Dussaulx'yu Galatasaray'ın arka sokaklarından birinde keşfettim. Cabanis'le yan yanaydılar.

     Juvenalin dünyasında ilk kılavuzum Paul Albert olmuştu, ama cehennemi penceresinden seyretmiştim.

     İmparatorlar Roma'sını Dussaulx ile dolaştım. Vecitle, ürpererek. "Mel'un Hiciv, Mukaddes Hiciv" yazımın iki kaynağı vardı: Vapereau, Paul Albert. Zavallı Dussaulx, bir gece, geç kalmış bir yolcu gibi çaldı kapımı. Yanında Nietzsche vardı... Bütün Nietzsche'ler geç çaldı kapımı... Dussaulx'yu kimseye okutamadım. Ne La Harpe'la tartışmaları ilgilendirdi çağdaşlarımı, ne Rousseau'yla kavgaları. Oysaki onsekizinci asır Dussaulx'ların asrı. Ölümün taştan uykusuna dalan Tiberler Roma'sını uyandıran o Juvenal'ı tanıyan var mı ki? Tanıyan yok. Tanımak istiyen de yok. Juvenal Gütenberg'in bütün muzipliğine rağmen bu mezbeleye girmiyor. Bütün büyükler gibi. Tanrıyı ancak Kelimullah görebiliyor.

     Çağımız Juvenal yetiştirmedi. Bu çöküşte kataklizmlerin azameti yok. Bir çöküşten çok, bir çözülüş, bir kokuş.

 

     18.9.1963

     OLEMP'E GİDEN ADAM

     Olemp'e tırmanan adam yarı yolda kaldı. Cinler çelme taktılar. Yılanlar kesti yolunu. Olemp'e giden adam başını göklere kaldırdı. Sevdikleri oradaydılar. Musa'nın gözlerini kamaştıran ışık onun gözlerini kör etti. Olemp'e yalnız gidilmez. Yoldaş gerek. Senin yoldaşın korkuların, acıların, utançların. Olemp'e yalnız gidilmez. Kervanla çıkılır yola. Bin çıkılır, bir varılır. Bir çıkılıp bir varılmaz. Olemp'e çıkan adam soluk soluğa durdu. İki çocuk taşıyordu sırtında. Onları yavaşça toprağa bıraktı. Ve yaklaştık dedi, işte Olemp. Çocuklar kahkaha ile güldüler. Sırtını çevirdiler ona ve kartalların sofrasından artan kemiklerle oynamaya başladılar. Yukardan rebap sesleri geliyordu. Destanını okuyordu Homer. Olemp'e giden adam burada gömülüdür, bir türbede değil, bir gönülde değil, bir sayfada. Bir sonbahar yaprağında.

     Olemp'e giden adam.. Böyle bir adam yok, olsa tanımaz mıydınız!

     Size bütün Asya'yı, bütün Avrupa'yı getirdim, Asya Himalaya'dır, biliyor muydunuz? Veda'lar tanrıların ilk şarkıları. Onları kendilerinden dinledim. Tanrılar yeniden, tecelli ettiler, onları dinledim diyorum, anlamıyor musunuz? Diyorlardı ki... Ben ne Jeanne d'Arc'ım, ne Lourdes'da Meryem Ana'yı gören çoban kızı. Anquetil'in, William Jones'un, Schlegellerin duyduğu sesti bu! Size herhangi bir kitap değil, bir Kitab-ı Mukaddes getirdim. Uykusuz gecelerimde mısra mısra geldi bu vahiy.

     Ne bir Haticet-ül kübra, ne bir Hazret-i Ali. Havarilerini halkedemeyen İsa'nın yeri tımarhanedir, çarmıh değil. Ve domuzlar mukaddes kitaplarla beslenmez.

     Olemp'e giden adam, dinleyin, dedi çocuklarına, Valmiki konuşuyor. Çocuklar elleriyle kulaklarını tıkadılar. Aşağıda, çok çok aşağıda zenciler hora tepiyordu. Avrupa.. Hangi Avrupa? Bu senin Avrupan, kusmuk ve kazurat (dışkı)kokan bir domuz ahırı. Ahırını Avrupa sanan bedbaht.

     Bu Hint belki bir kitabın ilk yaprağı idi. Bir vahyin ilk heceleri. Belki tamamlanırdı, belki tamamlanmazdı. Her kitap yarımdır. Kitabı insanlık yazar. Ne mutlu ona bir hece ekleyebilene. Homer bir mısra, Vyasa bir mısra, Firdevsî bir mısra. Çağdan çağa akseden bu ulu, bu lâyemut (ölümsüz) ilahiye senden bir nida karışmış, karışabilmiş., ne bahtiyarlık. Ama çağdaşların boğazına sarılıyor, istemiyorlar. Rüyalarını dile getirmeni, kalbini konuşturmanı, kelimelerden bir fecir* yaratmanı istemiyorlar. Konuşamıyorsun, konuşamayacaksın.

     Olemp'e giden adam! Önünde iki yol var: cinnet ve Ölüm.

 

 

     KAVRAMSAL TOPLUMCULUK, OSMANLI ŞAİRİ, FRANSIZ ŞAİRİ

 

     Kavramsal toplumculuk diyor Adnan Berk, burjuvalığın seçtiği biçim diyor. Bağdatlıyan'ın sözlüğünde sosyalizm'in karşılığı "usul-ü müşareket-i emval veya musavat-ı servet usulü". Bağdatlıyan'ın bastığı sözlük diyecektim. 1883 yıllarındayız. Marx'in ölüm yılı. Sami Bey'in bulduğu karşılık pek nefis: "silk-i sakîm-i iştirakiyyun". On dokuz yılda büyük tekâmül. Kelimenin sözlüklere girişi yanılmıyorsam 83'ten sonra.

     Oscar Jaszi'nin verdiği bilgiye inanmak gerekirse sosyalizm kelimesi modern manâsıyla ilk defa 1827de "Cooperative Magazine"de, liberal ferdiyetçiliğin zıddı eğilimleri belirtmek için kullanılmış. 1830'dan itibaren Fransa ve İngiltere'de Owen'in, Fourier'nin, Saint-Simon'un içtimai fikirlerini belirtmeye yaramış. Marksizm'in zaferinden sonra mânâsı büsbütün aydınlanmış ve daralmış kelimenin. Toplumculuk gibi kaypak bir kelime, sosyalizmden çok demokrasiye karşılık olabilir. Toplumcu, hangi toplumcu, nasıl toplumcu? Hadi biraz daha tesamuh gösterelim, toplumcu sosyal'i karşılasın. Sosyal devlet, sosyal hukuk, sosyal adalet. Sisli, bulanık, içi görülmeyen kelimeler, bir mistifikasyonun suratına geçirilmiş masklar. Toplumcu de, içtimai de, ne dersen de.. Sosyalizm her zııktının tasallut* edebileceği sahipsiz kelimelerden değildir. Kanla, gözyaşı ile şimşekle yazılı bir kelime bu. 1883'teki sözlüğün yazarları Adnan Berk'ten çok daha ileri, çok daha bilgili, çok daha namuslu. Sosyalizme toplumculuk demek sosyalizmi inkâr etmektir. Suyu bulandırmak, sosyalizmi sosyalizm yapan tarihî muhtevayı boşaltmak, kelimeyi boşalmış bir akümülatör, bir hacı baba oyuncağı haline getirmektir. Sonra kavramsal ne demek? "Burjuvalığın seçtiği biçim", daha şâhâne, daha emsalsiz bir söyleyiş. Burjuvalık, hammallık, oğlanlık v.s. Hazret burjuvaziyi burjuvalıkla karşılıyor. Tarihimizin hiçbir devrinde görülmemiş bir başıbozukluk, bir kepazelik, bir hafiflik..

     Nefi, Bayram Paşa'nın, daha doğrusu ayyaş ve sadik bir hükümdarın hışmına uğradı. Medrese bu cinayete de yaldızlı bir fetva sundu. Nefi'nin efi gibi katli vaciptir dedi. Nefi'nin kucağında yaşadığı cemiyetle hiçbir ilgisi yok, dâvası yok, meselesi yok. Herhangi bir saray şairi. Hükümdar havla diyor, havlıyor. O, lafızlar dünyasının sultanı. Nedim damdan düşüp ölüyor, Fuzuli sefalet içinde kıvranıyor v.s. Tanzimat şairinin has bahçesi: mestî. Bir Hugo'yu düşünün, bir Namık Kemal'i, Birincisi bir Amerikan işadamı kadar metodik; altmış katlı bir abide, eseri. Abideyi altmış yılda tamamlıyor. Gözlerini eserinden ayırmayan usta bir mimar. İlhama iltifat ettiği yok. Her gün okuyor, her gün yazıyor. Arkadaşları da öyle. Hepsi ciddî, hepsi yüklendiği sorumluluğun farkında. Namık Kemal bir meteor gibi.

     İstanbul'da tek akademi var: meyhane...

 

     3.10.1963

     FREUD VE UPANİŞADLAR*

     Freud, Ojiyas'ın ahırlarını temizleyen adam. Bakışlarımı Olemp'e değil, Akheron'a çevirdim diyor. Ama Akheron, Champs-Elysees'nin gölgesi. Freud lağımın kapağını açan adam. Lağım mı, ne lağımı? Psikanalizi skandal hâleliyor. İnsanın kulaklarına, sen canavarsın diye haykıran bir Mefisto Freud. Buda, İsa, Spinoza., canavar, ama kanatları olan, mağaradan arş'a yükselen canavar. Şuuraltı gerçekten süprüntülük müydü, oraya bu at sineklerini, bu hamam böceği leşlerini, bu kırkayakları psikanaliz mi doldurdu yoksa? Freud'u anlamak için okumak yetmez; o cehennemin içine girmek lâzım diyorlar. Viyanalı doktor da içimizdeki canavarları avlarken buluta bürünüyor. Fransız ihtilalcileri, yarattıkları dünyayı Eski Roma'nın kelimeleriyle isimlendirdiler. Realite yepyeniydi, ad iki bin senelik. Her fâtih keşfettiği ülkeye âşinâsı olduğu isimleri takar. Yeni bir vokabüler bir günde, bir senede imal edilmez. Freud'u anlamak bunun için güç. Freud'u ve bütün yaratıcıları. Kelimenin kemiğini kırıp iliği bulmak güç. Şeffaf değil ki. Kaldı ki Freud'u okumak cehennemi resimden seyretmek gibi bir şey. Her doktrini yaşadığımız kadar anlıyoruz.

     Sokrat felsefeyi gökten yere indirmiş. Çiçero öyle diyor. Freud insanı mağaraya zincirliyor. Tanımıyoruz Freud'u. Marx'i tanıyor muyuz, Kierkegaard'ı tanıyor muyuz? Bakış önce yıldızları tarıyor. Son durak: iç dünyamız. Ve arada, bütün bir tarih. İskeleti, terbiyeli bir fino köpeği veya iradesini parmaklarınıza teslim etmiş bir mekanik haline getiren Hint. Upanişad "sen Tanrısın" diye haykırıyor insana. Freud, "itsin" diyor. İki kutup, ama esrarlı bir diyalektiğin kucaklaştırabileceği iki kutup. Birbirini tamamlayan iki yarım. Pascal'ın "ne bir meleksin, ne bir insansın"ı. Yahut Feyzî Hindi'nin "arştan büyük, topraktan bayağısın" hitabı.

 

     8.10.1963

TENKİİYE, KİTAPLARA, PARİS'E, İNSANIN KENDİNİ TANIMASINA VE TANITMASINA DAİR*

 

     İnsanın az dostu, çok tanıdığı olmalı, Voltaire'e göre. Kitaplar, kitaplar, kitaplar.. Çok kere binlercesi aynı şarkıyı söylüyor. Birinin sesi daha güzel, öteki daha çok falso yapıyor. Binlerce kitap aynı büyük sesin dağılan, boğuklaşan, bazan asırdan asra, bazan ülkeden ülkeye akseden yankıları., kitap kitabı doğuruyor. Doğurmayan kitaplar da var. Yahut adını taşıyan çocuklarla gerçek hiçbir babalık bağı olmayan kitaplar. Bu kâğıt okyanusunda boğulmamak, bu Babil Kulesi'nde sükûnetle dolaşabilmek için hangi kılavuzun peşinden koşacak, hangi pusulaya güveneceğiz? Tenkitçi. Nasıl tenkitçi? Boileau mu? Parnasse'mı o babacan kanun vazıı yarı somurtan, yarı sırıtan edasıyla Horace'ı okuyun der size, Aristo'yu okuyun, Homer'i okuyun. Sonra, dostum, Racine... Sainte-Beuve başlı başına bir dünya, Boileau gibi birkaç taarruzda fethedilebilen kalelerden değil. "Causerie"leri yıllarca yıllarca dinlemek lâzım. Faguet yazmış da yazmış. Tanıdığı çok, pek çok. Hepsi ile selamlaşmaya ömür yetmez. Ya yeniler?

     Esrarlı bir şato, Scott. Scott adına ilk defa Hugo'nun "Litteraure et Philosophie Melees"sinde rastlamıştım, "Quinten Durward"ı tenkit ediyordu. Sonra toprağa gömülen bir ırmak gibi yıllarca gözden nihan oldu Scott. Çocukluğumda "Seyfi Sârim-i İlahi Selahattin" adlı bir eserini (asıl adı "Talisman") okumuş olduğumu yıllarca sonra hatırladım. Scott ki on dokuzuncu yüzyılın entelijansiyası için bir nevi Binbir Gece Masalı, bir nevi Kelile ve Dimne'dir. O bile ilk yolcuya kapılarını açan bir şato değil. Ama İskoçyalı üstadımızın an'anevi misafirperverliğinden faydalanmak için kimden tavsiye mektubu getirelim. Lesage, Cervantes, on sekizinci yüzyıl İngiliz romancıları yeter mi? Yolumuzu kime soralım? İşte Taine'in "İngiliz Edebiyatı"... Üstat, biz tarihi ondan öğrendik, diyor. Ama bu nasıl bir tarih? Scott İngiliz tarihini bilmeyenle konuşmaz, Scott arkeoloji bilmeyenle konuşmaz. Aziz dostum! Her kaynağı ejderhalar bekler. Onlarla güreşeceksin önce. Sana açıl susam açıl'ı onlar  fısıldayacak. Maurras'ın "aptal on dokuzuncu yüzyıl"ı bir Scott asrı. "Waverley" olmasaBalzac olmazdı, Thierry olmazdı. Ama Scott çocuklarıyla beraber bütün.

 

     TM

     Okuyanın boğazına kadar gömüldüğü trajedi şu; kitaplar ancak dostlarına açılıyorlar. Yoksa konuştuklarını dinlemeye değmez. Çok tanıdık sadece vaktini yiyor insanın. Vaktini ve beynini. Büyükler de insan dostum! Onlar da kıskanç. Don Juan'a yüz vermiyorlar. Yılan, derisinden sıyrılıp peri kızı oluyor, seven için. Önce ne kadar sevimsizse sonra o kadar dilrubâ. Bir kitapta bütün kitaplar var. Damlada deniz. Ama hangi kitapta? O kitaba varabilmek için kaç devi aldatmak, kaç dağı aşmak gerek. Hakikat bir tepenin arkasında sanırdım. "Kapital"i okuyunca bütün sırlar çözülecek. Belki birçok sırlar çözülür, "Kapital'i okuyunca. Ama "Kapital" nasıl okunur? Dilini bilmediğin bir dünya. Her bahis sokaklarını tanımadığın bir şehir. Haritan yok, nereye gidiyorsun? Ve nihayet dünya "Kapitalle bitmiyor. "Kapital'i anlamak için dünyayı dolaşmış olmak lâzım. Ama "Kapital" suallerinin kaçta kaçına cevap verecek? Büyük kitaplar da evliyalar gibi, gerçek evliyalar gibi. Adını sanını bilen az. Montesquieu, külliyatında Vico'yu bir kere zikretmez, çekmecesi "Nuovo Scienza"dan alınmış notlarla dolu. Montesquieu, asrının en namuslu adamı. Belki bu biraz kıskançlık. Sevgilisini tanıtmamak.

     Kleopatra ile yatanlar ne oldu? Ninon de Lenclos veya Marion de Lorme âşıklarını lâyemutlaştırdılar mı? Madame de Sevigne, Madame de Stael, Madame Sand. Birincisi kaç şiire konu oldu? İkincisi ahmak bir diplomatla maceraperest bir İtalyan zabiti arasında aradığını bulamadan, adeta pınarın başında susuzluktan perişan, bir Wilhelm Schlegelle ne istediğini bilmeyen bir Benjamin Constant arasında, boş odada yanan lamba gibi sönüp gitti. Madame Sand malum: Chopin, Musset ve çağdaşları.. Musset'ye ne verdi Madame Sand? Istırap. Musset’den ne aldı? Hayal kırıklığı. Bu karşılaşmadan birkaç damla gözyaşı doğdu...

     En güzel, en şuh, en zeki kadınlar bile rastgele âşıklarına bir kucak et ihsan ediyorlar. Clotilde de Vaux yalnız Auguste Comte için mevcut. Her ormana çıkan, Ejeri'nin iltifatlarına mazhar olmaz. Kaç kişi duymuş sirenlerin şarkısını. Şehirler de kadınlar gibi. Paris de, Londra da, Madrit de herhangi bir dişi kadar mânâsız ve her hangi bir dişi kadar harikulade. Paris, iffetini bir uçak biletine satan bir kaldırım yosması, öyle mi? O, Paris değil sensin. Aynadaki hayalinle çiftleşen sen. Paris, iffetini bir uçak biletine satan bir kaldırım yosması, öyle mi? Belki. Ücra bir Roma kerhanesinde Mesalin'le yatan gladyatör Mesalin'den ne anlamışsa, sen de Paris'ten o kadarını alabilmişsin. Ama bu, aydınlıklar beldesinin bin bir çehresinden biri, domuzlara mahsus çehresi. Sokakta kovaladığın kadın ancak senin kadar Parislidir. Hatta dolaştığın sokak bile Paris değil... Paris ölüleriyle Paris. Ölüleriyle, yani ölmezleriyle.

     Balzac'ı ziyaret edebiliyor musun arada? Renan seni kütüphanesine kabul ediyor mu? Senin dolaştığın şehrin adı yok. O senin şehrin. Yani bir lağım. İnsan şehriyle biner uçağa. Bu şehir bir kaplumbağa'nın kabuğu kadar bizimdir. Ve bir kemik kadar sert. Cennete girmeden, Lete'de yıkanılır. Paris'e giderken kozandan kurtulmalısın dostum. O zaman Paris sana gelir.

     Gökler kelebeğindir. Paris, Londra, Moskova, Pekin., bunların hepsi istediğin anda odana koşar...

     Celal Sılay on beş gün dayanabildi Paris'e. İzbe'de yaşayan, şahikalarda ölür. Mağaradan ışığa çıkan insanın baş dönmesi. Fazıl Hüsnü de cehennemi buldu Paris'te. Paris birçokları için gurbet, birçokları için serap. Evlerini sırtlarında taşıyanlar için, ha Paris ha Çemişkezek. Kediye, köpeğe, ağaca ne ekler Paris? Zavallı insan! Mucize beklemekten ne zaman vazgeçecek? Mehlika sultana âşık yedi genç.. Mehlika sultân yok dostum. Gümrük kapısında her gidenin yakasına sarılın, sorun, niçin gidiyor Paris'e? Evvelâ niçin gittiğini bilir mi? Heine için bir Paris var. Berdiaeff için bir Paris var.

     Paris'te Paris'i yaratan onlar. Turgenief’sen uğurlar olsun. Merimee seni bekliyor. Ben göremedim Paris'i. Senelerce aynı odada yaşadık. Biliyor ki şeydâ* bir âşıkıyım, "Comedie Humaine"in kahramanları gibi. Elimde demir âsa, ayaklarımda demir çarık ona koştum. Paris'te yoktu Paris. Paris kapılarını kapadı yüzüme. Sadece kokusunu duyabildim. Kalidasa'nın dediği gibi, "çiçek kokusu, kadın kokusu". Paris evde yoktu. Ben rüyada gördüm Paris'i. Gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin, diye sitem ediyordu bakışları. Promete Kaf Dağı'na zincirlenmiş, ben hastahaneye zincirliydim. Paris'te hastahaneye zincirli olmak, hastahaneye ve karanlığa. Reyhaniye'nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış naturalist bir romanın esneten teferruatını okur gibi yıllar yılı seyreden gözlerim Paris'te kapalıydılar. Montaigne'in heykelini ancak parmaklarımla görebildim. Paris'teyken Paris'ten çok uzaklardaydım. Okuyamıyordum da Paris'i. Sevgili ile ilk defa karşılaşıyorduk. İlk ve son defa. Oda karanlıktı. Sesini duyamıyordum. Hatta, hatta galiba..

     Eflatun'un idealar dünyasına inanasım geliyor. Ben o dünyadan geliyorum. O dünya Paris. Paris benim doğduğum diyar. Doğduğum ve büyüdüğüm. Orası milyonlarca Paris'liden çok benim. Ama yalnız ben gidemiyorum oraya. "Altın Gözlü Kız"da Marseille'in gözlerini bağlarlar, araba bir takım yollardan geçer, nihayet gözleri çözülür. Paris'te hep o ümit içinde yaşadım, gözlerimi örten bağ çözülecek ve ben... Paris kaşlarını çatıyor, onun dost sesi, küskün bir ahenkle çınlıyor kulaklarımda. İşte bütün sevdiklerini sana getirdim, hepimiz yanındayız, Villon'dan Moliere'den, Sartre'a kadar bütün çocuklarım yanında. Yaramaz. En güzel konuşan kadınlarım antişambnnda bekliyor. Du Four sana asırlar öncesi Lutece'i tanıtmak istiyor. Yaramaz ve şımarık âşıkım nem kaldı sana vermedik? Doğru! Germaine Necker'in Wilhelm Schlegel'e verdiği her şeyi. Ama ben Wilhelm değilim.

     Akşamları alnında limon çiçeklerinden bir gelin tacı, elinde kâh bir rebap, kâh bir kitap., odamdaki köşeme kuruluyor Paris, Paris'im benim. Vakursun, dostsun ve bakirsin. Karşında diz çöküyorum. Konuşuyoruz. Sonra entarisinin eteklerine dokunamadığım o ezeli Diane, batan bir güneş gibi, gönlümü bir yaz gurubunun aydınlığı içinde bırakarak kayboluyor. Ve sonra onu başkalarının kucağında görüyorum. Rezil bir bar kızı. Herkesin, herkesin..

     Juliette, Victor'u bekledi. Şehirler de, kadınlar gibi, fâtihlerini beklerler. Kadınlar gibi ve piyanolar gibi. Suphan Fuat'a ne verdi? Kayserili pastırma tüccarının kızı ne verebilirse onu: yarım milyon veya bir milyon. Fethi Amerika'yı zaten tanıyordu...

     Okumak istediğim kitaplar vardı, tanışmak istediğim kadınlar. Battal Gazi cenklerini ne kadar merak ederdim. Bir türlü, bir türlü okuyamadım. Küçükken Arapça bir tarzan görmüştüm. O da ayrı bir hicran. Elazığ'da bir Abdullah Efendi vardı. Bütün suallerinin cevabını bulmuş, bahtiyar bir insan. Bu efendiye göre tek kitap vardı dünyada: "Maari- fetnâme". La Fontaine "si je savais l'hebreu.." diye inliyor. Her köşede bir Sfenks. İstifham yılanlarının ıslık çaldığı bir cangıl, dünyamız. Tecessüsümüz camları kırık bir fener. Fırtınanın sık sık söndürdüğü o lambayı hangi meşale ile tutuşturacağız.

     Okumak istediğim kitaplardan pek azını okuyabildim. Tanışmak istediğim kadınlardan hiçbirini tanıyamadım. Görmek istediğim şehirlerden yalnız İstanbul'u görebildim. Ama bu benim bildiğim İstanbul değildi. İstanbul bana ne verdi? Üç beş dost.. İstanbul'a geldikten sonra İstanbul'la pek az ilgilendim. Aç karnına dolaştığım sokakları bir zindan avlusu kadar asık çehreliydi. İstanbul milyonlarca kadınından hiçbirini vermiyordu bana. Lokanta vitrinleri doluydular, sokaklardan nehir nehir insan akıyordu. Açtım. Karnım açtı, ruhum açtı. Üniversite kütüphanesi, Nizamettin'in dükkânı. Beyoğlu'nda bir iki meyhane. Sonra Moda'da, Caddebostan'ında, Bağlarbaşı'nda... birer oda. Karım, çocuklarım, şakirtlerim. Bunları bana başka herhangi bir şehir de verebilirdi. Dostlarım, yani şakirtlerim.

     Yine bir kâbustan çıkmış gibiyim. Ruh dünyamda âni iklim değişiklikleri oluyor. Eşya hüviyetini değiştiriyor. Çevrem Sibiryalaşıyor birden. Bu tünele girişleri yalnız karaciğere bağlamak kabil mi? Sebeple netice arasında münasebet yok. Her günkü hayatımı yaşarken değişiveriyorum. Belki haklıyım, belki bu şartlara Zaloğlu Rüstem'in granit vücudu dayanamaz. Ama bu iniş çıkışlar niçin? Bir gün önce hoş karşıladığım cevaplar bir gün sonra beni çılgına döndürebiliyor. Yine bir buhran geçirdim. Geçirdim mi? Beşir Fuat delirmekten müthiş korkarmış. Annesi hastaymış galiba. Bu korku yüzünden kıymış canına. Ve tabii birçok mucip sebepler bulmuş, kendince. Ben de babam gibi olmaktan korkuyorum. Yataktan çıkmak istemiyorum bazan. Uyumak değil bu. Hiç kimseyi görmek istemiyorum. Bir şizofreni başlangıcı mı? Bilemem ki. Herhalde bu meddücezirleri kelimeleştirmem faydalı olur. Ama çok güç bu. Akşam on buçukta kütüphaneden ayrıldık. Mantık okuyorduk. Oğlum son kısımları okumak istemedi. Kitap bitti. Neşeliydim. Hiç değilse rahatsız değildim. Odaya geçtik. Radyoda şarkılar vardı. Bir kız sesi bir kemerin reklamını yapıyordu. Oğlum kemere ihtiyaç yok şekerim dedi, sen ısıtırsın. Canım sıkıldı bu cümleye. Neden canım sıkıldı?

     Laubali buldum. Ama ben onunla çok daha laubali olmuştum. BSMf nin Nobel ve atom hakkındaki yayınını dinledik. Sonra şarkılar vardı. Yat dedim çocuğuma. Uykusuz kaldığına değmez. Ayrıldım. Oğlum radyoyu söndürmedi. Buna üzüldüm. Ama bu da ilk defa olmuyordu. Çok kısa bir zaman uyuduktan sonra yağmurla uyandım. Birden yapayalnız hissettim kendimi. Yapayalnız ve hiçbir işe yaramayan bir adam. Bu evdekilerle ne ilgim vardı. Oğlum için herhangi bir ricam, herhangi bir emrim, herhangi bir üzüntüm bir kedinin miyavlamasından farksızdı. Dünyadan zevk almıyordum.

     Babam neden ilgisini kesmişti dünyayla. Bizimle neden hiç meşgul olmamıştı. Pencerenin önünde sedir, sedirde babam. Duvarda petrol lambası. Lambanın bir tarafında ben. Babam konuşmaz. Evde iki karyola var. Birinde babam yatar, birinde ben. Benim karyolam mektep karyolası, benim karyolam demir. Babam karyoladan pek az çıkar. Kime küskün, niye küskün bilinmez. Nadiren okur. Konuşması çok daha nadir. Annem, annem küçük ablamı severdi. Ablamla ben babama benzerdik. Babam büyük ablamı severdi. Annem hep gurbet psikozu içinde yaşadı, babamı pek az severdi sanıyorum, ölseydi de kurtulsaydık, dediğini çok duydum sanıyorum. Kimseye bir zahmeti yoktu babamın, yemeğe kalkardı, yıkanmaya kalkardı. Annem komşulara giderdi. Zaten babamla iki yabancı gibiydiler. Sayardı babamı, daha doğrusu korkardı ondan. Babam neden ölmeden önce ölmüştü? Alışkanlıklarından kopuş, çeşitli inkisarlar ve sefalete benzeyen bir yaşama standardı. Dostlarını, dünyasını kaybediş., bunlar yeter mi? Reyhaniye'de başka muhacırlar da vardı ama onlar grup halindeydiler. Yalnız babam yalnızdı. Yalnız biz yalnızdık. Annem asabiydi, şikâyetçiydi, bütün felaketlerden babamı sorumlu tutuyordu. Ama o yokken söylerdi bunları. Ben de yalnızdım. İsteyerek değil. Yanımda Naciye vardı önceleri. Sonra Memoya kaçtı. Babam görüyordu, bahçemiz vardı, karısı vardı, çocukları vardı. Ablam mükemmel bir evlattı, ailenin bütün yükünü sırtlamış, çalışıyordu, çok severdi babamı, beni de severdi, ama onun da binbir derdi vardı. Yalnızdı ve kızların on üç yaşında evlendiği bir köyde yirmi beşini aşmış, bekliyordu. O da dünyasından kopmuştu. Neden kızı, karısı, oğlu yetmedi babama?

     Muhacirlik güç. O yaştan sonra çevreye uymak imkânsız. Ama bir Tatar Ahmet Efendi uydu çevresine. Babam daha mı şair mizaçtı? Yahut daha büyük şeyler mi kaybetti? Hayattan ne bekliyordu? Dünyasında neler vardı? Bilmiyorum. Ondan ötesi., büsbütün karanlık.

     Evet kör bir kuyuya düşer gibi oluyorum zaman zaman. Dış dünyayla bağlarımı koparmamam lâzım. Her şeye rağmen sevmek.. Herkesi sevmek. Karımı, çocuklarımı, dostlarımı. Ölmeden önce ölmek çok cazip. Hem hayattasınız, yosun gibi; hem sorumluluğunuz yok. Bir nevi Moksa. Bu zaaf nereden geliyor? Kendimi tanımaya çalışmalıydım.. Çevremdekilerin de çok dikkatli olması lazım. Maalesef kimse farkında değil. Belki bunda bir intikam alma ihtiyacı da var, çevremdekilerin ilgisizliğinden intikam alma, anlayışsızlıktan, eblehlikten... Belki bir "auto-punition". Bu hayaletleri ancak ciddi bir çalışma yok edebilir. Angarya değil. İsteyerek çalışma. Çocuklarımla bir türlü anlaşamıyoruz. Belki bütün babaların müşterek şikâyet formülü bu dört kelimenin içinde. Ama ben herhangi bir baba değilim. Onlara her şeyimi verdim. Veriyorum da. İçimden, beni kaybetsinler de o zaman kaybettiklerinin değerini anlarlar diyorum. Nasıl çalışabilirim, neye çalışabilirim, kiminle çalışabilirim?

     Bu satırları kendimi tanımak için yazıyorum. Tanımak ve tanıtmak. İnsanın kendini tanıması yetmez. Başkalarına da tanıtması lâzım. Psikanaliz belki hastayı yalnızlıktan kurtardığı için moda olabildi.

     Bugün de okumak istediğim kitaplar var. Ama beni en az ilgilendirenleri seçiyorum. Belki okumak istediğim kitaplarda aradığımı bulamamaktan korkuyorum.

     Dün çok güç açılabildim. Bıraksalardı kalkmayacaktım galiba. Plaja gittik. Yağmur yağdı. Yemek yedik. Tekrar yattım. Akın geldi. Ve hayat tekrar kucağına aldı beni. Zorla, çok zorla gittim plaja ve tek kelime konuşmadım. Daha fazla rahatsız etmesinler diye gittim. Sınır- bölge. Oralarda dolaşmak istemiyorum. Etrafımdakiler için istemiyorum.

 

 

 

 

     12.10.1963

     NAZIM

     İlk defa ışınları, ismini bilmediğimiz meyvenin şüpheli, buruk lezzeti. Bu "Sekiz Yüz Otuz Beş Satır'da meçhul ülkelerden gelen bir davetin cazibesi de yoktu. Nedim'den, Akif ten, Hâşim'den sonra Nâzım. Bu uzayıp kısalan mısralarda oyun vardı sadece, nâra vardı. Nâzım'ı Kemal Sülker'in ısrarı ile okudum, anlamadım ve sevmedim. On dokuzunda putperesttir insan. Kozasını yırtmak ister. Kanatlarını tutuşturacak bir alev arar pervane. Nâzım yeniydi, başkaydı ve her yeni gibi düşmanları vardı, her yeni gibi dostları vardı. Yani Nâzım bir "communaute" idi. Her kitap bir parça semavîdir, bir kilisedir, bir camidir, birleştirir veya ayırır. Kitap göklerden uzanan bir el, uçurumlardan gelen bir davet. Nâzım'ı sevemezdim, ilk hamlede. İnsanı tanımadan şiirini sevmek, hele bu şiir alışılmayansa. "Sekiz Yüz Otuz Beş Satır", "Varan Üç", "Jokond ile Siyau", "Taranta Babu'ya Mektuplar".. Bu şiir bir ağaç gibi büyüyor, dallanıyor budaklanıyordu. Ezilenler haykırıyordu mısralarda. Zincirleri kıran bir sesti bu. Zindan duvarlarını deviren bir ses. O kadar yalnızdım ki karanlıklardan İblisin eli uzansa minnetle sıkardım. Nâzım fısıldayan adam değildi. Kalabalıkların uğultusunu duymuş, adeta tarihin sesini, tarihin nabız atışlarını dinlemiş adamdı. 936'da ben çocuktum, o devdi. Nâzım bir dâvanın kanatlarında yükseldi. Şâiri mitoslaştıran uğradığı zulümler oldu. "Gözlerimiz şeffaf, temiz damlalardır", veya "Ağlama salkım söğüt ağlama"... kabiliyetli her lise talebesinin müsvedde defterinde bunlara benzer mısralar bulunabilir. Nâzım demir parmaklıklar arkasında konuştuğu için sesinde kükreyişe benzeyen bir mehabet* vardı. Oktay Rıfat, Nâzım'da tek mısra yoktur dediği zaman şaşalamıştım. Gerçekten de yok. Nâzım freskler çizen adam. Sevecekseniz bütün olarak seversiniz, kıtıklarıyla, yapmacıklarıyla, gevezelikleriyle...

     Yanımda hiçbir kitabı yok. Hafızama dayanarak konuşmak beni insafsız hükümlere sürükleyebilir. Her putperest eski sanemleri karşısında fazla müsamahasızdır. Nâzım'ı Avrupa çapında meşhur eden ne? Şairliği mi? Hayır, kavgası.

     15.10.1963

     LANZA, GANDİ VE MARX

     Dostum "abbe"" Bourri büyük bir hürmetle sözünü ederdi Lanza'nın. O zaman ne Hinti tanıyordum, ne Lanza'yi. Üstat bana "declasss" bir İtalyan maceraperesti gibi geliyordu. "Spritualite" de bir kaçış değil miydi? Hem de vâhâya, huzura, cennete kaçış. Tolstoy ve Ruskin gibi bir adam. Daha küçük boyda. Lanza'da beni çeken, daha doğrusu imrendiren taraf şehirlerin uğultusuna, sisine, isine, pisine sırtını çevirip bir alay müritle tenhâda yaşaması idi. Lanza'ya inanmıyordum. Ama hayatın yaraladığı bir avuç insanla çölde (hangi çöl?) yaşanabilirdi. Huriler de vardı bu çölde. Yani belki de daha üsareli, daha cismani, daha şehevî, daha hakimane ve rindâne* bir hayat. Böyle çile dostlar başına, diyordum. Belki gözlerimi kaybetmesem, böyle bir tecrübeye katılırdım.

     Yeni bir davete bütün alışkanlıklarından soyunup kalp huzuru ile koşmak, hiçbir art düşünce beslemeden koşmak, anne kucağına atılır gibi koşmak güç. Bourri bende büyük bir rahiplik kabiliyeti sezerdi. Kendini verme; bir dâvaya, bir insana. Ve ilave ederdi: "spiritualite"de maveraya imân şart değildir, sen hepimizden daha Hıristiyan sın. Belki haklıydı. Yalnız isteyerek mi Hıristiyandım? Dönüşte Lanza'yı birkaç defa elime aldım. Sartre'la İncil karışımı bir üslup. Yani yirminci asırlı bir Lamennais. Brahmanizmle kaynaşan saf Hıristiyanlık. Sevdim, şüphe ettim, yapmacık dedim, hatta bir ara Türk okuyucusuna tanıtmak istedim hazreti. Çağımızın tekniğe karşı gösterdiği Neandertal adamına yakışan ahmak hayranlık sinirime dokunuyordu.

     Bu gün daha az yobazım. Zıt kutupların birbirini tamamlayan iki bütün olduğuna inanıyorum. Bir zaman Promete'nin bütün tanrılara düşmanım sözünü benimsemiştim, şimdi bütün tanrılara inanıyorum. Yani Tanrı biziz. Istırap çeken insanlar.

     İnsanla ilgili her ümit, her teselli, her hayal kutsal. Lanza 1957'den beri "Pensee Gandhienne" başlıklı bir seri yayımlıyormuş. Bugün serinin ilk kitabını karıştırmak nasip oldu: "Gandhi et Marx". Lanza'nın kırk iki sayfalık enfes bir önsözü var. Yumruk gibi yazı. Ama bazan okşuyor, bazan sarsıyor, bazan yumrukluyor. Sonra uzunca bir giriş daha var: Vinobâ Bhaâve'nin. Daha az pırıltılı, daha "sobre". "Asrımız tonlarca mutluluk yarattı diyor, ama bu tonlarca mutluluk milyonlarca insanı ezdi. Zevkperestlerin mutfağına sırtlarında çuval çuval şeker taşıyan milyonlarca öküz. Netice: zevkperestler için hasta bir karaciğer, öküzler için kırılan bir bel. Şeker latif, latif ama yarattığı mucize bu". İnsan kilise babalarının servet aleyhindeki nutuklarını hatırlıyor. Lafargue da "Mülkiyet" adlı kitabında aynı şeyleri söylüyordu aşağı yukarı. Ama Lanza'nın yazısı başka. Onu mutlaka çevireceğim.

 

     20.10.1963

     ABES'E, AVRUPA'YA, BİZE VE GANDİZM'E DAİR

     Abes, çağımızın anahtar kelimelerinden. Her karanlık muamma guguklu bir saat gibi onu tekrarlıyor: abes, abes. Daha doğrusu kulaklarımıza fısıldanan her sesi idrakimiz öyle kalıplaştırıyor. Sürrealizm'in koltuk değnekleri: abes. Egzistansiyalizmin bayrağında siyah harflerle abes yazılı. Hıristiyanlar, dünyadan Tanrıyı kovar mısınız, ohh, diyorlar. Pirimiz, sultanımız abes olunca Karamazof baba gibi domuzlaşmak, kendini iştihalarına terketmek, dizginleri içimizdeki şeytanın eline teslim etmek., pek tabii. Aklın sözde imparatorluğu pek kısa sürdü.

     Rubaçof, Lenin'in silah arkadaşlarını, yani ihtilal neslini maymuna benzetir, kendine göre bir dünyası, bir geleneği, bir kibarlığı olan maymunlar, daldan dala zerafetle sıçrayan ve gökle yer arasında yaşıyan bir aristokrasi. İhtilalin yarattığı Gletkin'ler nesli ise, Neandertal adamı'dır: ahmak, kaba, köksüz, ama alet yapan ve mazi ile göbek bağını kesen acaip bir soy. Bizde Gletkin'ler yok. Gletkin'in bugünkü adı Kruşçef’tir. Bizim Gletkin'ler düşe kalka, fakat emin adımlarla istikbale ilerlemiyor, Fatih'e, pioniye'ye benzeyen hiçbir tarafları yok. Kanatları yolunmuş bir saksağan bizim Gletkin'ler. İnsanı kobay kadar haysiyetsizleştiren bir ülke sosyalizmin vatanı. İkinin üçe feda edildiği yer. İnsan, toplama çıkarmanın konusu olabilir mi? "That is the question". Ama tabiat âfetleri de insanı harcamıyor mu?

     Abes, abes! diye yırtınan ve bir dansing'in mücellâ döşemesine fırlattığı beşeri hazinelerin üstünde ağzından köpükler saçarak tepinen şımarık, sarhoş ve zencileşmiş bir Avrupa.. Güzel olan bu mu? Montaigne'in, Descartes'ın çocukları mı bunlar? Ötede haşin, makina gibi haşin ve makina gibi sağlam, ama ne istediğini bilen karınca insanlar. Neandertal adamı da maymun ceddi gibi medenileşti artık. Asya ile Amerika arasında har vurup harman savuran bir miras yedi, Avrupa. Elbette ki dansing, kerhane ve tımarhaneden ibaret değil bu dünya. Müzeleri var, kütüphaneleri var, laboratuvarları var. Ama biz kurulana sırtımızı çevirmiş, köyünden yeni gelmiş bir şapşalın genelev kapısından içeriye sersem sersem bakışı gibi, bu Avrupayı seyrediyoruz.

     Bu topraklarda tek din ferman dinletmiş: putperestlik. Irzını, istikbalini bir fetişe peşkeş çekip, maddî hayatını devam ettirmek başlıca kaygı.

     Anlamadığım kelimelerden biri de halkçılık. Ne halkçılığı? Halk kim? Halkçıyım demek halktan değilim demek. Ama lütfen tahtımdan iniyor ve o pespaye, o bedbaht insanlara yakınlaşıyorum. Aman efendim kerem buyuruyorsunuz! Halk Partisi kurtla kuzuyu, insanla sırtlanı bir çuvala koyan madrabazlar kumpanyası. Kime karşı halk partisi? Kime karşı halkçı? Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi. Halkın ırzına geçmek için halka hulus çakan*ıkgözlerin yaftası. Halk partisi tarihinin hangi merhalesinde halk için çalıştı, halktan olmayanlarla mücadeleye girişti? Halktan ne anlıyordu? Alt yapı feodal. İkibin yıldan beri değişmeyen, kendi küçük dünyasında hep aynı dertlerle başbaşa, geniş bir kalabalık. O kalabalıktan kopan, hiçbir çilesi, hiçbir dâvası olmayan bir Halk Partisi. Bir nevi ur. Ve arada, rakkas gibi kalabalıkla halk partisi arasında gidip gelen diğer partiler.

     "Non-violence" bu şaşkın, bu ne istediğini bilmeyen, bu tarihin dışındaki insan yığınını şekillendirebilir mi? Gandi Buda'nın torunu. Ve İsa'nın torunlarıyla kavga ediyordu. Türk, kılıca arslan payı tanıdığı için İslam'ı kabul etti: cennet kılıçların gölgesindedir. Gandi bizde olsa Kemal Paşa'nın dalkavukları iki günde kuşa benzetir, kellesini uçurturlardı. Şiddet tarihin mimarı. Tarih kan içinde doğuruyor. Hayvan da ondan. Lanza haklı: şiddet, şiddetten doğuyor. Onun için şiddeti yok etmeli. Ama nasıl? Komünizm, şiddet kullanarak diyor: "c'est la lutte finale". Hoş ama "final" olduğunu nereden bileceğiz? Gerçekten de nazari olarak yanılmıyan yalnız Gandi. Gandizm rüyaların en güzeli. Ne var ki hiyanetlerin en şeytancası da olabilir. Stoik ahlak asildi, necipti. Yalnız soyumuza göre değildi. Epiktetos'un kabadayılığı Ahimsacı'nınki yanında bir tiyatro hokkabazlığı. Ölümün kuluçka makinası haline getirdiği laboratuvarında küreyi uçuracak cehennem bombaları imal eden sadist Amerika'yla, açlığın çelik kırbacı altında bütün imtiyazlara yumruk sallıyan aç Asya'ya, aç Afrika'ya anlat bakalım Gandizm'i.

 

     8.11.1963

     ANATOLE FRANCE VE SARTRE

     Littre, aileler Ortaçağdan beri birer vukuat sicili tutsalar ne iyi olurdu diyor. Olup biteni nesilden nesle aktarırlardı. Hem tarihimizi daha iyi tanırdık, hem de kendimizi. Rousseau'dan beri, kirli çamaşırlarını pazara çıkarmak moda oldu. Romantikler gerçeği rüyaları ile yoğurarak devran aynasında kendilerini seyrettiler. Romancı suya eğilen adam, orada kendi gölgesi ile karşılaşması tabii. "Comedie Humaine"in bütün şahısları Balzac, çoğalan, değişen, başka şartlar içinde konuşan Balzac. Goriot Baba da o, Rastignac da, Vautrin de.. Hemcinsimiz kapalı bir kutu. "Le Petit Chose" veya "Jack", "Oliwer Twist'in Fransız kardeşleri.

     Anatole France, Dante gibi yolun yarısındayım diyor, "Le Livre de Mon Ami" de. Odam ücra bir hana benziyor ve hatıraları başak başak koparıp ebediyete armağan ediyorum. Hayır bunlar başak değil, çiçek. Otuz beş yıllık yolculukta papatyalar toplamış Anatole; güller, akasyalar toplamış. Kaynak suyu gibi berrak bir üslup. Ve hep güzel kokular. Pierre Noziere ne sevimli bir yol arkadaşı! Hele Suzanne!

     Küçük Sartre'ı hiç sevmedim. Şımarık ve câlî. Zaten Sweitzerler tuhaf bir aile. Sartre'ın yazıları içinde en kötüsü bu. Belki de kendine iftira ediyor. Portresini çizdiği çocuk bütün gayretlerine rağmen yaşamıyor. Hazretin en çok hoşuna giden, babasını erken kaybetmiş olması. Babanın iyisi olmaz diyor.

     Bu sayede hiçbir "surmoi"sı yokmuş, kin nedir bilmezmiş. Annesi de silik, sessiz ve gölge gibi bir kadın. Kari diye hitap ettiği yarı manyak bir büyük baba ve anneannesi Louise. Sartre okumayı öğrendikten sonra sevimlileşiyor, daha doğrusu kitaplar sevimli. Yazar olarak Anatole France'tan çok aşağı Sartre. Bulanık, gelişi güzel, ulu orta. Okuyucuyu umursamıyor pek. Sanki bir Tanrının veya bir peygamberin, hiç değilse bir hükümdarın vak'anüvisi. Sartre babasını hiç tanımıyor. Cochinchin'de sıtmaya yakalanan ve evlendikten birkaç sene sonra ölen bir bahriye zabiti. Bu zabitten iki kitap kalmış oğluna ve oğlu onları satmış. Sanki balık gibi, Sweitzer'lerin kızını tohumlayıp kaybolmuş adam. Hatıralarda başrol Charles Sweitzer'in. O da manyak bir büyükbaba. Sartre dokunduğunu çirkinleştiriyor. Yalnız kitaplar kurtulabiliyor bu ameliyeden. Babasını tanımayan ve baba olamayan bir yazar, Sartre.

 

     14.11.1963

     ZOLA’YA DAİR

     Zola gençliğimin tanrılarından. Korkutmayan, gaşyetmeyen bir tanrı. Onu da fatum yakasından yakalayıp kavganın içine attı. Hugo'nun piyedestal'i sürgün'dür. Zola'nınki Dreyfus dâvası. Büyükler mitleriyle büyük.

     "Germinal" yazarı, roman politikanın dışında kalmalıdır, diye bar bar bağırıyordu, o bir "temoin"dı, sakin ve agora'yı fildişi kuleden seyreden bir "temoin". Dalga, hazreti fırtınanın göbeğine attı. "J'accuse" bir vicdanın sesidir, korkunç ve heybetli. "J'accuse" içtimai yalanlar karşısında "hayır" diye haykıran insan şuuru, "j'accuse" bir nâra. Tarih âşıkane fısıltıları değil, naraları duyuyor.

     Ne kadar düşmanınız varsa o kadar büyüksünüz, yaşıyorsunuz. Kin sevgiden daha vefalıdır. "Girmeden dûzaha* münkir* Zola'yı boğdu duman"... Ölümü, İzmir'deki molla bozuntusuna tarih ilham eden adam ölümsüzdür.

     "Pleiade" yeniden basmış üstadı? Okunur mu? Sanmıyorum. Yollar gibi uzayıp giden cümleler ve makina intizamı. Bina sağlam, ama sevimsiz. "Verite'yi sıkılarak karıştırıyorum. Vaiz her an sahnede. Söylüyor, söylüyor. Zola susmasını, ima etmesini, sezdirmesini bilmeyen adam. 750 sayfa vaaz. Marc ölü doğan bir kahraman. Uzaktan Jaures'e benziyor. Jaures'in de karısı dindardı. Jaures ve Zola kırımı. Ama ilk mektep hocası olan bir Jaures+Zola. Kitapta hafızamızın mermerine kazılacak harikulade sayfalar var. Muallim mekteplerine ders kitabı olarak salık verilecek birkaç yüz sayfa. Ama yılların soldurduğu, yılların güve gibi kemirip okunmaz hale getirdiği yüzlerce sayfa da var. Belki bütün büyük kitaplarda aşınan sütunlar, okuyamadığımız kitabeler, çöken duvarlar, örümcek ağları, yani eski mabetlerin, zamanla boğaz boğaza düşmekten perişan olmuş, mağrur, vakur, muzaffer fakat yorgun edası var. Ateş payı. Zaman bac’ını alıyor.

     "Verite"nin satırlarından taşan ilk hakikat: kalabalığın her ülkede şuursuz ve şirret bir sürü olduğu. Yarım asır önceki Fransa, hâkimleri ve mahkumlarıyla bizden çok farklı değil. Sahnede oynanan aynı komedya. Birinin dekoru biraz daha zengin.

     İnsan küçüklük kompleksinden kurtuluyor. Avrupa, Avrupa.. İşte Avrupa. Fark sadece bir kesafet* meselesi. Bir taşra kasabasında birbirinin dilinden anlayan birkaç adam var. Gerici kuvvetler istedikleri gibi at oynatamıyorlar. Belli ki 89'un dalgaları bu toprakları da az çok feyizlendirmiş. Engel’sın Balzac'tan bahsederken, "gelmiş geçmiş ve gelecek Zola'lardan daha büyük bir realist olan Balzac" dediğini hatırlıyorum. Bir vakitler bu hükmü yadırgamıştım. Şimdi benimsiyorum. Zola yalan mı söylüyor? Hayır. Ama hayatı bütünü ile aksettiremiyor. Gözümüzün önünden geçirilen hep aynı kartpostallar. Bir resim koleksiyonu. Ve boyuna konuşan yazar. Siyah cübbeler, siyah cübbeler ve Marc Froment. Ötekiler ne yapsa kötü, beriki ne yapsa iyi. Belki sırtını asırlara dayayan Kilisenin ceberrutunu yıkabilmek için kalemi balyozlaştırmak bir zaruretti. Belki "Verite" bir mancınık kitap. Biz kavganın dışındayız. Ama Balzac, eserinden silinmesini, okuyucuyu gerçekle karşı karşıya bırakmasını bilir. Zola her an yanımızda. Ve fazla "simpliste". Bu vaiz edası Hugo'da da var. Zola Balzac'tan çok Hugo'nun çocuğu. Zaten ona karşı gösterdiği düşmanlıkta da bir nevi Ödip kompleksi sezilmiyor mu? Üstatların ikisi de maniheist. Tezat, tezat. Ama diyalektiğe varmayan bir tezat. (Marx Hugo'dan iki yıl önce öldü. Ama üstadın "Manifeste"i okuduğu" şüpheli. Zola da "Kapital" yazarını pek az tanır). Bir romancı çağını kucaklamak zorundadır.

     Balzac "Comedie Humaine"i Geoffroy Saint-Hilaire'e ithaf eder. "Peau de Chagrin"de Cuvier çağların en büyük şairi olarak vasıflandırılır. Zola Balzac'ın yanında daima imlâ yanlışları yapan çalışkan, dürüst, kabiliyetli fakat bir parça hantal bir şakirttir.

 

     16.11.1963

     VÂHÂ DEDİLER

     Vâhâ dediler. Gözlerinde çöllerin kumu diken dikendi. Gönlü de dudakları da çatlamıştı. Asası çoktan kırılmış, abası çoktan yırtılmış, tabanları çoktan yarılmıştı. Önce yıldızlar sönmüştü, sonra güneş. Ve çöldeydi. Vâhâ dediler. Ne vâhâsı? Vâhâ'da serabın cazibesi bile yoktu. Rüyası güzeldi suyun, kendisi değil. Bu, göğsünde yıldızların uyuduğu bir pınar değildi ki, terdi, gözyaşıydı, sidikti. Veyl*, veyl seraba inanmayanlara! Zahit* asırlarca eşiğinde diz çöktüğü mabette Tanrıyı bulamadı. Demek boştu mabet. Her heykelin göğsünde bir kalp çarpmaz. Göğsünde kalp çarpmayan heykel bir mumya kadar soğuktur. Tutunduğu bütün dallar koptu Tantal'ın. Ve meyveler avuçlarında izmaritleşti. Kayayı tepeye çıkaran Sizif ne bahtiyar! Oyunun kaidesi bu. Senin zirvelere kanatlandıracağın bir kaya bile yok. Boşsun. Yılların kemirdiği bir kafatası kadar boş. İçinden, ne çıkar diyordun, geceler ebedî. Ama alevli dudaklar var. İçinden, hayat soğuk diyordun. Evet, hayat soğuk! Soğuyan sensin belki de.. Kerem için her dişi bir Aslı değildir. Auguste Comte için Clotilde'den başka kadın yoktu. Neden? Yarımdılar. Ve Atman ikiye bölündü. Yarısı Leyla oldu Atman'ın, yarısı Mecnun. Tendeki yangını bir kadeh sıvı sönmüş kömüre çevirebiliyor. Tendeki ve ruhtaki yangını. Hayır. Heloise için dünyanın nüfusu Abelard'la başlayıp Abelard'la bitiyordu. Maddenin zamana meydan okuyan huzuru, maddenin kahkahalarla gülmekten, sefaletimize, hamakatimize* kahkahalarla gülmekten kaskatı kesilen çehresi. Kayalar ezelden beri denizi dinler ve bütün canlılar salaş tiyatrosundan defolup gittikleri zaman kayalar yine denizi dinleyecek. Ölüm bile istemiyor seni. Postacı kapını çaldığı zaman evde yoktun.

     Acaba postacı mıydı kapını çalan? Hangi postacı? Beklediğin mektup kaldı mı? Kadın, kadın.. Özlediğin hiçbir dişinin saçlarına dokunmadı ellerin. Linda için tahammül edilmez bir deliydin, ağlayan, yalvaran, yanan. "Kadının en kötü oynadığı rol Tanrıça rolü" diyor bir

Japon şiiri. Çok eski bir Revue des deux Mondes'da okumuştum, ne zaman, nerede, belki rüyada, ama hayır. Aynı dergide başka bir yazı da vardı. Sigarayı bırakan ve irade gücünü denemek için her cebinde yeni açılmış birer paket taşıyan bir fabrikatörden bahsediyordu. Bir şair intihar etmek isteyen genç bir kadına dur diyordu, daha senin için bir şiir bile yazılmadı. Zavallı Nedim! damdan düştü. Nedim'in divanında kadına dair tek mısra yok. Bir mektup var yalnız, bir hezimetin itirafı.

     Sen her dokunduğunu altına kalbeden Lidya Kralı değilsin ki Nedim! Uzviyetin, hayal perdesinde her cambazlığa lebbeyk* diyen kartondan bir Karagöz değil ki. Catulle'ler, Tibulle'ler, Properce'ler de senden daha zorlu birer cengâver oldukları halde kısa hayatlarında nice Waterloolar var.

Garip bir gece bu. Ne saki gitti, ne meclis dağıldı. Sadece kitaplar secdeye kapandı. Ve bazı vehimlere güle güle dedim. Ağlayarak güle güle dedim. Garip bir gece bu. Ve üç beş saatlik bir güle güle. Sülamit Süleyman'ı sevmiyordu. Ne başına taç arıyordu Sülamit, ne ayaklarına halhal. Dufour ilk kerhaneyi Süleyman açtı diyor. İnsan eti para ile satıldığı gün köpek leşi kadar haysiyetsizleşiyor. Neden? İnsan eti daima para ile satıldı. İzdivaç da bir alım satım muamelesi değil mi?

     İnsan ya Tanrı olmalı, ya goril. Sen hiçbir zaman goril olamadın. Orta mektepteyken lakabın orangutan'dı. Sen kim, orangutan kim! Vahadan çakallar su içmeyecek. Vâhâya bedeviler işemeyecek. Hurma ağaçları gölgeleyecek kıyılarını. Dua et ki bu vâhâya rastlamayasın. Samson'un kuvveti saçlarındaydı, seninki mahrumiyetlerinde. Demek susamamışsın.

     Beğenmezsen çıkar gidersin diyor şair. Nereye? Neyi beğenmezsen? Sanat bir "metempsycose". Dev karısı bulut olur, sanat adamı kelime. Biterek ölmek güzel şey. Başlamadan ölmek korkunç. Neye başlamadan? Absürd'e susamamak, özlememek, beğenememek. Ben ezelden beri susuzum. Kitaba susuzum, kadına susuzum, insana susuzum. Bedbaht bir petrol lambasının en karanlık geceyi yıldızlaştıran ışığı. Petrol lambası alev alev yandıktan sonra sönebilir. Ama hiç yanmadan küflenen, kırılan ve atılan bir petrol lambası olmak. Teller yerli yerinde. Bir tanesi biraz gerilmiş. Hayır, dostum kopan tel yok. Senin tellerin daima gergin değil mi? İki gölgenin birbirine dokunuşu. Istırap ya kelimede ebedileşir, ya sükûtta. Yorgunsun ve sarhoşsun. Mavi sakalın kırkıncı odasını zorlamana lüzum yok. Mumyalarla gerdeğe girebilmek hacalet* değil, şeref. Köpeklerle kemik yalayamayacağın içîn tanrılara yumruk sallamak çılgınlık. Usancı, uykusuzluğu, utancı bir yumak ipek yapmak, sonra o yumakla nakışlar işlemek sayfalara, niçin?

 

 

 

     21.11.1963

     EDEBİYAT FAKÜLTESİ, HUKUK FAKÜLTESİ*

     Burası biletçinin Hollywood dediği yer. Gerçekten de bir "foret-sacre". "Sacre" yani kenef. Orman, yani kanunun, idrakin, ışığın giremediği bir canavarlar yuvası. Hangi canavar? O bataklıkta canavar bile barınmaz. Bir iki timsah, üç beş gergedan ve bir hayli örümcek. Düzeltilemez mi? Hayır. Burası Tanrının lanetine uğramış. Çocuklarımı Edebiyat Fakültesine vereceğimi işitenler yüzüme acıyarak bakmışlardı. Halkın sesi Hakkın sesiymiş. Bu ufunet yuvasına biricik kızını telleyip pullayıp teslim etmek belahatini gösteren, şikâyet hakkını kaybetmiştir. Ötede Selçuk, Batı'nın bitpazarlarından toplanmış kırık dökük, eski püskü, yalan yanlış bilgi kırıntılarını ışığa koşan gençliğe Süleymanın sofrası gibi sunmaya kalkışır. Ama Hukuk'un kökü var. Hukuk medrese. Yani bir parça biziz. Medenî kanun, diliyle Mecellenin devamı. Diliyle yani kıyafetiyle, tedaileriyle. Roman filolojisi. Hangi roman, hangi filoloji?

     Ne Doğu, ne Batı. Aylarca koridorlarda bekleşen vatan çocukları o şenaat hanede fikirden başka her şeyle temas ederler. N. Hanım yılda bir iki defa boy gösterir. A. Bey anka kuşu gibi hayal meyal görünüp kaybolur. S. Hanımın insanlığa yapabileceği en büyük hizmet bu bedbaht müesseseyi murdar vücudundan temizlemesidir. Memleketin beyni üniversite. Üniversitenin beyni Edebiyat Fakültesi. Edebiyat Fakültesinin beyni: Filoloji. Batı'ya açılan kapı. Batı'ya değil, batağa. Denize inci serpen Deli İbrahim, çocuğunu o musibet yere gönderen babanın yanında Aristo'dur. Ama ne yapacaksın, devenin neresi düzgün? Gemleri kaderin eline vermekten başka çare yok. Çeyrek asırdan beri çeyrek adam yetiştirmeyen bir üvey ana. Berke, Filolojiye rağmen Berke'dir. Orada sadece Ortaçağ katranına batıp çıktı. Heyecanını kaybetti. Yaratıcılığını kaybetti. Robotlaştı. Hani bir ikinci Berke? Vatandaşlar altı sene, yedi sene, yetmiş sene o koridorlarda Mesih beklerler. Fakülte değil, Angromenyu. Angromenyu'nun insan beyinleriyle beslenen müridi: Dahhâk. Gâve nerede?

     ÜNİVERSİTE{28}

     Kuruluşundaki gaye bakımından, Üniversite, bütün şubeleriyle, yalnız ilmi araştırmalar yapar. Yani hayatın dışındadır. İlmin ilk vasfı, "desinteresse" olması, emellerimizin, ihtiraslarımızın dışında kalması değil midir? Belki cemiyet konuları da üniversiter araştırmaların konusu içine girer fakat aktüelliklerini kapıda bırakarak.

     Bu tarifi, yüksek tahsilden beklediğim, cemiyet meselelerine ışık tutması, şeklinde ifadelendirseydiniz, size hak vermek mümkün olurdu, zira bu bir temenni olurdu o zaman. Bu temenninizi gerçekleştirmeye çalışan, yani cemiyetin çeşitli cephelerine, donuk da olsa, ışık tutmak isteyen fakülteler veya fakülte bölümleri: hukuk, iktisat, tarih, sosyoloji.

     Hukuk Fakültesi, yakın zamana kadar medeni ülkelerde "mektep" adını taşırdı, Mühendis Mektebi, Dişçi Mektebi, Tıbbiye Mektebi... gibi. Zira doğrudan doğruya saf ilimle uğraşmaz bu fakülte, avukat, hâkim, hariciyeci... yetiştirir.

     Ticaret adamına, kanunu kendi lehine istismar etmeyi, vatandaşa haklarını korumayı veya ezilmemeyi öğretir. Bu fabrikanın imal ettiği meta: standart bir aydın, politikacı, yazar. Bir nevi maymuncuk, her kapıyı açar, hiçbir kapıya mahsus değildir.

     İktisat Fakültesinde iktisat ilmi okutulmaz, esasen iktisat diye bir ilim olduğu da tartışma konusudur, para, bankacılık, muhasebe, istatistik öğretilir. Türkiye'de iş hacmi dar olduğundan, yarım yamalak bir bilgiyle sokağa fırlatılan iktisat mezunları, devletin kendilerine kaymakamlık hakkı tanıması için sık sık nümayiş (gösteriş) yapacak kadar bahtsızdırlar.

     Hukuk ve İktisat Fakültelerinde, sosyoloji, iktisadi doktrinler, hukuk felsefesi, amme hukuku v.s. gibi dersler de okutulur...

     27.11.1963

     KENNEDY’NİN ÖLÜMÜ

     Koridarda bekleyen talebeler. Ve yıllardır kafama bir tokmak gibi inen iki kelime: sınıf yok. Gidişler, gelişler. Fuzuli anfisi, ve yarım saat sonra hakkı olmayan bir koltuktan hakaretle kovulan insanların utancı içinde sığınacak yer aramak. Kâbuslardaki, masallardaki hava.

     İtisaf kompleksi. Boyuna tekmelenen köpeğin ürkekliği, isteksizliği, insandan kaçışı. Bu duygunun boğazıma sarıldığı, boğazımı tıkadığı anlar var. Ama zaman zaman ve şakaya benzeyen bir tasallut. Sonra şuurun ışığı alaca karanlıktaki bir hayaleti andıran bu ürkekliği yok ediveriyor. Hayat bu. Veremeyeceksin, eserin basılmayacak, yani bahtiyar bir ağaç gibi dallarınığe uzatamayacak, meyvelerle donanamayacaksın her mevsim. Her ağaç meyve verir mi?

     Dünyamız ne kadar küçük. Mücessem bir küre. Ve bakışlarımız yalnız bir avuç içi kadar mesafeyi kucaklayabiliyor. Lise şuuru gölgelerle donatır. Kafatasının içinde birkaç ay hora teptikten sonra iz bırakmadan kaybolan yüzlerce çehre.

     Bir özel isim kervanı. Eti yok, iskeleti yok. İsim ve rakkam. Üniversite de öyle. İnsanlar gerçeği göremesinler diye önlerine oyuncaklar sürülür. Saint-Simon'lar nerede okutulur acaba? Comte daha az yaşıyor, daha az tehlikeli, daha konformist. İyi işlenmiş bir mücevher kutusu. İçinde mücevher yok. Kaldı ki Comte'un üzerine eğilen de yok.

     Kennedy'nin kellesine sıkılan kurşun akl-ı selimin, akl-ı selimlerin avizesini de parçaladı. Karışıklık, mağara adamının insiyakları için tam bir kültür ortamıdır. Homo sapiens'in ne kadar az sapiens olduğu böyle zamanlarda anlaşılır. Ahmağın İngilizi, Amerikalısı, Türkü olmaz. Dreyfus dâvasını okurken sık sık şaşırmıştım. Bu ahmak, bu şerir, bu köstebek kafalı insanlar Jaures'in, Anatole France'ın soyundan mıydı? Hindi besler gibi kinleri palazlandıran madrabazlara gün doğdu.

     29.11.1963

     LÜZUMSUZ BİR HİCİV

     Bu ülkenin tapu senetleri kanla yazıldı. Kuruluş çağının Osmanoğulları at sırtında yaşadılar..

     Sonra saray bir uçurum oldu. Ülkenin bütün hayat kaynaklarını yutan bir uçurum.

     İmparatorluklar bir hamlede çökmez. Parça parça, duvar duvar, taş taş yıkılır. Rical-i Devlet-i Aliyye Boğaziçindeki kasırları, köylünün iskeleti üzerinde yükseltti. O kasırlarda yuvarlanan kadehler ya kanla doluydu, ya alınteriyle. Bu rical* Osmanlı bile değildi, Bizans'tı. Çeyrek asır memleket hazinesinden milyonlarca lira alan bir Şevket Bey memlekete ne verdi? Hayâsız, köksüz iz'ansız bir ferzend*. Çengeloğlunun yalısında bir alay hergele ile kafayı çeken mezahip* nazırı. Damat bey, az sonra koynuna gireceği oğlanın hasreti ile sabırsızlanırken, küçük bey haremde beslemelerle... On beşinci Louis'ye atfedilen "benden sonra tufan" sözü Osmanlı ricalinin besmelesiydi. Ah bu çöküş devirleri! Mustafa Kemal yüz elli sırtlanı kovdu memleketten. Tek kusuru ameliyatı yarıda bırakması. Süleyman Nazif kara günü sömürgeci devletlerin suratına tükürürken bu beyefendiler İngiliz zabitlerine sefahat sofraları hazırlıyorlardı. Yurdu kazurattan (dışkıdan) kurtaran adam Mustafa Kemal. Ama mikrobu öldüremedi.

     Bunlar Osmanlı hanedanının beynini rakı sofralarında meze yaptılar. En âdi sokak köpeğinin sadakatinden mahrum. Yıkılan vatanın çatırtısını kadeh şakırtıları ile boğdular ve defoldular. Mezahip nazırının oğlu cebinde yabancı şirketin ihsan ettiği iki yüz altın, Cünye ile Şam arasında kapılanacak bir efendi aradı. Seksen üç yıl gübre müstahsilliği ve haysiyetli bir insanı deli divane edecek mezelletler. Nihayet sığıntı olarak Kıbrıslıların bahçıvan kulübesine iltica. Ve tesadüfen rektör olan bir akrabanın delaletiyle Üniversite'de lisan hocalığı. Delaletiyle değil, iltimasıyla. Sonra rektörlükten ayrılan akraba ve üniversiteden uzaklaştırılan ihtiyar epiküryen. Prensesin ianesiyle geçen yıllar. Bu adam çalışmaz, hiçbir zaman çalışmadı. Her devirde kâselisti. Bu adam fazilete düşmandır, tefekküre düşmandır. Bu adam için dünya topuklarında başlar, göbeğinde biter. Peki, neden harimini vatanın enkazı üzerinde ud çalan, şarkı söyleyen bu seyyar sefahate kapamadın? Cildi süslü bir kitaptı, içini zamanla okuyabildim. Nihayet bir hatıraydı. Hangi dostumuzu kendimiz seçtik. Sonbaharın cazibesi vardı onda, gurubun cazibesi. Arada insanlaşıyordu da, dişleri sökülmüştü artık. Acaba sökülmüş müydü? On altı senedir yüzlerce defa yedik içtik. Kahramana, civanmerde benzeyen tarafını göremedim. Nihayet bir meze idi masada, sık sık yenince tiksindiren bir meze. Kahkahası, şarkıları, hatıraları.. Hatıraları yok. Bir ağaç gibi yaşamış. Bir ağaç veya bir kurt köpeği gibi. Ama ölürse yine de çok üzülürüm.

     Epiktet elinde olmayan şeylere üzülme diyor. Üzülmemek elde mi? Zavallı Sabih Bey!

     Seksen üç yaşında ve sevensiz. Bir bardak su verecek tek dostu yok. Bir bahçıvan kulübesi ve mezar taşları. Sedat Zeki'nin küçülten sarkasmları, mektep ve yeniden başlayan hayat. Ama dostum siz yediğiniz masaya yestehliyorsunuz. Eskiden de böyle miydiniz bilmiyorum.

     Diyorsunuz ki çocuklar bütün günahları işleyecek, bırakın içsinler, gezsinler, kumar oynasınlar. Bu herkesin gideceği yol, diyorsunuz. Memleketi siz batırdınız. Böyle düşünenler batırdı. Şimdi de bir aileyi mahvetmeye kalkıyorsunuz. Hayır Sabih Bey!

     İnsanlar günah işlemek için yaratılmamışlardır. Siz galiba domuzlardan bahsetmek istiyordunuz. Ali Namık'ı afyona koşturan mutlaka siz kıratta bir Mefisto'dur. Beşir Fuat sizden kurtulmak için intihar etti. Her düşünce işgüzar bir müdafi bulabilir. Ama...

     İki nevi insan var. Kaç nevi insan olduğunu bilmiyorum... Hastayım. Bazan kafamın boşaldığını duyuyorum.

     Dünya irreel geliyor bana. Hayatın akışı öylesine yavaşlıyor ki zamanın dışındaymışım gibi, ölmüşüm gibi bir intiba uyanıyor içimde. Gündüz uykularından sonra oluyor bu. Bir nevi maddeleşme. Bütün trenleri kaçırmak güzel şey. Ben hiç tren görmedim. Sabahın beş buçuğu. Sessiz bir sabah. Akın gelecek birazdan. Sonra derse gideceğim. Bugün okutmanlar toplantısı varmış, beni yine çağırmadılar.

     Beceriksiz bir cümle çok defa yalın bir cümleden, zarif bir cümleden hakikata çok daha yakın. Einstein'a "gravitation" hakkındaki formülünüz Newton'unki kadar zarif ve sade değil diye takılmışlar. "Hakikati belirtmek istiyorsanız zerafeti terzilere bırakın" demiş.

 

     17.12.1963

     EFSANE SÖYLEDİLER VE UYKUYA DALDILAR

     Efsane söylediler ve uykuya daldılar, diyor Hayyam. Kiminden bir destan kaldı, kiminden bir mısra. Kimi çöldeki kum tepecikleri gibi darmadağın oldu rüzgârla. Bu tiyatronun dinleyicileri sağır. Sesini duyurmak istiyen nâra atacak. "Discours de la Methode" nâra, Aristo'nun tahtını deviren bir nâra, örümcek ağlarını yırtan bir nâra. Rousseau nâra, Saint- Simon nâra, Proudhon, Marx nâra. Kalabalık senfoniden anlamaz. Tarih de kadın gibidir, çığlığa koşar. Namık Kemal, gürleyen adam. O gök gürültüsünün arkasında yıldırım yok belki ama bütün Osmanlı ülkesinde yankılar uyandıran bir haykırış Kemal. Sesini kıssa, fitili küçülen bir petrol lambası kadar zavallılaşıverir. Önce çığlık atacaksın, sonra üç beş meraklı anlatacağın masalı dinlemeye koşacak. Masal uslu çocuklara anlatılır. Çığlık herkese hitap eder. Sürüye ve tarihe.

     Kiminden bir destan kalır, kiminden bir mısra. Kimi çölde bir kum tepeciği gibi dağılıverir. Kaç destan kalmış? Destanlar da dağlar gibi, mimarı efsane, yani nesiller. Rüyaları yoğuran bir büyücü çıkmış o da rüya olmuş. Homeros, Valmiki, Firdevsi.. "Chanson de Roland"ın bile yazarı belli değil. O "Chanson de Roland" ki Battal Gazi çenginden bir karış daha yüksek değil. Roland'ı okutan dili, yani ecdadı asilleştiren evlatları.

Ölünce vücut toprağa karışacak, ses rüzgâra diyor Upanişad. Peki, ben ne olacağım? Yacnavalkiya "sen amel'de yaşayacaksın" diyor. Amel: nâra, kitap, aşk. Ve ruh şarkılar söyleyen bir kuş. Bazan bir mabedin kapısında, bazan gergef* işleyen bir genç kızın başucunda şarkı söyleyen bir kuş.

     İçki kanat değil, uçurum. İnsan göklere çok geç tırmanabildi. Girdaplara uçmak daha kolay. Tolstoy çocukken hep uçmak istermiş. Bir gün pencereden atmış kendini ve yaralanmış. Bacchus dost değil, kulağıma mısralar fısıldamıyor. Kadeh Sirse'nin büyülü sopası. Belli ki büyücü Sirse, Ulis'in arkadaşlarını zil zurna sarhoş edip, ahıra sokmuş.

     Bacchus! Kandillerini beynimin ışığı ile tutuşturdum tapınağının, gençliğim sana hizmet etmekle geçti. Sen canavarların en taş yüreklisisin! Hayır Bacchus! Realite bile senden güzel. Allah seni kimseye aratmasın!

     Sayfaya bulutların rengini resmetmek. Düşünceler bulutlar gibi kaprisli. Toplanıyorlar, dağılıyorlar. Ürkütmeyeceksin bu kuşları. Yoksa kaçarlar.

     Günün birinde bir sayfa bir nâra olur belki. Voltaire, insan katır yükü ile ebediyete gidemez diyor. Saint-Simon: tımarhaneden kaçacaksın, diyor. Ebediyetin yolu tımarhaneden geçer. Masal söylediler ve uykuya daldılar. Ne mutlu masalını dinletebilenlere! Masal ateş böceği olur, yıldız olur. Masal söylemek: ölmemek, masalı dinleyenle beraber yaşamak. Ama kaç masal söylenmiş, kaç masal dinlenmiş?

 

     18.12.1963

     ROUSSEAU VE BEN, NASUHİ'NİN ÖLÜMÜ

     Çağdaşlarını hayalinin harikulade aynasında gulyabanileştiren Rousseau onlardan vazgeçemiyor. Tabiat doyurmuyor üstadı. Bir insan arıyor. Ne ömür boyu sırtından inmeyen Therese, ne uzviyetini kemiren hastalık, ne Ansiklopedistlerin haince saldırışları yaşamak arzusunu susturamıyor içinde. Yaşamak, anlatmak onun için. Yalnız gezen, başkaları için geziyor. Yani bakir iklimlerde dolaşan bir "explorateur". Rousseau, yolladığı mektup okunan adam. Bütün bir asır bu yarıdeli'de kendini buldu. Voltaire gibi beyniyle yazmıyor.

     Göl ve umman. Cenevre vatandaşı şuurunun cilalı sathında bütün çağını yıldızlaştırdı. Bir insanda bütün çağ. Kafasından çok hummaları ve ümitleriyle.

     Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok. Yalnız vasiyetnameler adressizdir. Vasiyetnameler ve intihar mektupları. Bu sayfalara, nihayet bir okuyucu bulmanın sevinci içinde başlamıştım. Hangi okuyucu? Yok, senin vehmettiğin dilber bu şehr içre Nedim. O dilber hangi şehirde oturur? Duşize-i tahayyülde* mi?

     Mirasını kimseye bırakmayacaksın. Banknotları aleve kalbetmek. Her alev bir avuç kül.

     Hint Kültür Cemiyetinden davetiye gelmiş. Yenilecek içilecek, tanımadığım insanlarla konuşmaya özeneceğim. Henüz gidip gitmeyeceğimi de bilmiyorum. Fuat'a hâlâ mektup yazmadım. Yazmaya niyetim yok. Hint basılmış, basılmamış bana ne? Bunun için yeni zilletlere göğüs gerecek kadar muhteris değilim. Neden para isteyeyim Fuat'tan? Eserle ilgilense iki satır yazardı. Ben dilenci değilim. Zillet için zillet.

     Nasuhi Baydar ölmüş. Yaşıyor muydu? Ve kitapları köprü altında. Sahaftan çok tulumbacıya benzeyen bir herif, beş çuval kitap diyor. Nasuhi onların çoğunu açmamış. Açtıklarını okumuş mu? Sanmıyorum. Bütün Nasuhi bu kitaplarda, yarım, darmadağınık. Ne istediğini, ne aradığını niçin aradığını bilmeyen bir adam. Şöhretlerin gecekondu gibi inşa edildiği bir devirde, Haşim'in şüpheli himayesiyle, büyük mütercim kabul edilmiş. "Thais"i karşılaştırmadım. Ama devir, "Les Dieux ont Soif'ı "Allahlar Susamışlardı" diye çeviren Hüseyin Cahit'lerin allâme postuna bağdaş kurduğu devir.

     Yani Hüseyin Cahit Bey Allah'ın tek olduğunu, "ont soif'ın "indicatif present" olduğunu bilmeyecek kadar hımbıl ve eşekti. Zaten tek kitap değil, tek sayfa çevirmiş sayılamaz. Müsvedde müsvedde. Nasuhi Cahit'ten çok daha soluksuz, çok daha biçare. Düyun-u Umumiyede memur. Ah bu Düyun-u Umumiye memurları! Batı kapitalizminin kavasları*. Genel evde garsonluk, lağımcılık, yankesicilik çok daha şerefli iş. Sonra Halk Partisine yamanış. Milletvekilliği. Kültür müşavirliği ve ölüm. Nasuhi bir cins isimdir.

     Frenk mekteplerinde okuyan köksüz, dâvâsız bir hayvan nev"i. Fino köpeği gibi bir hayvan. "Köy Hekimi" için yazdığım tenkide terbiyesiz bir cevapla mukabele etmişti. Uzatmak istemedim. Evvela Nasuhi güreşilmeye değer bir pehlivan değildi. Sonra "Ayın Bibliyografyası" çıkmıyordu artık ve "Tercüme Dergisi" bu efendilerin mikrofonuydu. Nasuhi'nin hayatımın seyri üzerinde tesiri olduğunu sanıyorum. Maarif Vekâletinin iltifat ve ihsanlarında onun da payı olmak icabeder. Karım, bütün şartları mürekkep faizi ile haizken, Elazığ'a tayin edilmedi. Bunda Halk Partisinin pek nüfuzlu milletvekili Nasuhi Beyin parmağını görmemek güç.

     Nasuhi'nin kızı sosyolojide asistan. Birkaç defa dersime de gelmiş. Ama babası ölür ölmez kitaplarını satabiliyor. Demek kızı da yoktu Nasuhi'nin. Demek baba da değildi. Bu kubbede hiçbir seda bırakmadı. Göçüp gitti. Geçen seçimde Millet Partisi'nin namzediymiş. Yani ne Batı kapitalizmine sadakat gösterdi, ne efendisi Halk Partisi'ne. Nasuhi'nin tercümelerinden tek cümle kalmayacak yarın. Köprü altında, bir genelev salonunda bekleşen satılık kadınlar gibi, geçen yolculardan iltifat dilenen bir avuç kitap. Nasuhi bu kitaplardadır. "Köy Hekimi"nin önsözünde Andre Ribartln "Histoire d'un Peuple"ü istişhad* ediliyordu.

     Tenkidimde Fransa tarihini sınıf kavgası ile aydınlatan bu eserden mütercim nasıl faydalanmış anlayamadık demiştim. Bu çok yezitçe bir "remarque"tı. Nasuhi Ribart'ın kapağını bile açmamıştı. Açamazdı da. Nasuhi'ye hürmeten Ribart'ı ben aldım. Basılığıt, yalnız para kazandırdı Nasuhi'ye. Nasuhi'ye ve Nasuhilere. Kötü para iyi parayı kovar. Kötü kitap iyi kitabı kovar. Ben bu bedbaht kalem esnafının Türk irfanına çok zararlı olduğuna kaniim. Subaşını tutan onlar. Ama ne hazin ki bugün bir Nasuhi Baydar'ı aratacak kadar cahil ve nasipsiz kalem serserileri türedi. Nasuhi Baydar bir cins isim. Ağaç gibi. Yüzlercesi var, binlercesi var. Adeta standart Türk aydınının ismi. Bir ucu Mehmet Celal'de zincirin, öteki Tahsin Yücel'de. Kitaplarını her elime alışta bir tanıdığı kaybetmiş olmanın hüznünü duyacağım. Boştu ve hiçti. Ama kokmuyordu. Tanımadım. Tahmin ederim ki bir kibarlığı, bir efendiliği, bir çelebiliği vardı. Halk Partisi "Altın Gözlü Kız"ın tetkikini ona vermiş. Bir iki ay beklettikten sonra telefonu açmış, tercüme mükemmel, demiş Cemal Hakkı'ya, "maalesef mükemmel". Standart bir aydındı. Ama yerine geçecek olanlar daha kötü. Allah rahmet eylesin!..

 

     31.12.1963

     BİR YILIN BİLANÇOSU*{29}

     Büyük adamların yazdığı otobiyografiler şu üç tipten birine uyarmış eskiden (Brandes böyle diyor): "Bakın doğru yoldan nasıl uzaklaştım ve tekrar nasıl döndüm doğru yola" (Saint Augustin). "Anlayın ne berbat adammışım ben, ama benden daha iyi olduğunu vehmedecek kabadayı nerde?" (Rousseau). "Şartlarda yardım edince bir deha nasıl gelişip serpiliyor, okuyun da görün" (Goethe).

     Kendi kendine masal söylemek ihtiyacı. Aynaya bakmak ihtiyacı. Yangından bir şeyler kurtarmak ihtiyacı. Yaşadığını duymak ve duyurmak ihtiyacı.

     Acaba tekâmül Spencer'in iddia ettiği gibi bir farklılaşma, bir kişileşme mi? Sürü, sürü. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin amelesi o. Piramidi omuzlarında taşıyarak göklere fışkırtan, o macerasız kalabalık. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Sürünün önüne geçmek sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet.

     Bu sayfalar bir yılın hasadı. Kavruk ve bereketsiz bir hasat. Coşmak lâzım, diyor Saint- Simon, yaşamak lâzım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri boyuna gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.

     Tecrübe, tecrübe.. Bayağılığa alışmak ve bayağılaşmak. Saint-Just tecrübesiz olduğu için bir Tanrı kadar ulu. İsa tecrübesiz. Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin koltuk değneğine ihtiyacı yok.

     Bu bir yılda kaç kitap okudum? Hiç. Başlayıp bitirdiğim tek kitap yok. Bir sürü makale, bir sürü önsöz, bir sürü fihrist. Kütüphane zenginleşti. Ben zenginleşmedim. "Emile"den kaç sayfa yaptık? Bilmiyorum. Galiba iki konferans verdim. Hint basılmadı. Yaşar Nabi edebiyat tarihi basmıyormuş. Hint Kültür Cemiyeti müsveddeyi altı ay yanında tuttu. Sonra hiçbir şey söylemeden geri verdi. Yapı Kredi satılmamasından korktuğu için basmıyormuş. Dostlar biz basalım dediler. Server iki bin, Ali Bey bin küsur, verecek. Sonra Sabih Bey, nezaketen olsun, biz de yardım ederiz diyemiyor. Kitap basılsın diye yeniden zilletlere katlanacaksın. Geçen yıl içinde bir takım ümitlere kapıldım. İtiraf edilen veya edilmeyen ümitler. Hiçbiri gerçekleşmedi. Ama herhangi bir felakete de uğramadım. 1963 yılı hayatımın kötü yıllarından biri sayılmaz. Çok zaman kaybettim. Çok zaman ve biraz ümit. Yaşamak da bu galiba.

     İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu. Sosyoloji dalındaki kurslarım henüz bana bir Berke veya bir Ali Bey kazandıramadı. Ama derbederlikten kurtuldum. Elifbayı bilmeyen çocuklara Cuvillier okutuyorum. Yalnız Cuvillier mi? Sınıf bir nevi tribün. Dinleyiciler bilmedikleri bir dilden vaiz dinleyen bir alay bedbaht.

     İnsan, umumiyi sokmalı yazılarına. Egzibisyonizm, journal yazmak. "Le moi est haissable". 63'e teşekkür borçluyum. Renksiz, heyecansız, kanatsız bir yıl. Ama kataklizmler de yok.

     64'e büyük ümitlerle girmiyorum. Hiçbir programım yok. Yol, yola çıktıktan sonra belirir. Balta girmemiş bir orman, istikbal. Hangi tarafa sapacaksın? Cihangirlik rüyaları görmüyorum artık. Başıma takacağım kâğıttan zafer çelenkleri peşinde değilim. Kime ve niye? 64'ten istediğim: gölge etmemesi.

     Kaderin makasçısı arzularımız değil. İsterdim ki, istedim ki... Herkes kendi hayatını yaşıyor, ağaç gibi...

 

     9.1.1964

     NESTEREN HANIM, KİTAP, BERKE

     Nesteren Hanım ameliyat geçirmiş. Bu herhangi bir "fait divers". Yirmi beş sene önce "stylistique" hocamdı Nesteren. Ne okuturdu? Hatırlamıyorum. Bir kere Guizot'nun "Synonyme" lügatini görmüştüm elinde. Ders bir oyundu onun için, bazan eğlendiren, bazan sıkan bir oyun. Çocuktu Nesteren, Tanrı gibi. Ve biz başka bir dünyanın insanıymış gibi seyrederdik. Sefaletin lanet şarabı, yeisler, intibaksızlıklar yaralı bir köpek gibi huysuzlaştırmıştı beni. Nesteren'in dersi bir şölendi. Hangi şölen? Bir nevi ibadet. Neler söylerdi, bilemem ki. Kelimeler her günkü kirli libaslarından sıyrılır, kozalarını yırtar ve birer kelebek, birer yıldız, birer musiki oluverirlerdi. Kuşun cıvıltıları kadar manasızdı söyledikleri. Ve her hecesinde bütün bir dünya gizliydi. Sevmek mi?

     Hayır. Nesteren bir büyü idi. Sonra yıllar ve yıllar geçti. Bir gün bir imtihana giderken aynı kaldırımdan yürüdük, beni tanımadı. Galiba geçen sene filoloji koridorunda el sıkıştık. Ama dünya, içinde Nesteren olduğu için güzel bir parça. Gece gibi, çiçekler gibi, vazgeçilmez bir parçası dünyanın, Nesteren. Daha doğrusu benim dünyamın. Hiç görüşmedik. Onu tanımıyorum da. Ama İstanbul'un bilmediğim bir semtinde böyle bir insanın soluk alması beni hayata bağlayan minnacık ibrişim* tellerinden bir tanesi. Hint'i yazarken zaman zaman onu düşünürdüm. Arvers'in sonesindeki kadın gibi belki bunu hiçbir zaman anlamayacak. İstanbul ihtimal Süleymaniye'si ile Boğaz'ı ile güzel. Süleymaniye'yi hiçbir zaman anlayamadım. Göremedim ki. Ama yine de onsuz düşünemem İstanbul'u. Nesteren'siz de düşünemiyorum. Göğümde bir kandil daha sönecek o gözlerini yumunca. Ve bir kuş cıvıldamaz olacak, gönlümde. Nesteren bir rüya, daima görmek istediğim rüyalardan biri.

     Aziz dostum! Bu kitap senin değil. Kitap ürperti duyanın, gaşyolanın*. Doğru belki senin de parmakların bir sevgili tenini okşar gibi dolaşıyor sayfalarında, ama o kadar. Teninle bağlısın kitaba. Uğrunda kaç gün aç kaldın? (Hırsızlık yaptın mı?) Hangi zillete katlandın? Sana yetiyor mu kitap? Bütün canlı hayaletlerden uzak onunla bir mağarada yaşayabilir misin? Hangisiyle yatıp kalktın? Hani çocuğun? Kitap sesinde ışıklaştı mı? Harem ağası da kucağında yaşadığı dünyayı sever. O kitap senin değil dostum. Açmayacaksın kapağını, okumayacaksın. Okusan da seninle konuşmaz. Mabede girmeyen adam, boşuna pencerelerden içeriye bakma! Mabet Çiçeronlarla konuşmaz. Sen bir Çiçeron'sun. Hafızan kitap kapakları ve fihristlerle dolu. İsimler, isimler.

     Sonra, sonra boşluk. Bir harem ağası hizmetine baktığı kadınları ne kadar tanırsa, sen de kitapları o kadar tanırsın. Bir harem ağası veya bir esir tüccarı.

     On beşinci Louis her kadından hoşlanırmış, Majeste'nin gönül işlerini düzenleyen zat-ı muhterem öyle diyor. Sarısın, esmer., nasıl olursa olsun. Sırtında paçavralar varmış, saçları dağınıkmış, kadın kadındır. Kokusu ile kiri ile terbiyesizliği ile kadın. Amatör, cevizi bir bakışta kabuğundan soyabilen adamdır. Bilge, Mark Orel gibi tahta da kurulabilir, Epiktet gibi zincire de vurulabilir. Bazan Diyojen'dir, fıçıda tüner. Bazan Sokrat gibi çarşı pazar dolaşır. Sen kitabı cildine, insanı kürküne, postuna göre değerlendirecek kadar çocuksun. Kitap Hitler'in parlak üniformalı SS'leri gibi gözlüklerinin karşısında geçit resmi yapacak. Arada bir apartıman kapısındaki kartivizitleri okur gibi uzanıp fihrist heceleyeceksin. Sen dört başı mâmur bir kütüphaneci olabilirdin dostum. Tabii bir Lucien Herr veya Bir Leön Cahun değil. Namuslu bir veznedar.

     Turnayı gözünden vuran bir dikkat. Hırsızın dikkati. Yıllarca kumar masalarında bilenen bir dikkat bu. İstenilen konuya çengel gibi takılan bir dikkat. Belki sezişin tanrısallığı yok bu dikkatte. Belki burgu gibi ciğerine işlemiyor meselenin.

     Ama terbiyeli, kucaklayıcı, pençe gibi bir dikkat. Avını uzaktan gören kartalın dikkati. "Instinct" değil, ama adeta uzvî. Sonra bir Gargantua gücü. Bir vücutta bir düzine insan. Ne yapar bu insanlar? Cemiyetin kamçısı ile kayışlaşan, nasırlaşan, kemikleşen bir "surmoi". Bazan bir kont, bazan bir seyis karşısındasınız. O bir düzine insan içinde, en pespaye topal şeytandan müçtehid'e* kadar renk renk, boy boy vatandaş. Kaptan değişiyor zaman zaman. Önce farkına varamıyorsunuz. On iki kişi on iki resmin çeşitli kopyeleri. Ama yalnız kalıplar aynı.

     Bu hergeleleri konuşturma dostum. Bırak Bizans saraylarındaki dilsizler gibi hizmet etsinler sana. Onları kapıda bırak.

 

     10.1.1964

     CENGİZ'E MEKTUP

     Yaptığı işten memnun olan yok, diyor ihtiyar Horace. Mesleğini isteyerek seçen de şikâyetçi. Kader komedilerini yüzyıllardan beri bize saklamış, bize yani Şarka. Bu satranç tahtasında Vezir paytak, Atın önünde daima et. İşbölümü. Hangi işbölümü? Aydının omuzundaki yük bir düzine şaman'ın taşıyamayacağı kadar ağır. Her şeyi bilecek, bilecek ve yapabilecek.

     Mesleğini isteyerek seçmek... nerede? Spencer mühendisti. Paul Louis Courier asker. Rodin tutturmuş yaptığın işten zevk alırsan sanatkârsın diye. Seçimin hürriyeti hudutsuzmuş gibi. Aristo'ya meyhane çıraklığı yaptırır bu cemiyet. Hegel'i Çemişkezek'e Almanca hocası yollar. Kalabalık bayılır insan beynine. Hemcinsini bir kaplan açgözlülüğü ile yutmaz. Medenidir kâfir. Beynini yer, kalbini yer. Ama gemideyiz, kaptan asırlardan beri sarhoş, tayfalar amelimanda. Her fırtınada bir parçası kopmuş geminin ve kopuyor. Bu gemiden kaçan kaçana. Sen gemiden kaçmak istemiyorsun. Kamarada, kamaralarda esrar içen yolcular.

     Salonda, salonlarda caz, çıplak kadın eti, ter, esans.

     Bir köşede alnını yumruklamak ve kadere sövmek ağız dolusu. "Les Chemins de la Libertâ'yi okudun mu? Kopan, bedbaht'ır. Bir dâvaya, bir mezhebe bağlanmak. Her dâva karanlık, her mezhep gülünç. Ya sana koşacak kalabalık, karşında el pençe divan duracak. Ya sen onun içinde eriyeceksin. Yalnızlık cüzzamlıya yaraşır. Cüzzamlıya ve Tanrıya. Okuyan kopar. Din, bir kavme benzeyen ondandır, diyor. Sen hangi kavme benziyorsun dostum. Arkanda birbirine dil çıkaran kilometre taşları. Yol yarılanıyor yavaş yavaş. Ne yaptın? Senden evvelkiler ne yaptı? Ya "Candide" gibi köşene çekil, iddiasız, sinirsiz gününü gün et. Ya boğuş. Kolların bağlı. Kendin bağladın. Lete'de yıkanmak. Lete yok. Ama uçurumlar da zirveler kadar cazip. Ne istiyorsun? Tevekkül güç, isyan vahim. Pascal'ın parmağı kiliseyi gösteriyor. Marx'inki kalabalığı.

     Bu belde'de matematikçi garip bir tufan öncesi hayvan. Ne yer, ne içer, neye yarar. "Abstrait" ile uğraşmak mirasyediliğin ta kendisi. Yangında tulumbacıya ihtiyaç var. Zekâlar Sfenks'in boğazına sarılmalı, hayatı kucaklamalı. Matematik, şiir. Matematik, kaçış. Adeta bir ihanet. "Dairelerime dokunmayın" demiş koca Arşimed. Dünyanın bir tarafında ilmin istiklal ve haysiyetini haykıran büyük bir "temoin"a ihtiyaç vardı. Türkiye'de Arşimed'e ihtiyaç yok. Yani tarih ona böyle bir misyon yüklememiş. Dertlerini anlayabildim mi acaba? Arada uzun bir gürültü patırtı. Sesin duyulmuyor. Ama bu hepimizin derdi değil mi? Kopmak ve bağlanamamak.

 

     14.1.1964

     DONEC ERIS FELIX

     "Donee eris felix"... Bahtiyarken dostla dolar etrafın, arılar çiçeğe koşar, insanlar saadete, bölüşülecek ekmeğin vardır, ısınılacak ocağın. Rüzgâr, çil yavrusu gibi dağıtır etrafındakileri. Akraban sensin. Boğulurken gülerek baktılar, elini uzattın, sırtlarını çevirdiler.

     Lut'un karısı Sodom'dan kaçarken başını çevirmiş arkaya. Ben o şeamet ülkesine ebediyyen veda ettim. Vatan değil, iğneli beşik. Şu kadar yıllık hayatımda bir tek ferahlatıcı hatıra yok. Âdeta oradan ayrıldıktan sonra yaşamaya başladım. Beşik değil, mezar. Emerson, kapını kapayacaksın, diyor, dışarıdaki sel götürür seni... Ailen sensin. Sineklerin iştihasına terkedilmiş bir leş gibiyim. Kendi hayatımı yaşayamıyorum. Ve serptiğim tohumlar başak vermiyor. Camus nasıl abes görebilir dünyayı? Demek dünya kademe kademe abes. Bu bir teselli değil, bir mahkumiyet.

     Herkes gibi yaşamak. Tramvay biletçisi gibi, bahçıvan gibi, köpek gibi. Şuurun uykuda. Ve kalabalığa yaslanarak dev bir vücudun herhangi bir hücresi gibi yaşamak...

 

     15.1.1964

     BİR SEVGİ VE BİR HAYRANLIK*

     Hayır, severek evlenmedim. Hayatımı bir zebani ile birleştirecek kadar yalnızdım. Yalnız ve yabancı. Bir kadın ilk defa olarak adımı taşımaya razı oluyordu. Bir kurtuluştu bu, paryalıktan kurtuluş, cehennemden kurtuluş. Ve bilmediğimiz ülkelere yelken açan bir gemiye atlar gibi elele hayata atladık. Ben seni tanıdıktan sonra yaşamaya başladım. Korkuyorum. Bunları söylemekten korkuyorum. Yirmi iki sene gelişen, kökleşen bir sevgi bu. Bir sevgi ve bir hayranlık. Hayat, hayatımız daima güzel miydi? Hayır. Ama mevsimleri vardı, mevsimleri var. Vatanımsın benim. Kokladığım havasın, içtiğim su. Ben şımarık ve yaramaz bir çocuk oldum zaman zaman. Sen hep aynı kalmasını bildin.

 

     25.1.1964

     ANAYASA

     Şuur ırmağını şişeye doldurmak, çamurunu süzmek, berrak ve ışıltılı sunmak çağdaşlarına. Ama bu ırmak yalnız kelimelerde şakıyan ses değil ki. Aksettirdiği göğü, kucakladığı karanlığı bardağa boşaltabilir misin? Sonra kimin için?

     Duguit'nin "Precis"si yarım asır önce yazılmış. Her cümlesi dolu. Her kelime bâtıl bir inancı kökünden deviren bir balta. Sayfalarda bir vicdan konuşuyor. Esas Teşkilat Hukuku Rossi'nin dört ciltliği ile kurulmadı Avrupa'da. Bu hukuku kanı ile yazdı burjuvazi, kanı ile ve alınteriyle, çakıl çakıl, taş taş ehramlaştırdı. Fetihler demirbaşa geçince bir çelengin çiçekleri gibi solgunlaşır. Yeni fetihlere gitmek lazım. Anayasa, fetihleri donduran vesika. Anayasa kanla kazanılan bir servetin rakkama vuruluşu. Adeta bir tarlayı çitle kuşatmak, hudutlarını belirtmek.

     Fransa'da Anayasa kürsüsü Louis Philippe devrinde kurulur. Ve ilk hocası İtalyan Rossi. Haklar ve hürriyetler. Kimin hakları? Fransız insanının. Hangi Fransız insanının? Kürsüyü Guizot kurdurur, kastına, zenginleş diye haykıran Guizot. Guizot on dokuzuncu yüzyıl burjuvazisinin enkarnasyonudur.

     Ali Fuat 1908'e kadar Esas Teşkilat okutulmuyordu diyor. Ya sonra? Esas Teşkilat, bir sınıfın zaferlerini bekleyen nöbetçi. Hürriyetin asgarisine bir bayram çocuğu gibi sevinen Türk aydını, bu azad kabul etmez kapıkulu! Ve anayasa.

     Anayasa var mıydı ki dersi olsun? 1835'te Anayasa kürsüsü, 1848'de "Manifeste". Yani Avrupa'yı bir hayalet dolaşıyor. "Manifeste", yani toksen. Anayasa kürsüsüne neden ihtiyaç duyulduğu meydanda. Burjuvazi, fabrikasına yaslanan burjuvazi, dünya görüşünü kökleştirmek istiyor. Ali Fuat Bey 40 sene anayasa okuttu. Neyin anayasasını? Halk Parti'sinin. Hiçbir fikrî temele dayanmayan icraatını, her gün yeni bir fetva ile meşrulaştırma cehti. Gariptir ki aynı parti'nin karşısına çıkan yine Ali Fuat. Okyanustan kaç damla getirmiş Ali Fuatlar? Kavga etmiş mi, hangi hürriyeti, kime karşı savunmuş? Ve sonra Selçuklar. Ali Fuat Davalaciro, Selçuklar onun eğri büğrü, onun boyuna viyaklıyan piçleri. Ali Fuat medrese, Avrupa'yı heceleyen medrese.

     Guillaume de Greffe uzviyet tereddiye başladı mı önce en yüksek fonksiyonlar kaybolur diyor. Cemiyette de öyle. Nedir bu yüksek fonksiyonlar? Bence insanı insan yapan: feragati, başkalarıyla kaynaşabilmesi, başkaları için yaşayabilmesi. Ve ölebilmesi. Kendini bir dâvaya vermek. Hangi maymun, hangi robot bu imtiyazımıza ortak olabilir? Ve sevmek. Avam için din, kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir. Nazif dinim kinimdhî diyordu. Bir Asur kâhini hortlamış, bir Asur kâhini. Kinle bağdaşan bir din, din olmaktan çıkar.

     Mohancodaro'da homo faber'in imzası muhteşem bir şaheserin altında. Mohancodaro çöktü, homo faber'e rağmen çöktü. Avrupa kafasını "absürde" lağımına sokmuş. Proletarya'nın kanlı bakışlarını görmemek için Kabil gibi yerin dibine girecek. Büyücü saçını başını yoluyor. Yalnız büyük bir tarafı var Avrupa insanının: düşünüyor. Ve düşünceyi zindanda çürütmüyor artık. Ceza Kanunumuzun ilk vazifesi insanın içinden şeytanı kovmak. Şeytanı yani Promete'yi.

 

     27.1.1964

     ŞİİR VE HAKİKAT*

     Mazi dalgalar altında kalan bir şehir, efsane öyle diyor. Breton'lar ummanın derinliklerine gömülü bir şehirden sözederlermiş. Balıılar denizden çan sesleri yükseldiğini duyarlarmış. Benim içimde de böyle bir şehir var diyor Renan. Ama yarım asır uzaktan gelen o sesleri vuzuhla* aksettirmiyor. Hiç kimse maziyi değiştirmeden anlatamaz, Renan'a göre. Anlattığı içindeki dünyadır, yaşadığı dünya değil. Goethe bunun için hatıralarına "Şiir ve Hakikat" adını vermiş. Çıplak, kaskatı, kiri pası ile realite kimi ilgilendirir? Günler uzayıp giden kayalar. Kıracaksın onları, yontacaksın, heykelleştireceksin. Gerçek her günkü tatsız hikâye, herkesin yaşadığı, hiç kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı komedya veya herkesinkinden başka tarafları olan görülmemiş, az görülmüş bir trajedi. Temerküz kamplarının faciaları kaç bin tecessüsü kamçıladı? Okuyucu Romeo'nun, Werther'in acılarından hoşlanır. Acı deyince, parlak olacak, asil olacak. İçindeki dünya dışardaki dünyanın suya vurmuş aksi.

     Kültür koparıyor insanı, Kleopatra gibi vuslatı tehlikelerle dolu. Hayatı kitaplarda yaşayan bir Ali Namık Kalipso'nun adasında ve kaçamıyor. Sait Paşa'nın necl-i necibi* sosyalizm kapımızda diyor, yarın sokaklarda kızıl bayrak dalgalanacak. Ve başını kuma sokan çağdaşlarının kulaklarına uzanıyor elleri. Zavallı Ali Namık, ne kadar içli, ne kadar dolu. O kadar yaşlı doğmuşum ki, diyor. Biraz Chenier, zaman zaman Zola'lığa özenen ve Avrupa'da yaşayan bir Osmanlı. Mesajını kimseye duyuramamış. O da bir nevi Haluk. Daha aydın ve daha bedbaht. Sabih Bey, esrara verdi kendini, diyor, kumara verdi. Fildişi kulesi yıkıldı demek. Yeni bir fildişi kule aradı ve cehennemi buldu. Ama Sabih Bey doğruyu biliyor mu? Esasen Ali. Namık'ları tanıyamaz o. Beşir Fuat, Ali Namık, Cezmi Ertuğrul bu ülkenin üç trajedisi. Ve bütün trajediler gibi, sık sık sahneye konurlar. Fethi de bir Ali Namık değil mi? Ali Namık'ın pleb'i. Ali Namık Türkten çok Fransız. Ama kalbinde bir Osmanlı içliliği.

     "Kapital"i on yedisinde görmüş Lenin. Ve lise talebesi iken kardeşi asılmış. Birden değişmiş dünya. Ekselans Ulyanof’un ailesi kendini boşluk içinde bulmuş. On yedi yaşında Hukuk fakültesinden kovulmuş Lenin. Çar hazretlerinin ekselans maarif müdürü üç beş sene daha yaşasa Vladimir büyük bir bilgin olurdu belki, belki vekil olurdu ama tahtları deviren bir ihtilalci olmazdı sanıyorum. Tarihin motoru kamçı. Lenin de Gandi gibi müşterisi olmayan bir avukat. Ama o, ne istediğini çok iyi biliyor. Yürüyen bir irade. Yakan, yıkan ve deviren bir kuvvet. Dönmesini, yol değiştirmesini, kavganın bütün stratejisini doğuştan biliyor adeta.

     Ağaç kökü ile yaşar. İnsan da öyle. Mazi gövdemiz. Maziden koptuk, istikbale bağlanamadık. Ne Avrupa'yız, ne Asya. Masada bir dergi duruyor: "Ön-Yankı". Ne demek ön-yankı? Hezeyan serlevhadan* başlıyor. Ne istediğini bilmeyen şuursuz, bahtsız üç beş mektep çocuğu: Bunları yetiştiriyoruz. Dergilerin sonbahar yaprakları gibi uçuştukları bir devir vardı. Yeni Yol, Ses, Akış, Gün... Ama hepsinin bir davası, bir iddiası, bir kişiliği vardı, ümidi vardı. Yıllarca şiir yazmaktan utandım. Okuyucuyu cinsî buhranları ile oyalamaya kimsenin hakkı yoktu. Aşka zamanı yoktu harcayacak aydının. Adeta bir günah sayıyorduk şiiri. Bir "vice" sayıyorduk. Necip Fazıl, Atsız, Serdengeçti birer dâva adamı idiler. Yaşıyorlardı ve bağırıyorlardı. Bu çocuklar viyaklıyor. Onların hiçbir günahı yok. Oynasınlar diye beynimizi verdik ellerine. Beynimizi yani dili. Şarjörü çıkarılmış bir tabanca bu dil, tehlikesiz. Oyuncak bir tabanca. Ve tek oyuncakları o. Bu kuşağın peygamberi Ataç. Fransa'da herhangi bir "tabac" garsonunun bildiklerinden bir hece fazlasını öğrenemeyen bedbaht, hasta ve haysiyetsiz Ataç. Deklaseliğinin hıncını dilden alan Ataç. Mızmız ve mıymıntı bir fikir serserisi. Ama Ata Beyin paracıkları ile bir miktar Avrupa doldurmuş kafasına. Ve devrimden önce dünyaya geldiği için Osmanlıca öğrenmiş. Yani topallayarak da olsa iki dünya arasında gidip gelebiliyor. Bu çocuklara dillerini öğretmedik. Avrupa dili öğretmedik. Gözlerini sıkıyönetim içinde açtılar. Okumak yasak, düşünmek yasak, yasak olmayan tek şey Türkçenin kolunu kanadını kırmak. Ön-yankı'da en geniş bir hayalin istikbal vaad ettiğini umabileceği tek satır yok. Bir dergi değil, bir mezar.

     Ali Namık, Beşir Fuat... Beşir kolağası idi. Daha içindeydi kavganın, daha bizdendi. Ama yine de mağlup oldu. Tek başına meydan muharebesi kazanılmaz. Ali Namık dövüşmedi de. Daha doğrusu karanlıkta dövüştü.

     Fransızca "İstanbul" gazetesinin okuyucuları bu heyecanlı, bu romantik, bu hassas delikanlının nesirlerini zevkle okudular. Kim bu okuyucular? Sekiz Rum, üç Yahudi, üç beş Fransız. Hayat kavgası. Keneler ve tahta kurulan yedi canlıdır. Bağlanamadılar. Neye bağlanacaklardı? Clemenceau'yu dinliyordu Ali Namık, Jaures'i dinliyordu. Kitaplar her zaman şeffaf değildir. Bazan dünya ile aramızda bir duvar olurlar. Bağlansaydılar... Sen bağlanabiliyor musun?

 

     29.1.1964-30.1.1964

     YABANCI DİL, DİL DEVRİMİ

     Anti-klerikal* Fransa ülkesinden kovar kara cüppelileri. Ama ülkesi dışında iltifata garkeder. Gambetta, anti-klerikalizm bir ihraç metası değildir diye haykırır mecliste. Yunanlılar için dillerini bilmeyen, barbardı. Bu ölçüyü insanlık ölçüsünde genişletebiliriz. Avrupalılaşmak Avrupa'nın dilini öğrenmektir. Avrupa'nın dili nasıl öğrenilir? Papaz mekteplerinde. Çocuklarımız bir papağan gibi yetiştirilir orada. Heyecanlarından tecrit edilir. Papaz mektepleri Teknik Üniversitenin veya Siyasal Bilgilerin antişambr'ıdır. Kuruluşlarından bugüne kadar tek hamiyyetperver Türk aydını yetişmemiştir o mekteplerden. Fransızca, hangî Fransızca? Zaten zengin çocukları okur o mektepte. Ve kucağında yaşadıkları toplulukla bütün ilgilerini kaybederler. Haluk* yetiştirir Fransız mektebi. Tanzimattan beri komedi oynamışız. 76 Anayasası küffarı aldatmak için ilan edilmiş. Çöküş devirlerinde Avrupa'yı kızdırmaktan korkmuşuz hep. Kapitalizm için sadece pazar olmuşuz.

     Üst-yapı, alt-yapı. Her ikisinde de insan faktörü ön planda. Alt yapıyı şekillendiren de insan zekası. İstihsal* kuvvetleri, yani tabiatla güreşen insan. Dilsiz bir nesil, dâvâsız bir nesil. Mazisinden kopan, âtiye bağlanamayan bir nesil. Ve yarını bekleyen trajedilerden habersiz kalabalığı oyalamak için sahte meseleler ibda eden bir sözüm yabana entelijansiya. Ya Batılılaşacaktık, Hint gibi, Japonya gibi. Ya maziye dört elle sarılacaktık. Dilini ve dinini kaybeden millet. Avrupa, Pera Avrupa'sı. Yurtlarından kovulan mürebbiyelerin getirdiği Avrupa. Tarih inatçı bir katır, kamçısız yürümüyor. En büyük talihsizliğimiz bu afyonlayıcı rahat...

     Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal'i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mazi zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi Selanik'in İstanbul'a isyanıdır, Selaniğin ve bütün Anadolunun. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarisi yok edilemezdi. Ama nesillerin birbiriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkilabı altı yüz yılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket ibda etti. Kuzey komşumuzun işine geliyordu bu. Tarihinden kopan bir ülke her maceraya sürüklenebilir. Dil devrimi kamusa Anadolunun doluşudur. Yalnız Anadolunun değil, Azeri'nin, Çağatayçanın, Kırgızca'nın da doluşu...

     Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı aydınlarla yapıldı. Türkiye Sarıkamış'lara, Çanakkale'lere beynini gömdü bir parça. Sonra kansız, yorgun ve zafer mucizesi karşısında gözleri kamaşan amelimanda* bir entelijansiya. Güzellikler, yani mazi kovuldu.

     Mustafa Kemal'in etrafında şahsiyeti henüz billurlaşmayan seyyal ve idare-i maslahatçı bir avuç okuryazar. Mustafa Kemal musikiyi değiştirmeye kalktı, yapamadı. Zevk meclislerinde gazel aranıyordu, şarkı aranıyordu. Altı yüz senenin ötesine atlamak, yani milli tarihte altı yüz senelik bir parantez, bir uçurum. Dil-Tarih Kurumu şefin bu emrini sadakatle başarmaya çalıştı. Tarih gömülmez. Binalarıyla, sokaklarıyla, müzeleriyle, mezarlarıyla yok edilmesi imkânsız bir şahittir. Sıra dile geldi. Yeni harfler zâten geleneğin, irfan geleneğinin sırtına indirilen bir baltaydı. Selanikliler, Rusya'dan gelen Türkler ve şeften iltifat görmeye koşan kızanlar dili tahrip için cansiperane bir gayret harcadılar. Mustafa Kemal işin maskaralığa vardığını anladı, ama iş işten geçmişti. Hareket bir zaman gevşedi. Sonra tekrar hortladı. Mustafa Kemal atını senatör yapan Kaligula gibi her kaprisine lebbeyk(emredin) dedirtmek mi istemişti? Yapılmayanı yapmak peşinde miydi? Yahya Kemal hususi sohbetlerinde efendisinden "dejenere inferieur" diye bahsedermiş. Yahya Kemal çeyrek asır bu "dejenere inferieur"ün taşaklarını yaladı.

     Moskova Radyosunun yorumcusu Erdem... O makama nereden kurulduğu, niçin kurulduğu belli olmayan ümmi bir Laz. İhtimal Türkçeyi bilmediği için, uydurcaya sarıldı dört elle. Bizdeki solaklar, Erdem edebiyatımızın temsilcisiymiş gibi, onu örnek aldılar. Halk Partisi bu şenaati parti programı haline getirdi. Ve düşünce dünyası körün mağarası haline geldi. Seksen sene evvel Diyarbakır'dan gelen, baytarlık tahsil eden Kürt alfabesi yazan hâlâ en büyük sosyoloji bilginimiz, milli sosyologumuz. Sosyoloji kürsüsünün karşısında yerlere kadar eğildiği bir başka mabut da (ilah da) son "altesse impaeriale" Sebahattin Bey. Hâlâ tanrı-şair Yahya Kemal. Berke de kabul ediyor, her yıl bir parça daha düşüyoruz. Ama ne yapalım diyor, dili yaratan çoğunluk. Hangi çoğunluk? Dil cemiyetle beraber yürür. Cemiyeti de, dili de ayakta tutan geleneklerdir. Dil gölgesidir cemiyetin. Cemiyeti geride bırakıp dörtnala koşmaz. Hem nasıl bir koşuş. Dün Camus çevirirken durakladık. Berke fert yerine birey'i kullanalım dedi. Nihayet hak verdi bana. Yahut öyle göründü. Uydurcacılık bir alay mektep kaçağının inhisarında*. Berke gibi dil vakıasını yıllardır inceleyen bir kabiliyetin kendini etrafındakilere kaptırması hazin. Zaman zaman gözlerini açıyor. Güçlük bir otoritenin olmayışında. Kimin ehliyetsizliğini, nasıl ispat edeceksin? Herkes karışıyor dile. Yani düşman isimsiz.

     İzzet'in asistanlığı için Tarık Beyle konuşmak. Berke, Tarık Bey uzaktan sever sizi diyor, İzzet'in yakın dostunuz olduğunu bilirse almaz, kontrolünüz altına girdiğini sanır. Çok yerinde bir römark. Mahmut Ali'yi bunun için filolojiye vermedim. Berke de kendini kontrolüm altında sanacaktı. Şimdi saymıyor mu? Tarık Beyin bu hissini ancak Berke dile getirebilirdi.

     Bu bir ifşa'dır. Cahit Tanyol’da hiç istemedi Mahmut Ali'yi.

 

     SOSYALİZM VE ALİ BEYİN DOÇENTLİĞİ

     Konyalı bir milletvekili mecliste açmış ağzını yummuş gözünü. Bu devrimleri yapan komünistlerle siyonistlerdir demiş. Her devrimin kökü dışardadır demiş. Tabiî senatörler aksini isbat için koridorda hazreti iyice tartaklamışlar. Tabiî senatörlerden biri A.P.'lilere komünist sizsiniz diye haykırmış. Eşek, eşek sensin, ulan eşşoğlueşek.

     Ali Bey "Sosyalizm"i yayımlamaktan vazgeçmiş. Ya doçent olamasaymış? Sosyalizm, S.F.İ.O'lu iki yazar tarafından kaleme alınmış bir kitap. Açıktan açığa Rusya aleyhtarı. Burada mühim olan aydının haysiyetsizliği. Neden korkuyorsun? Kimden korkuyorsun? Bir öğretim üyesinin kendini hesap vermekle mükellef sayacağı iki makam vardır: kanun, vicdan. İnsan hakları için en basit fedakârlıkları göze alamayan, insan haklarına ihanet etmiş olur. Burada sosyalizm, komünizm, demokrasi çekişmesi yoktur. Ömrü billah güdülmeye mahkumuz. Aydının vazifesi aydınlık getirmek. Bu kitapta aydınlık var mı? Var. Sosyalizmin ana dâvasını üç beş çizgi ile anlatıyor. Yalan söylüyor mu? Hayır. Faydalı mı? Faydalı. Kime faydalı? Herkese. Yabancı dil bilmeyen, karanlıkta bocalayan her vatandaşa, polis komiserinden, mahalle bekçisine, savcıdan hukuk talebesine kadar. Tehlikeli fikir. Tehlikeli olan bu korkudur. Aydının, hiçbir art düşüncesi olmayan, hiçbir ideolojik kişiliği olmayan aydının gölgesinden korktuğu öyle bir manevî iklim, tehlikelinin tehlikelisidir. Demokrasinin tek hoş tarafı fikir hürriyeti.

     Sosyalizm Türkiye'ye ne getirir? Bilmiyorum. Sosyalizm Türkiye'de gerçekleşebilir mi? Bilmiyorum. Ama insana saygı gösteren, ışığı söndürmeye koşmayan, kitaba diş gıcırdatmayan ve aydınını sahipsiz bir köpeğin ebedi korkusu içinde yaşatmayan, kendi beynini kemirmeyen bir rejimin susuzluğu içindeyim. Bu rejim gökten inmez.

     Çarlık Rusya'sında legal Marksistler vardı. Bugün Marksizmi gümrük duvarları dışında bırakmak gafletlerin en büyüğü. Fikirden kaçılmaz. Düşman fikirle güreşilir. Düşman fikir ne demek? "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine imza atan bir milletin üniversitesinde iktisat okutacak adam "Sosyalizm" gibi masum bir kitapçığı yayımlamaktan çekinirse doçent değil, kapıcı olmaya layık değildir. Din şehit ister, asuman(gök) kurban. Haklar birer birer fethedilir. Bu efendiler konuşmak için mi doçent olacaklar, meşaleyi dolaba saklamak için mi? İnsanın keneden farkı bir dâva uğrunda fedakârlığı göze alabilmesindedir. Bir aydının en hayatî davası, fikre kitaba saygı telkin etmek. Bu memleketin yalnız nimetlerinden faydalanacak, kırk senedir geviş getirilen yalanları tekrarlayacak, tıkır tıkır maaşını alacak, Avrupalarda dolaşacak ve namustan dem vuracaksınız. Yağma yok.

     Doçent olamazsan. Ne olur doçent olamazsan? Doçent olmak bir vazife midir? Ve sen doçent olmak için mi yaratıldın? Fikir uğrunda edna* fedakârlığı göze alamayan, üniversitede kapıcı olmaya lâyık değildir. Bu memleketi tımarhane haline siz getirdiniz. Tabiî senatörlere komünist diye bağıran milletvekili sizin talebeniz. Senin doçentliğinden ne çıkar arkadaş? Gölgesinden titreyen, mesleksiz, dâvâsız, heyecansız bir heyula. Ancak istatistikte bir rakkam. Allah belanızı versin!

 

     4.2.1964

     OSMANLI ÜLKESİ,

     ŞEHİR VE KÖY, BİR TÜRBE*

 

     Türk'ün eşeği bile bir başka, diyor Theo, kulaklarışük, gözleri donuk... Belli ki efendisinin sopası altında can vermeye ezelden razı. Fransız şairi için Doğu'da yalnız tevekkül var. Yükseliş çağlarında Avrupa'ya duman attırmış bu tevekkül. Sonra hayatın, etrafında ve içinde, parça parça döküldüğünü gören bir ihtiyarın adam sendeciliğine dönmüş. Kapitalizmin ekmeğine yağ süren de bu tevekkül. Ecdat ölmesini öğrenmiş, öldürmesini öğrenmiş. Tanıdığı zevkler kırk haramilerin kaçamak zevkleri. Ve dişlerini ense köküne geçiren korku, günah işlemiş olmak korkusu. Bir pars atılganlığı ve bir boa uykusu.

     Ma’şeri* şuur gelişmez bu tarlada, gelişmemiş. Bir trenin yolcuları, aynı yönde giden insanlar, birbirlerine bizden çok daha yakın. Hapishane koğuşları dert ortakları ile dolu, dilleri bir. Osmanlı ülkesi Türk'ün boğazına sarılacağı günü hasretle bekleyen insanlarla dolu. Sonra giden gitmiş, kalan kalmış. Ama alışmamışız birbirimizi sevmeye. Tanrı da Halife ile beraber sizlere ömür. Tarihi müzeye kaldırmışız. Gelenekler unutulmuş, istikbal bir cehennem dehlizi kadar karanlık. Kimsenin kimseye güvendiği yok. Bir başka frenk İstanbul'dan ayrılırken, ölüm kokuyor burası, diye haykırmıştı. Belki bir kasırga temizler bu ahırı, bir sel temizler.

     Sahnede şöyle bir görünüp kayboluveren kuklalar. Yalan ve komedi. Terakki var mı? Yok. Tam bir enflasyon. Yirmi aydın toplasanız Meşrutiyetin bir aydını yapmaz. Dilsiz ve dinsiz. Adeta beyni ve gönlü çıkarılmış bu sürünün.

     Tayfur Sökmen Türkiye'de ağa yok diyor, doğru. Osmanoğlu bir kadın kadar kıskançtı. Hem temporel'di, hem spirituel. Sened-i İttifak ödü kopan İkinci Mahmut'un köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı demek mezelletine katlanışı. Padişah hayat bırakmamış Anadolu'da. Derebeyi şatosuyla, şapeliyle, atıyla, arabasıyla derebeyi. Derebeyi şatosuna dayandığı kadar gururuna ve haklarına da dayanır. Menteşoğlu bir Anadolu köyüne çakılmış ağaç gibi ve ağaçlaşmış. Derebeyi kılıcı ile derebeyi. Askere o gitmiş, o dövüşş. Derebeyi Avrupa tarihinin mimarları arasında. Bir zaman hür düşünceye açmış kapılarını. Kiliseye kafa tutmuş, Krala kafa tutmuş. Faydasızlaşınca operatörlerin en büyüğü tarih, bu gangren olmuş uzviyeti kesip atmış. Şimdi hükümet şehir burjuvazisi ile birleşip üç beş yüz toprak sahibinin burnunu kırmayışünüyor. Parlamento'da toprak beyinden çok fabrika sahibi ve serbest meslek temsilcisi var. Şehirle köy arasında bir çatışma. Elbette zafer şehrin. Ama ne zaman? Bilgilerimiz Asya haritası gibi, birçok yerleri ormanlarla çöllerle dolu. Yani soru işaretleri... Köy ister istemez şehirleşecek. Tayfur Beyin oğlu babasının toprağında şahnelik yapamaz. Budak Beyle, Bahir Beyle yürümez bu saltanat. Zaten ihtilalden önceki Fransız aristokrasisi gibi ağalar çiftlikleri ile ilgilerini kesmişlerdir. Bir veya birkaç nesil meselesi. Sonra... Sonra şehirli kurulacak köye.

     Türbesi yok Ali Namık'ların, sanki bu ülkede yaşamamışlar. Sabih Bey, kendini afyona verdi diyor ve öldü, iyi Fransızca bilirdi diyor. Sabih Bey Ali Namık'tan tek satır okumamış. Biri uzviyeti ile yaşamış, köpek gibi. Öteki kafasıyla. Belki aynı mahallede büyümüşler. Ama ayrı milletten iki insan. Hatta ayrı neviden. Sabih Bey Frenkçe konuşan bir Osmanlı. Ali Namık Osmanlıca konuşan bir Fransız, hayır bir insan. Sedat Zeki de tanıyamaz Ali Namık'ı. Ali Namık taşlaşan bir rüya, Ali Namık serap, Ali Namık İkar, güneşe çok yaklaşmış, erimiş balmumundan kanatlan... ve düşş. Gönüllere değil, yokluğa düşş.

     1908'de söze Jaures'le başlamak. Ve kanatlı bir üslupla insanlığın dâvalarını haykırmak tarihe. Bir genç kız kadar saf Ali Namık ve iyimser. Ehramlar kadar yaşamış gibi bilgili. Zirvelerden bakıyor çağdaşlarına. Gururundan değil. Kartal inemiyor toprağa. Neden Fransız antolojilerinde adı yok? Bir Hint kumaşı gibi muhteşem ve bir İran minyatürü gibi işlemeli üslubu. Frenkçe yazan bir Baki. Her şeye rağmen kucağında yaşadığı topluluğun "naivete'si var Namıkta, kurnaz değil. O kadar ışıkla dolu, o kadar kitapla sarhoş ki insan inanamıyor Sabih Beye. Bu adam kırılır, ama küçülmez diyor. Fildişi kulesiyle beraber arşı âlâya çekilebilir. Her uruç şehitler huzurunda olmaz. Ama kaynaklardan içen kimsenin dudaklarını bataklığa uzatacağınışünemiyorum. Hangi inkisar nuru çamura kalbedilir? Sait Paşa'nın oğluna bir küçük türbe yapmak isterdim. Ali Namık'lar unutulduğu için yenileri yetişmiyor. Şimdilik meçhulden gelen bir ses. Kâh bir çocuk sesi, kâh bir tanrı sesi. Ne kadar yaşamış, belki Saint-Just kadar, belki Keats kadar. Saint-Just'den fazla Keats. Korkuyorum, yakından bakınca bu şahane tüylerin ariyet* olmasından, aldanmış olmaktan korkuyorum.

 

     7.2.1964

     ALİ BEY

     Rejimlerin en güzeli insanı boğmayan. Hangi insanı? Düşüneni ve yaratanı. Rejimlerin en güzeli zekâyı karanlığın tasallutundan koruyan ve beyni mahalle köpeklerine peşkeş çekmeyen. Sınıf kavgası yaşayan cemiyetlerin, büyüyen cemiyetlerin ayırıcı vasfı. Yükselen topluluk dövüşen topluluktur. Madde ile veya mazi ile. Sınıf savaşı yok bizde. İnsanın insanla savaşı var.

     Ayağa kalk üniversite! Katil sensin! Nefi'nin kanlı başını Bayram Paşa'ya sunan mürteci Osmanlı müftüsü, cinayetini bir beytle çerçeveleyecek kadar çelebi idi. Polis, kravatlı sadistlerin emrinde şuursuz bir harem ağası. Şuursuz ve dilsiz. Asırlardan beri zulmetmek için yaşayan mesuliyetsiz ve bedbaht bir sürü. Ama o işkence makinasını da harekete geçiren üniversite.

     Bir Orhan Münir, tımarhane gardiyanı kadar psikiyatri bilen her izan sahibinin deliliğine yemin edeceği o perişan, o hasta dimağ hukuk felsefesi okutur. "Hukuk Başlangıcı" adlı kitabın hiçbir itirazla karşılaşmadan tedris edildiği fakülte mahalle mektebinden çok daha haysiyetsizdir. Toprak reformu, 142. madde... Bunlar palavra.

     Oraya giren büsbütün kopuyor toplumdan. Firavunlaşıyor. Sulhi Kuran-ı Kerimde suç unsuru arayacak kadar tefekküre, düşman. Selçuk dişlerini idrakin boğazına geçirmek için pusuda. Yalan ve şer.

     Kurtlarla beraber ulumak. Olur. Kurt güzel hayvan. Yırtacak, dişleyecek.

     Bu uçsuz bucaksız domuz ahırını hangi Herakles temizliyecek? Biz kapımızın önünü süpürelim. İnsanı sümüklü böcekten ayıran yiğitlik. Yalnız karnını doyurmak, yalnız soyunu devam ettirmek için değil, gerçek insan daha güzel bir dünya yaratmak için, kendini aşmak için, gözyaşlarını dindirmek için yiğittir. Hürriyetler armut gibi kucağımıza düşmez. Türk işçisinden bahsetmiyorum. Ama orta sınıfın büyük vazifeleri var. Hürriyeti karış karış fethedecek olan o. Zira düşünen, düşünmesi gereken o. Karanlıkta yürüyemiyor. Ama kendi kendine çelme takan garip bir hayvan bu orta sınıf. Adnan Benk Picon'dan tercüme yaptı, tevkif edildi diyorlar. Üniversitenin verdiği bilirkişi raporu ile tevkif edildi. Üniversiteden diplomalı hâkimlerin karşısına çıkarıldı. Adnan Benk'in yazdıklarını işçi anlar mı? Hayır. Aydın, aydının Adnan Benk'e ihtiyacı yok. Benk'in yazdıklarını bütün Türkiye okusa ne lâzım gelir? Hatta okuması zaruret değil mi?

     Ali Bey'e ya sen de tevkif edilirsen? diyorlarmış. Ne büyük şeref! Hayatının bir mânası olur, insanlaşırsın. Bu zavallı ülkenin utanmadan yediğin parasına hak kazanırsın. Tevkif edilirsen... a birader insan doçent olmak için değil, tevkif edilmek için yaratılmış.

     Yolumuzu kesen hep aynı rezil safsata. Başkaları niye yapmıyor? Ulan başkalarına göre de başkası sensin! Başkaları yapıyor. Namık Kemal tevkif edildi. Abdullah Cevdet tevkif edildi. Ekmek bekleyen çocuğun mu var?

     Komünizm insanlığa ne getirdi veya ne getirebilir? Bilmiyorum. Amerika ile Rusya arasında büyük fark var mı? Aron yok diyor. Cemiyet sanayileştikçe sınıf tezatları keskinliğini kaybeder. Zaten dâva rejim dâvası değil. Dâva aydının pısırıklığı, köksüzlüğü, bayağılığı dâvası. Dünyanın üçte biri Marksist. Ve biz hâlâ Marx'i okuyanları cüzzamlı gibi tecrit ederiz. Kim yapar bunu? Aydın. Ne aydını? İktisat doçentidir, sekiz sayfa Marx okumamıştır hayatında. Hukuk doçentidir, hâlâ Atatürk'ten başka dâhi tanımaz ve kendi gölgesinden korkar. Cehaletin bu kadar saygı gördüğü başka bir ülke yok. İktisaden geri kalmış... hangi iktisaden?

     Sual: bu kitabın yayılması faydalı mıdır? Cemiyet bu bilgilere muhtaç mı? Evet.

     Sual: Bu kitap tarafınızdan mı bastırılacak? Hayır! Demek ki eğer mevcutsa tehlikelere göğüs geren başka bir insan daha var. Sadece mahkemeye çıkmak, mahkemede konuşmak, insan haklarını müdafaa etmek, fikrin haysiyeti uğruna çile çekmek, bu memlekette aydının kerhane orospusundan daha pespaye olmadığını ispat etmek için bu kitap bastırılır. Yoksa kokladığımız hava haramdır. İşte böyle Ali Bey!...

 

     21.2.196

     GORİL VE İNSAN*

     Yuvarlanmamak için bir dikene tutunmak. Ve unutmak asıl acıyı. Uçurumu unutmaya çalışmak. Şuurun kendini koruması bu. Hep başkalarında yaşamak, başkalarının yarınını, bugününü, dününü kendine dert etmek. Diş ağrısını geçirmek için tabanını dağlamak. Zindanının penceresinden geçen trenlerin davetini duymak. Ve zindanının dışındakilere, hadi binin trene diye haykırmak. Olanla yetineceksin. Goril yıldızları merak etmese "ptekantropus erektus" hil'atini giyemezdi. Amip olanla yetinir. İnsan fetihtir, isyandır. Goril başını kaldırdığı için insan oldu. Dört ayaklıyı kâinatın efendisi yapan bu dikiliş. Hazır oyuncaktan hoşlanmaz bu çocuk. Cinlerini de, tanrılarını da kendisi yaratır. Kâh bir masal denizinde süzülen bir yelkenlidir, kâh...

 

     22.2.1964

     TOKAT VE KAMÇI

     Samson küffarın başına yıkmış mabedi. Neden? O gergedanı kahraman yapan, düşmanları. Zincire vurulduğu için kaplanlaşmış. Zincir: bir merdiven. Hakaret: kanat. İngiliz hayranı Gandi'yi İngiltere ile güreştirir tokat, kediyi arslanlaştırır. Arzın kaderini değiştirenler kendi kaderlerini değiştirmek zorunda olanlardır. Tarihi "rate"ler ve deliler yapar. Rezil bir hükümdarcık ırzına geçmese Sezar Sezar olamazdı.

     Zilletten kurtulmak için Sezar olunur. Ve taç yüzkarasını kanlı pırıltıları ile sakladığı için kutsaldır. Goril göklerin karşısında şahlanmasa asilleşmezdi. Sürü kaderinden memnundur. Sürü ve bilge. Hitler puşttu. "Ab uno disce omnes." Yarası olmayan yaşar, yaratmaz. Yazmak, gelecekte yaşamak. İnsan bazan kılıçla yontar hayalindeki dünyayı, bazan kalemle. Gerçek aşklar da sessizdir. Doyan, konuşmaz. Yattığı kadınlarla övünen, o kadınlarla yatamayandır.

     Yaşanan an, bütün olarak yaşanan an, istikbale taşmaz. Başlar ve biter. Kendi kendine yeter.

     Çevresini değiştirmek. Neden? Bu çevresini bulamayanların, çevresinden sökülenlerin hasreti.

 

     29.2.1964

     YOGİ VE KOMİSER

     Koestler'i 46 yılının "Temps Modernes"lerinde tanıdım. 46-47 yıllarının Merleau-Ponty Moskova davalarına ayırdığı uzun bir etüde "Yogi ve Proleter" adını vermişti. Çok bilinmeyenli bir denklemdi bu yazılar. Yıllardır Batışüncesinden uzaktaydım. Hapishane, işsizlik, mektep, hocalık ve mütercimlik. Moskova dâvalarını biliyordum. Ama Koestler kimdi? "Sıfırla Sonsuz" şuuru tokatlayan kitaplardan. Düşünce kınından sıyrılan bir kılıç, keskin ve pırıl pırıl. İnsanı utandıran bir kitap. Cehaletinden utandıran, manevi uyuşukluğundan utandıran ve kulağına "düşün" diye bağıran kitap. Roman değil, iddianame. "La Tour d'Ezra'yı da okudum. O da bir destandı. "Exodus" daha polisiye, daha röportaj, daha patırtılı. Onun için "Tour d'Ezra'yı unutturdu. Daha doğrusu Koestler'i çok çabuk okudum. Kime benziyor? Kimseye. Dostoyevski? Hayır. Yazmasını bilen adam. Kendine göre bir dili var. Yani şahsiyet. Sokakta duyduklarını gevelemiyor. Haklı haksız... ayrı hikâye. "Yogi ile Komiser". Düşünce tarihinin bu iki kutbunu zekânın affetmeyen mahkemesinde sorguya çekiyor Koestler ve aydınlığa kavuşturuyor.

     İnsanın hayat karşısındaki bütün davranışlarını bir gök kuşağına benzetiyor. Ve sosyolojik bir spektroskoptan seyrediyor. Bütün renkler duruluyor ekranda. Tayfın bir ucunda enfraruj, bir tarafında Komiser. Dünyayı dışardan değiştirilebileceğine inanan adam. İnkıbazı daxEdip kompleksi de dâhil bütün belaları yok edecek: devrim. Ve yok etmelidir. Devrim, yani istihsal ve mübadelenin yeni baştan düzenlenmesi. Bu amaca varmak için her vasıta meşru: şiddet, hile, hiyanet, zehir. Mantıki muhakeme, yanılmaz bir pusula. Kâinat bir çeşit rakkas. Bir kere harekete geçirildi mi hep aynı hareketi tekrarlamaya memur. Başka türlü düşünen kavga kaçağıdır.

     Tayfın diğer ucu renksiz ve hareketsiz. Ultraviyole içinde eriyen bağdaş kurmuş bir Yogi. Ona göre de kâinat bir rakkas. Ama laterna havuz veya kerhane de denilebilir. Amacı kim görebilir? Yalnız vasıtalar önemli. Şiddet yok. Hiçbir vesile ile yok. Mutlak'a yükseldikçe mantık değerini kaybeder. Dış düzen hiçbir şeyi ıslah edemez. Tek manivela kişinin spiritüel kuvvetleri. Başka türlü düşünen: kaçak. Köleliği kanunla yıkmayacaksınız. Mistik bir terbiye her işin başı. Fert tek başına görünmeyen bir göbek bağı ile kâinata bağlı. Onun manevi değerlerini besleyen bu usare. Dünyadaki başlıca ödev: aksiyondan, ve heyecandan kaçmak. Bu bağı koparmamaya bakmak. Bunun kendine göre çetin bir tekniği var. Yogi'nin kabul ettiği biricik teknik.

     Bu iki kutup arasında düşüncenin diğer nüansları. Merkeze yaklaştıkça renkler sisli ve karışık. Komiserle münakaşa edemezsiniz. Hazret dövüşe hazırlanan goriller gibi göğsünü döver önce, sonra ister dost olsun ister düşman kucaklar ve boğar sizi. Ultraviyole iskeletle de münakaşa edilmez. Kelimelere inanmaz ki. Liberallerle, fabianistlerle, filantroplarla münakaşa edebilirsiniz. Ama hiç netice çıkmaz münakaşadan. Dâva Komiserle Yogi arasında.

     Dünya dışardan mı değiştirilebilir, içten mi?

     Veli ile devrimciyi uzlaştıralım diyeceksiniz. Ne âlâ memleket. Bugüne kadar müphem uzlaşmalar gerçekleştirilebildi. Kompromi? Evet. Sentez? Hayır. Tarihi berbat eden: iki ucun gerçekten kaynaşamaması. Komiserin bütün dikkati, fertle cemiyet arasındaki münasebetlere takılı. Yogi, fertle kâinat arasındaki bağları görüyor yalnız. Biraz fedakârlık etseler ya! Fedakârlık dile kolay. Irmağa, tersine ak! demek bu.

     İnsanın tabiatını değiştirmek için Komiserin harcadığı emekleri tarih boşa çıkardı. Campanella'nın "Güneş Devletinden Sovyet Rusya'ya kadar. Engizisyonla Reform da caba. Bu iflas iki sebepten geliyor. Dolambaçlar mübayeneti*, iniş yokuş mübayeneti.

     Ütopi sarp bir zirve. Oraya varan yol dolambaçlı mı dolambaçlı. Yükseldikçe zirveyi göremezsiniz. Ne tarafa gittiğiniz belli değildir. Bu dolambaca sapan kalabalık, kılavuzunu yolun dışına iter. Sonra o da arkasından uçuruma yuvarlanır. Devrimlerin çoğunda öyle olmadı mı? Reformlarda yerinde tepinilir. Hatta aşağı inilir. Misal: "Trade-Unions." '

     İkincisi yokuş antinomisi. Başka bir deyişle gaye ile vasıtalar arasındaki antinomi. Mesul mevkideki insan' boyuna iki imkândan birini seçmek zorundadır. Ya vasıtaları gayeye tâbi tutacak, ya tersi. Nazari olarak bir kompromiye varmak mümkündür. Liberalizm, din, hüsnüniyet kompromileri. Ama ameli ve "immediat" sorumlulukların yükü altında dilemma* keskinleşir: seçmek lâzımdır. Seçince meyil üzerindesin. Vasıtaları gayeye tâbi kıldık mı, yokuş sizi faydacı mantığın halısı üzerinde aşağıya kaydırır boyuna. Önce meşru müdafaadan dem vurursunuz. Halıılır. En iyi müdafaanın taarruz olduğu formülüne varırsınız. Nihayet atom bombasına, Nagazaki'deki iki yüz bin ölüye çıkarır bu yol. Bu meşum meylin ikinci örneği yarayı dağlamak iddiasıyla başlar, Moskova tasfiyelerinde biter. Bu işin mekanizmasını Pascal da biliyordu: "İnsan ne melektir, ne hayvan. Felaket şuradaki melekliğe özenen hayvanlaşır."

 

     13.3.1964

     ANKARA, HİNT VE EBEDİYET

     Ankara... bir rüyadan bir rüyaya geçiş. Paris'i de rüyada tanımıştım, Paris de yabancılığı içinde dosttu. Kalorifer kokusunu hisettirmeyen bir bekleyiş. Bir dostu, bir hadiseyi, meçhulü bekleyiş. Ankara soğukluğu içinde sıcaktı. Ne kaldı? Bir sefahat akşamı bilmediğiniz bir elin poşetinize damlattığı koku. Güzel bir koku. İhsan Bey kitaplarının duvarı arkasında sesleri, seslerin muammasını çözmeye uğraşmaktadır. Mehmet dairesinde. On binlerce insanı yutan, yiyen... sonra tekrar kusan daireler. İnsanı mezarın sertliğine alıştırmak için yapılmış gibi. Nafiz kendini günlerin seline kaptırmış, heyecansız, mütevekkil ve boş. Alaettin Aziz Ziya'nın bir başka nüshası, daha kuru. Hadiye bir kızkardeş kadar uysal ve çilekeş. Ve sonra "Hint". Abidin İtil ile muharebe. Adam Şiri Orobindo'yu duymamış. Tagor deyip duruyor. Bana rastlamayan bir Ahmet Akat. Daha nasipsizi, daha dar ufuklusu. İlahiyat Fakültesi dekanı, Rusçayı anadili gibi biliyordu; Almanca, Farsça anadili, İngilizce bilir, Fransızca anlar, Sanskritçe mesleği. Abidin Beyi rahatsız etti kitap. Bir vicdan azabı gibi, bir küfür gibi, bir tokat gibi. Ama belli ki kalın derili hayvanlardan. Ben odadan çıkınca ikimizi de unutmuştur. İş Bankası'ndan mektupla başvur dediler. Salim Şengil bankalardan yardım dilenecekti. Bu Hint, itirafı yüz kızartan bir günaha benzemeye başladı. Gayri meşru bir çocuk, hayırsız bir evlat, sarsak bir kızkardeş, kötü bir şöhret, polis dosyası... falan gibi.

     Cournot'yu Fransa tanımamış, Marx'i Almanya. Türkiye'de fikir her zaman bir anakronizmdir*.

     Himalaya'yı hangi terazide tartacak adam? Alışılmamış, tedirgin ediyor çağdaşları. Görmek istemiyor.

     "Hernani"ye birkaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı? Hâlâ "Cyrano de Bergerac" tercümesi... Bütün Cyrano'da bir perdelik Hernani'nin sakladığı emek ve başarı yok. Reklam, reklam. "Emile"in önsöz'ü ile en az bir ay uğraştığımı kime anlatabilirim? Elmas'ın sahicisi ile sahtesini, hayatında elmasın adını duymayan nasıl ayırd edebilir? Ve sonra Hint. Kusurlarıyla, darmadağınıklığı ile inişi çıkışı ile... bir kıta. Abidin Bey Sanskrit edebiyatı değil bu, diyor, başı yok sonu yok. Neye benzetsin? Anlamak ne ilahi bir mazhariyet! Yazabilen anlar. İnsan biraz daha kazıklaşıyor, yani dalı, çiçeği, kabuğu kayboluyor. Çıkacak da ne olacak? Ne arayan var, ne soran.

     Bir Gomperz'i düşünüyorum. Zeller'den sonra Yunan felsefesini yazıyor. Ve kısa zamanda üç baskı. İngiliz mekteplerinde ders kitabı olarak okutuluyor. Zeller'den sonra. Zeller, Tanrı. Tanrıdan sonra kâinatı yaratmaya kalkmak gibi bir şey. Bizde Zeller de yok. Ben... geçelim.

     Adresini şaşıran mektup. Benim hiçbir mektubum sahibini bulamamıştır. Belki bütün mektuplar öyle. Önce havarilerini yaratacaksın. Havarilerini yani hoparlörlerini.

     Mikelanj Alpleri yontmak istermiş. Tanrı'da zevk olsa çekici kaptığı gibi Alp'ten Musa heykelleri yaratırdı. Mikelanj nerede yaşamış? Nasıl yaşamış? "Ocağa eğilen bir kadın başı ve kutsal içkiyle şahlanan alev". Mukaddes ateş Vestal'siz söner. Olabileceklerin yanında olanlar o kadar zavallı ki. Tersine bir "selection."

     Ve kuşların lacivert kanatlarında huzur... Bu jurnala bir daha dönecek miyim? Bilmiyorum. Paris'ten ayrıldıktan sonra yazmayı denemiştim. Eğri büğrü, birbiriyle tokuşan satırlar. Bedbaht satırlar. Olmadı. Hatıralar çürüyüveriyor dalda. Çabuk koparılmaları gerek. İntibalar sıcak sıcak sunulmazsa tadını kaybediyor.

     Bu tren nereye gidiyor? Bilmem. Binecek misin? Bilmem. Zindanını da beraber taşıdıktan sonra, niçin bineceksin trene? Ve günler önünden geçen birer at. Sarıl yelelerine. Postacı kapını uyurken çalmış. Postacı var mı acaba?

     Şimdi buradaydılar... kimi ağlıyor, kimi gülüyordu. Yazık. Onları tanıyamadınız.

     En güzel şarkılar en ümitsiz olanları, diyor Musset. Yalan. Yeis dilsizdir. Her hıçkırışta bir davet var. Bir davet yani bir ümit.

     Irmağın yatağını değiştirmek. Belki zor. Ama mümkün. Hayvanı hüddam yapmak. Kant işin kadın yok. Anquetil için kadın yok. Demek Nietzsche haksız. İnsan isteyince tanrılaşabiliyor. Ama kaç insan? Azizler tanrıyı kadınlaştırıyor, bilgeler düşünceyi, kahraman kalabalığı, alkışı. Freud kitlenin şefe karşı beslediği sevgiyi de Eros'a bağlar. Şöhret yok. Hatta... Hangi altın yapağıyı fethe çıkacaksın. Koltuk değnekleriyle gidilmez ebediyete. Gözü bağlı gidilmez.

 

     18.3.1964

     EJERİ, NÜMA VE BİR BELKİ

     Nüma mı yarattı Ejeri'yi? Ejeri mi Nüma'yı?.-. Kimbilir. İsa'nın ilk ve son mucizesi havarileridir. Bir roman bazan sözle başlar, yazı ile biter. Bazan hiç başlamaz. Edebiyat, muhakememizi allak bullak etmiş. Hayatta hep roman arıyoruz. On dokuzuncu asır romanı. Nordau'ın dediği gibi, edebiyat hayatı biçimlendiriyor sanıyoruz. Hayat roman olsaydı romanı yaratır mıydık? Roman insanın intikamı. Tanrı'dan aldığı bir intikam. Babil Kulesi'ni mânâya kavuşturma cehti. Bu jurnal bir belki ile başladı. Bütün kitaplar bir belki ile başlar, bir belki için başlar. Sürü otlar, tarihi yoktur. Çevreyi değiştirmek, graniti kanatlandırmak ve değişen çevreyle zaruret tünelini biraz daha delmek. Işığa ve Tanrıya biraz daha yakınlaşmak. Kimse keyfi ile sürüden ayrılmaz. İnsan gorille göbek bağını ilmi bir tecrübe yapmak için kesip atmadı. Mecbur kalınca dünyanı yaratıyorsun. Dünyanı, yani kabuğunu, kafatasını veya mağaranı. Hayat Shakespeare dramlarına da benzemez. Benzese Shakespeare olmazdı. Aradığımız... aradığımızı bir bilsek. Biliyoruz. Aradığımız: olmayan. Bir veda daima hazindir. Ve mukaddestir. Ölüm gibi. Dönüşü yoksa tabii. Hangi vedanın dönüşü var. Gelen daima bir başkasıdır. Yaralı veya yaralayan. Bir ses rüyalar yaratır ve rüyalar binbir gece masalları gibi kucak kucağa. Ve fırtına diner. Yarattığın rüyaları göremezsin ki. Bir kadeh rakının verdiği sarhoşluk, bir avuç dumanın açtığı kapı ve bir seste başlayan dünya. Aynaya benzeyen, seyredilen, ama içine girilemeyen bir dünya. Ejeri, Nüma'nın kanunlarını duydu mu acaba?

 

     23.3.1964

     İKAR'I KISKANIRIM

     İkar'ı kıskanırım. Saçlarında güneşin parmakları, gözlerinde gök, yuvarlanmak. Balmumu eriyecek elbet. Ama deniz de bir gök. İkar'ı kıskanırım. Zindanından kaçabilmiş. Sen İkar'ı tanır mısın rüykm benim? İkar, insanlık. Maviliklere tırmanan ümit, İkar. İkar, rüyaların gerçekleşeni.

     Tantal'i kıskanırım. Hasretle kıvranan kolları, altın meyvelere doğru uzanır. Ve meyveler yıldız olup uçar göğe, kuş olur ufuklarda silinir. Tantal'i kıskanırım, susuz dudakları ırmağa uzanır. Irmak duman olur, uzaklaşır. Ama bekleyebilir Tantal. Ve bakışlarıyla kucaklar ırmağı.

     Bir vuslattır. Kleopatra'nın bütün âşıklarını kıskanırım. Bir Pervaneyi kıskanırım. Ateşte erir. Ateş bir kucaktır onun için, şiir için öldüler.

 

     25.3.1964

     BİR BUHRANIN HİKÂYESİ