi basit kadınların ve yalancı kurnazların yaptığı şey, birtakım karışımlar, zehirler hazırlayıp insanları delirtmektir. İnsanları sevdirmeye güçleri olduğunu ileri sürerlerse de, dediğim gibi, iradeyi zorlamak imkânsızdır.”
"Doğru," dedi zavallı ihtiyar; "aslında, beyefendi, büyücülük konusunda benim bir suçum yok; aracılık konusunu inkâr edemem. Ama hiçbir zaman kötülük ettiğimi düşünmedim; tek niyetim, herkesin iyi vakit geçirmesi, kavgasız, dertsiz, huzur içinde yaşamasıydı. Ama bu iyi niyetim hiçbir işe yaramadı; gittiğim yerden geri döneceğimi sanmıyorum; yaşım çok ilerledi, üstelik böbreklerim de hasta, bir an bile rahat vermiyorlar."
Bunları söyledikten sonra, yeni baştan ağlamaya koyuldu; Sancho adama o kadar acıdı ki, göğsünden dört riyallik bir altın çıkarıp sadaka olarak verdi.
Don Quijote bir sonraki mahkûma geçip suçunu sordu. Mahkûm bir öncekinden, aşağı kalmayıp, daha da büyük bir gururla cevap verdi:
"Ben bu cezaya, iki kuzinimle ve akrabam olmayan iki kızkardeşle fazlaca alay ettiğim için çarptırıldım. Sonuçta, hepsiyle o kadar alay ettim, bunun sonunda akrabalık o kadar karışık bir hale girdi ki, şeytan bile içinden çıkamaz. Bütün suç üstüme kaldı; iltimas yapan olmadı, param yoktu, neredeyse asacaklardı beni. Altı yıl kürek cezasına çarptırdılar, kabul ettim; suçumun cezası bu. Henüz gencim, hayat devam ettikten sonra, her işin içinden çıkılır. Saygıdeğer şövalye, eğer bu zavallıcıklara bir yardım yapabilirseniz, Tanrı sizi cennette ödüllendirecektir; biz de yeryüzünde, zat-ı âlinizi dualarımızdan eksik etmeyiz, lâyık olduğunuz şekilde, uzun ve rahat bir ömrünüz olması için Tanrı'ya yakarırız."
Bu mahkûmun üstünde öğrenci kıyafeti vardı; muhafızlardan biri çok iyi hatip olduğunu, Latince âlimi olduğunu söyledi.
Bütün bunların ardından, otuz yaşlarında, çok yakışıklı bir adam geliyordu; yalnız tek gözü biraz şaşı bakıyordu. Ötekilerden farklı bir şekilde bağlanmıştı; ayağında upuzun bir zincir vardı, bütün vücuduna dolanıyordu; boynundaki iki halkadan biri zincire bağlanıyor, dost ayağı denen ötekinden ise, aşağıya, beline iki demir parçası iniyordu. Bu demirlere bağlı, ellerinin geçtiği kelepçeler, iri bir asma kilitle birleşiyordu; böylece mahkûm ne ellerini ağzına götürebiliyor, ne de başını ellerine eğebiliyordu. Don Quijote, bu mahkûmun niçin ötekilerden çok zincire vurulmuş olduğunu sordu. Muhafız da, onun suçlarının, diğerlerininkilerin toplamından daha fazla olduğunu ve adamın son derece cüretkâr ve müthiş kurnaz olduğunu, hattâ o şekilde zincirlendiği halde güvenemediklerini, kaçar diye korktuklarını söyledi.
"Kürek cezasından daha büyük bir ceza verilmediğine göre, ne suçu olabilir ki?" dedi Don Quijote.
"On yıla hüküm giydi," dedi muhafız. "Yani manevî ölüm{52} gibi bir şey. Kim olduğunu söylemem yeterli zaten; bu adamcağız, meşhur Gines de Pasamonte'dir; bir adı da Ginesillo de Parapilla."
"Sayın komiser," dedi o zaman mahkûm, "ağır olun, şimdi isimler, lâkaplar saymaya başlamayalım. Benim adım Ginesillo değil, Gines. Soyum da dediğiniz gibi Parapilla değil, Pasamonte. Herkes önce kendine baksa hiç fena olmaz."
"Pek o kadar iddialı konuşma, hırsızlar kralı," dedi muhafız. "Yoksa, ben zorla sustururum."
"İnsanın hali," dedi mahkûm, "Tanrı nasıl isterse öyle oluyor herhalde. Ama gün gelecek, öğrenecekler adımın Ginesillo de Parapilla olup olmadığını."
"Sana öyle demiyorlar mı, yalancı?" dedi muhafız.
"Diyorlar," dedi Gines. "Ama ben dedirtmeyeceğim; yoksa sakalımı yolacağım; haberiniz olsun. Sayın şövalye, bize verilecek bir şeyiniz varsa, verin artık, sonra da Tanrı yolunuzu açık etsin. Başkalarının hayatını bu kadar merak etmek sıkıcı bir şey; benimkini merak ediyorsanız, adım Gines de Pasamonte'dir ve hayatım bu parmaklarla yazılmıştır."
"Doğru söylüyor," dedi komiser, "kendi hikâyesini kendisi yazdı, baştan sona; kitabı da hapishanede iki yüz riyale rehin bıraktı."
"İki yüz altın bile vermem gerekse, geri alacağım," dedi Gines.
"O kadar mı güzel?" dedi Don Quijote.
"O kadar güzel ki," dedi Gines, Lazarillo de Tormes de, o türden yazılmış ve yazılacak olan bütün kitaplar da yanında halt etmiş. Size şunu söyleyebilirim ki, benim kitabım gerçekleri anlatıyor; bunlar o kadar güzel, o kadar hoş gerçekler ki, hiçbir yalan onlarla yanşamaz."
"Peki, kitabın adı ne?" diye sordu Don Quijote.
" Gines de Pasamonte'nin Hayatı," diye cevap verdi adam.
"Bitti mi peki?" diye sordu Don Quijote.
"Nasıl bitmiş olabilir?" dedi mahkûm. "Benim hayatım bitmedi ki. Doğumumdan, bu son kürek mahkûmiyetime kadar olan kısmı yazılı."
"Yani daha önce de kürek cezası çektiniz mi?" dedi Don Quijote.
"Daha önce de dört yıl, kürekte, Tanrı'ya ve krala hizmet ettim," dedi Gines. "Peksimetin de, kırbacın da tadını çok iyi bilirim. Fazla üzülmüyorum gittiğime, çünkü kitabımı bitirme fırsatı bulacağım orada, daha söyleyecek çok şeyim var. İspanyol kadırgalarındaki huzur, bunun için yeter de artar; zaten benim yazacaklarım için fazla huzura da gerek yok, çünkü ezbere biliyorum."
"Becerikli birine benziyorsun," dedi Don Quijote.
"Ve talihsiz," dedi Gines. "Çünkü talihsizlik, yeteneğin peşini hiç bırakmaz."
"Düzenbazların peşini bırakmaz," dedi komiser.
"Size daha önce de söyledim sayın komiser, ağır olun," dedi Pasamonte. "O beyefendiler, size elinizdeki değneği, biz zavallılara kötü davranın diye vermediler. Bize yol gösterin, Majestelerinin emrettiği yere götürün diye verdiler. Yoksa, bakın., neyse yeter! Belki bir gün handa yaptıklarınız ortaya çıkar. Herkes sussun, doğru otursun, doğru konuşsun, biz de yolumuza devam edelim, bu kadar eğlence yeter."
Komiser, tehditlerine cevap olarak Pasamonte'ye vurmak üzere değneğini havaya kaldırdı, ama Don Quijote aralarına girerek ona kötü davranmamasını rica etti komiserden. Elleri böyle bağlı bir insanın, dilinin serbest olmasının anlaşılır bir şey olduğunu söyledi. Sonra mahkûmlara dönerek dedi ki:
"Sevgili kardeşlerim, bana anlattıklarınızdan şunu anladım ki, sizi suç işlediğiniz için cezalandırdıkları halde, çekeceğiniz ceza pek hoşunuza gitmiyor; istemeye istemeye gidiyorsunuz cezalarınızı çekmeye.
Belki de birinizin işkenceye dayanamaması, diğerinin parasının, ötekinin çevresinin olmaması ve son olarak da yargıcın haksız kararı, sizin mahvınıza, haklı olmanıza rağmen cezalandırılmanıza sebep oldu. Bütün bunlar, şu anda kafamda o kadar belirgin ki, beni etkiliyor, ikna ediyor, hattâ zorluyor; Tanrı'nın beni bu dünyaya gönderme sebebini, icra etmekte olduğum şövalyelik mesleğini, sizin durumunuza uygulamaya, güçsüzlere ve ezilenlere yardım edeceğime dair verdiğim sözü yerine getirmeye itiyor. Ancak, iyilikle yapılabilecek olan şeyin kötülükle yapılmaması, tedbirliliğin bir gereği olduğundan, sayın muhafızlarla komiserden, sizleri çözüp serbest bırakmalarını rica etmek istiyorum. Nasılsa krala hizmet edecek, daha uygun başkaları olacaktır. Tanrı'nın ve tabiatın özgür yarattığı kimseleri köle yapmak, bana çok ağır geliyor. Ayrıca, sayın muhafızlar," diye ekledi Don Quijote, "bu zavallıların size bir zararı dokunmamış. Öteki dünyada herkes kendi günahının hesabını verir. Yukarıda Tanrı var; o kötüleri cezalandırmayı, iyileri ödüllendirmeyi ihmal etmez, dürüst insanların, kendilerini hiç ilgilendirmediği halde, başkalarının celladı olması doğru değil. Bunu sizden böyle iyilikle, tatlılıkla rica ediyorum; ricamı yerine getirirseniz, size minnet duyacağım. Eğer kendi isteğinizle yapmazsanız, bu mızrak ve bu kılıç, bileğimin gücüyle birleşip, zorla yaptıracaktır size."
"Saçmalığın daniskası!" dedi komiser. "Durup durup yumurtladığı espriye bakın! Kralın forsalarını serbest bırakmamızı istiyor; sanki bizim onları bırakmaya ya da kendisinin bunu emretmeye hakkı varmış gibi! Beyefendi, siz güzel güzel yolunuza devam edin, şu kafanızdaki lâzımlığı da düzeltin, öküz altında buzağı da aramayın."
"Öküz de sensin, buzağı da, düzenbaz da!" dedi Don Quijote.
Ve söylediği anda, öyle bir hızla saldırdı ki, adama kendini savunacak zaman bırakmadan, mızrağıyla ağır yaralayarak yere devirdi. İyi de oldu, çünkü tüfeği olan muhafız buydu. Öteki muhafızlar, bu beklenmedik olay karşısında şaşırıp kaldılar. Ama kendilerine gelince, atlılar kılıçlarını, yaya olanlar da mızraklarını kavrayıp, büyük bir sükûnetle kendilerini beklemekte olan Don Quijote'ye saldırdılar. Mahkûmlar özgürlüğe kavuşma fırsatının önlerine çıktığını görüp, dizildikleri zinciri kırmaya çalışarak bu imkânı değerlendirmeselerdi, Don Quijote'nin durumu kötü olurdu. İsyan karşısında, muhafızlar kâh kurtulmaya çalışan mahkûmlarla ilgilenip kâh üstlerine atılan Don Quijote'ye saldırmaktan, işe yarar bir şey yapamadılar.
Sancho ise, Gines de Pasamonte'yi çözmeye yardım etti; zincirlerinden kurtulup serbestçe ortaya fırlayan ilk mahkûm olan Gines, yere düşen komiserin üstüne atıldı ve kılıcıyla tüfeğini ele geçirdi. Tüfeği hiç ateşlemeden, bir birine bir ötekine doğrultarak ortalığı muhafızdan temizledi; muhafızların hepsi, Pasamonte'nin tüfeği sayesinde serbest kalan mahkûmların yağdırdıkları taşlardan koşarak kaçtılar.
Sancho bu olaya çok üzüldü; çünkü kaçanların Santa Hermandad'a haber vereceklerini ve suçluların çan çalınarak aranacağını düşünüyordu. Bunu efendisine söyledi ve oradan ayrılıp yakındaki dağlarda pusuya yatmaları için yalvardı.
"Pekala", dedi Don Quijote, "ama ben şimdi ne yapmak gerektiğini biliyorum."
Sonra, bütün mahkûmları çağırdı; ne yapacaklarını şaşırmış halde komiseri soyup soğana çevirmiş olan mahkûmlar, söyleyeceklerini dinlemek üzere Don Quijote'nin etrafında halka oldular; o da dedi ki:
"Soyu temiz insanlar, kendilerine yapılan iyiliğe müteşekkir olurlar; Tanrı'yı en çok kızdıran günahlardan biri, nankörlüktür. Bunu söylememin sebebi, beyler, benden açıkça bir iyilik görmüş olmanızdır. Bunun karşılığında sizden istediğim şu: Boynunuzdan çıkardığım zinciri de yanınıza alıp, derhal yola düşün ve El Toboso kentine gidin; orada Senora Dulcinea del Toboso'nun huzuruna çıkın ve Mahzun Yüzlü Şövalyesinin hürmetlerini sunun; sizi arzuladığınız özgürlüğe kavuşturan bu müthiş serüveni, baştan sona anlatın kendisine; ondan sonra, istediğiniz yere gidebilirsiniz, yolunuz açık olsun."
Gines de Pasamonte hepsinin adına cevap verdi ve dedi ki:
"Sayın efendimiz ve kurtarıcımız, bize emrettiğiniz şeyi yapmamız kesinlikle imkânsız; çünkü biz yollarda hep birlikte gidemeyiz, ayrılıp tek tek, her birimiz kendi yolumuza gitmek zorundayız; hiç şüphesiz peşimize düşecek olan Santa Hermandad bulamasın diye, yerin dibine girmeye çalışacağız. Zat-ı âliniz şunu yapabilirsiniz, yapsanız da iyi olur: Şu Senora Dulcinea del Toboso vergisini değiştirin, belli sayıda Ave Maria ve amentü duasına çevirin, biz zat-ı âliniz için dua edelim; hem bu, gece gündüz, kaçarken, dinlenirken, barışta, savaşta, her an yapılabilecek bir şey. Ama şimdi bizim Mısır diyarındaki et kazanlarının başına geri döneceğimizi,{53} yani elimize zincirimizi alıp El Toboso yoluna düşeceğimizi düşünmek, daha sabahın onu bile olmadığı halde, gece olduğunu düşünmeye benzer; bizden bunu istemek, karaağaçtan armut istemek gibi bir şey olur."
"Bak hele!" dedi Don Quijote öfkeyle. "Don orospu çocuğu, Don Ginesillo de Paropillo, adın her neyse, sen tek başına gideceksin öyleyse; kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp zinciri de olduğu gibi omzuna yükleyeceksin."
Pek sabırlı bir adam olmayan Pasamonte, Don Quijote'nin kendilerini kurtarmak gibi bir saçmalığı yaptığına göre, fazla akıllı sayılmayacağını anladığından, arkadaşlarını bir göz işaretiyle biraz öteye çekti ve Don Quijote'yi öyle bir taş yağmuruna tuttular ki, kalkanıyla korunmaya ancak vakit bulabildi. Zavallı Rocinante ise sanki tunçtandı; efendisinin mahmuzlarına hiç aldırmıyordu. Sancho, eşeğinin ardına saklanarak üzerlerine yağan taşlardan korunmaya çalışıyordu. Don Quijote korunmayı pek iyi beceremedi ve bilemiyorum kaç taş, vücuduna öyle şiddetle isabet etti ki, yere devrildi. Yere değdiği anda, öğrenci mahkûm tepesine çıkıp başındaki leğeni alarak üç dört defa omuzlarına, sonra da birkaç kere yere vurarak leğeni paramparça etti. Don Quijote'nin zırhının üstüne giymiş olduğu kısa ceketi çıkarıp aldılar, zırhın bacaklıkları engel olmasa, çoraplarını da alacaklardı. Sancho'nun da ceketini alıp çamaşırıyla bıraktılar. Sonra diğer savaş ganimetlerini aralarında paylaştılar ve her biri kendi yoluna gitti. Dertleri, zinciri yüklenip Senora Dulcinea del Toboso'nun huzuruna çıkmak değil, korktukları Santa Hermandad'dan kaçmaktı.
Eşek ve Rocinante, Sancho ve Don Quijote, yalnız başlarına kaldılar. Eşek boynu bükük, hüzünlü duruyor, kulaklarını tırmalayan taş fırtınası hâlâ dinmedi zannıyla, arada bir kulaklarını oynatıyordu. Taşlarla yere devrilen Rocinante, efendisinin yanında yatıyordu. Sancho ceketsiz ve Santa Hermandad korkusu içindeydi. Don Quijote ise, o kadar büyük iyilik ettiği insanların kendini ne hale düşürdüğüne bakıp, müthiş üzülüyordu.