KIRK YEDİNCİ BÖLÜM - La Mancha'lı Don Quijote'ye yapılan tuhaf büyüye ve başka ilginç olaylara dair

Don Quijote kafesin içinde öküz arabasına bindirildiğini görünce, dedi ki:

"Gezgin şövalyelerle ilgili çok sayıda ciddî kitap okudum; ama büyü etkisindeki bir şövalyenin bu şekilde, bu tembel, ağır hayvanların vaat ettiği sürede götürüldüğünü asla ne okudum, ne gördüm, ne de işittim. Büyü etkisindeki şövalyeler, daima havadan, inanılmaz bir hızla, koyu ve karanlık bir bulutun içerisinde, bir ateş arabasında veya kartal başlı bir atın ya da ona benzer bir hayvanın üzerinde götürülürler. Şimdi beni tutmuş bir öküz arabasında götürüyorlar; Tanrı yardım etsin, kafam karıştı! Ama belki de bizim çağımızda şövalyelik ve büyü, eskilerden farklı bir yol izlemek zorundadır. Şu da mümkün: Nasıl ben dünyada yeni bir şövalyeysem, unutulmuş maceracı şövalyelik mesleğini canlandıran ilk şövalyeysem, farklı büyü çeşitleri ve büyü etkisindekileri taşımanın farklı yolları da, yeni icat edilmiş olabilir. Ne diyorsun buna, oğlum Sancho?"

"Ne dediğimi bilmiyorum," diye cevap verdi Sancho. "Gezginlik kitaplarını zat-ı âliniz gibi okumadım ben. Ama yine de korkmadan yemin ederim ki, şu giden hayaller hiç mi hiç Katolik değil."

"Katolik mi? Aman Tanrım!" dedi Don Quijote. "Nasıl Katolik olsunlar? Onların hepsi, bu işi yapıp beni bu hale sokmak için hayalî bedenler edinmiş şeytanlar. Bu gerçeği anlamak istiyorsan, elle, dokun onlara, havadan başka bedenleri olmadığını, görüntüden başka bir şey olmadıklarını göreceksin."

"Yemin ederim efendim," dedi Sancho, "dokundum ben onlara. Şu çabuk çabuk yürüyen şeytan, oldukça etli butlu; şeytanların duyduğum özelliklerinden çok farklı bir özelliği daha var: Bütün şeytanların kükürt ya da başka kötü kokuları olduğu söylenir; ama bu, yarım fersahtan amber kokuyor."

Sancho bunları, büyük bir senyör olduğundan, muhtemelen dediği gibi kokan Don Fernando için söylüyordu.

"Buna şaşırma, dostum Sancho," dedi Don Quijote. "Şunu bil ki, şeytanlar çok bilgilidir. Koku yaysalar bile, kendi kokuları yoktur; çünkü onlar ruhtur. Kokuları varsa da, iyi bir koku olamaz, kötü, pis bir kokuları olabilir ancak. Sebebi de şu: Onlar nerede olurlarsa olsunlar, cehennemi beraberlerinde taşıdıklarından ve işkenceleri hiçbir şekilde hafiflemediğinden, güzel koku da hoşa giden, mutluluk veren bir şey olduğundan ötürü, onların güzel bir kokuları olması mümkün değildir. Sana bu sözünü ettiğin şeytan, amber kokuyor gibi geliyorsa, ya sen yanılıyorsun, ya da o seni kandırmaya, şeytan olmadığına inandırmaya çalışıyor."

Efendiyle hizmetkârı arasında bütün bu konuşmalar geçtikten sonra, Don Fernando'yla Cardenio, gerçeğe epeyce yaklaşmış olan Sancho'nun her şeyi anlamasından korkup, bir an önce yola çıkılmasına karar verdiler. Hancıyı bir kenara çekip Rocinante'yi eyerlemesini, Sancho'nun eşeğine semer vurmasını söylediler; hancı da bunları büyük bir hızla yaptı.

Bu arada rahip, belli bir günlük ücret karşılığında, kendisine köye kadar eşlik etmeleri için, kolluklarla anlaşmıştı. Cardenio, Rocinante'nin eyerinin bir yanına kalkanı, öbür yanına leğeni astı ve işaretlerle, Sancho'ya eşeğine binmesini ve Rocinante'nin dizginlerini tutmasını emretti. Arabanın iki yanına da tüfekli ikişer kolluk yerleştirdi. Araba tam yola çıkmadan, hancının karısı, kızı ve Maritornes, Don Quijote'yle vedalaşmak üzere çıktılar; başına gelen felâkete ağlayıp üzülürmüş gibi yapıyorlardı. Don Quijote onlara şöyle dedi:

"Ağlamayın, iyi yürekli hanımefendiler; bütün bu felâketler, benim icra ettiğim mesleğin birer parçasıdır. Bütün bu belâlar başıma gelmese, kendimi ünlü bir gezgin şövalye saymazdım; pek şan şöhret yapamamış şövalyelerin başına asla böyle şeyler gelmez; çünkü yeryüzünde kimse onları hatırlamaz. Oysa yiğit şövalyelerin başına gelir böyle olaylar; çünkü fazilet ve cesaretlerini kıskanan birçok prensler ve başka şövalyeler vardır; bunlar da kötü yollardan, iyileri yok etmeye çalışırlar. Ama bütün bunlara rağmen, fazilet o kadar güçlüdür ki, tek başına, Zerdüşt'ün icat ettiği bütün büyülere rağmen, her badireden galip çıkacak ve güneşin göğü aydınlattığı gibi yeryüzüne ışık saçacaktır. Güzel hanımefendiler, dikkatsizliğimden ötürü size karşı herhangi bir kabalıkta bulunduysam, beni affedin; çünkü bilerek ve isteyerek yaptığım görülmemiştir. Tanrı'ya dua edin, kötü niyetli bir büyücünün beni tıktığı bu hapisten beni kurtarsın. Kurtulduğum takdirde, bu şatoda bana bağışladığınız lütufları unutmayıp, hakettiğiniz şekilde size teşekkür, hizmet ve mukabele edeceğim."

Şatonun hanımlarıyla Don Quijote arasında bu konuşma geçerken, rahip ve berber, Don Fernando ve arkadaşlarıyla, yüzbaşı ve kardeşiyle, bütün o mutlu hanımlarla, özellikle Dorotea ve Luscinda'yla vedalaştılar. Hepsi birbirleriyle kucaklaştılar ve haberleşmeye karar verdiler. Don Fernando rahibe, Don Quijote'nin durumunu haber vermek için nereye yazması gerektiğini söyledi; bu konuda haber almaktan büyük bir mutluluk duyacağını belirtti. Kendisi de, hoşuna gideceğini sandığı her şeyden, rahibi haberdar edeceğine söz verdi; kendi evliliği, Süreyya'nın vaftizi, Don Luis'in meselesi ve Luscinda'nın evine dönüşü gibi. Rahip de haberleri hiç vakit geçirmeden göndereceğini söyledi. Tekrar kucaklaştılar; tekrar iltifatlarda bulundular.

Hancı, rahibin yanına gidip kendisine birtakım kâğıtlar verdi; bunları, Münasebetsiz Meraklının Hikâyesinin bulunduğu valizin astarının içinde bulduğunu, sahibi bir daha ortalarda görünmediğine göre, rahibin hepsini alıp götürebileceğini söyledi; kendisi okuma bilmediği için istemiyordu. Rahip teşekkür etti ve hemen açıp, şu başlığı okudu: Rinconete ve Cortadillo'nun Hikâyesi. Buradan, bir hikâye olduğunu anladı ve Münasebetsiz Meraklı iyi bir hikâye olduğuna göre, bunun da iyi olabileceğini düşündü; çünkü ikisi aynı yazara ait olabilirdi. Uygun bir zamanda okumak niyetiyle kâğıtları sakladı.

Rahip de, arkadaşı berber de, Don Quijote hemen tanımasın diye yüzlerinde maskelerle hayvanlarına binerek, arabanın peşinden gitmeye başladılar. Sıra şöyleydi: Önde, sahibinin yönetiminde, araba gidiyordu; iki yanda, belirtildiği şekilde tüfekleriyle kolluklar yer alıyordu; hemen ardından, eşeğinin üstünde Sancho Panza geliyor, Rocinante'yi dizginlerinden çekiyordu. Hepsinin arkasında da, rahiple berber, iri katırlarının üzerinde, belirtildiği gibi yüzleri örtülü, ciddî ve ağır, ilerliyorlardı; öküzlerin ağır adımlarının izin verdiği hızda yol alınmaktaydı. Don Quijote kafesin içinde oturmuş, elleri bağlı, ayaklarını uzatmış, parmaklıklara dayanmış, öyle sessiz ve sabırlı duruyordu ki, sanki etten kemikten bir insan değil, taştan bir heykeldi.

Bu şekilde, bu yavaşlık ve sessizlikle, iki fersah kadar gitmişlerdi ki, bir vâdiye geldiler; arabacı, dinlenip öküzleri otlatmak için uygun bir yer olduğunu düşündü. Bu düşüncesini rahibe söyledi; ama berber, biraz daha ilerlemek taraftarıydı; çünkü yakında görünen bir yamacın ardında, çimeni daha bol, durmak istenen yerden çok daha iyi bir vâdi olduğunu biliyordu. Berberin fikri benimsendi ve böylece tekrar yollarına devam ettiler.

Rahip bir ara başını arkaya çevirdi ve arkalarından altı, yedi atlının geldiğini gördü; hepsi iyi giyimliydi. Adamlar kısa bir süre sonra yetiştiler; çünkü öküzlerin ağır, uyuşuk hızıyla değil, katedral heyeti üyelerinin katırlarına binmiş, en fazla bir fersah ileride görülen hana bir an önce varıp dinlenmek isteyen kimselerin hızıyla ilerliyorlardı. Çalışkanlar tembellere yetiştiler ve kibarca selâmlaştılar. Aralarından biri, gerçekten Toledo katedral heyeti üyesi ve diğerlerinin efendisiydi; araba, kolluklar, Sancho, Rocinante, rahip ve berberden oluşan düzenli kafileyi ve bir de kafese hapsedilmiş olan Don Quijote'yi görünce, o adamı o şekilde götürmelerinin ne anlamı olduğunu sormadan edemedi. Aslında kollukların alâmetlerinden, ip kaçkını bir soyguncu veya cezalandırılması Santa Hermandad'a düşen bir başka suçlu olduğunu tahmin etmişti. Sorunun sorulduğu kolluklardan biri şöyle cevap verdi:

"Beyefendi, bu adamın bu şekilde götürülmesinin anlamını, kendisi söylesin, çünkü biz bilmiyoruz."

Don Quijote bu konuşmayı duydu ve dedi ki:

"Acaba, saygıdeğer şövalyeler, gezgin şövalyelik konusunda tecrübeli ve bilgili misiniz? Çünkü öyleyseniz, dertlerimi sizlere söyleyeceğim; değilseniz, anlatma zahmetine katlanmama gerek yok."

Bu arada rahiple berber, yolcuların La Mancha'lı Don Quijote'yle konuşmakta olduğunu görüp, olay açığa çıkmayacak şekilde cevap vermek üzere, yanlarına gittiler.

Katedral heyeti üyesi, Don Quijote'nin söylediklerine şöyle karşılık verdi:

"Doğrusunu isterseniz kardeşim, şövalyelik kitaplarını, Villalpando'nun Mantık'ından daha iyi bilirim. Yani, bir tek buna bağlıysa, kesinlikle her istediğinizi anlatabilirsiniz."

"Tanrı hakkına," dedi Don Quijote. "Madem öyle, saygıdeğer şövalye, şunu bilmenizi isterim ki, ben kötü büyücülerin kıskançlığı ve hileleri sonucu, büyü altında bu kafeste hapis gidiyorum; fazilet, iyilerin takdirinden çok, kötülerin nefretini toplar. Ben gezgin şövalyeyim; üstelik, şöhretin hâfızasında ölümsüzleştirmeyi aklından bile geçirmediği gezgin şövalyelerden değil, bütün kıskançlıklara, İran'ın bütün sihirbazlarına, Hindistan'ın bütün Brahmanlarına, Etiyopya'nın bütün çıplak filozoflarına rağmen, adını ölümsüzlük tapınağına yazdıracak, gelecek kuşaklara örnek teşkil edip, gezgin şövalyelerin, şövalyeliğin şerefli doruğuna erişebilmek için izlemeleri gereken adımları gösterecek gezgin şövalyelerdenim."

Rahip araya girip, "La Mancha'lı Senor Don Quijote doğru söylüyor," dedi. "Bu arabada büyü zoruyla gitmesi, kendi suç ve günahlarının sonucu değil, fazilete kızanların, yiğitliğe sinirlenenlerin kötü niyetinin sonucudur. Beyefendi, bu gördüğünüz, Mahzun Yüzlü Şövalye'dir; belki adını duymuşsunuzdur; kıskançlıklarla karartılmaya, kötülüklerle gizlenmeye çalışılsa da, korkusuz kahramanlıkları ve büyük başarıları, sert tunçlara, ebedî mermerlere yazılacaktır."

Katedral heyeti üyesi, hem esirin, hem hür adamın benzer üslûpta konuştuklarını duyunca, neredeyse şaşkınlıktan haç çıkaracaktı; bu olayı bir türlü anlayamıyordu. Yanındakilerin hepsi de aynı hayrete düşmüşlerdi. Bu arada, konuşmayı duyabilmek için yaklaşmış olan Sancho Panza, her şeyi açıklamak üzere, dedi ki:

"Beyler, söyleyeceklerim hoşunuza gitse de, gitmese de, gerçek şu ki, anneme ne kadar büyü yapıldıysa, efendim Don Quijote'ye de o kadar büyü yapıldı. Aklı başında, her insan gibi yiyor, içiyor, ihtiyaçlarını yapıyor, tıpkı dün kafese sokulmadan önce olduğu gibi. Bu böyle olduğuna göre, ona büyü yapıldığına benim inanmam mümkün mü? Çok kişiden duydum ben; büyü yapılan insan ne yer, ne uyur, ne konuşurmuş. Halbuki benim efendim, durduran olmazsa, otuz dâva vekilinden daha çok konuşur."

Sonra dönüp rahibe bakarak devam etti:

"Ah sayın Peder, sevgili Peder! Zat-i âlinizi tanımadığımı mı sanıyordunuz? Bu yeni büyülerin nereye doğru yol aldığını sezmiyorum, tahmin etmiyorum mu sanıyorsunuz? Şunu bilin ki, yüzünüzü ne kadar örtseniz de, sizi tanıdım; yalanlarınızı ne kadar gizleseniz de ben anlıyorum. Zaten, kıskançlığın hüküm sürdüğü yerde fazilet, pintiliğin olduğu yerde de cömertlik barınamaz. Lânet olsun! Muhterem Peder, siz olmasanız, şu anda efendim, Prenses Micomicona'yla evli olacaktı; ben de en azından kont olacaktım; çünkü Mahzun Yüzlü efendimin iyiliğinden de, benim büyük hizmetlerimden de daha aşağısı beklenemezdi. Ama şimdi anlıyorum ki, gerçekten doğruymuş, Kaderin çarkı değirmen çarkından hızlı dönermiş; dün kral olan bugün yerde sürünürmüş. Ben çocuklarıma ve karıma üzülüyorum; babalarının kapıdan içeri bir cezire veya krallığın valisi olarak girmesini bekleyebilecekken, beklemeleri gerekirken, seyis olarak girdiğini görecekler. Bütün bunları, efendime yapılan kötü muameleden vicdanınız sızlasın diye söylüyorum, saygıdeğer Peder; dikkat edin, Tanrı öteki dünyada sizden efendimin böyle hapsedilmesinin hesabını sormasın; efendim Don Quijote'nin hapiste kaldığı sürece yapamayacağı yardımlar ve iyilikler size yüklenmesin."

Berber bu sırada araya girip, "Lâfügüzaf!" dedi. "Ne o Sancho, siz de mi efendinizin tarikatındansınız? Yüce Tanrım! Bana öyle geliyor ki, sizin de kafeste ona eşlik etmeniz gerekecek; size de onun şövalyeliği ve saplantısı bulaşmış olduğuna göre, size de onun gibi büyü yapılmış olmalı! Onun vaatlerine gebe kaldığınız, bu çok istediğiniz cezireyi kafanıza soktuğunuz an, ne talihsiz bir anmış!"

"Ben kimseye gebe filan kalmadım," diye cevap verdi Sancho. "Ben krala bile gebe kalacak adam değilim. Yoksulum ama, eski Hıristiyan'ım; kimseye de bir borcum yok. Ben cezire istiyorsam, başkaları daha kötü şeyler istiyorlar. Herkes yaptığıyla ölçülür; ben de bir insan olarak, değil bir cezireye vali, papa bile olabilirim; hele efendim kime vereceğini şaşıracak kadar çok cezire kazanabilecekken. Konuşmalarınıza dikkat edin sayın berber; her iş sakal tıraşına benzemez; her sakallı dedeniz değildir. Hepimiz birbirimizi tanıdığımız için söylüyorum; beni kimse kandıramaz. Efendime yapılan büyüye gelince, Tanrı doğrusunu biliyor; bu kadarı yeter, daha fazla kurcalamanın âlemi yok."

Berber Sancho'ya cevap vermedi; çünkü kendisiyle rahibin onca gayretle gizlemeye çalıştığı şeyi, Sancho saflığıyla ortaya çıkaracak diye korkuyordu. Rahip de aynı korkuya kapılarak, katedral heyeti üyesine, birlikte biraz önden yürümeyi önermişti; kendisine, kafesteki adamın muammasıyla, hoşuna gidecek daha başka şeyler anlatacaktı. Heyet üyesi kabul etti; hizmetkârları ve rahiple birlikte öne geçti ve rahibi dikkatle dinlemeye koyuldu. Rahip ona Don Quijote'nin mizacını, hayatını, deliliğini ve alışkanlıklarını anlattı; çıldırmasının başlangıcıyla sebebini, başına gelenleri, o kafese koyuluşunu özetledi; onu memleketine götürüp deliliğine bir çare aramaya niyetli olduklarını söyledi. Don Quijote'nin tuhaf hikâyesini duyunca, hizmetkârlarla heyet üyesi daha da çok şaşırdılar; hikâye bitince heyet üyesi dedi ki:

"Doğrusunu isterseniz muhterem Peder, ben bu şövalye kitabı denen kitapların devlet için zararlı olduğunu düşünüyorum kendi adıma. Tembelce ve yalancı bir hevesle, basılmış olan şövalye kitaplarının hemen hepsinin başını okuduğum halde, hiçbirini baştan sona okumayı beceremedim; çünkü bana öyle geliyor ki, biraz eksiği, biraz fazlasıyla, hepsi birbirinin aynı; hiçbirinde diğerinden fazla bir şey yok. Bana sorarsanız, bu yazı ve edebiyat türü, Miletos öyküleri denen türe girer; bunlar saçma sapan, eğitmeyi değil, sadece eğlendirmeyi amaçlayan masallardır. Ders alınacak masallar ise aksine hem eğlendirir, hem eğitirler. Bu tür kitapların başlıca amacı eğlendirmek olduğu halde, ben bunu nasıl başardıklarını anlamıyorum; çünkü sayısız zırvayla dolular. Oysa ruhu eğlendirecek olan, gözlerin ya da hayalin, önüne koyduğu şeylerde gördüğü, bulduğu güzellik ve uyum olmalıdır. Bir çirkinlik, özensizlik içeren hiçbir şey, bize zevk veremez. Öyleyse, on altı yaşında bir oğlanın, kule boyunda bir devi tek kılıç darbesiyle, sanki badem ezmesinden yapılmış gibi iki parçaya böldüğü bir masal kitabında, ne gibi bir güzellik, parçaların bütünle, bütünün parçalarla ne gibi bir uyumu olabilir? Bir savaş tasvir etmek istenildiğinde, düşman tarafta bir milyon savaşçı olduğu söylendikten sonra, kitabın kahramanı onlara karşıysa, mecburen, istemesek de, bu şövalyenin, zaferi, sadece yenilmez bileğinin gücüyle kazandığına inanmamız gerekir. Peki ya tahtın vârisi olan bir kraliçe veya imparatoriçenin, gezgin ve tanımadığı bir şövalyenin kollarına büyük bir kolaylıkla teslim olmasına ne demeli? Tamamen vahşî ve cahil olmayan hangi zihin, şövalyelerle dolu bir kulenin, pupa yelken gemi gibi denizde ilerlediğini, gece Lombardiya'ya varıp sabah Hint kralı Keşiş Yohannes'in memleketinde veya ne Batlamyus'un tarif ettiği, ne Marco Polo'nun gördüğü başka bir ülkede olduğunu okuyup, bundan zevk alabilir? Buna cevaben, bu kitapları yazanların, bunları uydurma olarak yazdıkları, bu sebeple de, inceliklere, gerçekliğe dikkat etmek zorunda olmadıkları söylenirse, ben de derim ki, bir yalan, gerçeğe ne kadar benziyorsa o kadar iyidir; muhtemel ve mümkün olana ne kadar yakınsa, o kadar hoşa gider. Uydurma masalların, okuyanların zihniyle uyuşmaları gerekir; öyle bir şekilde yazılmalıdırlar ki, imkânsızı kolaylaştırarak, aşırılıkları düzleştirerek, zihinleri şaşırtarak, hayranlık uyandırsınlar, afallatsınlar, neşelendirsinler ve eğlendirsinler; şaşkınlık ve neşe hep elele gitsin. Gerçeğe benzemekten ve yazılanın mükemmelini taklitten kaçınan bir kitapsa, bütün bunları yapamaz. Ben bütün uzuvlarıyla bir vücut teşkil eden, ortası başına, sonu başına ve ortasına uyan bir şövalye kitabı görmedim. Aksine o kadar çok uzuvları olur ki, niyetleri orantılı bir vücuttan çok bir ejderha ya da bir canavar yaratmakmış gibi görünür. Bunun dışında, üslûpları serttir; kahramanlıkları inanılmazdır; aşkları şehvetlidir; terbiyeleri kıttır; savaşları uzun, konuşmaları saçma, seyahatleri zırva ve nihayet, her tür akıllıca sanattan mahrumdurlar; işte bu yüzden de, gereksiz kimseler gibi Hıristiyan topraklarından kovulmaya lâyıktırlar."

Rahip kendisini büyük bir dikkatle dinledi ve akıllı bir adam olduğu, söylediklerinde haklı olduğu kanaatine vardı. Bunun üzerine, kendisi de aynı fikirde olduğu ve şövalye kitaplarına çok hınç beslediği için, Don Quijote'nin çok sayıdaki kitabını yaktığını söyledi. Kitapları nasıl incelediğini, hangilerini ateşe mahkûm ettiğini, hangilerini affettiğini anlattı. Katedral heyeti üyesi buna epeyce güldü ve bu kitaplar hakkında ettiği bütün kötü lâflara rağmen, bir tek yanını beğendiğini söyledi. O da, parlak bir zekânın kendini gösterebileceği bir imkân yaratmalarıydı; çünkü hiçbir şeyden çekinmeden kalem oynatılabilecek geniş bir alan açıyorlardı; gemilerin batışı, fırtınalar, karşılaşmalar, savaşlar tasvir edilebilir, gerekli bütün öğeleriyle cesur bir komutan çizilebilirdi: Düşmanın kurnazlıklarını önceden görerek ihtiyatlı, askerlerini ikna ederken iyi bir hatip olduğunu gösteren, nasihatleri bilgece, kararları hızlı, saldırıda olduğu kadar beklerken de cesur bir komutan. Kâh acıklı ve hazin bir olay anlatılırdı, kâh neşeli ve beklenmedik bir olay; çok güzel, dürüst, akıllı ve namuslu bir hanım, sonra cesur ve kibar bir Hıristiyan soylusu, ardından canavar gibi, vahşî bir sahte kabadayı, kibar, korkusuz bir prens tasvir edilir, vasalların iyiliği ve sadakati, senyörlerin yüceliği ve lütufkârlığı gösterilirdi. Yazar ister astrolog, ister mükemmel bir coğrafyacı, ister müzisyen, ister devlet işlerinde uzman olur, hattâ önüne isterse büyücülüğünü gösterme fırsatı da çıkardı. Odysseus'un kurnazlıklarını, Aineias'ın merhametini, Akhilleus'un cesaretini, Hektor'un felâketlerini, Sinon'un ihanetlerini, Euryalos'un dostluğunu, İskender'in cömertliğini, Caesar'ın yiğitliğini, Traianus'un iyiliğini ve doğruluğunu, Zopyrus'un sadakatini, Cato'nun bilgeliğini, kısacası, ünlü bir erkeği mükemmel kılan şeyleri, kâh bir kahramanda toplayıp, kâh birkaç tanesine paylaştırarak, gösterebilirdi.

"Bu da, hoş bir üslûp ve yaratıcı bir zekâyla, mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın şekilde yapılırsa, hiç şüphesiz ortaya çeşitli güzel ipliklerden dokunmuş bir kumaş çıkacaktır ki, tamamlandığında öyle bir mükemmeliyete ve güzelliğe ulaşacaktır ki, bir kitaptan beklenebilecek en iyi sonuç alınacak, yani dediğim gibi hem eğlendirici, hem eğitici olacaktır. Çünkü bu kitaplarda serbest anlatım, yazarın epik, lirik, trajik, komik olabilmesine, şiir ve hitabet ilimlerinin bütün o hoş ve tatlı sanatlarında yeteneğini göstermesine imkân verir; çünkü destanlar, manzum olabilecekleri gibi, mensur da olabilirler."