"Angoisse" (sıkıntı, huzursuzluk, ducret) psişik veya fizik bir tedirginlik, bir kendini rahat hissetmeyiş (bir "malaise"). Ruhi bakımdan paniğe varabilen bir güvensizlik duygusu olarak belirmektedir. "Angoisse" hisseden fert, sıkıntısının kaynağını bilmez yahut bu duyguyla onu meydana getiren şartlar arasında büyük bir nispetsizlik görür.
"Angoisse" deyince daima ona bağlı bir takım unsurlar gelir akla: meçhuliyet, kararsızlık, aciz (had şekli hafakan).
Fizik bakımdan, nefes darlığı ile belli eder kendini "angoisse", göğüste bir sıkıntı duyulur, terlenir, çarpıntı hissedilir. Çok defa kol ve bacaklarda titremeler ve umumi bir zaaf hissi. Yenemediğimiz bir heyecandan doğan refleks. Kâh şiddetlidir, çabuk geçer, kâh kroniktir.
"Anxiete" ise, bir tehlike karşısında duyduğumuz şuursuz korku. "Angoisse"dan kantite bakımından farklı.
Korku, bir tehlike karşısında duyduğumuz heyecandır, elimizdeki korunma imkânlarıyla karşılayıp karşılayamayacağımızı kestiremediğimiz bir tehlike. Korku tamamen şuurlu bir hadise.
Bazı "angoisse"ların kaynağı sadece fizikidir, zehirlenmelerde, kalp hastalıklarında olduğu gibi.
Bebekte "angoisse", annenin baştan savmacılığından, çocuğa sevgi göstermeyişinden, beslenmede intizamsızlıktan kaynaklanabilir. Biri gidip biri gelen sütanneler, arada rasgele hazırlanmış mamalar. (Annemin rahatsızlığı yüzünden benimle meşgul olmayışı, beşikten itibaren beni "angoisse’a" mahkûm ediyordu. Gerçi karımın da durumu aynı. Ama herhalde bu tesiri silen bilmediğim faktörler işe karışmış olacak. O normal olarak "angoisse"a yabancıdır).
İlk çocuklukta duyulan umumiyetle fizik menşeli "malaise"ler, sonraları, en küçük bir güvensizlik ânında otomatik olarak, bir refleks gibi, beliriverir. Çocuk içindeki sıkıntının sebebini dışarda arar, hâlbuki sıkıntı derunidir. İyileşmesi güçtür çocuğun, çünkü güveni kendi dışında, başkalarının sevgi ve himayesinde arar. Ne yazık ki ebeveyni de çok kere aynı tedirginliğin kurbanıdır, onu teselli etmek şöyle dursun daha çok bunaltır.
Üç-dört yaşlarındaki "angoisse" umumidir, normal sayılabilir. Daha çok geceleri tezahür eder. Çocuk o yaşta rüya ile gerçeği karıştırır ve korkar. Korkusundan kurtulamaz da. Hele dış dünya şefkatsizse, çocuğun dünyası cezalarla, tehditlerle doluysa. Kâbuslar, "hallucination"lar başlar.
"Angoisse"dan nasıl kurtulabilir çocuk? Oyun sayesinde "angoisse"mı korkuya kalbederek, sonra da korkusuyla eğlenip oynayarak. Bazen korkanlarla alay eder çocuk, sonra da kendi korkusuyla. Önce korku olur "angoisse"ı sonra bir alarm işareti haline gelir. Böylece "angoisse" tecessüsü kamçılar, bir uyarıcı olur. Çocuk karşısına çıkan problemlere çeşitli cevaplar arar, tehlikeleri önlemek için tecrübelere girişir.
Yetişkin insana gelince, fert "angoisse"ını çeşitli şekillerde ifade etmek suretiyle ondan kurtulabilir, yani "catharsis artistique" sayesinde. Bu, bir kılık değiştirmeyi icap ettirir. İnsan hissetmekte olduğu veya bir zamanlar yaşadığı acıları kendine de başkalarına da olduğu gibi açmak istemez. Onları mübalağalandırmak, küçültmek, alay konusu yapmak veya süslemek suretiyle yok edemesek bile, hafifletebiliriz. Gerçek sanatkâr, sıkıntılarından bir kısmını üslup planına aktarır ve eserini yaratmak suretiyle "angoisse"ının sembolik bir tasfiyesini başarmış olur. Eser sayesinde, kendini daha iyi tanır ve daha çok olgunlaşır. Fakat bu tasfiyenin müessir* olabilmesi için, boyuna aynı temalara ve aynı şekillere bürünmemesi, kendi dertlerini, kendi hayatını anlatma ihtiyacının, düpedüz anlatma alışkanlığına istihale etmesi lazım.
Ama bundan, "angoisse" kabiliyet yaratır gibi bir netice çıkarılmamalı, "angoisse" sadece istihsali kamçılar. Eserin kalitesi başka faktörlere bağlı. Şiddeti azaldıkça, başka gayeler için kullanılabilir "angoisse".
"Cependant â force de jouer avec l'angoisse, quelques per-sonnes, au lieu de s'en rendre maitresse, finissent parl'erotiser et la cultiver. Conseiemment ou inconsciemment, suivant le cas, ils recherchent les situations qui leur donnent le frisson de la peur... "
22.2.1963
ANGOİSSE ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİM
Geçen günkü yazıyı Raymond de Saussure'ün bir konferansından özetledim. Hazretin konuşması daha bitmedi. Saussure kötü bir muharrir. (yazar) Avrupa edebiyatında bu tedirginlik, kâh "spleen", kâh melankoli, kâh "mal du sciecle" denen bu kasvetli hava, sanırım ki Büyük İhtilal'den sonra başlıyor. Ortaçağda herkes yerli yerinde. İçtimai sınıflar hallerinden memnun. Kimsenin böyle inceliklerle uğraşacak vakti yok. Baronlar ya birbirine saldırmakla meşgul, ya avla, ya zamparalıkla. Arada bir can sıkıntısına tutulan beyleri Kudüs hülyası sarar. Ve İslâmın kılıcı, fazla yiyip içmekten "plethore"a tutulan Hıristiyan şövalyelerini hacamat edip şatolarına yollar. On sekizinci asır, kavga asrı.. Kalem kâh kamçı, kâh neşter, kâh satır. Şikâyetler erkekçe, feryattan çok, nâra, daha doğrusu ne feryat, ne nâra. Aklın sesi: inandıran, güldüren, eğlendiren, düşündüren bir ses.
"Angoisse", sanayi inkılabı ile başlıyor galiba. Fabrikaların uğultusu, İsrafil'in suru gibi, insanlığın uykusunu kaçırıyor. Önce şairane bir his bu. Chateaubriand'ın asık çehresi, çağdaşlarının matmazel Byron dedikleri Alfred de Musset'nin huysuzlukları, Gerard de Nerval. Tek tük sesler yavaş yavaş senfonileşir. Beaudelaire ve sembolizmin üç silahşörleri: "tristesse sans cause." 1940'ta Doktor Burkhart adında bir hanım hocamız vardı. "Tristesse şans cause"u açıklamamızı istemişti. O zamanlar Max Nordau'ın keşfiyle sarhoştum. Doktor Burkhart Nordau'dan habersizdi. Yazdıklarımı küfür okur gibi yüzü kızararak okudu. Ve numara vermedi. Hiçbir "tristesse" Verlaine'inki kadar esbab-ı mucibeli değildir.
Psikologlar "omphalopsyque"leri hatırlatıyor çok defa. Tanrıyı göbeklerine bakarak keşfediyorlar. Bence "angoisse"ın kökü ya biyolojide ya sosyalde. Tedavisi de öyle. Katarsis, "angoisse"ı "exorciser" etmenin ezelden beri malum yollarından biri. Katarsis yani "angoisse"ı içtimaileştirmek, ferdin içtimaiye sığınışı bir nevi. İnsana öyle geliyor ki "angoisse" aylak sınıfların lüksü. Aksiyondaki adamın "angoisse"a vakti yok. Belki bir nevi "mauvaise conscience" bu. Narcisse gözlerini diktiği suda pis bir herif görüyor.
Ben hafızamın kucaklayabildiği en eski hatıralarımı "angoisse"la sisli görmekteyim. Ama mütemadiyen açılan bu yaranın, hangi eller tarafından kanatıldığı meçhulüm değil. O zaman bu bir "angoisse" değil, düpedüz bir "malheur" oluyor. Şartlar değişmedikçe bu yara kanayacak. Şartlar neden değişmiyor? Asıl sual bu. Kaldı ki "anjgoisse"ı bavula yerleştirir gibi bir alay imtiyazlının göğüs boşluğuna doldurmak da yanlış. Benim durumum başka. Felaket benim planımda izale edilse bile, bu hiçbir meseleyi hal etmez. Varmak istediğim birinci merhale herkes kadar, herkes gibi yaşayabilmek. Sonra. Ya bütün bir çağı gittikçe daralan demir bir çember gibi sıkıştıran "angoisse"? Bence bu, "angoisse"dan çok korku. Hatta çok açık, çok belirli bir korku. Moskova'nın Newyork'tan, Newyork'un Moskova'dan, Hint'in Çin'den, insanın insandan, insanın makinadan korkusu. Homo faber'in fetihleri hiç de gönül açıcı değil. Rönesanstan bu güne kadar geçen tarih antik çağların yabancısı olduğu bir dert aşıladı insanlığa: "angoisse". Sosyalizm bu derdin kökünü kazıyacak mı? Yoksa sosyalizm soyumuzun gördüğü son tatlı rüya mı olacak? "Cruel enigme"! Altın Çağın ilerde olduğuna dair hiçbir belirti yok.
Bunların hepsi güzel, bunların hepsi mükemmel ama benim durumum? Madem ki altı bin yılın (belki de altı yüz bin yıl) kirlettiği tarih denen bu uçsuz bucaksız ahırı kandan ırmaklar temizleyebilir.. Acaba? Kan neyi temizledi şimdiye kadar? Kan yangınlar tutuşturan bir barut. Makina ile insanın boğuşması nasıl sona erecek? Makina Caliban. Caliban'ı zorla dürttük, uyandırdık. Gandi'nin ülkesi bile ırzını tekniğe teslim etti. Ama bunlar benim problemim değil. Aydınlarımız Beyoğlu'na ilk defa çıkan kenar mahalle çocukları gibi ağızları bir karış açık, makina medeniyeti karşısında vecit duyuyorlar. Devekuşu uyanıklığı temsil eder bizim yanımızda.
23.2.1963
BİR BABANIN ŞİKÂYETLERİ
İnsanlar görüyorum., yangından kaçar gibi kaçıyorlar vazifeden. Önlerinde uçurum. Bir uçurum ki memleketimin insanları ile dolu., bir uçurum ki uçsuz bucaksız.. Uçurum değil, bir ejderin ağzı.
Belki biz de koşuyorduk uçuruma. Belki eteklerimiz bir dikene takıldı, belki biz de uçurumdayız. Ama bu uçurum da kat kat.. Yüz yıllardan beri kâbusa, geceye ve lağıma akan bir ırmak gibi insanlar dökülmüş bu uçuruma. İnsanlar ve İnsanlık. İnsanlık sarhoş, İnsanlık büyülenmiş, İnsanlık kör; görmüyor uçurumu, görmüyor.
Bu kozmik haileyi* ibret aynasından seyredemezsin. Devran çoktan parçaladı aynanı. Sen de kafilenin içindesin. Sen kafanla, sen etinle, rüyalarınla, sen "posterite"nle içindesin. Bu ateşten çemberi aşamıyorsun.
Ve melekler Lût'a dediler ki... Ve Lût'un karısı başını arkaya çevirince tuzdan bir heykel oldu. Tanrının ölüme mahkûm ettiği beldeden iki kişi kurtarabildi Lût: kızlarını. Nuh'un sefinesinde* her cins hayvandan bir çift vardı. Tufandan tek insan kurtarabildi Nuh: karısını. Ve Manu kurtuluş dağına tek başına tırmandı. Benim dostlarımı davet edeceğim bir Arz-ı Mev’ûd*'um yok. Kayık: gönlüm, tırmanılacak dağ: çile dağı. Kali Yuga ne zaman sona erecek? Tanrı dünyayı terketti belli ki. İnsanlık Tanrıdan vazgeçtiği gün, kederinden öldü Tanrı. Onunla beraber İnsanlık da öldü. İşte böyle Karamazof Baba! Bir yaban domuzu gibi, iştahlarının kamçısı altında bütün nimetlere saldırabilirsin artık. Ama kaderin oku bir yığın kokmuş toprağa çabucak çevirir seni. Gergedanlaşmak, domuzlaşmak, yılanlaşmak. Sirse, Sirse.. senin marifetin bunlar! Tanrıyı tahtından indiren sensin! İmparatorlukları ağaçlar gibi, sen devirdin! Salome, Messaline.. Şeytan senin yüzünden cennetten kovulmuştur. Sen levis, sen ölüm, sen hayat.
Demek aklın sesi rüzgârın uğultusundan daha mânâsız. Kılavuzların çığlıkları, çılgın kahkahalar arasında boğulmuş asırlardır. Kadeh şakırtıları, halhallar ve heyheyler ve kuyuya doğru ilerleyen kafile: kör kuyuya. Hangi kafile? Bu kafile sensin! Rüyaların, ümitlerin, mazin, istikbalin.
Ojias'ın ahırından sana ne? Kapının önünü temizleyebildin mi? Çocuğun senin gibi düşünmüyor. Eyyup gibi her hücreni azap kemirdi, bu yetmiyor. Kalbin çocuğunda da kanıyor. Torunlarında da mı kanayacak? Belki en mükemmel ikna vasıtası yumruk, ama ben bir sirk cambazı değilim ki. Korkuyorum. Her şeyi kaybetmekten korkuyorum. Kaybedecek neyim kaldı ki? Bir kaç vehim. O ayrı bir dünyanın çocuğu, ben ayrı bir dünyanın. Acaba hangi dünyanın çocuğuyum. Çocuğu veya ihtiyarı. Yahut hangi dünyanın çocuğuydum. Bırak hayatını yaşasın. Demek dışarının leş kokusu çekiyor onu. Bu tefekkür Sina'sı, metruk bir manastır kadar cazibesiz. Kitaplar boş kutular gibi mânâsız. Ben bu kaleden başkasına sığınamam ki. Tanrılarının suratına tükürülen insan ne kadar şaşırırsa, o kadar perişanım. Çocuklarım her şey olabilirlerdi, gergedan olmayı tercih ediyorlar. Öyle boğazımı sıkıyor ki bu düşünce! Saraydan ahıra kaçış. Ne yapabilirim Allahım! Ne yapabilirim! Anlayamıyormuşum. Evet anlayamıyorum. Ve anlatamıyorum. Sürü ile karşı karşıyayız. Sürü çiğneyip geçiyor beni. Ve sürünün başında kendi evladım, arkalarından bağırıyorum: nereye, nereye?
Ve Tanrı sayısız elçi yollamış insanlara. Mabetler her devirde boş kalmış. Buda kovalanmış, İsa çarmıha gerilmiş, Muhammed'i zehirlemişler, Lenin öldürülmüş, Gandi öldürülmüş, Marx'ın çocukları ne oldu? Belediye kaldırdı oğlunun cenazesini. Kızları evlendiler. Lenin'in çocukları yok muydu? Hasan Hüseyin efendilerimizde, Muhammet'ten ne var? Ebul Âlâ, ben babamın işlediği cinayeti tekrarlamayacağım diyor. Babasının işlediği cinayet. Ben Ebul Alâ kadar yiğitlik gösteremedim. Ne zaman döneceksin, ne zaman? Çakalların uluyuşuna kulaklarını tıkayıp ne zaman bilgi mabedinin mihrabı önünde vazifenin sesine, hakikatin sesine açacaksın kulaklarını! Seni feda edemem ki. Neden kafanda ben yokum? Neden kalbinde ben yokum? Demek hayat gerçekten bombok. Belki yarın suçlu bulacaksın beni. Neden kolumdan tutmadı, neden mâni olmadı diyeceksin. Ben ezeli bir mağlubum yavrum. Seni sevgimle tutamadıktan sonra. Hakkımdır diyorsun. Senin yaşında hak olmaz. Sen haklarını adım adım fethetmek zorundasın. Ama anlatamıyorum.
Neleri kaybettiğinin farkında değilsin. Sultanlıktan kapıcılığa koşuyorsun. Başkaları da koşuyor. Ama ben bu kadar acıyı sen de başkalarına benzeyesin diye çekmedim. Sana kırgın değilim, yalnız attığın her yanlış adım dünyamın bir sütununu deviriyor. Dünyamın, yani senin dünyanın. Hafızanda çatık kaşlı bir hatıra olarak yaşamak istemezdim. Sana dayanabilsem harabeler içinde yeni bir kale kurabilirdim kendimize. Olmadı. Olmuyor. Bu kitapların da, fedakârlıkların da kimseye faydası yok. Sen de koş, sen de düş, sen de yaralan. Kalbimin duracağı bahtiyar güne kadar seninle beraber yaralanmaktan başka ne yapabilirim?
Mazim günahlarla dolu, hatalarla dolu. Ama yoluma ışık tutan olmadı. Olsa ne değişecekti bilmem. Ne var ki çocuklarıma karşı bilerek hiçbir kusur işlemedim. Hatalarım cehaletimden.... Gemisini kurtaran kaptandır. Hangi gemi, hangi kaptan? İnsanlar cam parçalarını gerçek hazineye tercih ediyorlar. Ve sonra Ödip kompleksi. Hayyam, efsane söylediler ve uykuya daldılar diyor. Benim efsanelerimi dinleyecek kimsem yok. Ve uyuyamıyorum da. Keşke ıstıraplarım sevdiklerimin işine yarasa.
23.2.1963
SAUSSURE’YE DEVAM
"Angoisse"la oynamaya gelmez, diyor Saussure, sonra insan "angoisse"ının tiryakisi olur, bilerek veya bilmeyerek korku peşinde koşar. Yarası ile oynamaktan hoşlanmak gibi bir şey...
Acaba ben de öyle bir mazoşizmin kurbanı mıyım? Düşmanı yenemeyince ona alışmaya çalışmak, teslim olmak, Eyyub'un ıstıraplarından haz duyması... Belki "angoisse" bizi başkalarından ayırdığı için imtiyazlaşıyor. Ve bikrini* gorile teslim eden çılgın bir dişi gibi kendimizi kucağına atıyoruz "angoisse"ın...
23.2.1963
AİLE
Lacan'ı okuyorum (Paris Tıp Fakültesi klinik şeflerinden Doktor Lacan'ın Fransız Ansiklopedisinin "La Vie Mentale"e ayrılmış sekizinci cildinde yer alan "Aile" yazısı). Lacan'a göre, aile bir müessese. İnsan ailesi biyolojik bir olaydan ibaret değil. Kültürü aktarmak en önemli fonksiyonu. Manevi geleneklerin, adet ve merasimlerin muhafazası, tekniklerin ve mamelekin* kaybını önleme konularında başka içtimai gruplar da ailenin rakipleri arasında. Ama ilk terbiyeyi veren, insiyakları dizginleyen, çocuğa ana dilini kazandıran hep aile. Bu suretle ruhi gelişmenin ana vetirelerini* kontrol eden, nesiller arasında ruhi bir devamlılık sağlayan da o. Aile bir köprü. Çocukla beraber doğmuşa benzeyen bazı psişik özellikler, bu devamlılığın neticesi. Conn, bu devamlılığı göstermek için "içtimai irsiyet" terkibini kullanmış. Pek yerinde bir tabir değil ama psikolojik irsiyet söz konusu olduğunda, psikoloğun dikkatini biyolojik olana saplanmaktan kurtarması bakımından değerli.
Bugün Batı'da normal bir 'müessese aile'nin, baba, anne ve çocuklardan oluşması biyolojik aileninkine benzer bir yapıyı akla getiriyorsa da bu sadece bir yapı benzerliği. Ama bu benzerlikten insiyakların değişmezliğine dayanan bir yapı ayniyeti çıkarmak hatalı.. Böyle bir ayniyetin varlığını iddia edenler de tamamen farazi bir takım teorilere dayanıyorlar. Mevcut aile nizamını tenkit edenlere göre, ilkel aile, hayvanlar âleminde müşahede edilen "promiscuite'ye uygun bir yapıya sahiptir. Aileyi sosyal bir hücre olarak kabul edenlere göreyse, ilkel aile, yine hayvanlarda rastladığımız müstakar* çift modeline irca edilebilir.
Bunlar hiçbir bilinen vakıaya dayanmayan teoriler. Hiçbir yerde, hatta grup halinde izdivaçların mevcut olduğu yerlerde bile böyle bir "promiscuite" yok. Kaldı ki en eski çağlardan beri yasaklar ve kanunlar var. Ayrıca ailenin ilk şekilleriyle en gelişmiş şekilleri arasında ortak yanlar var. Her ikisinde de otorite, patriarkal (ataerkil) otoritedir yahut hiç değilse bir konsey'de, bir "matriarcaf'da yahut onun erkek temsilcilerinde toplanmıştır. Her ikisinde de muayyen akrabalık ve veraset şekilleri hâkimdir. Yani usulüne uygun bir aile var karşımızda. Ama bu aile, cemiyetin hücresi olmaktan çok uzak ve bu aile iptidaileştikçe akrabalıktaki kan bağlılığı da ehemmiyetini kaybediyor.
İlkel aile akrabalığın biyolojik bağlarını tanımaz. Garabet, kan bağlılığını meşrulaştıran bir takım "rite"lerle ortaya çıkar yahut yine bir takım "rite"lerde hayali kan bağlılıkları ihdas edilir.
İlkel aile yapısında biyolojik bağlılıkların olduğu inkâr edilemez ama bu istisnai bağlılıklardan hareketle bugün mevcut aile yapısını biyolojik aileye irca edemeyiz.
Modern aile basit bir yapıya sahip olmaktan çok uzak. Bu ailenin girift yapısını, eski aile tiplerinin bugün bilinen müesseseleri sayesinde daha iyi anlayabiliriz ama modern aileyi ilkel bir aile hipoteziyle açıklayamayız...
Aile sosyal münasebetlerin bir parçası, bir müessese: sosyolojinin vardığı sonuçlar bunu gösteriyor. Bu durumda aile psikolojiyle ilgili araştırmalarda söz konusu olan insiyaklar değil komplekslerdir. Aileyi yönlendiren biyolojik faktörler değil kültürel faktörlerdir.
Kompleks nedir? Kompleks, bütün organik fonksiyonları ilgilendiren bir tepkiler bütünüdür. Her kompleks geliştiği muhite ait bir realiteyi tekrarlar. Demek ki komplekse kültürel faktörler hâkim. Bugün kompleks içgüdüyü aydınlatıyor, oysa önceleri kompleksleri içgüdülerle açıklamak adetti. Freud, kompleksi, "inconscient" bir faktör olarak tarif eder. Bu şekliyle kompleks, şuurun yönetmediği birçok ruhi hadisenin kaynağıdır, başarısızlıklar, rüyalar, sentomlar gibi.
Freud'e göre, kompleksin temel unsuru "imago" denilen bir "representation inconsciente".
Kompleks ve imago mefhumları psikolojide ve bilhassa aile psikolojisinde ihtilal yarattılar. Aile, en tipik ve müstakar komplekslerin faaliyet gösterdiği bir saha yani müşahhas* bir tahlil konusu.
Lacan, ailenin içinde şekillenen komplekslerin, imago, duygu ve inançların aile ile münasebetleri ve çocuğun psişik gelişmesi üzerindeki etkilerini inceliyor, bunu yaparken de üç kompleksten hareket ediyor: memeden kesilme kompleksi, kardeşi ve yaşdaşı çocukları kıskanma kompleksi, nihayet Ödip kompleksi.
26.2.1963
GÜNLER
Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da var. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var...
Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar.
Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
TAYFUR ÖLMÜŞ
Tayfur ölmüş. Yaşıyor muydu? Ne zaman yaşadı? Hangimiz yaşıyoruz? Hayat koltuğuna daima korkar gibi ilişirdi. Toprağı olmayan bir toprak ağasının çocuğuydu. Akrabaları küstahtılar, o sakindi. Çocukluğumun dikenli tele benzeyen hatıraları içinde boşuna onu da arıyorum. Çok silik ama kendisiyle temastan acı bir yara ile ayrılmadığım nadir, çok nadir insanlardan. Zorla okudu. Fakir olduğu için uyanık olmak zorundaydı. İçtimai dâvaları merak edecek oldu, hapise attılar. Sindi ve silindi. Düşe kalka hukuk'u bitirdi. Nasıl bitirdi? Neler öğrendi? Üç milyar insandan biriydi Tayfur. Bütün akrabaları beydiler, ağaydılar. O, Tayfur Çalım olarak doğdu, Tayfur Çalım olarak öldü. Isırmayan, tırmalamayan bir insan. Tayfur da milyonlarca benzeri gibi Araf’ta kaldı. Ne yırtıcı hayvanlarla dolu "caverne natale"inde kalabildi, ne fikrin arş-ı âlâsına kanat açmak bahtiyarlığına erebildi. Yan yolda durdu.
Tayfur ölmüş. Tayfur çocukluk yıllarımdan bir yaprak. Belki köyünde kalsa yıllarca yaşardı daha. O da bir kökleri sökülmüş ağaç. Şehir yuttu Tayfur'u. Ahmet Akat'tan sonra, Tayfur Çalım. Tanışırdılar. Ahmet tepeden bakardı Tayfur'a. Fakülteyi geç bitirişi ile alay ederdi. Zavallı Ahmet, kendisine nasip olmadı fakülteyi bitirmek. Aşağılardan geldiği için başkalarını mutlaka küçümsemek ihtiyacındaydı. Bununla beraber bir üstün tarafı vardı Tayfur'un, bir efendi tarafı vardı. Daha mı zeki idi? Belki. Belki de bu efendilik aşiret çocuğu olmasından geliyordu. Çalım Mamu nihayet bir ağa idi. Fakir, ikinci, üçüncü sınıf bir ağa. Ama ağa. Ne kadar gariptir. Ağabeysi yaşıyor hem de müreffeh, anlı şanlı bir hâkim. Lüzumsuz, tatsız, bayağı bir gübre müstahsili. Katran gibi donuk, lüzucî*, kerpiç gibi bir adam. Ne gözlerinde, ne ruhunda pırıltı. Zavallı Tayfur!
27.2.1963
OSMANLILAR
Eslâf* sade suya tasavvuf çorbasıyla beslenmiş asırlarca. Tatsız tutsuz, iliksiz ve usaresiz* bir tasavvuf. Çile yaşandığı zaman nağmeleşir, nurlaşır. Tefekkürün kabuğunu kıramamış bir türlü. Hindistan cevizine benzeyen o acayip nesneye korku ile itimatsızlıkla bakmış. Kolaya vermiş kendini. Mücahitlerin kanı Al-i Osman ülkesine bir altın ırmağı gibi akarken, atlas örtülü şiltelerde alev tenli cariyelerle binbir gece masalı yaşayan bendegân-ı saltanatın*, hayat muammalarını çözmeye harcayacak vakti mi vardı? Onlar bütün gordiyonları kılıçla kesmeye alışmışlardı. Kılıç ve satır. Hayat çok defa kılıçla başlayan, satırla biten rengarenk bir rüyaydı.
Apayrı bir dünya idi Osmanoğullarının ülkesi. Nal sesleri, tekbir sedaları, tekbire benzeyen nal sesleri., sonra kan kokusu ile, güneşin sert şarabı ile azgınlaşan iştihalar*. Farabi'yi kim okuyacak? İbni Sina'yla kim uğraşacaktı? Avrupa, kılıcından kelle damlayan akıncılara kırk haramilerin mağarası gibi görünüyordu. Sonra rüya kâbusa döndü. Ecdad-ı izamımız hep sırtını görmeye alıştığı küffar-ı betgerdara hep sırtını göstermeye başladı.
Tanzimat devrinin aydını, ecdadının kendisi için kurulan bir ziyafet sofrası sandığı Avrupa'yı, erişilmez bir dünya olarak sayıklamaya başladı. Ama hep beldeler, kâşaneler*, hep dekor, hep dış.. Osmanlı, dininden emindi. Bakışlarında haset, kin ve istifham vardı daima. Tanzimat aydını Avrupa kültürünü fethedemedi. Neyle fethedecekti? Kültür süngü ile fethedilmez. Ve Osmanoğlunun süngüsü kırılmıştı. Kapitalizmin harc-ı âlem emtiası sahil saraylarını doldurur, Doğunun en ciranbaha sanat Bediaları bedestene devredilirken Tanzimat aydınları da kırılan putların yerine bonmarşeden tedarik ettikleri teneke heykelcikler koymağa çalışıyorlardı. Tanzimat, Avrupa irfanından ne getirdi? Hiç! Voltaire ve Münif Paşa.. İnsanın güleceği geliyor. Namık Kemal tarihi ve tarihî romanı getirmiş. Hangi tarihi ve hangi tarihî romanı? Avrupa yâranı Paris sokaklarında dolaşırken Batı düşüncesi en feyizli meyvelerini veriyordu. O devirde Michelet teneffüs ediliyordu, Quinet teneffüs ediliyordu. Bununla beraber o yiğit kalem mücahidinin tecessüsü, kanatları olan bir tecessüstü, yerde sürünmüyordu.
Tanzimat neslinin en büyük hizmeti Türk nesrini yaratmasıdır. Abide, malzeme demek. Düşüncenin malzemesi dildir. İstikrarlı, aydınlık bir dil. Türk düşüncesi nereye dayayacaktı sırtını? Önce hayranı olduğu medeniyeti adım adım tanımak, sonra tatmak, benimsemek zorundaydı. Büyük gayretler sarfolundu. Avrupa Avrupa olabilmek için kaç asır beklemişti? Kaç medeniyetin kapısında diz çökmüş, kaç hocadan ders dinlemişti? Çıraklık devrimiz pek kısa sürdü. Bununla beraber dilimiz gelişti, gürbüzleşti. Shakespeare ancak Cenab'ın Türkçesiyle Türkçeleşebilirdi, "Asırların Efsanesi" Fikret'in.. Chateaubriand Süleyman Nazif’ten çok daha az tantanalıdır. Sonra Haşim'in, Yakub'un bazan boyaları sırıtan, fakat daima parlak nesri. Sonra avama hitab eden yeni bir nesil. Sinirsiz, kemiksiz cümleler. Kıyma makinasında çekilmiş gibi kolayca yutulan Fecr-i Ati nesri.. Refik Halit, Halide Edip, Reşat Nuri. Sonra tarihi tersine çeviren ve altı yüz yılın emeğini yok eden görülmemiş, işitilmemiş Vandalizm: harflerin ve dilin belkemiğini kıran tekme. Bununla beraber düşünce de her canlı uzviyet gibi kolayca teslim-i ruh etmedi. Haysiyet sahibi insanlar enkaz arasından seslerini duyurmaya çalıştılar. Mukaddes ateş bir günde sönmedi. Yahya Kemal uzlet* sarayında Nedim'i sermest-i zevk edecek gazellerine devam etti. Peyami Safa kelimelerin pırıltısı ile ruhun derinliklerini aydınlatmaya çalıştı. Hülagûzâdeler milli hafızamızı söküp atar, kütüphanelerimizi yakarken hakiki aydınlar ya sustular, ya yollarına devam ettiler. Ettiler, amma iltifat görmediler. Ve tefekkür fakr-id dem*'den ölmek üzeredir.
Ahmet Hamdi öldü. Radyoda zaman zaman şiirlerini dinledik. Hamdi sadece bu şiirler midir? Onun bir düşünen adam tarafı yok mu? "On dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı" bütün derme çatmalığına rağmen ziyaretçisi olmak gereken bir mabettir. İsmail Habip öleli kaç yıl oldu. Hani yeni İsmail Habipler? İsmail Habip'in kâh sarhoş narasına, kâh aşk ilânına benzeyen nesri şimdi dua, şimdi fısıltı, şimdi kekeleyiş, eğri büğrü ama yaşayan bir nesir, girdibadı olan, cibali olan bir nesir. Girdibadları sığ, dağları bodur., kabul!
Ama edebiyatı bütün bir nesle o tattırdı. Tanpınar'a gelince tefekkür kazanında yeni bir terkip yapmaya çalışan ve satıhtaki köpükleri boyuna üfleyen daha sabırlı, daha geniş nefesli, daha az parlak, fakat çok daha metin bir üslupçu. İsmail Habip Doğu, Tanpınar Batılaşmış Doğu. Cümleler çok defa düşünce bayırını güçlükle tırmanıyor. Yazar kendi kendini tamamlamaya, düzeltmeye, malzemeyi yeniden kazana atmaya, madeni tekrar eritmeye., hülasa realiteyi bütünü ile kucaklamaya, bütünü ile şekillendirmeye namuslu bir gayret harcıyor. Söyledikleri ile sarhoş olmuyor. İsmail Habip gibi vaiz değil. İsmail Habip düşünmez, şarkı söyler. Tanpınar düşünmeye çalışıyor. Yankıları nerede? Yankıları yok, çünkü o dili anlayan kalmadı. O dili değil, dili. Sanırım ki bütün derbederliğine, bütün eklektikliğine, bütün acemiliklerine rağmen Ahmet Hamdi son edebiyat tarihçimizdir. Adnan Berk'lerin iliksiz kemikten daha iğrenç, şişe kırıklarından daha dilsiz sözcükleriyle küfür bile edilmez.
Bugün, bizde neden mütefekkir yetişmiyor konusu üzerinde duracaktım. Kartallar uçmadan önce ücra kayalıklarda talim yaparlarmış. Tefekkür tek insanın işi değil. Ben bir Descartes, bir Spinoza olamazdım. Neden olamazdım? Bu bir kromozom meselesi değil. Hotantolar* içinde büyüdüm. Okumak istediğim zaman dövdüler, kitaplarımı yırttılar. Nihayet kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım vs.. Cemiyet belkemiğimi kırdı. Uçmak istediğim zaman ancak sürünebiliyorum. Dostlarım kitaplarını sakladılar benden. Fethi gibi bir insanın gösterdiği anlaşılmaz kıskançlık hayatımın en büyük acılarından biridir. Venüs'ün, suratında frengi yarası. Geçen akşam Berke'lerde ortaya bu konu atıldı. Neden Avrupa bizden ileri? Neden bizde adam yetişmiyor vs. İçimden alev gibi kelimeler yükseldi. Ve yanan bir kömürü çiğner gibi dişlerimi sıktım. Neden yetişsin? Yıldızları söndürmeye çalışan bir obskürantizm. Ateş böceklerine tahammülü yok bu gecenin. Ben elimde demir asa, ayaklarımda çarık Hint! Keşfe çıkarken hanginiz bir teşvik sadakası lütfettiniz aslanlarım? Aradığım kitapları elime geçmesin diye kütüphanelerden toplayıp evinize sakladınız. Aslan yirmi kuruşluk kitaba yirmi lira istedi. Ve zavallı manüskirim aylardan beri ârafta bir hebennekanın* vereceği hükmü beklemektedir.
Hint yarım kitap, çeyrek kitap. Bir cenin-i sakıt. Hataları hadden efsun. Ama Anquetil'in getirdiğinden çok daha fazlasını getiriyor. Ve gün ışığını görmek saadetine nail olmadığı gibi bir kaç dostun tecessüsünü bile kamçılayamadı. Evet, belki bir Spinoza olamazdım. Ama Batı yalnız Spinoza mıdır? İnsanlara kalbimin bahçesinden çiçekler devşirdim. Ve kucağımda çiçekler kapılarını çaldım. Kapılar açılmadı. Berke hayatımda bir tahrip unsuru oldu. Bir antikrist. Coğrafi kader, biyolojik kader, sosyal kader. Bunların bir tanesi benden çok daha kabadayısını felce uğratmaya kâfi iken üçü birden çullandılar üstüme... Konudan yine uzaklaştım. Yarına...
1.3.1963
KARANLIK YAĞIYORDU GÖKLERDEN
Karanlık yağıyordu göklerden. Soğuk ve ıslak.. Yerden karanlık fışkırıyordu, çamur gibi. Mezarlar arasından yürüyordu, düşe kalka. Bir ışık pırıldadı göz bebeklerinde. Işık bir kulübeden geliyordu. Koştu. Kapı açıktı ardına kadar. Ama kulübe boştu. Bir avuç soğuk kül vardı ocakta. Belli ki zavallı yolcu sarhoştu.
YALANA DAİR
Söz zehirli bir kama. Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil'in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgârı hepsini alır götürür. Bir rebabın* tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan. Kelime şuurun güneşinde eriyiveren bal mumundan düşüncelere giydirdiğimiz elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya mahlûklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement. İki kere iki dört eder. İsterse dört bin etsin. Maddeyle zifaf halinde yaşayan büyücü çırağı, homo faber'le devleşmiş bir sülük kadar iğrenç bakkal.. Rakkamların katı, dilsiz ve sözde belagati bu iki cins yaratığı ilgilendirir. Rakkamların doğruluğu bir iskeletin donuk gözlerindeki yahut oyuk göz bebeklerindeki doğruluk. Yalan söylüyorsun dostum, yaşadıkça yalan söyleyeceksin.
Peygamber harp hiledir diyor. Savaş halindeki bir cemiyette herkes bir mohikan. Ölmemek için öldüreceksin. Ölmemek için öldürmek mi? Peki öldürürsem ölmeyecek miyim? Belki öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin. Ama bunu ne zaman kavrayacak insan? Ya örs olacaksın, ya çekiç diyor Goethe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi? Aynı varlık. Tek varlık. Hakikat bu mu? Harbin hud'a olduğu mu hakikat? Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?
5.3.1963
MÜPHEMİN CAZİBESİ*{25}
Yok senin vasfettiğin dilber bu şehr içre Nedim!.. Hyde Pare'da bir bahar sabahı. Ve sarhoş kelebekler gibi konacak çiçek arayan bakışlar. Ve ipek bir entarinin bir aşk fısıltısına benzeyen ürkek musikisi. Zavallı Milton! Hyde Parc'daki kadın senin rüyandı. Saadet rüyan. Adını öğrensen ne olacaktı? Beatrice veya Laure.
Pigmalyon fânilerin en bahtiyarı. Yaptığı heykelin eti kemiği balçıktan mıydı mermerden mi? Bilmiyorum. Ama damarlarında dolaşan Pigmalyon'un kanı idi. Pigmalyon da sevgilisini kaburga kemiğinden yarattı. Beatrice'yi de Dante yaratmadı mı? Bir yaşayan Beatrice var, herkes gibi soluk alan, uyuyan, yiyip içen Beatrice ki komşunun kızları kadar irreel. Bir de "İlahi Komedya"nın şafak gibi her gün yeniden doğan Beatricesi. Reel olan: yalan. Kadın da, bayrak gibi, bir sevgiyi mihraklaştırdığı ölçüde kutsallaşıyor. Milton Hyde Parc'taki peri suretle evlense belki de rüyası kâbusa dönerdi. Müphemin, bizim olmayanın, erişilmezin cazibesi. Ama Hugo ile Juliette elli yıl seviştiler. Belki Juliette memnu meyve olduğu için şiiriyetini yarım asır devam ettirebildi.
Mağaradan kaçmak. Fakat nereye? Gece karanlık. Ve rüyalarından başka kılavuzun yok. Kitapçı dükkânında karşılaştılar. Yanlarında başkaları vardı. Ama yalnızdılar. Mülakata gelmiştim dedi, nârı beyzâ halindeyim, adım yok dedi, zerreyim, dalgayım, dedi. Ve ayrıldılar. Belki Milton'a görünen kadındı bu. Belki, Beatrice..
Düşüncelerin, müphemin duvarını aşmayacak. O duvarı korkuların ördü, korkuların ve şükranların. Sen bir kölesin, İbni Musa'nın kölesi değil, vehimlerinin kölesi. Sen roman yazamazsın. Hayalindeki kahramanlar da konuşmaktan korkuyor. Sahanlıkta bekleyen düşüncelere kapını açmıyorsun. Ve onlar birer birer uzaklaşıyorlar. Bir daha dönmemek üzere uzaklaşıyorlar...
6.3.1963
ŞUUR HER GÜN YENİ BİR FETİHTEN HOŞLANMIYOR
Şuur her gün yeni bir fetihten hoşlanmıyor. Her fetihte emek, alınteri, tedirginlik var. Yeniye idrâkimizin kapılarını kolay kolay açmıyoruz. Çok kötü bir dinleyici ve daha da kötü bir okuyucuyuz. Beklediğimizi, dörtte üç bildiğimizi duyduğumuz zaman kulaklarımız ilgiyle açılıyor. Bu hazin hakikati dün bir kere daha anladım. Fizyokratlar toprağa, toprağın istihsaldeki hâkim rolüne büyük ehemmiyet verdikleri için bu ismi almışlar sanıyordum. Bu gaflet bir cinayet değil. Umumi kanaata tıpatıp uygun.
"Grand Dictionnaire" de bizi yalancı çıkarmıyor: "on sekizinci yüz yılın ikinci yarısında, Quesnay ile beraber iktisat ilminin temellerini atan büyük adamları ilk defa olarak fizyokrat adı ile belirten Jean-Baptiste Say'dir (1829). Say bu adı Quesnay'nin 1708'de Dupont de Nemours tarafından yayımlanan "Physiocratie" yazılarından almış. Say'den sonra, Rossi bu tabiri vulgarize etmiş ve tabir tutmuş. Bu ismin izahı şu: fizyokratlara göre bütün istihsal kuvveti tabiatta, daha doğrusu topraktadır... Quesnay'e göre, toprak servetin tek kaynağıdır. İstihsal masraflarından üstün bir "produit net" veren yalnız ziraattir" vs.
Leon Say'in iki ciltlik iktisat lügatinde ise şu satırları okuyoruz: "Fizyokrasi kelimesi ilk olarak Quesnay'in eserlerinden yapılan bir derlemede karşımıza çıkar. Bu derlemeyi 1767'de Dupont de Nemours yayımlamış. (Her halde Larousse'un 1708 tarihi mürettip hatası olacak). Nemours kelimeyi şöyle açıklıyordu: Fizyokrasi yahut insanlık için en hayırlı hükümetin tabii şartları (constitution natürelle du gouvernement)... Demek ki fizyokrasinin kurucusu, keyfî'ye, insanın zorlamasına, düzenlemesine dayanan bir hükümet değil, tabiata uygun bir hükümet istiyordu. Hukuk da, nizam da, gerçek kanunlar da tabiattan alınmalıydı. Fizyokrasi kelimesi ile toprağı biricik servet kaynağı sayan doktrin arasında bazen bir münasebet kuranlar görülmüş ise de bu sadece hatadır."
Görülüyor ki Larousse da aldanmış. Daha doğrusu Say ile Rossi kelimeyi yanlış tefsir etmişler. Dokunmak istediğim bu değil. Sabahleyin Cuvillier'den (Introduction a la Sociologie) "Economie Politique" paragrafını bilmem kaçıncı defa olarak dinlediğim halde, hazretin çok sarih* ihtarına rağmen, sınıfta, fizyokrasi toprağın hâkimiyeti... diye konuşabiliyorum. Garibi şu, bu meselede herhangi bir prejüje bahis mevzuu değil. Kelimenin şu veya bu mânâya gelişi menfaatlerimle ilgili değil, hislerimle, heyecanlarımla ilgili değil. Ama yine de dikkat sekiyor. Az çok terbiyeli bir dikkat bu. Acıların, felaketlerin kamçısı ile uyanık olmak zaruretini ömür boyu hissetmiş bir dikkat. Demek fikir dünyasında ezelî sair-fil-meramlarız*. Yalnız fikir dünyasında değil, karımızı, çocuklarımızı, dostlarımızı tanımaya, anlamaya çalışıyor muyuz? Kaçımız söylenenleri dinliyor? Ve hayatında kaç defa? Kendi hayatımız çok defa herhangi bir romandan daha yabancı bize. Farkına varmadan yaşıyoruz, tırmalanınca gözlerimiz açılıyor. Sonra tekrar ağaç gibi, köstebek gibi, tarihsiz yaşıyoruz. Şuur lambalarını söndürüyor.
Hacı Bekir yaranını kınamak densizlik. Aramızdaki fark yıllardan geliyor. Ve alelade bir kemiyet* farkı. Kırktan sonra cihangirlik arzuları külleniyor. Tecessüsün kanatları kurşunlaşıyor. Yeni seyyarelere uçmak istemiyor insan. Ocak başında hatıraların teşbihini çekmek tek arzuladığı şey. Ben susuzum. Bilgiye susuzum, sevgiye susuzum. Yaşamadan geçen yılların acısını beynimin içinde duyuyorum.
7.3.1963
YARI YOLDA KALMAK*
Bu şeb* de cuşiş-i yâdınla ağladım durdum.. Korporasyonların çelik korsasını parçalayıp atan Avrupa burjuvazisi, toprağın bağrından fışkıran fabrikalar, bire bin veren teknik ve pazar ihtiyacı. Tanzimat’tan beri kendi irademizle Batı'ya yöneldiğimizi vehmedenler, gülünç bir gaflet içindedirler. Milleti millet yapan kalabalık, oyunun tamamen dışında. Bütün oyunların, hatta tarihin dışında. Ağaç gibi mazisiz.
Batı'yla Doğu arasında bir miras farkı var. Diyalog asırlardan beri devam ediyor. Biz anahtar deliğinden dinliyoruz konuşulanları. İçeriye buyur ettikleri zaman kekeliyoruz. Zira hafızamızda konuşulanlardan kırık dökük parçalar var. Şerit sık sık kopmuş.
Yurdunda okuyucun yok. Amenna. Ama yurdun bu bir avuç toprak parçası mı? Genişletsene yolunu. Kitap ve düşünce seni vatanında garipleştirdi. Koptun. Ama yeni bir güneşe peyk* olamadın. Olamazsın da. Trajedi burada. Yarı yolda kalmak. Hepimiz yarı yoldayız. Ama ben bir kâbus içindeyim. Yürüyemiyorum.
8.3.1963
BALDENSPERGER’İ OKURKEN
"Edebiyat parçanın parçası," diyor Goethe, "yapılan veya söylenenlerden kaçta kaçı yazılmış; yazılanlardan kaçta kaçı kalmış bugüne".
Baldensperger (La Litterature, Creation, Succes, Duree, E. Flammarion, Paris 1919) iki örnek veriyor Madam Bovary'den. Biri ihtiyar ve yorgun bir köylü kadının tasviri. Öteki bir sokak hatibinin çektiği diskur*. Birbirinden çok farklı iki nesir. Sanki ayrı lehçelerde yazılmış. İlk parçada şahsiyeti olan bir kroki ile karşılaşıyoruz, ikincisi bayağı lakırdılarla örülmüş. Ama aldanmayalım. "Discours'un muhatabı dün de daha çoktu, bugün de. "Truisme" her devirde çekici.
Dil iki tarzda kullanılabiliyor. Kelimelerin hedefi ya yeni düşüncelerin, yeni duyguların ifadesi, ya da anlaşılır olmak. Yani ya varlıkların yeni bir cephesini belirtmeye çalışacaksınız yahut bilinen, kabul edilen mefhumları en rahat, daha doğrusu en rahatsız etmeyici şekilde yorumlayacaksınız. Yazı bütün nüansları yakalamaya, bütün kaprisleri dile getirmeye çalıştı mı anlaşılır olmaktan çıkar bir parça ("ecriture artiste"). İkinci temayül de basma kalıba götürür bizi: beylik lâkırdılar, vecizeler, darb-ı meseller*.. Bereket ki bu iki kutup arasında kesin bir sınır yok. İki temayül çok defa kucak kucağadır. Yani bunlar ayrı kategoriler değildir.
Edebiyat ("fait litteraire"), prensip olarak, hayatın bir ânını kelimelerle ifade eder. Bu ânı yaşamakla yetinmeyen, ama onu değiştirmek gibi bir iddiası da olmayan, sadece yaşadığını kelimeleştirmek, kelimelerde yaşatmak isteyen bir zekânın eseridir edebî "fait". Bu nevi bir yaratışın gerektirdiği sanat gücü her devrin, her ülkenin insanında aşağı yukarı mevcut. Gavroche da kendine göre hadiselerin tuhaf taraflarını yakalamasını, kelimeye kalbetmesini becerebiliyor. Romancı insan kaderinin heyecan verici akışını yakalar, dramcı birbirine zıt şahsiyetlerin çatışmasını göz önüne serer, vizyoner günahlarla sevapların muhasebesini yapar: Manon Lescaut, Othello, İlahi Komedi doğar.
Öteki kutup insandaki formül ihtiyacından türemekte. Fertlerle gruplar arasında akça gibi tedavül eden yerleşmiş ve muayyen değerler vardır. Kelimeler ve kelime kombinezonları bu değerleri aktarmaya yarar sadece. Artık geçici bir ânı tespit etmek bahis mevzuu değildir. İçtimai sevk-i tabii yenilikten hoşlanmaz. Her iki temayülün başvurduğu âlet aynı: kelime. Bu itibarla aralarında zıddiyet olduğu kadar yardımlaşma da var. En titiz sanatkâr bile bayağıdan, işitilenden, basmakalıptan kurtaramaz kendini, okuyucu bulmak için anlaşılanı yani kalabalığın daha önce duyduklarını tekrarlamak zorundadır. Burjuva, kelimeler dünyasındaki ihtilallerden hoşlanmaz.
Öyle sanıyorum ki bizim orta sınıfı kitaptan ilelebet soğutan, dildeki hercümerç* oldu. Edebiyat gerçek hayatın dışında sadece bir avuç delikanlının iltifat gösterdiği tavla gibi, altmışaltı gibi bir oyun. Seyircisi yok. Felaket şurada ki bu oyun bir fetih hazırlığı da değil. Ahmet Mithat Efendi zamanında yeni ile eski arasında böyle bir kopuş yoktu. Kırkını aşanlar gazeteden başka bir şey okumuyor. Daha gençlerin gazete okuduğu da şüpheli. Edebiyatla kitle arasında tam bir kopuş. Bu anlaşmazlık nesiller arasındaki ezeli anlaşmazlığın herhangi bir örneği değil. Dille beraber edebiyat da öldü. Yani içtimailiğini kaybetti. Ve yeni hiçbir değer getirmedi. Dergi sayfalarındaki tecrübeler hiçbir oluş müjdelemiyor. Sekiz on yıl içinde yeni edebiyat bir klişeler sergisi oldu. İçinde, cilaları hemen dökülen; hemen kırılan ve ne işe yarayacakları belirsiz bir sürü ahmak oyuncağın sırıttığı acayip bir eskici dükkânı. Eskinin musikisi ve haysiyeti olan kunt* klişeler yerine tenekeden takır takır klişeler. Yani dünle yarın arasındaki kopuş hazin, çünkü yarın şimdiden dün...
"Hayat yeni biçimler, yeni iddialar peşindedir. Cemiyet istikrardan hoşlanır. Edebiyatı savaş alanı haline getiren bu iki zıt istek. Yani sanatkârın trajedisi, bir yandan zevkleri kalıplaşan, "banal"i, "poncif'i güzel sanan bir okuyucu zümresine hitap etmek, öte yandan yeniyi, görülmemiş olanı, söylenmemiş olanı, hatta belki de söylenilemeyecek olanı dile getirmek gibi iki kutup arasında bocalayıştan doğuyor. Kullanacağımız dil kalabalığınki ile aynı. Ama kelimeler yepyeni tedailer* yaratacak, ruh ikliminin karanlık bölgelerini aydınlatacak, aşınan kelime hayata kavuşacak. Sertleşen, kalıplaşan zekâmızın potasında eriyip yeni bir biçime dökülecek."
Heyecan daima taze, kelime ezelden beri eski. Sanat eserinin hammaddesi, dış dünyadan gelen intibalar. Onları biçime sokmak! Her ibda* bir cezbe* ile bir sermesti* ile başlıyor. Yaratıcılığın, kendine has doğum sancıları, hummaları ve citleri var. Eser ilahi bir seziş içinde bir bütün olarak mı beliriyor? Şiiri fısıldayan bir ilham perisi mi? Bilen yok. Bazen bir intibak, bazen bir isyan. Tohum ne zamandan beri şuurumuzun toprağına gömülü, ne zaman yeşeriyor, nasıl yeşeriyor? Cevapsız kalan sualler.. Davullar çalınıyor şuurda. Dört bir yana elçiler yollanıyor. Hatıraların bahçesinden çiçekler derleniyor kucak kucak, renk renk. Gelenler çok defa beklemediklerimiz.
Çiçekler çok defa kâğıttan, elçiler eli boş dönüyor çok defa. Şuur ummanının derinliklerine yeniden atıyoruz ağımızı. Anı ebedileştirecek büyü-kelime büyü-cümle bütün hazinelerimizin içinde ya var ya yok. Düşünce ve heyecan spermatikos; kelime rahim. Canlı, tabiat âleminde de sanat âleminde de esrar, esrarın loşluğu içinde. Akıcıya taş, çelik katılığı; çeliğe, taşa akıcılık vermek... ve tek aletin kelime. Sarhoş dudaklarda kirlenen kelime. Çiğnenen, buruşan, Emin Ali'nin şapkası gibi biçimini kaybeden, ölü çehresi kadar mânâsız, aptal kelime.. Bunu aleve kalbedeceksin. Sibirya'yı aleve kalbetmek daha kolay. Ve o binlerce yıllık sokak orospusuna yepyeni bir bekâret kazandıracaksın. Sonra piramit kadar selabetli sandığın cümle, çağdaşlarının çehresinde donuk bir tebessüm, hamakatin alamet-i farikası olan o anlayışsız, o anlamak istemeyen istifhamı yaratacak.. Hem herkesin duymadığını duyacaksın, hem herkesin kullandığı kelimelerle herkese duyuracaksın bunu. Belki mümkün. Mümkün olmasa ne Homer olurdu, ne Mallarme. Ama nasıl mümkün ve nerede mümkün?
Yahya Kemal neden tanrılaştırıldı? Beklenileni, alışılanı verdiği için. Biçim denenmiş, incelmiş, sevilmiş. İçindeki bilinen, belki bilinenin güzeli, ama bilinen. Yahya Kemal'de kemal var, ihtilal yok. Uçmuyor, yürüyor. Gauthier'nin, Bainville'in, Flauberfin burjuva dediği adam bizde üniversite hocası. Üniversite hocası, Yahya Kemal'de bildiğini, alıştığını ama biraz başkalaşmış olarak, bulduğu için dasitani bir muhabbet gösterisi içindedir. Bu suretle sanata karşı vazifesini yerine getirdiğine kani. Yahya Kemal Fransızca öğrenen Nâbi, veya Hersekli Arif Hikmet. Sığın sığı., ve "poncifin "poncif'i. Kelimeler pırıltılı, cümbüşlü. İçinde bir şey yok. Bir mermerin göğsü, daha doğrusu mermerden bir göğüs.
Orhan Veli de öyle. Onun da sevilen şiirleri alışılanlar ve Hüseyin Rahmi nesrinden bir arpa boyu ileri gitmeyen en güdük zekâlıların kolayca içine girebildikleri. Orhan'da da yeni yok. Yenilik küçüklüğünde şiirin. "Bir elinde cımbız, bir elinde ayna. Umurunda mı dünya". Herhangi bir hizmetçi kızın idrakine seslenen bir nükte. Orhan'ın nesli şiirin kanatlarını kesti. Toprakta sürünen sevimli bir hayvan haline getirdi. Sevimli ama gülünç ve zavallı. Kartaldan çok bir kümes hayvanına benziyor bu şiir. Yumurtası olmayan, garip bir kümes hayvanı. Orhan nesli yeni fetihlere koşmadı. Göz boyacılığını, jonglörlüğu, ucuzu erişilmeyene tercih etti. Fikret'in, Hâmid'in hatta Haşim'in kanat çırpışları yok onlarda. Ya kolej talebesinin küçük şikayetleri, ya gazete fıkrası. Hangi Batı, hangi yenilik? Bir cüceler edebiyatı. Bir mikro edebiyat.
14.3.1963
TÜRK BURJUVAZİSİ VE ÜMİT YAŞAR
Balden sperger'ye ara verdik. Pazar günü konferansa götürdüler beni. Ümit Yaşar'ın konferansı. Lozan Kulübü ağzına kadar doluydu. Kadın kokusu, hamakat kokusu... Konferansçı, Oscar Wilde kadar şımarıktı. Şöhretten şikâyet ediyordu, kendisini bir gölge gibi takip eden şöhretten. Tarih bu küstah şikâyeti hiçbir lâyemuttan* dinlememiştir. Gerçek büyükler tanınmadan öldüler. Milton, Stendhal, Nietzsche ve yüzlercesi.. Her zafer bilhassa onu hak etmeyen için ağır bir yüktür. Ümit Yaşar'ın uyandırdığı ilgi, tam bir "mediocrite"yi heykelleştirmesinden doğuyor. Türk burjuvazisi yenilikten hoşlanmıyor. Fazıl Hüsnü'nün panayır hokkabazlıkları bunun için itibarsız. Dildeki özleştirici akım (?) küskün bir hayranlık yaratıyor onda. Küskün, çünkü her yeniden korku duymaktadır.
Hayranlık, çünkü her yeniye, daha doğrusu her hokkabazlığa, her maskaralığa alkış tutmak bu köksüz, bu dalsız budaksız, bu kazık gibi sınıfın tarihi vazifesi. Ümit Yaşar ve orta sınıf. Bunlar birbiri için yaratılmış. Bir şair ki yalnız düşünmekten değil, konuşmaktan da âciz. İhtiyar bir âşıka cilve yapmaya kalkan bir kaldırım orospusu gibi horluyor dinleyiciyi. Terbiye ne kelime. Şiirleri çağdaşlarından derlenmiş kötü bir antolojiye benziyor. Geçen yazımda Yahya Kemal'in sığlığından bahsetmiştim. Yahya Kemal, Ümit Yaşar'ın yanında umman.
Ümit Yaşar'ın hüneri alışılan'ı, köksüz'ü, meyvesiz'i vermek. Bir hadımlar şairi. "Virilite"si olmayan bir sınıf, "virilite"si olmayan bir şair. O sınıf serveti hak etmeden kazandı, Ümit Yaşar şöhreti.
Bunun için mustariptirler. O sınıf kazandığı servetle beraber büyümedi. Dev bir zırhın altında kaybolan cüce. Ümit Yaşar da öyle. Zafer onun değil, reklamın. Dümdüz bir nazım, ne tepesi var, ne uçurumu. Ufuksuz ve imzasız, âdeta mâniler gibi. Vâlâ Nurettin ne kadar gazeteci, Reyyan ne kadar avukat, Türk burjuvazisi ne kadar burjuva ise, Ümit Yaşar da o kadar şair. Gecekondu burjuvazisine gecekondu şair. Yahya Kemal hayranları belki cüce, ama sıhhatli birer cüce. Ümit Yaşar'ınkiler hadım.
Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. 1929'da ilk mektebi bitiren nesil kendini bir çöl ortasında buldu. Yeniden başladı alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı. Sonraki nesiller hep aynı yokluk, hep aynı sefalet içinde çırpındılar. 1929'da okuma-yazma bilenler 1930'da analfabet durumuna düştüler. Ve kendilerine zorla kabul ettirilen, dili çelik bir korse gibi, bir Çinlinin ayakkabısı gibi, ezip büzen bu yabancı harflere hiçbir zaman ısınamadılar. Yeni nesiller ise on, on beş yılda şişirilen, sözde milli, bir kütüphane buldular. Ama bu kitapların dili boyuna değişiyordu. Her maskaralığı alkışlamaya zorlanan ve bu şakşakçılığı bir refleks, bir insiyak gibi uzviyetine sindiren şamar oğlanı burjuvazi! Evde babasından duyduğu Türkçeyi konuştu, okumaktan vazgeçti yahut Ulunay'ı, Burhan Fejek'i, VâNû'yu okudu. Bu burjuvazi yabancı dil bilmez, kendi dilini bilmez, ufuksuzdur, mazisidir, istikbalsizdir, bir cenin-i sakıttır. Aynı vasıflar Ümit Yaşar'da da yok mu? Yalnız hem sevindirici, hem üzücü bir nokta; bu naylon gömlekli, ipek entarili kalabalık, genciyle orta yaşlısıyla, uydurcadan hoşlanmıyor. Sevindirici, zira dilimizin istikbali bakımından bir nevi teminat. Üzücü, çünkü "özleştirme" adı verilen cinnet salgınını mahkûm etmiyor bu kalabalık, koşmaktan hoşlanmadığı için yerinde, nereye gidiyorsunuz diye haykırmıyor, koşanı alkışlıyor, bataklığında kalmak istiyor.
Kadıköy nazeninlerinin otuz yıl önceki şairi Celal Sahir'di. Kemiksiz, adelesiz bir salon züppesi. Ama Sahir hem Fuzulî'yi okumuştu, hem Musset'yle flört etmişti. Derinlere kök salmamıştı ama büsbütün köksüz de değildi. Dinleyicileri de öyle. Memleketi muazzam bir tımarhanenin hücreleri halinde görmek ne kadar hazin. Bir yanda dilin ciğerlerini kemiren energümenler ne yaptıklarını, ne istediklerini bilmeden ezberlediklerini haykırmakla meşgul. Seyirciler, sadece Bizanslı oldukları için, bu şaklabanlıklara kurnaz bir saygı ile suç ortaklığı etmekte.. Ötede sadece cilaları değişen putlar. Cilaları ve bazen tahtaları. Celal Sahir yerine Ümit Yaşar. Allah encamımızı* hayreylesin.
15.3.1963
"TEMPS MODERNES"LERİ KARIŞTIRIRKEN
Dün eski "Temps Modernes"leri karıştırdık. Tecessüsümüz tatmin edildi biraz. Hasat yok. Kültür dünyasında uçakla dolaşmak hiçbir işe yaramıyor. İnsan sersemliyor sadece.
Gördüklerini birbirine karıştırıyor. Evvela birçok yazılar yabancısı olduğumuz konuları didikliyor. Cezayir meselesi, Tunus, Fransa'nın iç politikası vs.. Sonra uzun roman tefrikaları.. Hangisini, ne zaman okuyacağız? Nihayet "expose"ler, tenkitler, tartışmalar.. Onlar da boyuna kopan filmlere benziyor, daha doğrusu ilk kısımlarını görmediğimiz filmlere. Bir tiyatroya beşinci perdenin ortasında girmek. Durumumuz bu.
16.3.1963
MORENO, PSİKANALİZ VE PSİKODRAM
Moreno'ya inanmıyorum. Psikodram hangi ruh düğümünü çözebilmiş? Şuuraltı. Şuuraltı, biyolojiğin saltanat sürdüğü uçurum. Hayatı yaşanılır hale getirmek için, acılarımızın çok reel kaynaklarından uzaklaşıp, meçhuldan hatta belki de muhayyelden medet ummak.
Psikanalizde de, psikodramda da şarlatanlığın payı çok büyük. Ödip kompleksi bile nesiller arasındaki anlaşmazlıktan doğmuyor mu?
Psikozların kökünü şuur-altı'nın lağımlarında aramak niye? İnsan, insan gibi yaşayabiliyor mu? Cemiyet, ferdin bütün soluk alma ve gelişme imkânlarını elinden aldıktan sonra: "sen hastasın dostum" diyor, "senin komplekslerin var". Kanına mikrop enjekte eder gibi kompleks enjekte ediyoruz insanlara. Sanki bütün dertlerimizin kaynağı beşikte annemize karşı beslediğimiz itiraf edilmez şehvet, babamıza karşı duyduğumuz hayvanca kıskançlık. Bunları şuur sathına çıkarınca her şey düzelecek. Aç, açlığını unutacak; âşık, sevgilisinin ihanetini; ezilen, uğradığı mezelletleri*…
"Angoisse'larımızın nedenleri öylesine açık ki psikanalizci çok defa şaşırtıyor insanı. Adeta yanlış hedefler göstererek oyalıyor. Hayatını alınteri ile kazanan ve araba izinden uzaklaşmayan küçük insanların şuuraltı yok. Bir çorba ve bir kadın. Ancak başkalarının sırtından geçinen, her istedikleri kolayca gerçekleşen mutlularda gelişiyor şuuraltı. Göbeğine bakıp Tanrıyı görmek gibi bir şey bu.
Bugünkü bilgilerimle psikanalizi de, psikodram'ı da "mit" sayıyorum. Para getiren bir mit. Ve her mit gibi kilisesi, rahipleri, âyinleri var bu mit'in de. Mit demek, gerçeğin tefsiri demek. Bu alandaki çalışmaların çağdaş psikolojiye hiçbir aydınlık getirmediğini söylemek de eşeklik olur...
KELİME BİR KIYMET HÜKMÜ*
Kelimeler bütün bir devri aydınlatan ateş böcekleri. Suikast: istibdada her ayaklanışın Osmanlıcada karşılığı. Saraya karşı her kıpırdanış fesatçıların marifeti. İhtilal: bozuluş.. Her kelime bir devrin billurlaşmış kıymet hükmü, bir devrin, bir cemiyetin, bir sınıfın. Sermayedara "işveren" payesini tevcih eden bir cemiyet elbette ki liberalizmi takdis etmektedir. İşveren, bir alay baldırı çıplağa, işsize, aça.. "İşveren", devlet gibi, Tanrı gibi bir velinimet. Ya iş vermezse? Feodal çağın "ağa"sı da öyle bir velinimetti. Hâlâ geniş halk tabakaları bu "ağa"nın sayesinde yaşadığına inanır. İşveren, ağa'nın şehirlisi. Garibi şurada ki bu tabir sol cenah tarafından da benimsenmiş.
21.3.1963
EFENDİLER NEREYE
Efendiler nereye?.. Hintli bir hükümdar tanıyorum. Vicdanı ülkesinin göğü kadar aydınlık hükümdara, bir yanlışlık cehennemi keşfettiriyor. Tanrıların ricaları boşuna. Cehennemde tek günahkâr kaldıkça hükümdar oradan ayrılmayacaktır. İnsan Tanrılardan daha büyük olmak zorunda. Onlar taçlarıyla doğdular. İnsan dehanın, şefkatin dikenli tacını ömür boyu fedakârlıkla fetih etmek zorunda. Buda, İsa, Gandi. Gökten toprağa ışık yağar ama topraktan göğe kanatlanan ışıklar da var. İbrahim kucağına fırlatıldığı ateş denizini gül bahçesine çevirmiş. Düşünenin vazifesi bütün ateşden denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek. Ne zaman göçten kurtulacağız? Kavimlerin Serseri Yahudisi biz miyiz? Nuh'un etrafındakileri ölüme terkedip kurtlar kuşlarla gemiye can atışı çok hazin bir efsane. Kaptan daima batan gemide kalmalıdır. Tanrılar Sodom'un bir kül yığını haline gelmesini emredince, peygambere düşen, kavmi ile beraber helak olmak, bir saray bahçesinin kuytu köşelerini hatırlatan esrarengiz mağaralarda kafayı çekip kerimeleriyle zina yapmak değil.
Aydını hicrete zorluyan, Batı'dan "deha-yı nârı çalmak" ihtirası mı? Hayır. Fikret'in oğlu, köy papazlığını babasının mürşit tahtına tercih ediyor. Her aydın bir Haluk. Haluk, bir cins isim oldu. Yani bu adamlar ne bir korsan, ne bir konkistador, sadece hakları olmayan bir mirasa konmak isteyen açıkgözler. Evet, memleket bir zelzele arifesinde. Evet! İnsanın değeri bir araba beygirininkinden çok daha aşağı, boğuluyoruz, doğru. Asırlardan beri cehaletin saltanat sürdüğü bir ülke burası. Dünya insanoğlunun has bahçesi. Fransız da benim, Japon da ben'im, Senegalli de ben. Coğrafyanın fermanlarına ağaç boyun eğer. Kendileriyle beraber yaşayacağı insanları seçmek insanların en tabii hakkı. Nankör bir vatandan ayrılmak. Neden Türk aydını kutsal kitabın ulularından daha feragatkâr olsun? Sen ne yapabiliyorsun? Çocukların bile ayrı dünyanın insanları. Senden daha çok sokaktaki adama yakınlar. Oğlun felsefe okuyacağına basket oynuyor. Anlamadığı bir dil konuşuyorsun. Ve hep beraber yokluğa sürüklenmektesiniz. Kaç şakirdin var? Kervana katılamadığın için gidenlere küfrediyorsun. Gitmek kaderin hatalarını tashih etmektir. Kaçmak: cangıldan şehre, kasırgadan limana.
Muzaffer Amerika'da, Fuat İsviçre'de, Hikmet Gine'ye gidiyor. Gitmeyenler, gidemeyenler belki de. Ama Muzaffer, Fuat, Hikmet el ele verse bir bahçe, bir sığınak, bir mabet kuramazlar mıydı? Muzaffer dergi çıkardı. Yüksek perdeden nutuklar çekti. Hapse girdi, ama otele girer gibi bir hapse giriş. Ne sefaleti tattı, ne cansiperane bir gazaya girişti. Hapishaneden plaja, plajdan Amerika'ya. Fuat kendini hiçbir zaman bu ülkenin çocuğu saymadı, daima kavganın dışında kaldı. Davasız, kaygısız, köksüz, bir Alsibiyad bile değil. Hikmet'e gelince, onu da memlekete bağlayan tek sevgi, belki tek hatıra yok, o da kavgadan kaçıyor.
Hepimiz kaçmıyor muyuz kavgadan? Fethi Türkiye'de mi? Berke Türkiye'de mi? Kavgaya katılanlar hadiselerin tekme tokat sahneye ittikleri. Ve kavga gerçekten bir deli döğüşü. Gerçek aydın nerede? Odasında. Ben kütüphaneme kaçıyorum, başkası Avrupa'ya..
26.1.1963
CİNNET BİR KÖPRÜ, HİNT KÂBUSU V.S.
Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, katranlaşır, cıvıklaşır. Tedailer zigzag çizer boyuna. Kafatasında musikisi biter kelimelerin, uğultu başlar. Boşluğun, sersemliğin, biyolojiğin uğultusu. Uğultunun notaya kalbi, boşluktan sevgiliye entari biçmek gibi, büyücü ister. Günlerdir, hatta yıllardır kâğıda dökemediğim büyük acı: oğlumu tanıyamıyorum, belki tanımak istemiyorum. Şuurumu karartan, herhangi bir kompleksin bulutu mu? Uykularımı kâbusa çeviren, bu anlaşmazlık. Aydınlığa kavuşamıyorum bu konuda, sadece kalbim burkuluyor, yanlış neticelere varmaktan korkuyorum. Her gün kendi kendimle tartışmak istediğim konu bu ama boyuna kaçıyorum, boyuna kaçtım bu konudan, şimdi de öyle yapacağım. Şuuruma saplanan bir başka diken de: Hint. Dokundukça yaralıyor. Konferans teklifi sadece tedirgin etti beni. Keyfimi kaçırdı. Hâlbuki ben söyleyecek sözü olan adamdım. Kafam bomboş. Bizi küçülten yaralayan bir kadından nasıl söz açmak istemezsek, ben de Hint'ten öyle söz açmak istemiyorum. Kendi kendime telkin yapmaktan korkuyorum. Ama bu konuda söyleyecek tek cümle bulamamaktayım. Kime ve niçin?,.. Çok geç kalan bir ilgi bu.
Uyku ile uyuşukluk arasında rakseden bir hayat. Beklediğim bir şey yok. Dersler tatsızın tatsızı. Kendimi bir işe bağlayamadım. Felâket şurda ki bu günler de sınırlı. Çalışmam gereken saatlerde paçavralaşmış bir idrâkle baş başayım. O kadar çok "deception"la delik deşiğim ki belki bu som-nolans hayatın bir müdafaası. Yalnız hayat kendini zekânın zararına da korumak ister. Şuurun kaderi, biyolojiğin umurunda değildir. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Şuurun her isyanı fizik varlığımızın muvazenesini* tehlikeye düşürür. Şuuru isyan etmeyecek hale getirmek, maddenin yaşamak için gerçekleştirmek zorunda olduğu bir zaferdir. Cinnet reel'le ideal arasındaki uçuruma atılan bir köprü. Yani maddenin zaferi. Yok, olmamak için asınılan bir dal. Hikmet Türkiye'de yaşanmaz diyor, Neden? Bu hükümde ağır bir hakaret var. Sen hayalinde yaşayabiliyorsun, hayalle yaşayabiliyorsun diyor. Yalan. İki gecedir uykusuzum. Hayatım babamınkine mi benzeyecek? O daha çok dayandı. Neye, neye dayandı bilmiyorum. Babam sükûttan ibaretti, oğlum da öyle. Ben o iki mutlak arasında sesten bir köprü. Sesten, hezeyandan.
Her yazı meçhule atılan bir kement. Her söz bir davet... Hint hakkında konferans. Kimi fethedeceğiz? Zavallı kitabım havagazı makbuzu gibi altı aydır bir çekmecede uyuyor. Hayır, bu kadar ucuz adam olmamak lâzım. Peki, ne yapmalı? Tek insanın tecessüsünü kurcalamıyor Hint. Münevver, yarı münevver, kadın, erkek.. Caron'dan bahseden yok. Sadakaya çok benzeyen bir alaka. Daha doğrusu "kötüye kullanma nezaketimi" der gibi bir ilgileniş. "Hint ne oldu?" "Oh! Oh! çok iyi".. Vehbi Eralp'in dudak büküşünü bir türlü unutamıyorum: "Şimdi bırak bunu, ciddi şeylerden bahsedelim, hanımefendi nasıl?" Bu adamların karşısında konuşmak. Hele bu kadar bozuk bir ruh haleti içinde.. Gerçekten bu kadar değersiz mi Hint? Salih Zeki, Berke, Fuat, Oktay, Şemsi., herkes, herkes ilgisiz. Oğlum bile basılsın da okuruz diyordu. Başka ne yapabilirim? Hint-Türk Kültür Cemiyeti.. Hangi Hint? Hangi Türk? Hangi Kültür?... Bir tuhaflık olsun diye akıllarına gelmiştir. Ama bu isyan zamanında şahlanmalıydım. Yok demeliydim. Fiyasko vermek, bu kadar hor gördüğün bir cemiyette üzerine aldığın işi becerememek, yok canım! Peki, ama ne söyleyeceğim? Evvelâ konu yok ortada. Bütün cepheleriyle Hint. Asker mektubu mu yazıyoruz?
Birazdan leş gibi sızacağım. Sonra Nadir gelecek. Sonra mektep. Sonra tekrar uykusuz bir gece. Hayır hayır.. Bu çemberi mutlaka parçalamalı, kendimi verebileceğim bir işe başlamalıyım. Öyle bir durumdayım ki utandığım için yataktan kalkıyorum. İzzet'ten utanıyorum. Sonra? Sonrası yok.
27.3.1963
TANIMIYORUZ HİNT’İ
Tanımıyoruz Hint'i. O ülkeye en büyük hükümdarını armağan eden Türk, Hint'i tanımıyor. Tanımıyoruz Hint'i. Ekber'e rağmen tanımıyoruz. Sebük Tekin'in oğlu Hezarbütgede'yi mescit eylerken Elbiruni fikir hazinelerini taşımış Doğu'ya, Yunan felsefesiyle Himalaya bilgelerinin felsefesini karşılaştırmış, İslâm tasavvufuyla Hint tasavvufunu kaynaştırmış. Elbiruni'ye rağmen tanımıyoruz Hint'i. Tarihin bütün kör düğümlerini kılıcıyla çözen ve kaderin karanlıklarını kılıcının pırıltısı ile aydınlatan Osmanoğulları tefekkürde monogamdılar, Kuranla Hadîs yetiyordu onlara.. Ne Dârâ Şükûh'un adını duydular, ne Upanişadların varlığından haberdar oldular. Tanımıyoruz Hint'i. Tasavvufun ana kaynağı olan Hint'i tanımıyoruz. Osmanlılar İran tasavvufunu vulgarize etmekle yetindiler. Bhagavad-Gita'nin tercüme edilmediği tek dil Türkçedir. Abdülhak Hâmit Bombay'dan bir iki kartpostal getirdi.
"Ne hoş bir köylü kız gördüm geçende Tek-ü tenhâ oturmuş bir çemende Yeşil giymiş eminim ben gelenden Ya cennetten gelir yahut çemenden"
Şair-i azam Bombay'a giderken başlıca merakı hindistan cevizi ağaçları görmekti. "Belde-i tüyur'da bol bol giderdi bu merakı. Ülkeler de kitaplara benzer. Kitaplara ve insanlara. Onlarda aradığımızı buluruz. Hâmit'in mektuplarında Hint'ten tek pırıltı yok. Sanki Hint yalnız ormanları ve maymunlarıyla mevcut. Süleyman Nazif için meskenetin vatanı Hint. Bizi inkıraza* sürükleyen içtimai vebanın kaynağı Ganj kıyıları. Kâmus-u Âlâm'da yalnız coğrafyası var Hint'in. Tecessüsünün hudutları oldukça geniş olan Rıza Tevfik de hiçbir zaman Himalaya zirvelerine yükselemedi. Tasavvufla yakından ilgilenmesine rağmen Hint hakkındaki bilgisi diğer çağdaşlarınınkinden farksızdır. Koca Kamus-u Felsefe'de Hint'le ilgili tek sayfa yok.
Tanımıyoruz Hint'i. Hikmet Bayur'un üç ciltlik Hint Tarihi'ne rağmen tanımıyoruz. Hatta o üç ciltlik tarih müstensihi Bayur da Hint'i tanımıyor. Tanımıyoruz Hint'i. Ankara Üniversitesi'nde Hindoloji diye bir şube bulunmasına rağmen tanımıyoruz. Almanya'nın seçkin endiyanistlerinden Walter Rüben'in "Eski Hint Tarihi"ne, "Budizm Tarihi"ne rağmen tanımıyoruz. Tanımıyoruz Hint'i. Kanuni devrinde yazılan ve Osmanlıcadan Avrupa dillerine en fazla çevrilen Humayunnâme'ye rağmen tanımıyoruz. "Binbir Gece'ye "Binbir Gün "e, Tutinâme'ye, halk arasında dolaşan yüzlerce masala rağmen tanımıyoruz. Ömer Rıza'nın çocuklar için yazılan Ramayana tercümesine, Kelile ve Dimne'sine rağmen tanımıyoruz. Ömer Rıza da tanımıyor Hint'i.
Neden tanımıyoruz? Osmanlılar imanlarını setleştirmişler. Taassubun* gümrük duvarlarını aşamamış Hint düşüncesi. İran'dan da sadece şekli, mazmunları*, aksesuvarı almış. Divan şiirinde İranî olan: kostüm sadece. Tasavvuf divan sayfalarını süsleyen bir minyatür. Osmanlılar ne Fevzi-i Hindî'yi, ne Hayyam'ı, ne Ürfî'yi anlamış. Muaarralı Ebul Âlâ adını duyabilmek için Abdullah Cevdet'i beklemiş.
Halbuki., halbuki Avrupa on sekizinci yüzyıldan beri kanmayan bir susuzlukla Hint'in fikir ve şiir kaynaklarından ilham içmektedir. Hâlbuki Hint'in fethi Avrupa irfanının kaderini değiştirmiş, o ülkede yeni bir rönesansın yaratıcısı olmuştur. Yeni bir rönesansın. Biz birinci rönesansı yüz yıllarca sonra farkedebildik. On dokuzuncu yüzyılın başlarındaki ikinci rönesanstan bakalım ne zaman haberdar olacağız? Hâlbuki çağdaş Avrupa'yı ancak Asya medeniyetlerinin ışığında bütün heybet ve zaaflarıyla görebileceğiz. Anquetil Elbirunî'den sekiz asır sonra Ganj kıyılarında dolaştı. Biz El-birunî'yi açmamak üzere kütüphanemizin raflarına yerleştirdik. Anquetil Avrupa'ya bir kıt'a hediye etti. Batı'yı Batı yapan o büyük tecessüs, o büyük kadirşinaslık. Hâlâ hümanizma deyince Latince Yunanca öğreniminden bahseden miyop aydınlarımız bir parça gözlerini açsınlar (Rene Grousset'nin Hümanizm ve Medeniyet hakkındaki konferansları).
Hint'i tanımak zorundayız, çünkü İslâmi tefekkürün sertac-ı iptihacı tasavvuf o ülkeden fışkırdı. Cetlerimiz İslâm'ı kabul etmeden önce Budisttiler. Hint'i tanımak zorundayız. Asya düşüncesinin dayandığı temel, Hint düşüncesidir. Hint'i tanımak zorundayız. İnsanlığın irfan ve idrakine istikamet veren iki yaratıcı millet var: Hint ve Yunan.. Biz bu iki ülkenin merkezindeyiz. Akdeniz Doğu ile Batı'nın zifaf yatağı. İnsanlık korkunç bir buhran'ın pençesindedir. Kosmosla antropos arasındaki binlerce yıllık ahenk sona erdi. Avrupa maddeyi fethederken kendini unuttu. İnsana kendini bulduracak büyük terkibe ancak Hint sayesinde varabiliriz. (Kosmos hakkındaki yazı).
27.3.1963
MATHIEU ADINDA BİR SERSERİYE, COMTE'A, CLOTILDETE,
BAHARA DAİR
Mathieu sarhoş olmazdı. Balzac da sarhoş olmazmış. Marifet mi? Fren fren fren.. Ağaç kadar hür olamamak. Düşünen için cemiyet bir cangıl. Düşünen bir ip cambazı. Uçurumun üstünde parende atan bir cambaz. Düşünen motosikletiyle bir ölüm turuna çıkan maceracı. Kendini kaybetmeye gelmez. Yıllar ve yıllar var ki şuurum frenden ibaret. Ne zaman yaşadım. Ne zaman yaşayacağım. Kuş gibi çığlık atarak bütün iştiha* ve insiyaklarıyla yaşamak... Hem süje, hem obje olmak.. Evet ben hem süje, hem obje'yim. En kendim olduğum dakikalarda bile şuurun çelik pençesini ensemde hissediyorum. Bana oyun oynuyormuşum gibi geliyor. İnanamıyorum kendi sesime. Ben bu gönülden gelen, bu çocuksu, bu bir parça biyolojik sesi çocukluğumdan beri susturdum. Şimdi zaman zaman mırıldanmaya başlayınca gülümseyeceğim geliyor. Biraz müsamaha, biraz hayretle dinliyorum onu.
Yıllarca aç kaldım. Koca bir şehirde yapayalnız ve aç kalmak. Köpeklerin bisküvilerle beslendiği bir dünyada aç bir aydın, aç bin aydın, aç milyonlarca aydın. Ama beni açlıktan fazla isyana sürükleyen tek oluşumdu. Aç ve tek olmak. Gurbet ve açlık. Bu şehrin kaldırımlarında bir başka aç Cemil Meriç hiçbir zaman dolaşmamıştır, diye düşünürdüm. İmparatorluk okuma yazma bilen her tebaasına şahane caizeler dağıtmıştı. Ben düşünen, okuyan ve temsil ettiği, temsil ettiğini sandığı beşeri kıymetleri lekelememek için aç kalmaya, açlıktan kıvranmaya razı olan adam. Sonra bu açlık yalnız midenin değil, daha korkunç açlıklarla kol kola idi. Tenin açlığı, gönlün açlığı. Yaşamadım. Çocukluğumu, gençliğimi, yaşamadım. Hep kafamın üzerinde yürüdü vücudum. Seni seviyorum sözünün bir yalan, bir teselli, bir alay olarak bile muhatabı olmamak. Muhatabı ve mütekellimi.
Zavallı Comte saçlarından yakalayacaktın Clotilde'i. Onda, büyük ve yıldızlarla süslü bir uçuruma benzeyen gönlünü anlayacak idrâk bulunabilir miydi? Her kadın bir Mesalina’dır ve yumurtalıklarıyla düşünür. Belki saadet bir saksağandan çok daha geveze olan şuurun boğazına sarılmak, onu konuşmayacak hale getirmek. Ne mümkün? Mathieu sevgilisinin yanındayken ne otobüslerin canhıraş uğultularını duyabiliyor, ne insanları görebiliyor, ne Kant umurunda, ne içtimai vazifeler.. Ama bu sermesti, bu sermesti de mâya. Kim sevgilisi? Kendisi. Ve Tanrı Havva'yı Âdem’in sol kaburgasından yarattı. Âdem yarattı Havva'yı. Sol veya sağ kaburgasından. Kimdi Clotilde? Rouvre'un bütün gevezeliklerine rağmen herhangi bir kadın. Ama dünyanın en metin mütefekkirlerinden biri tanrılaştırdı onu. Ve şakirtleri o tanrıya biat ettiler. Biat, hayır ibadet.
Kadın, oğlan, mashara, kitap veya Tanrı. Hepsi biziz. Obje adetâ benliğimizden fışkırttığımız bir vehim. Maddeleşen sübjektif. Hiç de güzel değilsiniz sevgilim, üstelik alabildiğine sıkıcısınız. Bu ahmakça yalanlara ne lüzum var. Sizden iğreniyorum. Ama bahar korkunç bir rejisör, ama biyoloji, fermanlarına hiçbir fâninin yan çizemeyeceği kadir-i mutlak. Ama sizi seviyorum. Mathieu böyle düşünüyor. Neden söylemiyor düşündüklerini? Söyleyemez ki. İçinden tokatlamak geliyor yanındakini, tokatlamak ve tekmelemek ve kovmak. Garip bir oyun bu. Ama gerçekten daha cazip galiba. Âdem’le Havva'dan beri devam eden bu komediyi niçin o da oynamasın? O başka sevgiler, başka sevgililer düşünmüştü. Biliyor ki dudaklarını uzattığı pınarda, idealinin iksiri gülümsemiyor. Biliyor ki bu bir damla, serin olmayan bir damla, şeffaf olmayan bir damla. Belki bir damla kuyu suyu. Ama Mathieu susuz. Ve mevsim bahar.
GROUSSET’İ OKURKEN
Grousset diyor ki: Otuz dokuz - kırk beş kıyametine şahit olanlar Romanın çöküşünden beri insanlığın böyle bir hercü-merc seyretmediğini sanırlar. Gaflet. On üçüncü yüzyıl Moğol istilası da bundan daha az azametli bir içtimai tufan değildi. Devrin vakanüvisleri beşer gücünü acze düşüren bir yer sarsıntısı, bir sel, bir âfet gibi söz ederler Cengiz ve çocuklarının istilasından. Bu siklon Asya'nın da çehresini değiştirebilirdi, Avrupa'nın da. Yakutları kuzey kutbuna kaçıran Cengiz istilası oldu. Birbirine kattı medeniyetleri Cengiz. Bu sarsıntının hayırlı neticelerini Marko Polo'dan öğrenmekteyiz. Çok geçmeden İpek Yolu yeniden açılıyor. Venedikli bezirgânlar Cengiz'in bayrağı altında hiçbir endişe duymadan huzur ve emniyet içinde Kırım'dan Pekin'e, Suriye sahillerinden Çin denizine kadar gidebiliyorlar. Kazık tarafı dehşet rejiminin umumileşmesi, cihanşümul hükümet sistemi haline getirilen katliam. Çinlilerden Suriyelilere, İranlılara; Annamitlerden, Lehlere veya Macarlara kadar eski dünyanın bütün medeni kavimleri vatanlarına vahşi akıncıların dolduğunu gördüler. Efsanevi Ergenekon mağaralarından kopup gelen ve medeniyetin bütün kuvvetlerine boyun eğdirecek askeri bir organizasyona sahip yabaniler.. "Cehennemin (tartar) derinliklerinden" çıkan ifritler, Latin kronikör-lerine göre, küremize düşen Marslılar. Canlı bir tarih haline gelen kâbus (Bk. Grousset, La Civilisation â travers l'Histoire, sayfa 287 ve devamı. Bu bahse tekrar döneceğim). Kürenin kabuğu gibi, insanlık yahut Teilhard de Chardin'in tabiri ile "noosphere" de bazen asırlarca devam eden zahirî* bir sükûn içindedir. İnsanların ya optimizmi, ya zihni ataleti bu sükûna bel bağlar. Bir de toprak sallanmaya başladı mı şaşırıp kalır hatta isyan ederler. Tarih onlara akıl danışmadan uyanmaktadır.. Uyanmak mı? Tarih hiçbir zaman uyumamıştı ki. Nereye gittiğini bilmek için nereden geldiğine bakmak yeter. Karadenizden Pekin'e uzanan heybetli bir Avrasya kuruluyor gözlerimizin önünde. Afallayışımız cehaletimizdendir. En eski çağlardan beri mevcut olan Step İmparatorluğunu unutuyoruz. Hindistan kıtasının ikiye bölünmesi de çoğumuz için bir sürpriz. Oysaki 1000 yılda yeni olan bir'yeni'bu...
30.3.1963
GROUSSETYE DEVAM*
Fizik coğrafyaya dayanan, beşeri coğrafyanın kanunu. İndus havzası -bilhassa Pencap- Afganistan'la Hint arasında bir hudut basamağı, hatta tarihi bakımından Hint'ten çok Afgan'a bağlı. Pencap da Afganistan gibi asırlar boyu greko-budist dünyanın parçasıydı. Oysaki Ganj boyları hellenizm tesirinden daima uzak kalmıştır. Daha sonra, yani 1000 yıllarında batıdan gelen yeni kültür Afganistan’dan inerek Lahor'a yerleşecektir: İslam. Sonra istilalar devam etti. 1200’de Ganj havzası, 1300'de Hint yarım adasının en büyük kısmı. Fâtihler bu defa yeni bir kıta ile âdeta yeni bir küre ile temas halindeydiler. Müşriklere karşı açılan bir cihattı bu. Kılıçla iman muzaffer oldu. Afganlı maceraperestler debdebeleri göz kamaştıran imparatorluklar kurdular. Ama Hint onlardan sonra da hayatına devam etti. Sultanlar racaların tahtına kuruldu. Ama yeni bir din, İndus havzası dışında, hâkim din vasfını kazanamadı. Bununla beraber İngiltere olmasa Hint hâlâ İslam fatihlerinin idaresi altında kalabilirdi.!
İngilizler çekilince Hint aşağı yukarı on birinci asırdaki durumuna döndü. Yani Hint iki asırlık İngiliz hâkimiyetinden kendisi olmak, kendine dönmek için faydalanmış oldu. Ama yedi buçuk asırlık tarih silinemez.
İslamla panteizm arasındaki anlaşmazlık. İslam'a göre, Hindu putperest. Hindu'ya göre, İslamiyet Hak, ama hakkın bir zerresi. Yani Hint'in dokuz yüz elli yıldır devam eden dramı iki metafizik arasındaki mutlak uyuşmazlıktır.
Bu trajediyi Gandi'den çok önce sona erdirmek isteyen bir adam çıktı: Ekber (1542-1605). O bir veli değil, bir hükümdardı. Giriştiği dini terkip ("syncretisme") bugün bile hayret ve hayranlık uyandıracak kadar cesuranedir. Bu liberal ve sulhçu askerin dinî mevzuatı Hint kıtası çapında bir "Nantes Fermanı"dır. Garip bir tesadüf de Ekber'le dördüncü Henry'nin aynı devirde yaşamaları. Ekber'in zaferlerinde kanunun rolü kılıcınınkinden daha büyük. Ekber'den önce kaos hâkim. Zirvede esir hükümdarların kaprisi, bu kaprisin gölgesinde boyuna başkaldıran emirler. Ve temelde asılıp kesilen Hint halkı. Ekber bu kaosu nizama kalbetti. Modern bir devlet kurdu. Yüzyıl yaşayan bir devlet bu. Ama Richelieu'nün, XIV. Louis'nin ve Büyük Petro'nun kurduğu devletten daha aşağı değil. Bütün beylikleri cebre başvurmadan kendine bağladı. Her kavmi memnun etti. Ve rasyonel bir iş bölümünü gerçekleştirdi.
"Mother İndia"nin uyanışı eski Hint bilgelerinin olduğu kadar bu müslüman cihangirin de eseridir. Moğol hâkimiyetinin Hint'e en büyük armağanı müşterek bir dil getirmesi: Urdu. Ekber de Marc Aurele gibi büyük bir hükümdar. Ama insan olarak çok daha büyük. Sünnî bir terbiye alan genç hükümdar devlet içinde devlet olan İslam uleması ile amansız bir mücadeleye girişmek zorunda kaldı. Ekber şiiliğe mütemayildi*; bunun için mekteplerde Arapça yerine Acemceyi ikame etti. Şiilikte de tasavvufa hayrandı. Ekber'den önce, şair Kebir tasavvufun sınırlarını genişleterek İslam'la Hinduizm'i kaynaştırmış bulunuyordu.
Ekber mümtaz bir zümre için mümkün olan bu kaynaşmayı halk ölçüsünde gerçekleştirmek istedi. Ekber devri bir aydınlar saltanatıdır. Aydınların ve aydınlığın. Ekber, Marc Aurele'den daha yakın bize .
1593'te Hint'in bütün dinlerine hayat hakkı tanıyan ferman. ("Nantes Fermanı"ndari beş yıl önce). Ekber Vedaları, Destanları Farsçaya ve Urducaya tercüme ettiriyor.
30.3.1963
YİNE GROUSSET*
Sizinle uçağa binelim diyor Grousset ve yüz yirmi asırlık tarihin üzerinde dolaşalım. Nereden binelim uçağa? Fransa'dan mı, İspanya'dan mı? İsa'nın doğmasına daha on bin yıl var. Avrupa milletleri içinde medeniyet bakımından en kıdemlisi Fransa ile İspanya. En eski, en güzel freskler ya İspanya'nın Altamira mağaralarında bulunmuş, ya Fransa'nın Dordogne civarındaki mağaralarında. Bir anda bütün cazibesiyle sanat çıkıyor karşımıza. Parthenon frizlerini hatırlatan ren geyiği boynuzundan at başları. Tekrar bu ayarda şaheserlerle karşılaşmak için yedi yüzyıl beklemek lâzım: Mısır ressamları. Burada sanat için sanat yok. Sanattaki natüralizm avı kolaylaştırmak amacını güdüyor. Bu hüner büyü için zaruri. Bu keşiflerin sonuncusu Lascaux mağarasındaki freskler (1940). Büyük sanat, dinin tesiri altında gelişmiş. Bu tarih gezintisinden alacağımız ilk ders bu.
İ. Ö. 6000 yıllarında bu sanat silinir Batı'da, yerine neolitik endüstri geçer. Bütün çağların en büyük devrimlerinden biri bu. Cilalı taş, sonra seramik, hayvanların ehlileştirilmesi, bitkilerin üretilişi. İnsanlığın hayat şartlarında muazzam değişiklikler.. Bu sınai inkılabın başka bir benzerini on dokuzuncu asrın sınai ihtilalinde görebiliyoruz ancak. Yalnız teknik sahadaki bu ilerleyiş sanatın zararına olmuştur. Üç bin yıl sahneden çekilmiştir sanat. Bu da sık sık karşımıza çıkacak tarihî bir kanun: Beşeriyet tarihinde tekâmül çok defa başka sektörlerde hazin gerileyişler bahasına gerçekleşebilir. Şimdi Mısır'a ve Mezopotamya'ya geçelim. Batı medeniyetinin vatanı buraları. Birdenbire Mısır ve Sümer medeniyetleri doğuveriyor. Bu sanat hamlesinin de saiki* din.
Memfis ve Sümer medeniyetleri, bütün manevi fetihlerini nisbeten çok kısa bir zamanda tamamlamış. İnsanlık iki bin yıl onların çizdiği sınırlar içinde yaşayacaktır. Babil ve Asur sanat ve edebiyatı Sümer mirası ile yetinmiş. Yine bir kanun: kısa bir zaman içinde medeniyet yeni sahalar fetheder, sonra durgunluk devresi başlar, uzun bir devre. Ve insanlık yükseliş devresindeki kazançlarını yer. Asurilerin her zaferi eski bir medeniyetin defin merasimidir. Asuri taarruzları yalnız şehirleri yok etmiyor toprağı da kısırlaştırıyordu. Kuyuları tıkıyor, kanalları yıkıyor, akarsuları bataklık haline getiriyor, vahaları çölleştiriyor, ağacı da öldürüyordu insan gibi. İran ve Irak'ın yeşerttiği bahçeler Asur ve Tatar saldırışlarından sonra ne hale gelecektir? Yeni bir kanun: Bir medeniyetin entelektüel bakımdan mukavemeti, hatta en verimli toprakların mukavemeti sonsuz değildir. Devamlı savaşlar toprağı da öldürebilir, medeniyeti de yıkabilir. Asya'nın büyük bir kısmı bu yüzden harabezâr olmuştur. İnsan hâlâ öylesine yırtıcı ki beşeriyetin patrimuvanı her an tehlike içinde. İran nerede, Irak hani? Artık Budî isek Buda'yı, Hıristiyansak İsa'yı dinlemek zamanı gelmiştir. Bir kanun daha: medeniyetler ancak intihar etmek suretiyle ölürler. Kadim Asya medeniyetleri kendi kendilerine kıymışlardır. Medeniyet Hint-Avrupa kavimlerine, oradan Yunan'a geçmiştir.
Hint-Avrupa ırkı yok, Hint-Avrupa dili var. Hint-Avrupalıların kadim Asya'ya karşı zaferini sağlayan iki teknik üstünlük: atı ehlileştirmiş olmaları ve 1000 ile 700 yılları arasında cenk arabaları yerine süvarinin ikamesi. Sonra balta, nihayet özengi. Yeni Ortaçağda topçuluğun, zamanımızda uçağın, zırhlı kuvvetlerin oynadığı rolü o devirde zikrettiğimiz teknikler oynamış.
Yunan mucizesi de masal. Yani uzun bir hazırlığın neticesi: Girit medeniyeti, Miken medeniyeti. Sonra Dorlar istilası. Yalnız şu manada bir mucize var: Atina'nın iki yüz yıl süren saltanatından bütün medeniyetimiz doğmuş. Yunan'ın hususiyeti: ilim için ilim. Ama biri vatan kuramadı, mefhum cambazlığına gitti. İskender. Semitik düşünceyle Yunan düşüncesinin kaynaşması ve Hıristiyanlık. Sezar da aynı esere devam eder...
26.1.1963
BENİM İÇİN TEK MÜHİM OLAN KİTAPTI*{26}
"Hollanda kıyılarında can veriyordu eski dünya".. Birden Lenient'ın bu cümlesini hatırladım. Ve hafızam bu inciyi mahfazası içinde seyretmek arzumu cevapsız bıraktığından kitabı açtım: "Batı'nın bir ucunda, Kuzey denizi kıyıları boyunca dar bir toprak parçası uzanır. Setler, kanallar, bataklıklar.. İnsanın denizden kopardığı bir ülke burası. Kıtanın böğrüne karaya oturan bir gemi gibi yaslanmış; sular, kumlarla örtülü yarı yarıya. Bu adacık tam iki yüzyıl maziye karşı ayaklananların vatanı ve hürriyetin sığınağı olacaktır. Eski Dünya Hollanda kumsallarında can verecek"., vs.
Ben haritada Hollanda'nın yerini gösteremem. Kelimeyi şuuruma çivileyen ilk kitap Taine'in "Sanat Felsefesi". Sonra Walter Scott'un romanları., yakılan şatolar ve katırlarının sırtındaki kumaş toplarını itina ile indirdikten sonra kollarını sıvayıp savaşa katılan bezirganlar.. Taine Hollanda medeniyetini tabiatın haşinliği, cimriliği, sertliği ile izah eder.
Hollandalı kendine yeni bir âlem, bir sığınak, bir cennet yaratmak ihtiyacındaydı... Hatıra parçaları ve sis. Bir toprağa, bir belirli zamana bağlanamayan ve rüzgârın önünde sürüklenen bulutlara benzeyen hatıralar. Hollanda, kapitalizm, Voltaire, Jean Michel Rey'in matbaası, protestanlık, Erasmus, Spinoza, Bayie. Furetiere'in bendeki dört ciltlik kamusu Hollanda'da basılmış. Hollanda kâğıdı, Hollanda ressamları. Neresi bu Hollanda? Octave Mirbeau'nun bir seyahatnamesini hatırlar gibiyim. Sonra Schiller'in "Histoire des PaysBas"sı. Tanımıyorum Hollanda'yı.
Dün ilk defa olarak bir Hollandalı gördüm, Hollandalı, Çek veya İngiliz, herhangi bir adam, sıkılgan ve ağır. Kâinatı dolaşmış, bir iki lisan konuşuyor. Ama ne konuşuyor? Fransızca veya İngilizcenin cila klişelerini silkeleyin, Türkçe konuşturun bu zata., galiba sokaktaki adamla burun buruna geleceksiniz. Kürenin kaderini bunlar tayin etmiş. Tarihin manivelası zekâ değil, sabır. Newyork, Cenevre, Endonezya., dört kıtayı dolaşmış hazret. Öğrendikleri herhangi bir Asya şehrinin dört duvarı arasında da öğrenilebilirdi... Fuat'ı Pakistan'dan çağırıyorlarmış. Mali müşavir olacakmış orada. Şimdi aldığı paranın iki üç mislini alacakmış...
Leniant'ı kaç Hollandalı bilir acaba? Ben yirmi dört saat aç kalma bahasına elde etmiştim o kitabı. Türk aydını Hollandalıdan daha büyük ve daha kahramanca bir emek harcamak zorunda. Cehalet okyanusundan yapacağı fetihleri, vatanına dişleriyle, tırnaklarıyla avuç avuç toprak taşıyıp, uçurumun boşluğu üzerinde oturtmak zorunda. Hollandalının ayırıcı vasfı, akl-ı selimi. Geniş omuzlu bir akl-ı selim, insana güven veriyor, meşe ağacından koltuk gibi rahat ve sağlam. Hollandalı, tanıdığım Hollandalı demek istiyorum, gerçekten öyle miydi, yoksa ben daha önceki bilgilerimle böyle bir Hollandalı mı halkettim? Allaha malum. Hollandalı diyor ki düşünen adamın Hollanda'da da "public"i yoktur, Danimarka'da da yoktur. "Les choses de l'esprit" dünyanın pek az yerinde merak uyandırıyor. Dün gerçekten rahatsızdım. Buna rağmen herhangi bir şakirt karşısındaymışım gibi konuşabildim Hollandalıyla.
Fuat İstanbul Üniversitesi'nde doktora yapamadığı için Amerika'ya gitti. Neden doktora yapamadı Fuat? Oynak zekâsına, karaca derisinden bir eldiveni mahcup edecek suplesine rağmen hezimete uğrayışı güç kabil-i izah. Ali bey rahatça, göğsünü gere gere doktor oldu. Berke hâlâ pösteki saymakla meşgul. Fuat'ın kütüphanesi vardı, apartımanı vardı, parası vardı, karısı vardı. Yandaşlarına göre harikulade bir terkip kabiliyeti vardı. Berke enerjiyi temsil ediyor. Ali Bey... Mesele istemek ve gereken fedakârlığa katlanabilmek. Fuat'ın bütün hayatında bir gece, bütün bir gece ilme harcanmamıştır. Fuat Hindistan cevizini reçel olarak sever.
Oğlum on sekiz yaşını tamamladı. Dün biraz Nordau okuttum ona. Gürültü patırtı arasında niçin toplandığımız unutulur gibi oldu. Nordau hayatımın meşale kitaplarındandır. Onu da tesadüf çıkardı karşıma. Aşkın kendine has sezişleri, keşifleri var. Galiba Lenient 'ı aldığım zaman satir'in mânâsını doğru dürüst bilmiyordum. Lenient doyuran kitap, ama ihtilal yapan kitap değil: şiir, izah, ışık.
On dokuzuncu yüzyılın "Dictionnaire Üniversel" etrafında toplanan çok sevimli mandarenlerinden biri. Nordau başka. Nordau insana ucuz allamelik* kazandırıyor. Kafasını yumrukluyor zaman zaman okuyucunun. Derin değil hatta sanıyorum ki çok defa haksız. Ama alışılandan başka. Nordau birçok inançları eriten bir asit. "Corrosif' bir zekâ. Yine kafamın ezeli açlığını gidermek için Nizam'a yarım lira toslayıp aç, ama memnun soğuk odama dönmüş, sayfalara inmiş, yeni bir dünya keşfettiğim için bahtiyar olmuştum. Benim bahtiyarlıklarım... Ama en gerçek bahtiyarlık da bu değil mi? Soğuk oda, aç bir insan, dışarda yağmur ve zaman zaman kanı tutuşturan ';. "tentation". Evet, her fetih bir mükâfat, bir fedakârlığın mükâfatı. Nordau bana verdiğini neden bir Berke'ye vermiyor? Zira benim için bir ekmekti, Berke için bir Cinzano.
Oğlum, oğlum.. Galiba onun büyük bedbahtlığı susamadan içmesinde, daha doğrusu elimizde ışık dolu kadeh., boyuna iç diye zorluyoruz. Ve kadehe yalnız dudaklarını değdiriyor. Sanıyor ki ilim, kitap, rehber ve zaman ebediyete kadar fermanına münkad* olacak. O, kitaplar içinde doğdu. Bir haremde doğan şehzade gibi; kadın, kadın... Ben Noridau'ı galiba yirmi üç, yirmi dört yaşlarında okudum. Müşküllerimi hal edecek kaynak yoktu. Ve öyle sanıyorum ki Fransızcayı Mahmut Ali'den daha iyi bilmiyordum. O hiç olmazsa benden beş altı yıl ilerde. İlerde ama izahı güç bir fark var aramızda. Benim için mühim olan, hayatî olan kitaptı. Adeta bütün "dignite"m, tek "dignite"m ve biricik hik-met-i vücudum tefekkürdü. Acaba öyle mi? Acaba bu Cemil Meriç benim yıllarca sonra hayalimde inşa ettiğim bir fantom mu?
Hollandalıya dedim ki: bugün Anakarsis devrinde değiliz. Her aydın, antenlerini fikir dünyasının hançeresine dayamış, söylenenleri günü gününe dinliyebiliyor. Sartre, Bertrand Russell... Endonezya'daki adamın çağdaşı. Bu bir palavra idi. Daha doğrusu şematik ve formel bir gerçek. Bir Sartre'ı, bir Russell'i takip etmek nelere bağlı? Evvela paraya ve zamana. Sonra uzun, çok uzun ve pek az bahtiyar'a nasip olan hazırlıklara. Bunlar Heraklit'ten Yacnavalkiya'dan gelen zincirin son halkaları.
Hiçbir zaman iktidar rüyası görmedim. Ama her büyük adam ismi telaffuz edilirken içim ürperdi... Tek vasıf yetmiyor. Oğlumda bütün imkânlar var. Hayat boyu peşinde koştuğum ve ancak faydalanamayacağım gün benim olan imkânlar. Onun için çıldırıyorum: tanrılarım, karşısında elpençe divan; sevgililerim, iltifatına muntazır. Ve o hâlâ tahta oyuncaklarla oyalanıyor. Bakalım ilahi kıvılcım ne zaman tutuşacak içinde. Bu satırları onun için yazıyorum. Korkuyorum, bu ziyafet sofrasının rüyadaki sofralar gibi kayboluvermesinden korkuyorum. O ilahi kıvılcım ruhunda tutuştuğu gün, benim olmak istediğimi, benim rüyamı kolayca gerçekleştirebilir, bir fikir prensi olabilir. Bu kütüphane bir taht, tahtların en şereflisi. Bu kütüphane bir tribün. Oradan asırlara seslenilebilir. Bu kütüphane bir piyedestal. Yıldızlarla kucaklaşırsın, onun üzerinde yükselince. Ve odana bütün kıtaları, bütün medeniyetleri doldurabilirsin. Faustun emrine giren Mefisto senin hizmetkârın olur, hem de kayıtsız şartsız.
Fuat hayat eğlenceli değil, diyor. Hollandalıya göre ben Hint hakkındaki eserimi Hollanda'da da bastıramazmışım. Böyle bir kitap ancak bir kaç yüz nüsha satar diyor. Demek dünya gittikçe küçülmekte. Ama sen odanı dünyadan, reel dünyadan, aktüel dünyadan çok daha fazla genişletebilirsin. Bu sırtından kumaş balyasını yeni atmış bezirgânın yerine, Erasmus'la, Spinoza'yla sohbet edebilirsin. Çocuğum, çocuklarım. Ben bu kitapları bütün dünya nimetlerinden, çok defa vazgeçilemeyenden, vazgeçilemeyecekten feragat ederek bir araya getirdim. Size bir dünya, dost bir dünya hazırladım, hazırlıyorum. Fırtınaya tutuldukça sığınacağınız tek liman bu. Daha doğrusu bu limandan ayrılmazsanız kasırgalardan uzak kalırsınız. Bu kitaplar benim sevgililerim. Ama yıllardır konuşamıyoruz. Birbirimizin dilini unuttuk. Bilmem neden darıldılar? Sizin yerinizde olmak için görülmemiş işkencelere razı olabilirdim. Görmek ve dünyanın en büyük insanlarıyla halvet olabilmek. Kadın da, şöhret de, kuklaları harekete geçiren bütün ihtiraslar da öyle zavallı ki. Allah sizi bahtiyar etsin.
2.4.1963
OSMANLI DÜŞÜNCESİ, GERİCİ İLERİCİ,
ZAVALLI HİNT, ZAVALLI BEN
Ve karşılarına üç yol çıktı şehzadelerin. Osmanlılar adem endişesinden habersiz yaşadılar. Ölümden sonra yollar üçe ayrılıyordu: cennet, cehennem, âraf. Araf kısa bir duraktı. Gerçi cehennemin, içinde katran kaynayan kazanları, bir dudağı yerde bir dudağı gökte zebanileri, zaman zaman rüyalarını kâbusa çeviriyordu Osmanlının. Ama cennet, kılıçların gölgesi altında ve Allah gafûr-ür-rahîmdi.*
Budizm Türk insanını ne kadar değiştirdi bilmiyorum. Daha doğrusu Türk insanı Budizmi ne kadar değiştirdi? Bildiğim şu ki, bütün Osmanlı edebiyatında metafizik ürperti yok. Bizde derviş, Tanrıyla vuslat halinde yaşadığı için, suretler âleminden tecerrüt etmiş bir gönül adamı değil, aksiyondan kaçan bir meczup, bir hasta, bir yarı deli, yani bir sapıktır. Fuzuli'nin tasavvufu bende daima tercüme intibaı yaratır. Tasavvuf kim, istiğrak kim, Osmanlı kim? "Makber"de öyle retorik var ki, bu yapma çiçeklerin arasında, tüveyc’inde* kan ışıldayan gerçek bir iki gonca bulmak çok güç.
Cennet, cehennem... her meseleyi basit bir "dilemma'*ya irca etmişiz. Daima iki ihtimal. İkiden fazlasını düşünemiyoruz. Avrupa! Ah Avrupa, canım Avrupa! Neden "ah Avrupa"? Hep gözün rehberliği: "beldeler, kâşaneler" masalı. Arka sokaklar, arka sokaklardaki sefalet? Ondan bahseden yok... Tarihin ölüme mahkûm ettiği kavimlerde hep aynı psikoz: kendini küçük görme psikozu. Avrupa cennet, Asya cehennem. Neden "beldeler, kâşaneler"? Sanıyorum ki şarklı olduğundan utanan tek şarklı kavim biziz. Gerici, ilerici... Şarklı gericidir, garplı ilerici. İslamiyet huzuru çok ucuza satmış.
Yollar o kadar belli ki düşünmeye lüzum yok. Şarap içmeyecek, domuz yemeyecek, zina yapmayacaksın, beş vakit namaz v.s. Sonra periler, gılmanlar, huriler... Tasavvufun itibara mazhar olmaması da bundan. Yunus Emre'de bile hep: "şol cennetin ırmakları"!
Bugünün Türk insanı Hint düşüncesini kavrayacak durumda mıdır? Hayır. Kendi vokabüleri ile ya gericidir, ya ilerici. Gerici ise müslümandır: cennet, cehennem. İlerici ise Batı hayranı: caz, dans, cinsî hürriyet ve teknik. Düşünmeye teşebbüs eden, düşünen demiyorum, kaç kişi var? Herkes panase meraklısı. Sosyalizm dağları devirecek, demokrasi altına çevirecek yurdu. Avrupa, ah Avrupa!
Galiba işittiklerini papağan gibi tekrarlamaktan zevk almayan tek çağdaş Peyami idi. Falih'ler ne kadar sığ, ne kadar yalınkat. Hele bir Nadir Nadi! Kimin söylediğini hatırlamıyorum, insan kırkından sonra ya dünyadan elini eteğini çeker yahut da insan denen koyunu kırkmak için kollarını sıvarmış... Üniversite talebesi "Toprak" dergisi sahibini yakalamış, tartaklamış ve herifin bütün küçüklükleri, ayak yalamaları kâr etmemiş. Asil Atatürkçü Tarık Tunaya kolundan yakalamış "suçluyu" ve galiba polise götürmüş. Darendeli bedbahtın biri, "Toprak" dergisi lağım ama Tarık Tunaya ne? İnsanı seveceksin. Hangi insanı? Darendeli'yi ve Tarık Tunaya'yı... Buda ve Türk insanı...
Hamit'ten yıllarca sonra Yahya Kemal Hint'e gitti. Pakistan sefir-i kebiri*, o ülkeden tek kartpostal bile getirmedi. Biz Hint'i anlayamayız. Avrupa’nın bütün ıstırabı kapitalizmden geliyor. Peki, kapitalizm nereden geliyor? Kapitalizmi tasfiye edecek insan Mars'tan zembille mi inecek? Harem ağasının kafası. İnsanı sevmiyoruz. Hint düşüncesi karşısında elimizi tabancamıza atışımız bundan. Bir tarih hocasının Hint'le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim. Eskiden Batı afaroz edilirdi, şimdi Doğu aforoz ediliyor. Daima aforoz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl kıracağız bilmiyorum. Kitabım basılırsa çok az kimse okuyacak ve belki hiç kimse anlamayacak. Gericiler toptan mahkûm edecekler, ilericiler toptan mahkûm edecekler... Konferans. Evet, kaç kişi dinleyecek konferansımı? Bütün ülkeler birbirine benzer dostum, iki ıstırap kadar, iki gözyaşı kadar birbirine benzer. Eldorado, vehmini kaybedenlere efsus*, hezar efsus*... Gobineau böyle düşünmüyor, Gobineau hatta Taine. Tatar ağası ile Montesquieu bir mi? Bir, diyeceği geliyor insanın. Ben insanı, Fransız insanını hastanede gördüm. Memleketlimden hiçbir farkı yoktu, hatta daha bayağı idi, daha korkak, daha menfaatperest, hatta daha ahmaktı. Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa kendi karanlığından kaçmak boşuna... Hint. Evet, Hint'in kazandırdığı huzur çok ferdi ve muayyen bir dünyada, muayyen bir iklimde gerçekleşebilecek bir mucize. Üstelik yaşadıktan sonra, vücudu ile insiyakları ile yaşadıktan sonra mümkün.
Hint'in keşfi gerçekten Batı’da bir Rönesans yaratmış mı, sanmıyorum. Belki birkaç batılıda yahut batı şuurunun mahdut bir bölgesinde. Batı kavga içinde, Hint felsefesi keskin bir kavga silahı olmak vasfından mahrum. Marksizm var, Hıristiyanlık var... Ve maalesef daha çok irticanın elinde bayrak Hint. Romain Rolland'ı çıkarırsak, sol cenahta Hint'le uğraşan kimse yok. Hâlbuki bence, bütün kavgaların üstünde bir ahlak Budizm. Ahlak karanlık kelime, yol. Ama kimsenin senfoni dinleyecek hali yok. Sokakta silah sıkılıyor, tepede jetlerin uğultusu... Acaba Hint de bir mistifikasyon mu, bir sahte hal sureti mi, sanmıyorum. Proletaryanın o kadar dolambaçlı yollardan zararsız hale getirilmesi imkânsız... Şimdilik Hint, bizim için, kütüphanelerimize eklenen bir raf bile değil. : Zavallı kitabım! Belki müstehcene kaçan bir iki şiir tercümesi için okunacak. Kaldı ki basılacağı da belli değil. Ve bu kubbenin altında hiçbir akis bırakmadan "resurrection"u bekleyecek. Galiba 'samsara' yalnız insanlar için değil kitaplar için de var.
12.4.1963
CLAUDE LEVI-STRAUSS'U OKURKEN
İnsanlık bir merdivenin basamaklarından çıkar gibi yükselmez. Zıplamalar, hep aynı istikamete yönelmiş değildir. Zar atar insanlık, kâh kazanır, kâh kaybeder. Boyuna kazanç yok. İki tarih var: bütün fetihleri birbiri üstüne yığan, zamandan faydalanan milletlerin tarihi, mirasyedi milletlerin tarihi. Zaman fertler için de milletler için de başka başka değer taşır. Yani istikbali dokuduğumuz bir ipliktir zaman. Ama tarihini itina ile işleyen, nakışlayan, şekillendiren ve zamandan bir çadır, bir halı dokuyan fertler ve milletler olduğu gibi, makara ile oynayan bir kedi şuursuzluğu ile iplik yumağını arap saçına döndüren kavimler de var. Mirasyedi milletlerin tarihi de büyük faaliyetlere sahne olmuştur. Aradaki fark büyük medeniyetler, biriktiren, yığan medeniyetler, ötekilerde noksan olan bu sentetiklik, her yenilik erir, kaybolur, eski yeniliklere eklenmez.
Statik cemiyet var mı? Bu, seyredenin vehmi mi sadece? İhtiyarlara göre, gençliklerinde tarih hareketli geçmiş, son yıllarında sükûn ve istikrar göstermiştir, zira kendileri aktör değildirler. Onlara göre, değişiklik yoktur yahut lüzumsuz, kötüye doğru bir değişiklik vardır. Siyasi bir rejimin düşmanları, mezkûr rejimin tekâmül ettiğini kolay kolay teslim etmezler, bütün olarak mahkûm eder, tarihten çıkarıp atarlar, rejim bir perde arasıdır. Hâlbuki makinanın içinde bilhassa yüksek kademelerde rol almış olan kimseler için durum bambaşkadır. Herhangi bir kültürü değerlendirirken kendi menfaatlerimizi bir yana itemiyoruz. Objektif hüküm yok.
Bir medeniyet kültür çizgilerinin ("trait") üstüste yığılmasından ibaret değildir. Medeniyeti tayin eden "structure'. Çeşitli imkânlar arasından seçtiği özellikler birbiri ile nasıl kaynaşmış? Bu "structure"ler kalitatif olduğundan ölçülemezler. Bütün kavimler Batı'nın üstünlüğünü kabul ediyor. Ananevi "structure"leri yıkmışız, fetihler yapmışız, sömürgeleştirdiğimiz milletleri bizi seçmeye mecbur etmişiz. Doğru, ama bunları hatırlatmak bir şey ifade etmez. Bu sadece, Batı medeniyetinin üstünlüğü üniversel bir rızadan doğmuyor mânâsına gelir. O halde bu üstünlük nereden geliyor? Enerjisinden. Bu kuvvet farkı sübjektif bir faktör değildir. Batı'nın üstünlüğü icat kabiliyetine dayanmaktadır. Ama icat da Batı'nın imtiyazı değil. Hayatımızın temelini teşkil eden büyük keşifler çok ilkel cemiyetlerin eseri. Tesadüfen öyle olmuş denilebilir mi? Hayır. Tesadüf tek başına hiçbir netice doğurmaz. Batı dünyası iki bin beş yüz sene elektriğin varlığını bilerek yaşadı. Tesadüfen keşfetmişti bunu. Ama Amperelerin, Faraday'lerin şuurlu gayretleri işe karışıncaya kadar bu tesadüf kısır kaldı. Okun icadında, boomerang'ın, "sarbacane"ın icadında, ziraatın hayvancılığın doğuşunda tesadüfün büyük bir rolü yok. Penisilin'in keşfinde olduğu gibi. Mesele başka. Hayal, yaratma, icat kabiliyeti hemen hemen tarihin bütün devirlerinde aynı ölçüde, ama bunların kombinezonu ancak bazı zamanlarda ve bazı ülkelerde kültür "mutation"ları vücuda getirebiliyor. Böyle bir neticeye varabilmek için sadece psikolojik faktörler yetmiyor. Bu vasıflarla beraber toplumun birçok fertlerinde müsait bir "orientation"a ihtiyaç var. Yani yaratıcının "public"i olması şart. Bunun için tarihî, iktisadî ve sosyolojik birçok faktörlerin elele vermesi lâzım.
Sevgili yurdumuzda, fikir adamının imhası için sürgün avları tertiplenen, standart düşünceye mumlar yakılan, buhurlar serpilen sevgili yurdumuzda, aydınla kitle arasında hiçbir transatlantiğin aşamayacağı ummanlar var. Standart düşünce yani düşüncenin kalıplaşması, nasırlaşması. İki kutup: Osmanlıcı - Atatürkçü. Ve dışarda kalanların kellesinden kervansaray kurmak iştiha ve ihtirası. Fethi neden otuz milyon içinde herhangi bir vatandaş olarak kalır? Kalabalıktan şu veya bu sebeple farklılaşan fertler döl vermeden ölmeye mahkûm. Taklit kanunları kitle kanunlarının dışında değil. Yani aydınlatılması imkânsız olmayan sebeplerden geri kalmış ülkelerde harikulade zekâlar, beklenmedik yerden fışkıran harikulade bir bitki misali boy atabiliyorlar. Ama kaderleri hep aynı: silinip gitmek. Beşir Fuat intihar ediyor. Cezmi Ertuğrul intihar ediyor. Ali Namık kokaine veriyor kendini. Nazım'ı cemiyet tasfiye ediyor. Bu adamların bedbahtlıkları Türk oluşlarından. Reelle ideal değil, rasyonel arasına atacakları köprü yok. Muhammed'i, Haticetül Kübra'nın imanı yarattı. "Absurde"e, yalnızlığa, başkalığa tahammül, çelik bir uzviyet, elmastan bir yürek işi...
İcatları bütün olarak ele alırsak, tarihte iki büyük devre dikkatimize çarpar: neolitik ihtilal, sınai ihtilal. Tarihinde iki defa ve aşağı yukarı on bin yıl aralıkla insanlık aynı istikamete yönelmiş, bir sürü icatlar yığabilmiş. Bir yandan icatların sayısı, öteden devam'ı.. kısa bir devre içinde kesifleşmiş ve büyük teknik sentezleri mümkün kılmış. Bu sentezler insanın tabiatla olan münasebetlerini değiştirmiş, bu değişiklikler de daha birçok yeni değişikliklere yol açmış. Demek tek çizgi halinde ilerleme yok. Zıplamalar, atlamalar, "mutation"lar var. Bu izah da yetersiz: iki tarih var: yığan, yerinde sayan. Hatta her tarih yığıcı, fark sadece kesafette*.
Neolitik ihtilal insanlık tarihinin son 50.000 yılı içinde gerçekleşmiş. İnsanlık 500.000 sene kümülatif bakımdan hiçbir değeri olmayan meddücezirler içinde yaşamış. Kültürleri oyunculara benzetirsek, bir toplum iki şekilde oynayabilir: herkes ayrı ayrı oynar, kolektif halde oynar. Elbette ki kolektif oynayanlar kazanır. Kültürlerin de, kumarbazlar gibi, kümülatif neticeler elde etmesi stratejiye bağlı.
Rönesans başlarında Avrupa çok çeşitli tesirlerin karşılaştığı ve kaynaştığı bir ülke. Grek, Roma, Cermen ve Anglosakson gelenekleri, Arap ve Çin tesiri. Kantite bakımından Kolomb öncesi Amerika da çeşitli kültürlerin temaslarına sahne oluyordu. İki Amerika kocaman bir yarım küredir. Ama Avrupa toprağında birbirini feyizlendiren kültürler on binlerce yıllık bir farklılaşmanın mahsulü. Amerika'da karşılaşan kültürler birbirinden daha az farklı, çünkü daha yeni. Tablo daha homojen, daha mütecanis. Keşif sırasında Meksika veya Peru'nun kültür seviyesi Avrupa'nınkinden aşağı mı idi? Hayır. Hatta bazı bakımlardan üstündü. Ama kültürün bütün cepheleri oralarda daha az "articule" idi. Büyük başarılar yanında boşluklar. Adeta delikleri vardı bu kültürlerin. Bir yanda "precoce" şekiller. Öte yanda "abortif' şekiller.
Neden bir avuç fâtih karşısında çöküvermişler? Organizasyonları yeteri kadar seyyal olmadığı ve yeteri kadar farklılaşmadığı için. Koalisyona iştirak edenler, eski dünyadakiler ayarında farklılaşmış değildi. Yani kümülatif kültür hiçbir devrin ve hiçbir ülkenin imtiyazı değil. Mahiyetlerinden çok, davranış tarzlarının neticesi. Yani duraklayan cemiyetler -şayet varsa- kendi başına yaşayan cemiyetlerdir. Kümülatif cemiyetler, teşkilat kuran cemiyetler. Bir cemiyeti mahveden en büyük "tare" tek başına olması. Kültürde her gelişme, kültürler arasında bir koalisyon. Kültürler ne kadar farklılaşmışsa bu koalisyon o derece verimli. Peki, bu koalisyon bir tecanüse* götürmeyecek mi? Götürecek. Medeniyetin antinomisi bu. Bundan kurtulmanın çaresi partönerler arasındaki farkı körüklemek, sınıflar buradan doğuyor. Galiba içtimai sınıflar neolitik ihtilalle beraber doğmuş. Proleterleşme de sınai ihtilalinin şartı ve neticesi. Yahut iç koalisyonu değil, dış koalisyonu kuvvetlendirmek, sayı bakımından. Yeni oyuncular katmak. Müstemlekecilik ve emperyalizm bundan doğuyor. Ama her iki hal sureti de tecanüse ve atalete götürüyor. Dünya medeniyeti yok. Çeşitli medeniyetler var. Ve ilerleme ancak bu çeşitlilik sayesinde. Yani medeniyetler birbirlerini tamamlamalıdırlar.
İlkel kavimler için kendi dışlarında insanlık yok. (Tabii bazı ilkel kavimler). Tek kültür bizimki diyenler de aynı ilkel duruma düşüyorlar. Barbar, barbarlığa inanan adam. Daha doğrusu barbarlığın ilk vasfı bu. Avusturalya yerlileri umumi sosyolojinin gerçek kurucuları.
8.5.1963
ZAMANA DAİR, TAGOR
Zamanı saçlarından yakalamak, yayından fırlayan oku tutmaktan güç. Zaman kimine göre adem'in ta kendisi, kimine göre varlığın. Ya sen onu heykel yapacaksın, şiir yapacaksın, beste yapacaksın; ya bir avuç toprağa kalbedecek zaman seni. Zaman bir kovan, zaman bir kumaş, zaman dost, zaman düşman. Zaman sensin. Zaman senin kozan. Zaman sevgili, Nemesis: zaman.
Batan bir gemidesin dostum. Sahiller görünmüyor. Yıldızları söndürmüş fırtınanın soluğu. Bu batan gemi sensin dostum. Ücra adasında Robenson batan gemilerden enkaz taşır. Senden ne kalacak Robensonlara? Zaman bir güve gibi kemiriyor uzviyetini. Her kış yaprakların dökülüyor, her yaz çiçeklerin...
Tagor'u sevmem. İnsanların ıstırabına zirvelerden bakan şımarık bir tanrı: Tagor. Goethe gibi. Fırtınayı sahilden seyreden ve zaman zaman sirenlerinkine benzeyen şarkılarıyla, boğulanlara, kaybettikleri hayatın ne kadar dilrüba olabileceğini hissettiren iki büyücü. Tanımam da zaten. Belki herkes tanır göründüğü için sevmem Tagor'u. Moda olduğu için veya sadece tanımadığım için sevmem. Galiba Tagor adını bana ilk tanıtan Kerim Sadi'nin bir polemiği olmuştu. Ahmet Haşim broşürünün sonuna iliştirilen niçin yazıldığı meçhul sekiz on satır. İhtimal beni Tagor'dan uzaklaştıran, bir idam fermanına benzeyen o sekiz on satır oldu. Tagor'u bir vatan haini, bir insanlık düşmanı, memleketini Britanyalı efendilerine peşkeş çeken soysuz bir soytarı zannettim galiba. Yıllar geçti. Ondan tek kitap okumadım. Övenlere tepeden baktım. Basmakalıp bir iki formülün korkunç tesiri. Zaten her moda şair gibi Tagor'un kitapları da pahalı idi. Türkçe tercümelerini okunmayacak kadar murdar buldum. Hint'i tanıdıktan sonra Tagor'a karşı duygularım değişti. Ama küçümsemeyişim aşk olamadı henüz.
Hint Kültür Cemiyeti Gitancali yazarı hakkında konuşmamı istiyor. Bu davet sevinç uyandırmadı bende. Bundan evvelki konuşmalarım hiçbir gönülde yankılar uyandıramadı.
Bakalım Romain Rolland ne diyor? Vivekananda'nın ölümü ile Gandi'nin liderliğe suudu arasında geçen vakaları özetleyen üstada göre, milliyetçi hareket 1905'te volkanikleşmiş. Lord Curzon ikiye bölmüş Bengal'i. Bengal, protesto makamında İngiliz mallarına boykot ilan etmiş (Swadesi). Memleket birkaç ay içinde değişmiş. Her tarafta aynı marş: Bande mataram (selam anavatan!)...
22.5.1963
TAGOR KONFERANSININ İNTİBALARI
Kelimeler küskündüler, cümleler küskün. Gönüllere dökülmüyorlardı. İstemeyerek çıktığım kürsüden utanarak indim. Hâlbuki beklediğim bir imtihandı bu. Özlediğim, hasretini çektiğim bir imtihan. Vuslat yatağında duyulan tiksinti. Hoyi'yi kucaklayan alkış beni de sırama kadar takip etti. Sırnaşık, mihaniki, şahsiyetsiz bir alkış. Yalnızlığımı bir kere daha bütün merareti ile hissettiren bir uğultu. Dostlarımın dudaklarında hakaretten bin kere acı bir tebrik formülü: en iyi siz konuştunuz. Vehimlerimizi bir anda dağıtıveren, rüyalarımızı alıp götüren bir sitayiş*. İnsan kaçmak istiyor. Mağaraya, mezara veya cinnete. Meçhul, belki hiçbir zaman bakışlarında yıldızlar pırıldamayan arsız, küstah, pasaklı bir sokak kadınıdır. Ama
meçhullerin en kötüsü bu gerçekten bin kere dilber. Neyi fethedeceksin? Çölü mü? Hölderlin, Nietzsche, Keats., çağdaşlarının yolunu kesip kulaklarına ruhlarının bestesini fısıldamadılar. Kuşların şarkısını kaç kişi dinler. Denizin musikisiyle bir Hugo sermest olur. Beatrice yalnız Dante için güzeldi. Büyüklere karşı gösterilen sevgi, çok defa bir borç ödeme. Bir başkalarına benzeme ihtiyacı. Falan Rimbaud'yu sever, falan Shakespeare'e hayrandır. Hangi Rimbaud, hangi Shakespeare?
23.5.1963
KELİMELERDEKİ
SUDAKİ AKSİM, THESEE*
Çağdaş ilim çocukken simya adını taşıyordu. Bütün keşifler mutlak'ı kucaklamak ihtirasından doğdu. Canavarları kılıç veya iman gücü ile dize getirmek her mücahidin rüyası. Bakırdan altın yapmak veya kelimelere ebediyeti hapsetmek söylenilmeyeni, söylenilemeyeni, söylenilemeyecek olanı söylemek. Rimbaud'yu bu ihtiras delirtti. Kelime, içine gönlün, günlerin kokusunu boşalttığımız bir şişe. Ama gönlün de, günlerin de ıtırı öyle uçucu ki şişe boşalıveriyor kendiliğinden. Kuşlar ilelebet şarkı söylemiyor cümlenin kafesinde. Cümleden Partenon veya Süleymaniye kim yapmış? İskenderiyeli bilginler olmasa Homeros'tan ne kalırdı? Şöhret tesadüflerin en gözü bağlısı. Saadet de öyle. Bahçede dolaşan çocuk her adımda bir karınca yuvasını yok edebilir. Gayretlerimiz, eserlerimiz tesadüflerin her adımda yerle bir edeceği, edebileceği birer karınca yuvası. Peki, ne yapalım? İstiyorum ki kelimeler bütün kirli libaslarından soyunup bir Hint mabedindeki kutsal bakireler gibi raksa başlasın. Söylediğim her cümle yalnız benim olsun istiyorum, çocuğumdan fazla benim olsun, etimden fazla benim. Gerçek sanat adamı kelimelerin imparatorudur. Ülkesindeki bütün çiçekler bütün meyveler kendisinindir. Renkleri başkadır o çiçeklerin, o meyvelerin tadı başka hiçbir meyvede bulunmaz. Tanrı eğlenmek için yaratmış dünyayı. O yıldızlarla, kürelerle, okyanuslarla ve insanla oynayan bir çocuk. Sen de kelimelerle oynayacaksın. Acaba kelimenin dışında kâinat var mı? Sonunda kehkeşan da (samanyolu), kâinat da, Tanrı da kelime.. Tanrıları insan yaratmadı mı? İnsanın malzemesi kelime değil mi? Ve Tanrı ışık olsun, dedi.
Sanat için sanat, sanatkârın gerçeğini sahtesinden ayıran şaşmaz ölçü. Güneş sarayları aydınlatmış, kulübeleri aydınlatmış umurunda mı? Kuş şarkısını söyler, gül sabahı ıtırı ile selamlar, şair yaratır. Pınar hangi susuzlukları giderdiğinin farkında mı? Cemiyet için sanat, köylü efendimizdir yalanının az daha efendicesi. Mehtap körlere hitap etmez. Şahikalar oraya tırmanabilenlerindir. Puşkin yerden göğe kadar haklı. Mabedimden çekil, sen kamçıdan, sen tekmeden ve küfürden anlarsın. Öyle seveceksin ki kelimeleri, yalnız senin için raksedecekler. Saray olacaklar, bahçe olacaklar. Pygmalion kelimelerden yaratmıştır sevgilisini. Neden has bahçene yabancıları sokmak isteyeceksin? Beethoven'e besteleri yetiyordu, yalnız ruhu ile dinleyebildiği besteler. Hayır, ben hâlâ kelimelerden çok insanların âşıkıyım. Ondan cümlelerim Süleymaniyeleşemiyor. Hiçbir maşukanın rakibe tahammülü yok. Peri masallarında olduğu gibi ezeli bir kılıktan kılığa geçiş, ezeli bir akış içinde kelimeler. Seni sevdiler mi peri padişahının kızı oluveriyorlar. İhanetin onları bir anda kurbağaya çeviriyor. Çölü vâhâlaştıran gönlün. Kucak kucak inci ve cam. Ve kader bunlardan istediklerini seç diyor sana. Kelime Atman, bütün varlıkların özü, hamuru, kanı. Kelime, sperma. Lila lila.. Bu harikulade temaşayı neden vecd içinde seyretmiyorsun? Yarat ve eğlen. Ama Tanrı yalnız kayaları, yalnız denizi, yalnız ormanları halketmemiş, beğendirmek istemiş yaptıklarını.
Hilkat bir diyalog. İnsanla Tanrının diyalogu. Anlamış ki bu tiyatroya başka bir seyirci daha lâzım. İnsansız has bahçe engizisyon zindanlarından daha kasvetlidir, dostum. Tanrı kendi kendine yetememiş. Narsis de yetememiş kendi kendine, suda aksini seyretmek bir nevi ikileşmek, bir ben, bir de sudaki ben: yani o. Ve Narsis yaşayamamış. Öldürmüş Narsis'i bencillik, kurutmuş. Kelimeler benim sudaki akislerim. Onları kucaklayamam. Kelimeleri senin için yıldızlaştırıyorum. Neredesin ve kimsin?
Halbuki ben "Thesee"den bahsedecektim. Gide okumayı, Tevrat'la Binbir Gece'den öğrenmiş. O iki kitapta bütün Gide var, bütün Gide ve bütün Asya. Hatta bütün insan. Ne kadar oynanmış Tevrat üzerinde. Süleyman'ın meselleri Fransızcada başka, İbranicede başka. Galand'ın Binbir Gece'si gerçek Binbir Gece'den çok On dördüncü Louis devrinin egzotik bir meyvesi. Ama her iki kitap da birer sihirli halı. İnsanı Asya bahçelerine kanatlandıran birer sihirli halı.
Thesee "babam insanların en âlâsıydı" diyor, "hoştu, güzeldi, ama ve lâkin., galiba öz babam da değildi. Ve insan bu, her şeyi hatırlayamaz ki... Girit'te zafer kazanırsam gemime beyaz yelkenler takacaktım dönüşte, unutmuşum. Peder siyah yelkenleri görünce canına kıymış. Hoş unutup unutmadığıma pek emin değilim ya" diyor, "hazret canımı sıkmaya başlamıştı" diyor.
Ödip, Thesee... Yaratanla eseri arasındaki bu kanlı çatışma eşyanın mahiyeti icabı mı? O zaman yavrularını yiyen erkek kedi bize bütün felsefelerden daha değerli bir ibret dersi veriyor. İnsanlık tek perdelik bir dram gibi bir nesilde sona ermeli aziz dostum. Thesee de, Ödip de hükümdardılar. Hükümdar demek canavar demek. Sonra insanın yamyamlıktan henüz kurtulduğu bir çağda yaşıyorlardı. Ve rüya görmeyen bir kavmin muhayyelesinden fışkırmışlardı. Yunanlı rüya görmez mi? Yunanlının rüyaları bir kanatlanış değil, bir aynaya bakıştır. Yunanlı olmayan Yunanlılar da var: Eflatun gibi.. Ve Eflatun Homeros'a bunun için kızgın. Ama "Le Reine Morte"ta da aynı dâva. Burada değişen yalnız devir. Kahramanlar yine taçlı. Hayır. İnsan insanın kurdu değildir. Sen yarına çevireceksin bakışlarını, yamyama değil, Tanrıya bakacaksın. İsa'nın çocuğu yoktu. İsanın çocuğu: tarih. Buda'nın çocuğu yoktu. Hepimiz Buda'nın çocuğuyuz. Muhammed'in çocukları sokaktaki adamdılar. Muhammed'in çocuğu nesiller. "Recherche de l'Absolu'de hayatını kocasına vakfeden kadın nihayet isyan eder, sen evlenmemeliydin der, siz gönüllerini bir ideale verenler ne koca olabilirsiniz, ne baba. Ama mutlak peşindekiler için çocuk bir yabancı, günah bir isimdir. Hugo için Francois kimdi? Sofrasında görmeye alıştığı bir misafir. Muhteşem yatağından daha az ilgi çekici bir mobilya, bir dekor. Senin eserin yok, senin Juliette Drouet'n yok, şöhretin evinin sınırlarını aşmaz. Oyuncağın yok. Ve hiçbir şey hatta baba bile olamıyorsun. İstediğin halde olamıyorsun.
1.6.1963
ABSÜRT MASALI
Sudaki aksinden iğrenen Narsis: çağımız aydını. Narsis ihtiyarladı. Alnında itiraf edilmez günahların çizgileri. Çirkin bir yüz bu. Panteondakilere arlöken gömleği giydirmek, kahramanın ve havarinin çehresine soytarı maskesi takmak ve sonra ağız dolusu küfretmek insanlığa. Dağ absürt, taş absürt. İnsan mağarasını terketti edeli kaderle boğaz boğazadır. Kaderin ilk tecellileri fırtına, sel, gece ve canavarlar.. İnsan bunları ehlileştirdi. Ehlileştiremediği tek düşman kaldı: kendisi. Asırlarca yavuz bir tabiatın kucağında kıvranmaya, asırlarca gölgesinden korkmaya, kâbus içinde yaşamaya öylesine alıştı ki bütün cinleri "exorciser" ettiği halde, mağara adamının ürkekliğini, güvensizliğini silkip atamıyor üzerinden. Kadınlar güzel, kuşlar güzel, bu bahar sabahı, bu horoz sesleri, bu cıvıltılar, her saati insanı hayata sımsıkı bağlayacak birer büyü. Fare ile oynayan kediyi göğe aksettirmek, kaderi bir sokak orospusunun en sevimsiz, en cıvık, en hain vasıfları ile donatmak, sonra dünya absürt diye çığlığı basmak. Hangi dünya, niçin absürt? Neden kahramanlık çağlarında böyle bir şikâyet tarihin kulaklarını tırmalamamış? Sokrates ölümü bir sevgiliyi karşılar gibi güler yüzle beklerken hayatın veya insanlığın suratına absürt diye tükürmedi. Dünyayı absürt bulan tek havarî yok. Hayat absürt olmadığı için İsa'nın müritleri kendilerini arslanlara parçalattılar. Gurratil Ayn, zifaf odasına girer gibi odun yığınlarının üzerine çıktı... Bir açlığın şikayeti... karnın aç, ruhun aç, karanlıktasın., bir de bıkışın, doyuşun, sefahatin ızdırabı...
Savaşlar absürt, işkence absürt. Ama bu kanlı komedyanın rejisörü bizleriz, ıslıkladığımız kendi eserimiz. Zaferleriyle şımaran homo faber dünya nimetlerini bir çocuk açgözlülüğü ile inine taşıdı. Gobseck'in mahzeni gibi bir taaffün* yuvası haline getirdi meskenini. Etler koktu, sütler bozuldu. Homo faber bahçıvanın köpeğinden farksız. Yiyemedi ve yedirmedi. Lanet, kendi içimizde. Upanişad yaratıcıları da bedbin (kötümser). Ama insan henüz tabiatı hüddamlaştıramamış, unsurların karşısında ezilmemek, erimemek için pesimizmin zırhına muhtaç. Sonra yine homo faber. Öldürebilenin zaferi. Bu çıkmazdan nasıl kurtulacağız? Tabiatla vuslat halinde yaşa, bırakmazlar. Yoksa Hint'te bile mümkün değil artık. Frenleri bozuk bir araba. Hızla uçurumlara koşuyor ve şoförün dudaklarında bir delinin sarsak çığlığı: absürt. Arabanın frenlerini biz bozduk. Onu uçurumlara yönelten ne ceylanlar, ne goriller. Ve koca tekniğin örümcek ağı içinde sığınak yok, kaçmak imkânsız. Nereye kaçacaksın? Yıldızlara mı? Eldorado'dan hıçkırık sesleri geliyor. Ütopyayı iklim çoktan mahvetti. Hayat hiçbir zaman çirkin değil. Çirkin olan bu hayat.
Bir lağımın kapakları açıldı. İnsanlardan kaçıyorum. Burnumu tıkayarak kaçıyorum. Ermeni şairinin kahramanı Muarra'lı Ebul Alâ da kaçıyor insandan. Ama bunlar kaçış değil, arayış. Bazı insanlardan kaçış, bazı insanları arayış. Bu Sibirya'da bir bahar iklimi yaratacaksın. Sen yanmadan buzlar erimez. Hint doğru söylüyor. Bütün bürudetleri* sevginin ateşinde eriteceksin. Yoksa yok ol. Sfenks hayatın kendisi. Her adımda boğazına sarılıp suallerine cevap bekliyor. Ecdat bu dünya bizim değil demedi. Bu dünyayı has bahçesi haline getirmeye çalıştı.
Ne bekliyordun? Medresenin dâvaları vardı, üniversitenin yok. Medresenin kökleri vardı, temelleri vardı, dalı, çiçeği, meyvesi vardı, üniversitenin yok. Samimiyeti vardı, sıcaklığı vardı, üniversitenin yok. Cevdet Paşayı medrese yetiştirdi, üniversite Özcan'lar yetiştiriyor. Nesillerin idraktan mahrum edildiği, şuurdan iğdiş edildiği bir ameliyathane. Bir büyücü kazanı, bir Darülaceze. Bütün felaketlerimizin senaryosu orada hazırlandı. Bina değil, sanki memleketi için için yiyen ur. O Babil kulesinde kapıcıdan başka hürmete lâyık canlı yok. Edebiyat Fakültesi'nde bir mezun 290 bin liraya mal oluyormuş. Tımarhanede kendimi çok daha rahat hissedeceğimden şüphe etmiyorum. Muhakkak ki oradakiler daha dost, daha vatanperver.
Camus haklı. Beğenmiyorsan çek git. Beğeniyorsan sus. Ya Berke ya Beşir Fuat. Gandi de politikadan iğreniyordu. Ama bir ahtapotun kıskıvrak yakaladığı insan, tercih hakkından mahrumdur. Ya ölecek, ya kurtulacaksın. Sen ne ölmeye razısın, ne kurtulmaya çabalıyorsun.
Aylarca Emil'den kaçtım. Aylarca, hatta senelerce. Neden? Emil şöhretime zerre eklemeyecek. Emil irfanıma yeni ufuklar açmayacak. Karanlıkta hüner göstermiş olacağım. Çok nankör bir iş Emil tercümesi. Rousseau zaman zaman uyuyor. Zaman zaman bir ilk mektep hocası kadar ukalâ.
Yeni zenginlerle, yeni öğrenmişlerin sevimsizliği çok benziyor birbirine. Yol çok uzun. Emil'i istediğim zaman şartlar başkaydı. 45 yaşındayım, köpüren, taşan bir yaşama gücüm, bir yaratma gücüm yok. Çalışabileceğim birkaç yılı Emil tercümesine gömmeye hakkım var mı? Emil ne? Tercümem Türkiye Yayımevi'ninkine birşey ekleyecek mi, büyük bir şey ekleyecek mi? Sanmıyorum. Bununla beraber bu bir vazife. Bir angarya. Emil bu çağın kitabı değil.
Çiğnenmiş bilgi istiyen bir devirde, hiç kimse o teferruat yığınına dalmak cesaretini gösteremez. Öyle olmasa kıyametler kopardı, Türkiye Yayımevi'nin tercümesi on binlerce sattı, on kişi ilk kitabı okumak zahmetine katlanmamıştır. Benimki de okunmaz. Para kazanmak., mesele bu. Ama ben okumak zorundayım, düşünmek, yaratmak zorundayım. Tanıdığım insanlardan hiçbiri, hiçbir zaman Emil tercümemi karıştırmayacak, tanımadıklarımdan bana ne? Belki Hint'ten zaman zaman müstehcen bir iki mısra okunacak. Evet, profesörlerimiz bu kadar paraya böyle okutulur diye cinayetlerine mantıktan fetva koparmaya çalışırken, ömrünün belki son yıllarını hiçbir zaman okunmayacak ve ancak yaktığı elektrik parasını kazandıracak bir esere harcamak zorundasın. Yoksa aç kalırsın dostum.
4.6.1963
HATEMİ SENİH VESİLESİYLE BİR HİCİV MÜSVEDDESİ