YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM - Rahip ile berberin tasarılarının sonucuna ve bu müthiş hikâyede anlatılmaya değer başka olaylara dair

Rahibin icadı, berbere fena fikir gibi gelmedi, hattâ o kadar iyi geldi ki, hemen uygulamaya koyuldular. Hancının karısından bir elbiseyle bir peçe istediler ve karşılığında, rahibin yeni bir cüppesini bıraktılar. Berber, hancının tarağını astığı kula bir öküz kuyruğundan,{60} kocaman bir sakal yaptı. Hancının karısı bütün bunları niçin istediklerini sordu. Rahip ona kısaca Don Quijote!nin çılgınlığını ve o sırada bulunduğu dağlardan onu çıkarmak için kıyafet değişikliği gerektiğini anlattı. Hancıyla karısı, bu delinin, konukları, balsamı yapan adam, altı okka edilen silâhtarın efendisi olduğunu hemen anladılar ve Sancho'nun özenle gizlediği şeyi de saklamadan, Don Quijote oradayken başlarına gelen her şeyi, rahibe anlattılar. Sonuçta, hancının karısı rahibi kusursuz biçimde giydirdi: bir karış eninde siyah kadife şeritlerle, ince, renkli biyelerle süslü, yünlü kumaştan bir eteklik, beyaz satenlerle bezenmiş yeşil kadifeden bir üstlük. Herhalde hepsi Kral Wamba'nın zamanından kalmaydı. Rahip başının kadın tülleriyle örtülmesini istemedi; geceleri yatarken kullandığı pamuk dolgulu takkeyi takıp alnına siyah taftadan bir şerit bağlayarak bir başka şeritle de, sakallarını ve yüzünü güzelce örten bir maske yaptı. Şemsiye vazifesi görebilecek kadar büyük olan şapkasını da kafasına geçirip pelerinine sarındıktan sonra, katırına kadınlar gibi yan oturdu. Berber de kendi katırına bindi; daha önce de dediğimiz gibi kula bir öküzün kuyruğundan yapılan, kızılla kır arası sakalı, beline kadar uzanıyordu.

Herkesle vedalaştılar; zavallı Maritornes de, günahkâr olduğu halde, teşbih çekip dua edeceğine söz verdi; Tanrı, giriştikleri bu zorlu ve Hıristiyanlığa yakışır işte onlara kolaylık versin diye.

Ama handan ayrılır ayrılmaz, rahibin aklına bir şey geldi: O kılığa girmekle kötü etmişti; bir rahibin, çok önemli bir sebeple de olsa, bu şekilde dolaşması ahlâksızca bir şeydi. Bunu berbere söyleyip kıyafet değiştirmelerini rica etti; berberin, yardıma muhtaç bakire kılığına girmesi daha doğru olurdu; kendisi de silâhtar olur, böylece itibarı sarsılmazdı; berber istemezse de, devam etmemeye kararlıydı; Don Quijote'yi şeytan alıp götürse bile.

Bu arada Sancho geldi ve ikisini o kılıkta görünce gülmesini tutamadı. Sonuçta berber rahibin her isteğine uydu, roller değiştirildi; rahip berbere Don Quijote'yi etkilemek, kendisiyle gelip o lüzumsuz kefareti için seçtiği sığınağı bırakmaya zorlamak için, nasıl davranması, neler söylemesi gerektiğini anlattı. Berber, eğitime gerek olmadan da meseleyi gayet iyi halledebileceğini söyledi. Don Quijote'nin olduğu yere yaklaşmadan önce giyinmek istemeyip elbisesini katladı, rahip de sakalını düzeltti ve Sancho Panza önde, yollarına devam ettiler. Sancho onlara dağda karşılaştıkları deliyle başlarından geçenleri anlattı; ne var ki, buldukları bavulu ve içindekileri söylemedi; aptaldı ama, biraz haristi.

Ertesi gün, Sancho'nun, efendisini bıraktığı yeri bulabilmek için dallarla işaret koyduğu yere vardılar; işareti tanıyınca geldiklerini, içerilere oradan girildiğini ve efendisinin kurtuluşu için gerekliyse, giyinebileceklerini söyledi. Çünkü onlar daha önce kendisine, bu kılıklarla gitmelerinin, efendisini seçtiği kötü hayattan kurtarmak için çok önemli olduğunu söylemişler, efendisine kim olduklarını, onları tanıdığını söylememesini sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Efendisi mektubu Dulcinea'ya verip vermediğini sorarsa, ki mutlaka soracaktı, evet diyecek, okuma bilmediği için Dulcinea'nın cevabını sözlü olarak gönderdiğini, Don Quijote'ye, hoşnutsuzluğunun cezası olarak, derhal gelip kendisini görmesini emrettiğini, bu durumun kendisini çok üzdüğünü söyleyecekti. Buna kendi söyleyecekleri de eklenince, berberle rahip onu daha iyi bir hayat sürmeye ikna edeceklerinden emindiler; imparator ya da kral olmak üzere derhal yola düşmesini sağlayacaklardı; başpiskopos olma konusundaysa, endişe edilecek bir şey yoktu.

Sancho bütün söylenenleri dinledi; güzelce ezberledi ve efendisine başpiskopos değil de imparator olmasını öğütleyecekleri için, kendilerine teşekkür etti; çünkü ona kalırsa, silâhtarlarına bağışta bulunmak konusunda, imparatorlar, gezgin başpiskoposlardan daha yetkiliydiler. Ayrıca kendisinin, önden gidip efendisini bulmasının ve sevgilisinin cevabını iletmesinin daha iyi olacağını da söyledi; bu zaten onu olduğu yerden çıkarmaya yeterdi, bu zahmete katlanmalarına gerek yoktu. Sancho Panza'nın dedikleri onların da aklına yattı; böylece, efendisini bulduğu haberini getirmesini beklemeye karar verdiler.

Sancho dağın geçitlerinden birine dalıp onları, küçük, sakin bir derenin aktığı, kayalarla ağaçların gölge ve serinlik verdiği bir geçitte bıraktı. Oraya vardıkları gün, aylardan, oralarda çok şiddetli geçen ağustos ayıydı, sıcak da ağustos sıcağıydı; saat ise öğleden sonra üçtü. Bütün bunlar, bulundukları yeri daha da cazip kılıyor ve Sancho'nun dönüşünü orada beklemeye davet ediyordu kendilerini; onlar da öyle yaptılar.

İkisi sakin sakin gölgede dururlarken kulaklarına, bir âletin eşlik etmediği, tatlı, hoş bir şarkı geldi. Buna epeyce şaşırdılar; çünkü bu kadar güzel şarkı söyleyen birinin bulunabileceği bir yer değildi orası. Her ne kadar ormanlarda, kırlarda, olağanüstü güzel sesli çobanlar olduğu söylenirse de, bunlar gerçekten ziyade, şairlerin mübalâğasıdır. Duydukları şarkının, köylü çobanlara değil, zekî saraylılara ait dizeler olduğunu farkedince, daha da çok şaşırdılar. Aşağıdaki dizeler, düşündüklerini pekiştiriyordu:

Kim küçültür meziyetlerimi?

Aşağılama.

Ya kim artırır acılarımı?

Kıskançlık.

Ya kim sınar benim sabrımı?

Hasret.

Hiçbir çare bulunamaz elbet
böylece ıstırabıma,
öldürüp yokeder beni
umut, aşağılama, kıskançlık ve hasret.

Kim verir bana bu ıstırabı?

Aşk.

Ya kim isyan eder şanıma?

Talih.

Ya kim izin verir bu acıma?

Tanrı.

Korkarım ki ben böyle
öleceğim bu garip hastalıktan,
çünkü aşk, talih ve tanrı
yüceliyor kederimle.

Kim düzeltir talihimi?

Ölüm.

Ya kim erişebilir aşkın iyiliğine?

Değişim.

Ya kim tedavi eder hastalıklarını?

Delilik.

Kazanamaz bir başarı
tutkuyu tedavi etmek isteyen,
ölüm, değişim ve delilikse
eğer tutkunun ilâçları.

Saat, hava, ıssızlık, şarkıyı söyleyenin sesi ve yeteneği, iki dinleyicide hayranlık ve mutluluk uyandırmıştı; başka bir şey duyacaklar mı diye sessizce bekliyorlardı. Ama sessizliğin epey uzun sürdüğünü görünce, bu kadar güzel bir sesle şarkı söyleyen bu müzisyeni arayıp bulmaya karar verdiler. Tam kararlarını uygulamaya geçirecekken, aynı ses onları yerlerinde kıpırtısız bıraktı; bu kez kulaklarına gelen ses,şu soneyi söylüyordu:

SONE

Kutsal dostluk, tanrıların katına çıktın
hafif kanatlarınla uçarak sevinçle,
hayalini bıraktın sen yeryüzüne,
çekildin arasına kutsanmış ruhların,

Orada örtüsünü kaldırdın âdil barışın,
istediğin zaman hemen bir işaretle,
böylece tanrıyı gördük bazen iyi işlerde,
ama sonu yine kötü bitecek barışın.

Ey dostluk, bırak gökyüzünü,
ya da izin verme yalanın dostluk elbiseleri giymesine,
samimî niyetleri yok etmesine,

savaş kaplayacak yakında yeryüzünü,
barbarlar vuracak senin hayaline,
muhtacız sana, in artık yeryüzüne.

Şarkı derin bir iç çekişle bitti; iki dinleyici, başka bir şarkı söyler mi diye dikkatle beklemeye koyuldular tekrar. Ama müziğin hıçkırıklara ve acıklı vahlanmalara dönüştüğünü duyunca, bu kederli, güzel sesli olduğu kadar inlemeleri acıklı kişinin, kim olduğunu öğrenmeye karar verdiler. Fazla gitmemişlerdi ki, bir kayayı dönünce, Sancho Panza'nın, Cardenio'nun hikâyesini anlatırken tarif ettiği boyda, bosta bir adam gördüler. Adam onları görünce ürkmeyip sustu, düşünen bir adam gibi başını önüne eğdi; beklemediği bir anda karşısına çıktıklarında bir kez baktıktan sonra, bir daha başını kaldırıp kendilerine bakmadı.

İyi bir hatip olan rahip, kim olduğunu anladığından ve ıstırabını bildiğinden, yanına gitti ve kısa, ama çok akıllıca konuşarak, bu sefil hayattan vazgeçmesi, oralarda kendini ölüme terk etmemesi için yalvardı, bunun felâketlerin en büyüğü olacağı konusunda onu ikna etmeye çalıştı. Cardenio'nun aklı o sırada tamamen yerindeydi; sık sık kendisini kendi olmaktan çıkaran o çılgınlık buhranından bir iz bile yoktu. Karşısındaki iki kişinin, o ıssız yerlerde hiç rastlanmayan kıyafetlerini görünce epeyce şaşırmıştı, kendi durumundan, bildikleri bir şey gibi sözettiklerini duyunca -rahibin söylediği sözlerden anlamıştı bunu- daha da çok şaşırıp şöyle cevap verdi:

"Beyler, her kimseniz, görüyorum ki, iyilerin, hattâ çoğu kez kötülerin de yardımına koşan Tanrı, ben haketmediğim halde, insanların gelip geçtiği yerlere bu kadar uzak, bu kadar sapa olan burada bile, bu hayatı sürmekle ne kadar mantıksızca yaşadığımı, can alıcı, çeşitli sebepler göstererek gözlerimin önüne seren, buradan ayrılıp daha iyi bir yere gitmem için uğraşan kişiler gönderiyor bana. Ama benim, bu sefaletten çıkınca daha büyüğüne düşeceğimi bildiğimi bilmediğinizden, belki de beni saçma sapan konuşan biri, hattâ, daha da kötüsü, bir deli olarak görüyorsunuzdur. Aklımı tamamen kaybetmem çok da şaşırtıcı olmaz; çünkü ben de farkediyorum, ıstırabımın hayal gücü o kadar yoğun ve beni mahvetmekte o kadar başarılı ki, kendim müdahale edip mani olamadan taş kesiliyor, akıl ve mantıktan mahrum kalıyorum. Bu gerçeği, birileri bana o korkunç buhranın hâkimiyetindeyken yaptığım şeyleri anlatıp delillerini gösterince anlayabiliyorum. Nafile üzülüp boş yere kaderime lânet etmekten, deliliklerim için özür dilemek adına, dinlemeye razı olan herkese sebebini anlatmaktan başka şey yapamıyorum. Aklı başında insanlar, sebebini öğrenince sonuca şaşırmazlar, bir çare bulamasalar da, hiç değilse suçlamazlar, terbiyesizliğime karşı öfkeleri, bahtsızlığıma karşı acımaya dönüşür diye düşünüyorum. Beyler, eğer siz de başkaları gibi aynı niyetle geldiyseniz, mantıklı, ikna edici sözlerinize devam etmeden önce, yalvarırım benim sonsuz bahtsızlıklarımın hikâyesini dinleyin. Belki dinledikten sonra, tesellisi mümkün olmayan bir derde teselli arama zahmetinden vazgeçersiniz."

Zaten derdinin sebebini kendi ağzından duymaktan başka bir şey istemeyen rahiple berber, anlatmasını rica ettiler; çare veya teselli bulmak için, onun istediğinden başka bir şey yapmayacaklarını söylediler. Bunun üzerine kederli asilzade, birkaç gün önce Don Quijote'yle keçi çobanına anlattığı ve hikâyemizde anlatıldığı gibi, Üstat Elisabat yüzünden ve Don Quijote'nin şövalyeliğin onurunu koruma konusunda gösterdiği titizlik sebebiyle yarım kalmış olan acıklı öyküsüne, aşağı yukarı aynı sözler ve olaylarla başladı. Ama bu kez talihi yaver gitti ve delilik buhranı gelmeyip, ona öyküsünü sonuna kadar anlatma fırsatı verdi. Böylece, Don Fernando'nun Galya'lı Amadis kitabının içinde bulduğu mektup olayına geldiğinde, Cardenio mektubun tam olarak ezberinde olduğunu ve şöyle dediğini söyledi:

LUSCINDA'DAN GARDENIO'YA

Her geçen gün, sizde, sizi fazla takdir etmeye beni mecbur eden, zorlayan meziyetler keşfediyorum. Onurumu zedelemeden beni bu borçtan kurtarmak isterseniz, pekala yapabilirsiniz. Sizi tanıyan ve beni seven bir babam var; kendisi, eğer sizin söylediğiniz, benim de inandığım gibi, takdir ediyorsanız, olarak ondan isteyeceğiniz şeyi, zorlamadan kabul edecektir.

"Bu mektup, anlattığım şekilde, Luscinda'yı babasından istemek üzere beni harekete geçirdi ve yine bu mektup, Don Fernando’nun zihninde Luscinda'nın, zamanının en akıllı ve bilge kadınlarından biri olarak yer etmesine sebep oldu. Ben niyetimi gerçekleştirmeden önce, Don Fernando'nun beni mahvetmeye niyetlenmesinin sebebi de bu mektup oldu. Ben Don Fernando'ya, Luscinda'nın babasının, kızını babamın istemesi konusunda ısrar ettiğini, benimse bunu söylemeye cesaret edemediğimi anlattım. Babamın kabul etmeyeceğinden korkuyordum; Luscinda'nın asaletini, iyiliğini, faziletini, güzelliğini ve Ispanya'nın herhangi bir ailesini onurlandıracak kadar meziyeti olduğunu tam olarak bilmediğinden değil; babamın, Dük Ricardo'nun beni ne yapacağını görmeden, bu kadar çabuk evlenmemi istemediğini anladığım için. Sonuç olarak, Don Fernando'ya, meseleyi babama açmaya çekindiğimi söyledim; hem söylediğim sebeple, hem de ne olduğunu bilmediğim, beni ürküten birçok şey yüzünden, isteğimin asla gerçekleşemeyeceği hissine kapılıyordum. Don Fernando bütün bunlara cevap olarak, babamla konuşup onu Luscinda'nın babasıyla konuşmaya ikna etme sorumluluğunu üstleneceğini söyledi. Ah hırslı Marius, ah zalim Catilina, ah vicdansız Sulla, ah yalancı Ganelon, ah hain Vellido, ah kindar Iulianus, ah açgözlü Yahuda! Hain, zalim, kindar, yalancı! Kalbinin sırlarını ve mutluluklarını sana içtenlikle açan bu zavallı, sana hizmette ne kusur etmişti? Sana nasıl zarar verdim? Seni şereflendirecek, sana yarar sağlayacak sözlerin ve nasihatlerin dışında ne söyledim sana? Ama zavallı ben, niye yakınıyorum? Yıldızların akışı, felâketleri yukarıdan aşağıya, hiddetle, şiddetle yağdırdığında yeryüzünde hiçbir kuvvet onları durduramaz, hiçbir insan engellemeyi beceremez. Ünlü ve zekî bir asilzade olan, hizmetlerime müteşekkir ve aşk konusunda her isteğini elde etmeye muktedir Don Fernando'nun, tamah edip de, benim henüz sahip bile olmadığım, deyim yerindeyse tek koyunumu elimden alacağı, kimin aklına gelirdi ki?

Ama bu faydasız, nafile düşünceleri şimdi bir yana bırakıp talihsiz hikâyemin kopuk zincirini birleştirelim. Don Fernando, sahtekârca, kötücül düşüncelerini uygulamaya geçirmesinde, benim varlığımın sakıncalı olacağını düşünerek, beni ağabeyine göndermeye karar verdi. Bahanesi de, kasten, sırf benim ortadan kaybolmam için (kötü niyetini başarıyla uygulayabilsin diye), babamla konuşmayı teklif ettiği gün satın aldığı altı atın bedeli olan parayı, ağabeyimden alıp getirmemdi. Ben ihaneti önleyebildim mi? Hattâ hayal edebildim mi? Kesinlikle hayır; aksine, yapılan bu iyi alışverişten memnun, hemen yola çıkmayı teklif ettim. O gece Luscinda'yla konuştum; Don Fernando'yla kararlaştırdığımız şeyi anlattım ve temiz, haklı isteklerimizin gerçekleşeceği konusunda temin ettim onu. O da, benim gibi Don Fernando'nun ihanetine ihtimal vermeyerek, çabuk dönmemi, benim babam onunkiyle konuşur konuşmaz, isteklerimizin gerçekleşeceğine inandığını söyledi. Neden bilmem, bu son sözleri söylerken, gözleri yaşlarla doldu, boğazına bir yumruk tıkanmışçasına, bana, söylemek istediği daha çok şey varmış gibi geldiği halde, başka bir şey söyleyemedi. Daha önce kendisinde hiç görmediğim bu yeni hale şaşırdım; çünkü iyi talihimizin ve benim çabalarımın sonucunda ne zaman görüşsek, hep neşeyle, mutlulukla konuşurduk; konuşmalarımıza asla gözyaşları, iç çekişler, kıskançlıklar, şüpheler, korkular karışmazdı. Ben, Tanrı sevgili olarak bana onu bağışladığı için, hep talihime şükrederdim; güzelliğini över, faziletine, zekâsına hayran olurdum. O da bana, bunların iki katıyla karşılık verir, bana olan aşkıyla, bende övgüye değer bulduğu şeyleri överdi. Bu arada birbirimize çocukça şeyler, komşularımızla, tanıdıklarımızla ilgili olaylar anlatırdık; benim cesaretimin gidebildiği en aşırı nokta, onun güzel, beyaz ellerinden birini zorla elime alıp bizi ayıran alçak çitin dar aralıklarının izin verdiği ölçüde, dudaklarıma götürmekti. Ama benim hazin ayrılışımdan önceki gece, Luscinda ağladı, inledi, iç çekti, gitti ve beni karmakarışık duygularla, korkularla başbaşa bıraktı; Luscinda'da böyle alışılmadık ve kederli ıstırap ve duygu belirtileri görmek, beni ürkütmüştü. Ama ben umudumu kırmak istemeyerek, hepsini, bana olan aşkının gücüne ve birbirlerini sevenlerde, ayrılığın yarattığı acıya yordum. Sonunda, kederli ve düşünceli bir halde, kalbim vehim ve şüphelerle dolu, neye vehmettiğimi, neden şüphelendiğimi bilmeden, yola çıktım; beni bekleyen hazin olayın ve kara talihin açık göstergeleriydi bunlar. Gönderildiğim yere gittim; mektupları Don Fernando'nun ağabeyine verdim; iyi karşılandım, ama iyi uğurlanmadım. Hiç istemediğim halde, sekiz gün beklememi emretti bana, üstelik de babasının, dükün beni görmeyeceği bir yerde; çünkü kardeşi, babasından habersiz para göndermesini istemişti. Bunların hepsi, sahtekâr Don Fernando'nun uydurmasıydı, ağabeyinin beni hemen gönderebilecek parası vardı aslında. Bu emre itaat etmemek istedim; bu kadar zaman boyunca Luscinda'dan ayrı yaşamak bana imkânsız gibi geliyordu; özellikle de, onu anlattığım gibi, kederli bıraktığım için. Ama her şeye rağmen, sağlığım pahasına olacağını bildiğim halde, iyi bir hizmetkâr olarak itaat ettim. Oraya vardığımın dördüncü günü, bir adam, elinde bir mektupla gelip beni sordu, mektubu verdi. Üstündeki yazıdan, mektubun Luscinda'dan geldiğini anladım, onun yazısıydı. Mektubu korkuyla, irkilerek açtım; ben varken bile ender olarak mektup yazdığına göre, yokken yazması için çok önemli bir sebep olmalıydı. Okumadan önce, adama mektubu ona kimin verdiğini ve ne kadar sürede geldiğini sordum. Öğle saati tesadüfen şehrin sokaklarından birinden geçerken, çok güzel bir hanımın kendisine seslendiğini ve gözleri yaşlarla dolu, alelacele şöyle dediğini söyledi: 'Kardeş, eğer göründüğünüz gibi Hıristiyan biriyseniz, Tanrı aşkına, yalvarırım, bu mektubu hemen üstünde yazılı yere ve kişiye götürün, kolaylıkla bulursunuz; böylelikle yüce Tanrı'ya hizmet etmiş olacaksınız. Bunu yapmakta zorlanmamak için de, şu mendilin içindekileri alın.' 'Bunları söyledikten sonra, pencereden, düğümlenmiş bir mendil attı, içinde size verdiğim mektupla birlikte, yüz riyal ve bu elimdeki altın yüzük vardı. Sonra, benden cevap beklemeden, pencereden çekildi; ama önce, benim mektupla mendili aldığımı gördü, ben de işaretlerle, dediklerini yapacağımı anlattım. Bunun üzerine, mektubu size getirmek için katlanacağım zahmetin karşılığını bol bol aldığımı görünce, mektubun üstündeki yazıdan da size gönderildiğini anlayınca, (çünkü sizi gayet iyi tanıyorum efendim), o güzel hanımın gözyaşlarından da etkilenerek, güvenip başka biriyle göndermemeye, kendim getirip size ulaştırmaya karar verdim. Bildiğiniz gibi on sekiz fersah olan yolu, mektup bana verildiğinden beri geçen on altı saatlik sürede aldım.'"

"Minnettar yeni ulak bana bunları anlatırken, ben sözlerini yutarcasına, bacaklarım titreyerek, ayakta zor durarak dinliyordum. Nihayet mektubu açtım ve şu sözleri okudum:

Don Fernando, babamla konuşması için babanızla konuşacağına dair verdiği sözü, sizin yararınızdan çok kendi keyfine uygun şekilde yerine getirdi. Şunu bilin ki efendim, beni kendisine istedi, babam da, Don Fernando 'yu sizden üstün bulup bundan etkilenerek razı oldu. Üstelik öyle bir hevesle ki, düğün iki gün sonra, gizlice, çok az kişiyle, sadece Tanrı’nın ve aileden birkaç kişinin şahit olacağı şekilde yapılacak. Benim ne halde olduğumu siz tahmin edin; isterseniz gelin görün; sizi sevip sevmediğimi bu olayın gidişatı gösterecektir. Benim elim, verdiği sözü böyle tutan kişinin eliyle birleşmeden, bu mektup sizin elinize geçsin diye, Tanrı 'ya dua ediyorum.

"İşte mektupta yazılan, herhangi bir cevap veya para beklemeden, hemen yola koyulmama sebep olan sözler, özetle bunlardı. Don Fernando'nun beni ağabeyine göndermesinin sebebinin, atların alımı değil, kendi isteğinin alımı olduğunu açıkça anlamıştım. Don Fernando'ya karşı kızgınlığım ve bunca yıldır sevgimle, bağlılığımla kazandığım aşkı kaybetme korkusu, beni kanatlandırdı ve uçarcasına gidip ertesi gün, Luscinda'yla konuşmaya uygun bir saatte köyüme vardım. Köye gizlice girip katırımı, mektubu bana getiren iyi yürekli adamın evine bıraktım. Talihim o kadar yaver gitti ki, Luscinda'yı, aşkımızın şahidi olan çitin orada buldum. Luscinda beni hemen tanıdı, ben de onu; ama ne o beni tanıması gerektiği gibi, ne ben onu. Bu dünyada, bir kadının karışık düşüncelerini, değişken mizacını anlayıp çözebildiğim iddia edebilecek kimse var mıdır? Kesinlikle yoktur. Her neyse, Luscinda beni görür görmez dedi ki: 'Cardenio, düğün kıyafetim üzerimde; hain Don Fernando'yla açgözlü babam, diğer şahitlerle birlikte salonda beni bekliyorlar; ama düğünüme şahit olacaklarına ölümüme şahit olsunlar, daha iyi. Üzülme dostum; bu kurban töreninde hazır bulunmaya çalış. Bu töreni sözlerimle engelleyemezsem, daha kararlı güçleri de engelleyebilecek gizli hançerim hayatıma son verecek ve sana olan aşkımı anlamanı sağlayacak.’ Büyük bir telâşla, aceleyle, cevap verme fırsatı bulamamaktan korkarak, dedim ki: 'Sevgilim, davranışın sözlerini hakikat kılsın; sen kendini ispat etmek üzere hançer taşıyorsan, ben de seni savunmak veya kader bize karşı gelirse, kendimi öldürmek üzere, kılıç taşıyorum.' Bu sözlerimin hepsini duyabildiğini sanmıyorum; çünkü aceleyle kendisini çağırdıklarını işittim, nişanlısı onu bekliyordu. Böylece kederimin gecesi çöktü, neşemin güneşi battı; gözlerimde fer, zihnimde düşünce kalmadı. Evine giremiyor, herhangi bir yere kıpırdayamıyordum; ama o durumda olabilecek şeyler karşısında, benim varlığımın ne kadar önem taşıdığını düşünerek, elimden geldiğince cesaretimi toplayıp evine girdim. Hem evin her köşesini gayet iyi bildiğimden, hem de gizliden gizliye süren kargaşa yüzünden, kimse beni farketmedi. Böylece, kimseye görünmeden, salondaki bir pencere boşluğuna yerleşme imkânı buldum; boşluğu kapatan iki halının kıvrımları arasından, kimse tarafından görünmeden, salonda olup biten her şeyi görebiliyordum. Orada kaldığım süre boyunca, kalbimin nasıl yerinden hopladığını, aklıma gelenleri, yürüttüğüm fikirleri kim anlatabilir? Öyle çok ve çeşitliydiler ki, ne anlatılabilirler, ne de anlatılmaları doğru olur. Damadın, salona gündelik kıyafetleriyle girmiş olduğunu bilmeniz yeterli. Sağdıcı, Luscinda'nın bir kuzeniydi ve koca salonda, evin hizmetkârlarından başka, aileden olmayan tek kişi yoktu. Kısa bir süre sonra, bir giyinme odasından, yanında annesi ve iki nedimesiyle, Luscinda çıktı; asaletine ve güzelliğine yaraşır şekilde giyinip süslenmişti, saray zarafetinin ve ihtişamının mükemmel bir örneğiydi. Gerginliğim ve şaşkınlığım yüzünden, kıyafetinin ayrıntılarına bakıp inceleyemedim; sadece kırmızı ve beyaz renklerde olduğunu, bir de saçlarındaki, elbisesindeki taşların, mücevherlerin yansımalarını farkedebildim; her şeyden çok dikkati çeken, sarı saçlarının olağanüstü güzelliğiydi; öyle ki, kıymetli taşların ve salondaki dört avizenin ışıltıları, onun güzelliğinin yanında sönük kalıyordı. Ah hafıza, huzurumun can düşmanı! Şu anda, taptığım düşmanımın rakipsiz güzelliğini zihnimde canlandırmanın bana ne faydası var? Zalim hâfıza, o sırada yaptıklarını hatırlatman, canlandırman, daha iyi olmaz mıydı? Bu kadar açık bir hakaret karşısında, intikam almaya değilse bile, hayatımı sona erdirmeye çalışırdım o zaman. Hikâyemi anlatırken yaptığım bu sapmalar sizi sıkmasın beyler; benim derdim, kısaca, bir çırpıda anlatılamaz, anlatılmamak; çünkü derdimin her ayrıntısı, uzun bir söyleve lâyık bence."

Rahip buna cevaben, dinlemekten sıkılmadıkları gibi, anlattığı her ayrıntıdan zevk aldıklarını, her bir ayrıntının, atlanmayıp hikâyenin ana hatları kadar önemsenmeye lâyık olduğunu söyledi.

"Herkes salonda toplandıktan sonra," diye devam etti Cardenio, "köyün papazı içeri girdi ve törenin gereğini yerine getirmek üzere, ikisini ellerinden tuttu. 'Senora Luscinda, burada hazır bulunan Senor Don Fernando'yu, Kutsal Kilise'nin emrettiği şekilde, meşru kocanız olarak kabul ediyor musunuz?' dediğinde, ben boynumu uzatıp kafamı halıların arasından çıkartarak kulak kesildim, kalbim çarparak, Luscinda'nın cevabını beklemeye koyuldum. Vereceği cevap ya ölüm fermanım olacaktı, ya da hayatımın bağışlanması. Ah, keşke o anda cesaret edip ortaya çıksaydım, var gücümle haykırsaydım: 'Ah Luscinda, Luscinda! Ne yapacağına dikkat et, bana olan borcunu düşün! Sen benimsin, başkasının olamazsın! Haberin olsun, senin evet demenle, benim hayatımın noktalanması aynı anda olup bitecektir. Ey hain Don Fernando, mutluluğumun hırsızı, hayatımın katili! Ne istiyorsun? Niyetin nedir? İstediğin amaca bir Hıristiyan'a yakışır şekilde ulaşamazsın, bunu unutma; çünkü Luscinda benim karıntıdır, ben de onun kocası!' diye. Ah ben ne aptalım! Şimdi burada, tehlikeden uzakta, yapmadığım şeyi yapmam gerektiğini söylüyorum! Değerli servetimin çalınmasına izin verdikten sonra, hırsıza lânet okuyorum; şimdi yakındığım şiddetle o sırada harekete geçseydim, intikamımı alabilirdim! Kısacası, o sırada korkaklık, sersemlik ettiğime göre, şimdi utanç içinde, pişman ve deli olarak ölmem yerinde olur. Rahip Luscinda'nın cevabını bekliyordu; Luscinda cevap vermekte epey gecikti; ben onun kendini kanıtlamak için hançerini çıkarmasını ya da benim lehime bir gerçeği veya itirazı haykırmasını beklerken, baygın, kısık bir sesle, 'Evet, kabul ediyorum,' dediğini duydum. Don Fernando da aynı cevabı verip yüzüğü takınca, ikisi çözülmez bir bağla birleşmiş oldular. Damat karısını kucaklamak üzere yaklaştığında, Luscinda elini kalbinin üzerine koyup annesinin kollarında bayıldı kaldı. Geriye anlatılacak tek şey kalıyor; o da, o duyduğum evet'te, umutlarımın boşa çıkarılışını, Luscinda'nın sözlerinin, vaatlerinin yalan olduğunu, o anda kaybettiğim şeyi hiçbir zaman geri alamayacağımı gördüğümde, ne hale geldiğim. Çaresiz kaldım, sanki Tanrı beni tamamen terk etmiş, beni yaşatan toprağa düşman kılmıştı; iç çekişlerim için havayı, gözlerimi yaşlandıracak suyu bile esirgiyordu benden. Sadece ateş arttı, her şey öfke ve kıskançlıkla alev almış gibiydi. Luscinda’nın bayılması herkesi telâşa düşürdü; annesi hava alabilsin diye göğsünü çözdüğünde, ortaya katlanmış bir kâğıt çıktı; Don Fernando hemen kâğıdı alıp avizelerden birinin ışığında okumaya koyuldu; bitirince, bir sandalyeye çöktü ve düşüncelere dalmış bir adam gibi, yüzünü eline dayayıp oturdu; karısının ayılması için gösterilen çabalara katılmadı. Bütün ev telâşa boğulduğundan, ben görülsem de, görülmesem de, olduğum yerden çıkmayı göze aldım. Görürlerse, karar vermiştim, öyle bir çılgınlık yapacaktım ki, sahtekâr Don Fernando'nun bana verdiği cezanın ve hattâ baygın hainin dönekliğinin, içimde haklı olarak yarattığı öfkeyi herkes anlayacaktı. Ama talihim beni daha büyük dertlere lâyık görmüş olacak ki (daha büyük bir dert olabilirse), şimdi olmayan aklımın, o anda fazlasıyla hâkim olmasını emretti; böylece, o anda beni akıllarından bile geçirmeyen can düşmanlarımdan kolayca intikam alabilecekken, bunu yapmayıp intikamı kendimden almak, onların hakettiği cezayı kendime vermek istedim.

Belki de onları hemen öldürsem, kendime uyguladığım ceza kadar ağır bir ceza olmazdı; çünkü anî gelen ölümün acısı kısa sürer; oysa işkencelerle geciktirilen ölüm, hayata son vermeden öldürür. Neyse, o evden çıkıp katırı bırakmış olduğum eve gittim; katırı eyerlettim ve adamla vedalaşmadan, tıpkı Lût Peygamber gibi dönüp arkama bakmaya cesaret edemeyerek, şehirden ayrıldım. Kırlarda tek başıma kalınca, akşam karanlığı beni sarıp, yakınmaya davet ettiğinde, işitilme, tanınma korkusu, kaygısı duymadan, haykıra haykıra Luscinda'ya ve Don Fernando'ya lânetler yağdırdım; sanki bu şekilde, bana yaptıkları kötülüğün intikamını alabilecekmişim gibi. Luscinda'ya zalim, nankör, riyakâr, hain, özellikle de açgözlü diyordum; çünkü düşmanımın zenginliği aşkını köreltmiş, onu benden alıp, talihin daha cömert davrandığı bir başkasına vermişti. Bu lânetlerin, sitemlerin en şiddetli anında onu affediveriyordum; onun gibi ailesine itaat etmeye alışık, kapalı yetiştirilmiş bir genç kızın, ailesinin isteğine razı olması şaşılacak bir şey değil diyordum; koca olarak öyle soylu, öyle zengin ve öyle kibar bir adam teklif ediyorlardı ki, kabul etmese, ya deli olduğu düşünülecekti, ya da başkasını sevdiği; bu da onun iffetli şöhretini lekeleyecek bir şeydi. Sonra tekrar diyordum ki kendi kendime, koca olarak beni seçtiğini söylese, o kadar kötü bir seçim yapmamış olduğunu görüp affederlerdi; çünkü Don Fernando'nun teklifinden önce, kendileri de kızlarına koca olarak, benden iyisini isteyemezlerdi; isteklerinde ölçülü oldukları sürece. Evlilik bağını zorla kabul etmeden önce, pekala benimle evlenmeye söz verdiğini söyleyebilir, ben o zaman ortaya çıkıp istediği her şeyi doğrulardım, diye düşünüyordum. Sonunda, aşkının ve aklının kıtlığıyla hırsının ve büyüklük arzusunun fazlalığının, ona verdiği sözleri unutturduğuna, beni bu vaatlerle kandırdığına, umutlarımı, dürüst arzularımı boş yere beslediğine karar verdim. Böyle haykırarak ve bu huzursuzlukla, gecenin geri kalan bölümünde yoluma devam ettim, şafakla birlikte, bu dağlardaki geçitlerden birine vardım. Üç gün boyunca, yolu, patikası olmayan bu dağlarda dolaştım; sonunda, dağın ne tarafına düştüğünü bilmediğim bir çayırlığa geldim; orada çobanlara, bu dağların en geçit vermez yeri neresidir diye sordum. Burayı söylediler. Derhal buraya doğru geldim; niyetim burada hayatıma son vermekti. Gelirken, katırım yorgunluktan ve açlıktan düşüp öldü; aslında daha çok, benim gibi lüzumsuz bir yükten kurtulmak için gibi geliyor bana. Ben yaya kaldım; tabiata yenik düşmüştüm; açlıktan ölüyordum; yardım edecek kimse yoktu; aramayı düşünmedim bile. O halde, ne kadar süre yere uzanmış kaldığımı bilmiyorum; kalktığımda aç değildim, yanımda keçi çobanları vardı. İhtiyaçlarımı herhalde onlar karşılamıştı; beni nasıl bulduklarını anlattılar; öyle abuk sabuk konuşuyor, saçmalıyormuşum ki, aklımı kaybettiğim açıkça belli oluyormuş. O zamandan beri de aklımın sağlam olmadığını hissediyorum; o kadar cılız, zayıf ki, binlerce çılgınlık yapıyorum, giysilerimi yırtıp bu ıssız dağlarda haykırıyor, talihime lanetler yağdırıyor, sevgili düşmanımın adını boş yere tekrarlıyorum; böyle anlarda haykırarak ölmekten başka şey düşünmüyor, istemiyorum. Kendime geldiğimde öyle yorgun ve halsiz oluyorum ki, yerimden zor kıpırdıyorum. Genellikle uyuduğum yer, bu sefil vücudumu barındırabilen bir mantar meşesi oyuğu. Bu dağlardaki çobanlar bana acıyıp besliyorlar beni; geçebileceğim yollara, kayalara, bulurum diye yemek bırakıyorlar. Böylece, o sırada aklım başımda olmasa bile, tabii ihtiyacımla, besini tanıyorum ve içimde ona karşı iştah ve yeme isteği uyanıyor. Bazen de, çobanlar beni aklım başımda bulduklarında diyorlar ki, köyden ağıla giden çobanların yoluna çıkıp, kendileri isteyerek verseler bile, yanlarındaki yiyecekleri zorla alıyormuşum. İşte sefil hayatımı böyle sürdürüyorum; Tanrı hayatıma son verinceye veya Luscinda'nın güzelliğiyle ihanetini, Don Fernando'nun kötülüğünü hatırlamayayım diye hâfızamı durduruncaya kadar. Eğer canımı almadan bunu yaparsa, düşüncelerimi daha iyi bir yöne çevireceğim; aksi takdirde, sonsuz merhametini ruhumdan esirgememesi için dua etmekten başka yapılacak bir şey yok; çünkü ben, bedenimi kendi isteğimle getirdiğim bu dağlardan kurtarmak için, kendimde yeterli gücü ve cesareti bulamıyorum. İşte beyler, kara bahtımın acı hikâyesi. Söyleyin, bende gördüğünüz duygulardan daha azıyla anlatılabilir mi bu öykü? Mantığınızın size benim için göstereceği çareleri sayıp beni ikna etme, nasihat etme zahmetine de katlanmayın; çünkü ilâcı almak istemeyen hastaya, ünlü bir doktorun yazdığı reçetenin ne kadari faydası olursa, bana da o kadar faydası olur. Luscinda'sız sağlığı istemiyorum ben; madem o, benimken, benim olması gerekirken, başkasının olmayı tercih etti, ben de talihli olabilecekken, bahtsız olmayı tercih ediyorum. O dönekliğiyle benim mahvımı sabitleştirmek istedi; ben mahvolmaya çalışarak onun arzusunu yerine getirmek isteyeceğim. Diğer bahtsızların, fazlasıyla sahip oldukları şeyden bir tek benim mahrum oluşum, gelecek kuşaklara örnek olacak; onlar için teselli bulmanın imkânsızlığı teselliyken, benim için daha büyük kederlerin ve dertlerin kaynağıdır, çünkü ölümle bile sona ermeyeceklerini düşünüyorum."

Cardenio böylece uzun konuşmasını, talihsiz aşk hikâyesini noktaladı. Tam rahip birkaç teselli sözü etmeye hazırlanırken, kulağına gelen bir ses onu durdurdu; acıklı sesin söyledikleri, bu hikâyenin dördüncü kısmında anlatılacaktır; bilgili ve ölçülü tarihçi Seyyid Hâmid Badincani üçüncü kısma bu noktada son vermiştir.