SONE
Yeryüzünden gökyüzüne çıktınız,
vazgeçip fani bedenden kurtulan talihli ruhlar,
en yüksek, en iyi katta size ait bir yer var,
siz bu yeri hakedecek çok iyilikler yaptınız.
Bedenden gücü çekip aldınız,
öfkeyle, ateşle yandı ne çok kızgınlıklar,
hem sizden hem başkalarından aktı kanlar,
komşu denizleri, kumlu toprakları suladınız.
Can tükendi cesaretten önce,
yorgun kollarda kalmadı derman,
ölürken yenildiniz ama galip kaldınız.
Elem vardı, keder vardı siz düşünce
surlarla mızrak arasından,
dünyada şöhret, cennette şeref kazandınız.
"Benim de bildiğim aynen böyle," dedi esir.
"Kaleye yazdığı sone de yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi," dedi şövalye:
SONE
Bu verimsiz, harap olmuş topraklardan
daha iyi bir yer buldu yaşamak için,
takdis edilmiş ruhları üç bin askerin
yükseldi bu dökük harabelerin arasından.
Kimsenin kolunda kalmadı derman,
boş yere savaştılar kazanmak için,
teslim oldukları kılıçlar keskin,
yoruldular sonra sayılarının azlığından.
İşte bu toprak
beslendi binbir kederle,
geçmiş yüzyıllardan bugüne kadar.
Kimi uğurladı bu toprak
berrak gökyüzüne daha büyük bir şerefle,
var mı üstünde taşıyabildiği başka kahramanlar?
Soneler dinleyenlerin hoşuna gitti; esir, arkadaşıyla ilgili verilen haberlere sevindi ve hikâyesine şöyle devam etti:
"Halkü'l-Vadi ve kale ele geçirildikten sonra, Osmanlılar Halkü'l-Vadi'nin surlarının yıkılması emrini verdiler; çünkü kalede yıkılacak bir şey kalmamıştı. Daha hızlı ve kolay olsun diye, üç ayrı yerden havaya uçurdular; ama en zayıf gibi görünen eski surlar, hiçbirinde yıkılmadı; oysa Keşiş'in{70} yaptığı yeni surların ayakta kalabilmiş olan kısımları, kolayca yerle bir edildi. Sonuçta, donanma Konstantinopolis'e muzaffer döndü ve birkaç ay sonra, sahibim Uluç Ali öldü. Kendisine Kel Uluç Ali derlerdi, kel dönme anlamında; gerçekten de keldi. Türkler'de, sahip oldukları kusur veya meziyetlere göre isim takmak âdettir. Çünkü onlarda Osmanlı hanedanından gelen sadece dört soyadı vardır; diğerleri, dediğim gibi bedensel kusurlarına veya ruhsal meziyetlerine göre isimlendirilirler. Bu Kel de, padişahın esiri olarak on dört yıl kürek çekmişti; otuz dört yaşından sonra, kürek çekerken, bir Türk'ün kendisine tokat atması üzerine sinirlenip, intikam alabilmek için dinini değiştirmişti. O kadar cesurdu ki, padişahın çoğu gözdesinin başvurduğu ahlâksızca yollara başvurmadan Cezayir beylerbeyi olmuş, sonra da hükümdarlığın en yüksek rütbelerinin üçüncüsü olan kaptanıderyalığa getirilmişti. Aslen Calabria'lıydı, ahlâklı ve iyi bir adamdı, esirlerine çok insanca davranırdı. Öldükten sonra, geriye kalan üç bin esiri, vasiyetnamesine uygun şekilde, her ölenin mirasçısı kabul edilen ve ölenin diğer çocuklarıyla birlikte mirası paylaşan padişahla dönmeleri arasında paylaştırıldı. Ben Venedikli bir dönmeye düştüm; kendisi bir gemide miçoluk yaparken Uluç Ali'ye esir düşmüş; Uluç Ali onu o kadar sevmiş ki, en çok şımarttığı gözdelerinden olmuş. O da gelmiş geçmiş en zalim dönme olmuştu; adı Hasan Ağa'ydı; çok zengin oldu, Cezayir beylerbeyliğine getirildi. Ben de onunla birlikte Konstantinopolis'ten Cezayir'e gittim. İspanya'ya yakın olduğum için seviniyordum; başıma gelen felâketi kimseye yazmaya niyetim olduğundan değil, belki Cezayir'de, talihim Konstantinopolis'te olduğundan daha yaver gider diye. Orada kaçmak için bin türlü yol denemiş, hiçbirinden sonuç alamamıştım. Cezayir'de, bu güçlü arzuma ulaşabilmek için başka yollar aramak niyetindeydim; hürriyetime kavuşma umudumu hiçbir zaman yitirmemiştim. Bir şeyler tasarlayıp, düşünüp, gerçekleştirdiğimde sonuç amaca denk düşmediği zaman da, derhal, vazgeçmeden beni ayakta tutacak yeni bir umut yaratıyordum; her ne kadar zayıf ve sönük olsa bile. İşte bu şekilde, Türkler'in bina dedikleri, ev şeklindeki bir hapishanede hayatımı geçiriyordum. Hıristiyan esirleri buraya kapatıyorlardı; hem beylerbeyine, hem başkalarına ait esirleri, hem de mahzen esiri dedikleri esirleri. Bunlar belediye esiri diyebileceğimiz, şehrin çeşitli işlerinde çalıştırılan esirlerdir ve hürriyetlerine kavuşmaları çok zordur; çünkü kamuya ait olduklarından, belli bir sahipleri olmadığından, ödeyecek paraları olsa bile, fidye verilecek kimseleri yoktur. Şehirdeki esir sahipleri, özellikle fidye bekleyen esirlerini bu dediğim binalara götürürler; esirler orada fidyelerini beklerken emniyette, aylak aylak otururlar. Beylerbeyinin fidye bekleyen esirleri de, fidyeleri gecikmemişse, diğer forsalarla birlikte işe koşulmazlar. Fidye gecikmişse, bu konuda gayret göstersinler diye, ötekilerle birlikte çalıştırıp odun kesmeye gönderirler ki, pek kolay bir iş değildir. Ben de fidye bekleyenler arasındaydım; yüzbaşı olduğumu öğrendiklerinde, imkânlarımın kısıtlı olduğunu, mülküm olmadığını söylediğim halde fayda etmemiş, beni de soyluların, fidye bekleyenlerin arasına katmışlardı. Kaçmamı önlemekten ziyade, fidye beklediğimin işareti olarak beni zincire vurdular; böylece, çok sayıda fidye bekleyen, işaretli soyluyla birlikte o binada hayatımı geçirmeye başladım. Açlık ve çıplaklık bazen, hattâ her zaman bizi üzdüğü halde, sahibimin Hıristiyanlara karşı görülmedik, duyulmadık zulümlerini sürekli görüp duymak kadar canımızı sıkan Başka bir şey yoktu. Her gün birini asıyor, bir başkasını kazığa vuruyor, bir diğerinin kulağını kesiyordu; üstelik bunları öyle sebepsiz yere yapıyordu ki, Türkler bile sırf yapmış olmak için, bütün insanlığın katili olmak onun mizacında olduğu için yaptığını kabul ediyorlardı. Şerrinden kurtulabilen tek kişi, Saavedra adında bir İspanyol askeriydi. Bu adam, hürriyetine kavuşabilmek için, o insanların hatırında uzun yıllar kalacak olan şeyler yaptığı halde, sahibim ona asla sopa vurmadı, vurdurtmadı, kötü bir söz de söylemedi. Yaptığı onca şeyden en ufağında bile, bizler kazığa vurulmasından korkardık, kendisi de çeşitli olaylarda aynı korkuya kapılmıştı. Zamanımız olsaydı, o askerin yaptıklarını size anlatırdım; benim hikâyemden çok daha eğlenceli ve şaşırtıcı bulurdunuz. Her neyse, hikâyemize dönelim; zengin ve soylu bir Magripli'nin evinin pencereleri bizim hapishanenin avlusuna bakıyordu; bunlar, bütün Magripliler'in evlerindeki pencereler gibi, pencereden çok delik sayılabilecekleri halde, kalın, sık kafeslerle örtülürlerdi. Bir gün, hapishanenin avlusunda, üç arkadaşımla birlikte vakit geçirmek için zincirlerimizle atlama yarışı yapıyorduk. Diğer Hıristiyanların hepsi işe götürüldüğünden, yalnızdık. Tesadüfen kafamı kaldırdığımda, dediğim o küçük, kapalı pencerelerden birinden, bir değneğin uzandığını gördüm; ucuna bir mendil bağlanmıştı; değnek, sanki gidip mendili alalım diye işaret eder gibi hareket ediyordu. Değneğe baktık, sonra arkadaşlarımdan biri, acaba bırakılacak mı, ne olacak diye merak edip değneğin altına gitti, orada durdu. Ama gider gitmez, değnek yukarı çekilip iki yana sallandı; birisi kafasıyla hayır diye işaret edermiş gibi. Arkadaşım yanımıza döndü; değnek tekrar indirildi, eskisi gibi hareket etmeye başladı. Bir başka arkadaşım gitti; onun da başına aynı şey geldi. Sonra üçüncü arkadaşım gitti; ilk iki arkadaşın başına gelen şey, onun da başına geldi. Bunu görünce ben de şansımı denemek istedim; değneğin altına varır varmaz, değnek avluya, ayaklarımın dibine düştü. Hemen alıp mendili çözdüm; mendile bir düğüm atılmıştı; içinde on zeyyani vardı; Magripliler'in kullandığı, altın alaşımından yapılan bu para, bizim on riyalimiz değerindedir. Bu olaya sevinip sevinmediğimi söylemeye bile gerek yok; sevindiğim kadar şaşırmıştım da; bu armağanın bize, daha doğrusu bana kimden geldiğini merak ediyordum; değneğin sadece benim önüme düşürülmesi, lütfün bana yapıldığını gösteriyordu. Paramı alıp değneği kırdım; arkadaşlarımın yanına dönüp pencereye bakınca, bembeyaz bir elin pencereyi hızla açıp kapadığını gördüm. Buradan, bize bu yardımı, o evde oturan bir kadının yaptığını anladık, tahmin ettik. Müteşekkir olduğumuzu belirtmek için, başımız önümüzde, kollarımızı göğsümüzde kavuşturup iki büklüm eğilerek Magripli selâmı verdik. Birazdan, aynı pencereden, kamıştan yapılmış küçük bir haç uzatılıp sonra geri çekildi. Bu işaretten, o evde Hıristiyan bir köle kadın bulunduğunu ve bize bu iyiliği onun yaptığını çıkardık. Ama elinin beyazlığı ve taktığı bilezikler, bizi bu düşünceden vazgeçirdi; dönme bir Hıristiyan olduğuna kanaat getirdik. Efendilerin bu kadınlarla meşru evlilik yapmaları çok yaygındır; hattâ bunu seve seve yaparlar, çünkü onlara kendi kadınlarından daha çok değer verirler. Bütün tahminlerimiz, gerçekten çok uzaktı; o andan itibaren bütün vaktimizi o pencereye bakmakla geçirir olduk; o değnek yıldızının göründüğü pencere, bizim pusulamız olmuştu. Aradan on beş gün geçtiği halde, ne kadını, ne elini, ne de herhangi bir işaret görmüştük. Bu süre boyunca ısrarla o evde kimin oturduğunu, dönme bir Hıristiyan kadın olup olmadığını öğrenmeye çalıştıysak da, tek öğrenebildiğimiz, evde Hacı Murad adında, soylu ve zengin bir Magripli'nin oturduğuydu; onlarda çok önemli bir mevki kabul edilen Mersü'l-Kebir valiliğinde bulunmuştu. Artık o pencereden daha fazla zeyyani yağacağını hiç beklemediğimiz bir anda, birden değnek tekrar göründü; ucunda yine bir mendil, bu sefer daha büyük bir düğüm vardı. Binada yine geçen seferki gibi kimse yoktu, yalnızdık. Yine aynı denemeyi yaptık, benden önce yine aynı üç arkadaşım teker teker gittiler; ama değnek hiçbirine uzatılmadı, ben gittiğimde, bana atıldı. Düğümü çözünce, kırk İspanyol altınıyla Arapça yazılmış bir mektup buldum; mektubun sonuna iri bir haç çizilmişti. Haçı öptüm, altınları aldım, yerime döndüm; hepimiz selâm verdik, el tekrar görününce ben mektubu okuyacağımı işaretlerle anlattım; pencere kapandı. Olanlar hepimizi şaşırtmış, sevindirmişti; aramızda Arapça bilen olmadığı için, mektupta ne yazdığını çok merak ediyorduk; ama okuyabilecek birini bulmamız da çok zordu. Sonunda, aslen Murcia'lı olan, bana yakın dostluk gösteren bir dönmeye güvenmeye karar verdim; karşılıklı ettiğimiz yeminlerden ötürü ona söyleyeceğim sırrı saklamak zorundaydı. Hıristiyan ülkelerine dönmeye niyeti olan kimi dönmeler, yanlarında soylu esirlerden imzalı belgeler götürürler; bu belgelerde, filanca dönmenin dürüst bir insan olduğuna, Hıristiyanlara daima iyilik ettiğine, önüne çıkan ilk fırsatta kaçmaya istekli olduğuna, bir şekilde tanıklık edilir. Bazıları bu belgeleri iyi niyetle alırlar, bazıları ise, gerekirse kullanırlar; bir Hıristiyan ülkesinde yağmaya katıldıklarında, tesadüfen kaybolur veya esir düşerlerse, belgelerini çıkarıp bu belgelerden asıl geliş niyetlerinin belli olacağını, aslında Hıristiyan ülkesinde kalmak istediklerini, bu yüzden diğer Türkler'le birlikte korsanlık yaptıklarını söylerler. Böylelikle kendilerini yakalayanların ilk anda şiddet uygulamasından kurtulup Kilise'yle barışarak zarar görmezler; bir fırsat bulduklarında, tekrar Berberistan'a, eski hayatlarına dönerler. Bazılarıysa bu belgeleri iyi niyetle alıp Hıristiyan ülkesinde kalırlar. Benim bu arkadaşım da, işte bu dönmelerdendi; hepimizden imzalı belgeler almıştı; bu belgelerde kendisine her konuda kefalet ettiğimizi belirtiyorduk; Magripliler bu belgeleri bulsalar, onu diri diri yakarlardı. Kendisinin çok iyi Arapça bildiğini öğrendim; yalnız konuşmayı değil, yazmayı da. Ama sırrımı ona tam olarak açmadan önce, kâğıdı hücremdeki bir delikte, tesadüfen bulduğumu söyleyip, okumasını istedim. Açıp uzun bir süre inceledi, dişlerinin arasından mırıldanarak heceledi. Anlayıp anlamadığını sordum; gayet iyi anladığını, kelimesi kelimesine tercüme etmesini istiyorsam, mürekkep ve kalem vermemi, daha iyi olacağını söyledi. İstediklerini hemen verdik; ağır ağır tercüme etti, bitirdiğinde dedi ki: 'Bu Arapça yazıdaki her şeyi harfi harfine İspanyolca yazdım; şunu bilmeniz gerekir ki, Lâlâ Meryem demek, Meryem Ana demektir.' Tercümeyi okuduk, şöyle diyordu: Ben çocukken, babamın bir kadın kölesi vardı; kendisi bana Hıristiyan dualarını kendi dilimde öğretti ve Lâlâ Meryem hakkında çok şey anlattı. Hıristiyan kadın öldü; onun ateşe değil, Allah'ın yanına gittiğini biliyorum; çünkü sonra kendisini iki kere gördüm ve bana Hıristiyanlar’ın ülkesine gidip Lâlâ Meryem 'i görmemi, onun beni çok sevdiğini söyledi. Nasıl gideceğimi bilmiyorum; ben bu pencereden çok Hıristiyan gördüm' senin dışında hiçbiri soylu görünmedi bana. Ben çok genç ve güzelim; yanıma alabileceğim çok param var. Sen birlikte gitmemiz için bir çare bulmaya çalış; istersen orada kocam olursun; istemezsen de önemli değil; Lâlâ Meryem bana evlenecek birini bulur. Ben bu mektubu yazdım; kime okutacağına dikkat et. Sakın bir Magripli'ye güvenme; onların hepsi sahtekârdır. Beni çok endişelendiren bir şey var: Sırrını kimseye açmanı istemiyorum; çünkü babam öğrenirse beni derhal bir kuyuya atıp üstümü taşlarla örter. Değneğe bir iplik bağlayacağım, cevabını o ipliğe bağla. Arapça yazacak kimseyi bulamazsan işaretle anlat; Lâlâ Meryem anlamama yardım eder. Lâlâ Meryem, Allah ve esir kadının tembihlediği gibi defalarca öptüğüm bu haç, seni korusun. Bu kâğıtta yazılı sözlerin bizi nasıl şaşırtıp sevindirdiğini düşünün beyler; o kadar şaşırdık, o kadar sevindik ki, dönme o kâğıdı tesadüfen bulmadığımızı, aramızdan birine yazılmış olduğunu anladı. Şüphelerinde haklıysa, kendisine güvenip söyleyelim diye yalvardı; bizim hürriyetimiz uğruna kendi hayatını tehlikeye atacağını söyledi. Bu sözleri söyledikten sonra, göğsünden madenî bir haç çıkarıp bol bol gözyaşı dökerek, günahkâr ve kötü olduğu halde sadakatle bağlı olduğunu söylediği, o haçın temsil ettiği Tanrı adına yeminler etti; ona açıklayacağımız her şeyi bir sır olarak saklayacağını, çünkü tahminine göre o mektubu yazan kadın sayesinde kendisinin de, bizlerin de hürriyetimize kavuşacağımızı, en büyük isteğinin, cehaleti ve günahı yüzünden yoz bir mensubu olarak uzaklaştırıldığı Kutsal Kilise'ye tekrar kabulü olduğunu söyledi. Dönme bunları o kadar çok ağlayarak ve pişmanlık göstererek söyledi ki, hepimiz kabul edip olayın aslını kçndisine açıkladık; hiçbir şeyi gizlemeden her şeyi anlattık. Değneğin uzatıldığı küçük pencereyi gösterdik; o da pencereden evi belledi ve içinde kimin oturduğunu ne yapıp edip öğreneceğine söz verdi. Magripli kadının mektubuna cevap vermemizin yerinde olacağı konusunda da anlaştık. Bunu yapabilecek biri olduğu için de, hemen o anda benim söylediğim sözleri dönme kâğıda aktardı. Size şimdi o sözleri harfiyen aktaracağım; çünkü başımdan geçen bu olayların önemli hususlarından hiçbirini unutmadım; ömrüm boyunca da unutmayacağım. İşte Magripli kadına yazdığımız mektup şöyleydi: Sevgili hanımefendi, gerçek Allah ve Tanrı’nın gerçek annesi olan, seni sevdiği için gönlüne Hıristiyan topraklarına gitme arzusunu yerleştiren kutsal Meryem seni korusun. Sana emrettiklerini nasıl gerçekleştirebileceğini sana anlatması için ona dua et; kendisi o kadar iyidir ki, dualarına cevap verecektir. Kendi adıma ve benimle birlikte bulunan bütün Hıristiyanlar adına, ölünceye kadar senin için elimizden geleni yapacağımıza söz veriyorum. Bana yazmayı, ne yapmayı düşündüğünü haber vermeyi ihmal etme; ben daima sana cevap vereceğim; çünkü yüce Allah bize, bu mektuptan da anlayacağın gibi, senin dilini çok iyi konuşup yazan bir Hıristiyan esir bağışladı. Yani hiç korkmadan bize istediğin haberi ulaştırabilirsin. Hıristiyan ülkesine gittiğimizde benim karım olma konusuna gelince, inançlı bir Hıristiyan olarak sana bu konuda söz veriyorum; şunu da bilmeni isterim ki, Hıristiyanlar verdikleri sözleri Magripliler'den daha iyi tutarlar. Allah ve annesi Meryem seni korusun, sevgili hanımefendi. Mektup yazılıp kapatıldıktan sonra, binanın önceki seferlerde olduğu gibi boş kalması için iki gün bekledim; sonra avluda her zamanki yere gidip değneğin görünmesini bekledim; fazla geçmeden göründü. Değneği görür görmez, kimin uzattığını göremediğim halde, iplik bağlamasını istediğimi anlatmak için kâğıdı gösterdim. Ama zaten değneğin ucunda iplik vardı; mektubu bağladım; kısa bir süre sonra, yıldızımız, barış bayrağı beyaz mendille tekrar göründü. Değnek bırakıldı, ben aldım ve mendilin içinde elli Ispanyol altını değerinde çeşitli gümüş ve altın paralar buldum; bu paralar memnuniyetimizi elli kat artırdı; hürriyete kavuşma umudumuzu pekiştirdi. Aynı gece, bizim dönme geldi ve o evde, bize söyledikleri, Hacı Murad adlı Magripli'nin oturduğu haberini getirdi; adam son derece zenginmiş, bir tek kızı varmış ve bütün servetinin tek vârisi oymuş, Berberistan'ın en güzel kızı olduğunda bütün şehir halkı hemfikirmiş. Oraya gelen valilerin çoğu, kızı babasından istemişler, kız katiyen evlenmek istememiş. Bir zamanlar Hıristiyan bir kadın köleleri varmış, ama artık yaşamıyormuş. Bütün bunlar, mektupta yazılı olanlara uyuyordu. Magripli kızı da alıp, hep birlikte Hıristiyan topraklarına gelebilmek için ne yapacağımızı hemen dönmeyle tartışmaya başladık; sonunda, önce Süreyya'nın ikinci haberini beklemeye karar verdik -şimdi Maria olmak istediği halde, adı Süreyya'ydı- çünkü karşımıza çıkacak güçlüklere, ondan başkasının çare bulamayacağını anlamıştık. Bu kararı verdikten sonra, dönme merak etmememizi, hayatı pahasına da olsa, bizi hürriyetimize kavuşturacağını söyledi. Bina dört gün boyunca insanlarla dolu olduğu için değneğin görünmesi de dört gün gecikti; dört gün sonra, her zamanki gibi bina boş kaldığında göründü; mendil o kadar şişkindi ki, mutlu bir doğum vaat ediyordu. Değnek ve mendil bana doğru eğildi; içinde ikinci bir mektup ve yüz İspanyol altını vardı, başka para yoktu. Dönme yanımızdaydı; hücremize girip okuması için mektubu kendisine verdik, tercüme etti: Sevgili efendim, İspanya'ya nasıl gideceğimizi bilmiyorum; sorduğum halde Lâlâ Meryem de söylemedi. Şöyle yapabiliriz: Ben size bu pencereden bol bol altın veririm; siz o paralarla hem kendinizin, hem arkadaşlarınızın fidyelerini ödersiniz. Biriniz Hıristiyan ülkesine gidip bir gemi satın alır ve diğerlerini almak için döner. Beni babamın Bab-ez-Züvvar'da, limanın bitişiğindeki yazlık evinde bulursunuz; yaz boyunca babam ve hizmetkârlarımla birlikte orada olacağım. Beni oradan gece vakti rahatça alıp gemiye götürebilirsiniz; unutma, kocam olmak mecburiyerindesin, yoksa Meryem'den seni cezalandırmasını isterim. Gemiyi aldırmak için kimseye güvenemiyorsan kendi fidyeni ödeyip kendin git; soylu ve Hıristiyan olduğun için, senin döneceğinin bir başkasından daha kesin olduğunu biliyorum. Yazlık evin yerini öğren; sen avluda dolaştığında binanın boş olduğunu anlar, sana bol para veririm. Allah seni korusun sevgili efendim. İkinci mektupta işte bunlar yazılıydı; okunduktan sonra, herkes fidyesi ödenecek kişi olmaya gönüllü oldu; hiç vakit kaybetmeden gidip dönmeye söz verdi; ben de gönüllüydüm. Dönme bütün bunlara itiraz etti; herkes bir arada olmadıkça, hiçbirimizin hürriyetine kavuşmasını onaylamayacağını söyledi; çünkü hür insanların, esirken verdikleri sözleri tutmadıklarını tecrübeyle öğrenmişti. Soylu esirlerin birçoğu bu çareye başvurmuş, aralarından birinin fidyesi ödenip, Valencia veya Mayorka'ya, dönüp fidyesini ödeyenleri kurtarmak üzere bir gemi ayarlaması için yanında parayla gönderilmiş, giden geri gelmemişti. Çünkü, diyordu dönme, hürriyetine kavuşmak ve tekrar kaybetme korkusu, her türlü mecburiyeti siliyordu kafalarından. Söylediklerini pekiştirmek için de, aşağı yukarı o sıralarda, birtakım Hıristiyan soylularının başına gelen bir olayı kısaca anlattı; şaşırtıcı ve dehşet verici olayların sık sık yaşandığı o yerde görülmüş en garip olaydı. Kendi teklifi şuydu: Aramızdan bir Hıristiyan'ı kurtarmak için verilecek fidyeyi kendisine verecektik; kendisi, Tetuan'da ve o sahil şeridinde ticaret yapma bahanesiyle, Cezayir'den bir gemi alacaktı; geminin sahibi olduktan sonra da, herkesi binadan çıkarıp gemiye bindirmenin yolu rahatlıkla bulunacaktı. Hele Magripli kız, dediği gibi herkesin fidyesinin ödenmesi için para verirse, hürriyetlerine kavuştuktan sonra, gün ortasında bile gemiye binmeleri gayet kolay olurdu. Asıl zorluk, dönmelerin büyük korsan gemisi haricinde gemi satın almalarına, gemi sahibi olmalarına Magripliler'in izin vermemesiydi; çünkü gemiyi alanın, özellikle Ispanyollar'ın, Hıristiyan ülkelerine gitmeye niyetli olmalarından korkuyorlardı. Kendisi bu zorluğun üstesinden şu şekilde gelecekti: Geminin satın alınması ve ticaretten elde edilecek kârda bir Tagarin'le{71} ortak olacak, bu bahaneyle tekneye sahip olduktan sonra, geri kalan her şeyi halledecekti. Arkadaşlarımla ben, Magripli kızın da demiş olduğu gibi, geminin Mayorka'dan alınmasını daha uygun bulduğumuz halde, bu öneriye karşı çıkmaya cesaret edemedik; onun dediğini yapmazsak, hepimizin, uğruna hayatımızı feda etmeye hazır olduğumuz Süreyya'nın planını ortaya çıkarır, hepimizin hayatı tehlikeye düşer diye korkuyorduk. Böylece, kendimizi Tanrı'nın ve dönmenin ellerine teslim etmeye karar verdik; hiç vakit geçirmeden Süreyya'ya cevap yazarak bütün tavsiyelerine uyacağımızı, çünkü her şeyi Lâlâ Meryem söylemişçesine iyi düşündüğünü, bu işi ertelemenin veya derhal gerçekleştirmenin, tamamen kendisine bağlı olduğunu söyledik. Kendisiyle evleneceğime tekrar söz verdim; sonra, bina tekrar boşaldığı bir gün, değnekle mendili birkaç kere uzatarak bize iki bin İspanyol altınıyla bir mektup verdi; mektupta ertesi cuma günü babasının yazlığına gideceğini, gitmeden önce bize yine para vereceğini, verdiği para yetmezse haber vermemizi, istediğimiz kadarını temin edebileceğini söylüyordu; babasının o kadar çok parası vardı ki, eksikliğini duymazdı; üstelik her şeyin anahtarı kendisindeydi. Dönmeye hemen gemiyi satın alması için beş yüz altın verdik; ben sekiz yüz altınla kendi fidyemi ödedim. Parayı o sırada Cezayir'de bulunan Valencia'lı bir tüccara verdim; o da fidyeyi beylerbeyine ödemek üzere, bana kefil oldu; Valencia'dan ilk gemi geldiğinde fidyemi ödeyeceğine söz verdi. Parayı hemen verseydi, beylerbeyi fidyemin "uzun zamandır Cezayir'e ulaşmış olduğunu düşünür, tüccarın kendi çıkarı için ses çıkarmadığından şüphelenirdi. Zaten sahibim o kadar şüpheciydi ki, paranın hemen verilmesine kesinlikle cesaret edemedim. Güzel Süreyya, yazlığa gideceği cumadan önceki perşembe günü, bize bin altın daha vererek gidişinden haberdar etti; benim fidyem ödendiğinde hemen babasının yazlığını bulmamı, mutlaka bir fırsat yaratıp oraya giderek kendisini görmemi rica etti. Kendisine kısa bir cevap yazıp dediklerini yapacağımı, esir kadının öğrettiği şekilde, Lâlâ Meryem’e, bize yardımcı olması için dua etmesini söyledim. Bunun üzerine, binadan çıkışımızı kolaylaştırmak için, üç arkadaşımızın fidyelerinin ödenmesi işini ele aldık; ayrıca, para olduğu halde, benim fidyemin ödenip kendilerininkinin ödenmediğini görünce telâşlanırlar, şeytan onları Süreyya aleyhinde bir şey yapmaya ikna eder diye korktuk. Gerçi arkadaşlarım böyle bir korkuya kapılmama yer verecek insanlar değillerdi, ama yine de işi tehlikeye atmak istemedim ve kendi fidyemi ödediğim şekilde onlarınkini de ödedim; korkmadan, rahatlıkla kefil olabilmesi için, bütün parayı tüccara teslim ettim. Planımızı ve sırrımızı, tehlikeli olur düşüncesiyle tüccara hiç açmadık."