SENTEZ ve ZAMAN 14 Mart 1978
Kant'a bir dönüş yapıyoruz. Bu, Saf Aklın Eleştirisi'ni karıştırmanın, okumanın ve yeniden okumanın bir vesilesi olsun. Bu eleştiri fikriyle felsefede vuku bulanın olağanüstü bir olay olduğuna hiç kuşku yok. Oraya yeniden dönüyoruz -söyleyeyim ki, çok uzun bir zaman önce okumuştum, sonra bıraktım okumayı ve sizin için yeniden okudum: Bu, ne olursa olsun, tam anlamıyla boğucu bir felsefe. Aşırı yoğun bir atmosfer, ama iyi dayanırsanız -ve her şeyden önce önemli olan anlamak değildir zaten, önemli olan bu adamın, bu filozofun, bu yazarın ritmini yakalamaktır. Eğer sağlam durursanız, üzerimize çöken bütün bu kuzey sisi dağılır ve altından şaşkınlık verici bir mimari çıkar.
Size büyük bir filozofun, sonuçta kavramlar icat eden biri olduğunu söylemiştim; Kant vak'asında, bu sisin altında bir tür düşünce makinesi, başlı başına dehşetli bir kavramlar yaratımı işliyor. Şunu söylemeyi deneyebiliriz: Kantçılığın felsefeye getireceği yaratı ve yeniliklerin toplamı, belli bir zaman probleminin ve tümüyle yeni bir zaman kavrayışının etrafında döner -öyle bir kavrayış ki, Kant onu işlemeye başladığında, böyle bir kavrayış bundan böyle bütün olup bitecekler için kesin belirleyici olacak: Yani zamana ilişkin klasik ya da antik bilince karşıt olarak, zamana dair modern bilincin bir türünü orada belirlemeye çalışabiliriz.
Bu yeni zaman bilincinin felsefi kavramlarını yaratarak ona felsefi ifade olanağını sağlayanın neden Kant olduğu bizi ilgilendirmiyor -ya da en azından beni ilgilendirmiyor. Ama söylemek istediğim, bu zaman bilinci türünün tam da Kant'la yepyeni bir felsefi konum edindiğidir. Numaralayarak gideceğim, çünkü her numaraya belli bir kavram tipinin tekabül ettiğini hep düşünmüşümdür; ve bir kez daha, derslerin sonunda benim gibi, bir filozofun tam da şöyle biri olduğunu siz de kabul edersiniz: Bir filozofun bir ressamdan ya da müzisyenden daha az yaratıcı olmadığını, yalnızca kavramlar yaratımı diyeceğim belirlenebilir bir alanda yaratmakta olduğunu...
Birincisi, Kant aposteriori denen şeyin karşıtı olarak şu apriori'den ne anlıyor? Bunlar çok yaygın olarak kullanılan kelimeler. Bazı durumlarda yeni kelimeler icat etmek gerekir ve çok tuhaf bir mefhum olan transandantal özne mefhumunu yarattığında Kant'ta da durum budur... Kuşkusuz bu sözcüğün daha önce de mevcut olduğu söylenecektir. Ama çok ender olarak kullanılmaktadır ve şu sıradan aşkın sözcüğünden hiçbir farkı yoktur. Oysaki Kant ona çok özel bir anlam verir: Transandantal özne -neredeyse yepyeni bir sözcük yaratmıştır... Apriori ve aposteriori'deyse sözcükleri ödünç almakta, ama anlamlarını tümüyle yenilemektedir.
İlk belirleniminde apriori, deneyimden bağımsız, deneye dayanmayan demektir; deneyimde verilmiş veya verilebilir anlamına gelen aposteriori'nin karşıtıdır. Nedir apriori olan? Dikkat ederseniz, apriori bir şey var mıdır, başka bir deyişle, deneyimden bağımsız şeyler var mıdır, diye sormuyorum. Varoluş sorusu sonradan gelir; varoluş sorusunu -bu var mıdır, yok mudur, sorusunu- telaffuz edebilmek ya da cevaplandırabilmek için, önce bir şeyin ne olduğunu bilmek gerekir. Diyorum ki, eğer böyle bir şey varsa, deneyimden bağımsız olacak bu şey nedir? Şimdiye kadar hiçbir şey karışık değil; Kant bütün bunları çok süratli geçmektedir: Bu anlamda apriori evrensel ve zorunlu olandır. Evrensel ve zorunlu olan her şeye apriori denir. Neden? Bu, apriori'nin ilk koşuluna cevap veriyor: Deneyimde verilmemiş -çünkü deneyim, tanım icabı, bana özel ve tesadüfi olanın dışında hiçbir şey vermez. Evrensel ve zorunlunun ifadeleri her zaman zorunludurlar, ya da bazı gelecek zaman kullanımlarında belirirler -ya da, yine, 'her defasında' tipinden ifadelerle verilirler: Suyu 100 dereceye kadar ısıttığım her defasında, kaynayacaktır. Filozoflar bunu çoktandır söylüyorlardı: Orada, içeride bir şey var ve bu şey deneyim tarafından verilmiş değil. Peki bu nedir? Bunlar, 'her zaman', 'zorunlu olarak' gibi ifadeler, hatta bu gelecek zaman kullanımıdır. Deneyimin kesin olarak bana verdiği, suyu 100 dereceye kadar ısıttığım her defasında gerçekten kaynadığıdır; ama "su 100 derecede zorunlu olarak kaynar", formülündeki 'zorunlu olarak', deneyim nesnesi değildir. Aynı şekilde, eğer "bütün deneyim nesneleri" dersem, böyle bir şey demeye acaba hakkım var mıdır? Hatta, "bütün deneyim nesneleri" teriminin toptan anlamsız olup olmadığını bile bilmiyoruz. Varsayalım ki, bu bir anlamsızlık değildir ve "bütün deneyim nesneleri" bir deneyim içinde verilmiş değildirler. Bunun basit nedeni, deneyimin olmasıdır. Demek ki, deneylediğimiz nesnelerin bir toplamını her zaman yapabilirsiniz, ama bu toplam hep belirsiz olacaktır.
Öyleyse, evrensel ve zorunlu olan, tanım icabı, bir deneyimde verilebilir değildirler. Çünkü bir deneyim her zaman özel ve tesadüfidir. Demek ki, elimizde apriori'nin ikinci bir belirlenimi var. Apriori öncelikle deneyden bağımsız olandı; İkincisi, evrensel ve zorunlu olandır.
Üçüncü nokta: Bu evrenseli, bu zorunluyu nasıl tanımlayabiliriz? İşin içinde daha şimdiden çok çok ince bir püf noktası var: Herhangi bir şeyin deneyimden bağımsız olduğunu söylersiniz, ama belki de bu durum o şeyin deneyime uygulanmasını ve deneyimden başka hiçbir şeye uygulanamamasını engellemez. Uygulama meselesi tümüyle başka bir şeydir. "Su her zaman 100 derecede kaynayacak", dediğimde, bu 'her zamanın' bana nereden geldiğini bilmiyorum, çünkü onu bana veren deneyim değil; ama bu durum, 'her zamanın' suya, 100 dereceye, kaynamaya, deneyimin verdiği bütün bu şeylere uygulanmasını engellemiyor. Öyleyse, apriori'nin kendisinin deneyimden bağımsız olduğunu, ama deneyim nesnelerine uygulandığını varsayalım. Başka terimlerle söylersek, evrensel ile zorunlu, deneyim nesnelerine ilişkin olarak söylenilirler -belki başka şeylere dair de; fakat deneyim nesnelerine dair her durumda söylenilirler. Evrensel ve zorunlu olan nedir? Deneyim nesnelerine dair söylenebilir olan bu evrenseller, bu zorunlular nelerdir? Burada, felsefede ünlü olan bir mefhum devreye giriyor: Kategori mefhumu -bazı önde gelen filozoflar kategoriler tablosu denen şeylerden bile hazırladılar ya da önerdiler. Aristo'nun ünlü bir kategoriler tablosu vardır. Kant'ın da, Aristo'nun güçlü etkisi altında olmaksızın değil, başka bir kategoriler tablosu olacaktır.
Peki nedir bir kategori? Bir kategori felsefede öyle herhangi bir şey değildir; başka bir alanda en az bilimsel bir mefhum kadar kesinlik taşıyan bir şeydir. Bir kategori evrensel bir yüklemdir -bir sıfat da diyebilirsiniz. Yani her nesneye atfedilen, yüklenen, her nesneye dair söylenen bir yüklemdir. Bu 'her nesne' mefhumu tuhaftır. "Gül kırmızıdır”, diyorum. Nedir bu? Hiç karışık değil, "gül kırmızıdır" iki kavram arasındaki bir ilişkidir; 'gül' ve 'kırmızı' kavramları arasında -ve eğer burada evrensel veya zorunlu olan nedir, diye sorarsam, 'hiç' cevabını veririm. Bütün nesneler gül değildirler, her gül kırmızı değildir, bütün kırmızılar da gülün rengi değildirler. Bir kırmızı gül deneyimi olduğunu ve bu deneyimin, bütün deneyimler gibi özel, tesadüfi, aposteriori olduğunu söyleriz. "Bu gül kırmızıdır" yargısını, "nesnenin bir nedeni vardır", hatta "gülün bir nedeni vardır" yargılarıyla bir karşılaştırın.
Hemen bir fark tespit edebiliyorum: Bu da, burada gül kavramının aposteriori kavram olarak, bir sınıf diyebileceğimiz bir şeyi tanımlıyor olduğudur; gül kavramı bir sınıf ya da bir küme tanımlar. Bu kümenin bir alt-kümesinin bir özelliğidir: Kırmızı güllerin oluşturduğu alt-kümedir. Bir kümeyi, dışladığı şeyin işlevi olarak ve dışladığı şeyle ilişkisi içinde tanımlayabilirim -gül olmayan her şey. Güllerin kümesi çiçeklerin oluşturduğu daha geniş bir kümeden kesilip alınmıştır ve güllerin kümesi geriye kalanlardan, yani gül olmayan bütün çiçeklerden ayırt edilecektir. "Her nesnenin bir nedeni vardır" dediğimde tümden farklı bir alanda değil miyim? Elbette evet, tümüyle farklı bir alandayım, çünkü bir nedeni olmak mümkün bütün deneyim nesnelerine uygulanan evrensel bir yüklemdir -o kadar ki, böyle bir şeye ihtiyaç bile duymam; ya da inanırım, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez, çünkü o zaman bu "inanıyorum" da incelenmesi gerekecek bir edim olacaktır: İnanıyorum ki, eğer bilinmedik bir nesne deneyimde gözlerimin önünde belirirse, bu nesne, eğer bir nedeni olmasaydı bir nesne olmayacaktı. Bir nedeni olmak ya da bir nedenden doğmak, 'kırmızı' yükleminden tümüyle bambaşka tipte bir yüklemdir. Neden? Çünkü, "bir nedeni olmak" yüklemi, düşünüldüğünde gerçekten bir yüklem midir, yoksa başka bir şey midir, diye sorulabilir. "Bir nedeni olmak" yüklemi mümkün bütün deneyim nesnelerinin yüklemidir; öyle ki deneyimin bağrında bir küme veya alt-küme tanımlayamayacaktır -çünkü mümkün deneyin bütününe yaygınlaşmıştır.
Dahası, tartışmanın yönünü ters çevirmek de gerekir. Mümkün deneyin bütününün belki de hiçbir anlamı olmayacağını söylediğimi hatırlarsınız -işte şimdi artık bir cevabımız var: Mümkün deneyimlerin bütününün kendi başına hiçbir anlamı yoktur. Ama bu, tam da mümkün bütün nesnelere atfedilen yüklemler bulunması ölçüsündedir. Öyleyse bunlar artık yüklem değildirler ve Kant'ın koşullar adını vereceği şey de budur. Bunlar, mümkün bütün deneyimlerin koşullarıdırlar. Demek ki, bir mümkün bütün deneyimler fikrinin bir anlama kavuşması, deneyimin koşulu mefhumu aracılığıyla olacaktır. Mümkün deneyimlerin bir bütünü vardır, çünkü mümkün bütün nesnelere atfedilen yüklemler veya sözde-yüklemler vardır. İşte bu yüklemler kategori denen şeylerdir. Kant'a göre bazı kategori örnekleri sayayım: Birlik, Çokluk, Bütünlük -Kant'ta üçer üçer giderler-Gerçeklik, Yadsıma, Sınırlama; Töz, Neden, Karşılıklılık. Burada biraz duruyorum. Bunlar neden kırmızı, yeşil tipinden yüklemler değil de kategorilerdir? Bunlar kategoriler -ya da mümkün bütün deneyimlerin koşullarıdırlar; çünkü, eğer her nesne 'bir' nesne, ama aynı zamanda 'çok' diye kavrandığı ölçüde nesne oluyorsa, yani bir çoğulluğun birliği ise ve bununla bir bütünlük oluşturmaktaysa, her nesne ne olursa olsun bir gerçekliğe sahip demektir. Öte yandan, olmayanları da dışlamaktadır -yadsıma... Yalnızca bununla bile, öyleyse sınırları da var demektir -sınırlandırma. Ne olursa olsun, o bir tözdür. Ne olursa olsun her nesnenin bir nedeni vardır ve kendisi de başka şeylerin nedenidir.
Bu, bendeki nesne mefhumunun da şu şekilde yapılmış olduğunu göstermeye yeter: Bize, kendilerine kategoriler atfetme izni vermeyen herhangi bir şeyle karşılaşırsam, o zaman onun
bir nesne olmadığını söylerim. Öyleyse, işte apriori'nin son belirlenimi: Bunlar mümkün deneyimin koşullarıdırlar, yani ampirik yüklemlere veya aposteriori yüklemlere karşıt olarak, evrensel yüklemlerdir.
Kategorileri çok daha basit bir yoldan da tanımlayabilirdim: Herhangi bir nesnenin yüklemleri olarak... Demek ki, siz de kendi keyfinize ve karakterinize uygun kategoriler listenizi yapabilirdiniz -özellikle herkes aynı kategoriler listesini yaparsa, bunu görmek gerçekten iyi olurdu. Yine de, kategoriler sözcüğüyle üçkâğıt yapma hakkınız yok. Kendi kategoriler listemizi yapmamız, kendimize şu soruyu sormamızdır: Benim için herhangi bir nesnenin yüklemi nedir? Şimdiye kadar bir liste vermiştim -dokuz kategorilik. Aslında Kant'a göre 12 kategori vardır, ama üçünü tartışmayı sonraya bırakacağım. Görüyorsunuz: Birlik, Çokluk, Bütünlük; Onaylama, Yadsıma, Sınırlandırma; Töz, Neden, Karşılıklılık ya da Cemaat.
Bu ilk tartışmayı bitirmek için, kategorilerin herhangi bir nesnenin yüklemleri olarak apriori olduklarını -ve mümkün deneyimin koşulları olduklarını söylüyorum. Anlayın ki, mümkün deneyim mefhumu bununla bir anlam kazanıyor.
Şu da sorulabilir: Mümkün deneyimin bütünü herhangi bir anlama sahip midir? Aposteriori alanda dolaşmakla kalırsak bunun hiçbir anlamı yoktur. Çünkü, aposteriori bir alanda hep bir toplama yapmaktayım -güller, gül olmayan diğer çiçekler, çiçek olmayan bitkiler, hayvanlar, vesaire, vesaire. Böylece sonsuza kadar gidebilirim ve kimse bana mümkün deneyimin tümüyle karşı karşıya olduğumu söyleyemez. Aksine, deneyim temelinde parça parça, bölük pörçük bir şeydir ve her türlü bütünleştirme girişimine direnir. Eğer Kant bu çok çok yeni mefhumu, mümkün deneyin bütünü mefhumunu ortaya atıyorsa, bunun nedeni şunu tanımlayabilmesi, diyebilmesidir: Evet, mümkün deneyimin bütününün bir anlam kazandığı bir düzey vardır, çünkü, her şeye, yani herhangi bir şeye atfedilen evrensel yüklemler vardır. Demek ki, mümkün deneyimin bütünü mefhumu apriori temellenir.
Kategorilerden başka apriori olan, yani evrensel ve zorunlu şeyler var mıdır? Cevap evettir. Bu başka şeyler zaman ve mekândır. Gerçekten de, her şey mekânda ve zamandadır, hiç değilse zamandadır. Ama hemen bana şunu diyeceksiniz: Tamam, çok güzel, ama neden onları da birer kategori yapmıyorsunuz? Neden mekânı ve zamanı kategoriler arasına eklemiyorsunuz? Aslında zaman ve mekân da, öyle görünüyor ki, yüklemdirler. Elbette Kant'ın kategorileri bir tarafa, mekân ile zamanı öte tarafa ayırmayı istememek için çok güçlü nedenleri vardı -ve bu nedenleri savunmayı epeyce sürdürdü. Demek ki, iki apriori unsur türü olacaktır: Kategoriler ve zaman ile mekân. Neden Kant mekân ile zamanın kategoriler arasına katılmasını artık istememektedir? İleride açıklık kazanacak bir nedeni hemen söyleyeyim: Kategoriler mümkün deneyimin yüklemleri olarak kavramlardır. Oysa ki Kant temelinden bunların apriori tasarımlar olduklarını, apriori temsil ve kavramlar olduklarını, mekân ile zamanın ise sunuluşlar olduğunu savunur. Burada felsefede yine yepyeni bir şey vardır -bu, Kant'ın sunuluş ile temsili birbirinden ayırt etmek için gösterdiği çabadır. Demek ki apriori'de iki tür unsur bulunuyor.
Ele alacağım ikinci nokta, Kant'ın başka bir düzeydeki önemi, fenomen mefhumunu tartışmasından gelen önemidir. Burada da Kant o ana dek felsefenin yaygın olarak kullandığı bir kelimeyi esaslı bir tür değişime uğratır. O ana dek filozoflar hep fenomenden bahsedip durdular -neyi ayırt etmek için? Çok kabaca söylersek, fenomenin onlar için görünüş gibi bir şey anlamına geldiği söylenebilir. Bir görünüş. O zamanlar, duyulur şeyin, aposteriori'nin deneyiminde verilmiş olanın fenomen ya da görünüş denebilecek bir konumu bulunuyordu ve duyulur görünüş düşünülebilir öz ile karşıttı. Düşünülebilir öz, tam da kendi olduğu kadarıyla şeydi, kendinde şeydi, ya da başka bir deyişle, düşünce olarak şeydi. Düşünce olarak şey, tıpkı fenomen gibi, kesin olarak görünüşü belirleyen Yunanca bir başka kelimeydi. Düşünce olarak şey Yunancada noumenon adını alıyordu ve " düşünülmüş" anlamına geliyordu. Böylece Eflatun'dan başlayarak bütün klasik felsefenin göründüğü kadarıyla duyulur görünüşler ve düşünülebilir özler arasındaki bir ikililik çerçevesinde geliştiğini söyleyebilirim.
Bunun daha şimdiden öznenin belli bir durumunu işaretlediğini görebiliyoruz. Eğer kabaca duyulur ve düşünülebilir olarak birbirinden ayrılan görünüşlerin ve özlerin bulunduğunu söylersem, bu öznenin -bilen öznenin- belli bir konumlanmasını içerir. Söylemek gerekirse görünüş mefhumu bile tek başına öznedeki temel bir sakatlığa vardırıyor. Temel bir sakatlık yani: Görünüş sonuçta öznel kuruluş biçimini bozduğu kadarıyla bana beliren şeyden başkası değildir. İşte görünüşün ünlü örneği: Sopa bana suda kırılmış gibi görünüyor. Bu duyu yanılsamaları denen o zengin alandır. Kendinde şeye erişebilmek için bu yüzden öznenin bu tür bir kuruluş sakatlığını aşıp yükselmesi gerekir. Önce hep görünüşler arasında yaşarken, Eflatun'un temasında olduğu gibi görünüşlerden çıkıp özlerin yanına gider.
Kant'la birlikte her şey tam bir gök gürültüsü ile patlak vermiştir -sonradan yaptığıyla kavgaya elbette girişilebilir, hatta bizim de girişmemiz gerekecektir- evet Kant'la birlikte fenomen mefhumunun toptan yepyeni bir kavranışı ortaya çıkar. Artık fenomen görünüş olmayı bırakacaktır. Fark çok temeldir, felsefenin yeni bir unsura kavuşması için bu fikrin devreye girmesi yeterli olmuştur, eğer fenomenolojinin bir kurucusu varsa onun Kant olduğuna inanıyorum. Fenomenin artık görünüş olarak değil beliriş olarak, tanımlandığı(nı) o (a)ndan itibaren Fenomenoloji söz konusudur. Aradaki fark muazzamdır, çünkü beliriş sözcüğünü söylediğimde artık hiç de görünüşten bahsetmiyorum. Bir görünüşü artık bir özle karşılaştırmayı bırakıyorum. Beliriş nasıl beliriyorsa öyle belirendir işte. O kadar. Arkada başka bir şey olup olmadığını sormuyorum. Yanlış mı doğru mu olduğunu sormuyorum. Beliriş asla karşıtlık çiftleri içinde görünüşün özden farklı olduğu kadarıyla ayırt edildiği ikilik çerçevesinde ele alınmıyor.
Fenomenoloji belirişlerin -neyse o olarak- ayrıntılı bilimi olmak ister. “Böylece şu soru karşımıza çıkar: Nedir bu belirme durumu? Bir görünüşler disiplini olmaktan uzaktır. Beliriş neye gönderir? Görünüş bir ayrımlaşma ilişkisi içinde öze gönderen bir şeydir demek ki bir şey ya görünüştür ya da özdür. Beliriş ise çok farklıdır, belirenin koşullarına gönderen bir şeydir. Kavramsal manzara tam anlamıyla değişikliğe uğramıştır, problem asla eskisi gibi değildir, her şey fenomenolojik bir hal almıştır. Ayrıştırıcı görünüş öz çiftinin yerine Kant birleştirici beliren-beliriş koşulları çiftini koyacaktır, burada her şey yepyenidir.
Meseleyi biraz daha modern kılmak için şunu söyleyeceğim: Ayrıştırıcı görünüş -öz çiftinin yerine ilk defa Kant birleştirici beliriş-anlam çiftini koymuştur. Belirişin anlamı, belirişin ne anlama geldiği. Artık görünüşün altında öz yoktur, belirenin anlamı ya da anlamsızlığı vardır. Söylediklerim çok lafta kalıyor gibi olsa da kabul edin ki bu kökten yeni bir düşünce atmosferidir; o kadar ki bu bakımdan hepimizin Kantçı olduğumuzu söyleyebilirim.
Açıktır ki düşünce o çağda unsurlarını değiştiriyordu. Uzun süre Hıristiyanlıktan gelmeyen ama Hıristiyanlıkla pek de güzel uzlaşan terimlerle düşünülmüştü -mesela görünüş öz ayrımı. Ve 18. yüzyıl sonlarına doğru tabii ki her türlü hareket tarafından hazırlanmış olarak radikal bir değişim gerçekleşir: Bir bakıma duyulur dünyayı kısmen değersizleştiren her türlü görünüş-öz ikiliği -icap ettiğinde ilk günahı da tanımlayabiliyordu- ikiliği yerine tanımıyla yeni bir düşünce tipi yerleşir: Bir şey belirmiş, bana onun anlamının ne olduğunu söyleyin veya -aynı anlama gelmek üzere- koşulunun ne olduğunu bana söyleyin.
Freud çıkıp da bilinç alanında bazı fenomenlerin belirdiğini söylediğinde Freud Kantçıdır. Hangi anlamda? Hem çok genel hem de çok belirgin olan bir anlamda. Yani çağının tüm insanları gibi ve Kant'tan beridir düşünüldüğü gibi, sanki doğrudan doğruya beliriş/beliriş koşulları ilişkisi çerçevesinde ya da belirenin belirişi/anlamı düzleminde düşünmektedir, görünüş/öz terimleriyle değil.
Eğer bu altüst oluşun ne kadar muazzam olduğunu göremiyorsanız, bu ikinci kavram çiftinde öznenin hiç de aynı konumda olmadığını takdir edin. Ayırıcı görünüş/öz çiftinde özne tözünde bulunan öyle bir kırılganlıkla görünüşleri dolaysızca yakalamaya mahkûm edilmiştir ki, görünüşlerden çıkarak öze erişmek için ona bütün bir yöntem, bir sürü çaba gerekmektedir. Özne ikinci durumda ne bakımdan tümüyle bambaşka bir değer kazanmaktadır? Her belirişin, belirmesinin beliriş koşullarına gönderdiğini söylediğimde aynı zamanda bu koşulların kendisine belirişin belirdiği varlığa ait olduğunu söylemiş de oluyorum. Başka bir deyişle, özne kurucudur -ve bunu iyi anlayın, yoksa aksi tümden saçma olurdu—, özne belirişin değil, belirenin değil, belirenin ona belirdiği koşulların kurucusudur.
Demek istediğim, eski öz-görünüş ayrımsal çiftinin yerini birleştirici fenomenler-koşullar veya belirişler-koşullar çiftinin alması, özneyi görünüşün sınırladıklarını ya da yanılsamalarını kurmak yerine belirişin koşullarını kurduğu ölçüde terfi ettirir. Kant diyecektir ki, elbette görünüşlere boyun eğen, ve duyu yanılgılarına düşüp duran bir özne vardır: Ona ampirik özne diyeceğiz, ama başka bir özne de var ki, o ne benim, ne sizsiniz, özellikle ne de ampirik özneye indirgenebilen bir öznedir -ona bundan böyle transandantal özne diyeceğiz, çünkü o herhangi bir şeyin belirdiği koşulların hepsinin birliğidir; peki kime beliriyorlar? Ampirik öznelerin her birine beliriyorlar. Mefhumlar sistemi olarak çok güzel bir şey bu daha şimdiden. Umarım işin nerelere kadar yükselmiş olduğunu seziyorsunuz: Bu harikulade bir makinedir. Bu ikinci noktayı tamamlamak için iki düzeltme yapıyorum: Kant bir şeylerin kalkanını henüz delmiş bir haldedir, demek ki aslında her şey size söylediğimden daha karışık, çünkü o eski görünüş-öz farkından yine de bir şeyi korumaktadır; ve her zaman şunu demektedir: Fenomeni kendinde şey ile karıştırmayın; kendinde şey saf noumenon'dur, yani düşünülen şey olmaktan başka bir şey olmayan şey... Oysa fenomen duyulur deneyimin verdiğidir. Demek ki Kant ayırıcı fenomen/ kendinde şey (noumenon) ikiliğini korumaktadır. Ama bunun dışına çıkar ve çok basit bir nedenden dolayı daha şimdiden başka bir düşüncededir, çünkü kendinde şeyin doğası itibariyle (ya da nomen, kendinde şey düşünülen şeydir, öyleyse nomenondur) ama o bilinemez. Öyleyse eğer belirlenebilirse, bu bilgininkinden tümüyle başka bir bakış açısı olmalıdır; demek ki onunla bilgi açısından uğraşmıyoruz, ya da çok özel koşullar altında uğraşacağız.
Bilginin bakış açısından ve mümkün bütün bilgilerin açısından önemli olan öteki çifttir; beliriş-belirmenin koşulları, belirme olgusunun koşulları.
Bu altüst oluşu bir kez daha özetlersem, bu görünüş-öz çiftinin yerine beliriş-koşullar ya da beliriş-belirişin anlamı çiftlerinin getirilmesidir.
Şimdi bana bu beliriş koşullarının ne olduğunu soracaksınız. Neyse ki epeyce ilerlemiş bulunuyoruz, çünkü tartıştığımız ilk nokta buna zaten cevap vermiş bulunuyor -beliriş koşulları, yani fenomen olarak fenomenin koşulları belirenin ta kendisidir. Fenomenin ardında bir öz aramayacağız, belirişinin şartını arayacağız; ve belirişinin koşulları bir tarafta kategorilerden diğer tarafta mekân ve zamandan başka bir şey değildir.
Beliren her şey zaman ve mekânın koşulları altında ve kategorilerin koşulları altında belirir. Sadece bununla bile bir tarafta mekân ile zaman, öte taraftan kategoriler mümkün bütün deneyimin biçimidirler ve kendilerinde şeylere ait değildirler ama hem fenomenin biçimleri olarak, hem belirişin biçimleri olarak bir taraftan mekân ile zaman öte taraftan kategoriler transandantal öznenin boyutlarıdırlar.
Zaman daha şimdiden tümüyle oradadır. Sorusu olan var mı?
Richard Pinhas: Transandantal özne ile ampirik özne arasındaki fark nasıl dağılmıştır? Hangi bakımdan varlık alanındakinden bu kadar farklıdır?
Gilles Deleuze: Çünkü zorunlu olarak başka bir mefhuma ihtiyacı var. Şu fikirden yeniden hareket ediliyor: Fenomen eşittir beliriş. Fenomen ardında bir özün bulunacağı bir görünüş değildir. Belirdiği kadarıyla belirendir. Buna onun birine göründüğünü ekliyorum — her deneyim birisinin deneyimidir. Her deneyim bir özneye bağlanır ve bu özne mekânda ve zamanda belirlenebilir. Küçük tenceremi ocağa oturtmam ve altını yakmam burada - şimdidir. Diyeceğim ki her beliriş ampirik bir özneye veya ampirik bir BEN'e belirir. Ama her beliriş ardındaki bir öze değil, kendi belirişini koşullandıran koşullara gönderir. Belirişin koşulları -bunlar öyleyse biçimlerdir çünkü belirişler bu biçimler altında belirmektedirler- belirişin koşulları ise mekân ile zaman ve kategorilerdir. Yani, mekân ile zaman ve kategoriler belirenin temsil edildikleri biçimlerdir.
Bundan dolayı, eğer beliriş ardındaki nesnel özler gibi olmayan koşulları varsayıyorsa, eğer bunlar onun herhangi bir ampirik BEN'e belirişinin koşulları gibiyseler, önümüzde başka bir seçenek kalmıyor: Her türlü belirişin biçimsel koşulları belirişin ampirik bir BEN'e belirmesini koşullandıran bir öznenin boyutları olarak belirlenmelidir - bu özne ampirik bir ben olamaz, evrensel ve zorunlu bir özne olacaktır. Kant'ın o ana dek çok kısıtlı bir -Tanrı- bilimsel kullanımı olan bir kelimeyi kullanmasını ve büyütmesini cezbeden işte bu öznedir - transandantal, transandantal özne mefhumunu icat etme ihtiyacını hissetmiştir; bu, belirişin kendisinin ampirik öznelere belirmesine karşın her belirişin koşullarının bağlandığı düzeydir. Bu size henüz transandantal öznenin ne olduğunu pek anlatmıyordur -biraz sabretmeniz gerekir, çünkü her şey zaman sorunu etrafında ele alınacak.
Çok ufak bir noktanın birdenbire somut hale gelmesi gerekiyor - sürekli bir somutluk beklememek lazım. Bir tarafta somut var ve somutun karşıtı da var, somutun gerçek karşıtı soyut değildir, belirsizdir. Belirsizlik düşünme anıdır. Amacım zamanın masal gibi bir kavranışına varmaktır.
Comptesse: (Söyledikleri işitilemiyor.)
Gilles Deleuze: Apriori sentez, ele alacağım üçüncü noktaydı. tşin bir ucundan başlamak gerekir. Eğer bununla başlasaydım, her şeyi farklı biçimde düzenlemem gerekirdi. Yalnız bana öyle geliyor ki söylediğim bütün bu şeylerde sentetik yargılara başvurma ihtiyacı duymadım.
Üçüncü nokta: Kant'a göre bir sentez nedir?
İki yargı tipini ayırt etmek çok yaygın bir şeydir - analitik denen yargılar ve sentetik denilen yargılar. Tanım icabı analitik yargı öznede zaten içerilmiş bulunan bir yüklemi ilan eden bir yargıdır - yani kavramlardan biri ötekini de içerdiği zaman bu iki kavram arasında analitik bir ilişki olacaktır. Analitik yargıya bir örnek: A, A'dır - yani özdeşlik ilkesi. "A, A'dır" dediğimde, A kavramının dışına çıkmam. A'yı kendisine yüklerim, A'yı kendine atfederim. Yanılma riskim yoktur. "Mavi mavidir." - Çok da ilerlemediğimizi söyleyeceksiniz bana, göreceğiz... Çünkü "cisimler uzayda yer tutarlar" dediğimde o zaman durum nedir? Bunun analitik bir yargı olduğu cevabı verilmek istenebilir. Niçin? Çünkü "cisim" - şey değil cisim kavramını içine uzam kavramını koymaksızın düşünmeye girişemem; demek ki "cisimler uzayda yer tutarlar" dediğimde analitik bir yargı formüle ediyorum. Sanırım Kant burada çok kurnazca bir şey söylemenin eşiğindedir: tamam, bütün cisimler uzayda yer tutarlar, bu analitik bir yargıdır; buna karşın "bütün fenomenler mekânda veya uzayda belirirler" sentetik bir yargıdır, çünkü "uzamda yer tutma" kavramı cisim kavramının içinde olsa da, uzamda yer tutma kavramı, "fenomen" kavramının içinde değildir, ne de cisim kavramı fenomen kavramında içerilmiştir.
İşte: Varsayalım ki "bütün cisimler uzamda yer tutarlar" analitik bir yargı olsun. Hiç değilse bir şeyden eminiz, bu analitik bir yargıdan başka bir şey değildir, hiçbir işe yaramaz belki ama hiç değilse doğrudur. "A, A'dır" doğrudur. Kimse şimdiye dek "A, A'dır"ı reddetmiş değildir. Hegel tarzı diyalektik çelişkide "A, A değildir" denmez, "A, A olmayan değildir" denir; Yani basitçe şey kendi varlığı içinde kendi olmadığının bu var olmayışını içermektedir. Demek ki "A, A olmayan değildir," formülünü ciddiye alarak şeyin varlığının yadsınmanın yadsınmasından (ne o, ne o... gibi) ayırt edilemeyeceğini söyler; ama özdeşlik ilkesini asla reddetmez.
Deneyimde sentetik yargılar vardır. Şeyleri bilmek de zaten böyle bir şeydir. "Ah, bak işte, gül kırmızıymış" dediğimde bu bir karşılaşmadır. İlk bakışta "kırmızı" gül kavramında içerilmiş değildir. Bunun kanıtı hiç de kırmızı olmayan güllerin bulunduğudur. Bana diyeceksiniz ki bu budalaca bir şey çünkü "kırmızı" şurada, önümüzdeki gülün kavramı içerisinde içerilmiş değil mi? İşler burada biraz karışıyor. Şurada, önümdeki gülün bir kavramı var mı? Tekil bir şeyin kavramı var mı? Bunu bir kenara bırakıyoruz. Kabaca göründüğü kadarıyla "gül kırmızıdır" yargısının sentetik bir yargı olduğunu söyleyeceğiz.
İşlerin nasıl düzenlendiğini görüyoruz. Bütün analitik yargılar apriori'dirler. Bir şeyin neyse o olduğunu söyleyebilmem deneyimden bağımsızdır. "A, A'dır" apriori bir yargıdır. Hep ilk bakışta sentetik yargı doğası itibariyle aynı türden olmayan iki kavram arasındaki bir birleştirmedir - gül ve kırmızı; aynı türden olmayan iki kavram arasında bir bağ veya bir sentez kurar. Bundan dolayı aposteriori'dir. Bu yargının biçimi, "A, B'dir" gibidir. Belli bir tarzda -bunu çok kısa geçiyorum- Kant'taıı önceki klasik felsefe, biraz önce söylediğim gibi, ayrımlayıcı öz/ görünüş ikiliğine kapılmış haldedir; klasik felsefe en azından görünüşte bir ikiliğin içindedir: Bir yargıya apriori dir, dolayısıyla analitiktir, ya da sentetiktir, dolayısıyla ampirik veya aposteriori'dir.
Ampirik bir yargının, hangi şartlarda doğru olabileceğini bilmek böyle bir sistem altında gittikçe karmaşıklaşmaktaydı. Ünlü ve dâhice bir deneme yapılmıştır - Kant'tan önce Leibniz tarafından. Doğruluk mefhumunu temellendirmek için aslında bütün yargıların analitik olduklarını göstermeye çalışıyordu; yalnızca biz bunu bilmiyorduk; sentetik yargıların var olduğuna inanıyorduk çünkü çözümlemeyi sonuna kadar, yani sonsuza dek yürütmüyorduk. Böylece sentetik yargıların bulunduğuna inanıyorduk. Ama eğer analizi yeterince uzağa götürseydik, bir kavramı onayladığımızda, onaylanan kavram her zaman bu onayın, onaylanan şeyin içinde bulunacaktır; öyle ki Leibniz'in ünlü tezlerinde olduğu gibi - "Sezar, Rubicon Irmağını geçti"; bu önerme doğrudan doğruya sentetik bir önermeye benziyor, iki tasarım arasında bir bağ kuruyor: Sezar, Rubicon'u şu tarihte, mekânın şu noktasında, burada-şimdi geçti - bu tam da aposteriori sentezin imzasını taşıyor gibidir. Leibniz der ki, eğer Sezar kavramının içinde "Rubicon'u geçmek" kavramı bulunuyorsa... bunları düşünenin diferansiyel hesabı, yani sonsuz analizin matematiksel biçiminin yaratıcılarından biri olması tesadüf gibi mi geliyor size? Kuşkusuz hayır, hiç de tesadüfi değil. Tıpkı "uzamda yer tutma" nasıl cisim kavramında içeriliyorsa, "Rubicon'u geçme"nin de Sezar kavramında nasıl içerilmiş olduğunu tartışmaya giriştiğinde Leibniz ne demek istemektedir? Elbette onun da çok şaşkınlık verici bir kavramlar yaratma jimnastiğine girişmesi gerekecekti. Çünkü sonradan özgürlüğü kurtarması gerekecekti - bunun için kendine ait nedenleri vardı. O zaman "burada-şimdi Rubicon'u aştı" kavramı, kendi kavramında hep içerilmiş ise, Sezar nasıl özgür olabilir? Ve Leibniz'in şu önermesi, yani analitik yargılardan başka yargılar yoktur fikri neyi içerir? Zorunlu olarak mekân ile zamanın, burada-şimdinin kavramların düzenine indirgenebilir olmasını içerir. Böylece mekânsal-zamansal konum bir yüklemmiş gibi, yani atfedilebilir bir kavrammış gibi ele alınacaktır.
Kant neden bir taraftan mekân ile zamanın, öte taraftan kategorilerin yani apriori kavramların aynı türden olmadıkları fikrinde bu kadar büyük bir ısrar gösteriyor? Çünkü tam da kavramların düzeyine indirgenemez bir şeyi ayakta tutmaya ihtiyaç duymaktadır.
Klasik felsefe aposteriori sentetik yargılarla apriori analitik yargılar arasında bir oran belirleme yönünde uzun bir tartışmadır. Bunların birbirlerine indirgenmesinin mümkün olup olmadığını tartışır durur.
Richard Pinhas: "A, A'dır" örneğinde deneyimin özdeşliği ilkesini nasıl olup da çıkarsıyamıyoruz?
Gilles Deleuze: Çünkü bu saf boş biçimdir. A A'dır. A hiç de bir genellik olarak sunulmuş değildir, saf düşüncedir. Düşünülmüş herhangi bir şeydir. Dahası deneyimde herhangi bir özdeşlik var olduğu andan itibaren alacağı biçim "A A'dır" biçimi değildir; deneyimde herhangi bir özdeşlik belirdiği anda bu zamansal bir özdeşliktir. Yani zorunlu bir özdeşlik değildir. Demek ki "A A'dır"a apriori denmesinin nedeni kesin olarak hiçbir içeriğe sahip olmaması mümkün bütün içeriklere bir kural getirmesidir.
İşte Kant gelir ve her şey... sanki yeni bir yargı tipi, üçüncü bir yargı tipi icat etmiş gibidir -bu yeni yargı tipini adlandırmak için yeni bir kavram icat etmesi de gerekecektir: Sentetik apriori yargı kavramı. Burada felsefede olağanüstü bir darbe indirmektedir. Klasik bir filozof için yine çok kabaca söylersek apriori analitik yargı bir anlama geliyordu, aposteriori sentetik yargı yine bir anlama geliyordu. Ama apriori sentetik yargı tam anlamıyla bir garabetti. Demek ki yeni bir kavram yarattığında bir filozof garabetler yaratmadan edemez. Ama bu dâhice bir garabettir. Ne demek istiyor olabilirdi? Burada Kant'ta bile bulunmayan örnekler vereceğim - ona daha sadık kalmak için ondan daha açık olmaya çalışmak için çünkü onun yapacak başka işi var.
Üçgen beyazdır; eğer gülerek size bunun ne olduğunu sorarsam aposteriori sentetik bir yargı olduğu cevabını verirsiniz. Size cevap veririm, tamam çok güzel, sertifikanızı aldınız. Ama eğer "bir uzamı kapatan üç doğrudan oluşan şekle üçgen denir" dersem bu nedir? Bunun analitik bir yargı olduğunu söyleyebilirim. Neden? Çünkü "A A'dır"dan başka bir şey söylemiş değilim. Üçgen kavramı tam da bir uzamı kapatan üç doğrudur. Bu kabaca klasik felsefenin dünyasındaki düzen, klasik felsefenin terminolojisinin koordinatları. Kant gelir ve şöyle der: Eğer üçgenin üç açısı iki doğruya eşittir -temel geometrik önerme- dersem bu nedir? Apriori analitik bir yargı mıdır yoksa aposteriori sentetik bir yargı mıdır? Müthiş bir şaşkınlık anıdır bu! Yine de bunu herkes epeydir biliyordu. Ama kimse bazı felsefi kategorilerin yetersizliğini dağıtmak için böyle bir vakadan faydalanmaya kalkışmamıştır - apriori analitjk yargı ve aposteriori sentetik yargı meselesini.
Burada Kant salt felsefi zevki tam anlamıyla tatmin eden ince bir nokta bulmaya doğru gitmektedir - kavramsal bir çerçeveyi darmadağın edecek çok basit bir püf noktasını. Gerçekten bu hikâye çok merak uyandırıcıdır: Üçgenin üç açısı iki doğruya eşittir. Bu geometrik zorunluluk denen şeyin tam da örneğidir. Evrenseldir ve zorunludur ama yine de acaba analitik midir? Leibniz'e gelirsek Kant'ın usa vurması onu güldürürdü - felsefenin o kadar iyi bir şey olması da bundandır zaten. Leibniz'in hemen yapıştıracağı cevap şu olurdu: Elbette evet, üçgen kavramını çözümlemeyi yeterince ileriye götürürseniz açılarının iki doğruya eşit olması besbellidir, kavramında içerilmişti zaten. Ama yine Leibniz acaba hangi koşullarda bunu söyleyebilmektedir? Çünkü o da topoloji adı verilen bir matematik disiplini icat etmiş ve onun sayesinde mekânsal belirlenimleri kavramsal belirlenimlere bir tür indirgemeye girişmişti. Ama hangi şartlarda?
Kant kendine göre mekânsal-zamansal belirlenimlerin kavramsal belirlenimlere indirgenmesinin imkânsızlığını göz önüne alarak başladı. Başka bir deyişle kavramın düzenine indirgenemeyecek bir mekân ve zaman düzeni vardır. Böylece Kant şöyle der: Üçgenin üç açısı dediğimde bu üçgen kavramında o kadar az içerilmiştir ki tanımlamak için üçgenin bir köşesini uzatmak karşı köşeye bir paralel çizmek filan gerekir... Leibniz daha şimdiden aynı fikirde olmadığını ve haklı olduğunu söyleyecektir - çünkü burada bir şeyi kabul ederse felsefesi artık suya düşerdi. Ama biz Kant'ın bu çabasının peşinde koşmaya devam edeceğiz. İşte kavramımız - bir uzamı kapatan üç doğru: Üç açının iki doğruya eşitliğini göstermek için mesela üçgenin tabanını alırım ve uzatırım; C noktasında A B'ye bir paralel çizerim ve üçgenin üç açısının iki doğruya eşit olduğunu gösteririm. Kant bize abartmamız gerektiğini söyler, kendi başına büyüyen bir köşe yoktur, üçgen bir çiçek değildir, kendi başına kenarlarından birine paralel çizmez, üçgenin bir kenarına paralel üçgen kavramının bir parçası değildir, demek ki bu sentetik bir yargıdır. Ama çok tuhaf tipten bir sentetik yargıdır, hiç de "gül kırmızıdır" tipinde bir yargıya benzemez çünkü evrensel ve zorunlu bir sentetik yargıdır. Böyle bir yargıyı nasıl açıklayacaksınız?
Başka bir örnek alıyorum. "Doğru çizgi siyahtır". Herkes anlar, burada bir sorun yoktur - aposteriori sentetik yargı; deneyimde karşılaşırım onunla. Siyah boyayla çizilmiş bir doğru çizgi. Şimdi Öklid'in tanımını alıyorum: "Doğru çizgi bütün noktalarında eşit (ex aequo) bir çizgidir- başka bir tanım da kullanabilirsiniz, fark etmez. Her durumda bunun analitik bir yargı olduğunu söylerdim. Doğru çizginin kavramında zaten içerilmiştir. Hatta bu doğru çizgi kavramının dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Ve işte şimdi garabet: Diyorum ki - "doğru çizgi bir noktadan diğerine en kısa yoldur". Bu analitik midir? En kısa yol kavramının "doğru çizgi" kavramında içerilmiş olduğunu söyleyebilir miyim?
Bir kez daha Leibniz "evet" diyecektir. Kant "hayır" diyor. Neden? Bir sürü nedeni var. Bir sıradan neden bir de bilgince neden vereceğim. Önce sıradan bir neden - "en kısa"ya çok yakından bakılırsa bu bir yüklem ya da sıfat mıdır? Bir teşhis meselesi. Peki başka bir şey midir? "Doğru çizgi en kısa yoldur" dediğinde bu tuhaftır,' "en kısa" bir sıfat mıdır? Onun bir sıfat olduğunu göstereceksek bu son derece karmaşık bir yöntemle olacaktır. Bu bir sıfat değildir çünkü "en kısa"... Tamam yolumu değiştirmeye çalışıyorum: Eğer doğru çizgiyi bulmak isterseniz o zaman en kısayı alın, peki bu ne demektir? En kısa bir yükleme benziyor ama bir yüklem değil. Aslında bu bir inşa kuralı. Bu deneyimde bir çizgiyi doğru bir çizgi olarak üretmemin kuralı. Bana diyeceksiniz ki hâlâ en kısanın ne olduğunu bilmiyoruz... En kısa, doğru çizgiye atfettiğim bir yüklem değil. Bir çizgiyi doğru olarak belirlemek için deneyimde doğru çizgiler oluşturmak amacına yönelik bir inşaat kuralı. Kant’ın takipçilerinin birisinde, çok çok büyük bir filozof olan Solomon Maimon'da bu örneği buluyoruz. Demek ki en kısa çizginin doğru olarak kurulmasının kuralıdır, bir çizginin deneyimde doğru çizgi olarak üretmesinin yoludur. Bu ne anlama gelir?
Bir kavramın kendi nesnesinin inşasının kuralını vermeyeceği açıktır. Başka terimlerle söylersek inşa kuralı kavramın dışındadır. Leibniz bir kez daha çıkıp "asla öyle değil" diyecektir. Bunu kabul etseydi bütün sistemi suya düşerdi. İlk bakışta inşa kuralları kavramlardan çok daha farklı şeylerdir çünkü inşa kuralı deneyimde kavrama uygun bir nesnenin üretilmesine yarayan kuraldır. Öyleyse tanım icabı kavramda içerilmiş olmaması zorunludur. Mesela: "Daire merkez adı verilen bir noktadan eşit uzaklıkta olan noktaların yeridir" derseniz bu daire kavramıdır. Size bir daire üretmenin hiçbir yolunu göstermez. Daha şimdiden zaman sorununun kalbindeyiz. Doğru bir çizginin bütün noktalarında eşit bir çizgi olduğunu söylediğinizde deneyimde doğru bir çizgi üretmek için elinizde henüz hiçbir yol yoktur; Bütün noktalarında eşit bir çizgiyi üretmek, merkez adı verilen ortak bir noktaya eşit uzaklıkta noktaları olan bir şekil üretmek için daha fazla bir şeye, bir inşa kuralına ihtiyacımız vardır. Ve üçgen bir uzamı kapatan üç doğrudur dediğimizde deneyimde bir üçgen üretmek için elinizde hiçbir yol yoktur. Bir üçgenin inşa kuralı tümden bambaşka bir şey olacaktır - zaten böyle bir şey daire ile yapılacaktır. Bir üçgeni üretmek için bir daire çizmek gerekecektir. Bu gariptir.
Bunun sentetik bir yargı olduğunu söylerken Kant ne demek istemektedir? Aslında, üçgenin inşa kuralını şöyle tanımlarsınız: Bana bir doğru parçası verin -bu görüldüğü gibi doğruyu da, doğru çizgiyi üretmenin yolunu da varsayıyor—; evet bana bir doğru parçası verirseniz ve eğer doğru parçasının iki ucu bir dairenin merkezi olarak alınırsa; ister eşit yarıçaplı, ister farklı... eğer iki daire birbirini keserse, eğer dairelerin yarıçapları eşitse, o üçgene eşkenar (düzeltiyorum: eğer yarıçap daireye eşitse), o zaman eşkenar üçgen diyeceğim. İşte burada elimde bir inşa kuralı var.
Apriori sentetik yargıda harikulade bir taraf bulunduğunu takdir edin -aynı türden olmayan iki kavram arasında bir sentez kurmak yerine, kavram ile, kavramsal bir belirlenim ile -mesela üçgen ve daire-bir mekânsal-zamansal belirlenimler toplamı arasında bir sentez kuruyor. Aslında bir inşa kuralı mekânsal-zamansal bir belirlenimdir. Peki neden sentezdir? Gördük ki, temel olarak bir inşa kuralı aynı türden olmayan kavramları ilişkiye sokar. Aynı türden olmayan kavramları, üstelik de zorunlu olarak ilişkiye sokabilme gücü nereden geliyor? Çünkü, aynı türden olmayan kavramların ilişkiye girebilecekleri tek yolun deneyimin tesadüfü olabileceğini söylemiştik -ah, bu gül kırmızıymış... Ama doğru çizginin en kısa yol olduğunu söylediğimde, zorunlu bir şeyden bahsettiğimi iddia ediyorumdur -bu açıdan apriori olan, geometrik bir zorunluluğa sahip bir şey. Bu ise deneyime bağlı olmayacaktır. Bunlar deneyime dair söylenebilirler elbette -bütün doğru çizgiler üzerinde gerçekten en kısa yol olduklarını doğrulayabilirim, ama buna ihtiyaç duymam. Her şeyi daha ilk örnekte biliyorumdur -yargıyı anladığım andan itibaren her şeyi biliyorum. Bunun bütün doğru çizgiler için evrensel ve zorunlu olarak geçerli olduğunu biliyorum ... söylenmesi gereken, kavramlar arasındaki zorunlu ilişkiyi ayakta tutanın kavramlardan birini ötekiyle zorunlu bir ilişkiye sokan bir mekânsal-zamansal belirlenimler toplamı olduğudur.
Bu noktada bilgince nedenim de devreye giriyor: "Doğru çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur" dediğimde, bunun bana nasıl doğru bir çizgi çizmenin yordamını verdiğini ilk bakışta göremiyorum -ama aslında, geçen yıllarda bu seminerlere devam etmiş olanlar, geometride apaçık olan bir şeyi göstermeye çalışmış olduğumu hatırlarlar. Söylemek gerekirse, "doğru çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur", Öklid uslubunda bir önerme değildir -Arşimed uslubunda bir önermedir, çünkü aynı türde olmayan iki kavram arasında yapılan temel bir karşılaştırmayı içerir -doğru kavramıyla eğri kavramı arasında. Aslında, "doğru çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur", daire parçası ve kiriş söz konusu olmadan herhangi bir anlama sahip değildir. Başka terimlerle söylersek, bu bir metodu çağırır -"doğru çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur" diferansiyel öncesi bir önermeye gönderir; Arşimed'in ünlü hesabı, diferansiyel hesaba... Bu kırık bir çizginin sonsuzca bir eğriye yaklaştırılmasıyla gerçekleştirilen tüketmeler hesabıdır - sınıra geçişi içerir. İşte bu yüzden doğru çizgi bir noktadan en ötekine en kısa yoldur açık olarak eğri için söylenmez, eğri kavramı burada adlandırılmış değildir. Bu yargı eğer burada iki kavram arasında, doğru ve eğri kavramları arasında bir sentezin söz konusu olduğu görülmezse tümüyle anlamsız olurdu. Bunun yalnızca bu yargının çok kesin Arşimed'ci büyük çerçevede ifade edildiği bir karşılaştırmadan yalnızca doğru ile eğrinin karşılaştırılmasından, sınıra geçiş ve tüketme hesabı yoluyla gerçekleştirildiğini bilmek gerekir. Ve Kant'ın bu düzeydeki cevabı şudur: Pekâlâ görüyorsunuz ki bu analitik bir yargı değildir çünkü aynı türden olmayan iki kavram... üçgen örneğinde olduğu gibi nasıl üç açının iki doğruya eşit olduğunu göstermek için paralel kavramı üçgenin dışındaki bir kavram olduğu halde paralel çekmek gerekiyorsa aynı şekilde... Apriori sentetik yargıda bu aynı türden olmayan kavramları birbirlerine diken nedir? Yalnızca ve yalnızca şöyle bir işlem - mekânın ve zamanın bir belirgeni olmak.
Birbirlerinde içerilmeyen kavramlar arasındaki zorunlu bağı mümkün kılacak olan mekân ile zamanın belirlenimi sözgelimi daire parçası ve kiriş şekillerinde, üçgenin bir kenarına yükseltilen paralelde beliren işte bu mekânsal-zamansal belirlenimdir - işte bu noktada apriori sentetik yargıyı elde ediyoruz.
Kant'ın mekân ile zamanın kategorilere indirgenemeyeceklerini söylemesinin nedenleri nedir? Söylemek gerekir ki apriorinin iki türü vardır: Bir taraftan mekân ile zaman, öte taraftan kategoriler - ya da isterseniz mekân ile zaman kavramların düzenine indirgenemezler. Bunun için bir sürü neden sayar ama şimdi size verdiğim en basit örnekle düşüncemizi denememiz bizim için yeterlidir. Der ki bakın işte, iki el, bunlar üst üste konulamaz simetrik nesneler paradoksudur. İki el görüyorsunuz ama yalnızca iki el görmekle kalmıyorsunuz, iki eli düşünebiliyorsunuz da. Varsayalım ki gerçekte hiçbir zaman iki el yoktur, her zaman çok küçük farklar vardır, lekeler ve izler vardır ve düşüncenin bakış açısından hiçbir ilginç tarafı yoktur. Her zaman denilebilir ki birbirine benzer iki şey yoktur. Ama her zaman mutlak olarak özdeş iki eli düşünebilirsiniz, tasarlayabilirsiniz. Dikkat edin, eğer Leibniz'i dış ses olarak yine konuştursaydım şöyle diyecekti: Hiç de değil, düşündüğünüzü sanıyorsunuz ama düşünemezsiniz, bu kavramı susturduğunuz anlamına gelir. Ama Kant'ın bahsini kabul ediyoruz.
Demek ki kavramda tam anlamıyla özdeş iki eli düşünebiliyorsunuz. Kavramda, kavramın karakterlerinde ne kadar ilerlerseniz ilerleyin, şu çizginin ötekinde olduğunu yine de düşünebilirsiniz. Ama eğer... Leibniz diyecektir ki belki bu tamam, ama böyle bir şey yaparsanız birden başka bir şey olmadığını fark edersiniz. Kant burada indirgenemez bir şey olduğunu söylemektedir. Kant mutlak olarak özdeş iki eli düşünebildiğini ama yine de bunların iki olarak kaldıklarını söylemektedir. Kavramları bakımından tam tamına özdeştirler; birinin her karakterinin öte tarafta bir özdeşi vardır. Ama yine de iki tanedirler ve neden iki tanedirler? Biri sağ eldir, öteki de sol. Ya da biri önce gelmektedir, öteki de sonra ya da arkadan gelmektedir. Tam anlamıyla özdeş olan iki elde birinin sağ ötekinin de sol olduğunu düşündürten nedir? Taşıdıkları karakterlerin her birinde özdeş diye düşünülebilir olsalar bile üst üste konamazlar. En ince detaylarında mutlak olarak simetriktirler ama üst üste konamazlar. Kant diyecektir ki işte sorumluluk budur.
Zaman ile mekânın indirgenemezliği işte budur. Sağ, sol. Burada-şimdi. Önce, sonra. Kavramı kesin olarak aynı olan iki nesne kavrayabilirsiniz, nesneler yine iki olarak kalırlar çünkü biri buradadır, öteki orada. Biri sağdadır, öteki soldadır. Biri öndedir, öteki sonradır. Kavramsal düzene indirgenemeyecek mekânsal-zamansal bir düzen vardır.
Ama Kant'ın verdiği neden bu değildir. Aynı zamanda şu ünlü örneği de verir. Tepe noktalarında karşı karşıya getirilmiş iki benzer prizma alın, bunları çakıştıramazsınız. Neden çakıştıramazsınız? Çünkü iki şekli çakıştırmak ya da üst üste getirmek bir çevirme hareketi gerektirir. Şeklin boyutlarının sayısına eklenen bir boyutta rotasyonunu gerektirir. Tepe noktalarında karşıt olarak konulmuş iki üçgenimiz olduğunda onları ancak üçüncü boyutta gerçekleştirilebilecek bir rotasyon hareketiyle birini ötekinin üstüne çakıştırabilirsiniz. O zaman da şeklin boyutlarına ek bir boyutumuz olur. Hacimlere geldiğinizde, yani üç boyutlu şekillere geldiğinizde mesela, iki el veya tepe noktalarında karşıtlaşmış üçgen prizmalar durumunda olduğu gibi çakıştırmayı çok kolay yapabilirsiniz, eğer elinizde mekânın dördüncü bir boyutu olsaydı. Rotasyonu dördüncü boyutta gerçekleştirirsiniz. Sonluluk tam da şu anlama gelir: Mekânın indirgenemez bir şekilde üç boyutu vardır, N boyutu yoktur ve zaman da yalnızca bir boyuttur. Her zaman N boyutlu mekânların veya zamanın bir sürü boyutu olduğu teorilerin var olduğu söylenebilir. Bunun çok önemli olmadığına inanıyorum çünkü N boyutlu mekân fikrinin Kant'ın kavramlar ve sorunlar sistemiyle hiçbir ilişkisi olmayan başka bir sorunlar ve kavramlar sistemini ilgilendirdiğini düşünüyorum.
Neden mekân ile zaman kavramın düzenine indirgenemezler? Çünkü iki kavramın özdeşliğini mümkün olduğu kadar ileri götürdüğünüz halde mekânsal-zamansal belirlenimler kavramsal belirlenimlere indirgenemeyeceklerdir - tekabül eden şey ya da şeyler yalnızca aposteriori tesadüfi karakterleri bakımından değil, mekân ve zamandaki konumları itibariyle ayırt edilebilir halde olacaklardır. Mekânsal-zamansal konum kavramın bir özelliği değildir. Böylece aşağıdaki ilke bakımından doğrulanmış oluyoruz. Apriori sentez iki kavram arasında yapılmaz çünkü önce bir taraftan genel olarak kavram öte taraftan mekânsal-zamansal belirlenim arasında yapılır. Hakiki bir apriori sentez ampirik sentezde olduğu gibi kavramlar arasında değildir, kavram ile mekânsal-zamansal belirlenim arasında yapılır ya da tersi. İşte bu yüzden bir kavram ile bir başka kavram arasında apriori sentezler mümkün hale gelirler - çünkü mekân ile zaman öyle bir ilişkiler şebekesi örmüşlerdir ki bir kavram ile bir başka kavram istedikleri kadar farklı olsunlar birbirleriyle zorunlu ilişkilere girebilirler; yeter ki üretim kuralları var olsun. Demek ki mekân ile zaman kurucu bir güce erişeceklerdir. Bu da bütün mümkün deneyimlerin kurucu gücü olacaktır.
Kavramın düzeniyle mekânsal-zamansal. düzen arasındaki farkı daha iyi belirlemek için biraz önce sarf ettiğim sözcükleri yine ele alıyorum. Mekân ile zaman belirişin biçimleridirler veya belirenin kendini sunduğu biçimdirler. Aslında bu kolay anlaşılabilir çünkü mekân ile zaman kuşkusuz bir beliriş biçimidirler ama bu belirişte özgül bir birlik söz konusu değildir. Belirenler hep çeşit çeşit şeylerdir; beliriş her zaman bir çeşitliliğin belirişidir: Kırmızı gül, bir koku, bir renk vesaire. Öyleyse beliren doğası itibariyle çeşitlidir. Mekân ile zaman algı biçimleridirler - ama fark edeceksiniz ki mekân ile zamanın kendileri de bir çeşitliliğe sahiptirler: Mekânda "buradaların" çeşitliliği, mekânın her noktasının mümkün bir "burada" oluşu ve zamanda onların çeşitliliği, zamanın her noktasının mümkün bir an oluşu.
Öyleyse zamanda ve mekânda belirenin çeşitliliği ile zaman ile mekânın kendi çeşitliliklerini birbirinden ayırt etmek gerekir. İlk çeşitlilik, mekânda ve zamanda beliren çeşitliliği ampirik çeşitlilik adını alacaktır; ikinci çeşitlilik mekânın kendisinin veya zamanın kendisinin çeşitliliği apriori çeşitlilik olacaktır. Mekânın çeşitliliği. Zamanın çeşitliliği. Zaman ile mekânın apriori çeşitliliği sunuluş biçimlerini oluştururlar. Ampirik çeşitlilik ise belirene aittir.
Mekân-zaman belirleniminden farklı bir düzene ait olduklarını gördüğümüz kategoriler ve kavramlar bir birliğe sahiptirler; bunun kavramın işlevi olduğu bile söylenebilir - bir çeşitliliği birleştirmek. Öyle ki belli bir tarzda kavramın mekâna ve zamana yönelmesi gerekeceğini fark edebilirsiniz. Belirenin beliriş biçimleri olarak mekân ile zaman Kant'ın "sezginin biçimleri" adını verdiği şeydirler. Sezgi tam da sunuluştur. Sezgi dolaysız olandır. Fenomenler dolaysızca mekânda ve zamandadırlar. Yani mekânda ve zamanda dolaysızca belirirler. Mekân ile zaman dolaysızlığın biçimleridirler. Kavram ise her zaman dolayım denilen şeylerdendir. Kavram başka bir kavrama gönderir ve bir birlik oluşturur. İşte bu anlamda söz konusu olan belirenin bir sunuluş biçimi olmadığı, belirenin bir tasarım biçimi olduğudur. Temsil sözcüğü burada verili olan veya verili olanın biçimi olan mekân ile zamanın dolaysız karakterine veya pasifliğine karşıt olarak kavramın aktifliğini dile getirir. Kant der ki, mekân ile zaman alıcı olma halimizin biçimidirler. Oysaki kavram bizim dolaysızlığımızın, bizim kendiliğindenliğimizin veya faalliğimizin biçimidir. Zamanın tarihine Kant'ın bu kadar dâhice getirdiği yenilik nedir? Mekân ile zamanın belirlenimlerinin kavramsal belirlenimlere indirgenemeyecekleri bir kez kabul edildiğinde mekânsal-zamansal belirlenimlerle kavramsal belirlenimleri yine de ve her şeye rağmen birbirlerine tekabül ettirmek başarılamazsa bilgi hiçbir zaman mümkün olmayacaktır - işte bu bilginin bir tür mucizesidir. Ve Kant işte buna erişmek amacıyla sistemini yepyeni kavramlarla inşa etmeye girişmektedir. Çok katı, çok sert bir filozoftur o; bir sürü karmakarışık kelime kullanır durur ama bunlar hiçbir zaman etkilemek için kullanılan kelimeler değildirler. Kant lirik değildir. Hayatı üstüne bir şeyler yazmış olan sekreterlerini gidip okuyun: Çok sakin, çok derli toplu bir hayatı vardı... Thomas de Quincey, Kant'ın sektreterlerinin ilettiklerini tercüme etti, biraz da düzenledi, güzelleştirdi - bu Immanuel Kant'ın Son Günleri metnidir. Harikulade bir metindir.