...1955
DENİZE ATILAN ŞİŞE*
Bir gün önce ilk yazılışlarında Jurnal'deki yazıların büyük çoğunluğu başlık konulmadan yazılmış yazılardır. Sonradan yazarının başlıklarla donattığı Jurnal'de bazı yazılara ise başlık konulmamıştır. Yanında "*" işareti bulunan başlıklar, Jurnal'i düzenleme çalışmalarımız sırasında bizim tarafımızdan eklenmiş ya da bazen değiştirilmiş başlıklardır.
(M.A. Meriç)
I
Horatius, yıllar kanatlarını koparıncaya kadar güzelden güzele koşan kelebek... Hayatı iksir gibi yudum yudum içen ve her nefeste fâni zevklerinden ebedi besteler yaratan büyücü! Hayâsız ve kayıtsız. Eflatun, şairi ideal beldesinden kovmakta ne kadar haklı. Bir fahişenin kucağından öbürüne koşan, dün öptüğü elleri bugün ısıran Horatius, kendilerine rint adını takan iğrenç mahlûkların sefil bir örneği. Sevgisinden yanıp kıvrandığı, bir gün önce karşısında ihtiramla(saygıyla) secdeye kapandığı kadını ertesi gün cadı diye jurnal etmekten sıkılmayan bu kâselis, bu müzevir, bu âdi mahlûk, klasikler arasında nasıl yer alabiliyor? Neden vakur Juvenal okunmuyor? Niçin Lükres'in erkek sesi insanlığın ufkunda çınlamaz oldu? Hafız'ın Hayyam'dan fazla sevilmesine sebep ne? Kamasutra üslubunu ahenkleştirebilenler ebedileşiyor. Pascal, Lamennais, Milton... ziyaretçileri kalmayan birer türbe... Hangi türbenin ziyaretçisi kaldı ki!
II
Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar; kaypak, insicamsız* ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi her biri bir tarafa dağılıveren düşünceler...
Gece ve O, başbaşa. Yıllardan beri O geceyle başbaşadır. Başbaşa. Fakat gece de yalnız, O da. Birbirlerinin ciğerlerini sökmek için fırsat kollayan iki düşman gibi başbaşalar geceyle, gece pençelerini bütün uzviyetine geçirmeye hazır. Mösyö Seguin'in keçisini gözeten kurt gibi gece, kahkahalarla uluyor. Bir kurt ki gözleri pırıldamıyor, bir kurt ki soluğu buz gibi soğuk.
O ve gece... İçindeki aydınlık olmasa, kitapların saçtığı aydınlık!
Ey Beklenen! Ne zaman gözlerinin yıldızı bu heyulayı dağıtıverecek?
O, rahat bir masaya müştakdı*, üzerinde sevdiklerine sevdiklerinden bahseden uzun makaleler yazacağı bir masa... Yıllardan sonra onun da bir masası oldu, fakat artık yazamıyordu? Şimdi bütün sevdikleri mışıl mışıl uyumakta. Sevdikleri mi..? Madem ki köstebek kadar intibak kabiliyeti yok neden yaşıyor? Bu satırların muhatabı kim? Ölüler yazı yazarlar mı? Evet, herkes, yani her uyumak isteyen uyuyor... O, dudaklarında sigara... Sigarası da söndü, ağzı zehir gibi.
Ona hiç mi oyuncak almamışlardı hatırlamıyor. Okumayı amcasının kitaplarından öğrendi. Uzunçarşı'daki evin üst katında bağıra bağıra "Türk Sazı" okuduğunu hatırlıyor. Şiirin büyülü dünyasına o kitapla girdi. Sonra bir köye göçtüler. Çerkez mahallesinde iki katlı bir ev. En tatlı hatıralarından biri, babasının aileyi etrafına toplayıp yüksek sesle kitap okuması. "Abbase" bu şekilde dinlediği ilk roman. Sonra kendisi okumaya başladı. Kitaplar ve tabiat... O'nun yegâne çocukluk arkadaşları. Tabiat, yengeçlerle, kertenkelelerle, yılanlarla doluydu. İçini korkuyla doldurmuşlardı, sere serpe dolaşmasına izin vermiyorlardı zaten.
III
Gözyaşlarından inci yapmak... Şairin kaderi bu. Bu incilerin bir sevgili kâkülünde pırıldadığını görebilmek de en büyük mükâfatı. Benim zavallı gözyaşlarım..! Chenier'yi hatırladım, Saint-Lazarre zindanında ölüm saatini bekleyen Chenier'yi. Gençti, güzeldi, kaleminde kelimeler şelaleleşiyor, hayatı şehvet ve ihtirasla seviyordu. Chenier'yi hatırladım, Chenier'yi ve onun son sevgilisini. O genç kız ki henüz taptaze bir başaktı. Yeşil bir başak ve yeni açmış bir gelincik. Ve ölmek istemiyordu. Ölüm! Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ilahe. Ama mesuttular, Chenier genç sevgilisinin bakışlarında aşkın yıldız yıldız pırıldadığını gördü... Ve o devirde giyotin bir nevi lejyon donör nişanıydı.
Ölmek istiyorum, dekorsuz, poz almadan. Batan bir güneş gibi ihtişamla değil, kaderin bileklerime taktığı prangalardan kurtulmak için ölmek. Mütevazı bir odadan süslü bir salona geçer gibi, realiteden tarihe geçmek umurumda değil. Ah inanabilseydim! Istırap gayyasında* aylarca kaldım, orada yalnız sükût vardı. Neredesin, yanan alnımı müşfik avuçlarında dinlendirecek Meçhul Dost?
Toprak olmak. Bağrında çiçeklerin yükseldiği bir toprak ve çiçeklerde yaşamak... Artık tabiatı da sevmiyorum. Belki bütün bunlar yalan...her şey gibi. Sevilen bir sesin, seven bir sesin sıcaklığı bütün bu soğuk düşünceleri dağıtabilir, nerede o ses?
Biliyorum bedbahtlar zalim olur, ben de zalimim...ama...
IV
Saatlerin saniyeleştiği haz şehrayin*lerinden, saatlerin asırlaştığı menfa* cehennemine yuvarlanan Ovid, şımarık şikâyetlerini mısralaştırırken Roma'da okunacağına inanıyordu. İnanıyordu ki nağmeleri dudaklarda dolaşacak ve gözyaşlarıyla ıslattığı o kâğıt parçaları sevgili göğüslerinde menekşeleşecek. Ovid bahtiyardı.
Kırık bir kalem, soğuk bir oda ve yalnızlık, kâğıdın, kalemin ve kâinatın ihaneti... Radyoda sesler yıldız yıldız. Şimdi yaşayanlar yeni zafer sabahlarının sarhoş edici ümitleri içinde. "Mısırın Sesi" radyosu, sömürgeci Fransa'nın tüyler ürperten vahşetlerini haykırıyor, Bir hukuk profesörü milletinin bu şenaatleri* karşısında istifa etmiş. Esir milletleri zincirden kurtarmak için düğüne gider gibi ölüme giden 89 kahramanlarının Fransa'sı, Marquis de Sade'ı isyan ettirecek bir sadizm humması içinde insan kasaplığı yapmakla meşgul. Belki şimdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini, yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz...
Her şey yalan, herkes yalancı. Ölümden bucak bucak kaçan, sözde bedbin* Schopenhauer'den nefret ediyorum.
Ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kâğıt! Ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere mâkes olacaksın? Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar... Yazabilsem benim de hürriyetim olacak. Belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şişe onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları...
Radyoda örümcek ağına benzeyen sesler...
Bunları senin için yazıyorum, Meçhul Dost. Bu bir davet, sevgi daveti. İsterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. Sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. Kelimeler buseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana... Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedi... Ama ben ne onlarla bir türbe kurmak istiyorum, ne bir heykel yapmak. Şöhretin en azametlisi bir dakika yaşamaya değer mi diyeceksiniz. Doğru. Yalnız kelimeler o dakikayı ebedileştirdiği ölçüde manalıdırlar.
Nemesis* Nemesis. Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe! Neyimi kıskandın benim? Keyhüsrev'in debdebe ve daratma kızmakta haklıydın, Krezüs belki hışmına layıktı. Promete seni çılgına döndürmüş olabilir.
Milton'un gözlerini neden oyduğunu anlıyorum. Şaşkın ve deli bakire, bana hıncın nereden geliyor? Ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiyim, ne gururuyla Olemp'i gocunduran bir titan. Ama, ey kısır kadın, ey şaşkın tanrıça...senden sadece iğreniyorum.
16.7.1955
QUINZE-VINGTS GECELERİ I{17}
Kafası boşlukta dönen bir çark gibi manasız ve faydasız uğultularla dolu. Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi. Istıraplarını kelimeleştirmek tesellisinden de mahrum, ağlaması da yasak!
Bu uçsuz bucaksız kainatta onun hissesine düşen mesafe vücudu ile hudutlu, ağaç gibi, evet ağaç gibi...kökünden sökülmüş ve kurumaya terkedilmiş bir ağaç.
Ona öyle geliyor ki aylardan beri dünyanın bütün saatleri durmuştur. Yalnız...Belki ebediyen yalnız.
Buffon çölün dehşetinden bahseder. Pascal sonsuzluğun yıldırım gibi çarpan azametini anlatır...
Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkûmdur. Hayatımız bakışlarımızdan maddeye işler: madde bizimdir. Tabiatla ebedi bir vuslat içinde yaşayabiliriz. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla(boyutlarıyla) ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için doğar, çiçekler onun için abideleşir, güneş, kuşların kanadında, onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.
* * *
Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler... Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul...
Bir temerküz* kampının rutubetli hücresinde sabahı bekleyen adam, herhangi bir dâvanın fedaisi olmaktan doğan gururla sarmaş dolaştır. Kulaklarında her an bir destan mısralaşır. Yarın beynine son kurşunu yerken tabiatın şehrayini ile bir kere daha kucaklaşacak ve nesiller Meçhul Asker'i mezar taşında onu da hürmetle selamlayacaktır...
Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...
* * *
Horace, hastalıkların şiire konu olamayacağını söyler. Lucrece, Atina'daki büyük vebayı terennüm etmişse de, bu, evvela bir istisnadır, sonra vaka kahramanı herhangi bir şahıs değil, bir kalabalıktır.
Hastane, dünya romanının iğreti misafirlerinden ve figüranlarındandır. Barbusse'ün "Ateş"i (Le Feu) bir sanatoryumda başlar. Zola'nın "Fecondite"sinde, Dickens'in adını hatırlayamadığım bazı romanlarında, Tolstoy'da, D'Annunzio'da, Çehov'da hastalardan ve hastanelerden uzun uzun bahsedilir.
Evet, insan hayatını bütün çıplaklığı ile bütün kirliliği ile sayfalaştırmaktan adeta marazi bir zevk duyan roman bile, hastaları üvey evlat saymış. Herhangi bir katil, herhangi bir hırsız, herhangi bir sapık, karanlıklar içinde bocalayan bu ıstıraplar kervanının bütün unsurlarından daha enteresan.
Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.
Bu koğuştakiler saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François'nın öksürüğünden öğrenirler. Bu koğuşta sözü doğru değil, bu cehennemde de kastlar, dereceler, farklar var. Birazdan Mösyö Francois, eşeklerini sulayan bir değirmenci çalımı ile hastalara sütlü kahve dediği acayip içkiyi ihsan edecektir... Koku ve ses. Ten kokusu, sidik kokusu, ağız kokusu, genzi gıcıklayan ağır bir nikotin kokusu... Kocaman konserve kutularından uydurulan sigara tablaları ağızlarına kadar izmarit, meyve kabuğu, ekmek artığı doludur...
* * *
Okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece... Bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! Denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak... Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomardan uçurtma mı yapacaklar?
Düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. Kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. Onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti... Bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler... Şimdi enginler sis içinde.
Deha, dikenli bir taç. İsa'dan Marquis de Sade'a, Homeros'dan Milton'a kadar bütün bu büyükler Nemesis'in hışmına uğradı. Deha, dikenli bir taç, yaratmak daima ıstıraplı... Fakat yaratamadan ıstırap çekmek daha dayanılmaz bir çile. Yahut kalbinden ve kafasından doğacak bütün varlıkların, zinde ve gürbüz de olsalar, öldürüleceğine inanmak ve onları doğmadan boğmak... İsparta cılız çocukları boğarmış. Bugünkü cemiyet fikrin ve hissin en nurtopu çocuklarına musallat. Muarri, mutaassıp bir dünyanın kucağında en kutsal inançlarla hiçbir ceza görmeden alay edebiliyordu.
Bedbahtlık ona böyle bir imtiyaz kazandırmıştı. Modern cemiyette bedbahtlığın o kadarcık tesellisi de yok.
* * *
Din, aşk, şiir: boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. İnanamayanların inananlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var. Keşke bütün insanlar aynı tanrıya inanabilseydiler. O zaman dünya cennet olurdu.
Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi... Bütün kâinatı ve kâinattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?
Mağarasının duvarları arasında meçhul küvetlere yalvaran iptidai insan, atom devrinin zındığından daha mı az akıllıydı, bilmiyorum, ama daha bahtsız değildi. İnanmayan adamın ebleh gururu! Hangi bilgimiz en iptidai dinin naslarından* daha sağlam?
Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde... İnanan, bedbahtlığından bahsederse yalan söyler. İnanan için bedbahtlık yoktur. Bağlandığı ağaçta yamyam tamtamlarını dinleyen misyoner, Roma'nın bütün hunhar ve sadist imparatorlarından daha mesuttur.
Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.
QUINZE-VINGTS GECELERİ II*{18}
Dante Cehennemi anlayamamış Dostum. Cehennem, hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu: sularında yıldızlar parıldamayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgâr konuşur...
Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Göz bebeklerimizden fışkıran her seyyale mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.
Nemesis, Nemesis... Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe, neyimi kıskandın benim? Elbetteki Promete seni çılgına döndürecekti. Dârâ'nın azametine, Karun'un debdebesine, İskender'in yiğitliğine kızmakta haklıydın. Homeros, Milton, Beethoven hışmına uğramaya layıktılar.
Ey, yıldırımlar gibi, ulu çınarlara musallat tanrıça, ben ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiydim, ne gururuyla tanrıları kışkırtan bir titan.
Ama mademki yalnız uluları, yalnız mutluları damgalayan parmakların bana kadar uzandı, mademki beni de hışmına layık gördün, seni utandırmayacağım, ya ölüm şarkılarımı boğacak yahut elimden aldığın dünyadan çok daha muhteşem bir kâinat yaratacağım. Sana meydan okuyorum Nemesis, senden korkmuyorum ey çılgın bakire!
"Car lorsqu'on est mortel, on ne saurait sans crime "Elever ses desirs au-dessus de son rang: "Le demesure en fleurissant produit l'epi de la folie, "Et la recolte en est un moisson de larmes ("Darius'un Hayaleti", Les Perses)
22.7.1955
JURNAL I{19}
Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor. İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak... İnsan zekâsı bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor. Vücudumuzu aşmak, 'ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: işte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Sessizce solan yabani bir menekşenin kaderi bize cazip gelmez. Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı. Dinî ve mistik tesellilerden mahrum olanlar kahredici bir ikilemin karşısında bulurlar kendilerini: sersemlemek, kendini unutmak, oyalanmak, düşüncelerinin alevini alkolde, kumarda, geçici zevklerde söndürmek, yabanileşmek, hayvanlaşmak, bitkileşmek; ya da boyut kazanmak, çoğalmak, müthiş bir aşk ve seziş gayretiyle bir ordu olmak. Devam etmek demek yaratmak demektir. Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir. Ruhun ölümsüzlüğü bir mitosdan ibaret değil. Metampsikoza inanmak lazım. Yine de bir ayırım gerekli: bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekâlı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır; dünyaları vücutlanyla sınırlıdır ve vücutlanyla beraber yok olurlar. Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir dâvaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler; ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür.
Bu ölümsüzlük tabii ki, beşeri olan herşey gibi, nisbi, ama yeterli ve teselli ediyor. Neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz... Çoğu hiç de orijinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekâretini bozmak neye yarar? Kim beni okuyacak? Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayalkırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler... İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikâyesi.
23.7.1955
JURNAL II
Felaketlerimiz üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif* etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir. Entelektüel teşhircilik cinsel teşhircilik kadar tiksindirici. Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: kendimizi İden'in diktatörlüğünden kurtarmak. Sevmek zenginleşmektir, çoğalmaktır. Bir başkasını düşünmek, zindanımızın kapısını aralamak demektir. Sakatlıkların en kötü yanı, kanatlarımızı kırarak, bizi, 'ben'imize zincirlemektir; çaresizliğimiz bir kâbus gibi sarar etrafımızı, bizi toplumla bağdaşamaz hale getirir, bu çaresizlik yüzünden çabuk hiddetleniriz, egoist oluruz. Lüzumsuzluğumuzu hissederiz. Gereksiz biriyizdir. Acımız kısırdır... Ama Thierry'nin de gözü görmüyordu...
11.8.1955
JURNAL III
İnsanlar hür doğarlar, eşit haklara sahiptirler: hiçbir hülya bana bu kadar çocuksu, bu kadar anlamdan yoksun gelmemiştir. Çoğunlukla karmakarışık bir hayal dünyaları olan ve gerçekle gerçek olmayanı karıştıran bu insanların dürüstlükleri ve iyi niyetleri hususunda en ufak bir şüphe duyabilmem mümkün olsaydı, bu şatafatlı ve aldatıcı iddiayı soğuk ve yersiz bir alay kabul ederdim. Yeni doğan bir çocuğun hürriyetinden nasıl bahsedilebilir? En bahtsız köle çocuktan daha şanslı. Çocuk hareketsiz bir et yığını, ihtiyaçlarına zincirli, yararsız olmaya mahkûm, tek hakkı, bütün insanlarla ortak tek hakkı, ne yazık ki inlemek ve ağlamaktan ibaret. Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır. Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır. Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim hem de bir imkândır. Eşitliğe gelince, eşitlik daha da hayal. Bir kere kaderimiz doğumumuzdan çok daha önce saptanıyor. İlk Günan’ın felsefi bir anlamı var. Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor, iki kuşak önce yaşamış bir anneannenin zekâ kıtlığı silinmez bir iz bırakabiliyor bizde de. Sonra coğrafya... Başka medeniyetlerin birkaç yüzyıldan beri aşmış olduğu bir medeniyet merhalesine zincirli kalmış milletler var: coğrafî bir kader bu da. İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil. Ve dünya insan zekâsının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak. Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak. Hatta bana öyle geliyor ki, bu hayalî eşitlik, sosyal adalet rüyaları gerçekleşse bile daha uzun zaman kendini bekletecektir. Evet, insan zekâsı ve bilim tabiat kuvvetlerini kontrol edebilir, hürriyetimizin sınırlarını genişletebilir, bütün insanlara asgari bir refah düzeyi sağlayabilir. Ama ya beynimiz?
22.7.1955
JOURNAL I
Quelque courageux que nous soyions, le neant nous fait peur. S'effacer sans laisser de trace, crever comme un crapaud, s'aneantir avec tous nos reves, toutes nos souffrances... L'esprit humain consent difficilement â une fin si tragique. Franchir notre corps, depasser la geometrie mesquine et et-roite de notre moi, se projeter dans l'infini, se cramponner â un etre humain, vivre dans les memoires: voici la triple source de l'amour, de la religion, de lTıeroisme. Le destin d'une violette sauvage qui se fâne silencieusement ne nous fait pas envie. Notre vie est si fragile, si courte, si illusoire! Ceux qui sont prives de consolations mystiques et religieuses, se trou-vent au seuil d'un dilemme bien cruel. S'abrutir, s'oublier, se distraire, eteindre les flammes de nos pensees dans l'alcool, dans le jeu, dans la jouissance ephemere, se transformer en brute, en fauve, en plante, ou bien s'elargir, se multiplier, de-venir legion par un prodigieux effort d'amour et d'intelligence. Durer c'est creer. Seules les souffrances non partagees peuvent nous abattre. L'immortalite de l'âme n'est pas tout simplement un mythe. II faut croire â la me-tampsychose. Toutefois une distinction s'impose: il est des hommes dont la pensee est un miroir qui reflechit leur entourage, ce sont des disques qui repetent inlassablement ce que les autres ont enregistre. Us n'ont pas d'âme, ce sont des chiffres, ce sont des mecanismes â peine plus perfectionnes que les animaux superieurs. Leur monde finit avec leur corps et ils s'aneantiront avec leur corps. II est des hommes qui se depassent, qui se surpassent, qui savent se sacrifier, qui se donnent aux autres, â une idee, â une cause, qui peuvent se transformer en monument, en evenement, en livre. Leur âme est un foyer de lumiere et d'amour. Leur âme est en perpe-tuelle gestation comme la nature et immortelle comme elle. ;Cette immortalite est bien relative comme tout ce qui est humain. Mais elle suffit et elle console. Pourquoi la solitude nous effraie-t-elle? Parce qu'elle nous semble le commencement du neant. Nous nous sentons ampute et vide, nous vou-lons des temoins pour nous survivre. A quoi bon violer la vir-ginite de ces feuilles avec ces pensees dont la plupart depour-vues d'originalite? Qui me lira? Je n'ai aucun message important â communiquer â mes semblables. J'ai vecu comme une brute, j'ai souffert comme un autre. Ma vie ne presente aucun evenement extraordinaire: des deceptions banales, des reves avortes, des projets irrealises... Voilâ ITıistoire, bien en-nuyeuse et depourvue d'interet, de mes 38 ans...
23.7.1955
JOURNAL II
Se pencher sur ses malheurs, concentrer notre attention sur nos plaies physiques et morales, nous abaissent au niveau des taupes. L'exhibitionisme intellectuel n'est pas moins de-goutant que l'exhibitionisme sexuel. Tous nos efforts doivent tendre â un but commun: nous delivrer de la tyrannie de nötre moi. Aimer c'est s'enrichir, se multiplier. Penser â un aut-re, c'est entrouvrir les portes de nötre prison. Les infîrmites ont cela de pire qu'elles nous enchanent â nötre moi, en bri-sant nos ailes. Notre impuissance nous entoure comme un cauchemar, nous rend insociable, colereux et egoiste. Nous sentons que nous somtnes de trop. Notre souffrance est sterile... Pourtant Thierry etait aveugle...
11.8.1955
JOURNAL III
"Les hommes naissent libres et egaux en droit..." Aucune reverie ne me paraît aussi naive, aussi vide de sens. S'il m'etait possible de concevoir le moindre doute sur la franchise et la bonne foi de ces hommes, dont l'imagination souvent desor-donnee, melangeait le reel et le fictif, je considererais cette pompeuse et decevante assertion comme une raillerie aussi cynique que froide. Comment peut-on parler de la liberte d'un nouveau-ne? L'esclave le plus malheureux me paraît plus enviable sous ce rapport. L'enfant n'est q'une masse de chaire inerte, enchaîne â ses besoins, condamne â l'inanite et n'ayant que le droit, helas commun â tous les mortels, de geindre et de pleurer. La liberte c'est le pouvoir d'agir â sa guise, avoir ses coudees franches. La liberte c'est la capacite, c'est la puissance, c'est l'independance. La liberte implique et la choix et la possibility de realiser ses fins. Quant â l'egalite, il me paraît plus illusoire encore. D'abord nötre destin se decide bien avant notre naissance. La peche originel a une signification philosophique. Les morts saisissent les vifs, comme disent les juristes. L'imbecilite de votre arriere grand- mere vous marque d'une empreinte ineffaçable. Et puis, la geog-raphie... II est des peuples entiers qui sont restes enchaînes â une stade de civilisation depassee par les autres depuis bien des siecles: la fatalite geographique...
L'homme n'est pas une entite se creant soi-meme. Malgre les conquetes de l'esprit humain, le monde est bien loin encore d'etre un jardin oü tous nos semblables puissent se donner la main et chanter en coeur. Les murailles existent et existeront longtemps. II semble que cette egalite chimerique se fera encore attendre, apres la realisation aleatoire des reves de justice sociale. La science et l'esprit humain sont capables de domestiquer les forces naturelles, d'elargir les limites de notre liberte, assurer â tous les hommes un minimum de.
1.1.1959 Saat 17.25
JURNAL
Dünya nimetlerini ömrü boyunca hor gören Buda nefis bir domuz kızartmasını tıka basa atıştırdığı için göçüp gitmiş. Tarihçi böyle söylüyor. Güneşte leke arayan küçük adamın uydurduğu bir yalan mı bu, bilmiyorum. En yavuz ermişlerin, en çetin kahramanların zaman zaman nasıl çamurlaştıklarını görmek, küçük insanlar için hain, buruk ve zehirli bir teselli.
İnsan kendi varlığını her gün biraz daha az kusursuz bir heykele benzetmek için boşuna gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler kardan bir heykel kadar fâni. Promete'den İsa'ya kadar bütün devler er geç tasfiye edilmiştir. Yarattığınız heykel sizden başka hayranı olmayan bir kukla. En küçük dalgınlık yılların emeğini yok etmeye kadir.
Arkada kalan yıl bana ne kadar derin ve şifasız bir cehalet içinde yüzdüğümü, aczimi, bayağılığımı öğretmekten başka ne yaptı? Vehimler, insan denen ağacın yaprakları ve çiçekleri... Realiteyi görmemek için dini, sanatı aşkı yaratmışız. Faust'un susuzluğu sonsuz bir çölünkinden farksız. Zerdüşt'ten beri hangi muammayı çözebildik? İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk.
Saat 18.00
Spinoza'nın bir sözü beni sık sık düşündürür: "Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi, mutlaka kendi arzusuyla yolculuğa çıktığını söylerdi." Fırtınalı bir denizde çalkalanan pusulasız bir gemi, bizden daha hürdür. Riyazet* kalesi bir sırça köşk. Hangi limana doğru yöneleceğiz? Hayyam, kendisinden önceki büyüklerin efsane söyleyip uykuya daldıklarını haykırıyor, onun sunduğu kadeh de köpük dolu. Doğu, dış dünyayı değiştiremeyeceğini çok çabuk anladı, esrar dumanlarından ördüğü has bahçede şarkılar söylemeyi, kaderle boğuşmaya tercih etti. En yontulmamış sokak adamıyla Eflatun arasında sadece bir üslup farkı var. Batı ile Doğu'yu ayrı dünyalar gibi göstermeye kalkışanlar büyük bir gaflet içindedirler. Batı ile Doğu ancak haritada bir realite. İhtiyarlayan, belleri bükülen, bunayan milletler var. Ortaçağda, Avrupa Doğu, Asya Batı'dır. İbn Haldun, Bergson'dan çok daha Batılı... Aryalı akıncıların zincire vurduğu siyah derililer fatihlerinden çok daha medeni idiler. Kuzeyli barbarlar, yırtıcı sürüler halinde, sulhçu ve ilerici kavimlerin mezarcısı olmuşlardır. Yani kaba kuvvet, mızrak veya kılıç munisleşen, incelen, olgunlaşan insanı yenmiştir. Tarih, galiplerin yazdığı bir kitap.
Zafer, arkasından bıçaklanan masum düşmanların cesetleri üzerine atılan yapma çiçeklerden bir çelenk.
Hristiyanların ve Yahudilerin belli günlerde et, yağ gibi bazı yiyecekleri yemeden tuttukları oruç.
...Uykusuz bir gece, gazetedeki herhangi bir havadis, bir gıda maddesinin bozukluğu, havanın yağmurlu veya sisli oluşu...düşüncelerimize istikamet veren, bu kadar çeşitli, kontrol altına alınmaları bu derece imkânsız saikler*...
"Bitirmek mi? Neyi? Tanrı korusun! Bütün kitabım bir müsvedde, hem de bir müsveddenin müsveddesi... Vakit, para, sabır...neredesiniz?"
Melville (Moby Dick)
"Neden eserinize kahraman diye Aleksi Fedoroviç'i seçtiniz? Dikkate değer nesi var bu adamın, ne yapmış, kaç kişi tanıyor onu, niçin tanıyor? Okuyucu olarak onun hayatını inceleyeceğim de ne olacak?"
Dostoyevski (Karamazof Kardeşlerin önsözü)
8.1.1963
AKHERON*
Göl veya umman, nereden geldiği bilinmeyen bir rüzgâr şuuru dalgalandırıveriyor. Ve derinliklerden rüya mahlûklarına benzeyen, tanımadığımız, çok defa düşman, çok defa tehlikeli varlıklar karaya vuruyor.
Kendimizi tanımak... Şuurun açık kapısından içeri dalan ve ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz bir Sabba hayatı yaşayan bir alay misafir var. Işık binanın üst katlarında. Berhane*nin bazen bir, bazen birkaç odası aydınlık: güneş, yıldızlar veya mum. Sonra...karanlık. Zaten, tecrübelerin bar bar bağırmasına rağmen kaosun sırtına mantık kaftanını giydirmeye çalışmak ayrı bir mantıksızlık.
Kendini tanımak... Her ân eriyen, dağılan, dumanlaşan sonra tekrar eski biçimine gelen, ıstıraplarının hatırası ile aynı, rüyaları hayalleri dilekleriyle değişik bir varlığı, serabı, gölgeyi, dumanı tanımak... Gideceksin. Tanrıların bazen birer birer, bazen hep birden rolünü bitiren aktörler gibi sahneden çekildiği o Çin tiyatrosunda senin zavallı gölgen, belki zaman perdesine bir tek defa aksedip alkışlanmadan, oyuna katılmayan bir kukla gibi, çürüyecek...
Ne olur çürürse?
9.1.1963
BİRKAÇ KOZMOPOLİT ÜZERİNE HİCİV DENEMESİ
Onlar için Anadolu yoktur, İstanbul yoktur, Türkiye yoktur, üzerinde insanların gözyaşı döktüğü, sefalet çektiği, didindiği bir dünya yoktur. Onlar için insan jigololarından ibarettir... Bu koca imparatorluğu paşa babaları batırdı. Çürümeye yüz tutan ağacın meyvelerini bir hamlede devşirebilmek için onu kökünden devirdiler... Vay bu hanımefendilerin imtiyazlarına dokunan gafillere!
Nihayet medrese ve saray. Efendilerinin her cinayetine eli titremeden fetva veren yıkılış çağlarının ulema*-yı rüsumu*: mensuplarını herhangi bir vatandaş gibi askere yollamaz, ezelî zilleti içinde, bu zilletin nimeti saydığı bir takım imtiyazları inatçılıkla muhafazaya çalışırdı.
Değişen nedir? Said Nursi'nin risalelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabii hukuk bakımından hamakatle (ahmaklıkla) kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferman olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire lâyıktır. Soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar... Davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum.
Yazılı kâğıt bezirgânları, odalarında kitap okuyan bu, belki gafil ama hiç şüphesiz tertemiz insanların tevkifini adeta alkışlayarak ilan ediyorlar. Vicdan hürriyetine indirilen bu ağır darbe gerçi bizim için ebedi bir maceradır. Yarı münevver, sadizmini, kendi tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline getirmiştir...
Sonra 142. maddenin kaldırılması için imza toplayan bir zat, 142. maddenin hışmına uğrar, asil üniversitemiz kutuplar kadar sessiz karşılar hadiseyi... .
Fakir memleketin sunduğu ulufeyi* bir nevi fetih hakkı telakki ederek, üniversiteye eski ve huysuz bir kapatmayı ziyaret eder gibi, ayda yılda bir uğrayan şımarık, küstah ve züppe bir doçent, mahzar üç beş kuruş kazanmak ve adeta devlete meydan okumak için, murdar üslubu ile manevi buluğa ilelebet erişemeyecek olan şebban-ı vatana Marx'ı anlatmaya kalkışır, hayli zaman takibata uğramaz. Nihayet yakalanınca medrese feryadı basar. Medrese haklıdır, kelepçe erkeğe takılır. Kelepçe bazen bir lejyon donör nişanının kordonundan çok daha kutsaldır, bir kozmopolitin efemine bilekleri kirletir onu...
Kanun karşısında eşitlik düsturu!...
Her cinayete fetva veren, fikir hürriyetini menfaatlerine dokunduğu anda ayaklar altına alan insanların bu hürriyet- perverlikleri, kendilerini imtiyazlı bir zümre, adeta devlet içinde devlet saymalarının ifadesidir. Hiçbir mukaddesleri olmadığı ve memleketin hiçbir derdiyle ilgilenmedikleri için, kozmopolitliğin, yani, insanlardan kopuşun yeni bir şekli olan salon sosyalizmi ile flört etmeye kalkışmaktadırlar.
10.1.1963
GERÇEK SANAT, KELİMELER,
EBEDİYETİN SIRRI MÜPHEM
Homeros'un öbür dünyasında ölüler birer gölge, kucaklayamazsınız onları, elinizi koyamazsınız omuzlarına, kollarından yakalayamazsınız. Sartre da "Les Jeux sont faits"de Homeros'u hatırlatıyor. Gerçek sanat, birer hayalete benzeyen kaypak ve soyut varlıkların damarlarından kan geçirmek, gözlerine pırıltı, adalelerine sıcaklık ve sertlik vermek...
Tantal, tecessüsü* mutlak'ı kucaklamak isteyen fikir adamıdır. O da Nemesis'in gazabına uğramış, lekelenmiş hatırası. İftiranın zıpkını, tufan öncesi bir hayvan leşi gibi, efsaneler mağarasına çivilemiş onu. Zavallı Tantal, aç parmakların şehvetten ve istekten ürpererek altın meyvelere uzanacak ve meyveler yıldızlaşıverecek birden, gökkubbeye uçacak. Elin böğründe kalacak Tantal. Altın meyvelerin boyalı kâğıttan birer düzmece olduğunu görmekten daha iyi bu...
Diyecektim ki, şuurumuzun önünde geçit resmi yapan konular da Homeros'un cennetindeki hayaletlere benziyor bazen: önce gülümsüyorlar size, aşinalık gösteriyorlar. Kollarınızı açınca boşluğu kucaklıyorsunuz. Hâlbuki yazar, onları teker teker otopsi masasına yatıran yahut şuurunun adesesiyle(merceğiyle)konsistans'a kavuşturan yahut evet yahut -ama bunu yalnız dâhiler başarabilir-, damarlarına kendi hayatından, hayatiyetinden bir parçasını zerk eden adamdır.
Bana öyle geliyor ki, kapakları açılmış bir baraj gibi, kelimeler boşalacak içimden. Günlerce, aylarca. Ama bu kelimelerin hangi düşünce çarklarını döndüreceği belli değil. Onları çok defa kendim de tanımıyorum. Adeta dışımda bir mevcudiyetleri var. Ne zaman, nerede görüşmüştük?
Üniversal olmak için tek şansımız müpheme sarılmak. Müphemde her şey var. Ayna gibi. Ebedi fetheden şöhretlerin çoğunu müphem emzirdi. Dünya müphem, şiir müphem, felsefe müphem.
Kelimeleri sana veriyorum okuyucu... Onlar yanıp sönen birer oyuncak. Boş içleri. Boş mu? Alev var göğüslerinin içinde, barut var, gözyaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, Narsis'in kendini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin!
10.1.1963
CÜMLE VE İNSAN
Kısa cümle, aydınlık cümle...ne demek? Ne kadar kısa, kimin için aydınlık? Fikri balta ile belinin ortasından kesmek...
Sanat adamı, beyninin çizgileri herhangi bir orangutanınkini hatırlatan ve asırlardan beri mihaniki* bir intizamla aynı jestleri, aynı kelimeleri tekrarlamak için yaratılmışa benzeyen, adeta ölüp dirilen, hep aynı insanmışçasına, tarihsiz, macerasız, vakasız -daha doğrusu ancak zoolojik devirlerinkine benzeyen bir tarihe konu olabilen-, bir alay oduncuya, bakkala ve üniversiteliye numaralar beğendirmek zorunda olan bir panayır cambazı mıdır?
Nerkisilerin nesri, cümleden manayı kovduğu, daha doğrusu kelimelerden stalaktit ve stalagmitler imal eden cansız bir kalıplar yığını olduğu için öldü. Chateaubriand yaşıyor, neden? Üslubu daha az mı girift, daha az mı yapmacıklı? Yoo, ama içinde insan var, insanın sıcaklığı, heyecanı, tereddütü, cakası, pozları, yalanları var.
Düşüncemize istikamet veren: ayak takımı. Diplomalı ayıların emr-i yevmiyeleriyle akl-ı selimin suratına tükürmekte yarış ediyoruz. Dili mahvettik, cümleyi mahvettik. Unutuyoruz ki cümle, bir düşüncenin, doğan, büyüyen bir düşüncenin, dalbudak salan bir düşüncenin fotoğrafı. Tohum bu, patlayacak, filizleşecek, ağaç olacak, dal verecek, yapraklaşacak, yaprak dökecek, çiçek verecek, meyveleşecek. Balzac'a bakın, Sartre'a bakın, Proust'a bakın...
Cümle bazen bir çığlıktır, bir şimşek pırıltısıdır, yanar söner. Ama her fikir bir şimşek değildir ki, bocalayışları, arayışları, kendi kendini düzeltişleri, çeşitli tecrübeleri ile bütün bir arayış... Sonra kendi dillerinden bile habersiz bir alay hödük, bir alay gogmagog cümleyi yok etmekte, dili, bir papağanın, namuslu bir papağının dahi, tekrarlamaya tenezzül etmeyeceği garip ve müteneffir* bir gıcırtıya, testere gıcırtısına, diş gıcırtısına benzeyen bir düzine sese...irca etmektedir...
11.1.1963
KELİMELER
Binbir kalıba bürünen İblis, kelimelerde tecelli ediyor. Kelimeler mi? İblis'in en pespaye, en hödük yamağına şeref vermeyecek bir tecelli bu. Ruhta pis bir koku bırakarak duman olmalarından anlıyorum ki, bu kalp harf ve ses kümeleri İblis'in fâni bir enkarnasyonu. Habis suratlarına mürekkep hokkasını fırlatacak Martin Luther nerede?
KİTAPLAR
Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın mı senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Senin olan, sadece on dakikalık tenleri. Konuşmaz seninle kitap, o bir basamak değildir, sırtına basıp ikbale tırmanamazsın. Tırmanmaya tırmanırsın ama, Kapitol'den Tarpea'ya fırlatılmak için.
Kahrını çekeceksin kitabın, hizmetinde bulunacaksın. Senelerce, senelerce hiçbir şey beklemeden diz çöküp emirlerini dinleyeceksin... Adam vardır, Aristo'yu Atina kerhanelerinin adresini sormak için, köşebaşında bekler. Adam vardır, kenef süpürtür Venüs'e. Ve kitabı, ağzına kadar ruhla dolu kutsal bir emanet olarak değil, maddi refahına hizmet edecek bir hüddam olarak görür.
12.1.1963
KLEOPATRA'NIN BURNU
Anlayacak mı? Kim, neyi? Sen kendini anlıyor musun? Aç uzviyetin sesini yükseltmek istedikçe gırtlağına sarıldın. Kalbinin konuşacak hali mi var?
Kopmaktan korkuyorsun: yapıştığı kayadan sökülmek istemeyen midyenin korkusu, mahallesinden uzaklaşınca kuyruğunu bacakları arasına alan köpeğin korkusu... Ama yaşamak kopmak demek, doğum da bir kopuş, bir parçalanış... Sanatı da tarihi de yürüyenler hak etti...
Gurbete çıkan adam... Gurbet bazen odası insanın, bazen vücudu, bazen... Nereye? Kendini bir ırmağın sularına bırakan kayık hangi okyanusa açılacağını bilir mi? Kayığı suya salan kendi iradesi mi zaten? Oyun yazılmış. İte kaka çıkarıldığımız sahnede görülmeyen bir suflörün fısıldadığı kelimeleri tekrarlamaya, manalandırmaya çalışıyoruz. Vazife ahlâkı! Senin, kendine karşı hiç vazifen yok mu? Bhagavad doğru söylüyor belki. Belki hikmet-i vücudumuz, ezelden beri devam eden bir oyunda bizden bekleneni, kızmadan, sevinmeden yapıp göçmek. Ama bizden beklenen ne?
Değer levhasının her gün yazılıp bozulduğu bir çağda hareketlerimizi yöneltecek kıstas nerede? Aile? Aile var mı? Nasıl aile? Tesadüfen bir araya gelmiş insanlar topluluğu, bir tren kompartımanında karşılaşmışlar.
Emerson, fikir adamı kendini egoizmle zırhlamalı, diyor. Evet, cemiyet bir sümüklüböcek gibi ezer seni, zırhlı değilsen. Annen ezer, kardeşin ezer, çocuğun ezer. Neden başkalarından farklısın? Hem farklı, hem zayıf. İki büyük cinayet... Peki, Emerson, bize 'fikir adamı' hilati* giydirecek hangi makam? Raskolnikof faciası, alnını, bir şeyler var içinde diye yumruklayan bir hayalpereste soğuk terler döktürecek kadar korkunç... Elbette yaşamak öldürmek demek, her adımımızda bir takım canlara kıyıyoruz... Ölmek ve öldürmek...
Bir öfkenin, bir acının kızgın demiri kalbimize dokunmadıkça ses gelmiyor oradan. Hâlbuki bizden ebediyete kalacak, bu çığlık. Sevinç çığlığı, azap çığlığı, merhamet çığlığı...
Zavallı midye! Seni kayandan söken iraden mi sanıyorsun? İsyan vahim, tevekkül güç. Ama isyansız tarih olmaz, bütün dinler, bütün efsaneler bunu haykırıyor. İblisin isyanı, Promete'nin isyanı... Neden tevekkül güç? Ve Allah insanı yarattıktan sonra istirahate çekildi, insana yükledi vazifelerini, hilkatin son şaheseri insana. Yaratmak, daima bütünün parçalanması. Tanrı kâinatla sınırlandırdı kendini ve her varlıkta bir kere parçalandı. İnsan da öyle.
Nietzsche haklı. Kanla yazılan yazılar yaşıyor. Ne kanı? Çocuk kan içinde doğuyor, milletlerin beşiği kan, Kapitol'ün harcında kan. Kalbin kanayacak ki yaratabilesin. Ne Luther bir kavga adamı idi, ne Gandi... Meçhul bir dalga umulmadık, kıyılara sürüklüyor kayığımızı...
Sen istiyorsun ki, kucağında, yaşadığın dünya hep aynı kalsın, havan aynı, suyun aynı, dekorun aynı... Bu mümkün mü? Mümkün değil, çünkü hayatın kanunu değişmek. Zaten zindanında yeni pencereler açılmazsa boğulmaz mısın? Beni "bulmamış olsaydın aramazdın" diyor Tanrı... Kendini erkeğe teslim eden bir bakirenin korkusu: meçhul karşısında duyulan ürperti. Ama her meselenin muayyen hal yolları var? Ve Sfenks sorularını cevapsız bırakanları parçalar.
14.1.1963
OSMANLICA-YENİ TÜRKÇE{20}
Fransızca, Strasbourg antlaşmasından beri Fransızcadır ve lise mezunu bir Fransız on altıncı asır yazarlarını anlayamaz. İngiliz aydını, Shakespeare'i sökebilmek için hususi bir tahsil görmek zorundadır. Neden?
On yedinci yüzyılda bütün Fransız aydınları saray etrafında toplanmış, 'Akademi' kurulmuş, dil ayıklanmış ve strüktür (Yapı) bakımından, zamanımıza kadar, büyük bir değişiklik geçirmeden devam eden Fransızca billurlaşmıştır. Lise tahsili gören her Fransız Moliere'i, Corneille'i aşağı yukarı anlar.
Yeni harflerin kabulüne kadar her idadi mezunu Türk de Fuzuli'yi, Baki'yi, Naima'yı rahat anlardı. Kaldı ki şiirin her edebiyatta kendine has bir dili vardır. Valery'yi, Mallarme'yi, kaç bahtiyar anlar? Hangi Fransız aydını bir "Legende des Siecles"i lügat karıştırmadan, bütün kelimeleri, bütün imajlarıyla kavrayabilir? Bu bir kuşak meselesi değil, bir kültür meselesidir.
Demek ki Osmanlıca denilen dil, Osmanlı Türklerinin konuşup yazdıkları halis Türkçedir. Yalnız, sosyal sebeplerden, biraz "precieux", biraz yapmacık bir dil bu. Sonra, neden muhatabı "happy few" olan bir edebiyat nevini* tek ölçü alıyoruz? O zaman matbaa yoktu, müstensihler* Divanları muayyen sayıda ve zengin birkaç "mecelle*" için kopya ediyordu. Esasen okuryazarları o kadar az olan bir ülkede halk, şiirin de edebiyatın da, tefekkürün de dışında idi. Bu Divanların ne müşterisi idi, ne arayıcısı... O zamana kadar büyük bir edebiyat kurmamış olan Türkler, kelimelerle zenginleştirmek ihtiyacını duymuşlar. ("Pleiade" mektebi Fransızcaya az mı lüzumsuz kelime soktu? Racine'de on altıncı yüzyılın taşkın kelime sefahatinden eser kalmış mıdır?) Türk şairinin, örnek olarak aldığı ve gerçekten de çok eski, çok köklü bir kültürü olan Farsçadan mefhum(kavram) alırken kelime almaması, kendini bilerek, isteyerek sefalete mahkûm etmesi idi.
Türkün kılıcı ülkeler fethederken, Türkün zekâsı da kelimeler fethediyordu. Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir. Ecdadımız onlarla düşündü, babalarımız onlarla konuştu. Kısaca, Türk milletinin tarihinde çeşitli merhaleler* var. Nasıl eski Fransızca, eski İngilizce diye tasnifler yapılmışsa, eski Türkçe, orta Türkçe gibi adlandırmalar da yapılabilir.
Türkçenin bedbahtlığı, tabii tekâmülünü yaparken, birdenbire zıplamaya zorlanmasından olmuştur. Nesiller arasındaki köprüler uçurulmuş ve hafızadan mahrum bir nesil türetilmiştir. Hafızadan yani kültürden. Milletin ana vasfı: devamlılık. Dilde, terbiyede, gelenekte devamlılık. Altı yüz yıl cerrahi bir ameliyatla içtimai uzviyetten koparılıp atılınca, Türk düşüncesi boşlukta kalmıştır. Boşlukta kalmıştır, çünkü Batı'ya da tutunamamış, sırtını Batı tefekkürüne de dayayamamıştır. Elli yıldan beri Batı'yla bu kadar sarmaş dolaş olduğumuz halde, hâlâ yeni neslin tek değer yetiştirememesi, bunun en hazin tecellilerinden biri değil mi? Uydurca ile bir 'Hürriyet Kasidesi', bir 'Sis', hatta bir 'Erenlerin Bağından' yaratılabilmesi için en az bir altı yüz yıla daha ihtiyaç var.
Mesele yanlış konuyor, daha doğrusu birçok meseleler, isteyerek veya istemeyerek, birbirine karıştırılıyor.
'Halkın tuttuğu Türkçe' ne demek? Hangi halk? Türkiye'nin kuzeyi, güneyi, doğusu ile batısı aynı vokabüleri* kullanmaz. Bütün memleketler böyledir. Nereyi ölçü alacağız... Sonra, 'bugünkü nesil'. Bugünkü nesil, ağabeylerinin hafızası zorla iğdiş edilen ikinci nesildir. Devlet kanalı ile nereden çıktığı bilinmeyen, iğri büğrü kelimeler onların genç beyinlerine zorla sokulmuş. Halk Partisi, uydurcacılığı devrimcilik olarak göstermiş. Dil Kurumu elindeki kaynakları bu uğurda seferber etmiş. Zavallı aydınlar neye uğradıklarını, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Dil Kurumu, kurulduğu günden bugüne, hangi selahiyettar ilim ve sanat adamını etrafında toplamış? İlim zaten yok...
'Halkın tutması' neyle belli olacak? Mesela, yeni harflerden önce, ilk mektep tahsili yapan her İstanbullu Refik Halit'i, Reşat Nuri'yi, Halide Edip'i rahat okuyabiliyordu. O halde "halk' kim? Halk, ilk tahsil gören İstanbulluydu o devirde. İlk tahsil yaygın bir hal aldıktan sonra, adeta uniform hale geldikten sonra, ilk tahsil yapan herkes 'Tialk' olacaktı ve tabiatıyla Refik Halit'i, Reşat Nuri'yi, Ahmet Mithat'ı anlayacaktı...
'Şaire gelince, her memlekette, her tabakanın kendine göre sevdiği şairler var. Esasen bir şairin bütün ahali tarafından anlaşılmasına lüzum yok. Bu, dünya için de böyle...
'Tefekkürle ilgili eserlere gelince, Kant'ı kaç Alman anlar?' (Marx'in cevabı...)
Yani, halkın anlayacağı kitaplar vardır, halkın, yani geniş kalabalıkların, ilk mektep tahsili yapanların. Onların dışında aydınlanmak isteyenlerin okuyacağı kitaplar vardır. Sonra, gerçek aydınların temas edeceği kitaplar vardır. Bunların konuları aynı olsa bile, meseleyi ortaya atışları, kullandıkları vokabüler birbirinden çok farklıdır...
'Halkın seviyesine ineceğiz' diye, dilimizi papağanınkine benzetmek, halklaşmak değil, eşekleşmektir. (Ulunay'ın verdiği örnek, onun karşısında Galatasaraylı Uygur'un verdiği cevap, ikisinin de Fransızca bilmediğini gösterir: Fransızcada aşkı ifade eden en az -tabii çeşitli derecelerinde- yirmi otuz tane kelime var.)
Esasen vokabüler üzerinde durmak, yani, yerleşmiş kelimeleri 'Arapçadır diye atmaya kalkmak', sadece cehaletle kabil-i izahtır. Fransızcada aslı Fransızca olan kelimelerin sayısı yüz elliyi geçmez. Aynı dilde Arapça, Farsça hatta Türkçe menşeli kelimeler çok daha fazla sayıdadır.
Ziya Gökalp bir bakıma haklıydı. Bir bakıma, çünkü İstanbul konuşmasını yazı dili haline getirmek, yazı dili ile konuşma dili arasındaki uçurum hatırlanınca, arzuya şayan bir ideal sayılabilir. Nitekim o ideal gerçekleşmişti veya gerçekleşmek yolundaydı. Ondan sonra, dile yeni mefhumlar getirmek, düşünmek ve geçen nesilleri aşmak kalıyordu... Bu yapılacağına dil, Penelop'un örgüsüne döndürüldü. En azgın şovenizme ilericilik adı verildi. Tatarcadan, Kıpçakçadan, Çağataycadan ölü kelimeler devşirildi. Ve olan sanata oldu, tefekküre oldu... Garibi şu ki, dildeki ırkçılığı, şaşılacak bir beyinsizlikle, kendilerini solcu sanan aydınlar benimsediler.
Bütün bunlar altyapıdaki anarşinin üstyapıda tecellisidir. Bir yanda feodal istihsal*, feodal inkısam*... ötede bir gecekondu burjuvazisi! Ve dilini kaybeden, görülmemiş bir afaziye uğrayan, kekeleyen, garip sesler çıkaran bir nesil... orta mektep kitabı yazmaktan âciz üniversite hocaları, papağan kadar sevimli olmayan doçentler...
Dilin gelişmesinde rol oynayan iki kuvvet: ihtilalci kuvvet, muhafazakâr kuvvet. Akademilerin vazifesi, devrimci kuvvetin dili argo haline getirmesine meydan vermemektedir. Nesillerle, dilin gerek fonetiğinde gerek kelime hazinesinde değişiklikler olur. Her nesil dilini öğrenirken kolaya kaçar. Akademilerin, kitabın, edebiyatın hikmet-i vücudu, ; dünü yarına bağlamak.
Esperento neden tutmadı? Anatole France'ın bir hikâyesi (Bak "Les Propos de Villa Said").
Bütün mekteplerin ana vazifesi, çocuğa dilini öğretmek. (Meillet'nin "College de France"da verdiği ders).
Ya aydının sadizmine terk edilen dil. Tefekkür bir it payı mıdır?
Kurtuluş çaresi var mı? Tehlikeyi bütün azametiyle kavrayan yok. Dil politikaya alet edilmekte. Dil, heveskâr mektep kaçaklarının şamar oğlanı. (Dil karşısında entelijansiyanın durumu, Cezmi Ertuğrul'un, Celal Nuri'nin fikirleri)... İyi niyet sahiplerinin, hangi siyasi tandansa mensup olurlarsa olsunlar, bir cephe kurmaları milli bir zarurettir...
23.1.1963
GÜNLER
Günler nehir gibi akmıyor. Nehrin serinliği var, sularında yıkanabilirsiniz, gümüş pullu balıklar yaşar koynunda nehrin... Hayata zincirliyiz kollarımızdan, zaaflarımızdan çiviliyiz.
Ve günler, çehrelerinde kamçıdan sert bir istihza*. Ve günler, bakışlarında hançer... birer birer geçiyor önümüzden. Kimi suratımıza tükürüyor durup, kimi tokatlıyor bizi. Kim çözecek ellerimizi Tanrım? Kim çözecek?... Günler kükreyerek geçen canavarlara benziyor, uluyarak geçen canavarlara... Gök karanlık, kulaklarımızda acı bir nâra...
Nehre benzemez günler Heraklit! Yanan alnımızı serinletir kardeş suları nehrin. Nehir bir gözyaşıdır, bize ağlayan. Nehir bir busedir. Nehrin sularında gök var, altın yıldızlarıyla gök.
Neden azgın rüzgârların önüne kattığı kumlara benzetmedin günlerin geçişini, neden dökülen yapraklara benzetmedin, eriyen kara benzetmedin Koca Hafız! Günler belki de önünüzden şuh birer kadın gibi göz süzerek geçiyordu. Bir an serin bir rüzgâr gibi dostça dolaşıyordu yanan alnınızda parmakları. Günler birer arı, siz kovandınız. Belki zaman zaman yandınız alevden dudaklarıyla, ama aydınlandınız, aydınlattınız... Günler belki dilber zaman zaman, belki o canavarlar kafilesinden sonra bir Meryem, bir Mesalina. Ama zincirli ellerin, koparsan da zincirlerini, günlerin saçını okşayamazsın, kadın sandığın canavarlaşır birden, Meryem ifritleşir, Mesalina ısırır parmaklarını zavallı dostum! Çok çok, yırtılan entarilerinden birer parça kalır avuçlarında...
Korkuyorum günlerden, korkuyorum. Uçsuz bucaksız bir uçurum günler, anlamıyorum söylediklerini. Dörtnala giden azgın bir atın yelelerine sarılmışız bir elimizle, yarların arasından geçiyoruz... ve tarlalarda başaklar, şiirin başakları, ; mânânın başakları... Yoluyoruz yolabildiğimiz kadar. Yazık ki dikenle başak yan yana ve avuçlarımızda, bir avuç diken, bir avuç ısırgan!
Günler birer kelebek belki. Ama ellerine konmuyorlar ki bilesin ve bir ânda tozlaşan o çiçekleri hatıraların defterine gözyaşlarınla iğneleyesin! Günler birer kuş belki de. Neden saçlarına konmuyorlar? Kanatları birer el gibi dokunsa alnına ne olur?
Günler senden birer parça götüren haramiler, kırk haramiler, kırk bin haramiler. Günler sam yeli, sen çöl, sen kumdan bir tepecik. Günler yaramaz birer çocuk, sen çerden çöpten kurdukları bir evcik... Günler geçiyorlar, geçtiler... Her biri bir parçanı kopardı, koparacak... Onlardan sana ne kaldı? Hiç. Senden onlara şarkıların kalacak. Ne şarkıları?
Günler bir akbaba, çelikten gagası bu akbabanın ciğerlerine kadar saplanmıyor ki avaz avaz bağırasın, ışık olsun çığlığın, fırtına olsun, baykuş olsun, kurt olsun... Çelikten gagası akbabanın alnında dolaşıyor biteviye. Muhteşem değil ıstırabın, parlak değil... Günler bir akbaba ama gagaları çelikten değil ve sen Kaflara değil, karanlıklara zincirlisin. Karanlık demek adem* demek, adem yani mutlak, yani Tanrı, yani sükût. Adem şarkı söyler mi ahmak!
Günleri saçlarından yakalayacaksın, canavar, bir genç kız oluverecek. Gözlerinin içine bakacaksın günlerin. Birer ağaç gibi meyve verecek günler. Günler kısır değil, kısır olan sensin. Günler erkeğin karşısında diz çöker... İhtiyar Homer'in yaralı ayaklarını lepiska saçları ile okşayan onlar değil mi? Hâlâ donuk göz bebekleri ihtiyar Homer'in, onlar için kutsal birer ateş...
Seni denemek istiyor günler, dostum. Onlar birer masal sfenksi, büyülerini çözdün mü perileşirler, akbaba güvercinleşir, yardan yara atlayan kızgın küheylan, seni Himalaya'ya, Olemp'e kanatlandırır. Senin Himalaya'da işin ne? İstemiyorsun, günleri kelimeleştirmek istemiyorsun. Mezarlaşan saatleri hayata kavuşturmak, ölüleri diriltmek belki elinde, ne biliyorsun. Belki kader bütün oklarını bunun için saplıyor kalbine. İstiyor ki, oradan akan kan günlere dokunarak ebedileştirsin onları... Kan ve gözyaşı: simyagerlerin aradığı felsefe taşı.
23.1.1963
HATIRA DEFTERİ
Hatıraların yazısını okuyamıyorum, belki korkuyorum okumaktan, belki okumak istemiyorum... Belki utanıyorum... Hayat o kadar kısa ki bu sayfaları ambar haline getirmek, oraya ayıklamadan, yirmi dört saatlik intibaları yığmak, dalıyla, yaprağıyla, çiçeğiyle -bazen çiçeksiz ve yapraksız- intibaları doldurmak ağrına gidiyor insanın. Hep aynı korku: yarının karşısına tuvaletsiz çıkmak... Benim hayatım korkularla geçti... Hem malzeme neye yarar? İlerde ayıklamak. Ne zaman ilerde?
İşte son yirmi dört saatin envanteri: hiçbir yeni fetih yok! Her intiba kafamıza dolan birer 'buyrun'. Tuvaletsiz düşünce, daha doğrusu, çabuk tuvalet yapma ihtiyacı, fikri ne hale getiriyor. Evet, bu yirmi dört saatin intibaları içinde ebedileşmesini isteyeceğim bir teki yok. Tek satır yaratmadım, söz olarak da. Birbirine benzeyen günlerin inceliklerini yakalayıp konuşturabilmek için Proust gibi, başka işi olmamalı insanın.
Evet, hatıra defteri ya bir destan olmalı, ya bir neşide*... Olamaz ki... Ya da iç dünyanın labirentlerine tutulmuş bir projektör. Ama iç dünya diye bir şey yok. İç dünya: sırları dökülmüş bir ayna.
Jurnal dikte ettirilemiyor. Çünkü kendi kontrolümüzden geçirmeden, ilk apresiyasyonları yapmadan, başka bir tabirle, günlerin nasıl kelimeleştiğini görmeden onları başka bir kulağa tevdi ediyoruz. Ne çıkacağını bilemiyoruz ki... Belki hasadın zavallılığından utanıyoruz. İster istemez bir ayıklamaya, bazen çok zararlı bir ayıklamaya gidiyor insan. Çıplak görünmek korkusu. Çıplak görünmek bir koketri* olabilir.
İnsan mutlaka hemcinsinin veya istikbalin huzuruna smokinle çıkmak zorunda değildir. Ama bu çıplaklık da bir nevi tuvalet. Önce bir aynaya bakıp sonra başkalarına görünmek. Hâlbuki hatıraların, daha doğrusu hadiselerin akislerini kalbetmek, elbiselerimizi yırtıp atmak gibi bir şey. Elbiselerimizi yahut hatıraların elbiselerini. Altlarından ne çıkacak bilemeyiz ki! Bu bir nevi iffet ve gurur duygusu ama psikolojinin çok zararına...
26.1.1963
MARKSİZM'E, İŞÇİ SINIFINA VE HAZİN BİR MACERAYA DAİR
Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırdım. Bu, ümitsizlikten doğan bir isyandı. Bir nevi meydan okuyuş. O yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları çeşitli "humiliation"lar içinde geçen, kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir komünüteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten. Bir bakıma parya, bir bakıma prens. Parya, çünkü köksüz, koruyucusuz. Hasta bir baba, çocuğunun maddi ve manevi buhranlarından habersiz. Toprağından söküldüğü için bir türlü kendine gelemeyen zavallı bir anne. Ve yuvasına ekmek yetiştirebilmek için kadınlığından vazgeçmek zorunda kalan yiğit ama gözyaşlarından başka yardımı dokunamayan bir abla. Sonra? Sonrası yok... Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor. Neden? Neden onu hor görüyorlardı? Dünyada milletler olduğunu dahi bilmiyordu henüz. Ama mahallesindekiler başka bir dil konuşuyorlardı. Çerkezler vardı, Kürtler vardı, Türkmenler vardı, Türk yoktu. Ne var ki bunu bir ırk meselesi saymamak lâzım. O şehirden gelmişti, konuşması da giyinmesi de farklıydı başkalarından, yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplarına kapandı... Sonra lise yılları. Yine yalnız, yine yabancı. Açlık, midenin, etin ve ruhun açlığı. Ve inkisarlar*. Sevdiklerinin küçüklüğü, hayalinde kurduğu dünyaların birer birer yıkılışı. Evvela öbür dünyanın. Sonra, evet sonra... Etütte yutar gibi okuduğu Yusuf Akçora, "Türk Yurdu" koleksiyonları, "Türk Yıllığı". Mubassırdan* yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için,, sömürgeciliğe karşı olduğu için hırpalanış... Sonra İstanbul, sefalet ve bir hezimete, kahkâri* bir hezimete benzeyen, dönüş... Sancaktaki hürriyet havası. Putları yıkılan göçmen çocuğu yeni putlar peşindedir. Ailesinden kopmuş, muhiti zaten yok... Sonra 'Tercüme Kalemi', kitaplar. Köy öğretmenliği... Ve bir nisan sabahı evinin aranışı, nezaret, hapishane.
Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi, sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Seksüel buhran, ruhi buhran... en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Yüksek tahsil yapmayı ümit edemezdi. Ne olabilirdi o vakit? Hiç. Bir köy öğretmeni.
Marksizm, silinmemek, ezilmemek için sarıldığı bir daldı belki. Belki de inanıyordu Marksizme. Nasıl inanabilirdi? Onun için, ezilen insanlar, kurtarılması gereken insanlar vardı, ama kim olduklarını bile bilmiyordu onların. Fakirdi. Ne var ki kültürü ile adeta tek bir varlık, bir nevi aristokrasi idi... Üç beş kitap okumuştu o konuda, ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Orada sınıf kavgası bambaşka renkler altında tecelli ediyordu... O, rüyalarıyla Marksistti belki.
Yani kahredici realiteden kurtulmak için ilk mütefekkire (düşünüre) sığınıyordu. Sonra... Sonra yine aç kaldı, yine işsiz kaldı. Sözde beraat etti ama yirmi yıl peşini bırakmadı polis...
Bu memleketin büyük faciası, en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dâva, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi.
Marksizm bir tecessüstü* onda. Herhangi bir Batı memleketinde büyük bir fikir adamı olabilirdi, bir teorisyen olabilirdi... Ezdiler. Acaba ezilen daha kaç kişi? Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. Türkiye'de bir sınıf savaşı var mı? Var veya yok, dâva bu değil. Her oyunun kaideleri var. Avrupa burjuvazisi iktidarı beşiğinde bulmadı. Dünya proletaryası her hakkını şehitler vererek kazanabildi. Ama o ülkelerin hâkim sınıfları insanı bu kadar küçülmeye zorlamadılar, düşünceyi kuduz köpek gibi kovalamadılar...
Batıyoruz. Ayağımızın altındaki uçurumu kendimiz kazdık. Aydın gölgesinden korkuyor. Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok. Neden İşçi Partisi'ne girmiyorsun? Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum. İşçi sınıfına karşı beslediğim sevgi de platoniktir, tanımıyorum onları...
26.1.1963
MEZELLET, DEHANIN ANNESİ
Milton hoş adamdı Cromwell'e göre, bilgindi, dürüsttü, mahviyetkârdı*. Ama kötü bir huyu vardı Milton'un: şiirler yazardı, abuk sabuk. Bir ülkenin kaderini değiştiren koca Cromwell, Milton'un karşısında herhangi bir "teteronde"dan farksızdır. Himalaya karışla ölçülmez, Himalaya yakından bakanlar için bir tepedir. "Kaybolan Cennet" yirmi beş İngiliz lirası kazandırmış Milton'a. Yirmi beş İngiliz lirası ve kemikleri çürüdükten sonra şöhret...
On dokuzuncu asrın en büyük kitabı "Das Kapital"i madam Hirscher Marx şu cümleyle selâmlar: "Karl, kapital üzerine eser yazacağına, kapital toplasa daha iyi ederdi". Cücenin doğurduğu dev!..
Ne var ki Milton, İngiltere tarihinin en canlı devirlerinden birinde yaşamış, okunmuş, şair olarak değilse bile âlim olarak iltifat görmüş ve tarihi yalnız yaşayanlar arasına değil, yaratanlar arasına da karışmış... Marx, giriştiği dasıtani (destani) mücadele içinde ne alkış seslerini duyabilirdi, ne lanet haykırışlarını... Tefekkür bir saserdos. Deha, dikenli bir taç. İsa'dan Gandi'ye kadar Tanrı'ya nispeti olan her ulu, tanrıların hışmına uğradı. Hazin olan, Tanrı'ya nispeti olmadan tanrıların hışmına uğramak... Mezar taşlarına konser veren adam, kemanının sesiyle kendinden geçebilir ve taşlar, dinlemesini bilmeseler de susmasını bilirler. Sen, taşların diş gıcırdattığı, uluduğu, yılışık kahkahalar attığı, homurdandığı bir ülkede yaşıyorsun...
Julien Sorel'i sehpaya sürekleyen hınç, ümilyasyonlardan doğmuş, ümilyasyon yaratmış Robespierre'i, Stendhal öyle diyor. Kabul ediyorum. Ama Pirüsvâri bir zafer bu: şehit olan binlerce, yüz binlerce yiğit arasında -yiğit veya kurban-, bazen bir Robespierre, bazen bir Julien, yani daima bir canavar...
Ümilyasyon bir kamçı belki. Voltaire'i şahikalara kanatlandıran bir itin hakareti oldu. Mezelletin* acı şarabını son damlasına kadar içmese, herhangi bir insandı Gandi... Mezellet çok sert bir içki, kahramanlar yarattığı gibi veliler de yaratıyor... Ama sızdırıyor da...
Mezellet sert bir içki, cehennemi içer gibi içeceksin, gözlerini kırpmadan, kızmadan. Mezellet, tanrıların sevgili kullarına en büyük ihsanı. Balçığı mermerleştiren ilahi büyü o... Balçığı hiçbir büyü mermerleştirmez zavallı dostum. Hem balçık mermerden daha yumuşak, adeta daha insani. Balçık Âdem’in, Havva'nın, İsa'nın eti. Neden mermerleşsin? Doğuramayan dişi hastadır. Doğuramamak çoğalamamaktır. Çoğalamamak, ölmek. Çekileceğin bir fildişi kule de yok, bir sırça köşkte... Nereye? Mutlaktan korkuyorsun, bilmediği bir eve girmekten çekinen köpek gibi korkuyorsun. Büyüklere yalnız acılarınla mı benzeyeceksin?
28.1.1963
SON PUTPERESTLER
Büyücü bir takım esrarengiz homurtularla tabiat kuvvetlerine susta durdurmak sevdasından vazgeçip tabiatı harf harf, satır satır hecelemeye başladıktan sonradır ki homo faber mucize üstüne mucize yarattı. Tabiat da kadın gibi. Hercailikleri de, düzensizlikleri de, "spontaneite"leri de kanuna bağlı. Comte'un en büyük keşfi insanı, daha doğrusu insanlığı ite kaka determinizm kütüğüne kaydettirişi.
Biz hâlâ dışındayız ilmin. Hepimiz mucizelere inanıyoruz. Bir adam çıkacak, bir Mesih., bir mehdi, bir kahraman ve hep birden hızlanıp yirminci yüzyılı atlayacağız. Nereden? Kimimiz tarih öncesinden, kimimiz Ortaçağdan. Hayır! Yirminci yüzyıla değil tarih'e atlayacağız. Tren kaçıncı defa geçiyor önümüzden, bilmiyorum. Kürt alfabesinden Durkheim'e atlayan Ziya Gökalp gibi Eftâtun'dan Saint Simon'a kadar bütün ütopistler tarihin içindeydiler. Rüyaları da tarihti. Gerçekleşen, gerçekleşmekte veya gerçekleşecek olan bir tarih. Bizim rüyalarımız aç bir tavuğunkinden farksız. Siyah derililerin putlarını kırdığı bir devirde putlara sarılan tek devlet olmak imtiyazı bizde. Din, daha doğrusu semavi dinler, fetişizme kıyasla heybetli birer tefekkür âbidesi. Biz hâlâ fetişistiz. Zavallı Ormanda Uyuyan Güzel! Seni uyandıracak şehzade doğmadı henüz, doğmayacak da.
Medeniyet, rahibin sahneye çıkışı ile başlıyor. Rahibin yani zekânın. Kşatriya, tanrıların sırdaşı Rişi karşısında saygı ile eğilmedikçe kaostan kurtulamıyor insanlık. Brahmanlar doğru söylüyor: Kşatriya kol, Brahman kafa. Eflatun doğru söylüyor: ideal sitenin çobanı filozof.
Osmanoğlu hem kolu hem kafayı temsil ediyordu. Ulemâ, manej* alanı içinde marifetler göstermeye mahkûm terbiyeli bir ata benzer, bir araba beygirine benzer. Arabacı: hükümdar. Kapıkulluğu, entelijansiyanın ana vasfı. Altı yüz yıl hizmete alışmış, emir almaya alışmış, korkmaya ve susmaya alışmış. Yani izzet ve haysiyetinden vazgeçmeye alışmış. Kahramana tahammülü yok bu entelijansiyanın. Ancak kamçı karşısında diz çöker. Faziletin yüzüne tükürmek asırlardır becerdiği numaraların en başarılısı. Ne yapsın? Ya politika gorillerini omuzlarına bindirip panayır soytarılığı rolüne çıkacak, ya başka ülkelere sıvışacak. Yok demeye alışmamış. Sırtını dayayacağı bir sınıf yok. Sınıf demek şuur demek. Ne derebeyi var, ne site. Asırlardır aynı istismar usulleriyle toprağın bereketini, insanın tahammülünü tüketen tatsız tutsuz toprak ağaları. Gangster bir orta sınıf. Ve bir gecekondu proletaryası. Bu sınıflardan hiçbiri okumaz. Hiçbirinin istikbale ait emelleri yoktur. Her nesil dünyanın kendisi ile sona ereceğine inanır. Gemisini kurtarmaya çalışan otuz milyon kaptan.
Aydın... hangi aydın? En masum kitapların yurda girişi yasaktır. Polis kütüphane tahribine memur, mahkeme tefekkürü tasmalamaya, tasmalasa iyi, Abelardize etmeye, düpedüz toz etmeye. Ama kökünü kazıyacak tahrip kuvvetlerini imal eden yine aydının kendisi. Hâkim de polis müdürü de liseden çıkar, tarih okur, edebiyat, felsefe okur... Hoca efendi kafasına karanlığı boşaltmışsa ne yapsın?
Ruef kapitalist olun, sosyalist olun, yalnız yalancı olmayın diyor. Biz sadece yalancıyız.
31.1.1963
AHMET AKAT
A. hanım beni bedbaht etmeye hakkı yoktu diyor. Mademki dönmeyecekti açıkça söylemeliydi bunu... Çok kötülük etti bana, diyor, çok acı çektirdi. M. hanım 1800 lira borç bıraktığından bahsediyor. Kız kardeşleri küskün... Ölüm bütün eski kinleri, eski ümilyasyonları su yüzüne çıkarıyor. Kaybolanın portresi birden değişiveriyor karşımızda. Kırılan ümitlerin fırçası en sempatik çehreyi canavarlaştırıyor.
İnsan bir zincirin son halkası. Yoktan var olmak, kaderini tuğla tuğla abideleştirmek ancak harikulade mesut tesadüfler sayesinde mümkün. Ahmet bir plebyendi. Dedesinden bahsettiğini duymadım. Babası herhangi bir külhanbeyi, üstelik alkole müptela. Annesi herhangi bir dişi, hatta herhangi bir dişi kadar bile anne değil. Ahmet'i bu "heredite" mahvetti. Kuvvetli hafızası, çalışma gücü, geniş muhayyilesi*, felaketten felakete sürükledi onu. Susmasını bilmeyen adamdı. Isıran adamdı. Enerjisini minnacık işlere harcayan ve bir ömür boyu yel değirmenleri ile güreşen adam. Asil doğmayan bir Don Kişot. Onun en sevimli, en insan tarafı da bu Don Kişotluğu idi. Daha doğrusu Don Kişotluğu benimsiyen acemi bir aktördü o. Hayatını devam ettirmek için birçok elleri öpmek, hatta birçok çizmeleri yalamak zorunda kalıyordu. Metin olmak, fedakâr olmak günde bir öğün ekmekle iktifa etmek, hatta bazı günler aç yatmak. Küçülmemek için bunların hepsine razı idi. Ama bu kadar çileyi göze almak yetmiyordu. Evet, bir Don Kişot'tu, kartondan bir Don Kişot, zaman zaman Şanso Pansolaşan, hatta Şanso Panso olarak doğduğu halde Don Kişot olmaya çalışan zavallı dostum. Barres haksız değildi. Ahmet bir "deracine" idi. Boşuna çırpındı kaderini değiştirmek için. Ne kendine hayrı dokundu, ne başkalarına. Arkasında bir sürü şikâyet bırakarak silindi gitti.
İnsanlar seçtikleri rolü sonuna kadar oynamak zorunda. Daha doğrusu "heredite"nin seçtiği rolü. Seyisin şövalyeliğe özenmesi felâketle neticeleniyor. Hele çöken cemiyetlerde faziletli insan, doğru insan, "pırlanta insan" rolüne özeniş! Medeni bir ülkede birçok şeyler olabilirdi. Piskopos veya profesör. Orta seviyede bir ailenin çocuğu olsa katlandığı cefalardan hiçbirini tatmazdı. Keskin ve köşeli bir şahsiyeti vardı. Ama zaman zaman yumuşayan bir sertlik, granitliğe özenen bir balçık. Yarı yolda kaldı. Çünkü çok uzaklardan geliyordu. Hareket noktası asırlar, asırlar öncesiydi. Ecdadının namına da yürüdü. Çelme taktılar. Onun herhangi bir insana isteyerek kötülük yaptığını zannetmiyorum. Gerçi kindardı, affetmesini bilmezdi. Anlayamadığım nefretleri, kızgınlıkları vardı. Ama onu mahveden bu değil... Aşağılardan geliyordu o. Etrafındakilerden daha çok okumuştu. Hem plebyen, hem küstah. Daha yükseklere çıkabilse düşmanları el pençe divan dururdu karşısında. Hem yanlarında, hem daha fakir, daha küçük baremli*. İddialarıyla mevkii arasındaki fark kudurtuyordu onları.
Zavallı dostum. Karakterini bir heykel gibi inşa etmeye, yontmaya, ona biçim vermeye çalıştı. Kâh çekicini aldılar elinden, kâh yaptığı heykeli bozmaya kalktılar. Nihayet zaman zaman ucubeleşen o heykel bu kadar çileye, bu kadar tazyike dayanamadı. Onda noksan olan şey muvazene* idi. Birçoklarına kıyasla fazla dürüst, fazla insandı. Ama garip bir dürüstlüktü, garip bir insanlıktı bu. Adeta gayri insani bir insanlık ve dürüst olmayan bir dürüstlük. Galiba biraz deliydi de. Bununla beraber 1789 Fransası'nda bir Robespierre, Napolyon'un ordusunda mareşal, 1848'den sonraki Fransa'da bir Bescherelle olabilirdi, ihtimal. Evet, mükemmel bir Bescherelle olabilirdi. Bir mütercim Asım, bir Vehbî olamadı. Ne şeytanı memnun edebildi, ne Tanrıyı.
1.2.1963
VAZİFEDEN KAÇIŞ
H. yi anlayamıyorum, H. yi ve onun gibi düşünenleri. Küçük vazifelerden kurtulmak için büyük hayallerin kalesine sığınmak. Bence vazife vazifedir. Islahatçılık diyorlar. İyi ya! Reel olan, elle tutulabilen, kendi kapımızın önünü süpürmek, kaderin sırtımıza yüklediği veya isteyerek seçtiğimiz herhangi bir mükellefiyeti bütün icapları ile yerine getirmek! Bence her ideal böyle "terre â terre" bir temele dayanmalıdır. Öyle sanıyorum ki memleketin büyük ıstırabı buradan geliyor. Kimsenin işini umursadığı yok. Aslolan bu "je m'en fic-he"izm. Çeşitli felsefeler onu meşrulaştırmak için sahneye çıkarılıyor. Aydın, mükellefiyetin yalnız nimetlerinden faydalanmak istiyor. İyi ama o zaman başkalarını nasıl tenkit edebilir? Bir sınıfın veya bir ülkenin çöküşünü bundan daha büyük bir katiyetle haykıran başka hiçbir semptom yok. Korkunç olan düşünürlerin, düşünebilenlerin ihaneti. Kimse kapısının önünü süpürmüyor. Yerini bulmamak mazeret olabilir mi? Yerini bulmayan, işgal ettiği yeri nimet ve mesuliyetleriyle başkalarına terketmelidir. Hep kopuş, hep kaçmak arzusu.
Z. herhangi bir sürüngen, bakkal çırağı, tapu memuru, tellak..olmak için yaratılmış. Ve hoca. Suç onu bu makama getirenlerde. Ama hangi meslektaşı ondan daha iyi? H. ile Z. arasında uçurumlar var. Biri kafa, öteki mide. Ayrı dünyaların, ayrı çağların insanları. Ama yaptıkları iş aynı. Bu kadar farklı insanların başarısızlıkta birleşmesi fatalizme götürüyor insanı. İşini ciddiye almamak içtimai çark ondan işlemiyor. Ölümümüz bu yüzden olacak. Hem sebep hem netice.
1.2.1963
QUINZE-VINGT GECELERİ III*{21}
Yazılar çok güç okunuyordu. Satırlar birbirine karışmıştı. Çok defa dışarda rüzgâr uğulduyordu. Kâğıtlarda bazan sıra numarası yoktu... Bu kalmıştı ondan. İlk kâğıtta "Quinze- Vingt Geceleri" diye bir başlık vardı. Belli ki en sonra o yazılmıştı.
2 ŞUBAT 1963
Bazan şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm. Hayır, ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak. Şekillerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu, cisimlerin katılaştığı düşman bir dünyada yaşamak. Dünyanın dışında yaşamak. Ama öylesine bedbahttı ki bütün felaketlerinin mesuliyetini tek kaynağa bağlamak teselli ediyor onu. Bu âfet hezimetlerini meşrulaştırıyor. Hiçliğini bütün merareti* ile hissetmek..dayanılmaz çile.
Ama o bu çileyi ömür boyu çekti. Herkesten farklı olmak, ıstırapların en güç tahammül edileni. Hayat onun için bir zilletler zinciri idi. Kendini okuduğu romanlardan hiçbirinin kahramanına benzetemiyor, acıları edebiyata girmeyecek kadar bayağı da ondan mı? Önünde bütün kapılar çoktan kapanmıştı. Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri çözebilirdi, ya cinnetin. Heyhat! Gözlerini kaybetti. Çok muvakkat*, çok yarım bir hal sureti idi bu. Evet, bazı gurur yaralarını unutturacak, bazı hezimetleri meşrulaştıracak, bazı çirkinlikleri gizleyecek, tahrikleri azaltacak bir felaket. Bununla beraber yıllarca kör kelimesini telaffuz edemedi. Dudaklarını yakıyordu bu söz. İnanmak istemiyordu. Hâlâ inanmak istememektedir.
6 ŞUBAT 1963
Tantal ne kadar bahtiyardı, gözleriyle yiyordu meyveleri, suyu gözleriyle içiyordu. Sisyphe ne kadar bahtiyardı: şahikalara çıkardığı bir kaya vardı kucağında, saçlarında rüzgar...
Dışarda Paris: rüyalarının şehri. Koğuştakiler çoktan uykuya daldı. Bir yangından kaçar gibi hatıralara koşuyor. Ama mazinin loş ormanında tutunduğu her dal elinde kalıyor, tozlaşıveriyor birden ağaç. O kadar, o kadar yalnız ki...
O kadar, o kadar yalnızdı ki hayatına giren ilk kadını hatırlıyor. İki katlı kerpiçten bir bina. Kapıdan girince sağda bir laterna*, solda ziyaretçilere mahsus birkaç sandalye. Ter kokusu, alkol kokusu, kadın kokusu. Ve sigara dumanı. Oradakilerin yüzünü hatırlayamıyor. Zaten bu murdar köy kerhanesine her gelişinde sadece tiksinti, sadece utanç duymuştu. Utanç ve kıskançlık. Kimden utanıyor? Kendinden. Yanındakiler cihangirane edalarla kollarında bir kadın üst kata çıkıp iniyorlar. O sandalyeye ilişiyor sadece, parası varsa kahve içiyor. Damarlarındaki kan alev alev. Ama bu murdar kasaba kerhanesinde vücudu buzlaşıveriyor. Ne korkunç! Herkes sıhhatli bir hayvan gibi çiftleşiyor. O: tek. Herkes kim? Tesadüfün karşısına çıkardığı üç beş insan. Aralarında müşterek olan hiçbir şey yok. Hapishaneden çıktı, çıkalı tanıdıklarının çoğu bucak bucak kaçıyor ondan. İşi yok, parası yok. İbni Mukaffa'nın kemiklerini kırar gibi birer birer ümitlerini kırdılar. Babası: yatağına çivili; annesi: dünyadan habersiz. Ablası: onu da işten çıkardılar. Hepsi defalarca okunan bir dolap kitap. Bir dolap kitap mı? Evet. Ama artık o dolabın yerinde yeller esiyor. Beynini yolar gibi, kitaplarını alıp götürdüler. Yok, kitabı da yok. Taşra kerhanesindeki delikanlı yirmisini aşmıştır. O cenup kasabasında insanlar çok çabuk buluğa erer. Ama ne bir genç kızın, bir tek genç kızın bakışlarında sevgiye benzer bir pırıltı görmüş, ne yanı başında bir kadın vücudunun sıcaklığını duymuş. Bu kasaba kerhanesi onun için bir gurur yarası. Kendini etrafındakilerden küçük görüyor. Onların kadın karşısındaki cihangirane tavırlarını kıskanıyor. Nelerini kıskanmıyor ki? Bayağılıklarını, kötülüklerini, kabalıklarını. Sonra., yerliliklerini kıskanıyor. Hepsi bu toprağın hayvanı. Bu toprağın harcı. Hiçbiri iğreti değil, hiçbirinin kafasıyla dünyası arasında uçurum yok. Hepsi bir zincirin halkası. Yalnız o köksüz, o kopmuş, o başka. Taşra kerhanesi... hangi taşra kerhanesi, pasaklı, leş bir köy kerhanesi. Orada ana dili konuşulmaz. Sermayeler Suriye şehirlerinde ıskartaya çıktıktan sonra buraya sığınırlar yahut büyük şehirlerde pazara sürülemeyecek kadar çirkin olanlar yollanır buraya. Rakı, kumar, fuhuş., burada hayata renk veren, buranın insanını hayvandan farklılaştıran üç meşgale. Rakı, parası oldukça başkalarına parmak ısırtacak kadar rakı içebiliyor. Parası oldukça veya olmadıkça.
Kumar, parası oldukça oynuyor. Ama ne zamandır parası yok. Fuhuş... Kasaba kerhanesinde genç bir kadın. Bu akşam ilk defa görüyor onu. Kibar bir havası var yahut ona öyle geliyor. İlk defa olarak bir orospuya karşı sevgi duyuyor içinde. Kadın rahatsız olduğunu söyleyerek müşterileri savmaktadır. Bir hafta sonrası için alınan randevu. Linda'yla buluşabilmek için evin hangi eşyasını sattığını hatırlamıyor. Bir akşam, annesi yirmisini çoktan aşan bu koca bebeği yatırdıktan sonra, koca bebek odasını terkedip karanlıklara dalıyor. O geceyi de pek hatırlamıyor. Yalnız, bir kadın etinin lezzetini ilk tadış. Aşk hakkında hiç bir fikri yok. Kadın nedir bilmiyor. Ve kasaba kerhanesinin bu hasta orospusuna tutuluş. Sonra., sonrasını nasıl anlatsın. Sonrası bugünkü hayatı ile bugünkü değer hükümleriyle ondan o kadar uzak, o kadar başka sanki. Kapatılan kerhane, baba evine getirilen orospu. Baba evinden kaçan orospu. Bir başkasına kaçan, bir başkasının evinde orospuya yapılan ricalar, izdivaç teklifleri. Linda'yla kaç gece yattı? Bir veya iki. Ama dünyada tek kadın vardı onun için. Yirmi iki yaşındaydı, kendisinden sekiz on yaş büyük ve Suriye'nin belli başlı kerhanelerini dolaştıktan sonra frengiye tutulup gizlice çalışsın diye o kasaba kerhanesine yollanan bu esrarkeş kadın onu bir izmaritten daha az itibara lâyık gördü. Linda için aşk hatta "sensualite" diye bir şey yoktu artık. Hâlâ güzeldi şüphesiz. Fransız askerlerine mahsus bir kerhanede çalıştığı için Fransızca da konuşuyordu. Argoyla karışık yarım yamalak bir Fransızca. Hatta biraz okuyordu da galiba. Elinde kalan son kitapları, yemeğini, sandalyesini, ikram eden bir çocuk saflığı ile ona hediye ettiğini hatırlıyor. Linda'nın sığındığı evin sahibi memurdu. Gündüz beraberlerdi Linda'yla ama Linda elini bile dokundurmazdı ona, parayı memur veriyordu. Nelerden bahsederlerdi, kendini başkasına ait sayan bir kadının yanında işi neydi? Onunla beraber olmak için, onun kokladığı havayı koklayabilmek için her şeye razı idi. Zaten herhangi bir tercihte bulunacak halde değildi. Linda memuru seviyor muydu? Hayır! Linda kimseyi sevmiyordu. Kimseyi sevemezdi. Artık bir eşya idi o. Yalan söylemeğe memur bir eşya.
Linda o evden de kaçtı. Bu garip münasebet kaç ay sürdü hatırlamıyor. Zaten gece gündüz sarhoştular. Hayatının bu ilk kadınından yalan da olsa sevgiye benzer tek kelime işitmedi. Ona nelerini feda etti. Haysiyetini. Ailesinin haysiyetini. Linda o evden de kaçtı. Bu manyak, mağruni kadınını şehir şehir aradılar. Karakollarda kuzinim diye ifade verdi. Linda kayboldu. Onunla beraber dünyanın bütün kadınları, hayatının bütün şiiriyeti. Ve hatıra olarak yıllarca, yıllarca devam eden bir vesvese, bir korku: frengi korkusu. O, Linda için, benzerini görmediği bir deli idi. İşsiz, parasız... Kültürü? Linda kültürü ne yapsın! Gençliği? Erkekliği? Linda iğreniyordu erkeklerden. O artık yalnız esrardan, yalnız kokainden anlıyordu. Bu otuz yaşındaki kadın genç adamın izdivaç teklifini kahkahalarla red etti. Haklıydı da.
En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor. Linda'yla münasebetleri üzerine hiçbir zaman ciddi bir tahlile girişmedi. Neden? Belki kendinden utanıyor, hayatının o devresinde yüzünü kızartmayacak tek gün yok. Onun için hafıza kusmuş o hatıraları. Ne yapabilirdi? Kadına susamıştı, şefkate susamıştı, hayata susamıştı. Yalnızdı. Ve polis takibindeydi. Ve hiçbir ümidi, ama hiçbir ümidi kalmamıştı. Unutmak istiyordu. Yaşadığını unutmak istiyordu. Kitaplarını elinden almışlardı, istikbalini elinden almışlardı, onu ölüme mahkûm etmişlerdi. Sökmen Süer, sana bu memlekette iş yok, diye bağırdı, aklın varsa intihar et. Evlenemezdi. O bir paryaydı artık. Kim kızını bir komüniste verirdi? Zaten ezeli ve ebedi yabancısıydı o ülkenin. Linda cehennemin ta kendisi olsa tereddüt etmeden kucağına atılırdı. Frengi... o zaman bunun ne demek olduğunu düşünecek halde değildi. . Adeta bir belâ arıyordu. Bu miskin, bu taksitle ölümü hızlandıracak bir belâ...
Hayatının ilk kadını. Sonra bu maceranın "idylle"e benzer tarafı yok. Linda ne bir "la Dame aux Camelias"ydı, ne bir Manon Lescaut. Hatta bir orospu Eliza bile değildi...
"L'AGE DE RAISON" ÜZERİNE DÜŞÜNCELER YA DA SARTRE'IN ERKEK FANTOŞLARI*
Scott'un kadınları güzel bir resimdir çok defa, şahane birer biblodur, lekesiz birer heykeldir, ama yaşamaz. Hepsi de günaha benzeyen ihtiraslara yabancıdırlar, kalpleri hiçbir hırsızın sokulamayacağı muhkem* bir şatodur. Balzac İngiliz püritanizmine verir bunu. "Akıl Çağı"nda (J. P. Sartre, L'Age de Raison Gallimard, 91 Paris 1955) Tersine. Kadın kahramanlar çok daha canlı, çok daha sevimli. Mathieu kim? Romana da, Marcelle'in odasına girer gibi, ayaklarının ucuna basarak giriyor. İnsandan çok gölge. Ne yapacağını bilmeyen, kararsız ve sünepe bir hali var. Yedi yıldır tepe tepe kullandığı bir kadının felaketi uykusunu kaçırmıyor. Sadece vebal benden gitsin diye metresine kürtaj yapacak karıyı şöyle bir görmek istiyor. Sonra? Sonra Boris'in kafasındaki Mathieu. Hürriyeti temsil eden kuvvetli bir adam. Ama Boris kim? Silik ve şahsiyetsiz bir oğlan. Sartre çok basit cümleler, çok basit jestlerle konuşturuyor insanları. 1917'de Fransa'ya gelmiş Boris, üç aylıkmış -aşağı yukarı aynı yaştayız-. Suriye'ye gelse hayatının sonuna kadar kadın gibi kullanılırdı. Tip o. Kafası çok yavaş işliyor. Ve içi kendi kendiyle dolu. Lola'nın jigolosu bir nevi. Daha doğrusu Lola erkek, o dişi. Hayat hakkında hiç bir fikri yok. Hiç güçlük çekmemiş. Hadiseler şımartmış hazreti. Lola'dan çok Mathieu'den hoşlanıyor. Sonra tapetleri merak ediyor çok. İvich'i henüz tanımıyoruz. Yalnız, Mathieu'nün birinci kısımdaki konuşmasından talebe olduğunu öğrendik. Boris kız kardeşinin tesiri altında.
Marcelle de, Lola da Sartre'ın erkek fantoşlarından çok daha diri ve insan. Lola'nın tek zaafı bir puştu sevmesi, genç bir puştu. Ama bütün acıları, bütün zilletleriyle* kendini bir verişi var ki aşka, İsa'nın: "Tanrı birçok günahlarını affedecek onun, çünkü çok sevdi" müjdesini hatırlıyor insan. Bir dala tutunma ihtiyacı, çürük, eğri büğrü bir dal, dikenli bir dal. Ve dal, kendine tutunan elden müstağni.* Kabahat Sartre'da mı? Zaten romanın başlangıcında kahramanları etiketlemek yersiz. Belki de çok daha eski intihalarımızın tesiri altındayız. Bu bir prejüje veya bir idefiks.
Fransa'da kaldığım zaman boyunca tek erkeğe rastlamadım. Hepsi hayalet misali. Birer makina, konuşuyor, düşünüyor, yatıp kalkıyor. Rengi, köşesi, keskinliği, kanı, yüreği..bir kelimeyle şahsiyeti yok. Halbuki tanıdığım bütün kadınlar, dolu..ve reel. En âdisi için insan birkaç defa hayatını tehlikeye atabilir. Marcelle de, hatta yaşlı orospu Lola da öyle değil mi? Mathieu ne kadar küstah, ne kadar şımarık, ne kadar meselesiz? Lokantadaki erkekler de öyle. Kırk yaşında bir tapet, bir nevi Zeki Müren. Uzaktan dilber, yakından korkunç. Ama hepsi de bir rüyadaki şekillere benziyor. Kötü çekilmiş resimler gibi, içimize dolmuyor. Belki gerçeği aksettirdikleri için.. Ama gerçek silik. Romanda hep Rastignaclar, Julien Sorel'ler, Raskolnikoflar görmeye alıştığımız için yadırgıyoruz bu tipleri. Muharrir usta olmasına usta. Müstehcenden de sık sık faydalanıyor. Bir Balzac'ın, bir Dickens'ın, bir Dosto'nun tenezzül etmeyeceği bir "true" bu. 54. sayfada iki çıplak kadın. Bu bir mermer çıplaklığı değil, ürperen, hummalı ve nemli bir çıplaklık. Vokabüler sokaktaki vokabüler, Eugene Sue'nün en "canaille" kahramanları bazan daha çeki düzenli konuşur, "conlar, "foutre"lar, "emmerder'ler gırla. 54. sayfada Mathieu'nün gebe bıraktığı kadının telaşı, ürperti içindeki aç teni, Lola'nın apış arası: "C'est trop de coucherie et de cochonnerie".
QUINZE-VINGT GECELERİ IV*{22}
Uzviyi ulvileştirmek bakırdan altın imal etmek gibi hayal. Hayatımıza salgı bezlerimiz hükmediyor. Şuurun karanlık bölgelerinden yükselen çığlıkları susturamıyoruz. Çığlık homurtu oluyor nihayet. Homurtu uğultuya inkılap ediyor. Saint-Augustin kendini kırkından sonra Tanrıya vakfedebildi. Muhammet Haticet-ül kübra ile geçirdiği yılların acısını torunu yerindeki Ayşe'nin kollarında çıkardı. Balzac kendisine aşkı ve hayatı öğreten Mme de Bernier'nin içli ve fedakâr sevgisinden "amour strangulatoire" diye bahseder.
Belki inananlar uzviyetin çığlıklarını dualaştırabilirler. Ama Pafnüs'ü cinnete kanatlandıran bu gayri insani inat oldu. "Chassez le naturel, il revient au galop." Uzviyet de tabiatın bir parçası. Ona hâkim olmak için boyun eğeceksiniz önce.
Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir. Ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. "This is the question." Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da kendine kıymak değil mi? Başkaları kim? Bizden birer parça. Her tanıdığımız, varlığımızın bir zeyli*. Her ölenle bir parça ben de ölürüm. Her ölüm bir "emputation".
Tımarhaneler uzviyetinin emirlerine kulaklarını tıkayan gafillerle dolu. Uzviyetin intikamı yamandır. Bir Sainte-Therese limana sığınır gibi kiliseye koştu. Fırtınaya tutulan, aşınan her gemi limana sığınır.. Denize açılmadan fırtınaya tutulan gemi, deniz sütliman, fırtına sahilde, geminin içinde...
Hayatına giren ikinci kadın Emine. Onu okuduğu romanlardan herhangi birinin kahramanı kadar bile hatırlamıyor. Şimdi ilk mektepte yardımcı öğretmendir. Yardımcı öğretmen. Emine Bursa Öğretmen Okulu'ndan mezun. Herhangi bir dişi. Bir sürü ümit, fakat kızın saçlarını bir kere bile okşayamadan bu "idylle" başlangıcı da sona eriyor. Emine için kırk elli sayfalık bir dünya edebiyatı şeması hazırladığını hatırlıyor. Emine kimbilir nerdedir şimdi?
Sonra Vali muavininin emriyle eşikten kaçırılan bir köpek gibi, öğretmen yardımcılığından dehleniyor. Evlenmesine imkân yok...
7.2.1963
"L'AGE DE RAISON"UN DEVAMI: KİTAPTA GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ KENDİMİZİZ*
55'inci sayfadan itibaren yeni simalar beliriyor. Sarah, Brunet, Gomez, Alman nazır... Ve Mathieu'nün şahsiyeti yavaş yavaş sislerden sıyrılıyor, uzaktan görünen bir gemi gibi ("il emerge"). Mathieu, Sarah'nın evine gidiyor. "Dışarda yaz ama bu başkalarının yazı." Karanlık bir gün başlıyor onun için, akşama kadar yılan gibi kıvranarak sürünecek olan, güneşin altında bir defin töreni"... Alman nazır henüz hayalet halinde. Ona Mathieu ile birlikte Sarah'nın kapısında rastlıyoruz. Başlangıç bir parça Zola'yı ve diğer natüralistleri hatırlatıyor. Sonra Brunet ile tanışıyoruz.
Mathieu'nün eski bir dostu bu. Mathieu o sabah bu eski dostla karşılaşmaktan hiç hoşlanmıyor. Bir parça vicdanına rastlamış gibi. "Can çekişen bir dostluğun verdiği sıkıntı." Sonra Brunet dışarının havasını getiriyor, sağlam, bodur, inatçı bir isyan ve şiddet dünyası, alınteri, sabır, disiplin dünyası. Brunet, onun Sarah'a tevdi edeceği o utanç verici sırrı ne yapsın? Sarah'nın çehresi aşınmış ("ronge par la borite"). Kimonodan yayvan ve yumuşak memeleri fırlıyor. Brunet'nin Mathieu'ye merhabası: "Merhaba koca social-traître". Gomez İspanya savaşına katılmak için Sarah'yı bırakıp kaçmış. Alman, 922'de Münih'te sosyalist hükümette nazırmış. Şimdi sefalet içinde sürünüyor. Brunet'ye göre casus. Brunet üç beş çekiç darbesiyle biçimlendirilmiş kaba, ama çok canlı bir tip. Parti adamı tipi. Sarah için parti mücerret bir topluluk, reel olan: insan. Brunet'nin sükûneti hem dinlendirici, hem çileden çıkarıcı bir sükûnet: denizin sükûneti. Tek insan hali yok onda, kalabalığın yavaş, sessiz ve gürültülü canlılığı var. Mathieu'yü ne zamandır bir burjuva, pis bir entelektüel, bir bekçi köpeği olarak sınıflandırmış. Onun nasihatine ihtiyacı yok. Mathieu bu ağır hükmü benimsemiş gibi, içinden "ömür boyu ne yaptım ki nasihat vermeye hakkım olsun" diyor... Nihayet Sarah'yı ikna ediyor. Genç kadın, bir Yahudi jinekolog'a durumu anlatıp onu üç bin franga çocuğu düşürmeye razı edecek. Mathieu tekrar yoldadır. Dışarda yine yaz. "Gök sokağa inmiş.. İnsanlar göğün içinde yalpa vuruyorlar ve yüzleri alev alev ışık. Yeşil ve canlı bir koku, taze bir toz kokusu. Yaz". Artık endişeleri yatışmış gibi, tabiatı görebiliyor. Luxembourg bahçesi, sıcak; beyaz heykeller ve güvercinler, çocuk, çocuk.. Çocuklar koşuşuyor, güvercinler kanat çırpıyor. Parayı nereden bulacak? "Kocadım", diyor Mathieu. Gırtlağıma kadar gömüldüm hayata. Ve hiç bir şeye inanmıyorum. Ben de, bir İspanya'ya gitmek isterdim. Olmadı, olamadı. İspanya var mı? Nerede İspanya? Oturmuş, kendi kendimi yudumluyorum, kendi tadıma bakıyorum boyuna. Kan tadı, maden suyu tadı: kendi tadım.
'J'existe'. 'Exister', bu: bu susamadan içiş. 34 yıl, 34 yıldır kendimi yudumluyorum... Çalıştım, bekledim, istediklerim benim oldu: Paris, Marcelle, bağımsızlık... Bitti artık. İstediğim hiç bir şey yok. Luxembourg bahçesi hep aynı, hep bambaşka, deniz gibi... Yüz yıldan beri oynayan sanki hep aynı çocuklar... Güneş aynı, ağaçlar aynı. Sarah ve sarı kimonosu. Gebe kalan Marcelle, para. Çok tabii, çok normal, çok monoton şeyler, ama bir hayatı dolduran da bunlar. Bunlar hayatın ta kendisi. Ötesi? Çocuklar, İspanya'lar, İspanya'da şatolar., onlar ne peki? Bana göre biçilmiş laik bir din. Ilık ve minnacık. Gerçek hayatımın serafik ve sessiz bir 'accompagnement'ı, bir alibi".
"Hür olmak isteyen insan!" Etrafımdakiler beni öyle görmek istiyor. Herkes gibi yer içer; devlet memurudur; politika ile uğraşmaz, 'Oeuvre' ve 'Le Populaire' gazetelerini okur, para sıkıntısı çeker, arada. Yalnız hür olmak ister, başkaları nasıl pul koleksiyonu sahibi olmak isterlerse. Hürriyet, onun has bahçesi, kendi kendisi ile suç ortaklığı. Tembel ve soğuk bir herif. Biraz hayalperest ama aslında çok makul. Kurnazca bir mutluluk imal ediyor, ataletten doğan harcı âlem fakat sağlam bir mutluluk. Zaman zaman ulvî mülahazalar serdederek kendini haklı çıkarmakta. Ben bu muyum acaba?" Sonra hatıralar... yedi yaşındaki çocuğun iç dünyası. Üç bin yıllık vazoyu kırışı. Tahrip zevkinin, tahrip gururunun sarhoşluğu.
Sonra on altı yaşında: "il etait une petite brute". O zaman karar vermişti hür olmaya. Yirmi bir yaşındaydı, odasında Spinoza okuyordu. O zaman da "je ferai mon salut" demişti... "Pari" aynıydı, kelimeler değişmişti yalnız. Mathieu, Mathieu'nün nazarında bir "pari"den ibaretti. Neydi bu "pari"? İstediği zaman hatırlayamıyordu bunu, şekillendiremiyordu. "Hür olmak. Kendi kendinin illeti olmak; mevcudum, çünkü öyle istiyorum, diyebilmek, kendi kendinin başlangıcı olmak." Bu cümleler coşturmuyordu onu şimdi.
Ayağa kalktı. Bir devlet memuru idi ayağa kalkan, para sıkıntısı çeken, eski talebelerinden birinin kız kardeşiyle görüşmeye giden bir devlet memuru. "Kâğıtlar dağıtıldı, bitti mi acaba? Artık ilelebet bir memurdan mı ibaretim." O kadar çok beklemişti ki. Bu arada bir hayli kadın kovalamış,-seyahat etmiş, hayatını kazanmıştı. Ama tek endişesi: "disponible" kalmak; bütün hayatını bağlayacak şuurlu ve iradi bir "acte" için serbest bulunmak, yepyeni bir hayatın başlangıcı olacak bir "acte"; hiçbir zaman kendini bir aşka veya hazza vermemek. Hiçbir zaman da gerçekten bedbaht olmamıştı. Başka bir yerdeydi sanki. Henüz tam manasıyla doğmamıştı. Bekliyordu. Bu arada yıllar yavaş yavaş sinsi sinsi yaklaşmış, onu arkasından yakalamışlardı. 34 yıl. "Brunet gibi, yirmi beş yaşında angaje olmalıymışım. Ama o zaman meseleyi bilerek angaje olamaz ki insan. Faka basar. Faka basmakta istemiyordum." Rusya'ya gitmeyi, tahsilini terk etmeyi, sanat öğrenmeyi düşünmüştü. Ama ciddi bir sebep yoktu bunları yapması için. Sebepsiz çılgınlık olurdu bunlar. Beklemeye devam etmişti... Yelkenli gemiler dolaşıyordu Luxemburg havuzunda... "Artık boşaldım, hiçbir şey beklediğim yok."
"Kendi kendine 'c'est marrant la jeunesse' dedi, dışı pırıl pırıl, içinde kimse yok. Biz gençliğimizin farkına varmadık. Sonra anladık ki gençmişiz, bir zaman. Brunet de, Daniel de öyle. İvich'i Gauguin sergisine götüreceğini hatırladı. Ona güzel şeyler göstermekten hoşlanıyordu: kendisi güzel değildi ya, özür dilemek gibi bir şeydi bu. Ama İvich hoş görmüyordu onu. Yine manyak ve faruş edasıyla bakacaktı tablolara. Mathieu yanında kalakalacaktı, çirkin, sıkıcı, unutulmuş. Ona rağmen güzel olmak da istemezdi Mathieu. İvich güzellik karşısında da hissizdi. Ne istiyorum bu kızdan bilmem, diye düşündü...
Sonra İvich'le tanışıyoruz. Yanında bir oğlan, saçları 'ca-lamistre' (ondüle yaptırtılmış). 'Elle avait son visage le plus habılle' yani saçları kapamış yüzünü, ivich'le karşılaştıkça ona öyle geliyordu ki bir katastrof yaşamaktadır: İvich, yarını olmayan küçük ve trajik bir acıydı. Ya bir yerlere gidecek, ya delirecek, ya kalpten ölecekti.. Ama onsuz yaşamaya tahammül edemezdi Mathieu."
"Une lecture est souvent une recherche. Nous posons â chaque page des questions et nous forçons l'auteur â nous re-pondre. Que nous importe la vie des autres, si nous ne pou-vons l'integrer â la nötre. C'est nous que nous cherchons dans un livre. Notre passe, notre present ou notre futur".
Kahramanlar, rüyalarımızı yaşadıkları ölçüde enteresandırlar. İç ve dış dünyamıza ışık serpmeyen kitaptan bize ne? O aynada görmek istediğimiz kendimiziz. İmkân olarak, ümit olarak, korku olarak kendimiz. Yani virtüel benliğimiz. Saçlı sakallı Flaubert Mme Bovary'de tecelli edebiliyor. Vautrin Balzac'ın, Julien Sorel Sthendal'ın enkarnasyonlarından biri. O halde birbirine benzemez görünen birçok kahramanlarda neden kendimizi görmeyelim? Başka bir coğrafyada, başka bir zaman parçasında nasıl bir hüviyete bürünecektik?..
Sartre sıkmıyor insanı. Karanlıkta bırakmıyor. İçimizden geçenleri anlamış gibi konuşuyor. İvich herhangi bir genç kız. Taşraya dönmek istemeyen, biraz şımarık, biraz hoppa bir Fransız kızı. Dünyası daracık. Mathieu onunla konuşurken "assurance"ını kaybediyor. Yaş farkı ve önceleri Marcelle de var yanlarında. Kendilerini yalnız bırakmayan bu "presence"a kin duyuyor Mathieu, kin duyuyor çünkü bu, hürriyetine bir tecavüz, ânı yaşamasına engel. Saçlarından yakalayıp maziye çekiyor onu, maziye veya istikbale. İvich: ân veya istikbal ama başka bir istikbal. Mathieu için bağlanmak, bağlandığını hissetmek, bağlarını koparamamak, bitmek demek. Mathieu için İvich bir dert, bir tecessüs, bir istifham.* İvich için Mathieu henüz belli değil. Konuşmalar çok tabii. Ne biliyoruz tabii olduğunu. Belki de bu, romancının ustalığı sadece. Bilmek için yaşamak lâzım. Aynı yerde oturmak, aynı yaşta olmak vs. Otomobildeki sahne de çok düşündürücü. Barutu ateşleyen kibrit. Mathieu'nün kollarında cansız bir ceset kadar hissizleşen genç kız ve Mathieu'nün âşık oluşu....
Belki dikkat etmemişimdir: hiçbir romanda hislerin gelişmesi bu kadar nüanse, bu kadar "suggestif' değildir sanıyorum. Bir jest ruhi muvazeneyi allak bullak ediyor. Yepyeni bir durum çıkarıyor ortaya. Mathieu'nün Marcelle'e karşı sevgisi de bütün meddücezirleriyle karşımızda. Bir alevlenen, bir küllenen bir sevgi. Bazen bir yara sızısı. Bir vicdan azabı. Bir diş ağrısı. Bir yük. Sartre bu dalgalanışları yaşatıyor, insana. Sebeplerini söylemiyor. Ukalâlık yapmıyor. Kahramanlarla birlikte yaşıyoruz. Bütün kahramanlarla mı? Hayır. Meselâ İvich'in derisi içine giremedim. Onu dışarıdan görebiliyorum henüz. Ne aradığını bilmiyor. Biraz düşman. Ve kendi kokusuyla sarhoş. Belki de Mathieu'nün yanında olduğu için öyle. Erkeğin üstün zekâsı ve kişiliği karşısında yaşından başka iftihar edecek nesi var? Şımarıklığı bir nevi zırh. Hâlbuki Marcelle, evet ben Marcelle olabilirdim. Onun bütün acılarını yaşayabiliyorum. İnsan kolayca bazı kahramanların derisine girebiliyor. Sarah da benim. Mathieu de hatta zaman zaman Brunet de. Boris'le İvich'i benleştiremedim henüz. Belki biraz kıskançlık.
İvich yaşamıyor mu? Yaşıyor. Yaşayabildiği kadar yaşıyor. Paris'in her hangi bir kahvesinde düzinelerle İvich var, şu anda. Paris'in ve bütün payitahtların. Belki ben İvich'leri hep dıştan seyrettim. Sinemada görür gibi. Bana biraz irreel gelişi bundan. İrreel ne demek? İrreel yani sıcaklığını duyamıyorum. Nefesini, kokusunu alamıyorum. İvich uzağımda.
8.2.1963
QUINZE-VINGT GECELERİ V*{23}
Hiçbir arzu yok içimde. Hiçbir tahassür yok. Gök mavi ve duru. Biraz sisli. Fırtına nasıl ve ne zaman dindi? Hatta dindi mi? Bilemiyor. Kedi gibi, köpek gibi, ağaç gibi yaşamak.. Yaşayamaz ki. Gemiye binmiş bir kere. Daha doğrusu bindirilmiş.
Linda, Emine ve sonrakiler., tutunmak istediği birer daldı. Düşen tutunacağı dalları seçmez. Ve hepsi de kuru bir dal kadar duygusuzdular. Linda, Emine ve sonrakiler.. Sonrakiler kim? Abanozdan Sevim. Onunla iki gece yaşadı ve âşık oldu. Sonra? Pansiyon komşusu Alis. Kendileri için kıvrandığı bu kadınların şimdi çehresini bile hatırlayamıyor. Aşk... Ne aşkı? Aşk bir seçiş. Onun karşısına bu kadınlar çıktı. Sevim şuursuz bir orospuydu, belki eski bir hizmetçi. Alis kültürsüz, iki çocuk doğurmuş, para canlısı bir başka orospu. Emine herhangi bir ilkokul öğretmeni hatta herhangi de diyemeyiz, bodur ve sevimsiz. Ama o bunların hepsini sevdi. Açtı, şefkate, kadına açtı. Hiçbiri yüz vermedi ona. Güldüler. Deliye bak dediler.
İzdivaç teklif etti hepsine de, başka silahı yoktu, kendini öylesine küçük görüyordu, reddettiler. Onları seçmemişti, kader karşısına çıkarmıştı onları. Yalnız onları çıkarmıştı karşısına. Sonra Râyegân. Ve aşka çok benzeyen bir kristalizasyon. Sonra ayrılış ye ümitsizlik. Râyegân'ı da kader çıkarmıştı karşısına. Ama o bir genç kızdı. Kibar ve...
Bu münasebet neden başlarken sona erdi, bilmiyor. Hatırladığı tek şey çektiği acı. Evleninceye kadar hayatına giren kadın çehreleri aşağı yukarı bunlar. Emine ile Râyegân'ın elini bile sıkmadı. Ve hiçbirinin dudaklarından sevgiye benzer tek kelimenin döküldüğüne şahit olmadı. Ezildi ve hor görüldü. Neden? Çok ateşli, çok kuvvetli bir "mâle"di. Hassastı, sevmek için yaratılmıştı. Kaderin karşısına çıkardığı kadınların üçü de fahişe idiler. İkisi profesyonel, biri profesyonelimsi. İkisi hayal peşinde genç kızlar, mühendis istiyorlardı belki de. Taşkın hisleriyle korkutuyordu, şaşırtıyordu, onları. Ne var ki hiçbiri yaşamıyor artık. Zaman zaman hafızanın sathına çıkan bir naaş. Ne sıcaklıkları var ne cazibeleri. Hiçbirine teşekkür borçlu değildi. Hepsi de kalbinden bir parça kopardılar. Hepsi de gururunu ezdi.
Sevmek zorundaydı. Yirmi iki sene kadınsız yaşamıştı. Kadınla nasıl konuşulur bilmiyordu. Güveni yoktu kendine. Hiç mi hiç güveni yoktu. İzdivaç teklif edebileceği her kadına evlenelim dedi. Ne yapabilirdi başka? Başka şekilde bir kadına sahip olabilmeyi aklından geçiremiyordu ki. Bütün kadınlar reddettiler. Bütün kadınlar. Yani Linda, Emine, Sevim, Alis. Râyegân böyle bir tekliften hiçbir zaman haberdar olamadı. Sonra Câzibe'nin aracılığı ve ismini bile hatırlamadığı iki ilkokul öğretmeninden gelen ret cevabı. Dünyası bu kadardı.
9.2.1963
Çocuk olmadı, genç olmadı. Avrupa'da olsa bir manastıra çekilirdi belki, orada kafasıyla yaşardı. Kafasıyla yaşamak için yaşamak. Yaşamak için çalışmak lâzımdı, ev lâzımdı. Evlendi, sünnet olur gibi, askere gider gibi, manastıra çekilir gibi. Biraz utanarak, biraz istemeyerek, biraz korkarak... Ufuklara açılmadan limana giren zavallı gemi! Bununla beraber, karısı onunla hayatını birleştirmeye razı olan ilk kadındı. İzdivaç teklif ederken onun da reddedeceğinden emindi adeta. Adeta lâf olsun diye yaptı bu teklifi. Nihayet her tanıdığı kadın gibi, hatta her tanıdığı kadından çok daha fazla, karısını da sevdi. Otuz beş, kırk yaşlarında olsa ve hayatı bütün mevsimleriyle yaşamış bulunsa hiç şüphe yok izdivaçların en bahtiyarı olurdu bu.
10.2.1963
DALGA ŞUURUN DERİNLİKLERİNDEN YÜKSELMİYORMUŞ
Dalga, şuurun derinliklerinden yükselmiyormuş demek. Satıhtaymış. Sert ama sığda... Varlıktan ademe yuvarlanışta, ellerinin ihtilaçla* uzandığı dallardan biri daha kırılmış ne çıkar? Gölgeleri dal diye kucaklamaya kalkışmanın akıbeti... Gölge. İnsanlar birer gölge, konuşan, gülen, inleyen ve eriyen birer gölge. Toprak nasıl emerse suları, zaman da bu gölgeleri öyle yutuyor.
Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor? Bu bocalayışların hepsi de soyumuza has bir alın yazısı mı? Yoksa... Bu "yoksa" öldürüyor. Sürü ile acı çekmek, acı çekmemek gibi bir şey. Sürünün terk ettiği hasta bir koyun olmak güç.
Ruh iklimindeki durgunluk ne kadar sürecek? Bu aldatıcı bir sükûn mu? Bilmiyor ki. Neden ruhu bütün rüzgârlara açık, neden en küçük bir meltemle alabora oluveriyor?
"Ne jugez pas". Fertler de, içtimai sınıflar gibi, antitezlerini sinelerinde besliyorlar. Ölüm mikroplarını içimizde taşımıyor muyuz? Sevdiklerimiz bazen bir vicdan azabı... "Et nous alimentons ces aimables remords, comme les mendiants nourissent leurs vermines"...
A. öldü. Onunla beraber kaç ayım, kaç günüm karıştı toprağa. B. yaşıyor, hocalık hayatımın en büyük inkisarlarından olarak. En büyük inkisarlarından, çünkü en büyük iftiharı olabilirdi. Göğüs boşluğuna bir kalp yerleştiremedim, hiç kimseyi sevemiyor. Eskiden de öyleydi. Onda kültürün yok edemediği korkunç bir tahrip insiyakı var, hedefini bulamayan bir insiyak. Şüphe yok ki hasta. Bir Julien Sorel kadar hipokrit, ama onun gibi karanlıklardan gelmiyor, ezilmemiş, hırpalanmamış, belli bir "ambition"u da yok. Seviliyor, beğeniliyor. Kimden, niçin intikam alacak?... Bir Eflatun olabilirdi, bir Alcibiade bile değil.
12.2.1963
BULUTLARA BENZER DUYGULAR
Bulutlara benzer duygular: turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz. Çiçeklere benzer duygular: gönüllerde yıldız yıldız açılır, meyve olur, ağaç olur; nesiller dinlenir gölgesinde: muzaffer alınlarda taç olur. Çiçeklere benzer duygular, kuytu bir bahçede açan çiçeklere. Gözyaşlarında kanatlanır yaprakları, kalbinin kanıyla şafaklaşır. Ağlayınca açar o çiçekler, gülünce solar. Kuşlara benzer duygular. Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık çığlıktırlar, kâh sesleri işitilmez. Baj’ında güneşler tutuşmuyorsa selamlayıp geçerler seni. Kuşlar soğuk iklimi sevmez.
13.2.1963
ROUSSEAU COMTE
Deha çullanmış Rousseau'ya. Nereye, gitse kovalamış: gölge gibi, felaket gibi. İnsanların en terbiyesizi, insanlığın en büyük terbiyecisi olmuş. Zilletlerini, düşüşlerini, hicranlarını tefekküre kalbetmiş. Gübreden fışkıran zambak. Byron haklı: Rousseau'yla bir çağ başlıyor., hasta, sarsak, yapmacıklı, perişan bir çağ. Ama kalbi var bu çağın. Yalnız beyin, yalnız merasim, yalnız poz değil.
Yirmi yaşında mektepten kovulmuş Comte. Meçhul bir kadından bir çocuk peydahlamış, arada. Meyhaneye girer gibi Saint-Simonizme girmiş. Sonra bir başka fahişe bulmuş. Kahramanımız yirmi yedi yaşındadır. Metres hayatı yaşadığı kadınla evlenmiş resmen, tımarhaneye girmiş, oradan çıkınca bir de dini nikâh yaptırmış. Seine nehrine atmış kendini, kurtarmışlar. Nihayet olgunlaşmış, kırk altı yaşında, başka bir fahişe çıkmış karşısına, otuz yaşında bir kadın. 47 yaşında kadıncağızı kaybetmiş. Bir biyograf zavallıyı kendisi öldürdü, diyor, yalan yanlış ilaçlar aldırarak öldürdü. Dünyanın bütün ülkelerinde böyle bir adamın yeri ya tımarhanedir, ya hapishane. Hâlbuki Auguste Comte düşünce tarihinin başköşesinde.
KAÇANLAR
Paris benim de rüyalarımın şehri. Ben de yıllarca orada yaşadım. Mariusla Rastignac'la, Julien Sorelle.. Paris'in büyüsü nerden geliyor?.. Evvelâ sevdiklerimin çoğu orada yaşamış. Ve yaşıyor. Kulaklarımızda dost isimlerin musikisi: Chenier, Diderot, Comte.. Bu Flaubert'in, Lamartine'in veya Loti'nin Doğu hayranlığından farklı. Onlar müphemin nostaljisi içinde. Ben Bilinen'in. Belki bu bir kopuş. Yahut belki de parçanın bütüne hasreti. Londra, New-York veya Moskova.. Bütün uzak beldeler gurbet benim için. Yalnız Paris vatan, kafamın vatanı. Ama gönlümle bu topraklara bağlıyım. Tam bir "ecartelement".
Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor yurdundan. Hayır, kirlettiği bir odadan kaçar gibi. Unutuyor ki vatanı kenefe çeviren kendisi. Aydın, Tanzimat'tan beri Batı kapitalizminin şuursuz simsarı. Tanzimat bir medeniyetin fethi değil bir ırzını teslim. Ve aydın harabe haline getirdiği bu memleketin enkazından bir şeyler yüklenip Batı'ya kaçmak istiyor. O enkazla yeni bir bina kurmak güç şey. Ama zavallı dostlarım, dünyanın en güzel coğrafyasını cehennemleştiren biziz!.. Bavulunuzda, hafızanızda o cehennemi taşıyorsunuz. Kaçış, daima zelilânedir.* Bu kaçış bir kendini arayış da değil, pervanenin ışığa koşması da. Hürriyet, hürriyet., ne hürriyeti? Mevcut hürriyetleri kullanıyor musun? 1963 Türkiyesi Voltaire'lerin Fransa'sından yüz kere daha hür. Voltaire'ler nerede?
15.2.1963
QUINZE-VINGTS GECELERİ VI*{24}
Le Sage'ın "Topal Şeytan"ı damlarını açar evlerin ve kahramana komediler seyrettirir. Çağdaş romancı tımarhanelerin de çatılarını araladı, kerhanelerin de. Batı'nın harikuladeliklerden aşınan tecessüsü zaman zaman bayağı'da, gündelik'te bilenmek ihtiyacını duydu. Romancı büyülü aynasını mahalle aralarında dolaştırdı sık sık. Sanatın vazifesi fâniyi ebedileştirmek, tabiattaki korkunç tahrip dehasıyle göğüs göğüse mücadele etmek değil mi? Her anı ne kadar ferdî, ne derece alelade olursa olsun insanlığın uçsuz bucaksız orkestrasında bir ahenk unsurudur.
Her çığlık, her kahkaha, her cıvıltı gök kubbenin altında akisler bırakmaya lâyık. Ebedileşmek uçurumların da hakkı.
Çağdaş roman şuuraltı mağaralarının kapılarını açtı. Kâh irkilerek, kâh korkarak, kâh şaşarak garip hayvanlar seyrettik. Gördüklerimiz sudaki akislerimizdi çok defa. Roman bizi başkalarının maceralarına ortak eden, hayatımızı genişleten, değiştiren dost bir sanat. Ama her sanatın amacı bir fetihtir, bir inşadır. Tek gönül veya milyonlarca gönül. Kulübe, saray, şehir veya kıta. Gerçi roman antik trajedinin de mirasçısı. Okuyucuyu dehşete düşürmek, acındırmak sık sık başvurduğu baharat.. Ama trajedi destanla akraba. Eşil, Homer'in veya Pendar'ın devamı. Hudutlarının sonsuza dayanmasına rağmen "fiction" ülkesi de hudutlu nihayet.
Hugo, Dea'yı romanına sokabilmek için bütün şairliğini seferber eder: "Büyük ve aydınlık gözleri vardı. Ne garip kendisi için sönen bu gözler, başkaları için pırıldıyordu. Yalnız dışarısını aydınlatan esrarlı meşale. Işıktan mahrumdu, ışık saçıyordu... Adına körlük denilen o karanlık duvarın arkasından nur fışkırıyordu... Geceydi, ama yıldızı olan gece.
Körler hayatın da, edebiyatın da dışında. Yahut insanların arasına çıkabilmek için deha ile taçlanmaları, bir Homer, bir Milton, bir Maarri olmaları şart. Yani paryanın tanrılaşması. "Galen Adam"da Dea, Gynplaine'in korkunç çehresini görmemek için kördür. Kurtarıcısını gönlü ile görür. Dea serafik bir varlık, etten kemikten yaratılmamış, bir şiir, bir sembol, bir ışık. Işık kendi kendini görür mü?
"Sefiller"in yarı tanrı, yarı insan monsenyör Bienvenu'sü ömrünün akşamında gözlerini kaybeder. Ama bu artık bir kaybediş değil, bir buluştur.
Güneşin çiğ ve hoyrat ışığı yerine, gönlün sitarevî aydınlığı. Pencerelerini dış dünyaya kapıyan şuur artık binbir kollu avizesini yakmıştır. Kaldı ki Monsenyör Bienvenu'nün öyle bir avizeye de ihtiyacı yok. Çünkü sevilmektedir. Güneşler, yıldızlar, avizeler... Gerçekten sevilenlerin bu oyuncaklara ihtiyacı var mı? "Kör olmak ve sevilmek, hiç bir şeyin tamam olmadığı bu dünyada garip bir saadet" Hugo öyle diyor. "Çehresini göremiyorsunuz ama sevdiğinizin kalbi hep yanı başınızda çarpıyor, karınız, kardeşiniz, kızınız. Dünya küsufa* uğramış ne çıkar? Karanlıkta ve karanlık sayesinde yıldızlaşmak. Etrafında gece gündüz bir meleğin tavaf ettiği bir yıldız olmak. Sevildiğini bilmekten büyük saadet olmaz" (Victor Hugo, Les Miserables, Edition Gamier freres, ss. 108-209).
Sonra., sonrası yok.
Sanatkâr yaralarını göz önüne sererek merhamet dilenen bir çanak yalayıcı değildir. Hugo'nun büyülü bir mehtap gibi harabeleri saraylaştıran muhayyilesi en büyük felaketi sevimlileştirebiliyor. Ama büyük körlerin hiçbirinde bu nikbinliği bulamamaktayız. Pek kısa bir zaman gözlerini kaybeden Heine öfkeden, hırstan, yeisten çıldırıyordu adeta. Unutmak ve unutturmak. Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin ve bütün ülkelerin paryası. Kör müsün? Kör olasıca!
Hay kör şeytan!.. Roman'ın bütün canavarlara bütün sürüngenlere açılan kapılan körlere kapalı. Neden? O halde ıstıraplarından bir roman, bir şiir de yaratamayacak kör. Kimin hikâyesini anlatsın?
16.2.1963
BU ÜLKE 89'DAN BERİ SU ALAN BİR GEMİ
Bulanık akıyor şuur ırmağı, bulanık. Derinlikleri seçilemiyor. Aksettirdiği, gökte soluk bir kaç yıldız. Neden eğilmek istiyorsun hep? Kalbini teşrih masasına yatırmaktan bıkmadın mı? Hayat dışarda.. Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yaratmaktan, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığınan bir köpek gibi. Ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp, kaçmaya zorluyor seni. İnsan, salahiyetinin sınırlarını çoktan mı aştı? Dünyanın batan bir gemiye benzemesi bundan mı? Tabiat, fare ile oynayan kedi gibi, soyumuzla alay mı ediyor? Tedirgin, küstah, azgın insan sürüleri.
Batan bir geminin ister serenine tırman, ister küpeştesine yan gel.. Bu ülke 89'dan beri su alan bir gemi. 89'da tasfiye edilen yalnız Batı aristokrasileri, yalnız derebeylik nizam-ı içtimaisi değil; 89 burjuvazinin zaferi, ihtiyar Şark'ın da ölüm çanı.. Asırlarca krallardan baç alan Devlet-i Aliyye'nin mecalsiz avuçlarında fetih kılıcı yok artık, dilenci keşkülü var. Birbirinin gırtlağına sarılacakları mesut günü iple çeken renk renk insan., ve nihayet çözülüş. Hasta adam hâlâ can çekişiyor. Can çekişen yalnız o mu?
Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklı selim mihrakı. Cemiyet tek mit'e dayalı: Atatürk miti. Başka bağ yok. İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi kendine düşman insanlar haline geldik. Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında. İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı. Nihayet dil de gitti elden. Türk milleti. Hangi millet? Milliyetçiyiz.. Hangi milliyetçilik? Batı'nın en bedbaht, en sarsak, en hasta fikir adamı bas-ü badelmevt* hülyalarıyla avutabilir kendini.
Kadirşinas bir el, gübre altında kalan inciyi asırlarca sonra insanlığın tefekkür gerdanlığına iliştirebilir. Dilin medeni memleketler argosundan çok daha büyük bir hızla değiştiği bir ülkede, yarım okka esrar içen bu kadar çılgınca bir hayale kaptıramaz kendini.. Hangi "posterite"?.. Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..
O halde? Tefekkürün her ülkede bir nevi "martyr" olduğu belki bir vakıa. Ama şehvet dolu bir "martyr". Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli. Nihayet manastır var Batıda. Yaralanan insan köpek gibi sokağa terkedilmez.
17.2.1963
İNSAN VE KOSMOS
31 Ocak 1963 tarihli "Nouvelles Litteraires"de Jean Guitton'un güzel bir yazısı var. Guitton Akademi azası. Her çarşamba Sorbonne'da kozmosun mânâsı hakkında dersler veriyormuş. Yazının başlığı "Kosmos Karşısında İnsan". Guitton Quinet'yi okumamış. Üstadın "Creation" adlı eserinde çok "lugubre", çok bedbin bazı kehânetler var. İnsan ve Kosmos. Will Durant medeniyet iki cümudiye* devri arasında bir dinleniş, bir nefes alış, diyordu, zelzele devi şöyle bir başını kaldırmaya görsün ne kent kalır, ne köy kalır. Quinet'nin pesimizminde çağının biyolojik nazariyeleri methaldar*.
Guitton'u hülasa edelim.
İnsan Rönesansa kadar kosmosla kendi arasında muhteşem bir ahenk vehmediyordu. Felsefe, ilim, hatta din insanla tabiat arasındaki nizamı senfonileştiriyordu. Dünya kâinatın merkeziydi, insan dünyanın şerefi. Bu inanç sarsıldığı gün antropos'la kosmos arasındaki ahenk şüphe konusu olmaya başladı ama çok kısa sürdü bu şüphe. Yalnız Pascal kâinatla, kâinatı düşünen kamış arasındaki büyük nisbetsizliği aydınlık olarak görebildi. Zaman'la tekâmül'ün keşfi bu ahengi rahnedar* edebilirdi. Aksine kuvvetlendirdi. On dokuzuncu yüzyıl, gelişen kozmosu düzenleyen kanunla, insanoğlunu idare eden kanunun ayniyetine inanıyordu. Tabiatı da, tarihi de gittikçe daha ileri, daha mükemmel merhalelere* sürükleyen, aynı tekâmül kanunuydu. Arada uçurum varsa çok geçmeden kapanacaktı. 1815'ten 1940'a kadar Avrupa'da hâkim olan inanç budur: Spencer, Renan, Hegel, Marx hatta Bergson..
Atom çağından beri vaziyet değişti. Kosmos hakkındaki yeni görüşler bütün inançlarımızı alt üst etti. İlk defa olarak insanla kosmos arasında münasebet olmadığını anladık. Ayrı ayrı planda bunlar. Dünya gittikçe garipleşmekte bizim için. Nispetsizlik, tuhaflık, saçma sapanlık, akla uymamazlık... Âlimler de romancılar da serseme dönmüş. En çok kullanılan kelimeler bunlar. Üniver değil, plüriver. Büyük'e ferman dinleten kanunlar başka, küçük'e düzen verenler başka. Yani çeşitli dünyalar ve bu çeşitli dünyalarda çeşitli kanunlar var. Yıldız ayrı bir âlem, atom ayrı bir âlem. Kâinat bir ürperti, bir tesadüf, bir akış. Derin bir nizamsızlıktan doğan arızi bir nizam., dalgalanış, ve denge. Kosmos'un doğuşu oldukça yeni bir macera. Hiroşima'daki infilake benzeyen ama daha yavaş bir oluşum. Bilinmeyen bir andan itibaren, dört dönen bir nebülöz sağanağı. Sonra üzerinde bulunduğumuz akıl almaz toz yığını, belki de daha birçok yıldızlar üzerinde hayatın belirmesi: lüzumsuz bir macera. Ve boyuna gelişen nebatlar, hayvanlar başağı.
Nihayet nasıl ve niçin doğduğuna bir türlü akıl erdiremediğimiz insanoğlu, faydasız canlılarla ezilen kâinatta açlıktan ölmemek için kendi kendini tahrip eden ve üniversel hezeyana akıl erdirebilen garip mahlûk. Boşluklarla imkânlarla dolu bir mültiver.
Belki başka dünyaların da bizden çok üstün canlıları var. İnsanla tabiat arasındaki ahenk ne oldu? Çağımızın ana problemi bu. İlmin son sözü ümitsizlik mi? Kosmos ateizmi mi haykırıyor? Çağdaş felsefe bu sualleri duymazlıktan gelmektedir. Felsefe ilme eğilmiyor. Tek istisna Teilhard de Chardin. İnsanın yeni ümitlere ihtiyacı var. Bu kadar yükü ancak Tanrı taşıyabilir. Guitton'a göre, antropos'la kosmos arasında her şeye rağmen bir ahenk mevcut.
Yazı doyurmuyor insanı, tedirgin ediyor. İnsan belki de kâinatın en garip macerası. Ama ister en şereflisi olsun, ister en rezili, bilinen varlıklar içinde düşünen yalnız o. Neden kendi tezatlarını halletmiyor? Neden kucağında yaşadığı dünyayı cehenneme çevirmektedir? Kâinatla beşer arasındaki ahenk şimdilik bizi ilgilendirmez, daha doğrusu bizim dışımızda. Nihayet ilmî bir tecessüs konusu. Kaderimizi çok daha yakından ilgilendiren dâvalar karşısında Guitton'un, Guitton'ların söyleyecek sözleri yok mu? Atom çağının girdiği çıkmazdan kurtulmak için yeni "mystification"lara sığınmaya çalışıyor. Sorumluluklarını meçhul ve kavranılmaz bir kosmosa devretmek ihtiyacı. Silahlanma yarışı, insanı insan olduğuna utandıran kuyruklu yalanlar, bunakça veya çocukça ihtiraslar... Bunlarla kosmosun "absurdite'si arasında ne gibi bir münasebet var? İnsan âciz. Ama bu aczinin mâliki geniş ölçüde kendisi. Neden bir Michelet'nin, bir Marx'in, bir Spencer'in nikbinliği yok, Guittonlarda? Üniver'in plüriver oluşu, başka yıldızlarda dâhiler bulunması neyi değiştirir?
19.2.1963
"ANGOİSSE": BUNALTI