YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM - La Mancha'lı yiğit şövalyenin Morena Dağlarında başına gelen tuhaflıklara ve Beltenebros'un kefaretini taklit edişine dair

Don Quijote, keçi çobanıyla vedalaştıktan sonra, tekrar Rocinante'ye binip Sancho'ya kendisini izlemesini emretti; o da hiç canı istemeyerek eşeğiyle izledi. Yavaş yavaş dağların daha sarp yerlerine doğru giriyorlardı; Sancho efendisiyle konuşmaya can atıyor, emrine karşı gelmemek için, konuşmayı onun başlatmasını istiyordu. Sonunda bu kadar sessizliğe dayanamayarak dedi ki:

"Senor Don Quijote, bana hayır duanızla birlikte izin verin; ben buradan evime, karıma, çocuklarıma dönmek istiyorum; onlarla hiç değilse her istediğimi konuşur, paylaşırım. Çünkü zat-ı âlinizin, gece gündüz bu ıssız yerlerde sizinle birlikte yol alıp, canım çektiğinde konuşmamamı istemesi, diri diri gömülmek gibi bir şey. Hayvanlar Ezop'un zamanındaki gibi konuşsalardı, o kadar kötü olmazdı, o zaman canımın istediğini eşeğimle paylaşır, talihsizliğimi unuturdum. Böyle ömür boyu serüven peşinde koşup tekmeden, altı okkadan, tuğla ve yumruk yemekten başka şey bulamamak, zor iş, sabredilecek gibi bir şey değil. Üstüne üstlük, dilsiz gibi, içimizden geçeni söyleyemeden dilimizi bağlamamız gerekiyor."

"Seni anlıyorum Sancho," dedi Don Quijote. "Diline koyduğum yasağı kaldırayım diye can atıyorsun. Kalkmış kabul et, ne istiyorsan söyle; yalnız bir şartla: Yasak sadece bu dağlarda olduğumuz süre için kalkacak."

"Öyle olsun," dedi Sancho. "Ben şimdi konuşayım da, sonrasını Tanrı bilir. Şimdi iznimin keyfini sürmeye başlayıp soruyorum: Zat-ı âlinize ne oldu da, Magimasa mıdır, nedir, o kraliçeyi öyle savundunuz? O Abat onun dostu olmuş, olmamış, ne farkederdi? Zat-ı âliniz onun hâkimi olmadığına göre, üstünde durmasaydınız, eminim deli, hikâyesine devam ederdi, taştan da kurtulurduk, tekmeden de, sekiz tokattan da."

"Emin ol Sancho," dedi Don Quijote, "Kraliçe Madâsima'nın ne kadar şerefli ve soylu bir hanımefendi olduğunu benim gibi sen de bilseydin, bu iftiraların çıktığı ağzı yırtmadığım için çok sabırlı davrandığımı söylerdin, bundan eminim. Bir kraliçenin, bir cerrahla aşk yaşadığını söylemek, düşünmek, küfürlerin en büyüğüdür. İşin doğrusu şu ki, o delinin bahsettiği Üstat Elisabat, çok tedbirli bir adamdı ve çok sağlam nasihatler verirdi; kraliçeye öğretmen ve doktor olarak hizmet etmişti; dostu olduğunu düşünmekse, büyük ceza gerektiren, abes bir iddiadır. Cardenio'nun da ne dediğini bilmediği, bunu söylerken aklının başında olmadığından belli."

"Ben de onu diyorum," dedi Sancho. "Bir delinin sözlerine önem vermenin anlamı yoktu. Zat-ı âlinizin talihi yaver gitmeyip de o taşı göğsünüze değil, başınıza isabet ettirseydi, o lanet olası hanımefendiyi savunmanın bedelini pek güzel ödemiş olacaktık doğrusu. Cardenio da deli diye kurtulurdu üstelik!"

"Gezgin şövalyeler, ister akıllı olsun, ister deli, herkese karşı kadınların şerefini savunmak zorundadır; hele bu kadın Kraliçe Madâsima gibi soylu ve şerefliyse; ben kendisine meziyetlerinden ötürü özel bir yakınlık duyarım. Çünkü güzelliğinin yanısıra, başına gelen onca felâket karşısında çok tedbirli ve dayanıklı olmayı bilmiştir. Üstat Elisabat'ın nasihatleri ve desteği de, dertlerine ihtiyatla ve sabırla katlanmasına çok yardım etmiş, ona ferahlık vermiştir. Cahil ve kötü niyetli halk da, buradan yola çıkıp onun âşığı olduğunu söylemiş, iddia etmiştir. Tekrar söylüyorum, yalan söylüyorlar; böyle düşünüp söyleyen herkes de, bin kere yalan söylemiş olacaktır."

"Ben ne öyle düşünüyorum, ne öyle söylüyorum," diye cevap verdi Sancho. "Ben bulaşmam, ne halleri varsa görsünler; aşk yaşayıp yaşamadıklarının hesabını Tanrı'ya vermişlerdir; ben görmedim, duymadım, haberim yok; başkalarının hayatı beni ilgilendirmez; her koyun kendi bacağından asılır. Üstelik ben üryan doğdum, üryan gezerim; ne kazanırım, ne kaybederim, başkasından bana ne? Dereyi görmeden paçaları sıvamanın âlemi yok. Göğe direk, denize kapak olmaz. Üstelik su uyur, düşman uyumaz."

"Aman Tanrım!" dedi Don Quijote. "Ne saçmalıklar yumurtluyorsun böyle Sancho? Konuştuğumuz şeyle, peşpeşe dizdiğin bu atasözlerinin ne ilgisi var? Tanrı aşkına Sancho, sus, bundan böyle de, eşeğini dürtmekle ilgilen, üstüne vazife olmayan şeylerle değil. Şunu da beş duyunla birden iyice anla ki, benim her yaptığım, her yapacağım, son derece haklıdır ve şövalyeliğin kurallarına tamamen uygundur; çünkü bunları dünyanın gelmiş geçmiş bütün şövalyelerinden daha iyi bilirim."

"Efendim," dedi Sancho, "bu ıssız dağlarda yol iz bilmeden bir deliyi aramamız da şövalyelik kuralı mı? Adam deli, belki de bulduğumuzda, başladığı şeyi bitirmek eser aklına; hikâyesini demiyorum, zat-ı âlinizin kafasıyla benim kaburgalarımı parçalamayı diyorum."

"Bir daha söylüyorum, sus, Sancho," dedi Don Quijote. "Şunu bil ki, buralara gelmemin tek sebebi, deliyi bulmak değil. Burada öyle bir kahramanlık göstermek istiyorum ki, bütün dünyada ebedî şan ve şöhret kazandırsın bana ve bir gezgin şövalyeyi mükemmel ve meşhur kılan her şeyi temsil etsin."

"Bu kahramanlık çok mu tehlikeli peki?" diye sordu Sancho Panza.

"Hayır", dedi Mahzun Yüzlü. "Ama kader bu, kazanmak yerine kaybedebiliriz de. Her şey sana bağlı."

"Bana mı bağlı?" dedi Sancho.

"Evet," dedi Don Quijote. "Seni göndermeyi düşündüğüm yerden çabuk dönersen, üzüntüm çabuk biter, saadetim çabuk başlar. Sözlerimin nereye varacağını merak ederek seni daha fazla şüphe içinde tutmam doğru olmayacağından, şunu söylemek istiyorum ki Sancho, ünlü Galya'lı Amadis, dünyanın en mükemmel gezgin şövalyelerinden biriydi. Biriydi demek doğru değil; tekti, ilkti, biricikti, kendi zamanında, dünyadaki bütün şövalyelerin efendisiydi. Don Belianís de, kendilerini herhangi bir konuda Galya'lı Amadis'le bir tutan herkes de halt etmiş, yanıldıklarına yemin ederim. Ayrıca diyorum ki, bir ressam sanatında ünlenmek istiyorsa, bildiği en büyük ressamların orijinal eserlerini taklit etmeye çalışır; aynı kural, ülkeleri güzelleştirmeyi amaçlayan bütün diğer meslekler ve işler için de geçerlidir. Sağduyulu ve sağlam olarak isim yapmak isteyen herkes de öyle yapmalıdır, öyle yapar, Odysseus'u taklit eder; Homeros onun şahsında ve işlerinde, sağduyuyla sağlamlığın canlı bir tablosunu çizmiştir bize. Vergilius da Aineias'ın şahsında, saygılı bir evlâdın cesaretini, yiğit ve akıllı bir denizcinin anlayışını göstermiş, oldukları gibi değil, faziletleri gelecek nesillere örnek olsun diye, olmaları gerektiği gibi çizmişler, tasvir etmişlerdir. Aynı şekilde, Amadis de, yiğit ve âşık şövalyelerin pusulası, yolgösterici yıldızı, güneşi olmuştur; aşk ve şövalyelik sancağı altında savaşan hepimiz, onu taklit etmeliyiz. Hal böyleyken, ki öyledir, dostum Sancho, bence onu en çok taklit eden gezgin şövalye, şövalyelikte mükemmeliyete ulaşmaya en çok yaklaşan kişi olacaktır. Bu şövalyenin de, sağduyusunu, yiğitliğini, cesaretini, dayanıklılığını, kararlılığını ve aşkını en çok gösterdiği olaylardan biri, Senora Oriana tarafından reddedildiğinde, inzivaya çekilip Mahzun Kaya'nın üzerinde kefaret ödemesidir. Adını Beltenebros olarak değiştirmiştir; şüphesiz, kendi iradesiyle seçtiği hayat için çok anlamlı ve uygun bir isim. Benim için, onu bu konuda taklit etmek, devleri parçalamakta, yılanların kafasını koparmakta, ejderhaları öldürmekte, orduları dağıtmakta, donanmaları batırmakta ve büyüleri bozmakta taklit etmekten daha kolay. Üstelik buraları böyle bir amaca o kadar uygun yerler ki, şu anda talihin bana sunduğu bu fırsatı kaçırmam için bir sebep yok."

"Sahi," dedi Sancho, "zat-ı âlinizin bu ıssız yerde yapmak istediği nedir?"

"Söylemedim mi sana," dedi Don Quijote, "Amadis'i taklit etmek istiyorum diye? Burada çaresizi, sersemi, çılgını oynayacağım, aynı zamanda yiğit Roland'ı taklit edeceğim. Güzel Angelica'nın Medoro'yla kahpelik ettiğine dair işaretleri bir pınarda bulduğunda, üzüntüden çıldırmış, ağaçları söküp koparmış, berrak pınarların suyunu bulandırmış, çobanları öldürmüş, sürüleri mahvetmiş, kulübeleri yakmış, evleri yıkmış, kısrakları sürüklemiş ve ebediyen hatırlanmayı, anılmayı hakedecek daha yüz bin küstahlık yapmıştı. Gerçi ben Roland'ı, Or- lando'yu, ya da Rotolando'yu (bu üç isme de sahipti çünkü) yaptığı, söylediği ve düşündüğü bütün deliliklerde harfiyen taklit etmeyi düşünmüyorum ama, en temel saydığım yönleriyle, elimden geldiğince bir taslak çizeceğim. Belki de sadece Amadis'in taklidiyle yetinirim; o, zarar verecek çılgınlıklarla değil, gözyaşı ve duygu çılgınlığıyla, benzersiz bir ün kazanmıştı."

"Bana öyle geliyor ki," dedi. Sancho, "bunları yapan şövalyeleri, bu delilikleri, kefaretleri yapmaya iten sebepler vardı. Ama zat-ı âlinizin delirmek için ne sebebi var? Sizi hangi hanım reddetti, Senora Dulcinea del Toboso'nun, bir Magripli ya da Hıristiyan'la oynaştığına dair hangi işareti buldunuz ki?"

"Mesele de bu işte," dedi Don Quijote. "Benim tasarımın inceliği burada. Belli bir sebeple çıldıran gezgin şövalye, özel bir övgüyü haketmez; mesele sebepsiz delirmek ve sevgilime, sebepsiz yere bunu yapıyorsam, sebebi olunca ne yapacağımı düşündürmek. Ayrıca, ebedî sevgilim Dulcinea del Toboso'dan uzun ayrılığım, yeterli bir sebep. O çobanın, Ambrosio'nun da geçen gün dediği gibi; sen de duydun; ayrı düşen, her derde tutulur, her dertten korkar. Kısacası, dostum Sancho, bu kadar ender rastlanır, mutlu ve görülmemiş bir taklitten vazgeçmem için nasihat vermekle vakit kaybetme. Deliyim, deli olmak zorundayım; sen, senin aracılığınla sevgilim Dulcinea'ya göndereceğim mektubun cevabıyla dönünceye kadar. Benim inançlılığıma lâyık bir cevap olursa eğer, çılgınlığımın ve kefaretimin sona ermesi gerekir; tersi olursa, gerçekten deliririm, delirince de, hiçbir şey hissetmem. Yani, nasıl bir cevap verirse versin, beni içinde bıraktığın çatışma ve sıkıntıdan çıkacağım; ya aklım başımda, bana getirdiğin iyiliklere sevinecek, ya delirip, getirdiğin kötülükleri hissetmeyeceğim. Söylesene Sancho, Mambrino'nun tolgasını iyi sakladın mı? O serseri parçalamaya kalktığında yerden aldığını görmüştüm. Parçalayamadı ama, bu da ne kadar iyi işlendiğini gösteriyor."

Sancho buna şöyle cevap verdi:

"Tanrı aşkına, saygıdeğer Mahzun Yüzlü Şövalye, zat-ı âlinizin söylediği bazı şeylere dayanamıyorum, sabırla dinleyemiyorum. O zaman da, şövalyelik hakkında, krallıklar, imparatorluklar fethetmek, cezireler bahşetmek, gezgin şövalyelerin âdeti olduğu üzre başka lütuflarda ve büyüklüklerde bulunmak konusunda söylediğiniz her şeyin hikâye, yalan, hepsinin uydurma, uydurmaca olduğunu düşünüyorum; ne derseniz deyin adına. Zat-ı âlinizin berber leğenine Mambrino'nun tolgası dediğini ve bu yanılgıdan dört gün boyunca kurtulmadığını duyan biri, ne düşünebilir; bunu söyleyip ısrar eden insanın kafasının boş olduğundan başka? Leğeni yamru yumru halde çuvala koydum; eve götürüp düzeltmek, sonra sakalımı içinde tıraş etmek üzere; Tanrı izin verir de bir gün karımla çocuklarıma kavuşabilirsem eğer."

"Bak Sancho, senin daha önce yemin ettiğin gibi ben de yemin ediyorum," dedi Don Quijote, "bu dünyadaki gelmiş geçmiş en kıt zekâlı silâhtarsın. Benimle birlikte olduğun bütün bu süre boyunca, gezgin şövalyelere ait her şeyin kuruntu, çılgınlık, saçmalık gibi görünüp tam tersi olduğunu farketmemiş olman mümkün mü? Aslında böyle olduğu için değil; aramızda daima bir büyücüler güruhu olduğundan ve her şeyimizi değiştirip, canlarının istediği şekilde, bize iyilik mi, kötülük mü etmek istediklerine bağlı olarak çevirdikleri için. Böylece, sana berber leğeni gibi görünen şey, bana Mambrino'nun tolgası gibi görünüyor, başkasına da başka şey gibi görünürdü. Aslında Mambrino'nun tolgası olan şeyi herkese leğen gibi göstermek, benden yana olan bilgenin eşsiz bir ilerigörüşlülüğüydü; çünkü yoksa, bu kadar değerli bir şeyi elimden almak için herkes peşime düşecekti. Ama berber leğeninden başka bir şey olmadığını görünce, peşine düşmüyorlar, kırmaya çalışıp da sonra yerde bırakan, alıp götürmeyen adam gibi; inan bana, bilseydi, katiyen bırakmazdı. Onu iyi sakla dostum; şimdilik ona ihtiyacım yok. Benim şimdi bütün bu zırhları çıkarıp anamdan doğduğum gibi çıplak kalmam gerekiyor, kefaretimde Amadis'ten çok Roland'ı izlemek istiyorsam eğer."{58}

Böyle konuşurlarken, yüksek bir dağın eteğine vardılar; neredeyse yontulmuş bir kaya gibi, çevresindeki birçok dağın arasında tek başına yükseliyordu. Eteğinde sakin bir derecik akıyor, bütün çevresinde öyle yeşil ve verimli bir çayır uzanıyordu ki, gören gözlere mutluluk veriyordu. Ormanda yetişen türlerden çok sayıda ağacı, bitkileri, çiçekleriyle, huzurlu bir yerdi. Mahzun Yüzlü Şövalye kefareti için burayı seçti ve görünce, yüksek sesle, aklını kaybetmiş gibi konuşmaya başladı:

"Ey tanrılar! Sizin bana verdiğiniz mutsuzluğa ağlamak için seçtiğim yer, işte burası. Burada, gözlerimdeki yaşlar, bu küçük derenin sularına katılacak; burada aralıksız, derin iç çekişlerim, dertli yüreğimdeki ıstırabın şahidi ve işareti olarak, bu ulu ağaçların yapraklarını hiç durmadan kıpırdatacak. Sizler, kim olursanız olun, ey bu ıssız yerde yaşayan kır tanrıları! Bu bahtsız âşığın yakınmalarına kulak verin; uzun bir ayrılık ve hayalî kıskançlıklar yüzünden bu yabanî yerlere, ağlamaya, insan güzelliğinin doruk noktası olan o nankörün acımasızlığından yakınmaya geldi. Ey Napai'ler ve Dryad'lar! Siz ki, sık ormanlarda yaşar, böylece sizi umutsuzca seven, çevik, şehvetli Satyr'lerin tatlı huzurunuzu bozmalarına izin vermezsiniz, bahtsızlığıma ağlarken bana katılın, ya da hiç değilse dinlemekten kaçınmayın. Ey Dulcinea del Toboso, gecemin gündüzü, ıstırabımın mutluluğu, yollarımın pusulası, kaderimin yıldızı! Tanrı sana isteyeceğin her şeyi versin; senden ayrı olmanın beni getirdiği yeri ve durumu düşün, sadakatimin lâyık olduğu iyi niyetli karşılığı ver. Ey bundan böyle yalnızlığımı paylaşacak olan yalnız ağaçlar! Dallarınızın tatlı kımıltılarıyla, varlığımın sizi rahatsız etmediğine dair işaret verin bana. Ey silâhtarım! İyi ve kötü günlerimin cana yakın yoldaşı, burada yapacağım şeyleri iyice hatırında tut ki, hepsinin sebebi olan kişiye bir bir anlatasın."

Bunları söyleyip Rocinante'den indi ve çabucak dizginleriyle eyerini çıkartıp sağrısına bir şaplak atarak dedi ki:

"Kendi özgürlüğünü kaybeden sahibin, sana özgürlük bağışlıyor, ey başarıda üstün, talihsizlikte birinci atım! istediğin yere git; alnında, ne Astolfo'nun kartal başlı atının, ne de Bradamante'ye o kadar pahalıya malolan ünlü Frontino'nun, çeviklikte sana yetişemediği yazılı."

Bunu gören Sancho dedi ki:

"Şimdi eşeğin semerini çıkarma derdinden bizi kurtaran sağolsun; doğrusu alkışa da, övgüye de lâyıktı karakaçanım; ama o şimdi burada olsaydı, kimsenin semerini çıkarmasına izin vermezdim, gerekmediği için. Aşıkların ve umutsuzların kuralları, onun için geçerli olmazdı; 'Tanrı izin verdiği sürece sahibi olan ben, âşık ve umutsuz olmadığım için. Aslında, saygıdeğer Mahzun Yüzlü Şövalye, benim gidişimle zat-ı âlinizin çılgınlığı gerçekse, Rocinante'yi tekrar eyerlemek iyi olur, eşeğin eksikliğini telâfi eder. Gidip dönerken zamandan tasarruf etmiş olurum; yaya gidip gelirsem, ne zaman varırım, ne zaman dönerim, bilemiyorum, çünkü yürüyüşe pek alışkın değilimdir."

"Pekâlâ Sancho," dedi Don Quijote, "nasıl istersen öyle olsun; fena fikir gibi gelmedi bana. Üç gün sonra yola çıkacaksın; çünkü bu arada, onun için yaptıklarımı ve söylediklerimi görmeni istiyorum ki kendisine anlatasın."

  "Gördüklerimden başka ne görmem gerekiyor ki?" dedi Sancho.

"Çok biliyorsun da meseleyi!" dedi Don Quijote. "Daha giysilerimi yırtacağım, zırhlarımı dağıtacağım, kafamı bu kayalara vuracağım, buna benzer daha başka şeyler yapacağım, sen de şaşıracaksın."

"Tanrı aşkına," dedi Sancho, "kafanızı nasıl vurduğunuza dikkat edin efendim. Öyle bir kayanın öyle bir yerine rastlarsınız ki, ilk vuruşta bu kefaret meselesi son bulur. Bana soracak olursanız, madem başınızı vurmak zat-ı âlinize gerekli gibi geliyor, bu iş de başka türlü yapılamıyor, bütün bunlar oyun, düzmece, şakadan olduğuna göre, diyorum ki, başınızı suya ya da pamuk gibi yumuşak bir şeye vurmakla yetinseniz. Siz bu işi bana bırakın, ben hanımefendiye, zat-ı âlinizin başını bir kayanın, elmastan daha sert, sivri bir köşesine vurduğunu söylerim."

"iyi niyetine teşekkür ederim, dostum Sancho," dedi Don Quijote. "Ama şunu bilmeni isterim ki, bütün bu yaptıklarım şaka değil, çok gerçek; çünkü aksi takdirde, şövalyeliğin yasalarına karşı gelmiş olurum. Bu yasalar bize yalan söylemememizi emreder, yalan söyleyen, sabıkalı sayılır; bir şey yerine başka şey yapmaksa, yalan söylemekle aynı şeydir. Yani başımı vurma hareketinin hakîkî, kesin ve geçerli olması, safsatadan, hayalden iz taşımaması şart. Ayrıca, bana yaralarım için biraz sargı bezi bırakman gerekiyor; çünkü kader kaybettiğimiz balsamdan mahrum kalmamı istedi."

"Eşeği kaybetmek daha kötü oldu," dedi Sancho. "Çünkü onunla birlikte, sargı bezleri de gitti, her şey de. Zat-ı âlinize yalvarıyorum, o lânet olası iksiri hatırlamayın artık; sırf adını duymak bile yalnız midemi değil, bütün ruhumu altüst ediyor. Ayrıca size yalvarıyorum, yaptığınız delilikleri görmem için bana tanıdığınız üç günlük mühleti doldu farzedin; ben görmüş kabul ediyorum kendimi, kesin olarak; hanımefendiye de şahane şeyler anlatacağım. Hemen mektubu yazıp beni gönderin; çünkü bir an önce dönüp, zat-ı âlinizi bu çileden kurtarmak istiyorum."

"Sen buna çile mi diyorsun Sancho?" dedi Don Quijote. "Cehennem azabı desen daha iyi edersin, hattâ beteri; beteri varsa eğer."

"  Cehennemde marifet yoktur{59} derler," dedi Sancho.

"  Marifet yoktur ne demek, anlamadım," dedi Don Quijote.

" Marifet yoktur" dedi Sancho, "yani cehenneme düştünüz mü, ne yapsanız nafiledir, marifetler işe yaramaz, kurtulamazsınız. Ama zat-ı âlinizin durumunda tam tersi olacak; topuklarımı paralamak pahasına da olsa (Rocinante'yi dürtükleyecek mahmuzları takarsam tabii). Ben hele bir El Toboso'ya varayım, Senora Dulcinea'nın huzuruna çıkayım, zat-ı âlinizin yaptığı ve yapmakta olduğu zırvalıklar ve çılgınlıklar hakkında (hepsi bir aslında) öyle şeyler anlatacağım ki, kendisini meşe kadar sert bulsam da, eldiven gibi yumuşatacağım. Onun bal gibi tatlı cevabını alır almaz, büyücüler gibi uçarcasına dönüp, zat-ı âlinizi cehennem azabına benzeyen, ama olmayan bu çileden kurtaracağım; çünkü buradan kurtulma umudu var, oysa daha önce de dediğim gibi, cehenneme düşen bir daha kurtulamaz; sizin de buna bir şey diyeceğinizi sanmıyorum."

"Doğru söylüyorsun," dedi Mahzun Yüzlü, "ama mektubu nasıl yazacağız?"

"Sıpalarla ilgili talimatı da," diye ekledi Sancho.

"Hepsi içinde olacak," dedi Don Quijote. "Kâğıdımız olmadığına göre, eskiler gibi, ağaçların yapraklarına ya da balmumu levhalara yazmak durumundayız; gerçi şimdi bunu bulmak da, kâğıt bulmak kadar zor olur. Ama aklıma daha iyi, hattâ mükemmel bir şey geldi: Cardenio'nun not defteri. Sen onu güzel bir yazıyla kâğıda, temize çektirirsin, öğretmeni olan ilk köyde; olmazsa bir kilise görevlisi temize çeker. Sakın bir mahkeme kâtibine filan çektirme, onlar bitişik elyazısı yazarlar, şeytan bile çıkamaz içinden."

"Peki, imza ne olacak?" dedi Sancho.

"Amadis'in hiçbir mektubunda imza yoktur," diye cevap verdi Don Quijote.

"Tamam," dedi Sancho. "Ama talimatın mutlaka imzalanması lâzım, onu temize çektirirsek imza sahte derler, ben de sıpasız kalırım."

"Talimatın kendisi, not defterinde olacak; yeğenim onu gördüğünde, yerine getirmek için güçlük çıkarmayacak. Aşk mektubuna gelince, imza olarak şunu yazdırırsın: 'Ölünceye dek, sizin, Mahzun Yüzlü Şövalyeniz.' Başkasının yazısı olması da önemli değil; çünkü hatırladığım kadarıyla, Dulcinea okuma yazma bilmez; ayrıca hayatında benim ne yazımı görmüştür, ne bir mektubumu; çünkü benim aşkım da, onun aşkı da, hep platonik olmuş, temiz bakışlardan öteye gitmemiştir. O da öyle ender olmuştur ki, onu sevdiğim, bir gün toprağın yutacağı bu canımdan çok sevdiğim, on iki yıl boyunca, kendisini en fazla dört kere görmüş olduğuma yemin etsem, yalan olmaz. Hattâ o benim baktığımı, bu dört kerenin ancak birinde farketmiş olabilir. İşte babası Lorenzo Corchuelo ve annesi Aldonza Nogales onu böyle çekingen, kapalı yetiştirmişlerdir."

"Vay vay," dedi Sancho. "Demek Senora Dulcinea del Toboso Lorenzo Corchuelo'nun kızı, yani diğer adıyla, Aldonza Lorenzo."

"Evet, o," dedi Don Quijote. "Bütün dünyanın hanımefendisi olmaya lâyıktır."

"Onu iyi tanırım," dedi Sancho. "Köyün en kuvvetli delikanlısı kadar iyi cirit attığını söyleyebilirim size. Tanrı hakkı için, kusursuz bir kızdır, kanlı canlı, sağlam yapılıdır, sevgilisi olduğu gezgin şövalyeyi her dertten kurtarır. Yüce Tanrım, ne kas vardır onda, ne ses vardır! Derler ki bir gün, babasının tarlasında çalışan oğlanları çağırmak için, köyün çan kulesinin tepesine çıkmış; yarım fersah ötede oldukları halde, kulenin dibindeymiş gibi duymuşlar. En iyi tarafı da, hiç nazlı olmamasıdır, çok hoş sohbettir; herkesle şakalaşır, her şeyle alay eder, eğlenir. Şimdi diyebilirim ki, saygıdeğer Mahzun Yüzlü Şövalye, zat-ı âliniz onun uğruna delilikler yapabilirsiniz, yapmalısınız da, hattâ umutsuzluğa kapılıp kendinizi asmaya bile hakkınız var; çünkü herkes, sonunda şeytan alıp götürse bile, çok iyi ettiğinizi söyleyecektir. Ben bir an önce yola düşmek istiyorum, sırf onu görebilmek için; günlerdir görmedim kendisini, çok değişmiş olmalı; çünkü sürekli kırlarda, güneşte, rüzgârda dolaşmak, kadınları çok yıpratır. Zat-ı âlinize bir itirafta bulunacağım, Don Quijote efendim; şu ana kadar müthiş bir cehalet içindeydim. Ben Senora Dulcinea'yı, zat-ı âlinizin âşık olduğu bir prenses sanıyordum; ya da zat-ı âlinizin gönderdiği değerli armağanlara lâyık biri; meselâ Vizcaya'lı, meselâ mahkûmlar ve zat-ı âlinizin daha ben silâhtarınız olmadan şüphesiz kazanmış olduğu birçok zaferde yenmiş olduğunuz daha birçokları. Ama, düşünecek olursak, zat-ı âlinizin yenip ona gönderdiğiniz, göndereceğiniz adamlar, gidip Senora Aldonza Lorenzo'nun, yani Senora Dulcinea del Toboso'nun önünde diz çökseler ne olacak? Çünkü onlar geldiğinde, o keten taraklıyor, ya da ekin biçiyor olabilir; onlar kendisini görünce kızarıp bozarabilirler, o da armağana gülebilir, kızabilir."

"Sana daha önce de çok söyledim Sancho," dedi Don Quijote, "çok gevezesin; doğuştan kabasın, çoğu zaman da kaş yapayım derken göz çıkarıyorsun. Ama senin ne kadar sersem, benim ne kadar aklı başında olduğumu anla diye, sana kısa bir hikâye anlatacağım. Güzel, genç, serbest, zengin, hepsinden önemlisi de, rahat bir dul kadın, İriyarı, güçlü kuvvetli, manastır hizmeti gören bir delikanlıya âşık olmuş. Delikanlının hizmetinde olduğu rahip, bunu öğrenmiş ve bir gün kadını dostça ayıplayarak demiş ki: 'Haklı olarak şaşırıyorum hanımefendi; zat-ı âliniz kadar soylu, güzel ve zengin bir kadın, bu manastırda onca hoca, onca dinbilim öğrencisi, onca din bilgini varken, zat-ı âliniz onların arasından birini armut seçer gibi seçip, onu değil, bunu istiyorum, diyebilecekken, falanca gibi kaba saba, seviyesiz ve aptal bir adama nasıl âşık olursunuz?' Kadınsa, çok rahat, utanmadan cevap vermiş: 'Zat-ı âliniz çok yanılıyorsunuz efendim; aptal gibi görünse de, falancayı seçmekle hata ettiğimi düşünüyorsanız, çok eski kafalısınız demektir. Çünkü benim onu istediğim iş için, Aristo kadar, hattâ ondan fazla felsefe biliyor.' Kısacası Sancho, benim Dulcinea del Toboso'm, ondan istediğim iş için, dünyanın en soylu prensesi kadar iş görür. Tabii, çünkü hanımları istedikleri isimle öven bütün şairler, onlara sahip değildirler. Sen sanıyor musun ki, kitapları, romansları, berber dükkânlarını ve tiyatroları dolduran bütün o Amaryllis'ler, Phyllis'ler, Silvia'lar, Diana'lar, Galateia'lar, Alida'lar ve diğerleri, gerçekten, etten, kemikten kadınlardılar ve onları övenlere aittiler? Tabii ki hayır, çoğu uydurmaydı; şiirlere konu olsun diye, şairi âşık, âşık olabilecek tıynette bir adam olarak tanınsın diye uydurulmuştu. Aynı şekilde, benim de Aldonza Lorenzo'nun güzel ve namuslu olduğunu düşünmem, buna inanmam yeterli; soyluluk meselesi pek önemli değil, rütbe vermek üzere gidip soruşturacak değiller ya; ben dünyanın en soylu prensesi kabul ediyorum onu. Eğer bilmiyorsan öğren Sancho: insanı sevmeye sevkeden, her şeyden önemli iki şey vardır; güzellik ve iyi şöhret; bunların ikisi de Dulcinea'da bol bol var; çünkü güzellikte kimse onunla rekabet edemez, şöhretine de ulaşan az bulunur. Sonuç olarak, ben bütün söylediklerimin doğru olduğunu hayal ediyorum, ne bir eksik, ne bir fazla; onu hayalimde istediğim şekilde canlandırıyorum, güzelliğini de, soyluluğunu da; onunla ne Helena rekabet edebilir, ne Lucretia, ne de geçmiş çağların ünlü Yunanlı, barbar ve Latin kadınlarının herhangi biri. Kim ne derse desin; cahiller bu yüzden beni kınasa da, aklı başında kimseler suçlamayacaktır."

"Her konuda zat-ı âliniz haklısınız," dedi Sancho, "ben eşeğin tekiyim. Ama ne diye eşek diyorum, bilmem ki; asılmış adamın evinde ip lâfı edilmez. Neyse, şu mektubu bana verin de, ben Tanrı'nın izniyle yola koyulayım."

Don Quijote not defterini çıkardı ve biraz öteye çekilip büyük bir sükûnetle mektubu yazmaya başladı; bitirdiğinde Sancho'yu çağırıp, mektubu ezberlesin diye okumak istediğini söyledi; olur da yolda kaybeder korkusuyla; onda o bahtsızlık olduktan sonra, her şey beklenirdi. Sancho buna şöyle cevap verdi:

"Siz mektubu iki üç kere o deftere yazıp bana verin; ben saklarım, kaybetmem. Ezberlemeye kalkmam çok saçma olur, çünkü benim hâfızam o kadar zayıftır ki, adımı bile çoğu kez hatırlayamam. Yine de siz okuyun efendim, dinlemek çok hoşuma gidecek, kitap gibidir mutlaka."

"Dinle bak," dedi Don Quijote:

DON QUIJOTE'DEN DULCINEA DEL TOBOSO'YA MEKTUP

Asil ve âlicenap hanımefendi;

Ayrılığın hançeriyle yaralanan, en zayıf noktasından vurulan ben, kendimde olmayan sağlığı sana diliyorum, tatlılar tatlısı Dulcinea del Toboso. Güzelliğinle beni aşağılıyorsan, bana değer vermiyorsan, ıstırabımı küçümsüyorsan, ne kadar dayanıklı olsam da, beni kahreden bu sonsuz kedere katlanamayacağım. Sadık silâhtarım Sancho sana, senin yüzünden, ey nankör dilber; sevdiğim düşmanım, ne hallere düşğümü anlatacak; beni kurtarmak istersen, seninim; istemezsen, istediğini yap; ben hayatıma bir son vermekle, hem senin zalimliğini, hem kendi isteğimi tatmin etmiş olacağım.

Ölene kadar senin,

MAHZUN YÜZLÜ ŞÖVALYEN.

"Babamın şerefi üzerine yemin ederim," dedi Sancho, mektubu dinledikten sonra, "hayatımda duyduğum en müthiş şey! Vay canına, zat-ı âliniz her söylemek istediğinizi nasıl da söylemişsiniz, Mahzun Yüzlü Şövalye de imzaya ne güzel oturmuş! Gerçekten söylüyorum, zat-ı âliniz şeytanın ta kendisisiniz, bilmediğiniz şey yok sizin."

"Benim mesleğimde," dedi Don Quijote, "her şeyi bilmek gerekir."

"Öyleyse," dedi Sancho, "arka sayfaya da üç sıpayla ilgili talimatı yazıp açık seçik imzalayın ki, görünce tanısınlar."

"Memnuniyetle," dedi Don Quijote.

Yazdıktan sonra da okudu:

Sevgili yeğenim, işbu birinci sıpa talimatına istinaden, evde, size emanet bırakmış olduğum beş sıpadan üçünün, silâhtarım Sancho Panza'ya verilmesini sağlayınız. Sözkonusu üç sıpa, burada bana yapılan ödeme ve kendisinin size takdim edeceği makbuz karşılığında verilecektir. İşbu talimat, Morena Dağlarının doruklarında, içinde bulunduğumuz yılın yirmi iki Ağustos'unda tanzim edilmiştir.

"Tamam, oldu," dedi Sancho, "imzalayınız efendim."

"İmzalamaya gerek yok," dedi Don Quijote. "Parafım yeterli, imzayla aynı şey; üç eşek için, hattâ üç yüz eşek için yeterlidir."

"Ben zat-ı âlinize güveniyorum," dedi Sancho. "İzin verirseniz ben gidip Rocinante'yi eyerleyeyim, siz de bana hayır duanızı vermeye hazır olun; hemen yola çıkmayı düşünüyorum; zat-ı âlinizin yaptığı çılgınlıkları görmeden. Ama ona o kadar çok çılgınlığınızı gördüğümü söyleyeceğim ki, daha fazlasına gerek duymayacak."

"Sancho, böyle gerektiği için söylüyorum: Hiç değilse çıplak halde on beş, yirmi çılgınlığımı seyretmeni istiyorum, yarım saat bile sürmez. Çünkü kendi gözlerinle gördükten sonra, eklemek istediklerin konusunda gönül rahatlığıyla yemin edebilirsin; zaten emin ol, benim yapmayı düşündüğüm kadar çılgınlığı sen sayamazsın."

"Tanrı aşkına, saygıdeğer efendim, zat-ı âlinizi çıplak görmeyeyim, çok üzülürüm, gözyaşlarımı tutamam. Dün gece eşeğime ağlamaktan başım öyle bir hale geldi ki, tekrar ağlamaya duracak halde değilim. Birkaç çılgınlığınızı görmemi istiyorsanız, giyinik olarak, acele ve en önemli olanlarını yapın. Ayrıca bunların hiçbirine gerek yoktu benim açımdan; dediğim gibi, dönüşümü hızlandırmış olurdum; ki herhalde zat-ı âlinizin istediği ve hakettiği haberlerle olacak. Aksi takdirde, vay haline Senora Dulcinea'nın; çünkü gereken cevabı vermezse, resmen yemin ediyorum, doğru cevabı tekmeyle, tokatla, bağırsaklarından söker alırım. Nerede görülmüş, zat-ı âliniz gibi ünlü bir gezgin şövalyenin yok yere delirdiği, bir şey uğruna... Hanımefendi beni söyletmesin, çünkü Tanrı biliyor, dilimi tutamayabilirim, bir çuval inciri berbat etmek pahasına da olsa. Benim âdetimdir, yaparım! O beni tanımıyor! Tanısa, haddini bilirdi!"

"Baksana Sancho," dedi Don Quijote, "görünüşe bakılırsa, sen benden daha aklı başında değilsin."

"O kadar deli değilim," diye cevap verdi Sancho. "Ama daha öfkeliyim. Neyse, onu bırakalım da şimdi, ben dönünceye kadar zat-ı âliniz ne yiyeceksiniz? Cardenio gibi çobanların yolunu kesip, ellerinden yemeklerini zorla mı alacaksınız?"

"Sen onun için hiç kaygılanma," dedi Don Quijote, "çünkü yiyecek bir şey olsa bile, bu çayırın, bu ağaçların bana vereceği ot ve meyvelerden başka şey yemezdim. Zaten benim istediğim, yemek yememek, buna benzer mahrumiyetler çekmek. Haydi güle güle."

"Ben neden korkuyorum, biliyor musunuz efendim? Bu sizi bıraktığım yer o kadar gizli saklı ki, ya döndüğümde bulamazsam?"

"Sen yerini iyice belle, ben buralardan uzaklaşmamaya dikkat ederim," dedi Don Quijote. "Hattâ şu yüksek kayalara çıkıp dönüşünü beklerim. Aslında en iyisi, yanılıp kaybolma diye, bu civarda çok yetişen şu katırtırnaklarından kesip düzlüğe çıkıncaya kadar belli aralıklarla işaret koy; döndüğünde beni bulmanı kolaylaştırır, tıpkı Perseus'un labirentindeki iplik gibi."

"Tamam, öyle yaparım," diye cevap verdi Sancho Panza.

Birkaç dal kestikten sonra, efendisinden hayır duasını istedi ve karşılıklı epeyce gözyaşı dökmeyi ihmal etmeyerek vedalaştılar. Don Quijote'nin kendisine emanet ettiği ve kendi canı gibi bakmasını tembihlediği Rocinante'ye binen Sancho, efendisinin öğütlediği şekilde belli aralıklarla katırtırnaklarını serperek düzlüğe doğru yola koyuldu. Ve böylece, Don Quijote'yi, hâlâ iki deliliğini bile seyretmeyişine hayıflanır halde bırakıp gitti. Ama daha yüz adım bile gitmemişti ki, dönüp şöyle dedi:

"Aslında saygıdeğer efendim, çok güzel söylediniz; vicdan azabı duymadan, sizi delilikler yaparken gördüğüme yemin edebilmem için, hiç değilse bir tanesini görsem iyi olurdu; gerçi sizin burada kalışınızla âlâsını gördüm ama, neyse."

"Ben sana dememiş miydim?" dedi Don Quijote. "Dur Sancho, bir çabukta yapıveririm."

Alelacele pantolonunu çıkartıp don gömlek kaldı, sonra birdenbire bacaklarını iki kere havaya savurup başı yerde, ayakları havada iki takla attı ve öyle bir gösteri yaptı ki, Sancho bir daha görmemek için Rocinante'nin dizginlerine asılıp döndürdü ve efendisinin delirdiğine yemin edebileceğine kanaat getirdi. Bırakalım yoluna gitsin, dönüşü uzun sürmeyecek.