4 Nisan 1978
Bugün ne olursa olsun oldukça karmaşık bir sorun üzerinde olabildiğince açık olmaya çalışacağım. Bugün geliştirmek istediğim tek bir fikir var —bu fikir yalnızca aranızda bazılarına Kant'tan bahsederken kolaylık sağlamak için değil, Kant felsefesi boyunca gelişen şaşkınlık verici bir sorunu göstermeye çalışmak için. Bugün söylemek istediğim şeylerin özü tam tamına şu: Eğer Kant'ın şu ünlü kitabını, Saf Aklın Eleştirisi'ni zamana dair olarak ilgilendiğimiz temalar bakımından ele alırsak çok iyi görülür ki, orada gerçekleştirilen iki büyük işlem var. Bilginin -çünkü saf akıl bilgiyle uğraşır— bu iki büyük işlemi arasında ortak olan şey, her iki durumda da ne kadar farklı türden olsalar bile, ne kadar doğaları bakımından ayrı olsalar bile, kavramsal belirlenimlerle mekânsal-zamansal belirlenimleri çakıştırmanın söz konusu olmasıdır.
Mekânsal-zamansal belirlenimlerle kavramsal belirlenimleri çakıştıran bu iki büyük işlem -bu çakıştırma, bunların farklı türden oldukları, başkalıkları bir defa söylendiğinde ne kadar zor olursa olsun— bunların her ikisi de sentez işlemleridirler. Çok basit nedenlerden dolayı sentetiktirler, çünkü, gördüğümüz gibi, bir taraftan mekânsal-zamansal belirlenimler, öte taraftan kavramsal belirlenimler —yani mekân-zaman ile kavram ayrı türdendirler; bu yüzden de onları çakıştırma işi farklı türden şeyler arasındaki bir sentezden, bir birleştirmeden başka bir şey olamazdı. Bu iki sentetik işlemin bir adı da var. Bu işlemlerin her ikisi arasında ortak olan bir şey de var: Bu iki işlem hayal gücünün eylemleridirler. Elbette hayal gücü demek, hayal etmek demek bu noktadan itibaren artık kendine fikirler edinme ya da herhangi bir şeyi hayal etmek değildir, çünkü Kant hayal etme eylemine temelli bambaşka bir anlam kazandırıyor -buna göre bu mekânsal-zamansal belirlenimleri kavramsal belirlenimlerle çakıştırma eylemidir. Bana buna neden "hayal gücü", hayal etme dediğini soracaksınız. Anlamalısınız ki, Kant daha şimdiden hayal gücünü kendinden önceki felsefelere göre çok daha derin bir seviyede yakalamış bulunuyor: Hayal gücü artık imajlar üreten bir yeti değildir, bir kavrama uygun bir mekân ve bir zaman belirleyen bir yetidir—ama bu kavramdan türemez çünkü o mekân ile zamanın belirlenmesinden farklı bir doğadadır. Bu gerçekten de yeniden-üreten hayal gücüne karşıt olarak üretken, yaratıcı hayal gücüdür.
Dostum Pierre'i hayal ediyorum dediğimde bu yeniden-üreten bir hayal gücüdür; onu hayal etmekten başka bir şey de pekâlâ yapabilirdim —ona günaydın diyebilirdim, evine ziyarete gidebilirdim, onu hatırlayabilirdim —bunlar onu hayal etmekle aynı şey değil. Dostum Pierre'i hayal etmem yeniden-üreten bir hayal gücüdür. Buna karşın, bir kavrama uygun bir şekilde bir mekân ile zamanı belirlemek —ama öyle bir şekilde ki bu belirleme kavramın kendisinden türetilebiliyor olmasın—, yani bir kavramla bir mekân ve zamanı çakıştırmak ... işte bu üretici, üretken hayal gücünün işidir. Düşünün, bir matematikçi ya da geometrici ne yapar? Ya da başka bir yoldan, bir sanatçı ne yapar? Onlar mekân-zaman üretirler.
İşte mekân-zamanı kavramlarla çakıştıran iki sentetik işlem: Kant'ın onlara çok kesin adlar verdiğini söylemiştim —ve bu iki işlemi birbirleriyle karıştırmak korkunç bir hata olurdu... Birine doğrudan doğruya sentez demektedir Kant —yani üretici hayal gücü eylemi, faaliyeti olarak sentez. Ötekisi ise —daha az sentetik değildir— başka bir adla anılır —Şema, bir şema... Bu da üretici, üretken bir hayal etme işlemidir. Demek ki sorunlarımızdan biri, doğrudan anlamıyla bir sentez ile bir şema arasında ne fark olduğudur. Aralarındaki ortak noktayı görmüştük: Her iki durumda da söz konusu olan bir kavramla çakışma halindeki bir mekân ile zamanı belirlemekti. Ama ele alacağımız ikinci sorun Saf Aklın Eleştirisi'yle yetinmeyip araştırmamızı Kant'ın en son eserlerinden birine doğru ilerlettiğimizde beliriyor —burada Kant gitgide derinleştirerek nihai yüzleşmesini yapıyordu: Yargı Gücünün Eleştirisinde... Ve bu eserin, Yargı Gücünün Eleştirisinin Saf Aklın Eleştirisi' yle girdiği tepkimeyi görürseniz... farkedeceksiniz ki Yargı Gücünün Eleştirisi'nde Kant bizi şaşkınlık verici bir çifte maceraya atacaktır: Hayal etme faaliyeti olarak sentezin temel bir deneyim, yaşantı tarafından nasıl aşılabildiği, kırılıp parçalanabildiğidir bu... işte bu yücenin yaşanmasıdır; öyleyse sentezde son derecede kırılgan bir işlem vardır: Diplerden gelen bir şey bu işlemi her an paramparça etmeye, boğmaya meyletmektedir. Basit bir yok etme midir bu boğma? Kuşkusuz hayır... Her şey başka seviyede oluşan bir şeylerin kârınadır —bu yüce denen şeydir ve burada hayal gücünün sentezi tehlikeye girer —başka bir eylem, ya da daha doğrusu başka bir tutku—hayal gücünün başka türden bir tutkusu, coşkusu; bu ise yücenin seyri ve yaşanmasıdır —orada hayal gücü ta temellerinden, ta dibinden sarsılır.
Öte taraftan bu hem çok ilginç hem de son derece dâhice bir şeydir —her şeyin nasıl simetrik yürüdüğüne bakın; bu gerçekten klasik-romantik meselenin eti kemiğidir. Yargı Gücünün Eleştirisi gerçekten de bütün romantiklerin yapışacağı büyük kitaptır. Hepsi onu okumuşlardı ve bu bütün Alman Romantizmi için son derece belirleyiciydi.
Ama öte tarafta benzeri bir macera daha yaşanmaktadır —ama başka bir biçimde... Hayal gücünün öteki faaliyeti olan şema, sentez dipten gelen dalgayla sarsılmaya, boğulmaya aynı şekilde meylettiğinde —yani yücenin yaşanmasıyla— evet, şema —yani bilginin bakış açısından hayal gücünün öteki eylemi— öyle tuhaf ve bambaşka bir şey tarafından aşılmakta, sarsılmaktadır ki!.. Ve Kant, benim bildiğim kadarıyla bunu inceleyen ilk kişi olmuştur... Buna sembolizm diyebiliriz...
Nasıl yüce karşısında hayal gücünün sentez faaliyeti her an tehlikeye düşüyorsa, sembolizmin ve sembolleştirmenin faaliyeti karşısında da hayal gücünün bu öteki eylemi, yani şema da her an tehlikeye düşmektedir. Sembolizmle yüce arasında her türden yansıma kuşkusuz olup bitmektedir; bunlar sanki birlikte bilgiye, tanımaya indirgenemeyecek bir nevi dip, fon oluşturmaktadırlar ve bu durum bizde basitçe bilme yetisinden başka bir şeyin de bulunduğunun delilidir. Bütün bunların ne kadar güzel olduğunu hissedin...
Öyleyse daha akla uygun görünen, düzlükte ilerleyen bu birinci yolu takip etmek gerekir: Şema ile Sentez arasındaki fark nedir? Geçen defa sentezin ne olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bir hayal gücü faaliyeti, eylemi olarak sentez tamı tamına şudur: —ama her şeyin çok somut olmasını istiyorum; durumumuz fena değil, çünkü hâlâ dünyada bir yerlerdeyiz ve dünyaca epeyce Kantçı olgu bulunuyor... eğer dünyada tipik olarak Kantçı bir sorun çıkarsa karşınıza —o zaman çok güzel... o zaman Kantçı gibi konuşmak gerekir; bunlar ancak Kantçı gözlüklerle görülebilecek sorunlardır, yoksa onlara boş vermek zorundasınız. Sentez de şema da, bunların her ikisi de... bir taraftan kavramsal belirlenimlerin, öte taraftan mekânsal-zamansal belirlenimlerin üst üste çakıştırıldıkları işlemlerdir. Peki sentezde şemadan farklı olarak ne vardır? Sentez burada ve şimdi işleyen bir hayal gücü faaliyetidir; burada ve şimdi yaptığınız bir hayal gücü faaliyetiniz yoksa ortada sentez falan yoktur. Mesela burada ve şimdi, birtakım çeşitli şeyler görüyorsunuz; ya da burada ve şimdi mekânın ve zamanın bir düzenlenişiyle karşı karşıyasınız. Hatırlayın ki bu mekân ve bu zaman henüz belirlenmiş değildirler: Mekânın ve zamanın içinde bir şey vardır. Daha bir de size belli bir mekân ile belli bir zamanı verecek bir sentez işletmeniz gerekecektir —öyle ki bir yalıtım, bir çevreleme yapabilesiniz: "Bu, işte bir masa" dediğinizde bir kavrama uygun bir tarzda bir mekân ve zaman sentezi gerçekleştirmiş olursunuz. İşin içinde bir "masa" kavramı vardır ve dahası, sentez yapmışsınızdır —herhangi bir çeşitliliğin sentezini yapmışsınızdır. Öyleyse sentezin ilkesi tanımadır —bu budur demektir... Sentezin kuralı tanıma sürecidir. O halde sentezin burada ve şimdi işliyor olması kaçınılmazdır: Bakın işte, bu bir ev... Sentez neye dayanır? Geçen defa görmüştük: Parçaların, kısımların ardışık yakalanması, kavranması —yakalamanın sentezi, önceki kısımların, önceki parçaların sonraki kısımlarda yeniden üretilmeleri... demek ki sentezin iki görünümü var -yakalama, kavrama ile yeniden-üretme —işte bunlarla sonlu bir mekân ile sonlu bir zamanı belirlerini.
İşte kavram, sentezini yaptığım çeşitliliğin içerildiği biçimden başka bir şey değildir: Bu bir masa; bu bir ev, bu minik bir köpek...
Öyleyse sentezde gerçekten de mekânın ve zamanın bir belirlenmesiyle kavramsal bir belirlenimi çakıştırmışım demektir bu —bu yakalamanın ve yeniden-üretmenin sentezi tarafından gerçekleştirilmiştir ve kavramsal belirlenim de herhangi bir nesnenin biçimine göndermektedir —yeter ki bu nesne biçimi üzerinde sentezin işletildiği çeşitlilik tarafından belirlenecek olsun. Neredeyse şunu demiş oluyorum: Sentezde mekânsal- zamansal belirlemeden kavramsal belirlemeye varıyorum ve çıkış noktam burada ve şimdi... Başlangıçta elimde herhangi bir nesne kavramından başka bir şey olmadığını görüyorsunuz; elimde herhangi bir nesnenin biçiminden başka bir şey yok ve bu da işte kavramın boş biçiminden, kalıbından, formasından başka bir şey değil... nesne = x... Peki bu neden bir kavramdır? Ona kavram demeliyiz, çünkü duyulabilir çeşitliliğin içinde asla içerilmiş değil. Demek ki saf kavram biçimi olarak elimde herhangi bir nesnenin biçiminden, kalıbından başka bir şey yok... işte hayal gücünün yapacağı sentez herhangi bir nesneye mekânsal-zamansal bir belirlemeyi çakıştıracak, tekabül ettirecektir —öyle ki bu herhangi nesne şu ya da bu nesne olarak belirtilecektir: Bu bir masadır, bu bir evdir...
Kant'ta bütün bunlar son derecede ilginçtir. İşler yürümediğinde varolmayan bir şey icat ediverir hemen —ama bu önemli değil... Şimdi şemaya gelelim. Kendinizi tam tersi bir konuma koyun. Elinizde kavram var, kavramdan yola çıkın... O zaman şemanın yolu artık burada-şimdi olmayacaktır —üretken hayal gücünüzün burada ve şimdi yaptığı şey, yani mekân ile zamanı belirlemek olmayacaktır; aksine şema tüm zamanlarda —yaptığınız zaman— yapmakta olduğunuz, tüm zamanlarda geçerli olan bir işlem olacaktır. "Bu bir evdir"... ama bu tüm zamanlarda geçerli değildir ki... Sentezin kuralını hatırlayın —bu bir tanıma kuralıydı. Şemada ise, elinizde bir kavram var ve sorununuz bu kavrama tekabül eden mekânsal-zamansal ilişkiyi belirlemek... Sentez bunun tam tersiydi: Mekânsal-zamansal bir işlem yapıyorsunuz ve kavramı bu belirlemeden yola çıkarak belirtiyorsunuz. Öyleyse sentezin burada ve şimdi geçerli olan işlemine öteki yönde işleyen bir belirleme, şemanın tüm zamanlarda geçerli belirlemesi tekabül etmektedir. Bu ne anlama geliyor? Bir doğru çizgi tüm noktalarında ex aequo, eşittir dediğimde —Öklid'in tanımı— elimde kavram olarak doğru çizgi var. Diyeceksiniz ki evet, ama bu daha şimdiden bir mekân değil mi? Evet, bu bir mekân, ama mekân... ama kendime bir mekân kavramı imal edebilirim... Bütün noktalarında ex aequo diye tanımlanan doğru çizgi bana henüz hiçbir belirleme vermemektedir. Oysaki sentez mekân-zaman sezgisinden çıkıp kavrama varıyordu ve bir tanıma kuralına göre işlemekteydi -şema, aksine bir üretim kuralına göre işleyecektir. Elimde bir kavram var, onu sezgimde nasıl üretirim? Yani mekânda ve zamanda, bu kavrama uyan bir nesneyi nasıl üreteceğim? Mekânda ve zamanda üretmek —işte şemanın işlemi budur. Başka terimlerle söylersek şema bir tanıma kuralına göndermez, bir üretim kuralına gönderir.
"Ev" sentezi, sayesinde "bu bir evdir" dediğim tanıma ilkesidir. Birbirinden çok farklı nesneler karşısında "bu bir evdir" diyebiliyorsunuz. Verili olanın bir sentezini, hakkında "bu bir evdir" dediğiniz herhangi bir nesneyle ilişkilendirdiğiniz bir sentez yapıyorsunuz. Evin şeması ise bundan çok farklıdır —herhangi bir çeşitlilik içinde işleyen bir tanıma kuralı değildir. Evin şeması bir üretim kuralıdır -yani onunla kendinize bir ev kavramı imal edebilirsiniz. Örnek olarak işlevsel bir tanımı ele alacağım: Ev = insanları barındırmak için yapılmış bir şey... Bu bize henüz üretim ilkesini vermez. Evin şeması, bize deneyimde, yaşamda, mekânda ve zamanda bir şeyi, kavrama uyan nesneleri üretme olanağı sağlayan şeydir. Ama bu kavramdan türetilemez ki... Kavramı, ev kavramını istediğiniz kadar evirip çevirin —insanları barındırmak için yapılan... filan... — buradan evin üretilmesinin, inşa edilmesinin kurallarını çıkaramazsınız. Eğer üretim kuralınız varsa, o zaman elinizde bir şema var demektir.
Yargının incelenmesi bakımından bu son derecede ilginçtir. Aşağıdaki iki yargıyı ele alın: Doğru çizgi bütün noktalarında ex aequo çizgidir; burada mantıksal veya kavramsal bir tanımınız var —elinizde doğru kavramı var. Eğer "doğru çizgi siyahtır" derseniz bu yaşamda, deneyde bir karşılaşma demektir —bütün doğru çizgiler siyah değildirler... Doğru bir çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur —işte bu Kant'a göre tam anlamıyla olağanüstü bir yargı tipidir —niçin? Çünkü bu, gördüğümüz uçlardan hiçbirine indirgenemez. En kısa yol da ne demektir? Kant bize der ki, en kısa yol bir çizginin bir doğru olarak üretilmesinin kuralıdır. Eğer bir doğru elde etmek isterseniz en kısa yolu takip etmelisiniz. Bu asla bir yüklem değildir. Doğru çizgi en kısa yoldur dediğinizde sanki en kısa yolu bir sıfat ya da yüklem gibi ele alıyorsunuz gibidir —ama aslında bu asla bir yüklem değildir, bir üretim kuralıdır, talimatıdır. En kısa yol bir çizginin mekânda ve zamanda doğru olarak üretilmesinin kuralıdır. Mekânda tamam ama, acaba neden zamanda da? Şimdi hemen... neden zamanda da olduğunu anlamalısınız —hem de mekânda olduğundan çok daha derin bir anlamda... En kısa... en kısayı zamandan bağımsız olarak tanımlayamazsınız. Bu hangi bakımdan bir üretim kuralıdır? Eğer biri size, "bir doğru çizmek mi istiyorsunuz... pek güzel... en kısasını seçin!" dediğinde... yargı artık anlaşılamaz haldedir; bilmeden o kadar çok şey söylenir ki! Bir kez daha... "doğru çizgi bir noktadan ötekine en kısa yoldur" yargısının tarihsel olarak çok ama çok belirgin geometrik imaları olduğu doğrudur —doğrunun Öklidci veya kavramsal tanımında doğru gerçekten de bütün noktalarında ex aequo olan çizgidir; bir noktadan ötekine en kısa yol olarak doğru ise Arşimedci bir mefhumdur ve Arşimed geometrisi Öklid geometrisinden bambaşka ilkelere göre işler. "Doğru çizgi en kısa yoldur" mefhumunu eğer türdeş olmayan, aynı türden olmayan şeylerin bir karşılaştırması olarak işleyen bir hesaptan ayırırsanız bu tamamıyla anlamsız olurdu. Burada sentez temasıyla yeniden karşılaşıyorsunuz. Türdeş olmayanlar, ayrı türden olanlar farklı türden çizgiler, doğrular ya da doğru olmayanlar değildirler; söz konusu olan eğri ile doğrunun karşılaştırılmasıdır. Bu minimum açı, teğet ile eğri tarafından oluşturulan en küçük açı denen Arşimedci temadır. En kısa yol antikçağda "tüketmeler hesabı" denen bir hesaplamadan ayrılamaz bir mefhumdur -burada doğru ile eğri sentetik bir şekilde karşı karşıya getirilirler. Böylece bir eğriye teğet çizmek tam anlamıyla bir üretim kuralı olacaktır. Demek ki, göründüğü gibi değil... doğru çizgi en kısa yoldur diyebiliyorsam... iyi görmek gerekir ki en kısa yol burada çizginin bir sıfatı, özelliği, yüklemi değildir ve bu hiç de şaşırtıcı gelmemeli, çünkü "en kısa" bir ilişkidir. Bir ilişki ise bir sıfat ya da yüklem değildir. Pierre Paul’dan daha küçük dediğimde "daha küçük" Pierre'in bir yüklemi, bir sıfatı değildir. Platon bile daha o zamanlardan eğer Pierre Paul'dan küçükse, Jean'dan daha büyüktür demişti. Bir ilişki bir yüklem değildir.
"En kısa" mekânda ve zamanda bir çizgiyi doğru çizgi olarak çizmemi sağlayacak kuraldır. Başka terimlerle söylersek, burada kavramsal bir belirlenime —yani bütün noktalarında ex aequo çizgi olarak tanımlanan doğru çizgiye- mekânsal-zamansal bir belirlenimi tekabül ettiriyorum, çakıştırıyorum -böylece deneyimimde istediğim kadar doğru üretebilirim.
Kant'ın uzak bir takipçisi olan Husserl'de beni çok ilgilendiren bunun gibi bir olay var; ama Husserl, sanıyorum ki bir şeyi elinden kaçırıyor. Husserl diyordu ki: Zincirin iki ucunu alın, işte elinizde saf özler var demektir. Mesela bir çember -saf geometrik bir öz. Ve sonra öteki uç... deneyiminizde, yaşantınızda çembere tekabül eden şeyler var. Bunun açık bir listesini verebilirim: Bir tabak, bir araba tekerleği, güneş. Teknik terimlerle konuşarak, yaşamdaki her şeyi, deneydeki her şeyi, tekerleği, güneşi, bir tabağı çember kavramı altında topladığımı, özetlediğimi söylerdim. Kant'tan başlayarak günümüze kadar çok büyük önem taşıyacak bu iki uç arasında bir dizi ara etap olduğunu, ara halka bulunduğunu görmüyor musunuz? Ama mefhumlar... onları yaşamak gerek... soyut, yaşanmış bir şeydir. Her şeyin çok ama çok soyut bir hal aldığı anda dersiniz ki hah işte bu yaşanmış bir şeyle ilgili. Daha şimdiden bu "ikisi arasında"nın bir karışım olmadığı, Kant tarafından keşfedilecek bir arazi olduğu biliniyor. Bir kelime alın: Yuvarlak... Her zaman diyebilirim ki çember yuvarlaktır. Çemberin kavramsal belirlenimi şudur: Merkez adı verilen ortak bir noktadan eşit uzaklıkta konumlanmış noktaların bulunduğu yer. İşte kavramsal belirlenim; çemberin ampirik belirlenimi ya da belirlenimleri ise tabaktır, tekerlektir ve güneştir. "Ey güzel yuvarlak!" dediğimde —biraz önce demiştim ki iki uç kavramsal olarak bütün noktalarında ex aequo diye tanımlanan doğru çizgidir; ve sonra "doğru çizgi siyahtır", bu da yaşamda bir karşılaşmaydı, bir doğru çizgi vakasıydı. Ama ikisi arasında tamamıyla kendine özgü bir bölge de var —doğru çizgi en kısa yoldur var...
Peki şimdi... çember ile yaşamda çemberin illüstrasyonları arasında diyeceğim ki, neredeyse çemberin imajları var: Tabak bir çember imajıdır, tekerlek çemberin bir imajıdır... Ama çok tuhaf bir şey daha var —bir yuvarlak! Bir yuvarlağın mantıki incelemesini yapmak çok ilginç olurdu. Yine benzer bir şey söyleyeceğim: Yuvarlağın incelemesini yeteri kadar ilerletirsek göreceğiz ki o da bir üretim kuralıdır; bir yuvarlak bir turdur —ya da hayır, çevreyi dolaşmaya olanak sağlayandır.
Tur bazı maddeleri yuvarlamaya, yuvarlak yapmaya olanak sağlayan şeydir. Yuvarlak denen şeyi kuşkusuz dinamik bir şekilde yaşamak gerekir —dinamik bir süreç olarak; nasıl doğru çizgi en kısa yoldur, bir eğrinin uzunluğunun bir doğrunun uzunluğuyla karşılaştırıldığı bir işlemi içeriyorsa -yani eğrinin doğrultulması— yuvarlak da yaşamdaki, deneydeki herhangi bir şeyin yuvarlandığı, yuvarlak yapıldığı bir işlemi ima etmektedir. Yaşamda, deneyimde çember kavramına tekabül eden şeyleri üretmeyi sağlayacak olan şey, tur gibi bir üretim sürecidir.
Husserl burada kuşkusuz yanılıyordu; yuvarlağın bu küresini keşfettiğinde —yuvarlağın nasıl en kısa ile aynı alanda olduğunu, aynı varlık alanına ait olduğunu gösterdik— ... Husserl yanılıyordu çünkü bunlardan belirsiz, kesinlikten yoksun özler üretip durdu -bağımlı özler gibi... Kant'ın ilerlediği yön bana çok daha güçlü geliyor —bunları tam anlamıyla üretici, üretken hayal gücü eylemleri, faaliyetleri haline getirmek... Burada neden üretici hayal gücünün yeniden-üreten hayal gücünden daha derin olduğunu görüyorsunuz. Yeniden-üretici hayal gücü çemberler, somut çemberler hayal ettiğinizdedir; tahtaya kırmızı tebeşirle çizilmiş bir çemberi hayal edebilirsiniz; bir tabağı hayal edebilirsiniz... bütün bunlar yeniden-üreten hayal gücüdür. Ama size yuvarlaklar üretme olanağı sağlayan tur, dolaşma hareketi —yani yaşamda çember kavramına tekabül eden bir şey üretmeniz; işte bu çember kavramına bağlı değildir; çember kavramından türemez —bu bir şemadır, yani üretken bir hayal gücü faaliyeti.
Kant'ın neden basit ampirik veya yeniden-üretici hayal gücünden farklı olarak üretken bir hayal gücü alanı keşfetme ihtiyacını hissettiğini görüyorsunuz. Bir şemayla sentez arasındaki farkı görüyorsunuz... Ama görmek için ortaya attığım ilk noktayla işimi bitirdiğimi anlamış olmanız gerekir: Bilginin çerçevesinde iki temel faaliyet arasındaki fark neydi? -şematizm ve sentez arasında?...
Şematizm düşünerek verilen bir yargı değildir —belirleyen yargının bir boyutudur. İstek üzerine düşünen yargının hikâyesini de yaparım.
Aposteriori mekânda ve zamanda olandır. Tabaktır, tekerlektir, güneştir. Bir üretim kuralıysa yalnızca ve yalnızca kavrama uygun bir mekân ve zaman belirlemektir. Başka bir durumu ele alın. Bir aslan kavramı oluşturdunuz; onu tür, cins ve farkla tanımlayabilirsiniz. Aslanı şöyle tanımlayabilirsiniz: İri bir hayvan, memeli, yelesi var, kükrer. Bu bir kavram yaptınız demektir. Aslan imajları da yapabilirsiniz: Küçük bir aslan, koca bir aslan, bir kum aslanı, bir dağ aslanı; aslan imajlarınız var. Peki acaba bir aslan şeması ne olurdu? Bu durumda derdim ki, -ama her durumda değil— kavram türün belirlenmesidir ya da cinslerle ve özgül farklarla, ayrımlarla belirlemedir. Yaşantıdaki, deneyimdeki imaj ise bu türün bütün bireyleridir. Aslan şeması ise, asla aslan örnekleri, bireyleri değildir... (bandın sonu) ... mekânsal-zamansal ritimler vardır, mekânsal-zamansal jestler, tavırlar vardır. Hem bir hayvanın arazisinden, bölgesinden bahsedebilirsiniz, hem de evinden, ininden —takip ettiği yollarla, güzergâhlarla, alanında bıraktığı izlerle, şu ya da bu yola saptığı düzenli saatlerle —bütün bunlar mekânsal-zamansal bir dinamizmdir ki bunu kavramdan asla türetemezdiniz. Aslan kavramından mekân ve zamanda nasıl yaşadığını çıkarmaya kalkışamam. Bir dişten yola çıkarak yaşam tarzına dair bir şey çıkarabilirsiniz: İşte bu etobur bir hayvan... Ama gerçekten, bir hayvanın mekânsal-zamansal dinamizmi... işte bu... üretim kuralını söyleyemesem de- üretken bir şeydir; hayvanın yaşantıda kendi öz kavramına uygun düşen mekânsal-zamansal bir alan, arazi üretmesidir. Aslan Kantçıdır, tüm hayvanlar Rantçıdırlar. Örümceğin şeması nedir? Örümceğin şeması ağıdır ve ağı mekân ile zamanı işgal etme tarzıdır onun. İspatı: Örümcek kavramı, nasıl olacak bilmem ama, bir örümcek kavramı oluşturulabilir; örümcek kavramı örümceğin bütün anatomik kısımlarını, hatta fizyolojik işlevlerini içerecektir. O zaman örümceğin ağını yaptığı o tuhaf organla da karşılaşılacaktır. Peki ama bundan şimdi örümceğin mekânsal-zamansal varlığı diyebileceğimiz şeyi ve ağın örümcek kavramıyla —yani örümceğin organizmasıyla- çakıştığı, ona tekabül ettiği şeyi türetebilir miyiz? Durum çok ilginç, çünkü her şey örümcek türlerine göre değişecektir. Çok olağanüstü örümcek türleri var ve bunların ağ yapımında kullanmadıkları bir bacaklarını kopardığınızda kendi türlerine aykırı tuhaf ağlar örmeye başlarlar —patolojik, hasta ağlar... Ne olmuştur peki? Sanki mekânda ve zamandaki bir bozulma bacağın kopmasına tekabül etmektedir. Demem şu ki, bir hayvanın şeması onun mekânsal-zamansal dinamizmidir. Kant'ın en belirleyici olduğu nokta üzerinde, Husserl'i takip edenler bir sürü deney yaptılar —ve belli bir süre başarılı olmuş tuhaf bir ekolün varlığını hatırlıyorum şimdi... Bunlar Wutzbur Okulu psikologlarıydı -Kant'tan türeyen bir çizgiye çok bağlıydılar. Psikolojik deneyler yaparlardı. Üç tür şey olduğunu söylerlerdi: Birincisi, kavramlarla işleyen düşünce vardı; sonra şeyleri yakalayan algı vardı ve son olarak da, şeyleri yeniden-üreten hayal gücü... Ama çok ilginç bir ad verdikleri bir başka boyutun daha varolduğunu söylüyorlardı. Bilincin yönelmesinden, yönünden, ya da dahası bilincin niyetinden —hatta boş niyetten— bahsediyorlardı. Nedir boş bir niyet? Bir aslanı düşünürüm ve bana aslanın bir imajı gelir; bir gergedanı düşünürüm ve zihnime gelen imajda gergedanı çok iyi görürüm —işte bu bir niyettir. Bir bilinç niyetim vardır ve bir imaj onu doldurmaya gelir —gergedanın imajı. Onlar da işte bunun üzerine deneyler yapıp dururlardı -bu tam bir laboratuvar psikolojisiydi. Oyunun kuralını veriyorlardı —bu çok eğlenceli olacak: Bir imaj kurmanızı engellemek için size bir kelime verilir, siz de bütün imajları dışarıda bırakan bu hedefe odaklanırsınız —ama bu hedef hiçbir zaman saf kavramsal değildir —o kelime... Ne oluyordu o zaman? Bilincin yönelmeleri —yani mekânsal-zamansal yönler... Bunu mümkün üç bilinçli tavır olduğunu bize ispatlamak için yapıyorlardı: Düşünen soyut bilinç —mesela proletarya; burada proletarya için çalışmak gerekiyor... İlk tepki şuydu: Proletarya = şu ya da bu şekilde tanımlanan bir sınıf... vesaire... Bunun proletaryanın kavramsal tanımı olduğunu söylerdim; bu bilincin bir kelime karşısında takındığı tutumdur: Kelimeyi katederek kavramı hedeflerim. Bilincin ikinci tavrı: Proletarya kelimesini katederek bir proleteri —kadın, erkek, çocuk çağırırım, hedeflerim: "Hah işte birini gördüm"... Bu tamı tamına ampirik tavırdır —bir imaj. Sartre L'imaginaire (Hayali) adlı kitabında üçüncü tavrı sergiler —Wutzbur'daki tiplerin deneylerindekini... ve insanların verdiği tepkileri tasvir eder; ilerlemekte olan kara bir kalabalık görüyorum; Sartre bir tür ritim tanımlıyordu böylece. Bilincin bir tavrını yakalayabilmek... mekân ile zamanı işgal etmenin, orada yer tutmanın belli bir tarzı... Proletarya mekânı ve zamanı burjuvaziyle aynı tarzda işgal etmez. İşte bu noktada bir şema var elinizde. Başka bir yöntem de şuydu: Boş bir kelime, yani anlamını bilmediğiniz bir kelime alın: Güzel bir şiirden mesela —ve bilincinizi yöneltin: Unutmayın, yapacağınız şey bir çağrışım kurmak değil —belli belirsiz bir bilinç yönelimidir, mekâna ve zamana saf olarak yaşanacak bir tür açılımdır. Bir bilinç, anlaşılmış bir kelimenin salt sesiyle nasıl yönelebiliyor? Burada şemalarla belli açılardan benzerliği olan mekânsal-zamansal dinamizmlerin tüm bir boyutu var karşınızda.
Şemaların da alt dalları vardır, bölünürler; ama kavramlar cins ve türlere bölünürken şemaların farklı bir bölünme tarzları vardır. Aslında çemberin gerçek şemasının tur, çevresini dolanma olduğunu söylediğimde —aslında bu bir alt-şemadır çünkü turlama daha şimdiden bazı tarzları ihtiva eder; turlama deneyim içinde bir şeyler üretmek için bir üretim kuralıdır —ama malzemenin bazı özelliklerinin koşullarına da bağlıdır bu. Başka durumlarda başka şeyler gerekecektir. Bisiklet tekerleklerinin nasıl üretildiğini bilmiyorum... Fenomenoloji, sonra Heidegger ve her türden psikiyatr mekânda ve zamanda varolmanın tarzlarını tanımlamaya çalıştıklarında — mekân-zaman kompleksleri ya da blokları; ritmik bloklar... Size söylüyorum, bütün bunlar Kant'tan geliyorlar. Bir antropolog tarzları ve tavırları betimlediğinde kuşkusuz insan şemaları kurmaktadır: Bir uygarlık başka şeylerin yanında bir mekân-zaman blokuyla da, insan kavramını çeşitlendiren bazı mekânsal-zamansal ritimlerle de tanımlanır. Bir Afrikalının, bir Amerikalının ya da bir Hintlinin mekân ile zamanda oturma tarzlarının, tavırlarının aynı olmadığı besbellidir. İlginç olan şey şudur: Sınırlı bir mekânda farklı mekân-zaman aidiyetlerinin bir arada bulundukları, yaşadıkları durumlar görülür. Ama aynı yoldan bir sanatçının da mekân-zaman bloklarıyla çalıştığını söyleyebilirdim. Bir sanatçı her şeyden önce bir ritimcidir. Nedir ritim? Bir mekân-zaman blokudur, mekânsal-zamansal bir blok. Oysa elinizde bir kavramın bulunduğu her defasında ona ait olan şeylerin ritmi henüz elinizde yoktur. En uç durumda bir kavram size ölçüyü ya da kadansı verebilecektir.
Bu ise homojen, türdeş bir ölçü olacaktır; ama ritimlilik homojen bir ölçüden bambaşka bir şeydir, bir kadanstan çok farklı bir şeydir.
İkinci noktaya geçiyorum: Sentez konusuyla ilişkili olarak şu yüce macerasını görmüştük, hatırlıyorsunuz. Kant fark etmişti ki, bilgiye müdahale ettiğinde hayal gücü sentezi tümüyle farklı bir arazidedir —başka bir deyişle, bütün görünümleri altında hayal gücü sentezi bir estetik kavrayışı, hem ölçülecek şeyin, hem de ölçü biriminin estetik bir kavranışını varsaymaktadır. Bu estetik kavrayışın sentezin bir parçası olmadığını iyi anlayın —o sentezin üzerinde duracağı topraktır, zemindir. Sentezin kaynağı değil, temelidir. Bu zemini keşfederken, Kant bu topraktaki olağanüstü bir güvenilirliğini de keşfetmişti. Bu toprağı keşfederken, bu toprağın (banttan işitilmiyor)'nı da görmekten geri kalmadı. Neden? Çünkü sentezin üzerinde durduğu şey esas olarak son derecede kırılgandır; etkili her tür ölçünün farz ettiği ölçü biriminin estetik kavranışı her an parçalanabilir, aşılabilir —yani sentezin zemini sürekli olarak yeraltından gelen bir basınçla her an dökülüp saçılmak, fışkırmak riski karşısındadır; ve bu yeraltı sentezi kırıp parçalayacaktır. Çünkü sentez ölçü biriminin estetik kavranması üzerinde durmaktadır —ve bu estetik kavrayış bilginin işlemlerine indirgenemiyordur. Neden her şey bu kadar kırılgan? Çünkü her an, ölçü biriminin estetik kavranışını altüst etme riski taşıyan mekân ve zaman olayları vuku bulmaktadır. Ve işte yüce, yüce hayal gücünün kendi sınırıyla karşılaştığı yerdedir. Kendi sınırıyla karşı karşıya kalmıştır ve artık kavrayış gücünün kavramlarının hizmetine koşamayacaktır. Kavrayış gücünün kavramlarının hizmetine koşmak demek onun kavramlarına uygun mekân ve zamanı belirlemek demektir; ve işte bunu başaramamaktadır: Hayal gücü kendi sınırında tıkanıp kalmıştır —muazzam okyanus, sonsuz gökler, bütün bunlar onu altüst eder; kendi kudretsizliğini keşfeder, kekelemeye başlar. Ve sentezin, yani estetik kavrayışın yeraltı, yani zemini parçalayan yüce de zaten o anda keşfedilmiştir Ama merak etmeyin, bir teselli de yok değildir; hayal gücü kendini kudretsiz hissettiği anda artık kavrayış gücünün hizmetine koşamayacaktır, ama belki çok daha güzel bir yetimizin olduğunu hissettirecektir bize -bir tür sonsuzluk yetisi gibi... Öyle ki, hayal gücümüz hastalanmışken —biz de onunla birlikte acı duymaktayız, çünkü gücünü kaybetmiştir— tam o anda içimizde yeni bir yeti uyanır —duyularüstü yetisi.
Fırtına dindiğinde, çığ sona erdiğinde sentezlerime yeniden kavuşurum —ama bir an için bilgi dıştan gelen bir şey tarafından katedilmiştir; bu bilginin nesnesi olmayan yücenin patlamasıdır.
Kendimizi Kant'ın yerine koymaya çalışalım; varsayalım ki bütün bunları keşfetmişti. Kendi kendine şemaya tekabül eden, ona benzeyen bir şey daha olması gerektiğini söylemektedir.
Şema da bilginin bir işlemidir ve onun sentezle bağlantısını görmüştük; ama şemanın bizzat kendi sınırını tasvir etmesi gerekmektedir ama bu ondan hep kaçıp duran bir şeydir. Başka bir maceraya atılmak pahasına da olsa, farklı bir şey daha lazımdır. Felsefeyi sanattan, ya da bilimden farklı ele almanın bir nedeni yoktur. Aralarında farklar vardır ama sanıldıkları düzeyde değildirler. İşte size şemanın şeması:
Yukarıya büyük bir beyaz yuvarlak çiziyorum ve yanına A yazıyorum. Açıklayayım: A dediğimiz bu büyük beyaz yuvarlak "a"nın kavramıdır, "a" kavramı...
Dikey olarak noktalı bir çizgi çiziyorum; özellikle noktalı ve ucunda bir ok var —ve okun ucuna, aşağıya "a" yazıyorum.
Anlatayım —ama şemanın tamamını isteyenler için: Okun sonundaki "a"dan bu kez düz bir çizgi çekiyorum bu defa —ve küçük okçuklar çiziyorum ve bu küçük okçukların her birinin altına "a"', "a"", "a""' yazıyorum. Şimdi... Büyük A "a"nın kavramıdır. Noktalı okun ucunda "a" var. Bu da A'nın şemasıdır — yani mekânsal-zamansal belirlenim. Bir örnek vereyim:
A, yani çember kavramı, "a", çemberin yuvarlağı veya şemasıdır —başka bir deyişle üretim kuralıdır. Sonra... a', a", a'" şemaya uygun olan, şemanın kavrama taşıdığı ampirik şeylerdir. Yani a' = tabak, a" = tekerlek, a"' = güneş... önceki örneğimizdeki gibi. Neden kavramdan şemaya giden ok noktalıydı? Kesinlikle, Yargı Gücünün Eleştirisi'nde şemadan açıkça ayırt ettiği, hatta onunla karşılaştırdığı sembolü kurnazca belirlemek, işaretlemek için. Ve bunlar Kant'ın en hayranlık verici sayfalarıdır. İşte şimdi iş biraz karmaşıklaşacak —işte iki şema...
A = kavram, a = kavramın şeması, yani mekânsal-zamansal belirlenimler. B, noktalı ok ve b. Bir şemayı oluşturmak için bunlara ihtiyacımız var. Örnek vereyim. İlk örnek: A = güneş, a = doğmak (mekânsal-zamansal belirlenim). Diyelim bu kavramın öz-şeması olsun. B, kavramın erdemi, b : Şema ya da sezgi = x ?
İkinci örnek: A = güneş, a = batmak. Görüyorsunuz ki bu iki alt-şema, doğmak ve batmak tek bir şemada birleştirilebilirlerdi: B = ölüm, b = x (ölüm sezgisi).
Üçüncü örnek: A = değirmen, a = belli bir mekân-zamanı ima eden bir değirmen tipi, yani değirmenin genel şeması değil, bir değirmenler kategorisine tekabül eden belli bir şema = el değirmeni. B = despotik devlet yasası, b = sezgisi =? = (neyin?) = x.
Bu örnekleri anlıyorsanız iki noktaya daha dikkat çekeceğim, a şemasını ya da sezgisini kullandığınızda işte sembolleştirme vardır — ona tekabül eden A kavramıyla ilişkili olarak değil, elinizde henüz şemasının sezgisi bulunmayan tümüyle farklı B kavramıyla ilişkili olarak. O andan itibaren şema kendi kavramıyla ilişkili bir üretim kuralı olmayı bırakacaktır ve öteki kavramla ilişkili bir yansıtma kuralına dönüşecektir. İşte bu Kant'ın her şeyi nasıl zincirlediğini gösteriyor: Sentez bir tanıma kuralına gönderir, şema üretim kurallarına gönderir, sembol yansıma kurallarına gönderir.
Neden kavrama tekabül eden bir sezgim yok? Olası iki durum var: Ya onu imal edememişim, çünkü elimde gerekli bilgiler yok —ama bunlara sahip olabilirim, B kavramının bir şemasını kurmama engel değil bu. Basitçe başka bir yolum da yok zaten. Ya da bu kavramın kendine özgü doğası sayesinde...