YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - Don Quijote'nin Morena Dağlarında başına gelenlere, yani bu gerçek öyküde anlatılan serüvenlerin en gariplerinden birine dair

Kendini böyle kötü bir durumda bulan Don Quijote, silâhtarına dedi ki:

"Hep söylerler Sancho, alçaklara iyilik etmek, denize su dökmek gibidir. Bana söylediklerine kulak verseydim, bu belâ başıma gelmeyecekti. Ama oldu bir kere; sabredip bundan sonrası için ders alacağız."

"Ben ne kadar Türk'sem, siz de o kadar ders alırsınız," diye cevap verdi Sancho. "Ama madem bana kulak verseniz bu belâ başımıza gelmezdi diyorsunuz, şimdi kulak verin söyleyeceklerime de, daha büyük bir belâ gelmesin başımıza. Şunu söylemek istiyorum ki, Santa Hermandad'a şövalyelik sökmez; dünyanın bütün gezgin şövalyeleri gelse, onların umurunda olmaz. Şunu bilin ki, okların{54} vızıltısını duyar gibi oluyorum."

"Sen doğuştan korkaksın Sancho," dedi Don Quijote. "Ama inatçı olduğumu ve hiçbir zaman senin tavsiyene uymadığımı söyleme diye, bu sefer nasihatini tutup bu kadar korktuğun gazaptan uzaklaşmak istiyorum. Yalnız bir şartım var: Asla, ne diriyken, ne de Ölüyken, benim bu tehlikeden, senin ricanı yerine getirmek için değil, korkudan kaçtığımı, geri çekildiğimi söylemeyeceksin. Aksi takdirde, yalan söylemiş olursun; şimdiden sonsuza kadar yalanlıyorum; bunu her düşündüğünde ya da söylediğinde, yalan söylemiş olursun. Şimdi başka bir şey söyleme bana; çünkü sırf bir tehlikeden, özellikle de belli belirsiz bir korku gölgesi barındıran bu tehlikeden kaçtığımı, geri çekildiğimi düşünmek bile, kalma isteği veriyor bana. Kalıp tek başıma, yalnız senin korktuğun Santa Hermandad'ı değil, İsrail'in on iki kavminin kardeşlerini de, yedi Makabi'leri de, Kastor ve Polluks'u da, hattâ dünyadaki bütün kardeşleri ve kardeşlikleri{55} de beklemek geliyor içimden."

"Saygıdeğer efendim," dedi Sancho, "tehlike umudu aşınca, geri çekilmek kaçmak sayılmaz, beklemek de akıllılık olmaz. Yarını beklemek ve her serüvene bugünden atılmamak ise, bilgelerin işidir. Şunu bilin ki, ben kaba bir köylü olduğum halde, aklıselim denen şeyden biraz payımı aldım; kısacası, nasihatimi tuttuğunuza pişman olmayın, Rocinante'ye binin -becerebilirseniz, yoksa ben size yardım ederim-  ve beni izleyin. Sağduyum, şu anda ellerimizden çok ayaklarımıza ihtiyacımız olduğunu söylüyor."

Don Quijote daha fazla konuşmadan atına bindi; Sancho eşeğinin üstünde önde, o arkada, hemen yanıbaşlarında bulunan Morena Dağlarının bir tepesine yöneldiler. Sancho'nun niyeti, dağ sırasını aşıp Viso'ya ya da Almodovar del Campo'ya çıkmak ve Hermandad peşlerine düşecek olursa, bulunmamak için birkaç gün o ıssız yerlerde gizlenmekti. Bunun için kendisine cesaret veren şey, eşeğinin üstündeki azığın, mahkûmlarla çarpışmadan kurtulabilmiş olmasıydı, mahkûmların ne kadar çok şeyi alıp götürdükleri düşünülecek olursa, bunu mucize sayıyordu.{56}

Don Quijote dağların arasına girer girmez yüreği şenlendi; buraları, aradığı serüvenlere uygun gibi gelmişti kendisine. Buna benzer ıssız, vahşî yerlerde gezgin şövalyelerin başına gelen harikulade olaylar hatırına geliyordu. Bu düşüncelere öylesine dalmış, kendinden geçmişti ki, başka düşünce yoktu kafasında. Sancho'nun da tek derdi -emin bir yerde olduklarına kanaat getirdikten sonra- rahiplerin yağmasından artakalanlarla karnını doyurmaktı. Eşeğine kadınlar gibi yanlamasına binmiş, efendisinin ardından gidiyor, çuvaldan çıkardığını midesine atıyordu. Bu şekilde yol alırken bir serüven daha bulmak, onun umurunda bile değildi.

Bu arada, başını kaldırdı ve efendisinin durmuş, kargısının ucuyla, yere düşmüş olan bir nesneyi kaldırmaya çalıştığını gördü. Gerekirse yardım edebilmek için aceleyle yanına gitti. Tam yetiştiği sırada, efendisi kargının ucuyla, bir çıkın ve ona bağlı bir bavulu kaldırmaktaydı; ikisi de yarı yarıya, hattâ tamamen çürümüş, parçalanmıştı. Ama o kadar ağırdı ki, Sancho'nun inip alması gerekti; efendisi bavulun içinde ne olduğuna bakmasını söyledi.

Sancho bu işi hızla yaptı; bavul zincirli ve kilitli olduğu halde, yırtığından, söküğünden, içindekileri gördü. Bunlar, ince Hollanda bezinden dört gömlek ve temiz oldukları kadar zarif, başka çamaşırlardı; bir mendilin içinde de epeyce miktarda altın buldu ve bunları görür görmez dedi ki:

"Tanrı'ya şükürler olsun, faydalı bir serüven çıkardı karşımıza."

Biraz daha arayıp çok süslü bir not defteri buldu. Bunu Don Qui- jote istedi; parayı kendisine saklamasını söyledi. Sancho bu iyiliği için ellerini öpüp bavuldaki çamaşırları boşaltarak erzak çuvalına doldurdu. Bütün bunları gören Don Quijote dedi ki:

"Bana öyle geliyor ki Sancho -başka türlü olması da mümkün değil- yolunu şaşıran bir yolcu, bu dağlardan geçerken, hırsızların saldırısına uğramış; adamı öldürüp bu gizli saklı yere getirerek gömmüş olmalılar."

"Bu imkânsız," dedi Sancho. "Çünkü hırsız olsalar, bu parayı burada bırakmazlardı."

"Doğru söylüyorsun," dedi Don Quijote. "Bu durumda, ne olabileceğini kestiremiyorum, tahmin edemiyorum. Ama dur, bakalım bu defterde iz sürebileceğimiz, merak ettiğimiz şeyi öğrenebileceğimiz bir şey yazılı mı?"

Defteri açtı ve ilk bulduğu, çok güzel bir yazıyla kaleme alındığı halde, müsvedde gibi görünen bir sone oldu. Sancho da duysun diye yüksek sesle soneyi okudu:

Aşk ya cahil, hiçbir şey bilmiyor,
ya da fazlasıyla merhametsiz olmalı,
ya da öyle az buluyor ki acımı
beni daha kötüsüne mahkûm ediyor.

Eğer tanrıysa Aşk, o zaman her şeyi biliyor
ve yaptığı gaddarlığın bir sebebi olmalı.

Öyleyse kimin işi bu, madem biliyor aşka taptığımı,

bu korkunç acı beni neden eziyor?

Senin yüzünden demek doğru değil, Fili,
çünkü sığmaz bu kadar kötülük senin iyi yüreğine,
hayır bu felâket emri gelmiyor Tanrı'dan.

Bir mucize beklemiyorum, bu galiba en iyisi,
çünkü ilâç bulunmaz sebebi bilinmeyene,
yakında öleceğim herhalde bu hastalıktan.

 

"Bu şiirden bir şey öğrenemeyiz," dedi Sancho. "Ama o ipliği çekince yumak çözülürse, o başka."

"Hangi ipliği?" dedi Don Quijote.

"İplik dediniz gibi geldi biraz önce," dedi Sancho.

"Hayır, Fili dedim," diye cevap verdi Don Quijote. "O da herhalde, bu soneyi yazanın yakındığı hanımın adı. Gerçekten de iyi bir şair, ya da ben sanattan anlamıyorum."

"Zat-ı âliniz şiirden de mi anlıyorsunuz yani?" dedi Sancho.

"Hem de sandığından fazla," diye cevap verdi Don Quijote. "Sevgili Dulcinea del Toboso'ma, baştan aşağı manzum yazılmış mektubumu götürdüğünde, göreceksin. Şunu bilmeni isterim ki Sancho, geçmiş çağdaki gezgin şövalyelerin hepsi ya da çoğu, büyük şair ve müzisyendiler. Bu iki yetenek, daha doğrusu Tanrı lütfü, âşık şövalyelerin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak, eski şövalyelerin dizelerinde ustalıktan çok ruh olduğu da doğrudur."

"Biraz daha okuyun efendim," dedi Sancho, "merakımızı giderecek bir şey bulalım."

Don Quijote sayfayı çevirip dedi ki:

"Bu düzyazı, mektuba benziyor."

"Sıradan mektup mu efendim?" diye sordu Sancho.

"Başlangıcı aşk mektubuna benziyor," diye cevap verdi Don Quijote.

"Öyleyse yüksek sesle okuyun efendim," dedi Sancho. "Ben bu aşk meselelerine bayılırım."

"Memnuniyetle," dedi Don Quijote.

Sancho'nun ricasına uyarak, yüksek sesle okumaya başladı:

Yalan yere verdiğin söz ve benim talihsizliğim, beni öyle bir yere götürüyor ki, yakınmalarımdan önce ölüm haberim gelecek kulağına. Nankör! Benden daha değerli değil, daha varlıklı biri uğruna, beni reddettin; oysa fazilet, değer verilen bir varlık olsa, ne başkalarının talihini kıskanır; ne kendi talihsizliğime ağlardım. Güzelliğinin yücelttiği şeyi, yaptıkların yerle bir etti; birincisinden melek olduğunu anladım, ikincisinden kadın olduğunu anlıyorum. İçimdeki savaşın sebebi, sen barış içinde yaşa; Tanrı 'dan dilerim ki, kocanın ihanetleri hep gizli kalsın; hem sen yaptığına pişman olma, hem de ben istemediğim bir intikamı almayayım.

Don Quijote mektubu bitirdikten sonra dedi ki:

"Bundan da, şiirden olduğu gibi, yazanın reddedilen bir âşık olduğundan başka bir şeyi çıkarmak mümkün değil.”

Ve bu şekilde, defterin hemen bütün sayfalarını çevirerek, başka şiirler ve mektuplar buldu; kimini okuyabildi, kimini okuyamadı. Ama hepsinde, yakınmalar, sitemler, şüpheler, özlemler, üzüntüler, lütuflar, küçümsemeler vardı; bazıları kutlanıyor, bazılarının yası tutuluyordu.

Don Quijote defteri tararken, Sancho da bavulu tarıyordu; bavulda da, çıkında da aramadığı, didiklemediği, kurcalamadığı köşe, sökmediği dikiş, tiftmediği bir tutam yün kalmamıştı. Dikkatsizlik veya tembellik yüzünden bir şey kalsın istemiyordu; bulduğu yüzü aşkın altın, onda böyle bir açgözlülük yaratmıştı. Daha önce bulduklarından başka bir şey bulamamakla birlikte, efendisinin hizmetindeyken maruz kaldığı altı okkayı, iksirin kusulmasını, sopaların hayır duasını, katırcının yumruklarını, heybelerin çalınmasını, ceketinin aşırılmasını, bütün açlık, susuzluk ve yorgunlukları, telâfi edilmiş saydı. Bulunanların kendisine verilmesi lütfuyla, hepsinin karşılığını fazlasıyla aldığını düşünüyordu.

Mahzun Yüzlü Şövalye, bavulun sahibinin kim olduğunu çok merak ediyor, soneyle mektuptan, altın paralarla güzel gömleklerden, soylu bir âşık olduğunu tahmin ediyordu. Sevdiğinin aşağılamaları ve kötü muamelesi, onu umutsuzca bir sona şevketmiş olmalıydı. Ama o kimselerin yaşamadığı, sarp yerlerde bilgi alabileceği hiç kimse olmadığından, yoluna devam etmekle ilgilendi. Rocinante'nin keyfinin istediği yoldan başkasını seçmedi (at zaten yürüyebileceği yolları seçiyordu); hayalinde hep, o çalılıklarda mutlaka karşısına tuhaf bir serüven çıkacağı vardı.

İşte bu düşüncelerle yol alırken, tam karşısında dikilen bir tepeciğin üstünde, bir adamın kayadan kayaya, çalıdan çalıya, garip bir çeviklikle atlamakta olduğunu gördü. Seçebildiği kadarıyla çıplaktı; sık siyah bir sakalı, gür, darmadağınık saçları vardı; yalınayaktı, bacakları da çıplaktı. Uyluklarını örten pantolon, pas rengi kadifeden gibi görünüyordu, ama o kadar paramparçaydı ki, çeşitli yerlerinden eti görünüyordu. Başı açıktı. Söylendiği gibi çevik hareketlerle geçip gittiği halde, Mahzun Yüzlü Şövalye bütün bu ayrıntılara baktı ve farketti. istediği halde adamı izleyemedi, çünkü Rocinante'nin zayıflığı, o sarp yerlerden geçmesine elvermezdi, ayrıca zaten kendinden ağır kanlıydı, adımları kısaydı. Sonra Don Quijote, adamın çıkınla bavulun sahibi olduğunu düşündü ve kendi kendine, o dağlarda bir yıl dolaşması gerekse bile, adamı arayıp bulmaya karar verdi. Sancho'ya eşeğinden inmesini ve dağın bir tarafına doğru yönelmesini emretti. Kendisi ters yönde ilerleyecekti; böylelikle belki alelacele önlerinden geçip giden adamı bulabilirlerdi.

"Bunu yapamam," dedi Sancho, "çünkü zat-ı âlinizden ayrıldığım an, korku bin türlü hayalle, sıçratmalarla yakama yapışır. Bu da size bir uyarı olsun, bundan böyle beni yanınızdan bir parmak boyu ayırmayın."

"Öyle olsun," dedi Mahzun Yüzlü. "Benim cesaretimden yararlanmak istemene çok sevindim, ruhun bedeninden çıksa bile, yeterli cesaretin olacak böylece. Şimdi arkamdan ağır ağır ya da nasıl gelebilirsen gel, gözlerini fener gibi aç. Şu tepenin etrafını dolaşalım; belki o gördüğümüz adamı buluruz; hiç şüphe yok, bulduklarımızın sahibi o."

Sancho buna şöyle cevap verdi:

"Aramasak çok daha iyi olur; çünkü bulursak ve tesadüfen adam paranın sahibiyse, belli ki geri vermem gerekecek. Onun için, işgüzarlık yapmadan, gerçek sahibi daha az tuhaf ve zahmetli bir yoldan ortaya çıkıncaya kadar, ben parayı namusumla tutsam daha iyi olur. Belki de o zamana kadar harcamış olurum; hesap kendiliğinden temizlenir."

"Bu konuda yanılıyorsun Sancho," diye cevap verdi Don Quijote. "Sahibinin kim olduğundan şüpheleniyoruz zaten, neredeyse burnumuzun dibinde; adamı arayıp parasını iade etmek zorundayız. Aramazsak, sahibinin o olabileceği konusundaki keskin şüphemiz, gerçekten olmuş kadar suçlu durumuna düşürür bizi. Kısacası, dostum Sancho, onu arayacağız diye canın sıkılmasın; bulursak benim sıkıntım geçecek çünkü."

Sonra Rocinante'yi mahmuzladı, Sancho da her zamanki gibi eşeğiyle onu izledi. Tepenin bir bölümünü dolandıktan sonra, bir derede, düşüp ölmüş, yarısı köpekler tarafından yenip dağkargaları tarafından gagalanmış, semerli, gemli bir katır buldular. Bu da, kaçan adamın katırın ve bavulun sahibi olduğu konusundaki şüphelerini pekiştirdi.

Katıra bakarken, hayvan güden bir çobanın ıslığına benzer bir ıslık sesi duydular ve birden, sol taraflarında, çok sayıda keçi gördüler. Keçilerin ardından, dağın tepesinde çoban göründü, yaşlı bir adamdı. Don Quijote seslenip bulundukları yere inmesini rica etti. Çoban bağırarak, keçilerle kurtlardan, oralarda dolaşan vahşî hayvanlardan başka kimselerin ayak basmadığı bu yere, onları kimin getirdiğini sordu. Sancho aşağı inmesini, her şeyi açıklayacaklarını söyledi. Çoban indi ve Don Quijote'nin bulunduğu yere gelince, dedi ki:

"Bahse girerim, şu çukurda ölen kiralık katıra bakıyorsunuz. İnan olsun, altı aydır orada. Söyleyin bakalım, sahibini buldunuz mu buralarda?"

"Kimseyi bulamadık," dedi Don Quijote. "Bir tek, buradan biraz ötede bir çıkınla bavul bulduk."

"Ben de bulmuştum," dedi keçi çobanı, "ama hiç yaklaşmak, alıp bakmak istemedim; bir terslik olur, hırsızlıkla suçlarlar diye. Şeytan kurnazdır; ne olduğunu anlayamadan, insanın ayağının altında bir şey çıkıverir, tökezleyip düşer."

"Ben de aynen öyle diyorum," dedi Sancho. "Ben de buldum, bir taş atımı kadar olsun yaklaşmak istemedim, orada bıraktım, olduğu gibi duruyor; çıngıraklı köpeklerle karşılaşmak istemem."

"Arkadaşım," dedi Don Quijote, "bu eşyaların sahibi kim, siz biliyor musunuz?"

"Benim bildiğim şu;" dedi keçi çobanı, "aşağı yukarı altı ay kadar oluyor, buradan üç fersah filan uzakta bir çoban ağılı vardır, oraya pek hoş, kibar bir delikanlı geldi. Şu ölü katırın üstüne binmişti, yanında da o bulup dokunmadığınızı söylediğiniz çıkınla bavul vardı. Bu dağların en sarp, en gizli yeri neresidir diye sordu bize; biz de şu anda bulunduğumuz yer olduğunu söyledik, öyledir de. Yarım fersah daha içerilere girerseniz, belki de bir daha hiç çıkamazsınız. Buraya nasıl gelebildiğinize de şaşıyorum, çünkü buranın ne yolu vardır, ne patikası. Neyse, delikanlı bizim cevabımızı duyunca, dizginlere asılıp gösterdiğimiz yere doğru gitti. Hepimiz boyuna bosuna hayran olmuş, sorusuna ve öyle alelacele dağlara vurmasına şaşırmıştık. Sonra onu bir daha görmedik. Birkaç gün sonra, bizim çocuklardan birinin yoluna çıkmış, hiçbir söz söylemeden kıyasıya yumruklamış, tekmelemiş; sonra sürünün başındaki eşeğe gidip üstündeki bütün ekmeği, peyniri almış, ardından da uçarcasına uzaklaşıp tekrar dağda pusuya yatmış. Biz bunu öğrenince, birkaç çoban, aramaya çıktık, hemen hemen iki gün boyunca, bu dağın en geçit vermez yerlerinde aradık; sonunda kalın, ulu bir mantar meşesinin oyuğunda bulduk. Tatlılıkla yanaştı bize; giysileri yırtılmış, yüzü güneşten kavrulmuş, çarpılmıştı, tanımakta zorluk çektik. Ama üstü başı yırtık olduğu halde, evvelden bildiğimiz için, giysilerinden o olduğunu anladık. Bizi kibarca selâmladı, öz ve güzel sözlerle, kendisini o şekilde görüp şaşırmamamızı, günahları yüzünden kendisine verilen cezayı bu şekilde çekmesi gerektiğini söyledi. Kim olduğunu söylesin diye yalvardık; ama katiyen söyletemedik. Ayrıca, yaşaması için şart olan besine ihtiyaç duyduğunda kendisini nerede bulabileceğimizi bize söylemesini, seve seve götüreceğimizi söyledik. Onu da yapmak istemiyorsa, hiç değilse çobanlardan çalmak yerine istemesini söyledik. Teklifimize teşekkür etti, önceki saldırılar için özür diledi ve bundan böyle Tanrı aşkına isteyeceğini, kimseye rahatsızlık vermeyeceğini söyledi. Barınak meselesine gelince, akşam olduğunda nerede bir yer bulursa orada yattığını söyledi. Sözlerini öyle acıklı bir ağlamayla noktaladı ki, biz dinleyenler, onu ilk defa nasıl gördüğümüzü şimdiki haliyle karşılaştırınca, taştan bile olsak, gözyaşlarına katılırdık. Çünkü dediğim gibi, çok hoş, çok kibar bir delikanlıydı, terbiyeli ve düzgün konuşması, iyi bir aileden geldiğini, çok soylu olduğunu gösteriyordu. Biz dinleyenler, köylü olduğumuz halde, o kadar kibardı ki, köylü aklımızla bile kibarlığını anlayabiliyorduk. Konuşmasının en güzel yerine geldiğinde durdu, susup kaldı. Gözleri uzun bir süre yere çakıldı. Bu arada hepimiz sessiz, merak içinde bekliyorduk, bu vecd nasıl bitecek diye; çok acıyorduk haline; çünkü gözlerini açıp uzun süre hiç kırpmadan yere bakmasından, sonra gözlerini kapatıp dudaklarını büzerek kaşlarını çatmasından, bir delilik buhranına kapıldığını kolayca anlamıştık. Nitekim düşüncelerimizin doğru olduğunu az sonra kendi gösterdi: Uzanmış olduğu yerden büyük bir öfkeyle kalkarak, yanındaki ilk adama öyle bir hırsla, sinirle saldırdı ki, elinden almasak, yumruklarıyla, ısırıklarıyla öldürecekti. Bunları yaparken de şöyle diyordu: Ah, hain Fernando! Bana yaptığın haksızlığı burada ödeyeceksin. Bu eller, bütün kötülüklerin, özellikle sahtekârlıkla ihanetin bir arada yaşadığı kalbini sökecek! Başka sözler de söyledi; hepsi o Fernando'yu kötüleyen, hain, melun olduğu yolunda sözlerdi. Neyse, epey sıkıntıyla adamı elinden aldık; o da, tek kelime daha etmeden bizden ayrıldı ve koşarak bu çalıların arasına girip gizlendi, takip edemedik onu. Bu olaydan şu sonuca vardık ki, deliliği bazı zamanlarda tutuyordu ve nasıl bir etki yaptığına bakılırsa, Fernando adında biri ona çok büyük bir kötülük etmişti. Ondan sonra birçok kere yolumuza çıkarak bunları doğruladı; bazen çobanlardan yanlarındaki yiyecekleri kendisine vermelerini rica eder, bazen de zorla alır. Delilik buhranı tuttuğu zaman, çobanlar kendileri vermek istese de kabul etmez, yumrukla alır. Aklı başında olduğu zamanlardaysa, kibar ve ölçülü bir şekilde, Tanrı aşkına rica eder, sonra da çok teşekkür eder, hattâ gözyaşları eksik olmaz. Size doğru söylüyorum beyler," diye devam etti keçi çobanı, "dün, dört genç çobanla karar verdik, ikisi ırgat, ikisi arkadaşım, onu arayıp bulalım, bulunca da, güzellikle olmazsa zorla alıp, buradan sekiz fersah uzaktaki Almodovar kasabasına götürelim, orada hastalığının tedavisi varsa tedavi ettirelim diye. Ya da aklı başındayken kim olduğunu, bu derdini haber verebileceğimiz akrabaları olup olmadığını öğrenelim dedik. İşte beyler, bana sorduğunuzla ilgili söyleyebileceklerim bunlar. O bulduğunuz eşyaların sahibi de, gördüğünüz çıplak, çevik adamdır.” (Don Quijote dağda atlarken gördüğü adamı anlatmıştı.)

Keçi çobanının anlattıkları, Don Quijote'yi hayrete düşürmüştü; talihsiz delinin kim olduğunu daha da çok merak ediyordu şimdi. Daha önce düşünmüş olduğu şeyi yapmaya karar verdi kendi kendine: O dağların her yerinde adamı arayacak, bakılmadık köşe, mağara bırakmayacak, sonunda bulacaktı. Ama talihi onun düşündüğünden, umduğundan daha iyisini yaptı; çünkü tam o anda, dağın, bulundukları yerde başlayan bir vadisinden, aradığı delikanlı çıktı ortaya. Kendi kendine bir şeyler söyleyerek yürüyordu; söyledikleri değil uzaktan, yakından bile anlaşılamıyordu. Kıyafeti tasvir edildiği gibiydi, yalnız yaklaştığında, Don Quijote, üstündeki paramparça olmuş deri yeleğin, amberle tabaklanmış olduğunu gördü ve bundan da, böyle giysileri olan bir kişinin aşağı tabakadan biri olamayacağını, kesin olarak anladı.

Delikanlı, yanlarına geldiğinde onları çatlak, boğuk bir sesle, fakat çok kibarca selâmladı. Don Quijote de kibarlıkta geri kalmayarak selâm verdi ve Rocinante'den inip dostça, sevgiyle kucakladı; kendisini çok uzun zamandır tanırmış gibi uzun bir süre kollarının arasında sıktı. Adına (Don Quijote'ye Mahzun Yüzlü dediğimiz gibi) Asık Yüzlü Hırpanî diyebileceğimiz delikanlı, bir süre kucaklandıktan sonra biraz çekildi ve elleri Don Quijote'nin omuzlarında, tanıyıp tanımadığını anlamak ister gibi baktı. Don Quijote onu görünce ne kadar şaşırmışsa, o da Don Quijote'nin görünüşüne, zırhına, herhalde daha az şaşırmamıştı. Sonuçta, kucaklaşmadan sonra ilk konuşan, Hırpanî oldu ve ileride aktarılacak sözleri söyledi.