Mektuplar
1.4.1964{30}2
Çiçek, haşin tırnaklarıyla oyuyor Mirabeau'nun yüzünü. Dokuz yaşındaki yumurcağa annesinin suali: Ah, evlatçığım, alacağın kadın nerene bakacak? Damarlarında, İtalyan aristokrasisi ile Fransız markizlerinin kanını taşıyan bıçkın: belki yüzüme bakmayacak, diyor, "le dessous aidera le dessus". Şımarık bir asilzade veledinin cevabı. Çağdaşlarının ilk kitabına telmihen "Ami du peuple" dedikleri Mirabeau Markisi Victor, sabahları hayran oğluna, akşamları düşman. İstikbalin harika hatibi doğuştan harika çocuk. Ama babası ailesinin adını taşıtmak istemiyor ona. Bir pansiyona sürüyor. On sekiz yaşında asker oluyor hazret. Ve kumara başlıyor. Zamparalık ve hapishane. Sonra Korsika. Kahraman gibi döğüşüyor, bilge gibi yazıyor. Ve seviyor. Tarih utanmamalı diyor bir biyograf ve hâkimlerini Prine'in yaptığı gibi aydınlatmalı. Aşk dehanın büründüğü şekillerden biri. İnsanın dörtte üçü aşıkken belirir.
Mirabeau iki parça. Sophie ve İhtilal. Roman ve tarih. Dram ve destan.
4.4.1964
CEHENNEMDEN MEKTUPLAR{13}
Bir tanem! Boyuna göklere yükselen, boyuna uçurumlara yuvarlanan bir insanın trajedisi. Sen öyle bir kadehsin ki bir yudumun iksir, bir yudumun zehir. Bu bir şükran mektubu olmalıydı, bu akşam fânilerin en bahtiyarıydım. Bu bir şükran mektubu olmalıydı, dudaklarındân ebediyeti içtim, ebediyeti ve aşkı. Bu bir şükran mektubu olmalıydı... Ama o kadar çok, o kadar çabuk değişiyorsun ki sevgilim, bulutlar gibisin, dalgalar gibisin. Yorgunum bir tanem. Ayaklarımı çakıllar parçaladı ve dudaklarım susuzluktan çatlak. Daha kaç gece saçlarını okşayabileceğim, bilmiyorum. Evet, yanımdayken entarinin teması beni âşıkların en bahtiyarı yapabiliyor. Saçlarını koklamak ne baş döndürücü saadet! Ya ellerin? yaşayan, duyan ve düşünen ellerin? muhteşem bir çiçek gibi açılan, muhteşem bir çiçek gibi kapanan ellerin... Kleopatra'nın geceleri. Vuslatın bin Kleopatra'ya değer. Ve bin kere can verilebilir senin için. Ama ölüm bile yanında güzel, ölüm bir şehvet, yanında. Dudakların dudaklarımda, bir rüyaya dalar gibi ölmek... Veya yaşamak... İkisi de güzel. Yine cehennemindeyim. Saat iki. Yanımdasın, içimdesin, kulaklarımdasın, göz bebeklerimdesin. Biliyorum ki bu gece de uyu- yamayacağım. Sonra günler, soğuk, düşman ve kasvetli, suratımı tırmalayıp geçecek, kalbimi dişleyip geçecek. Kadın benim için hiçbir zaman oyun olamadı. Sen kadından da fazla bir şeysin.
Aşkı vuslat taçlandırır. Kıvılcım o zaman yangınlaşır. Bunu bilmiyorsun. Yaşamaktan korkuyorsun sevgilim. Ve saadetten korkuyorsun. Hâlbuki hayatın ve saadetin ta kendisisin. Juliette kadar gençsin. Virginie kadar çocuk. Ben de Romeo'nun kara sevdasıyla tutuşuyorum. Ve Paul kadar tecrübesizim. Bakirim. Bu bir sonbahar fırtınası sevgilim.
Üzüntün beni yıktı. Her davranışın hürmet ve takdise layık. Ama galiba biraz rahatsızdık. Basit bir kazaydı bu. Hele gecemizi zehir etmeye hakkımız yoktu. Ben bir hafta o saatleri düşünerek yaşayabiliyorum. Ayrılırken sesin biraz daha gülümsemeliydi. Dargın gibi kaçtın. Bilmediğimiz bir limana gidiyor bu gemi. Deniz fırtınalı, ama bindik bir kere. Ateşle oynayanın parmakları yanacak, tabii bu. İyi geceler dilerim sevgilim.
4.4.1964 Saat 9.00
SEVGİLİYE MASALLAR{14}
Auguste Comte 47 yaşındaydı, Clotilde 30. Comte'un rezil bir karısı vardı. Clotilde'i bir gecede okunan adi bir roman gibi kaldırıma fırlatmıştı kocası. Comte çirkindi, hastaydı, parasızdı. Birkaç defa tımarhaneye girip çıkmıştı. Clotilde kimdi? Bir kucak et, bir yığın kemik. Clotilde yalnız Comte için farklıydı, sonra Comte'un bütün şakirtleri için tanrı oldu. Clotilde, Comte'u seven herkesin tanrısıdır. Sevgi, mermeri Venüs'leştirir, dudaklarında kan dolaşır taşın ve kalbi çarpar.
Beatrice kimdi? 9 yaşında pasaklı bir kız. Kocası için sokaktaki herhangi bir kadından daha az cazip, Dante için bütün aydınlık... Masallarda kurbağalar, yılanlar vardır, birden çirkin derilerinden soyunur, peri padişahının kızı oluverirler. Başkaları için yine kurbağadırlar belki. Her kadın bir kişi için tekrarlar bu mucizeyi. Pigmalyon balçıktan bir heykel yapmış, öyle sevmiş öyle sekmiş ki heykeli, heykel canlanmış. Samson bir çam yarmasıydı, kaygısız, serazat* ve hantal.
Dalila etini satan bir kadın. Samson'un kuvveti saçlarındaydı. Düşmanları Dalila'yı kandırdılar, kadın Samson'un saçlarını kesti. Ve düşmanlar çam yarması aşıkı çarmıha germek için kapıyı açarlarken Dalila ağlıyordu. Dalila gözleri oyulan Samson'u sevmişti.
Victor Hugo âşıktı karısına ve Adonis kadar güzeldi. Adele, zambak kadar temiz Adele, Hugo'nun Sainte-Beuve adındaki dostundan bir çocuk peydahladı. Sainte-Beuve çirkindi, bir satir kadar çirkin. Kadın budur. Hugo Juliette'e tutuldu. Elli yıl seviştiler, Juliette elli yıl mutlak bir saadetle bağlandı Hugo'ya. Duldu ve bir çocuğu vardı. Kadın budur. Kadın pervane olduğu zaman güzeldir. Kadın bizi kendine pervane ettiği zaman güzeldir. Rüsva olduğu zaman güzeldir. Rüsva ettiği zaman güzeldir. Kadın, kadın olduğu zaman güzeldir. Vazife... vazife. İnsanın tek vazifesi vardır. Mesut olmak ve mesut etmek. Bunların ikisi aynı şey.
Evet, 16 yaşındasın, yaramazlığınla, muzipliğinle ve tazeliğinle. Ama o yaşın kendini bırakışı yok sende. Biliyorum ki aramızda uçurumlar var. Belki bu, uçların birbirini çekişi. Belki insan tezadı ile bütün olduğu için seni bu kadar istiyorum. Bütün kusurlarınla güzelsin ve cazipsin. Bu kusurlar bir elmasın cürufu gibi eriyiverecek, yalnız sevginin alevine bırakmalısın kendini. Saat 10.30, yalnızım ve cehennemdeyim. Unutma ki kalbimde açacağın her yara kendi kalbinde açılacak. Ormanda uyuyan güzel! Son şehzade gülümseyişini beklemektedir... Gülümseyişini ve kalbinin daha hızlı, daha hızlı çarpışını. Hayat, girdapları ve zirveleriyle yaşanmaya layıktır. Ama üzüldüğünü görünce, ruhumdaki bütün ışıklar sönüyor. Bahara düşman oluyorum, kitaplarımı yakasım geliyor. O zaman ben de kaçmak istiyorum, senden ve herkesten kaçmak. Sen ne istediğini bilmiyorsun, ben biliyorum. Ve biliyorum ki iki yaralı kalp sağlam bir kalp eder. Sana yazdığım mektuplarda fazla edebiyat buluyorsun, bu kadın ben değilim diyorsun. O kadın sensin sevgilim.
Kürdanları portföyümde mukaddes bir emanet gibi saklıyorum. Seni bütün bir hafta görememek. Buna nasıl dayanabileceğim?
Akşamdan beri ağlıyorum. Ama merak etme, kendimden başka kimseyi bedbaht etmiyorum. İstesen romanların en güzelini yaşayabiliriz. İsteyeceksin de, hatta istiyorsun. Bütün korkum geç kalmamak.
Venüs alıngan bir tanrıdır, münkirlerini cezalandırır.
Neden bu güzel bahar sabahı senden ayrıyım? Neden yarın akşam buluşmuyoruz? Neden ömrümün geri kalan yıllarını mihrabında diz çökerek geçirmeyeyim? Neden bütün olarak benim değilsin? Zaman bir nehir gibi akıyor sevgilim. Her geçen dakikada bir parçamız var. Aşkın çiçekleri çabuk solar sevgilim.
Bütün kalbiyle senin.
11.4.1964 Saat 01
Kalbimi kelimelerle doldurdum. Mektuplarım onun için parmaklarını yakıyor. Dudaklarını da yakacak. Dudaklarını ve bütün varlığını. Ben pervane değil, ateşim. Kıskanıyorum kelimeleri. Birer kelebek gibi sana uçuyorlar. Kelimeler senin kokunla sarhoş. Saçlarını okşayan rüzgârı kıskanıyorum. Tenine sarılan entarini kıskanıyorum. Saçlarında dolaşan tarağı kıskanıyorum. Anlıyor musun? Aynanı kıskanıyorum. Yatağını kıskanıyorum. Yılları kıskanıyorum. Kimsin sen?
Kadın veya serap. Tanrıyı kıskanıyorum: seni beraber yarattık. O başladı, ben tamamladım. Sevmek yaratmak demektir. Pigmalyon'un biçim verdiği heykel canlanacak mı? Kimsin sen? Azabım veya saadetim. Yahut hem azabım hem de saadetim. Pigmalyon'un yaptığı heykel canlanmış. Damarlarında kanımın dolaşmasını istiyorum, kanımın ve aşkımın. O zaman granit de olsan canlanırsın, balçık da olsan. Canlanmazsan kırarım seni! Yeniden biçim vermek için belki. Ama dış biçiminde kusur yok...
Bu mektupları masal sanıyorsan aldanıyorsun. Kalemi aleve batırıyorum, gönlümün alevine. Ve sen yanardağ ile oynayan bir çılgınsın. Kırık bir sazda senfoni çalmak! Sevilen ses sazların en güzelidir. Kristof Kolomb'un önüne Amerika'yı çıkaran kader, karşıma seni çıkardı. Seni yani cehennemi. Ben herhangi bir insan değilim. Istırapta sonsuzluğa varmış ve susuzluktan dudakları çatlamış bir garip yolcu.
Binbir gece, on binbir gece... Sana her gün yeni bir şarkı besteleyebilirim. Kaf Dağı'nın ardındaki bahçelerden hiçbir fâninin koklamadığı çiçekleri, hiçbir elin uzanmadığı meyveleri getirebilirim... Çiçek de, meyve de palavra. Seni boşluktan kurtarabilirim.
Yolcu boş bir evin kapısını mı çalıyordu? Neden bu kapıyı seçmişti? Evin pencerelerinde ışık yoktu... Aşk İspanyol kervansaraylarına benzermiş. Onda kendi getirdiğimizi bulurmuşuz. Ben Ekvator'un güneşini, Akdeniz'in gecelerini, denizin sonsuzluğunu ve 18 yaşımın heyecanlarını getirdim bu kervansaraya. Kapıyı açacak mısın?
Saat 1.30. Bu mektup belki de pencerene konan son güvercin. Gerçek incilerle Hollanda taşlarını ayıramıyor musun birbirinden? Gerçek inciler ummandan çıkar. Benim gönlüm uçsuz bucaksız bir ummandır. Orada incileşen sensin. Hayat tesadüfün eseri, protoplazma tesadüf. Kader Kristof Kolomb'un karşısına Amerika'yı çıkarır. Dante'nin cehenneminde en korkunç azaplar, bahtiyar olabilirken olamayanları bekliyor. Bunu sana daha evvel söylemiştim. Bu gece yine uykusuzum. Yine kulaklarımda sen varsın, etimde sen varsın. Seni olduğun gibi kabul etmek! Tanımıyorum ki. Bir saatte dört mevsim. Toprak bile almadan vermez. Harikulade bir romanı beraber yazabiliriz. Yazabilmek ne kelime! Yaşıyabiliriz. Roman başladı mı? Bir dakika kendin ol. Bir dakika cemiyetten sıyrıl,, ezberlediklerini unut. Bırak varlığını. Bir rüyaya bırakır gibi bırak. Aşkın bir oyun olduğunu kabul etmiyorum. Aşk bir teslimiyettir, bir eriyiştir. Yeniden doğmak için uyanıştır. Aşkın bütün sırrı iki kelimede: varlığından soyunmak. Aşk için ya hep vardır, ya hiç. Sen hep misin, hiç misin? Bu iş ters başladı. Belki anlamadığın ve anlamayacağın bir dili konuşuyorum. Bu dili anlayan kaldı mı ki?
Sana mektup yazmak, asırlarca hiçbir peri kızının okumadığı mektupları. Destanlar yazabilirim. Ama anlarsan. Yoksa kelimeler bütün pırıltılarını kaybeder. Elmas kömürleşir... Geçen akşam ne kadar naziktiniz, zindanıma bahar getirdiniz. Sonra, sonra yine o anlayışsız, o herhangi, o sokaktaki kadın... Ben insanlardan gözlerim için ışık istemedim. İstanbul sokaklarında dört gün dört gece aç gezdim. Aşkta dilencilik etmem. Yarım saat, bir saat, on dakika görüşebilirdiniz benimle. Bir daha sizi hiçbir ricamla rahatsız etmeyeceğim. Sizi ve hiç kimseyi. Bu gece yeni tanışan iki insan gibiydik. Gelmeyecektim. Size fazla ehemmiyet vermediğimi göstermek için geldim.
Ben arkadaşlarımı sevgime layık oldukları müddetçe ararım. Kalp. Köpek yesin kalbi. Saatler geçiyor. Bahar geçiyor ve biz göçüyoruz. Kapıyı daha çok çalarım belki. Belki de... Ama evin boş olmadığından emin olmalıyım. Seni sevmesem bu oyunu uzatabilirdim. Belki şakayla başladı bu iş. Bütün işler şakayla başlar. Belki baharın muzipliği bu...
İyi geceler canım.
18.4.1964 Saat 1.30
Sen, ıstırabı kitapta gören kadın! Istırabı ve hazzı. Sen kabak çekirdeği ile oyalanan çocuk. Ama bu, oyunun kaidesi. Belki işitmişsindir, Alman şiirinin Goethe'den çok daha büyük bir yaratıcısı vardı: Hölderlin. Delirdi. Sana ne Hölderlin'den? Hölderlin'i kaç çağdaşı tanıyordu? Bir marangoz evini açtı ona. Hölderlin neden delirdi bilir misin? Karşısına sen çıktın. Nietzsche de delirdi...
Clotilde herhangi bir dişiydi. Kibar bir kerhanede kaç sene çalışabilirdi? Bilinmez. Auguste Gomte var olduğu için Fransa da var. On dokuzuncu yüzyıl Comte'un yüzyılı. Clotilde Comte'u ne kadar anladı? Bu bir trajedidir. Yalnız benim Hölderlin ve Comte'dan farklı taraflarım var. Büyük ve küçük taraflarım. On dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında yaşasam Comte olmayı zillet sayardım. Hölderlin... 18 yaşında Hölderlin'dim... Bir herif diyor ki, dâhi ile deli arasındaki fark minnacık: dâhi, dâhi olmasa da, saygıya layık bir delidir...
Bir adam yabancı bir ülkenin hastanesinde ölümü bekliyordu. Bir kadın çıktı karşısına. Bu adam yabancı bir ülkenin hastanesinde veya kendi ülkesinin hapishanesinde ölümü bekliyordu. Bir kadına ölümden bahsetmek küçüklük biliyorum. Başka kadınlardan bahsetmek daha büyük bir küçüklük. Benim gençliğimde kız arkadaşım olmadı. Neden? Her bulunduğum yerde birinciydim. Kolumla birinciydim. Kafamla birinciydim. Ve her zaman bir kadın için bir Ortaçağ şövalyesinden bin kere fedakâr olabilecek yaratılışta idim. Benim kız arkadaşım olmadı. Belki çok sevdiğim için, çok seveceğim için, bahtiyar edeceğim için olmadı... Ben çocuk da olmadım, genç de olmadım. Daima yaşlıydım. Hayat böyledir sevgilim, kimsenin suçu yok. 36 yaşında karanlığa gömüldüm. Belki bu daha iyi oldu. Olmak ve olmamak. Hiçbir şey olamadım. Sana rastladığım zaman uçurumun kenarındaydım. Yine uçurumun kenarındayım. Bilemezsin, çektiklerimi bilemezsin. Sen ıstırabı kitaplarda gören kadınsın! Herkesi kıskandım. Bilhassa senin erkeğini. Ama hazineyi bekleyen ejder kıskanılmaya ne kadar layıktır? ... Baharın muzipliği... Hangi baharın? Yirmi iki yıl önceki baharın mı? Kadın sevdiği zaman kadındır. Hazret-i Ali, kendini ağız dolusu öven birine, ben senin övdüğün kadar büyük değilim, der, ama düşündüğün kadar da küçük değilim. Bir adam ki doğduğu günden beri çöldedir, senin tanıdığın hiç kimseye benzemez. Istıraplarıyla benzemez, zekâsıyla benzemez, ruhuyla benzemez, vücudu ile benzemez. Bir adam ki istesen ve istese her şey olabilirdi. Ne yapsın? Niçin olsun? Neden oyun oynuyoruz ikimiz de? Seni seviyor muyum? Bilmem! Sevgi karşılıklı olur, seni sevebilirim, bütün olarak sevebilirim, çılgınca, ölesiye sevebilirim. Belki seviyorum da. Hayır. Ama neden günlerim seni sayıklamakla geçiyor? Bu bir kıvılcım değil, bir yangın. Etimdesin, damarlarımdasın, kan gibi, alkol gibi, diş ağrısı gibi, mikrop gibi. Bir romandan sekiz on sayfa. Ne kadar bedbahtım. Ben yazacağım, sen susacaksın. Haftada bir, lütfen herhangi bir vatandaşa gösterdiğin iltifatı benden de esirgemeyeceksin... Yoo şekerim. Ben göğüs boşluğumdan kalbimi köpeklere atmasını da bilirim. 47 yaşındayım. Önümde belki bir saat, belki bir hafta var yaşayacak...
Yabancı bir ülkede ölümü beklerken bir kadın bana, sen kıskanılacak adamsın, dedi, sevilecek adamsın. Bu kadına peki desem, kocasını zehirleyecekti. Ben susuzum. Sevgiye ve kadına. Bütün etim, bütün varlığım susuz. Hiçbir çöl böylesine alev alev değil. Sen huzur içinde uyuyorsun. Yarın gece bir başka dostundasın. Bir başka dost. Sitemden hoşlanmıyorsun.
Hayat senin için bir kukla oyunu. Seven sitem eder, sevilen siteme katlanır...
Ne kadar gariptir ki hayatımın tek aşk mektuplarını 47 yaşında ve sana yazıyorum. İntihar ne güzel şey. Anlayacağını ve üzüleceğini bilsem... Hayır. Biraz daha yaşamak istiyorum. Sen ıstırabı kitaplarda gören kadın!
Bu akşam güzel bir vaiz dinledim. Adımı taşıyanlara karşı gösterdiğiniz iltifata teşekkür ederim. Yalnızken pek az konuştunuz, diliniz ayrılırken çözüldü. Oyun oynayacak kadar genç değilim. Oyun oynayacak kadar yaşlı da değilim. Mektup ya bir hıçkırıktır, ya bir neşide. Mektup bir kementtir, bir davettir. Kime ve neye? Bu akşam yine yalnızım ve yine bedbahtım. Beni anlamanız için sizi terketmem mi lâzım? Yoksa intihar etmem mi? Ama ben oldukça varsınız siz. Sizi ben yarattım. Sizi bir köprü olarak yaratmadım. Siteme alerjiniz varmış, bu bir zaaf, bu bir kendine güvenemeyiş. Sevmek sitemle başlar. Ayrı dilleri konuşuyoruz...
İnsanla hayvan arasındaki fark şu: insan sever. Hayvan insiyaklarına boyun eğer. İnsan sevdiğini yüceltir. Aşk, bütün ıstıraplarıyla, bütün hazlarıyla insanın icadı. Bilmiyorsun ki... Ben biliyor muyum? Evet, biliyorum. Sonu ne olacak, diyorsun! Kendini dalgalara terk et, bir kayaya yapışan midye olmaktan kurtul. Köpük ol, inci ol. İnsan yosun olmak için yaratılmamış. Havva cennette mesut değildi. Yazmayacaksın, konuşmayacaksın ve ...ne kadar bedbahtım. Çöldeyim, dudaklarımın hasretle uzandığı su kuruyuveriyor. Ama bu bir serap değil ki. Sevginin biricik gıdası sevgi. Hayatımda hiç kimseyi şikayetlerimle rahatsız etmedim. Ve etmeyeceğim.
Sen ilkbaharın muzipliği diyorsun. Ben ümitlerin son kanat çırpışı diyorum. Hangimiz haklıyız? Ben çocuğum, ruhum, 16 yaşında, 14 yaşında. Aşk oyunu oynayacak yaşta değilim. Ne olur bir parça düşün. Bir insanı bahtiyar etmek, bir insanı hayata bağlamak, bir insanı, belki bir asırda bir gelen bir insanı. Bir saatte birkaç mevsim! Kaç saat beraberiz. Bu gece kaç saat beraberdik. Sonra? Susuyorsun. Ölü gibi susuyorsun... Bu adam 47 yaşında, bütün mazisi ile bütün istikbali ile... Senin için kitaplar dolusu eser yazılabilir. Ama neyi terennüm edecek? Neden dudaklarından sıcak bir cümle dökülmüyor? Hep aynı kepaze kepaze lakırdılar. Ve senin suçun yok, alışmamışsın, bilmiyorsun. Bilmek de istemiyorsun.
Saat 2.30. Bu akşam hep aynı mevsimi yaşadık. Yalnız saçlarınla ellerinle güzeldin. Saçlarınla, ellerinle daima güzelsin. Ama Venüs kendisine ihanet edenleri affetmez. Boğuluyorum, uçurumun kenarındayım. Beni kurtarmanı istiyorum. Seni kurtarmak istiyorum. Ne olur kirli bir elbise gibi sıyrıl peşin hükümlerinden, kendine ve bana acı! Bu akşam garip şeyler söyledin. Daha doğrusu geveledin. Bu sevgi değildir, dedin. Söyler misin sevgi nedir? Sana yazarken sadece seven bir insanım. Mektuplarımda kelime cambazlığı yok. Yazar değil, insanım. Bunu hissetmiyor musun? Bunu hissettiğin zaman geç olmayacak mı? Aşkın dertleri, rüsvalıkları var ama benim çektiklerim fuzuli. Neden bir yangını, bir meşaleyi kuyu suyu ile söndürmeye çalışıyorsun ?.. Ellerin ne kadar güzeldi. Yaşıyor ve konuşuyordu. Hiçbir erkek hiçbir kadına bu mektupları yazmamıştır. Bu trajedi, Shakespeare'i olmayan bir trajedi. Hayat yaşanmaya değmez. Tanrı yok ki dualarımızı kabul etsin. Ölmek ama ellerin avuçlarımdayken. Ama sen benim olduktan sonra, dudakların dudaklarımdayken. Hayattan bu kadar bir lütuf beklemek çok mu? Ne olur biraz daha dostça konuşsaydınız! Sülaleme sevgi ilan etmeye lüzum yoktu. Sevdiğimin daha sevilmeye layık olduğunu görmek istiyorum. Salı gecesi düşündüklerinizi lütfen baş başa iken söyleyin. Bu macerayı berbat etmeye hakkınız var mı? Siz siteme alışın biraz, ben de çileye. İsterseniz, sahiden isterseniz, hiçbir sitemde bulunmam. Tasavvur edin ki yalnız sesinizi duyuyorum, sesinizi ve vücudunuzu. Biliyorum ki güzelsiniz. Ama bunu sadece başkaları görüyor.
İyi geceler my darling.
18.4.1964 Saat 9.30
Zavallı Haşim... Aşk gecesini dolduran feryatları "sâgar"a bağlıyor: yanmakta bu sâgardan (içki bardağı) içenler. Hangi sâgar? Fuzuli'yi, Mecnun'u ve bütün şiirimizi kasıp kavuran bir alevle dolu sâgar. Zavallı Haşim. Hiçbir kadın sesi zindanının duvarlarını ürpertmedi. Neden şiirimiz Fuzuli'den Haşim'e kadar uzun bir feryattır? Kadının esir pazarlarında alınıp satıldığı bir ülkede, hassasiyetinden başka hazinesi olmayanların kaderi, gözyaşlarını incileştirmek. Aşk hiçbir edebiyatta Şarktaki kadar karanlık, çileli ve dikenli değildir. Ve bütün Türk şiirinde adı dudaktan dudağa dolaşan tek kadın yok. Neden? Cemiyette olmadığı için. Türk kadını kafes arkasından sokak ortasına fırlatıldı. Avrupa kadını gibi salondan geçmedi. Eskiden yalnız dişiydi. Olgunlaşmasına vakit bırakmadan hayat arabasına koştuk. Ondan nefes nefesedir. Batı'da kadın Rönesanstan beri erkeğin yanı başında duyan, düşünen, düşündüren bir arkadaş. Eski Yunan ve Roma'da da öyleydi. Yalnız o çağlarda birkaç cilde bölünmüştü kadın. Perikles asrı Aspasya'nın asrıdır. On yedinci yüzyıl, on sekizinci yüzyıl, hatta on dokuzuncu yüzyıl kadınların eseri. Batı'da sanayi inkılabı kadını fabrikanın çarklarından biri yaptı. Hangi kadını? Büyük şehirlerin kenar mahalle kadınını. Ötekiler şiir yazdılar, roman yazdılar, okudular ve düşündüler. Yalnız o kadar mı? Sevdiler ve sevildiler. Aşkı yarattılar. Batı'da kadının iş hayatına atılması dün denecek kadar yeni. Gina Lombroso İtalya'nın ilk kadın doktoru.
Yunan ve Roma'da kadın birkaç ciltti. Birinci cilt hayli sıkıcıydı. Kölelere emir veren, doğuran bir robot. Sadece vazifeleri vardı bu kadının. Ve hep aynı fotoğrafın çoğaltılmış nüshalarıydı. Tarihi yoktu, macerası yoktu. İkinci cilt kadın öldürdü. Avrupa tek cilde sığdırmak istedi kadını. Ve sığdırdı. Kadın hem anne olabildi, hem sevgili: Havva ile Messalina'yı birleştirmek. Sonra tekrar ciltlere bölündü kadın. On cilt, yirmi cilt ve yine noksan.
Bizde kadın hâlâ esir pazarlarında satılan dişinin bütün ruh komplekslerini yaşamaktadır. Hiçbir zaman kendisi değildir. Erkeği eşya sanır, erkeği de, kendini de. "La Dame Aux Camelias", "Manon Lescaut"... Yok, böyle kadın. Dün, erkekten iltifat dilenen bir cariyeydi kadın. Teninde hâlâ esir bezirgânlarının kamçı izleri. Artık ustalaştı, bedbaht etmesini biliyor. Kadınlarımız Avrupalılaşırken Avrupa kadını kadınlıktan kopmaktadır. Yani örnek olarak aldığı kadın o sanat ve medeniyeti yaratan büyük ve ilahi kadın değildir artık.
İnsanları olduğu gibi kabul etmek. O zaman mağaradan çıkmazdık. Ne peygamberler gelirdi, ne kahramanlar. İnsan yalnız tabiatı değil, insanı da değiştirdiği içindir ki bir tarihi var. Olduğu gibi, yani nasıl? Her insanda en az bir düzine insan var. Uyuyan ve uyandırılmak istenen bir düzine insan. Bunların hangisi biziz? Şartlar o bir düzine insandan birkaçını davet ediyor sahneye. Onları görüyoruz. Asıl insan rampın* ışıkları altında boy göstermeyendir. İnsanları olduğu gibi kabul etmek. Yani tiyatrodaki aktörü benimsemek. Garip bir davranış.
11.30
Şikayet, şikayet... Bunlar bulut sevgilim. Bahar bulutları. Bir tebessümün hepsini dağıtır. Zaten Venüs'le Baküs birbirlerinden çok hoşlanmazlar. Düşün sevgilim. Avuçlarımda avuçlarının sıcaklığı dar ağacına gider gibi karanlıklara dalmak. Ve her zaman yarıda kalan bir şarkı, bozuk bir plak gibi hep aynı mısranın tekrarı. Bu mısra güzel. Bir ömür verilecek kadar güzel. Alışacağız sevgilim. Ben daha istediğin gibi olmaya çalışacağım, ama nasıl olmamı istiyorsun, bilmiyorum ki. Bunun sonu ne olacak diyorsun. Yarım saat sonrasını biliyor muyuz? Sonradan bize ne? Hayat bir parça da sonunu bilmediğimiz için güzel. Heyecanları ve sürprizleriyle güzel.
Dün gece yazdıklarımı okudum. Ve virgülüne dokunmadım. Öyle hissetmişim. O satırlar benim değil artık, senin. Haklı haksız. Aşk sözlüğünde bu iki kelimenin yeri yoktur. Deniz dalgalanmış, suç rüzgârın. Rüzgâr sensin. Mektubun arasına ilham ettiğin bir yazı parçası da girdi. Senin için yazdım. Elbette birbirlerimize benzeyeceğiz zamanla. Yani ben biraz daha uslanacağım, sen biraz daha çılgınlaşacaksın... Görüştüğümüz zaman memnun kalmadığını anlarsam yazdıklarımı yakarım bir daha, sana yollamam.
Şehvet ve ibadetle.
21.4.1964 Saat 1.30
Bu eski bir hikâye my darling. Hangi hikâye eski değil ki. Veya hangi hikâye eski? Kelimeler Mahmutpaşa'nın kaldırımları gibi kirli, cam parçaları kadar mânâsız, rezil ve hain. Kaldırım orospusu gibi her önüne gelen mıncıklamış onları. Ve mıncıklıyor. Hiçbiri, hiçbiri kalbimizin aynası değil. Sıcak değil. Ağlamıyor. Gülmüyor. Bu eski bir hikâye my darling. Onlardan ilk şikâyet eden ben değilim. Oyuncağa benziyor kelimeler.
Trajedidekilerle komedidekiler aynı. Seni seviyorum, bedbahtım ve saire. Kaç bin dudaktan kaç kere tükürük gibi dökülmüş, kaç facianın başlangıcı olmuş. Ve bütün hayat, bütün insanlığın hayatı, bütün tarih bu birkaç hecenin içinde. Tanrı kelime, peygamber kelime, kahraman kelime. İncil güzel söylüyor: kulakları olanlar duyar ve gözleri olanlar görür. Bu eski bir hikâye my darling. Ama bir herif yeni bir kitap yazmış. Atalım diyor kelimeleri, insanı kelimeler mahvetti, hayvanı insan. Babil Kulesi. Felaket onunla başlıyor. Babil Kulesi'nden sonra kimse kimseyi anlayamaz oldu.
Samsonun kuvveti saçlarındaydı. Benim kelimelerde. Kelimeler Tanrımdı benim, gücümdü. Onlara inanmıyorum artık. Kaç saat dinlemeye tahammül ediyorsun? Başın ağrıyor. Kelimeler benim kanımdı. Onları gözyaşlarımla, onları ciğerlerimle dolduruyordum. Her birinde ben vardım. Gönlüm vardı. Musikim vardı, şiirim vardı. Bu eski bir hikâye my darling.
Zindanıma geldiğin zaman iki yol vardı önümde: cinnet ve ölüm. Sen üçüncü oldun. O kadar susuzduk ki sevgiye...
Bu eski bir hikâye my darling. Padişahın oğlu kurtulamamış. Gömleği yokmuş bahtiyar adamın. Bu eski bir hikâye. Bilmem bu tiyatro seyredilmeye değer mi? Bu eski bir hikâye my darling. Sen başını bilmiyorsun. Anlatamam ki.
Zavallı, zavallı Emma Bovary. Neden yüz yıl önce doğdun? Sen Emma'yı tanır mısın my darling. O Don Kişottan çok çok daha bedbahttı. Don Kişot'u da kitap öldürdü, onu da. Ama Don Kişot erkekti. Kendisi Dülsine diye bir sevgili yarattı. Hakikatte pasaklı bir köylü kızıydı Dülsine. Ama bize ne? Dülsine Don Kişot'u sevenlerin hemşiresidir. Dev diye yeldeğirmenleriyle boğuştu Don Kişot. Kendi dünyasında yaşadı. Ve gönlümüze göçtü.
Emma, Emmam benim! Bir itle evlendi, birkaç itle yattı. Ve bir eczaneden aldığı arsenikle intihar etti. Dünya edebiyatında bir erkek severim: Don Kişot. Bir kadın severim: Emma. Ben ne Don Kişot gibi şerri kollarıyla yenebileceğine inanan bir şairim, ne de Emma gibi hüsnüne rüyasındaki erkeği ram edebileceğini tasavvur edebilecek ölçüde hayalperest. Beni kudurtan aczim my darling! Ben büyüklüğü içinde küçüğüm. Biliyorum ki dâhi dedikleri talihlilerden olabilirdim. Bir kıl eksik bunun için. Kadın ya şehvettir, ya şefkattir. Yahut ikisidir. Sen bana ciltlerde ara onu diyorsun. Ben o ciltleri sende bulduğumu sanıyordum. Saat 11.00 ve ayrıldın. Başın ağrıyordu. Ama benim saatlerce, günlerce başım ve ruhum ağrıyor. Ne istiyorum? Bilir miyim? Yaralıyım my darling. Baştan ayağa yarayım. Bu eski bir hikâye. Yalnız hazin tarafı hiçbir hikâyeye benzemiyor. Ne olurdu bu kitaplardan birinde kendiminkine benzer bir hikâye bulsam. Şu anda merhamete bile susuzum. Demek ben kendisine ancak birkaç saat tahammül edilebilecek bir insanım my darling. Trajediler uzun sürmez.
Hâlbuki biraz farklı olabilirdi bu dünya. Çok daha güzel olabilirdi. Bu mektubu ne zaman okuyacaksın? Bundan evvel okudukların neye yaradı? Belki hakkın var. Zaten sen daima haklısın. Muhatabını şaşırmış bir mektup bunlar. Meçhule yollanan birer mektup. Hayır, my darling. Bana lazım olan yalnız etin, yalnız saçların değil. Ne olur biraz daha gönülden konuşsan, biraz daha ister görünsen... Biraz daha sever görünsen. Yalan mı? Yalan mı? Ne olur yalan olsa?
Sen oyun diye seyrediyorsun, ben ateşin içindeyim. Yanımdayken minnettarım sana, mestim. Sonra, sonra kör bir kuyuya yuvarlanıyorum. Kâinat ve hayat bitiyor. Bazen tek kelime, sesinde hafif bir titreyiş önümde öyle bir uçurum açıyor ki!
Doğru söylüyorsun my darling. Sen kadınsın sadece. Belki en kötü taraftarıyla kadın. Nemesis gibi... Nemesis'i bilir misin? Nemesis erkeği tanımamış. Onun için herkese düşman. Ama büyüklere düşman Nemesis. Dehaya düşman. Fazilete düşman. Parmakları benim gözlerime kadar uzandı.
Ne çıkar? Sen parmaklarını gönlüme uzattın. Onu mıncıklıyorsun, tırnaklıyorsun. Bu eski bir hikâye my darling. Ama hiçbir kitabın yazmadığı eski bir hikâye. Bir akşam, benim ol demiyorum, üç saat beni dinle. Daha çok gencim my darling. Ana rahmine düşen her sperma bir Cemil Meriç olmaz. Daha çok gencim. Ama uçuruma yuvarlanmamak için bir kadın eline ihtiyacım var.. Bir buçuk milyar kadın var dünyada. Kristof Kolomb'un karşısına... Haklısın my darling. Sana ne vaad edebilirim? Oynadığım bütün oyunları kaybettim. Belki acılarımdan başka büyük tarafım yok. Mağlubum. Bahtiyar olmanı çok isterdim. Bunun için çalıştım da. Bahtiyar olmadığını görünce sahneye çıktım. Beni aczim öldürüyor my darling. Sandığından çok kudretli olduğum halde rüyadaki gibi kollarım bağlı. Gözlerin benim değil.
Tebessümün benim değil. Saçların benim değil. Bu akşam bozmayayım diye onları parmaklarımı bile dokunduramadım. Benden başka herkesinsin my darling. Bahar gibi, çiçekler gibi. Her şey herkesin. Yalnız sözlerinle benimsin. Sözlerinle ve yarım saat okşayabildiğim parmaklarınla. Bu eski bir hikâye my darling. Defterine ölümden daha güzel ol diye yazmıştım. Neden her zaman ölümden daha güzel değilsin? Hayır, my darling, hayır. Benim metrese ihtiyacım yok. Daha doğrusu bu bir teferruat. Benim, seven bir kadına, anlayan bir kadına ihtiyacım var. Belki bu kadın çok my darling. Bir veya bin. Sen hıçkırıkları kahkaha sanıyorsun my darling.
Uçurumun kenarındaki adama hayat uzundur diyorsun. Yaz var, kış var, bahar var diyorsun. Belki doğru my darling. Ama ben var mıyım? Neden insanlar saadet kaybolmadan farkına varamıyorlar? Telepati neden yalan? Ben hıçkırırken sen nasıl uyuyabiliyorsun? Bu çok yeni bir hikâye my darling. Birkaç günlük. Belki bu gece başlayan bir hikâye. Ama kelimeler eski. Saçlarını yaptırırken okuduğun bir mektup ve sonra belki bir gazetede okuyacağın haber. Dünyadan şikayet edenlerin kaçta kaçı benim duyduklarımı duydu? Ben bu oyunu oynamak istemiyorum my darling. Sevginin bütün oyunlardan kuvvetli olduğuna hâlâ inanıyorum. Seven sevilir. Demek inanmıyorum kâfi derecede. Yoksa sen de kül olurdun. Şimdilik bu kadar my darling. İyi geceler...
1.5.1964{15}
Bu kâbus şuurla başladı. Mektep bahçesinde oynayan çocuklar vardı. Ben yalnızdım ve yabancıydım. Yabancı yani düşman. Dilim başkaydı ve gözlüklerim vardı. Kör dediler. Ben bu kelimenin kuduz köpek dişlerine benzeyen temasını ruhumda kırk yıl önce duydum. Ve bağlanmak ihtiyacı tedavisiz bir sıtma nöbeti gibi benliğimi sardı. Sevmek. Kimi ve nasıl? Geçti yıllar. Meyhane masalarında, sokaklarda. Mefisto'ya satar gibi izdivaca sattım kendimi. Bir parça et ve bir parça şefkat. Geçti yıllar. Zilleti Dejanire'in gömleği gibi çıkartamadım sırtımdan. Daima kendimden utandım. Yaratmak mümkün değildi.
Gürbüz çocukların ana karnında boğulduğu bir ülke. Sonra Paris. Ve kâbus'un ecel terleri döktüren safhaları. Acı hafızayı çatlatıyor. Ve buharlaşıyor hatıralar. Ağlayamamak, yazamamak. Madam Buvrey ve bir sesin aydınlatıp kararttığı hayat. Bütün dünya bir bonjur'un iki hecesiyle güzel veya çirkin. Yalnızlık ve Madam Fouche. Saint-Michel bulvarındaki apartman, şüphenin zehri, hastahane, Luxembourg bahçesi. Madam Fouche bir ablaydı sadece. Derinliği yoktu. Deliliği yoktu. Kadından çok melekti.
Belki de beni üzmemek için birçok şeyler yaptı. Seviyor muydu? Sanmıyorum. Belki bir tecessüstüm onun için. Belki sadece gençliktim. Belki Hıristiyan olduğu için ilgilendi acılarımla. Kahkahası bir cıvıltıydı. Ve parmakları yanan alnımda dolaştıkça zindanımda güneş doğardı. Ama bu kadardı Madam Fouche. Clotilde arayan bir kadındı. Bir yangındı Clotilde. Katil edebilirdi insanı. O da bedbaht bir izdivaç yapmış, kocasından ayrılmıştı. Ve üç çocuğu vardı. Avuçları avuçlarımdayken bir konkistador ihtirası duyuyordum içimde. Nasıl konuşurdu yarabbi. Clotilde, kadındı. Ama çıldırttı ve kaçtı. Kısa bir mektubunu aldım.
Kocasıyla barışmış. Özür diliyordu. Hastahanenin balkonunda tanıştığım Sorbonlu kızın adını bile unuttum. Renksiz ve kokusuzdu. İşte bütün Paris. Bir sokak orospusunun suratını göremeden ve kavurucu bir susuzluk içinde, ruhumun dudakları çatlak, çölde yaşar gibi yaşadım Paris'te. Luxembourg bahçesi. Medicis çeşmesi, kuş sesleri ve yaşanmamış hatıralar. Hiç kimse bu şehri hafızasına bir cehennem gibi yerleştirmemiştir. Paris Kalver'im oldu benim. Sonra koptum Paris'ten. Gönlümün yarısı, rüyalarımın yarısı orada kaldı. Geçti yıllar, elimi uzattığım bütün dallar kırıldı. Ve yuvarlanıyorum. Artık herhangi bir hayale kucak açamayacak kadar yorgunum. Sana uzandım ve ellerim yandı. Bir gergedanınki kadar duygusuzdu. Ve dudakların bir timsahınkiler gibi. Alisya. Demek ıstırap asilleştirmiyor insanı. Kendi ıstırabımdan bahsediyorum Alisya. Sen dişçi iskemlesinde veya doğum yatağında bilirsin ıstırabı. Bir köpeğe atılan kemik. Benim susuzluğum bu değil. Alisya bir Yunan dilberi kadar güzelmiş, sonsuz varmış bakışlarında. Ama Tanrı o güzel vücuda habis bir ruh hapsetmiş. Sen Alisya değilsin. Ekmek istedi, kan verdiler. Sen benim yarattığım bir rüyasın. Saatlerdir gözyaşlarını konuştu. Sözlerimden daha beliğ idiler. Demek ne acınmaya layıkım, ne sevilmeye...
4.5.1964
Sen bir davettin my darling, Günaha ve meçhule. Sesin alev alevdi. Rüyalarım çiçek açtı dallarında, Adın şehvetti.
9.5.1964 Saat 2.35
Taşlık'ta sesini aradım bu gece. Zindanıma ışık serpen sesini. Saçlarına susuzdu dudaklarım, dudaklarına susuzdu. Taşlık'ta seni aradım bu gece. Akşam zehir gibi doldu içime. Gurbet gibi doldu. Taşlık'ta seni aradım. Seni yani rüyalarımı. Saatler yürümüyor my darling. Zaman çarmıha gerili ve ben zamana. Seninle beraber batıyor güneş, sen gidince yıldızlarım kararıyor. Ellerine susuzum my darling. Entarinin temasına susuzum, kokladığın havaya. Ve sen kendilerine hiçbir şey eklemediğin, sana hiçbir şey vermeyecek olan insanların arasındasın. Bunlar sensiz yaşayabilir my darling. Rakı dudaklarımı yaktı. Dudaklarımı ve gönlümü. İspirto, alevi söndürmüyor. Kadehim kadehine dokunacak ki my darling, içindeki ışık olsun. Sen konuşurken my darling yıldızlı bir medar (dönence) gecesinin kucağındayım. Sen yokken kör bir kuyuda. Demek.. Sen de tabiat gibi hazinelerini dağa taşa savurmaktasın. Haftada birkaç saat beraberlik yetiyor sana. Ben de alışacağım. Zamanın parmakları her yarayı kapatır. Zamanın veya ölümün. Ne zaman görüşeceğimizi bile söylemedin. Bu bir asır nasıl geçecek my darling. Saygılarımla...
19.5.1964
Bir akşam, postacı kapını çaldı, ama duymadın, dediniz. Kapım her yolcuya açılır, her yolcuya, her davete, her arayana. Gönlümün kapılarını ardına kadar açtım. Bir şehrin, bir kalenin kapıları gibi. Hatırlıyor musunuz? Ağlamıştınız o gece. Elleriniz ellerime dokunmuştu, kadehimi siz doldurmuştunuz. Hiçbir kadın sizin kadar gel dememiştir erkeğe. Ne istiyordunuz? Sizin gibi bir düzine dişiyi bahtiyar edecek kadar erkeğim. Sizin gibi birkaç düzine dişiyi, birkaç düzine okuduğunu sanan dişiyi hayran bırakacak kadar doluyum. Fikirle doluyum. Hisle doluyum. Bilgiyle doluyum. Siz kapıları çalıp kaçan çocuk. "Je ne vous quitterai jamais" öyle mi? Neredesiniz peki? Bu gece de yalnızdım. Bu gece de sizi bekledim Taşlık'ta. Bu kaçıncı gece biliyor musunuz? Bu cuma altı buçukta Taşlık'tayım. Gelmezseniz minnettar kalacağım size. Bir kadına çabucak bağlanmanın, bütün gönlümle bağlanmanın, bütün etimle bağlanmanın acısını yudum yudum tattım: Sizi ağrıyan bir diş gibi çekip atacağım gelmezseniz, gönlümden. Ve hafızamdan atacağım. Her ameliyat ıstıraplıdır. Hem de kalp ameliyatları. Hiçbir kadın kırkından sonra sizin kadar sevilmemiştir. Siz rüyamdınız. Anlamadınız. Duymadınız. Ama anlayacaksınız ve duyacaksınız. Çektiren çeker. İyi geceler my darling.
19.5.1964
Hayat bir orman my darling. Her ağaç bir ebülhevl. Ve kulağınıza saplanan bir kobra ıslığı, zehirli bir ıslık. Araplar ebülhevl demiş Sfenks'e. Ebülhevl, yani dehşet saçan. Yunan için ebülhevl bir arslan vücudu, bir kartal pençesi ve genç bir kadın başı. Mısır için kuyruklu bir kaya parçası. Hayat bir Sfenksler ormanı, her adımda gırtlağımıza sarılan bir sual. Bir acabalar denizinde pusulasızız. Sfenks konuşmayacak ve sen içinden geçenleri parmaklarının ürpertisinden anlayacaksın, saçının ürpertisinden anlayacaksın. Ödip'in yolunu kesen Sfenks, Sfenks değil my darling. Sfenks sensin, görünmeyen bir Sfenks, konuşmayan bir Sfenks. Sevilen bir Sfenks. Kelimeler bir zırh, bir kabuk, bir kale. Yaralanmamak için konuşuyoruz. Kelimeler bir hançer, bir diş, bir tırnak. Yaralamak için konuşuyoruz. Kelimeler bir bulut. Görünmemek için konuşuyoruz. Güftesini anlamadığın bir ninni kelimeler. Denizin uğultusu gibi. Kadın Sfenksten farklı. Sfenksin sorduklarını bilirsen Sfenks ölür. Bilmezsen seni öldürür. Kadın gözleriyle sorar ve beklediği cevabı alamayınca ölür ve öldürür. Peki, beklediği cevabı alırsa? Yeniden sorar kadın. Cevap cümle değil, harekettir. Kelimeler birer oyuncak onun için. Göğsüne takacağı iğneden daha değersiz bir oyuncak. Ama saadet de bir Sfenks, my darling!
Seni kafamdan koparıp atamadım. Kafamdan ve gönlümden. Bazan bir utanç gibi içimdesin. Bazan bir zafer gibi. Ama hatıran hep buruk, hep yaralayıcı. Ağrı desem değil, sızı desem değil. Daha köklü, daha köksüz. Tek kafatasında oynayan facia birkaç perdede biter. Bu facianın seyircisi bile yok. Yahut faciayı komedi gibi seyreden garip bir seyircisi var. Bir yıl, on yıl.
Kâinat bir ateş deniziymiş my darling'. Yavaş yavaş kabuk bağlamış. Gözyaşları her alevi söndürür. Kadın seziş demektir my darling! Seziş, çırpınış. Kadın feragat, sevgi, merhamet demektir. Sevmiyorsa, acımıyorsa, kin duymuyorsa...
23.5.1964{16}
Corinne kim? Bilen yok. Kimi bir değil, birkaç orospunun müşterek adı diyor. Corinne Ovid'in ejerisi. Veya Pigmalyon'un yaptığı heykel. Ama bütün ihanetlerine rağmen dürüst kadın Corinne. Ve şiiri paraya tercih edecek kadar tok gözlü. Ovid dövmüş Corinne'i. Sonra çok üzülmüş. Ovid erkekten çok kadın, öyle olmasa "Ars Amatoria'yı yazamazdı. Hint kadına çiçekle dahi vurulmamalı diyor. Doğru ama hangi kadına? Evet, my darling! Sen sevmedin ve sevemezsin.
Boğazıma kadar gömüldüğüm bir bataklıktın. Bir hastalıktın. Bir ayna bile değildin. Ne göğü aksettiriyordun, ne gönlümü. Seni ben yarattım, acılarımdan, hayallerimden. Balçık mermerleşmiyor. Bu masaj böyle bitmemeliydi. Acımayan, sevemeyen, anlayamayan zavallı darling! Bir hayli gözyaşı, bir hayli uykusuz gece. Ve zavallı darling, saadet kapını çaldı. Kırarcasına çaldı. Kırdı da. Ama sen içerde yoktun. Tiyatroya gitmiştin galiba. Beni bu ıstıraplı rüyadan çabuk uyandırdığın için teşekkür ederim. Her ameliyat yaralar. Bilmem seni de yaraladım mı? Hiç olmazsa kırılan gururun birlikte yaşadığımızı hatırlatır sana. Birlikte yaşadığımız saatlar mi? Biz birlikte yaşadık mı? Ne zaman yanımdaydın? Bu bir roman olabilirdi my darling. Beceremedik.
Başlangıcı da mesut bir istikbal müjdelemiyordu. Sana kızmıyorum. Sen bu kadarsın. Bilmeliydim. Kalbim kırılmadan ayrıldığım tek gece olmadı. Belki anlamadım seni. Kim kimi anlamış my darling. Her roman güzel bitmez ki. Bu da bir nevi "happy end." Westminster sarayında kanlı bir yazı varmış: Baltaya dokunmayınız!. Sen baltayla tırnaklarını kesmeye kalktın. Bu da bir nevi "happy end". Seni öldürmedim. İntihar etmek niyetinde de değilim. Baki sen sağ kalasın sevdiceğim, ben de selamet.
29.4.1964
HÜRRİYET{17}
Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor Gandi. Kırıyorsa, kanun değil yumruktur. Peygamberlerle filozofların doğruluğunda tereddüt etmedikleri üç beş hakikatten biri şu: insanın haysiyeti, düşüncesidir. Düşünceyi zedeleyen her kanun bir eşkiya reisinin veya bir eşkiya güruhunun emirnamesidir. Hukukla uzak yakın ilgisi yoktur. O halde namuslu adamın ilk vazifesi bu çeşit kanunları yok saymak ve tabii afetlere göğüs gerer gibi tehlikeleri kucaklamaktır. Yoksa haysiyetten nasipsizdir. Salaş tiyatrosunda bakanlık rolüne çıkmaktan âciz bir hergele Türkiye'de Komünizm nurculuk kılığında tecelli etmektedir buyurmuş. Hamakat bakanlığında tecelli ettiği gibi. A canım efendim!
Osmanlı, altı yüz sene Nasrettin hocanın hindisi gibi düşündü. Kafası kılıcında veya tenasül uzuvlarında idi. Neyi düşünecekti? Kendisinden önce her şey düşünülmüş, her şey düzenlenmiş, roller dağıtılmıştı (Karısı ile hangi gece yatacağını, kıçını hangi parmaklarıyla yıkayacağını din öğretiyordu ona.)
Zaten tefekkürden büyük günah tanımaz teokrasi. Düşünmeye teşebbüs edenin adı kâfirdir. Kâfirin katli vaciptir. Tarikatlar zindanın duvarında açılan bir iki hava deliği.
Daha eski dinlerin zaman zaman dile gelişi ve Sünniliğin kabuğunu çatlatışı. İbn Haldun bir kültürün grup pırıltısı. Sonra mezar sükûtu, kılıç sesleri, nal şakırtıları. Ve hikmet-i vücudunu kaybeden beyin. Kovalamak, kaçmak. Altı yüzyıllık tarih bu iki kelimenin içinde. Sonra, sonra Ojias'ın ahırını temizlemek için Ojias'ın kellesini koparan bir Osmanlı zabiti. Ve üniforma giyen düşünce. Mustafa Kemal kafanın yalnız dışını değil içini de tanzime kalkıştı. Batı şapkaydı. Şapka ve itaat. Kalabalığın yerine şef düşünecekti. Kur'an rafa kalktı. "Nutuk" çıktı ortaya. Bir nutuk ve bir fırka. Bir lokma ve bir hırka. Önder önüne gelenin kellesini vurdurdu. Fırka hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemeyen kalabalıkların ağzına vurulan kilide bir yenisini daha ekledi. Sonra yenildi içildi. Ve hazret sirozdan kıvrandığı yataktan bir tanrı olarak kaldırıldı. Bir tanrı veya bir şeytan. Atatürkçüyüz. Atatürkçülük asil cumhuriyetin resmi dinidir. Mitosu olmayan sığ, dalsız budaksız bir din. Tam robot dini. Bu gidişle bütün dünyanın Atatürkçü olması gerekecek. Yaşasın Atatürk, ulan biz Atatürkçüyüz. İbadet ve iman bu üç beş hecede başlayıp bitiyor.
Papa İsa'nın vekili. Ordusu, devleti var. Asırlardan beri fikir cihangirleri kuruluyor o tahta. Ve Papa İsa adına layuhtidir*. Din de layuhtidir. İnsanlık Aristo'yu sakalından yakalayıp türbesine götürdü, yeter üstadım dedi, biraz da biz düşünelim. Rönesans insan zekâsının vesayet ve velayete karşı ayaklanışıdır. Descartes'ın kabadayılığı bu isyanı abideleştirmesinde.
Komünizm yasak. Faşizm yasak. Nurculuk yasak. Halifecilik yasak. Neden yasak? Zararlı. Kime? Memlekete. Nereden biliyorsunuz? Ve siz kimsiniz? Siz mağara devrisiniz. Siz ilticasınız ve satırsınız. Siz yüz karasısınız. Ve bu salyangozlar ülkesinde herkes kabuğuna çekilmiş. İlim ve düşünce ayrık otu değildir. Belli bir iklimde gelişir. Sosyalizm komünizmdir. Komünizm dinciliktir. Dincilik yasaktır. İnanan vatandaş inancından utanmak zorunda. Korkmak zorunda. Düşünen yaşamak için susacak. Yani kanun vatandaşı namussuzluğa zorluyor. Canım efendim. Bu saydığımız mezhepler dünyanın dört bucağında kiliseleri, mihrapları, rahipleri olan birer dünya görüşü. Bunların dışında düşünce yok. Olamaz. Demokrasi bütün bu erezileri geliştiren iklim olduğu için saygı görüyor. Adeta fidelik, demokrasi. Sivri akıllı yetiştiren, heretik yetiştiren bir fidelik. Kanun, hayır diyor, düşünce zararlı olmayacak... Düşüncenin zararlı olduğu, tatbik edildikten asırlarca sonra ya anlaşılır ya anlaşılmaz. Bu kanun değil. Kanun neferi.
Toplayalım. Düşünmek, insan üzerinde düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak mânâsına gelir. O halde din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır: İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İki yüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrıyı ve kulu aldatan bir panayır göz bağcısı. Elinde teşbih, evinde oğlan, dudağında dua. Biz de öyle değil miyiz? Değişen ne? Herkes Atatürk'e sövüyor ve Atatürkçü. Demokrasiye inanan yok. Herkes demokrat.
Dedim ki kanun her vatandaşı ahlaksızlaştırmaktadır. Düşüncesini gizleyen ahlaksızdır. Düşüncesini gizlemeyen... Batı'da adam, yezidi olur, bûdi olur ve bununla övünür. İnancı kişiliğidir insanın. Serir-i* bezm-i aşkı* öyle her bir cânâ vermezler. Fransa'da komünistim diyen, bir takım sorumluluklar yüklenmiyorsa gülüp geçerler. Yani bir bağlanış fedakârlıklarla mühürlenecek ki ciddiye alınsın. Yoksa atıyorsun derler. Sen kim, komünistlik kim. Sosyalistlik de öyle. Kralcılık da öyle. Kim neyi saklayacak? Ancak ilgisizler, ancak hedonistler, ancak kavga kaçakları, ancak ortadan gidenler, ancak karar veremeyenler utanır ve saklanır. Küçüklük kompleksi Ortaçağ celladının kızgın demiri gibi onların alnını damgalamıştır. Lamennais dört cilt feryat eder. Zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır. Kayıtsızlık. Kanun kayıtsız olacaksın diyor. Senin ne vazifen? Kimin vazifesi? Seçeceğin adamların, seçeceğim adamların hepsi deyyussa? Kanun buna cevap vermiyor.
Ali Bey ve benzerleri bunun için suçludurlar. Bu zindanın duvarlarını dişimizle, tırnağımızla aşındırmak zorundayız. Zindan yedi göbek ötemiz için de mezar olmamalı. Bu zindan kanundur. Denilecek ki kanun Voltaire'ler Fransa'sında da düşüncenin ağzına kilit takmıştı. Yalan. Bizde tek düşman o küflü kâğıt tomarı değil. Tarih düşman, örf düşman. Zaten kimse alışmamış düşünmeye. Düşünce nazlının nazlısı. Hasta bir çocuk. Bakıma, şımartılmaya muhtaç. Yalnız koluna vurulan kelepçe seni bütün dünyandan ayırır, adın vatan hainidir artık. Voltaire ve çağdaşları isyan bayrağını açtıkları zaman insanlığın velinimeti ilan ediliyorlardı. Seni, etrafındakiler, leş kargaları gibi delik deşik eder. Rejim, hangi rejim? Bu iklim içinde halledilecek hiçbir dâva yok. Bizansın son günlerindeyiz. Bakalım bu taaffünü hangi Fatih temizleyecek?
Münakaşada zafer, mağlup olanındır. Yenilmek zenginleşmektir. Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego denen köpek havlamayacak. Münakaşada zafer. Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Adeta bir ormandasınız ve mesela bir kaynak arıyorsunuz. Önce arkadaşınız bulup sesleniyor size: evreka! Ne sevinilecek şey! Yalnız bir temele dayanmalı münakaşa. Herkesin bildiklerini bileceksiniz. Sonra yeniyi arayacaksınız. Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir. Adeta beraberce bir heykel yapıyorsunuz. İnsan yardımcısına nasıl kızar? Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak. Kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilan edecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.
4.7.1964
GOETHE, FAUST VE NERVAL{18}
"Fausf"un müsveddeleri on yedi yaşındaki genç Goethe'nin cebinde imiş. Goethe, "Faust"u seksen yaşında iken bitirdi. Goethe her insan gibi acılı, tatlılı bir hayat yaşamış, ama herkesten farklı olarak bütün ıstıraplarını ve hazlarını ebedileştirmesini bilmiştir. Bazı edebiyat tenkitçilerinin söylediği gibi, egoist değildir, duyularından aldığı balı edebiyatın altın kadehinden asırlara sunmuştur.
Rusya'da bir gazete çıkarma teşebbüsü suya düşünce, Lenin çoluğunu çocuğunu memleketinde bırakarak Almanya'ya kaçmıştır. Yanına iki vagon halinde kütüphanesini almış, yer darlığından edebiyat kitaplarını bırakmış, yalnız bütün tecrübelerin toplu olduğunu söylediği "Faust"u aldırmıştır. En sevdiği yer:
"Her nazariye soluktur aziz dost,
Canlı olan, taze olan hayatın ağacıdır."
Faust eski Germen masallarında yaşayan yarı hayali bir kahraman, son derecede geniş tecessüsü olan bir insan. Onu Shakespeare’in çağdaşı olan Marlowe da işlemiş. Faust büyük bir bilgi ve zevk ihtişamına sahipmiş. Bu Ortaçağ doktoru başlangıçta Mallarme'nin melankolisine sahip!
"La chair est triste, helas, Et, j'ai lu tous les livres."
Mallarme'nin kaçmak arzusunu, Faust da duyar.
Adım adım fethedilen ilim, zamanla dünyayı insanın emrine verdi. Oysa ki Faust'un yaşadığı çağlarda insan, henüz âciz bir mahlûktur. Sabrı tanımayan Faust, kendine yardımcı olarak "magie'yi seçti. Büyü iki şekilde olurdu. "Magie noire", başka insanları irademiz altına almak için yapılırdı, "magie blanche" tabiat kuvvetlerini irademize râm etmek için. Faust'a bilgisi soğuk geliyor, onun doyuşu deniz suyu içmiş bir insanın doyuşudur, belki su içmiştir, ama bu su onu doyurmamış, aksine susuzluğunu büsbütün arttırmıştır. Yaşanmamış bir hayatın hasretini çekiyor:
"Faust" Fransızcaya Gerard de Nerval'in kalemiyle tercüme edilmiştir. Elinde bir ipe bağlı bir İstakoz dolaştırırdı, kendini telgraf direğine asarak intihar etti Nerval. Biraz anormaldi. Bugün 19. asır Fransa'sının en büyük şairleri arasında Gerard de Nerval, Theophile Gautier ve bir parça da Musset var. Nerval Hintçeden "Toprak Arabacığı" çevirir, İstanbul'a gelir, Mısır'a kadar uzanır...
19.11.1964
SARTRE, BABEUF, TAHSİN YÜCEL
Bakışlarını iç dünyasına çeviren insan, şuurun mağarasında kendi gölgesiyle karşılaşır.
Bütün "introspection"lar bize fraklı, gözlüklü ve papyon kravatlı bir psikoloji hocası imajı sunar. Metodun zaafı bu. Ancak kendimizi gözleyebiliriz. Kim gözleyebilir kendini? Entelektüel. Psikoloji bu bakımdan bize çeşitli fikir adamı imajları sunan bir kaleideskop. Bergson fabrika işçisinin derisine girebilir mi? Ancak kendi korkularını, kendi rüyalarını anlatır. Entelektüelin macerası, entelektüeldir. Bu bakımdan Montaigne'in bütün "Essaie"leri, Montaigne'nin hayalini aksettiren bir ayna, yani entelektüel bir otobiyografi. Her sayfada Montaigne var, elinde bir kitapla Montaigne. Yani Montaigne kitaplarıyla resim çektiren bir adam. Şimdi Seneka ile konuşur, şimdi Epiktetosla. Ama konuşan hep o. Ötekiler konuşturan. Yani çeşitli muhataplar karşısında fildişi kuledeki fikir adamının davranışları.
Sartre'ın "Kelimelerinden hoşlanmadım. Şöhret çok defa bir yanlış anlama. Demek Nobel'in fethi bu kadar kolay. Biraz fazla "mystification" var "Les Mots"da. Sartre soyunmuyor, fotoğraf çektirmek için giyinmiş cici bir çocuk. Bir Amiel, bir France, bir Renan daha bizden. "Les Mots'yu göklere çıkaran yazılardan hiçbirini okumadım. Yalnız kitap beni sürükleyememişti. Bir başkasının uyanıkken gördüğü rüyalardan zevk almak için bir başkasını çok sevmeliyiz.
Bence Sartre'ın zaferi, reklamın zaferi. Fransa İkinci Harp sonrasında bir fetiş yaratmak ihtiyacındaydı. Yani bir mesih bekleniyordu. Hazret atladı sahneye. "La Nausee" her başlayışımda tiksindirmiştir beni. "Le Mur'deki hikâyeler Maupassant'mkilerden çok daha aşağı kalitede. Makaleleri gürültü patırtı. Kalan, babadan kalma birkaç tekerleme.
Bu bir bardak suda koparılan fırtınadır. 64 Türkiyesinde Babeuf bir sarhoşun kopardığı nâra. Babeuf korkulan adam, umacı. Kafasıyla değil, aksiyonuyla büyük, kavgasıyla büyük. Zaten yazdığı için asılmadı. Batı'nın bizde korumaya kalktığı fikir hürriyeti mi? Hayır! Sabahattin Bey. Sabahattin Bey dâvası olan bir adam değil, her telden çalan bir diletan. İsmet Paşa'nın münciliğine iman etmiş derbeder bir vatandaş. Ama dostları var. Babeuf bomba. Sabahattin Bey, bomba ile oynayan şımarık bir çocuk. Halk Partisinin eski milletvekili, ebedi dokunulmazlığı olduğuna kani, sanıyor ki bütün şımarıklıkları hoşgörülecek. Zira nihayet baştakilerle aynı kasttan. Yani Breton gibi. Burjuvazi sürrealistler karşısında elini tabancasına atmadı. Yaramaz çocukları fazla ciddiye almak için pek sebep yoktu. Gençtiler. Breton geçici bir taşkınlıktı. Nazımı okuduğu için zindana tıkılan lise talebesinden galiba yalnız Çetin sözetti. Ahmet Akat "Kapital" diye bir eserin varlığından haber verdiği için bir sene ışıktan mahrum bırakıldı. Babeuf yetişmemiş bir ülke için bir tehlikedir. Bir kıyama davet. Fikir hürriyeti ya bütün olarak müdafaa edilir, ya edilmez. Falan doçenttir, meyhanede hır çıkarmış, örtbas edelim. Falan bizdendir bir hatadır işlemiş, kusuruna bakmayın, olmaz. Pierre Emmanuel yalan söylüyor, Babeuf bir filozof değildir. Zaten Fransız İhtilalinin filozofu ne demek? Alay mı ediyorlar.
Tahsin Yücel, İlhan Selçuk'a çatıyor: İnsan ortadan olacağına faşist olsun, komünist olsun daha iyi diyormuş. Tahsin'e göre, hakikat ortada, kutuplar fikri çizgileştiriyor, yani fakirleştiriyor. Doğru. Kiliseye koşmak, camiye koşmak... yani sürüye katılmak, hakikati aramaktan vazgeçmek. Kalabalığın benimsediği hal suretlerini çilesiz, kaygısız benimsemek. Ama Selçuk haklı.
Bizde asıl sürü, asıl sürüngen, asıl kara kalabalık, asıl nasırlaşmış şuur, kemikleşmiş vicdan, asıl araba beygiri, başını sağa sola çevirmekten korkan nasipsizler... Sağda, solda , hayvani veya nebati bir tercih, bir irade yönelişi farketmek mümkün. Orta... Orta, uyuyan milyonların yan geldiği sedir. Her tehlikeden kaçış, her düşünceden kaçış. Bırakıldığı yerde çubuğuna sarılan esrarkeşin tekkesi. Sağda, solda bir çırpınış, bir hayat hamlesi var. Ortadaki uykusundan tedirgin edildiği için şikâyetçi. Tarih sahnesine çıktık çıkalı ortadayız. Yani bir sürücünün kamçısı altında hep aynı turu tekrarlamaya memur şu kadar milyon beygir.
Berke, dünde ne vardı diyor? Namık Kemal niçin feda edilmesin? "Sefiller" ve "Cezmi"... Hugo yanında Kemal'in ne değeri var? Kemal bir başlangıç, bir fecir. Hugo, Juvenalle, Job'la, Homer'le başlayan bir kitabın son mephası. Dante'yi, Milton'u, D'Aubigne'yi çıkarın, ne kalır Hugo'dan? Kemal, granit bir temel. Kabiliyet olarak, heyecan olarak, hatta kelime olarak boy ölçüşemeyeceği Avrupalı tanımıyorum. Berke, sıfırdan başlamalı diyor, her şey Avrupa'da, biz yokuz. Bu tekerlemelerde kendi günahlarımın dile geldiğini duyar gibi oluyorum. Yeni ufukları fethe teşvik için her başbuğ etrafindakileri sefaletlerine inandırmak ister. Kaybedecek nemiz var? Zincirleriniz. Tiers-Etat nedir? Hiç.
Peyami, Namık Kemal'le başlayan kitabın son mephası. Yahut son mephaslarından biri. O kitap Avrupalıyı pek ilgilendirmez. Peyami romancı olarak Sartre'dan, gazeteci olarak Roger Caillois'dan daha mı küçük? Sanmıyorum. "Kovadis"i almanak gibi Batının bütün kulübelerine uçuran rüzgâr: konusu. Yani Batı "Kovadis"te kendi resmini alabildiğine güzelleştirilmiş olarak bulduğu için "Kovadis" milyonlarca satıldı. Peyami, Pierre Emmanuel için bir rakiptir. Daha metotlu, daha derine inen, daha nüanslı bir zeka. Yaşar Kemal bir Afrikalı. Etiyle ihsaslarıyla yazan bir ilkel. Ve bir sirk hayvanı gibi enteresan. Baü "İnce Memet'i bizi küçük görmek için çevirdi. Haçlı seferlerinden beri, "Binbir Gece"den beri kendine göre bir Şark yaratmıştır Batı. "İnce Memet" o imaja uyduğu için hoşuna gider. Yaşar Kemal Batı'da hiç kimsenin rakibi değildir. Nebatat* bahçesinde tatsız tutsuz bir ot. İbni Haldun hâlâ karantinadadır. Şöhretin terkibi de bazı yemeklerinki gibi tiksindirici. Mutfağa girince iştihanız tıkanır. Yaşar'ı üniversel yapan reculiyeti.(erkek olması) Yahudi kızı "İnce Memet'i İngilizceye çevirmese dünya edebiyatı bu şaheserden ebediyyen mahrum kalacaktı. Neden Orhan Kemal milletlerarası olamadı? Köy romanını Yaşar'dan önce, Yaşar'dan güzel yazdığı halde. Cevap basit: felek karşısına bir Yahudi kızı çıkarmadı. Peyami'yi kim çevirecekti Fransızcaya? Peyami üsluptur, nüanstır.
Benim trajedim şu birkaç satırda. Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşulacak lakırdım yok. Yani dilimle zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön'e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka bir trajedi de şu: yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum. Daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler kendi dillerini de bilmiyorlar. Hinti kim okur? Nesteren okur mu? Hayır! Avcıoğlu? Hayır! Necip Fazıl? Hayır! Her dergi bir tekke. Bir akademi bile değil. Aydın, Osmanlı şairinden daha köksüz, daha dalsız budaksız. O devrin vezirleri okuyordu. Bu devrinkiler okumuyor. Bir şiir kitabının okuyucuları, yazma bir divanınkinden daha kalabalık değil. Berke ne zararı var diyor? Namık Kemal'i okuyacağız da ne olacak?
İnsan ancak kendi dilinde düşünebilir. Namık Kemal'i okumadığımız için hödük kalıyoruz. Abdullah Cevdet tek başına bir Edebiyat Fakültesi. Fransızcayı Nesteren'den iyi yazar, Farsçayı Ali Tarlan'dan iyi çevirir. Eğinli, Abdullah Cevdet ve göz doktoru. Bir "İctihad" koleksiyonu 1938'ten bu yana yayımlanan dergilerin topundan daha değerli. Hepimiz biraraya gelsek bir "Sis" yazamayız. Bir günde Avrupa olunmaz. Beyin ameliyatları tehlikeli. Tahsin Yücel 64'ün Ahmet Mithat'ı. Ahmet Mithat'ın pabuçları Tahsin Yücel'den değerli. Ahmet Mithat, fakülte değil, üniversite. Ben onun çocuğuyum. Kabil olsa, yabancı dilde okuduğum bütün kitapları hafızamdan söküp atabilsem. Kalanıyla da birkaç tane Tahsin Yücel'i ebediyyen dinleyici kalmaya mahkûm edebilirim sanıyorum. Yani Osmanlıca diye istihkar ettiğimiz dil bir kültür dili idi...
HİCİV{19}
Bazan revak saraydan daha muhteşem. İbn Haldun'un "Mukaddime"si gibi. Cromwell'in "Önsöz"ü bir neslin, bir çağın beyannamesi... Pırıltıları Celalettin Harzemşah'a kadar uzanan bir fecir. Fransız Ansiklopedisinin "Giriş"i, insan zekâsının o güne kadarki bütün fetihlerini kucaklıyor. Her "giriş" bir müjde, bir vait, bir rüya. Sonra, "İngiliz Edebiyatı"nın o muhteşem "Giriş"i, edebiyatı ilimleştiren Taine...
Önsözleri atlayanlar yaratıcıya saygı duymayanlardır, yaratıcıya, yani insana.
Juvenal Eski Roma'nın en büyük isimlerinden biri. Dusaulx, Juvenal'i Fransızca konuşturan adam. Birkaç yüz sayfaya kırk yılını gömmüş. Önümde bu nefis tercümenin 1803'te yayımlanan dördüncü baskısı. Dusaulx'nun Juvenal tercümesine yazdığı "Giriş", Juvenal'in kaleminden çıkmışçasına heybetli: "Minnetten çok isyana mütemayil* insan kalbi: işte satirin kaynağı. Homeros'un sesinde bile zaman zaman hınç ve isyan sayhaları* duymuyor muyuz? Salluste, Roma'nın ahlaksızlıklarını, Juvenal'den önce büyük bir belagatla haykırmıyor mu? Tacite'in yalnız adı bile, zorbalara ecel teri döktürmüyor mu?" Sonra hicvin tarihini anlatıyor yazar. "Hiciv, önce bulanık ve çamurlu, zamanla süzülüyor ve duruluyor, bir ahlak mektebi oluyor. O zamanlar satir, kinin veya kıskançlığın emrinde değildi. Onun da vazifesi, tarihinki gibi, fazileti yüceltmek, alçakları damgalamaktı. Hiciv alkışlamasını da bilirdi, yermesini de. İyilerin dostu, kötülerin düşmanıydı. Hicvin sesini yükselttiği yerde kanunlara ihtiyaç yoktu, Juvenal'e göre. Juvenal, insanlara heyecan veren, insanları harekete geçiren ne varsa, benim konum, diyor. Her alanda Yunan'ı taklit eden Latin edebiyatı, yalnız satir'de yaratıcı. Hicvin hürriyeti geniş ama âdi olmayacak. Okşarken de kamçılarken de heybetli olmak başlıca ödevi. Romalılarda satir, komediyi de kucaklar.
Roma'nın ve Romalının vicdanıydı hiciv. Horace, Perse, Juvenal, Türk okuyucusunun hâlâ meçhulü olan üç yol açıcı. Juvenal'in dünyasında ilk kılavuzum Paul Albert olmuştu. Cehennemi pencereden seyredişdi bu. İmparatorlar Roma'sını Dussaubc ile dolaştım, vecitle, ürpererek, iğrenerek. Fransa'ya da Juvenal'i o tanıtmış. Juvenal'i tanıyan var mı ki? Gutenberg'in bütün muzipliğine rağmen Juvenal de mezbeleye girmiyor, bütün büyükler gibi. Tanrı ancak Kelimullah'a görünüyor.
İnsan Juvenal'i okuduktan sonra Brunetiere'e hak veriyor, hiciv, lirik nevin bir kolu. Kendi gibi düşünmeyen, duymayan ve yaşayamayanların karşısına, kendi görüş, duyuş ve düşünüş tarzını çıkarır hicivci.
Çağımız Juvenal yetiştirmedi. Bu çöküşte kıyametlerin azameti yok. Bir çöküşten çok bir çözülüş, bir kokuş...
NEYZEN TEVFİK
Ney’inden yıldız yıldız nağmeler, kaleminden şimşek şimşek mısralar dökülen bu coşkun sanat adamı neden ebediyeti fetheden bir şöhret olmadı? Kaderi ipek bir kumaş gibi işleyen büyük aksiyon adamlarının yanında, ruhu ipek bir kumaş gibi örseleniveren fâniler var. Gönülleri meçhulün ve erişilmezin özlemiyle tutuşan bu ezeli mağluplar için dünyamız tahammül edilmez bir gurbettir. İbrahim Peygamber gibi, kucağına fırlatıldıkları ateş denizini, hem kendileri hem de gelecek nesiller için, bir gül bahçesine çevirebilenler pek nadir... Kamus'un ölü ve renksiz kelimelerinden pırıl pırıl ve dipdiri bir kâinat yaratabilmek, yavuz bir irade, yalçın bir sabır ve geniş bir kültür işi...
Hicvin bir giyotin bıçağı kadar keskinleştiği çağlar var: Juvenal'in kalemi Sezar'ların sırtında şaklayan bir kamçıdır. Dante'nin "Cehennem"i kutsal kitaplarınkinden çok daha korkunç... Tarih mahkemesinin verdiği kararları çok defa hiciv infaz eder. Bazan de tarih susar, hiciv konuşur. Zalimlere ter döktüren o intikamcı ilahe, dem olur, içli bir anne kadar munisleşiverir ve bir Don Kişot yaratır.
Doğu'da hicvin, salaş tiyatrolarındaki kaleler gibi, köksüz oluşu, bir dâva temeline dayanmayışındandır. Şairin kanıyla imzalamaya yanaşmayacağı hicivler, asırların mahkemesinde birer yalancı şahit kadar, itibarsızdır. Namık Kemal’in hayatından Magosa'yı çıkarın, "Hürriyet Kasidesi" sönükleşiverir. "Han-ı Yağma"yı, ancak han-ı yağmada ziftlenmeyen biri yazabilirdi.
Neyzen'in hayatı akliye koğuşlarıyla meyhane masaları, cinnetle deha arasında mekik dokumakla geçti. Gelenekler onun serazat ruhunu çelik bir korse gibi sıkıyordu. Hayalinin geniş kanatları, sokaktaki insan gibi yürümesine, günahlarıyla zaafları büyük ve bakir ruhların kanat çırptığı göklere yükselmesine... engel oluyordu. Şarklıydı: derisine saman doldurulan Mansur'ların hatırası elbette ki rüyalarını zehirleyecekti. Don Kişot'un azamet ve asaleti, şerri kılıç kuvvetiyle yenebileceğine inanmasından gelir. Bu nikbinlik* yoktu Neyzen'de. Onda, ne Fikret'in feragatkâr ruhu, ne Akif’in karakter selabeti, ne de Namık Kemal'in zorlu iradesi vardı. Mısralarını şimşeğe benzettik Neyzen'in, olmayan bir şimşek. Yani havai fişeklerin fâni pırıltısı.
Lombroso, bu hasta zekâları, bir hekim soğukkanlılığıyla, otopsi masasına yatırır. Neyzen'deki tezatların psikopatolojik köklerini merak edenler "L'Homme de Genie'yi okusunlar.
Biz, coşkun zekâsını alkol kadehlerinde boğan bu hasta ve kardeş şairin hatırasını daima şefkat ve sevgiyle anmakta devam edeceğiz.
JURNAL’İN FERYATLARLA DOLU*{20}
Denize atılan şişe, denize değil, kör kuyuya. Kuyunun sahili yok ve şişedeki kalp ve şişedeki kafa, kıyamete kadar karanlıklarda taaffüne mahkûm.
Zavallı, zavallı çocuk! Leopardi veya Kafka? İkisi de bahtiyardılar sana kıyasla. Korkuyorum. Neden? Bir gün evvel veya sonra, ne çıkar? Ademden korkulmaz. Beni bozuk para gibi harcıyor zaman, bir izmarit gibi eziyor.
İzzet bu kadar üzme kendini, diyor. Çocukların meçhul. Neyi değiştireceksin? Jurnal'in feryatla dolu. Ne değişti? Hâlbuki sen kaç yılda yetişirsin. Doğru ama elde mi?
İsterdim ki... hiçbir şey istemiyorum. Dışarda hayat devam ediyor. Saat kaç bilmiyorum... Bir dost olsa, dertlerimi döksem... Karım uyuyor, kızım hasta, oğlum nerede? Fikret gelmedi. Gelse ne olur ki? Mehmet de yok. Kurduğum bina her gün çatırdıyor, iskambil kâğıdından.
Kurtulmak için yaratmak. Nasıl? Neyi, kime? İnanabilsem! İslamiyet'in en büyük zaafı manastır yok.
"Je sonne â la porte de la Folie
On ne m'ouvre pas. Ö melancolie,
Amer repas.
Je suis si seul, Et le trepas Ne presse pas Ses pas... "
Cinnetin kapısını çalıyorum
Açan yok.
Sert bir içki Melankoli.
Çok yalnızım
Ve ölüm Adımlarını Sıklaştırmıyor...
26.12.1964
BU HİNT BENİM "CALVAİRE'İM{21}
Reel'le ideal arasındaki uçurum. Hölderlin kitaplarını köprü yapmak istedi. Olmadı. Şuurunu fırlattı uçuruma. Gönlünle dolduramazsın o uçurumu. Naşını fırlatacaksın. Senden evvelkiler öyle yaptılar. Kurbanlarla dolar uçurum. Ve arkadan gelenler... Arkadan gelen kim? Dinsiz, dilsiz ve idraksiz bir kalabalık. Arkadan gelen bir alay goril.
Bu burjuvazi, tarihin rahminden ihtiyar doğdu. Rahminden mi? Kıçından. Yobazın hasreti içindeyim. Yobaz tek kitabı okuyan veya tek kitaba bağlanan. Yobaz dâvası olan, mukaddesi olan. Belki çamur, ama yıldıza bulanmış. İgnace de Loyola bir adam değil, bir irade. Engizisyon kaç cana kıymış? Bir Napolyon, bir Hitler kaç engizisyona bedel. Yobaz, aydının gölgesi. Yobaz, yarıda kalan devrim. Taşlaşan bir başlangıç. Kendini Kuran'a veya "Kapital"e hapseden idrak. Bunlar yaşamıyor. Homer'in cehennemindekiler gibi dokununca ürperiyorsunuz. Boşluğu kucaklıyorsunuz, kucaklamak isteyince. Yobaz kanatsız. Bunlar sadece siz. Ne bir antitez, ne bir yarım. Karanlık bile değil. Sürfe bile değil. Sürfe bir ümittir.
Vasco de Gama'nın fetihleri bir esrarkeşin rüyası. Portekiz gerçekte tek fatih yetiştirmiş: Camoens. Portekize ebediyeti fethetmiş Camoens. Her akşam Portekiz sokaklarında garip bir hayalet dolaşırmış, ihtiyar Camoens'e sadaka toplayan Cava'lı bir köle. Gerçekle rüya arasındaki uçurumu senin gönlün de dolduramamış Camoens. Camoens kim? Dün akşam Sadri Maksudi'nin kızı: "Connais pas" dedi. Ve hangi ebediyet.. ?
Kerim Sadi, evime bırakmak lütfunda bulunduğu "Mehmed Akif'in kapağına şu kelimeleri tükürmüş: Hint yazarından çok daha olgun eserler bekleyerek... Çok daha olgun eser ne demek? Bu konuda bütün mitolojilerin tanrıları elele verse çok daha olgun eser yazamaz. Hint'in kaç sayfasını okudunuz acaba?
Bu Hint benim "Calvaire"im. Onu yazmış olmaktan büyük bir utanç duyuyorum. Utanç ve vicdan azabı. Katır ahırında Beethoven çalmak. Her kitap bir davettir. Kimi nereye davet ediyorsun? Kaç kişi okudu bu davetiyeyi. Ve kaç kişi okuyacak? Daha olgun eser mi? Homer'i çağır da yazsın... O kitaba harf harf hayatımı işledim. Dört yılım sayfa oldu. Hint rüyalarımla, hicranlarımla benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yok bu türbenin. Yarın olacak mı?
Tercüman'daki yazıyı gördün mü? Ahmet Kabaklı'nın. Bir dost yazısı. Coşkun ve pırıltılı.
Ama yazıda Hint yok, Benim mazim var. Hint'ten evvelki ben varım. Hatırada güzelleşen ben.
Elbiruni Hint'i Asya'ya bağlayamamış. Zekânın köprüsü kıldan ince, kılıçtan keskin, kalabalıklar geçemez üzerinden. O diyarın gerçek fatihi Anquetil'le Jones. Hint ancak bu iki vefakâr aşıkın önünde soyunmuş. Ülkeler asırlarca habersiz yaşıyor birbirinden, yıldızlar gibi. Yalnız ülkeler mi? Çağdaşların da kapıları kapalı birbirine. Hugo'nun altmış cildinde Marx'in adı geçmez. Aynı mahalledeki insanlar birbirine yabancı, aynı mahalledeki hatta aynı evdeki insanlar. Her ev meçhule giden bir tren kompartımanı. Ve içindekiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Cromwell Milton'u tanımaz, madam Marx oğlunu.
Saint-Simon ebediyete giden yol tımarhaneden geçer, diyor. Tehlikeli bir durak tımarhane, birçok yolcular cinnette karar kıldılar, Hölderlin gibi... Comte'u tedirgin etti cinnet, ömrü boyunca huysuz bir âşık gibi dalaştı durdu cinnetle. Ebediyet hazin bir teselli mükâfatı.
Ve Rubaçov zindanının duvarında kelimeleşen sesler duydu, uzaktan, çok uzaktan gelen sesler... Cümleler vardır, korkunç bir yer sarsıntısı gibi kıtaları birbirinden ayırır. Kıtaları yani gönülleri. Uçurumlara köprü atan cümleler de vardır...
Burada zaman hayretten dona kalmış, yürümüyor. Ve tarih, akmayan bir ırmak kadar şaşırtıcı. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz'ün repertuarı tarihinkinden daha zengin.
Juvenal'ı öfke şairleştirmiş. Öfke bir isyandır. Şarkta sokak isyan eder, sokak, yani rakkam, yani "abstraction". Neye isyan? Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret.
Görüyorsun ki kesilen bir konuşmayı tekrar başlatmak, mezardakileri diriltmek kadar güç.
HİNT EDEBİYATI, İTHAFLAR{22}
Sayın Ahmet Kabaklı,
48 yılımı gömdüm bu sayfalara. Ben bu sayfalarım. Heyecanlarımla, rüyalarımla, vehimlerimle ben. Bir kitaba bir kıtayı sığdırmak! Neden olmasın? Bir damla suda bütün bir deniz yok mu? Hint bir kitabın ilk cümlesi, onu sizler için yazdım. Okursanız birkaç cümle daha yazarım, okursanız, yani severseniz.
Sana bir avuç çiçeği yollamak vefasızlığını mükâfatlandırmak gibi bir şey. Bu hoşgörüyü Hint'ten öğrendim. Sen de kitabı bitirince insanlara daha çok bağlanacaksın, insanlara ve bütün canlılara.
Bu kitap bir mesajdır, onu tanımanı ve tanıtmanı istiyorum.
Hasretle gözlerinden öperim aziz dostum.
* * *
Muhterem Nihat Sami Banarlı,
Olemp'i ararken Himalaya çıktı karşıma ve ak saçlı rişilerden ilahiler dinledim. Bu bir kitap değil bir vecittir. Onu sizler, yani hüsnün bütün tecellilerine âşinâ canlar için kelimeleştirdim.
En derin hürmetlerimle.
* * *
Sayın Falih Rıfkı Atay,
Önce sizinle dolaşdım Hinti "Bir aşk oluverdi aşinalık". Yıllarca Himalaya eteklerinde sabahladım. Hint her inanca söz hakkı tanıyan bir ülke olduğu için ikinci vatanım oldu. Bu kitap bir davettir: yolculuğa davet. Hint'i bir kere de benimle dolaşmak ister misiniz?
Hürmetlerimin kabulünü rica ederim efendim.
* * *
Sayın Yusuf Ziya Ortaç,
Sizi Himalaya doruklarına çağıran bir kitap bu. Tanrıları dinlemek istemez misiniz? Bu çiçekleri üç beş bahtiyar için topladım, harap mabedin kandillerini vecitleriyle, aşklarıyla tutuşturan üç beş bahtiyar için. En derin sevgilerimle.
* * *
Aziz Turgut,
Düşünce dünyasını fethe koşanların uğrayacağı ilk ülke Hint olmalı. Bizi yobazlık mahvetti, yobazlık yani kin. Yunan, en büyük evlatlarını, gözlerini kırpmadan mahkûm edecek kadar dar kafalıydı. Hint, bütün inançlara söz hakkı tanır. Çağdaş Avrupa, en aydınlık taraftarıyla Hint'in bir devamıdır.
Bize benzemeyeni anlamak ve sevmek ve zulmün kılıcını kanımızın ateşinde eritmek. Gandi'nin yaptığı bu. Hint belki bütün hakikat değil ama hakikat. Bu kitap çağdaşlarımı papağanlıktan kurtarmak için yazıldı. Bir kaçış değil, bir arayış? Düşünceyi seviyorsan, bütün tecellileriyle seveceksin.
Senin gibi kendilerine büyük ümitler bağladığımız genç mücahitlerin unutmaması gereken bir gerçek bu. Gözlerinden öperek.
* * *
Çetin Altan'a,
Yüzbinlerce okuyucunun karanlık gecesini şiirin pırıltısı ve öfkenin şimşeği ile aydınlatan Promete'ye;
Bu kitap insanları birbirine daha çok sevdirmek için yazıldı. Bhagavat-Gita'yı, Buda'yı, Upanişat'ları sayfalara dökerken hep sizi düşündüm. Hint bir kaçış değil bir arayış.
Gözlerinizden öperek.
* * *
Ref i Cevat Beyefendi'ye,
Atabe-i irfanınıza vazettiğim bu çiçekleri Himalaya eteklerinden topladım. O ihtişamlar diyarında ilk rehberim siz olmuşdunuz, belki de aşinalık bunun için çabucak aşk oluverdi.
Atabe Bu kitap bir vecittir. Gülistanı edebî barbarların istila ettiği bu kıyamet günlerinde üstadımıza tatlı saatler yaşatmak ümit ve temennisiyle, hürmetlerimin kabulünü rica ederim efendim.
* * *
Atabe Yiğit gazeteci ve değerli yazar İlhan Selçuk'a,
Atabe İnsanın insan için kurt olduğu bir dünyada Hint bir ümit ve bir teselli. Şerre karşı açtığınız savaşda başarılar dileyerek.
* * *
Kolomb'un karşısına Amerika'yı çıkaran tesadüf, bana Brahman'lar diyarını keşfettirdi. Dört yıl Ganj kıyılarında sabahladım. Hint hürriyetin vatanı olduğu için benim de vatanım oldu. Byron'un Roma için söylediği mısrayı: "O India, my country, city of the soul" suretinde tekrarladım. Türkçenin can çekiştiği bir devirde, tanrıların vahyini mısralaştırmak peygamberliğe özenmek gibi bir şey.
Hint'i okumasını istediğim bir avuç insanın başında siz varsınız. Her kitap ebediyyete yazılan bir mektuptur. Ama ebediyetten önce sevdiklerimiz var. Ve ebediyet sevdiklerimizin takdiridir. Sevdiklerimizin diyorum. Saygı frak giymiş bir sevgiden başka nedir?
Eski bir şakirdinizin sahifelerine rüyalarını gömdüğü bu garip eseri okursanız, bir hoca olarak gurur duyacağınızı ümit etmek isterdim.
Hürmetlerimle.
* * *
Bu bir kucak çiçeği Ganj kıyılarından sevdiklerim için topladım.
Hürmetlerimle.
* * *
Bu kitap, şiirin can çekiştiği bir dünyada yazıldı. "Bülbül hamuş* havz(havuz) tehi(dip) , gülistan harap".
Atabe-i irfanınıza vazettiğim bu bir avuç çiçek Himalaya eteklerinden sizin için toplanıldı, sizin, yani bu viran mabedin kandillerini nar-ı aşk ile tutuşturan son Brahmanlar için.
* * *
Ebediyet mükafatların en hazini. Elmas gibi. Isıtmaz ve aydınlatmaz. Güzellik fâniliktedir. Bu yabani çiçekler kokularıyla kütüphanenizin raflarını süslesin diye koparıldı. Kütüphanenizi ve ellerinizi.
10.1.1965
FİKİR HAYATIMIZ
Tarih sahnesine yeni çıkan Türk burjuvazisi, cehaleti ile övünecek kadar şuursuzdur. 1908'den beri körün mağarasındayız. Fikir hayatımız mefhumların kâh gülünç, kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu. Aydınlar "izm" korkusu içinde. Araba izinden ayrılmayacaksın. Düşünce, mavi sakalın kırkıncı odası.
Batı'da burjuva bir fatih. Kilisenin zekâya vurduğu zincirleri o parçaladı. Bastil'i deviren o. Montaigne de onun çocuğu, Marx da. Bizde burjuva bir harem ağası, kendi kendini iğdiş eden bir harem ağası. Batı'yı tanımıyor, Doğu'ya düşman. Dinsiz ve düşüncesiz. Baloyu yöneten şeytan değil, cehalet. 1789'dan sonraki Fransa da buhranlar içindeydi. Ama bu buhran yeni bir çağın müjdecisiydi. İnsan yanan şatoların alevinde günahlarından arınıyordu. Aristokrasinin küllerinden daha genç, daha becerikli, daha yapıcı bir sınıf doğuyordu. Bir elden bir ele geçiyordu meşale. Yapılacak ilk iş, enkazı temizlemek ve kilisenin yerine yeni bir düşünce mihrakı kurmak.
Saint-Simon bu anarşiye son verenlerin, yeni bir fikir dünyası kuranların başındadır...
26.2.1965
ANADOLU
İstanbul kafaydı, kafa ve mide. Anadolu'da şato yoktu. Şatosuz derebeylik olmaz. Padişaha kafa tutan, kellesi kısa zaman sonra heybe derununda Dar-ül Aliyye'ye gönderilecek olan bir müntehirdi*. Bütün payitahtlar, bütün saraylar birbirine benzer. Ama Batı'da saray bir değil, bindi. Çöküş devrinin Osmanoğulları için Anadolu feir buğday ambarıydı. Yükseliş çağlarında ise bir erat* pazarı. Edebiyat saraylarda doğar. Musiki de öyle. Halk musikisi, bu coğrafyada mekân tutan çeşitli medeniyetlerin kulaktan kulağa dolaşan kırık dökük ve hissei şayialı mirasıdır. Bir musikiden çok bir musiki enkazı. Her sanatın bir zenaat tarafı var. Ustalık işbölümünün mükâfatı. Sefaletin sanatı olmaz. Dede Efendi'ler köye nasıl gidebilirdi? Batı'da bile saray sarayları yok etti. Paris dışında Fransa yok gibi. Edebiyatı da Paris yarattı, ihtilali de. Paris Fransız zekâsının dünyaya teşhir edildiği vitrin. İstanbul da öyle. Nabi Urfalıdır. Nefi Erzurumlu. Karacaoğlan bir mozayik parçası. Emrah da öyle. Baki ne kadar bizimse onlar da o kadar bizim. Ne daha çok, ne daha az.
Her kâmil zevk bir fethin mükâfatıdır. Çile ister. Ben Wagner'i anlamıyorum diye, Wagner'i inkâr edemem. Wagner'i yaşadığı çağda kaç kişi anladı? Üstat Fransa'da yuha ile karşılandı. Sonra havariler çıktılar. Wagner tanrılaştı. Anadolu Itrî'yi anlamıyorsa, Itrî'yi vatandaşlıktan tard mı edelim?
Anadolu ezeli sefaleti içinde sanatsız ve tefekkürsüz yaşamaya mahkûm. Tek hâkimi, uzviyeti. Anadolu biyolojik bir dünya. İstanbul'un şuuraltı. Komplekslerle vıcık vıcık. Anadolu mahzen. Payitaht intelijansiyası o biyolojik yığının şuuru. Bunun için hasta bir şuur. Önce yaşamak sonra düşünmek diyor Romalı. Anadolu yaşıyor mu? Bir yanda toprak köleleri, bir yanda otomobilli robotlar. Toprak köleleri dişlerini gıcırdatmaya başladılar. Otomobilli robotlar uykularında. Anadolu şuuraltımız. Kimsenin bu karanlık dünyaya ışık sıkmak cesareti yok. Tarihin dışında bir dünya. Tarihin ve bütün ilimlerin. Orada musiki ancak düğünden düğüne sahneye çıkar. Hep aynı monoton, aynı bedbaht, aynı şifasız inilti. Şiir, aynı şiir, kimin söylediği bilinmeyen ve ancak musikinin koltuk değnekleriyle sürüklenen sekiz on kıta. Anadolunun şiiri bundan ibaret.
26.2.1965
KÖYLÜYE OKUMAK
Köye tek kitap girebilmişti: Kur'an. Ve hayali cennete kanatlandıran birkaç risale. Toprak adamı ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır. Öğretmen imamın yerini tutamadı, tutamayacaktır. Öğretmen köye neyi getiriyor? Samimiyetsizliği, köksüzlüğü ve hoppalığı. Köy bir gurbet, bir sürgün, bir Lilluputlar ülkesidir hazret için. Hazret de köylü için yabancı bir madde, bir düşman, bir nevi casus. Okuyup da ne yapacak köylü. Refahında bir değişiklik olacak mı? Hayır. Kitap hiçbir kapı açmayacak önünde.
Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır...
Köylüyü insanlaştıran, dini. Dinsiz köylü bir yaban domuzudur. Yalnız bizde mi? Hayır, bütün dünyada. Köylü okumak ister: yasaktır. Bu memleketin % 70'i okuma bilmez. Ben eminim ki Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir, değiştirilmeseydi okuma bilenlerin sayısı % 7O'e çıkardı.
BİZDE HÜRRİYET
Liberalizmin verdiği hürriyet, bir senyörün kölelerini sofraya daveti değil. Hiç kimse gönül rızasıyla hürriyeti paylaşmaz. Hürriyet bir fetihtir. Canım on sekizinci asır Fransa'sı kitabı yakar, adamı zindanda çürütür. İngiltere Zola'nın ihtiyar tabiini zincire vuracak kadar liberaldir. Burjuvazi hürriyeti karış karış fethetmiştir. Dişi ile tırnağı ile. Alınteri ve kanı ile. Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçüde mevcuttur. Fransa'da Komünist Partisi hürdür, neden? Çalışanların asırlardan beri devam eden mücadelesi zaferle neticelenmiştir de ondan. Fransa'da Komünist Parti'sine hürriyet sağlayan 89'da ölenlerdir,
48'de ölenlerdir, 70'te ölenlerdir. Aristokrasi, liberalizme âşık olduğu için burjuvaziyi geliştirmedi. Burjuvazi hürriyeti, hürriyet uğruna râyegân etmiyor. Hürriyet bir mecburiyet-i elimedir. Hükümdarın haklarını paylaşması gibi.
Rusya'da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır. Katolik Kilisesi için hürriyet var mıydı? Reform, söz hakkını mantık selabetinden değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusyada hürriyet yoktur, çünkü hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir, çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor. Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya'da tek içtimai sınıf var. Yani tek hakikat.
Bizde hürriyet yok. Ne hürriyeti? Fikir var mı ki hürriyeti olsun? Her fikir sahneye çıktığı zaman ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir. Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur. Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti. Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakârlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır.
14.4.1965
MAHMUT ALİ, ALİ İLMİ, MEMDUH SELİM
Tanrıyı yalnız korku yaratmamıştır. Sevgi de, bir cisimde tecelli etmediği zaman, bir hayalde şekillenir. Mahmut Ali genç muhayyilemizin imal ettiği bir masal mıydı?
Ali İlmi, visleriyle, bayağılıklarıyla ve faziletleriyle, çöken Osmanlı cemiyetinin son temsilcilerinden biriydi. Asyalı değil, Avrupalı değil, sadece Osmanlı. Lâyık olmadığı felâketler büsbütün kabuklu bir hayvan haline getirmişti onu. Büyükçe bir kabuk. Bir mektep yahut bir otobüs buudunda iyi konuşurdu Osmanlıcayı. Muallim Naci'nin sığ bir devamı. Bir nevi Andelip. Hocadan çok kalem efendisiydi Ali İlmi. Zevklerinin esiriydi, itiyatlarının esiriydi ve ufuksuzdu. Penceresi yoktu dünyaya. Fransızca bilmeyen Sabih Bey. Bana ne verdi? Bir avuç sevgi, bir avuç teşvik. Ama o en samimi takdirlerini bile menfaatleriyle frenleyen adamdı. Evini de, kalbini de, bilgisini de aralardı sadece. Dersleri sohbetle geçerdi. Nükteleri seviyemizi aşmadığı için zevkle dinlerdik.
Memduh Selim daha sertti, daha huysuzdu, daha jandarma idi. Ne öğretti? Kâğıda mürekkep damlatmamayı. Marj* bırakmayı.
Mahmut Ali güzel konuşurdu. Bununla beraber hocalık hayatına ait hiçbir berrak hatıram yok. Ders kitaplarımız yoktu. Not alırdık. Sanıyorum ki Ahmet Refik'in Umumi Tarihinden anlatırdı. Otoriterdi. Kıvrak bir zekâsı vardı. Bilgisi parmaklarının uçundaydı. Neden severdi talebe onu? Bütün hocalık hayatında hiç kimseyi sınıfta bırakmamıştı. Talebe ile laubali değildi. Ama nazik davranırdı sınıfta. Azarladığı zaman umumide kalır, teşhir ederken bile "ambigu" olmağı tercih ederdi.
6.5.1965
BÜTÜN KURANLARI YAKSAK...
Bouthoul'u 43 yazında tanıdım. "İbn Haldun et sa Philsophie Sociale" güzel kitaptı ve bana, hürmet ettiğim bir insanın manevi sefaletini ifşa ettiği için hem acı ve buruk, hem... Hilmi Ziya 40'ta yazdığı kitabı Bouthoul'dan kopye etmişti. Adi ve acemice bir hırsızlık. Bu keşif kafama bir çekiç darbesi gibi indi. Hilmi Ziya'yı ve onunla beraber birçok dostları kaybettim. Vehimler, yaşayan bir ağacın yaprakları gibi, her mevsim tazelenmiyor. Ağaç kelleşiyor.
"Histoire de la Sociologie", Bouthoul'un ustalık çağında yazdığı kitap. Dolu ve ilk bakışta doyurucu. Ama tenkidin amansız adesesi*, Mosca müterciminin hem kültüründeki gedikleri, hem bâziçesi* olduğu "idolatribus"leri, hem de mantığındaki zaafı apaçık gösteriyor. İşte "Sofistler" bahsinden bir cümle: "İnsanlığın düşünce tarihinde ilk defa olarak dizgin tanımaz bir samimiyet (tabiilik) içinde münakaşalar yapıldığına şahit oluyoruz". Sofistler Sokrat'ın çağdaşları. Sokrat'ın kendisi de sofist. Eflatun garip bir Ödip kompleksi ile o büyük fikir maceraperestlerini mabetten kovmuş ve uzun zaman felsefenin vur abalıyası olmuşlar. Yalnız, neden "insanlık tarihinde ilk defa olarak"? Bir sosyoloji tarihinde bu kadar kesin bir hükmün çok kati belgelere dayanması gerekiyor. Will Durant, ilk Upanişadlarla Budanın sahneye çıktığı devir arasında, "dizgin tanımaz bir tabiilikle" her konuyu delik deşik eden "Hintli sofistlerden" bahseder. Tabii yalnız Will Durant değil. Will Durant'ı anışım herkesin bildiği bir tarihçi olduğu için. Buda 488'de ölür. Yani bu sofistler 488'den evvel yaşamış. Neden "Batı'nın düşünce tarihinde" değil de, "insanlığın düşünce tarihinde"? Devam edelim: "Yunan kafasının başlıca hususiyeti olan bir tabiilik". Sekiz formalık bir kitapçıkta hiç lüzum yokken Yunan milletine bir minnettarlık haracı. Heraklit Yunan değil miydi? Avrupalı her fırsatta Eski Yunan'ın perestişkârı. Eski Yunan'ın yani kendi kendisinin. Tam bir narsisizm. Devam edelim. "Felsefenin hâlâ muğlak, hâlâ ezoterik olduğu bir dünyada fırtına koparan (ayıplanan) bir senli benlilik (tabiilik)..." Sultanım! bu "familiarite" Yunan milletinin ana vasfıdır buyurmuştunuz: "le propre du genie grec". Bir milletin ana vasfı o milleti nasıl tedirgin edebilir? Sofistler Yunanistan'da hakarete uğradılar. Neden? Felsefi konuları kalabalığa anlattıkları için. Kimin tarafından ayıplandılar?
Yunan aydınları tarafından. Yunan milletinin tabii vasfı, ezeli imtiyazı, serazat bir tabiilik değil miydi? Yunan aydınları, Yunan milletinin dışında mı? Bu "libre familiarite" ile felsefenin ezoterik kalışı nasıl uzlaşabiliyor? Bouthoul'un vereceği tek cevap şu olabilir: "libre familiarite", sofistlerden sonraki Yunan düşüncesinin mümeyyiz* vasfı. Rânâ söylersiniz. Ama Homeros? Bütün Yunan şiirinin ana kaynağı Homeros ve aradakiler bu "libre familiarite"den mahrum muydular? Değillerse felsefe nasıl ezoterik kaldı? Bouthoul'u bu sıkıntılı duruma düşüren Yunan kavmine karşı duyduğu ölçüsüz taabbüt*. Hiç lüzum yokken kullandığı "qui fut le propre du genie grec" cümleciğini çıkarın, ufak bir rötuş daha yaparak ibareyi düzeltebilirsiniz: "Batının düşünce tarihinde ilk defa olarak dizgin tanımayan bir tabiilik içinde münakaşalar yapılıyordu. Felsefenin hâlâ ezoterik, hâlâ karanlık olduğu bir dünyada gürültü kopardı bu tabiilik".
Avrupa insanı Doğuyu tanımaz. Avrupa insanı kalabalıktır. İslamla Hıristiyan, Haçlı Seferlerinden beri tez'le antitezdir. Bütün Kuranları yaksak, bütün camileri yıksak Batı insanın gözünde Haçlı Seferlerinin yalınkılıç ve tekbir getiren cündileriyiz. Avrupa'nın bir nevi tezadı idik. Yani kıtayı tamamlıyorduk. Şimdi maymunuyuz. Yani hiçbir haysiyeti, hiçbir hikmet-i vücudu olmayan ananesiz, haysiyetsiz, sırnaşık gölgesi. Avrupa materyalizmine rağmen Hıristiyandır. Hıristiyanlık Doğu ismi anılır anılmaz şahlanıverir.
İşçisi de, Marksisti de, Hıristiyandır hep Avrupalının. Durup dururken hristiyan değildir belki. Ama Hıristiyan bir devletle Müslüman bir devlet arasında bir tercih yapmak gerekince safkan Hıristiyandır. Biz Müslüman olduğundan, Doğulu olduğundan, Türk olduğundan utanan, aczinden tarihinden, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik. Nermi Uygur Orta Çağ felsefesi okutur, İbn Rüşd'ün adını anmaz. Berke edebiyat tarihi yazar, Endülüs şiirinden habersizdir. Kendi kendine kazık atan, efendilerimiz gücenmesin diye hazinelerini gübre ile kamufle eden bir entelijansiya. Sonra Kıbrıs dâvasında Batı insanının bizi destekleyeceğini düşünmek gibi sazan balıklarını kahkahadan çatlatacak bir hamakat.
27.5.1965
YİNE BOUTHOUL
Eflatun, kargaşalıklardan kurtulmanın çaresi, Yunanistan'ın arkaik müesseselerine dönmek, diyormuş, canlı bir örneği de varmış filozofun: İsparta. Her rüya gerçek bir temele dayanır. Her yazar ütopyasının harcını, ya kucağında yaşadığı cemiyetten tedarik eder, ya tarihten. Ama devletin programı Eski Yunan'ın yıkılmış veya fersudeleşmiş* 3-5 müessesesini ihyadan ibaret mi? Hayır.
Eflatun'un güveni yokmuş entelektüellere. Şairleri sitesinden kovmaya kalkışıyormuş. Nasıl olur? O sitenin beyni entelektüel. Entelektüelle şair aynı insan mı? Sonra şaire gösterdiği itimatsızlık bir bakıma şairi anti-entelektüâlist sayışından değil mi? Şair, masallarıyla zekânın berraklığını bulandırdığı için hoşuna gitmez üstadın. Belki bunda şuuraltı bir kıskançlık da var. Yunanistan'ın yetiştirdiği en büyük şair değil mi Eflatun?
Bir kast rejimi kuruyormuş. Kast, sınıflar arasına aşılmaz duvarlar diken rejim.
Özelliği, imtiyazların soydan geçişi. Halbuki ideal sitede insanlar cevherlerine göre sınıflandırılır.
"Magistra'nın oğlu çoban, çobanın ki "magistrat" olabilir. Yani ferdin kaderini kabiliyetleri tayin eder. Kastların vatanı Hint. Kşatriya, Himalaya'yı sırtında taşısa Brahman olamaz. Vaişyanın içtimai ehramda bir basamak yükselmesi rüyada bile görülmemiş şey.
1.7.1965
BANDOUNG II
Laboratuvara dalan kedi. Newton'un dizi dibinde uyuklayan vefakâr kelp. Birinci mahlûk atom fiziğini, ikinci mahlûk Newton'u ne kadar tanır? O sevimli hayvancıkların kafasına dünyanın bütün elmaları düşse, yerçekimi kanununa akıl erdirebilirler mi? Tarih, mağaramızın önünden geçen bir tren. Sırtımız dönük kapıya. Duvara katarların dev gölgesi vuruyor. Gölge ve gürültü. Gözleri göbeklerine çivili meczuplar Tanrıyı görüyormuş orada.
Ezeli karanlığında, namütenahi* yıl önce yaptıklarını tekrarlayan bir köstebek, bir çoban köpeği, bir ağaç, Sartre'ın, Russell'ın ne kadar çağdaşı ise, nasıl çağdaşı ise, biz de o biçim bir yirminci asırlıyız.
"Nouvelles Litteraires" renksiz, kokusuz bir gazete. Usaresi yok, erkekliği yok. Bağırmaz, tırmalamaz, yumruklamaz. Terbiyeli ve tuvaletli. Efendilerimiz hazım zamanlarını rahat geçirsin diye tertiplenir. Ama dövüşen, küfreden, uluyan kalabalığın ıstırap veya ümit çığlıkları zaman zaman o fildişi kuleye bile aksediyor. Son sayısında (24 Haziran 1965) hoş bir yazı var: "Bandoung II". Çeviriyorum:
"Yalta... 1945 Şubatında üç büyükler dünyayı bölüşmek için gizlice toplandılar. 1955 Nisanındaki Bandoung konferansında Asya ile Afrika'nın yirmi dokuz ülkesi, Üçüncü Dünya'nın doğuşunu açıkça haykırırlar. Modern tarihin iki Himalaya'sı olan bu çifte konferansı, hakikatte birbirinden ayırmak imkânsız. İkisinin de haykırdığı aynı tarihî ders. Yalta'da iki bin yıllık tarihin sonunu seyrediyoruz. Akdeniz ve Avrupa imparatorluklarının asırlar süren saltanatı burada sona eriyor. Zaman zaman göz kamaştıran çağlar: Firavunların, Roma'nın, Charlemagne'mn, Charles Quinfin, Na-polyon'un, Bismark'ın ve Viktorya'nın çağları. İki yeni büyükler büyüğünün tarihe el atışı burada resmileşiyor: Rusya ve Amerika. Bandoung*da ise bir yandan Üçüncü Dünya'nın kesin olarak şuurlanışına, yeni sınırları çizmek için sabırsızlandığına, öte yandan iki bin yıllık uykusundan uyanan Çin'in bütün gücü, bütün yaşama iradesiyle dünya sahnesinde yeniden boy gösterişine şahit oluyoruz. Her iki konferans da aynı "dyptique'in iki kanadı. Bandoung olmasa Yalta yarım kalırdı. Bandoung'u aydınlatan Yalta... Dünya Savaşı olmasa, Yalta olmasa, daha yüz yıl beklemek lazım gelirdi Bandoung'u.
Bandoung Konferansının iki büyük promotörü Pandit Nehru ile, başkan Sukarno. Çağrılacak devletlerin listesini Pakistanlı Mehmed Ali, Birmanya başvekili Unu, Seylanlı Sör John Kotelawala ile beraber hazırlayan Nehru ile Sukarno'nun başlangıçta ilk amaçları dünya sulhunun kurulmasına yardım edecek bir konferans toplamaktı. Birbirini kovalayan atom tecrübeleri dünyayı dehşete düşürmüştü. Ruslar ile Amerikalılar A ve H bombaları patlatmakta yarış ediyorlardı. Asyanın bütün kıtalardan çok telaşa düşmesi tabii idi: atom bombaları yalnız Asya şehirlerine atılmıştı. Eski esir milletleri, eski mazlum kavimleri bir an önce toplamak, onları savaş aleyhinde haykırtmak lâzımdı, Nehru'ya göre. "Nonviolence" mücahidi Hint sulhperverliğini cihana yaymak istedi. Bir Afrika-Asya zirve konferansı düşüncesi böyle bir pasifizm bayrağı altında berraklaştı. Yıldırımı elinde tutan devlere karşı masumların azametli konferansı olacaktı bu, suç işlemeyen kavimlerin cihan çapında konferansı olacaktı.
Ama bu konferans bir barışseverlik ayini olarak kalmak istemedi. Sukarno'nun açış nutkuyla, hak talepleri hatta intikamcı sesler duyulmaya başlandı. Üçüncü Dünya da dünya işlerinde söz sahibi olacaktı. Yalnız aristokrat milletler, yalnız asil devletler konuşmayacaktı artık. Her millet aynı haklara sahipti. İmtiyaz yoktu. Milletleri çoban ve sürü diye ikiye ayıramayacaklardı artık. Bandoung, serseri kavimlerin ("peuples clochards") kurultayı oldu bir nevi "jeu de paume" andı. Yirmi dokuz millet vardı Bandoung'da. Bunlardan on üçü müslüman devletlerdi. Beyazlar yoktu konferansta. Beyaz aleyhtarlığı vardı. Irkçılık bilhassa Rusya ve Amerika aleyhinde şahlanıyordu..."
Ve yazı devam ediyor...
20.7.1965
YARATAMIYORSUN
Düşünce dokunduğunu yakan kezzap. Hangi düşünce? Aksiyona bağlanmayan, kendi kendini öğüten, bataklaşan, kanserleşen düşünce. Bu bir düşünce değil, bir felâket. Vehimlerinden bir kâbus halkeden hasta ve zavallı bir beyin.
Yaratamıyorsun. Sokaktaki adam alışkanlıklarıyla Zaloğlu Rüstem. Sen çırılçıplaksın. Çırılçıplak ve karanlıklarda. Andan kaçmak, nereye? Hayalinin inşa ettiği cehennemler gerçekten daha mı cazip? Düşünce, düşünce berraktır. Sen düşünemiyorsun. Dış dünyadan kopmuşsun. İç dünyan hasta bir hayvanın korkularını aksettiren ayna. Kırık bir ayna.
Gömülmesi unutulmuş bir cenazesin. Sefaletini kaybetmekten bile dehşet duyuyorsun. Sevenin yok, anlayanın yok, ağlayanın yok.
21.7.1965
HANGİ AHENK?
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.
Hangi ahenk? 12 Temmuz sabahı huzur içinde miydim? Hayır. Kaderden tek dileğim vardı: ölüm. Sakin, acısız ve gürültüsüz. Neden? Fizyolojik bir sıkıntının şuura aksi. Bulanık, dağınık ve kelimeleşince gülünçleşen şikâyetler. Daha doğrusu ezeli oldukları için zehirleri azalan, meşruiyetlerini kaybeden şikâyetler. Son haftaların yorgunluğu ve ümiliyasyonları. Duygularıma istikamet veren hep bu ümiliyasyonlar. Körlüğün küçüklük duygusu. Düşünce adamının boğuluşu ve oğlum. Belki bütün bunların arkasında Eros var. Eros yani cinsî tatminsizlik. Karımı, bilhassa hastalığından beri marazi bir düşkünlükle seviyorum. Onu kaybetmek ihtimali beni delirtiyor. Bütün olarak seviyorum. Ama bu sevgi boşluğumu dolduramıyor. Karanlıklarımı dolduramıyor. Fevziye annem, ablam, çocuğum, adeta kokladığım hava, yediğim ekmek. Fakat hiç sevilmedim ve buhranlı bir yaştayım. Karımın dışında bir hayat düşünemem. Bu imkânsızlık, mutlak imkânsızlık zaman zaman boğuyor beni. Yaşamak için istemediğim işlerle uğraşmak mecburiyetindeyim. Emil tercümesi, Sefiller... bu angaryaların mükafatı yok. Statükoyu devam ettirmek. Statükoyu sevmiyorum. Oğlumla fiilen ayrılmış durumdayız. Yine sene içindeki vaziyet. Odasına çekiliyor ve çalışıyor. Konya'da biraz ferahlamıştım. Limanımda nisbî bir sükûn içinde çalışmalarıma dönerken... Bunların hiçbiri mühim değil. Hepsi biraraya gelince mühim. İstikbal endişesi. Karımın sıhhatine güvenememek...
12 Temmuz Pazartesi sabahı, saat beş sularında bunları düşünüyordum. Maaşa titreyerek gidiyordum, talebem yoktu. Hint satılmamıştı, makalelerim basılmıyordu. Ve oğlumun üç ikmali vardı. Reşit Beyin esareti altında kalmaya mahkûmdum. 23 senedir beni mahveden ümiliyasyonlann başında bu mahkûmiyet gelir. Fevziye ile evlenirken bir miras peşinde miydim? Hayır. Kadına, yani şefkate, yani arkadaşa ihtiyacım vardı. Hayır. Bilhassa dişiye ihtiyacım vardı. Karım, mütevazi maaşlı bir öğretmen olsa bahtiyar olurdum. Karım benden büyüktü. İzdivacımızı maddî bir menfaat düşüncesine bağlar korkusu beni mutlak olarak menfaatlerimi fedaya zorladı. Karım benim yaşımda olsa evlendiğim gün hesap sorabilirdim. Aile reisiydim. Doğacak çocuklanmızın istikbalini düşünmek hem hakkım hem vazifemdi.
45'de hocalıktan aynlmak zorunda kaldım. Mahmut doğdu. Ve esaret zinciri bir daha kopmamak üzere perçinlendi. Tam istiklale kavuşacağımı umduğum anda gözlerimi kaybettim. Ve gözlerim için bile kayınbiradere başvurmadım. Karımdan yalnız kendisini istiyordum. Tek ıstırabım beni sevmemesiydi. Gerçekten seven kadın, kocasının bu kadar büyük bir acısına kayıtsız kalamazdı. Kendimi aldatmama lüzum yoktu. Karım beni sevmiyordu. Sevmemişti. Yahut da marazi ve çok hodbin (bencil) bir mülkiyet hırsı, yani kendisinden başkasına kaçmamam, biricik düşüncesiydi. Benim olsun da kör olsun diyordu. Bunun üçüncü bir ihtimali yoktu. Plaj hayatımın yirmi üç yılının kâbusudur. Belki tek kâbusdur. O şeamet yuvasından uzaklaştığım ölçüde nefes alabildim. Plaj yani Reşit Bey ve yakınları. Süheyla sıcak bir ilişkiydi. Kucağını herkese açan ucuz bir kadın. Süheyla çok hoşuma giderdi. Havası vardı. Ama karımı aldatmayı düşünemezdim. O benim için mukaddesdi. Aldatırsam yer yarılacak, gökten yıldırımlar yağacakmış gibi gelirdi bana. Süheyla ile yatsam birçok ıstıraplar hatta birçok felaketler önlenirdi. Bacanağım ölmeden az önce Süheyla'nın metresim olduğunu bildiğinden bahsetti. Belki kayınbirader de öyle sanıyordu. Ve belki Süheyla'nın bize karşı kindar davranışı böyle bir vehmi izale etmek içindi. Çok ıstırap çektim. Hiçbir şey istemez, hiçbir şey beklemezken bir zerre muhabbet, bir zerre anlayış hasreti içinde kıvrandım durdum. Sonra Zekiye geldi. Yüzünü hatırlamıyorum. Ben gördüğüm zaman yüzü yoktu. Herhangi bir sokaktaki kadındı. Gözlerimi kaybettim. Ben hastahanede kıvranırken çocuklarım plajda idiler. Mahmut bir gece bile yanımda kalmadı. Plajda Tuncay vardı, hayvani insiyakları vaktinden evvel gelişen bir kenar mahalle çocuğu. Ben Paris'te ameliyat masasında iken Tuncay oğluma saldırıyordu ve karım mutlak bir acz içinde idi. Döndüm. Gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. Tekrar çarka takıldım. Ölümü bir münci* olarak arıyordum. Meselelerimi ancak o çözebilirdi. Korkak olduğum için intihar edemedim. Vazifelerim de bitmişti. Hayattan zevk almıyor muydum? Alıyordum. Keçiboynuzunun balı. Ama çok yorgundum. Beklediğim bir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım? Dostlarım günden güne azalıyordu. Zaten fakir olan dünyam büsbütün fakirleşmekte idi. Belki bunlara eklenecek atavik faktörler de vardı.
12 Temmuz Pazartesi günü hiçbir İskender'in çözemeyeceği bu kördüğüm boğazımı sıkıyordu. Ben bir aile kuramadım. Karımın yanında daima bir Reşit Bey vardı. Yatakta bile karımla başbaşa kaldığımızı sanmıyorum. Ve karım bu Reşit Beyi hürmete şayan olarak görmek ihtiyacında idi. Şüphe hayatına mal oluyordu. Müreffeh değildik. Ama ben sefalete de razıydım. El birliğiyle yeneceğimiz bir sefalete. Çocuğuma süt parası bulmak için zavallı gözlerimi harap edercesine yıllarca çalışmış, her eğlenceyi feda etmiş, her husumete göğüs germiştim. Bir şeye yaramadı. Bu zinciri bir tekmede kırabilirdim. Kırmalıydım da. Güvenemiyordum. İşime güvenemiyordum. Kuvvetime güvenemiyordum. Karıma güvenemiyordum. Oğluma güvenemiyordum. Oğluma. Her yıl ikmale kalıyordu ve uzağımdaydı. Çok uzağımda idi. Bir tavan arasında bir tas çorbayı ve bir dilim ekmeği bölüşmek, hayatı adım adım, karış karış fethetmek. Okumak düşünmek ve sevişmek... Şu anda yine ölümü istiyorum. Belki hastayım.
12 Temmuz günü enfarktüs bir azizlik yaptı. Bir adres yanlışı. Ve ahenk yeniden bozuldu. Su yeniden bulandı. Çocuklarım benim tattığım acıları tatmamışlardır. Dayılarının bana neye mal olduğunu bilmezler. Ve şimdi karşımda elele veren iki bahtsız kadın. İki zavallı insan.
Beni bedbaht etmeye memur iki zavallı insan. Ne istediğini bilmeyen, içine birlikte yuvarlanacağımız tuzağı hazırlamak için bütün şeytanları seferber eden iki seyyar gaflet. Ne olurdu karım daha sıhhatli, daha becerikli, oğlum daha çalışkan, daha fedakâr olsaydı. Beni neden bu lağıma sürüklüyorlar? Ölüm hak, miras helâl. Hangi miras? Miras kütüphane. Miras terbiye. Miras namus. Miras temiz kalmış bir insan. Babanın ve babaların temiz kalmış ismi. Ne kadar bedbahtım! 48 yaşındayım. Ve şu sefaletim bile teminat altında değil. Bu 883 lira ne zaman kesilecek? Hangi dala tutunacağım?
Naciye düşman. Karıma düşman, çocuklarıma düşman. Bana düşman. Karıma düşman çünkü ondan çirkin, çocuklarıma düşman çünkü onun çocukları yok. Bana düşman. Çünkü Fevziye'nin kocasıyım. Bu yeni bir keşif değil. Zekiye ne kimseye dost, ne kimseye düşman. Zekiye için kendi menfaatları bahis konusu. Yalnız, tahtını tacını kaptırmış bir kraliçe psikozu içinde. Ve bu tahta Fevziye ile Naciye oturacak diye her ikisine de düşman. Fevziye dört kişi. Dört kişiyi idare etmek güç. Naciye tek kişi. Tek kişiyi idare etmek kolay. Naciye bizim aleyhimizde her tertibe girmeye ezelden müheyya. Yalnız bütün zayıf insanlar gibi kendini haklı gösterecek sebepler arıyor. Elalemden korkuyor. Belki kendisi de bize karşı beslediği kinin şuuruna varmış değil. Karşısına çıkacak ilk bahaneyi ganimet telakki edecek. Yani güçlük şurada: reaksiyonları hiç belli olmayan hasta bir insan karşısındayız. İplerimiz onun elinde. Naciye menfaatlerini mi gözetiyor? Hayır. Menfaatlerini feda eder mi? Edebilir. Sonuna kadar feda eder mi? Sanmıyorum. Ama bence bu bir meçhul. Baki'ye neden yanaşıyor? Bizi ekarte etmek için. Bizi neden ekarte edecek? Evvela bir tahakküm ihtiyacı. Şahsında Reşit Beyi enkarne etmek istiyor. Adeta Reşitleşmek kompleksi içinde. Eski bir gurur yarasının intikamı da alınmış olacak. Ne yapılabilir? Ya gemiler yakılır. Tehdide başvurulur. Kanun sahneye çıkanlır. Skandala rıza gösterilir. Bu blöf olarak da kullanılabilir. Tatbikata da geçilebilir. Naciye'yi tanımıyorum. Böyle bir blöf nasıl bir netice verir? O da mukabele bil misle kalkar mı? Son derece karışık bir işletme. Şüpheli hesaplar, Naciye bizi mahvetmek için intiharı göze alır mı? Kaybedeceği bir şey yok. Yaşadığı hayat hayat değil, zaafsız, yani tutulacak tarafi yok, yusyuvarlak bir şey, dikenli bir top. Ya da sevgisini kazanmak. Bu mümkün mü? Sanmıyorum. Ben kazanamam. Meğer ki bütün zekâmı ve erkeklik cazibemi terazinin gözüne koyayım. Bunun bile işe yarayacağı çok şüpheli. Zaten niye? Böyle bir bayağılığa ne lüzum var. Ben Naciye'yi severim. Herkesi sevdiğim için severim. Daha doğrusu sevmek isterim. Belki soğukluk onu yeteri kadar sevmeyişimden. Müşterek hiçbir güzel hatıramız yok. Kendisinden çok daha adi bir adamla evli idi. Kaynaşamadık. Aç gezdiğim günlerde bir tek dostça söz duymadım. Bir fincan çayını içmedim.
Bu dolaplar dönecek. Bilmemek ne güzel şey. Birbirimizi yemeye mahkûmuz. Bunun bir fazilet olmadığını, hiçbir işe yaramayacağını anlayabilseler!
27.7.1965
SÜKUT
Yine mutlakın somurtkan, sevimsiz, soğuk çehresi. Mutlakın yani sükutun. Mukaddes Kitap yalan söylüyor. Önce sükût vardı, kelâm değil. Kelâm bir arıza. Ezeli ve ebedi olan adem, yani sükut. Vigny "yalnız sükût büyük" diyor. Bu, felaketin, hailenin, ölümün büyüklüğü, düşmanın büyüklüğü. Yajnavalkiya doğru söylüyor: Tanrı sükuttur. Ama insanın sese ihtiyacı var. Sese yani hayata, sevgiye, ışığa. Kutupların sükûnundan bana ne?
Yine bir kâbusun kucağındayım. 12 Temmuzda kayınbirader sizlere ömür. Bu ölüm beni limanımdan koparıp, bir lağım ummanına fırlatıverdi. Küçük kinler, pis çıkarlar, rezil hesaplar... burnumu tıkayarak kaçmak istiyorum. Gerekirse ölüme veya cinnete. Yalnızım, silahsızım, çırılçıplağım. Tecrübe... Neye yarar tecrübe? İnsanlardan iğrenmeye, hayata küsmeye yarar. Eksik olsun. Kayınbirader 74 yaşında idi. Ve yaşamak istiyordu. Enfaktüse ben taliptim...
İstanbul'a gelecektin. Bu ümidimiz de mi suya düştü?
12.8.1965
FİLDİŞİ KULENİN PENCERESİ
Haritada insansız bölgeler var: çöller, bataklıklar v.s. Ömür haritasında da insansız yani macerasız, mânâsız, pis günler var. Bir aydır bir tüneldeyim. Bu ıstırap bile değil. Mızmız bir diş ağrısı, daha doğrusu Süleyman Efendi'nin nasırı. Uyuyamıyorum. Berke askerde. Ali Bey Paris'te. Server galiba dargın. İzzet hayatını kurmaya çalışıyor. Yalnızım. Hint satılmıyor. "Batı ve Hint'in basılacağı şüpheli. "Dönem"in Dante sayısı çıkmadı. Daha doğrusu Dante için yazdığım yazı tasfiye edilerek çıktı. Karıma Caddebostan plajının yarısı kaldı. Yani bir sürü borç, hudutsuz dağdağa. Bu bir miras değil, bir şeamet. Zaten bu plaj benim çarmıhımdır.
Sana çok ihtiyacım olduğu bir zamanda susuyorsun. Reva-yı hak mıdır? Fildişi kulenin penceresi pembe kristal. İnsanlar güzel görünür oradan. İnsanları sevmek için onlardan kaçmak gerek. Ben kütüphanedeki insanları seviyorum. Onları sevdiğim için dışardakilere de muhabbet besleyeceğimi vahmediyorum. Ama her temas yaralayıcı. Kılıç yarası değil bu. Tırnak yarası. Kirli ve şiiriyetsiz. Flaubert Paris'ten kaçmak istiyordu. Doğuya yani meçhule, Katolik olana, şekilsiz ve sınırsıza. Baudelaire de öyle. İnsan göçebe bir hayvan. Konduğu yere yestehleyen ve yestehleyecek yeni bir yer arayan şaşkın bir hayvan. Köpeğin, tırtılın, balinanın harikulade yardımcısı insiyak. İnsan böyle bir Koruyucu Melek'ten de mahrum. Zekâ yolunu arayan bir çocuk. Karanlıkta el yordamıyla yürüyen, emekleyen, kafasını her adımda bir engele çarpan cesur, fakat idraksiz bir çocuk. Nerelerdesin? Mehdi ne yapar?
20 Ekim 1965
TANRI'NIN ÖLÜMÜ
Büyücü, tanrıların sırlarını çalan adam. Yaratıcı'nın, künhüne akıl erdiremediği ilmine, mahrem olmak suretiyle, tabiat denen hantal robotu hüddamlaştıran büyü, bilinmeyeni bilmek ve görülmeyen âlem yardımı ile görüleni susta durdurmak. Âdem’den Faust'a, Faust'tan herhangi çağdaş ruhçuya kadar, insanoğlunun ezeli ihtirası. En büyük adam büyücü. Şiir büyü, sibernetik büyü.
İlim, yüzbinlerce yıl görülmeyeni gösteren dürbün. İlim avama hitap eden büyü. Şiiriyetini kaybeden, orospulaşan büyü. Promete büyücü idi, Röntgen büyücüdür. Gerçeğin de, aşk tanrısı gibi, gözleri bağlı. Kimin kucağına niçin oturduğu bilinmez. Bilmek, yapabilmektir.
Büyü, yani dağları, rüzgârları ve ruhları, kukla gibi iradeye ram etmek ihtirası, bütün medeniyetlerin, bütün ilerlemelerin anasıdır. Claude Levı-Strauss, laboratuvardaki hakikat avcısı ile kızılderili büyücünün metotları arasında büyük bir farkın olmadığını söylüyor. İkisi de aynı kafa. Birincisi, daha mütevazı, daha korkak, fakat ikisinde de aynı titizlik ve tabiatın esrarı karşısında aynı dindarane ürperti. On dokuzuncu asır maddeciliği, müspet ilmin nüfuz edemediği meçhul ormanı, memnu bölge ilan etti.
18 yaş, tecessüsün yıldızlara yelken açtığı çağdır, fetih ve macera çağı. Kagliostro, Nostradamus ve Sir William Crookes, benim için de hazinenin bekçileriydiler. Onları ararken Nordau çıktı karşıma, Nordau, Haeckel, Büchner ve bütün mistisizmlerin birer şarlatanlık, birer tereddi olduğunu haykırdılar. "Occultisme" üç kağıtçılıktı. Tecessümü yaramaz bir çocuk gibi susturdum, hafi ilimlere kapadım kapılarımı. Sonra Marx ve şakirtleri ve... çöken bir sınıfın mistifikasyonu olarak mahkum edilen okültizm. Yani okültizm, ruh haritamdaki "insansız bölgeler"den biri. Maddecilikle gerdeğe girmeden çok kısa bir flört.
"Table Ronde" dergisi, 195O'de hususi bir sayı çıkartmış: "Aspects de 'Occultisme". Dergileri parçalarken elime geçti, okumak tenezzülünde bulunmamışım. İlkyazı Robert Kanters'in: "Çağdaş edebiyat ve anahtarların gücü". Edebiyatın okültizmle ilgilenişi ne yeni bir hadise, ne de çağımızın hususiyeti, diyor Kanters. İnsanlar zaman zaman ilmin ve imanın kaynaklarıyla susuzluklarını giderememişler, karanlık kuyuya eğilmişler, oradan daha taze, daha doyurucu hakikatler fışkırtacaklarına inanmışlar. Ama bugün, bu, bir tecessüsten çok bir "angoisse", medeniyetimizin bir buhranı.
Çağdaş düşüncenin gözde konularından biri Tanrının ölümü. Nietzsche'den Sartre'a kadar yüzlerce yazar bizi Tanrının defin merasimine davet nezaketi gösterdi. Galiba Tanrı her gün yeniden ölüyor yahut davetiyeler yalancı.
Nietzsche için Tanrının ölümü, Hıristiyanlık tanrısının ölümüdür. Tanrı ölünce, moral değerlerin bir baştan bir başa değişmesi şart. Hıristiyanlık insana bir insan örneği sunuyordu: İsa. Nietzsche'nin haber verdiği buhran, bu insan imajını değiştirdi, yerine rasyonalist bir insan imajı getirdi.
3.11.1965
HAS BAHÇE
Karanlıkta satranç oynamak. Ahtapotun tek kolu yok ki, kaçasın. Her adımda ölümlerden ölüm beğenmek. Balzac ticaret hayatında en sarsak bakkal çırağı kadar başarı gösteremedi. Benim dünyam minnacık bir dünya. Minnacık veya sonsuz. Kavgadan kaçtım. Kavgadan yani kör dövüşünden. Yarım asra yaklaşan bir hayat. Ve birlikte yola çıktıklarımızın en arkası.
Para yok, sıhhat yok, şöhret yok. Hata etmemek... Ölüler hata etmez. Yaşamak sfenksle aynı odaya hapis olmak gibi bir şey.
Ne garip bir oyuncak şu insan. Yürür, konuşur ve acı çeker. 70 kilodur. Kendisine ve çevresine ait hiçbir şey bilmez. Bir nevi ıstırap makinası. İplerini başkaları çeker. Hantal ve şapşal bir robot. Neye sevinir, bilinmez. Sınırsız olan yalnız hayalleri ve acı kabiliyeti. Etten bir kafes ve aciz içinde çırpınan bir ruh. Vücut araba, akıl arabacı. Ama gözleri bağlı arabacının. Arabaya hükmeden atlar. Buda haklı. Var olmak için yok olmak lâzım. Parça bütüne kavuşacak ki, hasret dinsin. Bütün musiki, bütün şiir, bütün aşk. Bu bir çuval kemik, bu asi ten, bu aptalca endişeler ne olacak?.. Ne olacağını bilen var mı? Kader hep oynayamayacağı rolleri yükler insana ve ıslıklar. Alkış sahtekârların. Evet, kitap da, kültür de bütün sevgililer gibi kıskanç. Koparıyor insanı. Realiteden koparıyor. Ama asıl realite onlar değil mi? Yahut realitenin kalan parçası. Her okuyan, Don Kişotlaşır. Yani gurur olur, feragat olur. Don Kişot istikbale taşan bir mazi. Hatta bazan tek başına hak ve hakikat. İnsanların zincire vurulmasına tahammülü yok, zulma tahammülü yok. Don Kişot kanatlı.
Kertenkelelere gülünç görünmesi bundan.
Camoens isteyerek gitti Hint'e. Cervantes isteyerek dövüştü. Balzac'ı kimse zorlamıyordu tüccarlığa. Ama üçü de yenildiler. Yenmek pek umurlarında değildi. Oynuyorlardı. Saadet yaratış diyor; Bergson. Yaratmak yani ebedileşmek. Ebedileşmek, metamorfozdur. Ebedileşmek için güzelleşeceksin. Tek gözlü Camoens, çolak Cervantes sefaletleri içinde bahtiyardılar. Rothschild kadar bahtiyar. Adeta sefaletleri, bir nevi fidye-i necat*. Has bahçeleri vardı. Has bahçeleri...
26.12.1965
HEPİMİZ SUÇ ORTAĞIYIZ
Proküst'ün yatağı. Bu habis harfler şuurun gırtlağına dişlerini geçiren birer sülük. Atını senatör yapan Caligula insan haysiyetine bu hebbenneka eşkiya çetesinden çok daha hürmetkâr. Bir demokrasi düşünün ki, kendisine aydın payesi verilen şamar oğlanları alfabenin harfleri hakkında konuşmak hakkından mahrum. Sözde laik bir cumhuriyette en kenef, en adi mefhum ve nesneler mukaddes. Latin alfabesi kuduz bir köpek gibi dile musallat edildi. Üniversite o zamanki ve bu zamanki üniversite şuur ve haysiyetinden iğdiş edildiğinin farkında değil. Bir alay çizmeli sarhoş, memleketin gönlü ve göğsü üzerinde tepindiler. Hepimiz suç ortağıyız. Yıllarca uyutulduk. Kitaplar deccalı tanrı gösterdiler. Bütün şereflerimizden utanır olduk. Ne hürriyet, ne kalkınma, ne maddede zafer, ne mânâda fetih. Rezil bir tahrip. Her güzeli, her şerefi, her mukaddesi. Hiçbir müstemleke, kıymetlerinin âdet bezinden daha hakir görüldüğünü bu zavallı memleket kadar ürpermeden, isyan etmeden müşahade etmek bedbahtlığına uğramamıştır. Radyomuz kasaba kerhanelerine utanç verecek, hırıltı ve zırıltılarla dolu. Türkçe her gün katlediliyor. Ya zavallımusikimiz?