Kırk yıl hocalık etmiş Hatemi Senih. Nesiller yetiştirmiş. Bu memleketi hergele ahırı haline getiren Hatemi Senih'ler. İnkırazının* en baş döndüren merhalesinde inkılap yobazının şamar oğlanına çevirdiği medrese bu kadar sersem, bu denlü ehliyetsiz molla yetiştirmemiştir. Hatemi bir irfan sarayının aralık kapısından içeri sızan bir "intrus" değil, Hatemi bir devrin iflasını haykıran çok geveze bir şahit. Hangi devrin? Hatemiler. Hatemi'leri bir şifa evinde tedaviye tabi tutacağına, istikbalini onun ellerine tevdi eden bir ülke, kendi idam fermanını çoktan imzalamıştır. Hatemi Meşrutiyetin çocuğu sayılır. Ama irfan sahnesine aktör olarak çıkışı devr-i dil-ârâ*yı Cumhuriyette. Taltif edilmiş, en güzide liselerde felsefe okutmuş. Cümle kurmaktan âciz. Önümdeki kitap bilmem kaç baskı yapmış. Bir ülke bu kadar sahipsiz olabilir. Özcan'lar, Tahsin'ler bu imalathanelerden yetişiyor. Sayfalarında fikir derbederliğinin hamakatle kolkola hora teptiği bu esfel* esercik ancak akıl hastalıklarını tetkik etmek isteyenlere salık verilmeli idi. Talim Terbiye'nin kararı ile liselerimizde okutuluyor, Hatemi hocaların en hocası. Hatemi'ye taş atacak günahsız nerede? Entelijansiya Plekhanov'un Kleopatra'sı değil. Nerede o asalet? Nerede o cazibe? Kleopatra etin tecessüsünü, Kleopatra aşkı, hummayı temsil eder, Havva'yı temsil eder. Cennete sığmayan, yeni ufuklar arayan ve insanlığı tarihsiz bir bahçıvan, olmak haysiyetsizliğinden kurtaran Havva'yı. Bizim entelijansiya mahalle aralarında ihtiyar gulam*perestlere iffetini sunan, her mezellete önceden razı bir ahlak ve idrak düşkünü.
Bütün lise kitaplarının ayırıcı vasfı çürüyen bir beynin anatomisini aksettirmelerinde. Sarhoş bir kelime yığını hepsi de. Ve aydın hayatından memnun. Aydın asırlardan beri hor görülüşünün acısını, yetişecek nesillerin iz'an’*ını kundaklamakla alıyor. Nereden başlayacağız? Neye başlayacağız? Vicdanlar susmuş. Abdullah Cevdet, "yoktur şifa ümidi bu umman-ı haste'ye" diyordu. İçtihad çıkarken Türk Yurdu çıkarken, Sırat-ı Müstakim çıkarken, bir Abdullah Cevdet bütün Edebiyat Fakültelerimize bulutlardan bakacak heybet ve hey'ette bir jeandı.
Ayrılan ellerimiz bir daha birleşmeyecek. Siret'le Ümit Yaşar. İkisi de içtimai dâvalara aldırış etmeyen birer salon şairi. Hangi salon? Siret, bir Ninon de Lanclos'nun, bir Madam Recamier'nin davetlilerine utanmadan okuyabilirdi yazdıklarını. Ümit Yaşar'ın şiirleri ancak kerhanelerde ilgi toplayabilir. Siret'in Türkçesi Arvers'in Fransızcasından çok daha saltanatlı, çok daha musikîli bir dil. Tarih, bir medeniyeti en küçük vicdan azabı, en küçük bir utanç duymadan sadizmlerine kurban eden bu gorillere Hülagû'nun kazıkladığı lanetler mağarasında bile yer vermekte tereddüt edecektir. Düşünen adam fildişi kulede değil, yedi kat yerin dibinde bile bu bedbaht kalabalığın densiz çığlıklarını dinlemek zorunda. Çocuklarımızın dünyası bizimkinden bin beter bir tımarhane olacak. Dilini kaybeden millet yaşamak hakkını çoktan kaybetmiştir.
6.6.1963
HAYALE VE YA HAKİKATE DAİR
Hakikat o kadar çirkin mi? Neden süprüntü kutularından tedarik ettiğiniz paçavralarla sarıp sarmalıyorsunuz? Yalan daima asil değil ki? Donmuş ruhunuz. Ne ümidin sıcaklığı, ne sevginin alevi, Sibirya'da vahalar yaratabilir. Derinlere inmeyen bir tecessüs; kumları avuçları ile iten, toprağın bağrındaki coşkun sulara inmeyen çölde artezyen fışkırtamayan, fışkırtmak istemeyen ürkek, mecalsiz, hasta bir tecessüs. Kurumuş bir deve dikenine benziyor ruhunuz, rüzgârların sürüklediği bir deve dikeni... Yapraklarınız dağılmış, çiçekleriniz dökülmüş, meyveniz yok. Bir ağaç iskeleti ruhunuz. Bulmaktan korkarak arıyorsunuz. Neyi? Akmayan bir çeşmeye benziyor ruhunuz. Hoyrat eller musluğunu bile sökmüşler. Kitabesi? Kitabesi silinmiş. Kanatları yok ruhunuzun. Galiba kanatsız doğmuş. Yeis kadar şifasız, kutuplar gibi., hayır kutuplara benzer tarafınız yok. Sadece hâstasınız. Birçok insanlar gibi, İnsanlık gibi hastasınız. Hayat atılış demek, ileriye, yeniye, maceraya. Çamura saplanmış bir araba.
Metruk, camları kırık ve rengi solmuş. Zindanınızın kapıları açık, ama siz hasır bir iskemle kadar o zindanın eşyasından olmuşsunuz. Ve sırtınızda taşıyorsunuz zindanınızı. Yalnız sesiniz, yalnız kelime. Uzaklardan gelen ve kime ait olduğu bilinmeyen bir ses. Ve bozuk bir plaktan dökülen kelimeler. Hep aynı. Ve gömülmesi unutulmuş bir cenaze kadar sıkıcısınız bazan. Susuzluğu arttıran ve ağızda buruk., hayır sadece acı sadece kekremsi bir tat bırakan deniz suyu gibi bir şey.
Başlamadan biten bir oyun bu, güldürmeyen, ağlatmayan bir oyun. Kader bazan çok ahmak bir rejisör. Biz de rollerimizi beceremiyoruz galiba. Güller ıtır olur dağılmadan. Acılar hatıralaşınca güzelleşir. Şair, "kendi rüyamı çaldım kalbinin boşluğunda" diyor. Rüyalarımızı çalacak gitar? Işığa borcumuz yok, o bizim için doğmuyor ki, güneş bizi ısıttığının farkında bile değil, ırmağa teşekkür borçlu değiliz. Şükrün bir şuurun, bir niyetin, bir fedâkârlığın aksi sedasıdır. ? Şair, "ben kadehimi diktiğim zaman ziyafet sona erdi, şarap kalmışsa uşaklar içsin", diyor. Boş bir kadehi dudaklarına götürmek. Hazin olan bu. Kadehte bir cür'a* bile yok. Hatta kadeh de yok ortada. Hem kadeh, hem bade, hem bir şuh sakidir gönül. İçtiğin hayal kadehindeki rüyalarındır. Neden bu rüyaları sen de görmedin? Yaşamak yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel.
15.6.1963
DERGİLERİN KADERİ*
Dergilerin garip bir kaderi yar. Bir nesle hitap ederler çok defa. Sonra meşin türbelerinde ebedi istirahate çekilirler. Bir ölen heyecanlar mezarlığı. Ama bir devrin çehresini makyajsız olarak dergilerinde bulabiliriz, kitaplarında değil. Kitap daha yapmacıklı. Orada düşünceler gelecek asırlara yollanan birer mektup. Kitaplar çok defa mumyalanmış fikirler. Dergi ve gazete, bir devri, terlik ve sabahlığı ile teşhir eder. Bunun için dergilerde seyahati, kitaplarda seyahate tercih ederim. Daha mahrem, daha samimi bir yolculuk. Şehrin iç sokaklarına daha çok sokulabilirsiniz. Müzeden çok antikacı dükkânı, hattâ Kapalı Çarşı'daki, Bit Pazarı'ndaki külfetsizlik, en kabadayılarında en çatık kaşlılarında bile insanı gülümseten, bazan ağlamamak için gülümseten çocukça bir saffet ve hayal sefahati. Şöhreti fethe koşan bir aydınlar ordusu, heyecanlı, ümitli, çoğu yarı yolda kalmış, kimi yol değiştirmiş, hedefe varan birkaç kişi?
Yıl 1893. "Revue Philosophique" on sekiz yaşında, "Critique Philosophique" (Renouvier- Pillon) biraz daha ihtiyar. Ve bunlara yeni bir fikir dergisi daha katılıyor: "Revue de Metaphysique et de Morale". Önsözü okuyorum. Revue Philosophique müsbet ilimlere de açmış sayfalarını, Renouvier kendi doktrinini sayfalaştırmış. Yeni dergi yalnız felsefe'den bahsedecek. Felsefe dine muarız değil. Tersine alabildiğine dindar. Yalnız herhangi bir kiliseye bağlı değil. Filozof huzuru ve ışığı felsefede arar. Çağımızın endişeleri arasında, hadiselere takılıp kalan pozitivizmle, bâtıl inançlara sürükleyen mistisizm seslerini yükseltmekte. Aklın ışığı her zamankinden daha zayıf ve titrek, insanlığın yolunu aydınlatacağa pek benzemiyor. Gönüllerinde bu kutsal ışığın pırıldadığını hissedenler bir araya gelmeli. Dergi hür düşüncenin ifade vasıtası olmak iddiasında. Sayfaları akıldan yana olan herkese açık. Bununla beraber, dergiyi çıkaranlar büyük bir ümide kapılmıyorlar, biliyorlar ki rehavet ferman ferman, okuyan az.
Lukacs'ı hatırladım. Üstat "Existentialisme ou Marxisme"inin "İntroduction"unda şöyle diyordu: "1848 İhtilali bozguna uğradıktan sonra burjuvazi geçti iktidara, politik ve ekonomik bakımdan uzun bir "securite" devresi. Bu çağ, felsefe planında "utangaç bir materyalizm" (Engels) ile, solipsizm arasında yalpa vuran bir agnostisizmle pekâla yetinebilirdi. Ancak emperyalizm merhalesinin başlangıcında yeni bir değişiklikle karşılaşılacaktı. Felsefi idealizmi kurtarma şansı üçüncü bir yol adı altında sahneye çıkacaktır. Marx'la Nietzsche'den başlayarak "existentialisme"e varan bir yol. Bu cereyanın hususiyeti, hem materyalizm hem de idealizm karşısında tarafsızlık ilânı; her iki sistemin de bilgi teorisini geride bıraktığını iddia etmek... Objektif idealizm, nihai hezimetinden sonra ancak irticaî mitlerde yaşayabiliyor. Perspektiflerini kaybeden sübjektif İdealizm de pesimizme doğru ricat halinde... "
18.6.1963
"REVUE PHILOSPHIQUE", TAINE VE RIBOT*
1893'teki derginin beyannamesi 1876'dakinden daha bedbini ve pısırık. Felsefenin temel haklarını müdafaa ne demek? Mücerret felsefe, saf felsefe, ilimlerle ilgisini kesen felsefe? Sonra akıldan yana olanlar ne demek. Mahkûm etmeden önce tetkik etmek gerek. Ama yirminci yüzyıl insanının hangi problemlerine ışık tutmuş bu dergi? Kâğıttan köşklerinde uslu uslu oturan filozoflar, sesleri daima pes perdeden, hepsinin boyunbağı, kolalı yakası var.
Taine'i çok ürkütmüş Komün. Zekâdan sonra iradeyi incelemek isterken vazgeçmiş. Statükonun temellerini granitleştirmek için, geniş ilmi ile korkunç zekâsını seferber etmiş, "Les origines de la France Contemporaine" çıkmış ortaya.. Gençliğinde sosyalist diye suçlandırılan üstat, milletlerarası ihtilal aleyhtarlarının kalesi olmuş. "Revue Philosophique"teki ilk yazı onun: "Note sur l'acquisition du langage". (1876 Ocak) (Grand Dictionnaire, dergi 1875'te intişara başladı diyor, garip bir gaflet).
Dergiyi idare eden Th. Ribot. Üstadımız henüz çiçeği burnunda bir felsefe doktoru. "La Psychologie Anglaise Contem- poraine"i (1870), "La Philosophie de Schopenhauer'i kaleme almış. Dergi bütün felsefelere açmış kapısını, ama "eclectisme"e düşman. Bütün felsefeler aynı hedefe yönelmiyor mu? Hepsi de kendi sorumluluğu altında istediği gibi sesini yükseltebilmeli. Felsefe dergisi, çağdaş tefekkürün tam bir tablosunu takdim edebilmeli: pozitivizm "pur", tecrübi mektep, Kant'ı devam ettiren kritisizm, Maine de Biran'dan gelme spritüalizm... Yalnız Marksizme kapalı dergi. İnsanı tanıtmak istiyor "Revue Philosophique". Birinci keman: psikoloji. Tabiat ilimlerine, felsefe tarihine hatta ahlâkla metafiziğe geniş yer veriyor. Ama metafizikçiden bile vaka istemektedir. Felsefeyle uğraşanların bilgisizliği öfkelendiriyor üstadı. Yalınkılıç bir üslup. Belki şahsiyetsiz, ama tok ve aydınlık. Arslanın pençesi belli ediyor kendini.
Ribot'yu çocukken tanımıştım. "Hissiyat Ruhiyatı" ziyaret ettiğim ilk hârikalar diyarı. Karanlıklarda el yordamı ile yürümeye çalışarak okumuştum kitabı. Sanki ruh dünyasının bütün girdibatlarını ışığa kavuşturacaktı eser. "Hissiyat Ruhiyatı" on dört-on beş yaşlarındaki çocuğa ne verdi? Üç beş anekdot ve hayal kırıklığı. Hikmet, Cemil Meriç Reyhaniye'ye Ribot'yu getiren adamdır demiş. Doğru. Ama Reyhaniye'de konuşmuyor Ribot. "Hissiyat Ruhiyatı" ne oldu? Çaldılar galiba. Sonra üstadın birkaç eserini roman gibi okudum. Sonra yeni tanrılar çıktı karşıma; ferdî psikoloji cazibesini kaybetti.
Dergi'de tanıdık tanımadık bir sürü imza. 1876'da Ribot'yu okuyan var mıydı bizde? Hiç sanmıyorum. Hiç olmazsa bu bakımdan ilerledik. Belki ilerleyen biz değiliz. Dünya "one world" haline geldi. Sartre bağırsa işitiliyor, Russell sağır sultana duyurabiliyor sesini. Ama biz kervana uzaktan bakıyoruz hâlâ. Yürüyenleri seyrediyoruz. Zira kervanın bir ucu çağların karanlığında.
* * *
"Temps Modernes"in takdim yazısını hatırlıyorum. Canlı, üsareli ve patırtılı. Proudhon için, dikkati çekmek maksadı ile sokakta tabanca sıkan adam derler. Sartre'da bu var biraz. Zaten derginin adını "patırtı" koyacaklarınış, vazgeçmişler. Aron, Sartre usanır da dergiye ben konarım ümidi ile himmetini esirgememiş. Politika kısmını o yönetiyormuş, tahminlerinde hatadan hataya sürüklenmiş, ama tahlilleri isabetli. Eski bir sürrealist olan Leiris şiir kısmını üzerine almış. İlk nüshada kısa bir yazısı çıkan Kanapa, Sartre'ı Maublanc'a götürmek istemiş. Orada bir hayli tartaklamışlar üstadı. Hem sağları öfkelendirmiş "Temps Modernes" hem solları. Sartre'a koyan P. C.'nin durumu olmuş, diyaloga yanaşmamışlar, tepeden bakmışlar, hakaret etmişler. "Temps Modernes"nin tarihçesi ile Simone de Beauvoir'ın hatıraları için başka bir bende ihtiyaç var.
20.6.1963
"REVUE PHILOSOPHIQUE"DE MARKSİZM*
Batı'da Marx on dokuzuncu asrın sonlarına kadar mavi sakalın kırkıncı odasıdır. Şuuraltının mağaralarına pervasızca dalan Ribot gibi yiğit ve dürüst bir ilim adamının dergisi, bütün hürriyetçi iddialarına rağmen, 1894'e kadar sosyalizme kapalı kalır. Sanki böyle bir hadise, böyle bir fikir, böyle bir ideal belirmemiştir tarih sahnesinde. Bütün ilimlere "geç yiğidim, geç", Marksizme "pasaportun hani"? Demek en bâlâ-pervaz* tecessüslerin ipi bile çevremizin, sınıfımızın elinde. 94'den sonra atak bir mühendis "Revue Philosophique"in arenasında sağa sola, dosta düşmana hamle etmektedir: Georges Sorel. Koca derginin çeşitli milletlerden yazarları içinde sosyalizmi temsil eden yalnız Sorel. Mussolini'nin hocası. Burjuvazinin Karl Marx'i diye adlandırılan "realist sosyolog". Pareto'nun ilham kaynağı Sorel. Lenin'in tabiri ile "deha müsveddesi". Pek az tanıdım Sorel'i. Ve "Rameau'nun Yeğeni"ne benzetirim. 94'den sonra Marksizm heyulası derginin sayfalarında belirmeye başlıyor. Fakat felsefe'nin Saint- Georges'ları mızrak elde beklemektedirler: Tarde, Durkheim, Lebon, vs..
Düşünce cangılında yolumuzu aydınlatan hırsız feneri: sempatilerimiz. Her çağda zekânın, karşısında yüz geri ettiği Herkül sütunları var. Bu, kâh dini bir inanç, kâh felsefi bir akide, kâh bütün bir dünya görüşü. Marx, Hint veya İbn Haldun. Cuvillier'nin "Manuel de Sociologie"sinde Tunuslu filozofa münasip görülen yer kapı eşiği, yani Guvillier'nin suratına tükürmek ihtiyacı uyandıran ahmak bir dipnotu.
SIMONE DE BEAUVOIR'IN HATIRALARI
"Temps Modernes" Simone de Beauvoir'ın hatıralarını yazıyor. Simon ablamız makyajsız bir hayli çirkin. Suratı çizgi çizgi ve çorapları düşük. Hele 46'da yazmaya başladığı bir jurnal var ki bakkal defteri ile belagat yarışını kazanacağı şüpheli. Gerçekten günlerin tozu ile dolu. Merleau Ponty'yi gördüm, Camus ile kafayı çektik, Olga sanatoryuma gitti vs.. Yahut Sartre'ın kabakulağa tutulduğu zaman giydiği takke. İnsanlar yakınlaşınca çok küçülüyor. Medeniyetin şalını sıyırınca "La Morale de 'Ambiguite" yazarının altından geveze,, biçare bir hatun kişi çıkıyor. Fatma Hanım veya Ayşe Hanım. Demek ramp ışıklarının kraliçeleştirdiği birer aktrist büyük yazarlar. Keşke sahnede, keşke hep makyajlı kalsalar. Cezayir'de veya Tunus'ta uğradığı maceraları bir koca karı üslubu ile ballandıra ballandıra anlatan bu kadın, 46 Temps Modernes'lerinde yazılarını takdirle takip ettiğim Simone de Beauvoir mı? Hatıralar öğretici ve tesadüfen güzel yerleri de var. Ama Simone ablamız yazarken çok uyukluyor.! Eskiden de uyuklar mıydı? Bilmiyorum, tahkike muhtaç. Haziran sayısındaki "La Force des Choses"u bitirince intibalarımı daha etraflı yazarım.
22.6.1963
BÜYÜK ADAMLARIN KADERİ
Washington Irving bir İtalyan azizine benzetiyor Shakespeare'i: perestişkârlar türbesine o kadar çok, o kadar çok mum getirmişler ki dumandan tanınmaz hale gelmiş put. Bütün büyük adamların nasibi bu değil mi?
ÇOBANSIZ RAHAT EDEMEYEN KAZ SÜRÜSÜ
Lenin'in kristal tabutuna Paris Komünasının bayrağını koymuşlar, Emil Ludwig öyle söylüyor. Sonra bayrak çıkarılmış çünkü kumaş mikrop çekebilirmiş türbeye, kahramanın mumyasını tehlikeye koyabilirmiş. "Revue des Deux Mondesi yazarı (C. -J. Gignoux, 15 Eylül 1952), Lenin de, Leninizm de bu kadar itina ile mumyalanmıştır diyor. Lenin tanrılaştırılmaktan hiç hoşlanmazmış. Stalin canlı canlı tanrılaştırmış kendini. Kızıl Meydan'daki türbe yetmemiş. Vladimir İliç ölür ölmez Petrograd'a Leningrad adını takmışlar., vs. Heykeller, resimler, putlar.. Her şeyi önceden gören bir kadir-i mutlak haline getirilmiş, İliç. Nutukları bütün ihtiyaçlara cevap veren birer âyet gibi parçalanmış. Düşünmek zahmetine ihtiyaç kalmamış artık. Lenin dedi ki.. Lenin der ki.. Bu mit'in baş mimarı Stalin'in kendisi. Tenkidin yerine nas.
Kalabalık her yerde ırzını teslim edecek bir kahraman arıyor. Çobansız rahat edemeyen kaz sürüsü. Vatikan veya Kremlin. Kendi yaptığı puta tapsa iyi, putu yapmaktan da âciz o. İki ayak üzerinde dikleştiğine pişman, secdeye kapanıyor, sürünmek, dört ayaklaşmak istiyor. Ya köpek gibi çizme yalamak, ya yılan gibi ısırmak. Zavallı kalabalık! İnsanlık hep o mağara adamı, hunhar, habîs, yılışık ve sarsak. Mussolini'yi bacağından asanlar yıllarca taşaklarını yalayanlardır. Kamçını unuttuğun gün canavar boğazına sıçrayacaktır, hep tekmeleyeceksin bu kaz sürüsünü, yalanla doyuracaksın, sofra artıklarını domuzlara atacaksın. O hakaretle zilletle doyurur kendini, tasalanma. Her diktatör bir vahşi hayvan mürebbisi ama kendisi de hayvanların en vahşisi. Çoban kazdan daha az sevimli.
25.6.1963
BAUDELAIRE
Baudelaire, başkalarına benzemediğini, yerine oturmuş bir dünyanın, bir cemiyetin kucağında haykırıyor, Sartre'a göre. ("Fragments d'un portrait de Baudelaire", T. M. no. 8.) Önce bu başkalığını bir isyan ve bir öfke anında üvey annesiyle üvey babasına karşı ilân etmiş. Ama bahis konusu olan sadece bir ayaklanma, ihtilalci bir hareket değil. İhtilalci, dünyayı değiştirmek ister. İsyankâr, -aleyhlerinde atıp tutabilmek için- acısını çektiği yolsuzlukların sürüp gitmesini ister. İsyankârda daima böyle bir kötü niyet, böyle bir suçluluk duygusu vardır. Düzeni yıkmak da istemez, aşmak da. Sadece ayaklanır ona karşı. Saldırışları ne kadar sertse içinde duyduğu karanlık saygı da o mertebe köklü ve kuvvetlidir. Bazı haklara, açıktan açığa olmaz diye haykırırken, kalbinin derinliklerinden çıkarıp atamaz onları: bu imtiyazlar kalksa onun da hikmet-i vücudu kalmaz. Baudelaire, aile mefhumunu yıkmayı hatırından bile geçirmemiştir. Denilebilir ki çocukluk merhalesinde kalmıştır hep.
Çocuğa göre tanrıdır annesiyle babası, hareketleri de, hükümleri de birer mutlaktır, üniversel aklı, kanunu, temsil ederler... Baudelaire çocukluğunun yeşil cennetlerini daima hasretle anacaktır. Dehayı "dilediğimiz anda kavuşulabilen çocukluk" diye tarif eder. Ona göre, "çocuk her şeyde yenilik görür, sarhoştur hep". Yeni ama yalnız onun için yeni, başkaları daha önce görmüş bu eşyayı, adlandırmış, yaftalamış. Yani çocuk, düzenlenmiş bir albümü karıştırmaktadır, bu bakımdan huzur içindedir. Baudelaire'in hasretini çektiği bu huzur. Dram çocuk büyüdükten sonra başlıyor, tepeden bakıyor büyüklerine, onları mânâsız, lüzumsuz buluyor, demek dünyayı yeniden kurmak gerekiyor. Çocuk "essence"ını ve gerçekliğini kaybediyor, eskiden metafizik varlığının kırık akisleri sandığı müphem düşünceler ehemmiyet kazanıyor birdenbire, vazifeler, âyinler, aydınlık ve sınırları belli mükellefiyetler yok oluveriyor. Korkunç, mânâsız ve mânâlandırılamayan bir hürriyet içinde olduğunu farkediyor. Her şeye yeniden başlamak gerek: birden, yokluktan ve yalnızlıktan huruç (göç) ediyor.
Baudelaire'in hiç işine gelmiyor bu. Ebeveyninden nefret ediyor, ama hep birer tanrı olarak görüyor onları, tenkit etmiyor, kin besliyor. Ben başkayım diyor, ama bu başkalığın herkesin nasibi olan metafizik yalnızlıkla ilgisi yok. Yalnızlığın kanunu şöyle ifade edilebilir: neden varız? Hiç kimse bu varlığın sorumluluğunu bir başkasına yükleyemez, Baudelaire'i ürküten de bu. Yalnızlık dehşet veriyor ona. Annesine yazdığı mektuplarda boyuna tekrarlar bunu. Şairin bir saat tek başına kalmaya tahammülü yokmuş. Kendini yoklukta duymanın verdiği korku bu.. Fizik değil, moral. Başkayım diyor, ama başkalarının arasında başka. Başkalığı, küçümsedikleriyle kendi arasında içtimai bir bağ, yanında olacaklar ki başkalığını farketsinler. Baudelaire'e kin beslemek, ondan iğrenmek, yine onunla ilgilenmek, hatta çok ilgilenmek. Bütün dünya ondan iğreniyorsa ne devlet, demek herkesin baş düşüncesi. Onun anladığı yalnızlık, içtimai bir fonksiyon. Parya cemiyet dışı, ama onun cemiyet dışı olması içtimai bir hâdise. Baudelaire kendi başkalığının da adetâ resmileşmesini, müesseseleşmesini istiyor. Yani bir takım mükellefiyetler ve imtiyazlar peşinde. Başkalık fetvasını önce ebeveyninizden talep edişi bundan. İlk gayesi işledikleri günahın büyüklüğünü göstererek onları cezalandırmak, dehşet salmak onlara. Halik’*ın mahlûk karşısında duyduğu korku. Halik için ceza, mahlûk için "consecration". Şairde Ödip kompleksi varmış, önemli değil bu, annesini arzu etmiş veya etmemiş. Ebeveyninde daha çok Tanrıyı görüyordu. Bu kompleksi tasfiyeye yanaşmamıştır. İstediği ne dostluk, ne sevgi. Zaten dostu olmamış hiç. Ayak takımından bir iki sırdaşı olmuş. Teokratik bir dünyada suçluya ihtiyaç var; kendisi bu suçlu. Yani bir hikmet-i vücudu var: kınanmak, rüsva olmak, vicdan azabı duymak hakkı. Aristokratik bir cemiyette bir kraliçenin ayakları dibinde yaşayan bir kedi olmak. Faydasız ve aylak bir lüks hayvanının bağımsızlığı. Oynayacak, efendilerinin dikkatini çekecek, kimse dokunmayacak keyfine. Tabii mazoşist. Ama kediden çok çocukluğa mütehassir. Güzel bir kadın tarafından yıkanılmak, giydirilmek, beslenilmek. O zaman yaşamak kaygısı olmayacaktı. Hep obje kalacak ve seven bir bakışla kucaklanacaktı.
Şair için mühim olan kanun değil, hâkimin kendisi. Hâkimin bakışı. Hayır da, şer de o büyük bakışın içinde. O büyük bakışı kim temsil ediyordu? Annesi mi, General Aupick mi, Tanrı mı? Hepsi bir. "Fanfarlo"da (1847) ateist olduğunu ilan eder Beaudelaire. "Sofuluğu da aşırı idi, ateizmi de". Sonraları kaybettiği imana kavuşmuş mudur? Hayır. Yalnız 1861 krizinde. Yani katolik tenkitçilerin Baudelaire bizdendir iddiası palavra. Bununla beraber kati bir şey söylemek güç. "Fusees'de: "Tanrı mevcut olmasa da din kutsal ve ilahidir. Tanrının hükümran olması için var olması lüzumsuz. Yalnız ona has bir imtiyaz bu." diye yazar. Baudelaire'in tanrısı: korku, günahkârlara işkence etsinler diye meleklerini yollar. Kanunu: Tevrat. İnsanla arasında şefaatçi yok: şair İsa'yı tanımamış görünüyor. Gaye kurtulmak değil, düzenli bir dünyada bir yeri olmak. Yani hüküm giymek. General Aupick'e benzeyen bir Tanrı bu. General ölünce yerine annesi geçiyor. Bununla beraber Beaudelaire'in ömür boyu sevgi duyduğu tek varlık Madam Aupick. Beaudelaire'in daima şahide, hâkime ihtiyacı var. Bazan Napolyon'un majistralarını, bazan Akademi azalarını bu makama yükseltir. "II fut un eternel mineur, un adolescent vieilli et vecut dans la fu-reur et la haine, mais sous la garde vigilante et rassurante d'autrui". Vasileri yetmiyormuş gibi kendine korkunç bir vasi daha seçti: Joseph de Maistre. "Ce penseur austere et de mauvaise foi lui apprendra les arguments enivrant du con- servatisme. Car tout se tient: dans cette societe dont il veut etre l'enfant terrible, il faut une elite de fouetteurs... En poli-tique, le vrai saint est celui qui fouette et tue le peuple pour le bien du peuple". İmtiyazlara, beddualara ihtiyaç var. Bunlar kendi irademizle fethedeceğimiz mükâfat veya cezalar değil. Önceden mevcut. Beaudelaire bunun için "antisemite". Piyes sahneye konmuş. Beaudelaire'i bekleyen bir rol var: o "fouetteur" olmayacak, "fouetteur"ün üstünde boşluk ve beyhudelik var. Ama kamçılananların ilki olmak zevkini tadacak. Paryalığa göz dikmiş.
Her sistem bir Proküst yatağı. Sartre "Fleur du Mal" yazarını ite kaka egzistansiyalizm kalıbına sokmak istiyor. Neticesi önceden bilinen hikâyeler gibi bu yazı, insanı sarmıyor.
26.6.1963
MONTHERLANT'A GÖRE D’ANUNZIO
Yüzyıl olmuş D'Annunzio doğalı. Montherlant minnetle anıyor romancıyı (Nouvelles Littéraires, 20 Haziran 1963, no.1868), "Le Feu'yü on dokuzunda okumuş ve edebi zevkini değiştirmiş bu eser, onu Flaubert'in esaretinden kurtarmış, koza kelebek olmuş, "Quo Vadis" gibi kişiliğini tanıtmamış Montherlant'a, yepyeni unsurlar getirmiş. On yıl hâkimiyeti altında kalacağı bir hayat üslubu. Ve bir yazar üslubu. Hem de D'Annunzio'yu tercümeden okuduğu halde. "Quo Vadis"i de tercümeden okumuş. Ve bu iki tercüme yaratmış Montherlant'ı.
1900'de yayımlanan "Ateş"i bugün de beğeniyor Montherlant. Şair daha önceki eserlerinde başkalarını taklit eder diyor, daha sonrakilerde kendini. "Ateş" en orijinal eseri. Ama Georges Herelle'in tercümesi de harikulade imiş. Yeni bir Fransız nesri yaratmış bu adam. Garibi şurada ki d'Annunzio bozuşmuş mütercimle, tercümesini sadakatsiz bulmuş. Kısmen de olsa dâhiyane bir eser, bu "Le Feu" ve dâhi bir mütercim bulmuş, birkaç yıl sonra adı da unutulmuş, sanı da. Sanat eserlerinin kaderi bu, diyor yeni Akademi âzası; her medeniyetin kalpazanları var, bu kalpazanların işine gelmeyen sanat eserleri unutulmaya mahkûm.
45 yaşına kadar d'Annunzio'nun tesiri altında yazmış Montherlant. Hayattan o mertebe kâm alışı meslektaşlarını aleyhine kışkırtmış. Meslektaşlarını ve profesörleri. İnsanı ebedileştiren bu iki zümre, okuyucu kalabalığı değil, diyor Montherlant.
28.6.1963
GOETHE’YE GÖRE DÂHİ
La Harpe hiç hoşlanmaz "genie" kelimesinden, "talent" nemize yetmiyor der. Dile bu kaypak, bu müphem kelimeyi sokanlara atar tutar. Schopenhauer'a göre, "talent" sahibi, belli bir hedefe başkalarından daha maharetle ok atabilen adamdır. Dâhi başkalarının oklarıyla değil, bakışlarıyla dahi ulaşamayacakları bir hedefe oklarını saplayabilen adam. Goethe daha güzel söylüyor: "kendi yağı ile kavrulan dâhi yok. Dâhi bütün intibaları benimseyen ve onları kullanmasını bilen, karşısına çıkan malzemeler yığınını düzenleyen, canlandıran, kiminden tunç, kiminden mermer alıp bu hammaddelerle ebedi bir âbide kuran kişi. Ben ne yaptım, ne gördüm, ne duydum, ne işittimse bir araya getirdim, hem tabiatın eserlerinden faydalandım, hem insanların. Yazılarımdan her birini binlerce insana veya binlerce nesneye borçluyum. Âlim de, cahil de, bilge de, deli de, çocuk da, ihtiyar da eserimi yazarken yardımcım oldu. Yani realitede mevcut olan unsurları, çeşitli unsurları toparlıyor sadece benim eserim, Goethe dedikleri bu bütünden ibaret."
28.6.1963
SIMONE DE BEAUVOIR*
Simone de Beauvoir'ın "La Force des Choses"u Gallimard'da çıkacakmış. "Temps Modernes"deki parçalar bitti. İnsanlar ne kadar da birbirine benziyor. Merleau Ponty ile Tzara, Koestler üzerinde tartışmaya girişmişler. Tzara, Koestler itin biri demiş, harp sırasında karısını sanatoryumda yatırdı. Merleau Ponty önündeki bardağı döşemeye fırlatıp kırmış, "Yoo, demiş, böyle tartışma olmaz" ve ayağa kalkmış. Simone de Beauvoir hayret ediyor, Merleau Ponty Tzara'yı cebinden çıkarırdı, ama bu davranış da sıhhatli bir reaksiyon diyor. Teo'nun Çetin aleyhindeki atıp tutmuları ne kadar Tzara'nınkileri hatırlatyor.
HÜRRİYET VE HUZUR ÇIKMAZI
Hürriyet rahatsız ediyor insanı. Bir güvensizlik duygusu çöküyor içine. Kendi başına karar vermek, yeni yeni durumlar karşısında davranışını tayin edebilmek, çok sıkıntılı bir iş. Hür bir dünya tehlikelerle dolu. Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler. Kaç babayiğit vardır buna dayanacak? Çağımızda hüküm süren "insecurite"nin kaynağı burada. Meçhul ve sayısız tehlikelere göğüs germektense tek tehlikeyi kabullenmek daha akıllıca. Çocuk da öyle yapar. Körü körüne bir kişinin emirlerine boyun eğer. Anne veya onun yerini tutan bir başkası. Yeter ki bu hami onu bütün taarruzlardan koruyabilsin. Bir otorite lehine (anne, hoca, diktatör) hürriyetimizden feragat etmenin kökü böyle bir "inconsçient" anlaşmaya dayanır. Unutmamalı ki çocuk "securite"sini düzene sokarken hayatının animist bir merhalesindedir. Tehlikenin bir kişiliği vardır onun için. Ateş yakar, çünkü çocuk bilmeden ateşin herhangi bir arzusuna karşı koymuş, bir itaatsizlik işlemiştir. Demek temel duygu: kuşku. Suçluluk hissi yanlış bir "causal" bağlılık olarak bu hisse ekleniyor. Bu yalancı suçluluk duygusunun "peche originel" masalı ile hiçbir ilgisi yok. Anneye körü körüne bağlılık da çocuğu tam bir huzura kavuşturamıyor. Ya anne onu terkederse? Sonra annenin kudreti sınırlı. Çocuk bunu anlayınca yine tehlikelerle dolu bir dünyada yalnız hisseder kendini. Her değişiklik korku vericidir. Annesinden ayrılmamak için tek çare onu "introjecter" etmektir. (İntrojection: birinin, bilhassa bir çocuğun, hayali olarak benliğine veya "surmoi"sına başka birini, bilhassa ebeveynini, "incorporer" etmesi, "introjection" neticesi "ben", bir değişiklik, bir farklılaşma geçirir, "surmoi" doğar bundan. "Surmoi" "introjecte" edilen şahısların belli başlı hususiyetlerini muhafaza eder. (Foulquie'in sözlüğü).
Şimdi o korkunç fakat hayırhah tiran koruyucu bir muska gibi kendisi ile beraberdir. "Surmoi" da güvensizlik duygusuna karşı bir nevi müdafaa mekanizması halini alır. Her an mevcut bir "instance"a boyun eğmek (bu "instance" nasıl olsa bizden) nasıl memnun edeceğimizi bilmediğimiz sayısız "instance"larla cebelleşmekten çok daha hayırlı. "Surmoi"da bizi şaşırtan ve Cluny müzesini hatırlatan o otomatizm, o konformizm, o anakronizm, buradan geliyor. Zira "surmoi" değişiklik "angoisse"ına karşı bir müdafaa mekanizması. Boyuna değişen bir dünyada dinamik itişler, bovarik temayüller ortasında tek müstakar unsur: "surmoi". İnsan ölüme karşı -değişiklik de bir ölümdür- kendi içinde değişmeyen bir ezeliyet kurmak istemiş. Hürriyet denen okyanusta bir şamandra. Pek halim selim ana-baba, çocukta haşin bir "surmoi" olarak tecelli edebilirler. Freud'a göre, bunun sebebi şu: çocuğun "surmoi"sı ana-babasına göre değil, ana-baba'sının "surmoi"sına göre teşekkül eder. Bazı hallerde anne ile beraber dış dünya da introjecte edilebilir. "Surmoi", basit "intro-jection'dan ibaret değildir. Ana-babanın "introjection"u + dış dünyaya ait "frustration"ların "introjection"u + bu "frustration"lara karşı bir müdafaa mekanizmasının "projection"u.
29.6.1963
SURMOI
Ernest Jones'a göre, ana-baba'nın gerçek "agressivite"si ihmal edilebilir bir faktör. Çocuk hayalî "angoisse"larını rasyonalize etmek için bu "agressivite"yi nasıl istismar ediyor, burası mühim. Bu "angoisse"lar da kendi "agressivite"sinin ana-baba imajı üzerine "projection"u.
En haşin "surmoi'lara şu üç vakada rastladık:
1- Naz-ı niyaz içinde büyütülseler bile gayri meşru çocukların sadık bir "surmoi"ları var. Duydukları güvensizlik hissi objektif bir temele dayandığı için bir kat daha trajik. Bu "surmoi"nın sertliği bir muvazene yaratmak ihtiyacından geliyor.
2- Aşırı Montessori metotlarıyla yetiştirilen çocuklar da, hürriyet "angoisse'ıyla mücadele için haşin bir "surmoi" kuruyorlar. Bu haşin "surmoi'yı yaratanlar pek yumuşak ana-baba'lardır. İfadesi önlenirse kullanılacak yeri olmayan bu "agressivite" gücü er geç süjenin aleyhine döner. Yani Montessori teijbiyesi de en sıkı püriten terbiyesi gibi "inhibe"ler yaratır. Neden bilmiyoruz. Bu diyalektikte ana veya baba bazan bir antitez rolü oynamaya razı olmalıdır. Tercih mesuliyeti çocuk için pek ağırdır. Hürriyet, "insecurite"lerin en büyüğü.
3- Ailenin bütün fertlerinde yumuşak bir "surmoi" ama yine de çocuğunki haşin. Bunun sebebi de sosyal. Savaş, açlık, Gestapo'dan kaçış. İç müdafaaların sertliği "introjecte", ana- baba ile doğrudan doğruya ilgili değil galiba, dış dünyaya ait gerçek veya hayalî tehlikelerle ilgili. "İnscurite" duygusu ne kadar keskinse "surmoi" da o mertebe korkunç. Korkunç haydutlardan korunabilmek için, onların hepsini haklayabilecek daha korkunç bir haydutla anlaşmak. Emniyet veren, ya yumruğu haydutun, ya mitralyözü. Ama bir ahlakçı olmuyor bu yüzden. Fahişeler hami olarak çok defa azılı bir caniyi seçerler, itlerin tecavüzünden kendilerini korusun diye ama bu hami korktukları muhayyel düşmanlardan çok daha fazla canlarına okur.
Kolektif "surmoi"nın doğuşunda, yalnız milli kahramanı değil, o milleti tarihinin ilk çağlarında tehdit eden tehlikeleri de dikkate almak zorundayız. Bu mânâda Fransız "surmoi"sı, Descartes milli "angoisse"ı ve din savaşlarından doğan "insecurite'ye karşı reaksiyon'u "incarne" eder. Sanki "surmoi" ile "moi" arasında zımnî bir anlaşma yapılmaktadır: "Moi" körü körüne itaat edecek buna mukabil "surmoi" tarafından ilelebet korunacaktır. "Moi" itaatsizlik etti mi en ağır şekilde cezalandırılacak bütün belalar üzerine çullanacaktır. Çocukların oto punitif conduite'lerini, büyüklerin diktatörü ve temerküz kamplarını sineye çekişlerini ancak bu "insecurite" duygusu aydınlatabilir. Zira diktatör onları hürriyet denen o belâdan, o tehlikeler "carrefour"undan kurtarır.
Herhangi bir felaketle mi karşılaşıldı, "moi", "surmoi"nın dürüstlüğünden, kudretinden zerre kadar şüphe etmez. Hatâyı kendinde arar, kimbilir ne halt ettim de bu cezaya çarpıldım der, böyle bir suçluluk ve kendi kendini cezalandırma devr-i bâtılı* doğar. Bu "insécurité" ile sahte suçluluk, bir müdafaa mekanizması yaratır: "le rituel". Flugel'e göre, kolektif "surmoi'yı bilhassa tabular temsil eder. Bu zata göre, çağdaş cemiyetteki moda, nezaket kaideleri vs. de tabu'nun devamından ibarettir. Tabu, nevrotik sentom gibi, zıt kuvvetler arasında bir uzlaşmadır. Cemiyetin müesseseleşmesi fert hayatındaki "surmoi"nın teşekkülüne üç noktada tetabuk* eder. 1- Ahlakın temelidir, 2- Arkaiktir, 3- "Intuitif ve "irrationel'dir.
"Rituel" otoriteden hürriyete yahut sosyolojik tâbirle diktatörlükten demokrasiye giden basamakta daha üstün bir duraktır. Kanunlardan kalan hürriyeti sınırlamak için demokrasi de tabular icat eder: mörsler, moda, herkes böyle yapar, herkes böyle giyiniyor, böyle şöyle söylüyorlarmış, gibi.. Diktatör olunca, konformizm, "insecurite" duygusuna karşı bir müdafaa vasıtası halini alır. Hiç kimse, Ödip isyanı içindeki bir talebe kadar konformist değildir. Sosyologların kâfi derecede dikkat etmedikleri nokta, siyasi hürriyet arttıkça konformizmin de dal budak şahsıdır. Diktatörler gecelik giyer, demokrasiler smokin veya kolalı yaka. XVI. Louis idam edildikten sonra püritanizm hüküm sürer. Herkesin dileğiydi bu, ama gerçekleşince, suçluluk, "autopunition" mekanizmalarını harekete geçirdi. Bütün cemiyeti bir "castration auto-punitif duygusu kapladı. Seksüel intibaksızlık şeklinde tecelli eden bu duygunun hâlâ şahit veya kurbanı olmaktayız. XVI. Louis öldükten sonra insan zekâsı gerek bilgi, gerek içtimai organizasyon sahasında büyük fetihler başardı ama buna muvazi (paralel) olarak utangaç ve nanemolla bir burjuvazi çıktı ortaya. Fransa bu maceraya daha çok kapıldığı için, kimse çocuk yapmak istememeye başladı. Böylece bazı bakımlardan daha az gelişmiş komşularının tecavüzlerine kendilerini arz etmek gibi "expiatoire" bir davranış gösterdiler.
En liberal demokrasi Amerika, en konformist ülke Platin saçlı vamp'ın, milyonlarca "exemplaire'! Moda biteviyeleştiriyor insanları. Yani hürriyet aleyhine bir davranış. Bütün modern tabularda "surmoi"nın izleri var.
Ceza fikri üzerinde ısrar eden bir din, manevi sıhhati ihlal edici mahiyettedir. Günah işleyebilmek için sorumlu olmak lâzım. (Bk. Maryse Choisy, "insecurite, Culpabilite, Pec- he", Psyche no 34, Ağustos 1949).
29.6.1963
JUNG'A GÖRE KURTULUŞ
"Les Sequestres d'Altona'ya antik bir trajedi azameti kazandıran, Alman insanı ile alelumum insanın cihan boğazlaşması önündeki sorumluluk payları. Temerküz kamplarının, insanı insanlığından utandıran şenaat ve cinayetleri, harp esirlerinin canavarca kurşuna dizilmesi, bir kelime ile İkinci Dünya Savaşı, yalnız Hitler ile etrafındakilerin bir sadizm humması mı? Bir grup mu suçlu, bir zümre mi, yoksa bütün Almanya mı? Çetin ve çetrefil problem. Sartre'ın tiyatrosunda meseleler birer yılan gibi başlarını kaldırıp ıslık çalarlar. Franz haklı olarak bütün Avrupa'nın suratına tükürür. Galiba hep aynı hikâye. İhtiyar Montesquieu'nun Acem Mektuplarındaki nükte: dışardakiler kendilerini akıllı sansın diye bir takım binalar kurup içine bedbaht insanlar doldurmuşuz ve tımarhane adını vermişiz bu binalara. Sighele hapishaneler için de aynı şeyi söylüyor. Dâva bir "bouc emiş saire" bulmak. Hamamın namusunu temizlemek, kendini kurtarmak. Sartre'ın piyesi hayranlık uyandırmıştı bende.
1949 Ağustos tarihli "Psyche"de Jung'un bir kitabı tanıtılıyor: "Aspects du Drame Contemporain". Netice olarak şöyle diyor Jung: kolektif bir psikopati bahis konusu. Çağımızda fazla kalabalık ve totaliter temayüllü bütün insan topluluklarını tehdit eden bir felaket bu. Fert böyle bir topluluğun kucağında nefsini koruma insiyakını kaybederek selameti başkalarında arıyor. Herhangi bir "izm" uğruna feda ediyor hürriyetini. Eski tanrıların yerini ideolojiler aldı, hepsi birbirinin kafiyesi olan ideolojiler. İnsan, sosyal lehine, reeli kaybetti gözden, her şeyi devletten bekliyor. Psikolojik mânâda bir kişi değil artık, esaretinin bile farkında değil. Grup, farkında olmadan en korkunç gaddarlıkları irtikâp* edebilir.
Almanya'nın katastrofu hepimizin. Hiroşima'ya atılan bomba insanlığın vicdanında "crematoire" fırınlarından veya Auschwitz'in gaz odalarından daha az akisler uyandırıyor. Neden? Almanya'da tutuşan ateş her yanda görünen bazı psişik sebeplerin neticesi. Zaten ilk işaret Almanya'dan gelmiyor. Atom enerjisinin parçalanışı insanın eline radikal bir kendi kendini tahrip vasıtası verdi. Çare? Fert olarak bu kolektif psikozdan kurtulma cehti. Ama bu sadece dile kolay. Yine bütün ümitler kültürde. Toplulukların kaderini değiştiremeyiz diye kendi üzerimizdeki kontrolü gevşetmemeliyiz. Kitabın son cümlesi şu: insanlığın ölüm kalım meselesini ciddi bir tartışma konusu yapma zamanı geldi de geçti bile. Zira bizi tehdit eden felaket yanında, Avrupa ölçüsünde bir katastrof muvakkat bir prelütten ibaret. Tek kişinin tufandan kurtulması. Ama Jung’a göre bu tek kişi yeni bir insanlık kurabiliyor kendi başına.
18.7.1963
Hamiyyetin adı bile unutuldu. Faziletten fakir bir akraba gibi utanır olduk. Goril, altı asırlık tarihin sırtına geçirdiği elbiseleri parçaladı, bütün müstekrehliği* ile çırılçıplak. İnsanın riyaya hasret çektiği bu ufunetleri* gizleyen her örtü muhterem, yalan muhterem, yapmacık muhterem. Yirmi sekiz milyonun kanı ile palazlanan "happy few", yirmi sekiz milyona küfretmekle minnet borcunu ödüyor. Bu efendilerin parolası: "git Avrupa'ya, bir daha dönme" tavsiyesidir. Herhangi bir turist, tesadüfen misafiri olduğu ülkeye bizim bu memlekete gösterdiğimiz sevgiden çok daha fazlasını bezleder. Kaç ve soy! Kefen hırsızlığı, efkâr-ı umumiyenin* kahramanlık mertebesine yükselttiği mesleklerden oldu.
Çağdaşlarımızla her sohbet bir lağım banyosu. Fildişi kuleden vazgeçtik, canavarlarla kucak kucağa yaşayabileceğimiz mağara nerede? Galiba Vigny haklı. En muhteşem cevap sükût. Şerle diyalog bir nevi suç ortaklığı. Gorillere buket sunmak. Onlar şehvet sarası içinde tepinirken sen elinde madenci lambası toprağın yedi kat derinliğine uzanıp hayali madenler arayacaksın. İnciler çıkaracaksın ummanlardan. Goriller çakıldan anlar. Juvenal ne asil devirde yaşamış. İsyan bir ümit çığlığıdır. Ölü isyan etmez.
Kimi örnek göstereceksin çocuklarına? Plutark'ın kahramanlarını mı? Plutark'ın kahramanları Rousseau'yu heyecanlandırabilirdi. Şimdi o heykeller bütün cazibelerini kaybetti. Masal bile değil artık.
A. hırsız, sahtekâr, kötü bir evlat, aşağılık bir koca, ama insanla, insanlıkla bütün ilgilerini kaybetmemiş. Bu adam hâlâ ağlayabilir. Belki sevebilir de. Fazileti hapishanelerde mi arayacağız?
29.7.1963
F.'NİN PORTRESİ
Aynam sana kendi hayalini aksettirmedi, öyle mi? İki üç kelimenin şekillendirdiği bu bir parça standart portrede ben yokum diyorsun. Fırçayı sana uzatıyorum. Hafızamın ekranına kendini istediğin gibi aksettir. Göğsünde uçurumlaşan boşluğu kelimelerin yapma çiçekleriyle doldurmaya kalkışmaktasın dostum. Cömertliğinin arkasında bir Gobseck hesabîliği sırıtıyor, yatırım yapıyorsun kendine göre, küçük zavallı bir tefeci hesabîliği. Sen hiçbir zaman hiçbir şeyi elin titremeden vermedin, veremezsin. Alsibiyad olamazsın demem seni kızdırmış. Zaten Alsibyad'ı da tanımıyorsun. O çağda yaşasan Alsibyad'ın belki vekilharcı, belki oğlanlarından biri olurdun. Kanatların yok. Zaman zaman bir kümes hayvanı beceriksizliği ile uçmaya kalkışın sempatikleştiriyor seni. Tilkinin uçma talimi yapması gibi. Endülüs hükümdarının hazineleri içindesin dostum. Ama sefaletlerin en korkuncu ile sarmaş dolaş. Seviyormuşsun beni. Çorabını, iskarpinini, kravatını sevdiğin kadar. Sevgi, feragattir. Senin his dünyan yarı kuru bir dere, Hint şairinin dediği gibi, insan ancak parmaklarının ucunu ıslatabilir sularında. Korkuyorsun. Şövalyelikten, kahramanlıktan, kabadayılıktan korkuyorsun. Yalnız İstanbul'daki kazancın altmış bin lirayı aşıyormuş. Dokunulmayan ve çığ gibi büyüyen altmış bin lira. Dünyada en çok sevdiğini söylediğin insanın mânevi haysiyeti, belki farelikten kurtulması senin en küçük bir emek harcamadan konuverdiğin bu altmış bin liranın en çok beşte birine bağlı. Ve pazarlığa kalkışıyorsun: bin vereyim, iki bin vereyim. Belki de karanlık bir kuvvet seni bacaklarından yakalamış, damarlarındaki ben-i İsrail kanı. Beni sevdiğine inanırım. İffetini tereddütsüz feda edebilirsin. Ama bir fikir eserinin ölümden kurtulması, hiçbir zaman harcamayacağın, harcayamayacağın servetinin en küçük bir miktarına dokundu mu, orada yoksun. Aziz dostum! İnsanlar kudretleri ölçüsünde sorumludurlar.
Hamiyyetperverlik şüpheli bir belagatın alnımıza oturttuğu çiçekten bir taç değildir. Seni istediğin kadar sevemediğim için ne kadar bedbahtım. Yalnız bana değil, irfana da ihanet ettiğinin farkında olamayacak kadar garip bir gaflet içinde bocalıyorsun. İki şeyden biri: ya hiçbir entelektüel vasfın yok, güzelden ilelebet anlamamaya mahkûmsun, hakkımdaki sitayişlerin âdi bir dalkavukluk, o zaman sadece acınır efendimize. Yahut "Hint Edebiyatı"nın değeri hakkında fikrin var, kelimeler ruhunu dalgalandırabiliyor, o zaman, o zaman kayıtsızlığın tam bir cinayet. Bunların ikisi de mümkün. Öfkelenmiyorum. Yalnız hamiyyetperverlik rolüne çıkma. Başkaları diyorsun. Benim için başkaları yok. Hint'i görenler arasında senden başka parası olan yok. Yahut senden başka parası olan dostum yok. Bu bakımdan ebediyet karşısında yalnız sen sorumlusun. Bir kelimeyle Hint'in ve Hint'ten sonra doğacak eserlerimin katili sensin. Cemiyet beni ne ilgilendirir? Cemiyet sensin, sizsiniz. Sen dört bin liranı gelecek tatilde herhangi bir İtalyan şehrinde güle güle yersin, asil dostum.
Hiçbir şey mutlak olamıyor. Homo duplex. Janus gibi senin de iki yüzün var. Biri sevimli, ağlayabilen, gülebilen bir insan yüzü.
Nerede ise bir çocuk yüzü. Fakat sahneden çabucak uzaklaşan bir hayal bu. Öteki çehren Şiloka, Gobseck'e bir ikiz kardeş kadar benziyor. Ben seni iki çehrenle de kabul ediyorum. Kahraman aramaktan vazgeçeli yıllar oluyor. Sen de kalabalıktan herhangi birisin. Küçük, tezatlar içinde bocalayan, ne istediğini bilmeyen bir mösyö veya sör. Çiçekleri dikenleriyle beraber sevmesini bilirim. Hatta çiçeksiz diken bile sevimli. Belki çok şeyler bekledim senden. Belki kalemimden dökülen, inkisarın zehri. Belki kıskanıyorum seni. Ama neden kıskanayım? Saadetinin hiçbir zaman farkında değilsin ki! Bir harem ağasının, bir banka veznedarının saadeti. Bir canavar. Sen bir "avorton"sun. İkiniz de yarımsınız. Onda kalp yok. Senin kalbin gelişmemiş, dumura uğramış. Zaman zaman "velleite"leri oluyor. Çarpmak istiyor, çırpınmak istiyor. Bu eskizi daha geniş bir zamanda tamamlayacağım. Good by aziz dostum.
I
3.8.1963
"REVUE DES DEUX MONDES"LAR*
Eski dergiler, anahtarı kaybolan çekmeceler gibi. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi heyecanlar gizlenmiş bilemiyorsunuz. Brüdan'ın eşeği, böyle bir "paperasse" mahşeri içinde çeşitli "tentation"ların itip kaktığı bilgi avcısından daha az bedbahttır. "Revue des Deux Mondes"lar smokinli diplomatların sohbet ettikleri bir yuvarlak masa. Fransa nelerle uğraşmış. Sayfalarca, sayfalarca sükût. O cincik boncuk panayırında boşuna bir iki elmas kırıntısı arıyorsunuz. Daha doğrusu kendinizi vermedikçe dergiler bile konuşmuyor sizinle. Sadece konuşur gibi yapıyorlar. Kaymağını almak. Neyin ve nasıl? Ancak imâl ettiğiniz kaymağı alabilirsiniz. Yoksa cümleler rakseder önünüzde, konular gerdan kırar. Sonra sarhoşluğa benzeyen bir baş dönmesiyle tekrar dünyanıza dönersiniz. Bir maskeli balo dönüşü.
Voltaire çok tanıdığınız olacak, az dostunuz diyor. Dostun kötü tarafı benleşmesidir; tükenmesi ve sönük bir yankıya kalbolmasıdır, gölgeleşmesidir. Marx'la Engels'in "collaboration"u nadir olduğu için güzel. Ecel, Montaigne'iyi La Boetie'den çabucak ayırdı. Darb-ı mesel, tek kitabın adamından kaçın diyor. Dost seçebilmek için tanımak lâzım. Tanıyabilmek için dost olmak şart. O halde? Dergilerde yaptığım yolculuk hiçbir adacık çıkarmadı karşıma, hiçbir yeni manzara keşfettirmedi. Bir Amerikan milyonerinin Louvre'da dolaşması gibi.
Joconde onu görür, o Joconde'u görmez.
Tecessüslerinizi ayarlayan: sosyal. Tecessüs treninin makasçısı: içtimai talep. Raya o sokuyor kafanızı. İçtimai talep yoksa merakınız başıboş bir yaban atı gibi hedefsiz çifte savurup kişneyerek insiyaklarına teslim ediyor kendini. Aylardır bu beyaz sayfaları "fugitif' düşüncelerimle gölgeledim. Neye yarar? Ve bu aşılmaz sınırların ötesinde cihangirlik arzusunu kamçılayacak ülkeler yoktu. Goethe'nin bütün eserlerini yeniden halketsen çağdaşların içinde kalbini fethedebileceğin tek insan yok. Çağdaşların, yani seslerini duyduğun ve sesini duyacak insanlar. İbda, zekânın çiçeği. Bu çiçeğin dikeni kalbini kanatacak ki eser yaprak yaprak, ıtır ıtır gelişebilsin. Eser bir minnetin edasıdır. Eser bir cevaptır. Kime cevap vereceksin? Ödeyeceğin şükran borcu var mı? Bergson hezeyan ediyor, hiçbir "creation" kendi kendine yetmez. Tanrının alkışa ihtiyacı olmasa insanı yaratmazdı. Tanrılar da, insanlar da alkışa susuz, sevgiye susuz. Alkışta musikileşen: sevgi. Zira takdir de kolalı yaka takan bir sevgidir. Parçanın bütüne hasreti, bütün insanlar tarafından okunmak, yâni onlarla, kâinatla kaynaşmak, beraber yaşamak, tek kalp olmak. İnsan bülbül gibi şakıyamaz. Dinlenmezse susar.
Günler ne zamana kadar fetihsiz geçecek? Çocuklarıma tereddütlerimden, istifhamlarımdan ve bedbinliklerimden başka miras bırakamayacak mıyım? Marx doğru söylüyor, evvela mürebbinin terbiyeye ihtiyacı var. Sokağın ve sokaktakilerin cazibesi yanında benim kırık dökük düşüncelerim seslerini yükseltemiyorlar. Beraber olduğumuz saatlerde dünyamın kapılarını açamıyorum onlara. Hep beraber sokakta dolaşıyoruz. Neden? Tek başıma bırakılmaktan korkuyorum. Bu korkuda bir nevi ihanet var. Açılmayan bir kitap gibiyim. Küskün ve biçâre.
6.8.1963
BU MEMLEKETTE YAŞANMAZ MI?
"Eğer pek yakınlarındaysan, birbirleriyle çekiştiklerini görürsün. Bakarsın kimi şu partiden, kimi bu partiden. Ama hele biraz uzaklaş, bir tepeye çık, tozu dumana katan bu süvarilerin topu birden sana bir tek toz bulutu, aynı toz bulutu halinde aynı olacaktır".
Lucrece
Yeşiller-maviler kavgası Bizansın iliklerine işlemiş. Türk sarığı, Romalı tiarının yerine geçmeden bu şehvetperest ve tenperver sürünün tanrısı: cokeydi. Cokey topa tekme savuran adamın yanında Herakles'tir, hayvana kanat takan adam. Arabacılık tehlikeleri olan, kabadayılık isteyen, bilek ve yürek isteyen bir oyundu. Bugünün daha dişi, daha sırnaşık plebi kahramana değil karikatüre alkış tutuyor. Pleb kim? Hepimiz. "Tepeden bakınca aynı toz bulutu". Kulakları tırmalayan aynı şikâyet: bu memlekette yaşanmaz. Doğru! Kapitalizm, Bizansın canım havasını fabrika bacaları, egzoslar, genzi ve ciğerleri kemiren murdar kokularla yaşanmaz hale getirdi. Ama efendilerimizi tedirgin eden bu lağım kokusu, bu kıyamet gününü hatırlatan insan ve makina uğultusu, bu toz, bu sinek değil ki. Onlar İstanbul'un insanından şikayetçi. İstanbul'un insanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Bu memlekette yaşanmaz diyenin yüzüne tüküresim geliyor. Bizans orospuları vaktiyle yavuz ve yağız Türk cündilerinin rüyasını görüyorlardı, şimdi Amerikan bahriyelisi sayıklıyorlar. Bizans hiçbir zaman kendine yetmedi. Ve kendinden memnun olamadı. Bizans Kleopatra'dır, doymayan ve bir gecelik vuslatını ölüm bahasına rayegân eden kadın. 1870 sıralarında Paris'i işgal eden Alman ordusunun adını hatırlamadığım kumandanı Lutece'i yakmak isteyince arkadaşı olan general sakın ha diyor, Paris'e dokunma, Fransa'yı bu şankr mahvedecektir.
Türkiye'yi yaşanmaz bulanlar, Türkiye'yi yaşanmazlaştıranlardır. Yani aydınlar, karaborsacılar. Bir kelimeyle tesadüfün başlarına bir ikbal tacı veya imtiyaz miğferi oturttuğu şuursuz ve mesuliyetsiz herifler. Çağdaşlarına küfredince yükseldiklerini, günâhlarından kurtulacaklarını vehmeden bir alay hergele. Bu memlekette yaşanır. Ama bu mülevves*, fesatçı güruhunu İsrail'in "bouc emissaire"i gibi, çalıp çırptıkları servetten tecrit edip sınırlar dışına dehledikten sonra.
GÜL VE DİKEN!
Zindanımızın kalın duyarlarından sızan ışık: şiir. O duvarları hiçbir güneş huzmesi aşamaz. Işık senin içinde varsa var. Duvardaki pırıltı dışardan gelmiyor. Anda ezeli'yi heykelleştiren adam: şair. Francois d'Assise, bahçesindeki gülfidanlarına atmış kendini, bütün dikenler yok olmuş. Francois dikeni aramış, gülü bulmuş, dikensiz gülü. Gül peşinde koşanların dikenle karşılaşması kaderin hoşlandığı oyunlardan biri.
7.8.1963
SOKRAT'I YARATAN EFLATUN
Sokrat'ı yaratan Eflatun. Belki de insanın Tanrıyı yaratması gibi bir şey bu. Tanrıyı konuşturması gibi bir şey. Jehova'yı, İsrail peygamberleri, hayallerinin çöl rüzgârları ile granitleşen çamurundan inşa ettiler. Sokrat belki ae bir Pigmalion heykeli. Eflatun, Alsibiyad, Ksenofon. Sokrat o üç menşurdan süzülen ışık. Belki Sokrat onları yaratmış, onlar Sokrat'ı. İnsanla Tanrı gibi. Antisten'in bedbahtlığı bir Eflatun bulamayışında. Şakirt üstadın hammaddesi. Alçı, mermer veya tunç. Doğu, emanetleri ehline tevdi için irfanı hisarlarla kuşatmış. Mabede bezirgânları sokmamış. Guru'lar on yıl odun taşıtmışlar çömeze. On yıl davar güttürmüşler. Ve mukaddes meşaleyi uzun ve çetin inisiyasyonlardan sonra tutuşturmuşlar eline. Mürit Doğu'da da, Avrupa'nın doğulaştığı Ortaçağda da bir cesed-i bî ruh. O kadavrayı canlandıran ruh şeyhin, mürşidin, pîrin nefesi. Sonra asırlardan devraldığı gizli dersleri kendisiyle beraber götürmüş hoca. Ve meşaleler, yıldızlar gibi, birer birer sönmüş. Gece başlamış, Şarkta. Sevgi çileyle gümrahlaşır*. Sokakta hazine bulan adam.
Bugünkü nesillerin irfana tepeden bakışı, irfanı hazır bir elbise gibi köşe başındaki mağazadan tedarik edebileceğini sanmasındandır. İlim şahsiyetini kaybetti. Hoca yürüyen bir manyetofon, bir mask, Zeus gibi kafasından bir Atena doğurmuyor, zürriyeti yok. Hoca çağdaş Türk cemiyetinde laf olsun diye sahneye çıkarılan bir figüran. Parya ve parya olduğunun farkında. Boğazı tokluğuna cambazlık, palyaçoluk, umacılık gibi üç ayrı mesleği aynı zamanda icraya memur bir hilkat garibesi.
Ben insan haysiyetine yakışmayan bu talebe-hoca komedyasını kudret ve kabiliyetim nisbetinde asilleştirmek hayaline kapıldım.
Örneğim yoktu. İrfanı, toprağı dişlerim ve tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. Çölün kumlarında altın zerreleri arayan adam. Musa’ya Tanrı sopanı at demiş. Ve sopa alâmet bir yılan olmuş. Garip bir mucize. Ama hiçbir yılan ışığa tükürmek ihtiyacı ile kıvranmaz. Hayat önce rüyalarımızla dökülüyor, yaprak yaprak ve dal dal. İnkisarlar arasında sıralama yapmak abes. Veren, mükâfat düşündüğü anda tefecidir. Ama kafasından kopardığı parçanın canavarlaşması hazin.
10.8.1963
DOSTO VE BİZ
Suç ve Ceza'yı kim tiyatrolaştırmış, hatırlamıyorum. Ama Dosto'dan okuduğum ilk eser o küçücük tiyatro. Okuduğum ve sökmeye çalıştığım: Fransızcanın nâmahremler için tehlikeler ve karanlıklarla dolu dünyasına, ilk defa olarak denize atlar gibi, cesaretle giriyordum. O karanlık dehlizde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami'nin Kâmus'u (büyük sözlük) idi. C harfinde başlıyan M'de sona eren, dağınık, yırtık ve noksan bir Şemsettin Sami. "Suç ve Ceza"yı ne kadar anlamıştım, bilir miyim? Marmeledov'un meyhanede söyledikleri bu gün okumuşum gibi aklımda: yoksulluk ayıp değil mösyö, ama sefalet.. "Suç ve Ceza" baştan sonuna kadar okuduğum, büyük bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk yabancı kitap. Bu bir keşifti. Ama Kristof Kolomb'un önüne Amerika'yı çıkaran kader benim karşıma da Dosto'yu çıkarmıştı. Yani benim hünerim veya "intuition"um rol oynamamıştı bu keşifte. Zaten Dosto'nun dünyasında tek başıma dolaşacak yaşta değildim. Kıyılarını gezdim ve küçük dünyama tekrar döndüm. Raskolnikof’un gördüğü rüyalar benim de gecelerimi doldurdu. Ben de yüzlerce tefeci kadını tereddüt etmeden öldürebilirdim. Sonya'yı takdis etmemem mümkün müydü? O kitapta havsalamın almadığı tek taraf, kahramanların, daha doğrusu kahramanın Hıristiyanca nedameti* olmuştu. Sonra "Kumarbaz'ı okudum. Sarmadı. "Budala"da aradığımı bulamadım. "Beyaz Geceler", Maupassant'ın herhangi bir nuvel'inden daha cazip gelmedi bana. "Karamazoflar"ı sevemedim. Zira Balzac'ı keşfetmiştim arada. Ve O'na âşıktım. Dosto'nun Hıristiyan tarafı beni rahatsız ediyordu. Büchner, Nordau ve Marx beni mistisizmden öylesine soğutmuşlardı ki vaaz'a benzeyen her düşünceye kulaklarımı tıkıyordum. Zola'yı seviyordum, çünkü dinsizdi. Her mistisizm bir "mystification"du benim için. 1939'da Eminönü Halk Evinde Dosto'nun Jurnal'ini karıştırmış ve büsbütün hayal kırıklığına uğramıştım. Karşımda lâbis'i libas-ı katranî* bir keşiş vardı. Bir daha aramadım Dosto'yu. Çağımızın fikir anarşisinden bir parça o sorumluydu. Delilerle uğraşan bir deli. Belki derin, ama karanlık ve "miasme"larla dolu bir derinlik, bir kuyu derinliği. Dosto'ya düşkünlük hasta bir sempatinin ifadesiydi bana göre.
Tesadüf Dosto'yu yine karşıma çıkardı. Dün kızımla "Karamazoflar"dan okuduk. Cazip bir yolculuk. O ülkede gözleri bağlı dolaşmışım. Dosto'nun dünyası uçakla üzerinden geçilebilecek herhangi bir harita parçası değil.
Pierre Pascal'a göre, "Karamazof Dosto'nun "somme'u. Bu kitapta üstadın bütün hayat ve hayal tecrübeleri var. Bütün daha önceki eserleri yeni doğan bu prensesin beşiğine koşmuş, masaldaki periler gibi her biri kendinden bir parça armağan etmiş ona. Karamazof insanlığa son sözünü söyleyen Dosto'nun fikrî vasiyetnamesi. Bir yanda Tanrı'yı, Tanrının eserini topyekûn inkâr eden, şerri, işte eserin diye fantoş bir kadir-i mutlak'ın suratına tüküren İvan, ötede Alyoşa. İnsan ruhu, İblisle Rabbin mübareze meydanı. Şer, varlığımıza sülük gibi yapışan yabancı bir nesne. En büyük caniler bile bizim kadar, en az bizim kadar naif. Rusya'yı, hatta bütün insanlığı mahveden, babalarla çocuklar arasındaki uçurum. Bir ilerleyiş yok. Bir kopuş, bir sarsılış, bir kendini kaybediş, bir dengesizlik var. Nesiller arasındaki anlaşmazlık ilerleyiş değil. Rusya'nın Avrupalılaşması bir tehlike Dosto'ya göre. Bir ülke mazisinden kopamaz, kopmamalıdır. Aydın sınırların ötesinden basmakalıp ıslahat projeleri dileneceğine halkın içine inmeli, Rusya'yı ancak din kurtarabilir. Din yani Alyoşa. Tanrıya inanan bir sosyalizm. Garip bir Hıristiyanlık. Dâvayı reddetmek kolay şey.
Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi... Bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Biz Tanzimattan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete. Tefekkür kılıçla fethedilmez. Bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç!
Hugo, Mabeuf ten bahsederken, insanların, anayasa gibi, kralcılık gibi, meşrutiyet gibi, cumhuriyet gibi ham hayaller yüzünden birbirlerine düşman kesilmelerini anlayamazdı, diyor. Dünyada seyredilecek o kadar yosun, o kadar çiçek, o kadar ağaç varken, canım infolio'lar varken okunacak. Mabeuf, bütün politik düşünceleri tasvip ediyordu. Zira hiçbiri umurunda değildi. Hepsi de âlâydı rânaydı. Siyasetçilerden tek istediği, kendini rahatsız etmemeleri idi. Yunanlılar "Furie'ler"e, dilberler, mübarekler, güzeller adını verir. Mabeufün, çağdaşlarını zıvanadan çıkaran "izm"ler karşısındaki durumu buydu.
Hepimiz birer Mabeuf‘üz. Ama ihtiyar Mabeuf bu gafletinin cezasını göğsünden yediği kurşunla öder. Daha doğrusu kefaretini verir şaşkınlığının. Bizim ne nebatlara karşı sevgimiz, ne kitap düşkünlüğümüz var. Ama insanlığı ilgilendiren en büyük, en hayati dâvalar karşısında ondan çok daha sağır, ondan çok daha körüz. Tabular, tabular. Her adımda şuura dur emrini veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında elinde bıçak bekleyen dilsiz bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lağımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, "efendim, bizde filozof yetişmiyor" diye ah-u vahlar.
Hem imtiyazlıların yani iktidarın, hem de liberal gençliğin en büyük Rus yazarı olarak kabul ettiği Dosto ölünceye kadar polis nezareti altında imiş. Rusya ile ne kadar benzeşiyoruz.
Yalnız bizde Dosto çıkmıyor. Zira Dosto'yu okuyacak saray yok. Saray mı? Kulübe var mı ki?
MANEVİ DALTONİZM *
Kimi kızılı göremez, kimi yeşili. Manevî bir Daltonizm bu. Hepimizini kafasında "no man's land"ler var. İnsan yalnız önünü gören bir araba beygiri. Cuvillier'nin "Manuel de Sociologie"sinde telefon rehberlerini kıskandıracak bir isim bolluğu karşısındasınız. Pîr-ü Berna* sosyoloji kelimesini ağzına alan herkes yazarın iltifatlarına nail olur. Yalnız İbni Haldun bir dip notuna misafir edilir. Marx yarım asırdan fazla arafta bekledi. Bizim için bütün irfan dünyası bir memnu bölgedir. Batı. Hangi Batı? 1963 Türkiyesinde kominist olabilir miyim? Linç ederler. Kilise babaları örfün fermanı ile yasak. Çağdaş Avrupa'da düşünce turnuvasını temsil eden silahşorlar malum. Marksizm, geç bir kalem. Yüksek Hâkimler Kurulundan sözde liberal bir zatla konuşuyordum. Yıllarca zindanda süründükten sonra salıverilen komünizm zanlılarından söz açtım. Ahmet Akat'ın, Faruk Atay'ın ibret âmiz macerasını anlattım. Hakkınız var, dedi, ama ne olsa millî menfaatlar.. Bu adam için milletin beynini millî menfaatler adına köpeklere yedirmek milliyet perverlikti. 1914 savaşında şehir dolusu aydın kaybettik. O savaşı yedek subaylar yaptı. Yedek subaylar yani entelijansiya. Sonra Sevr ve Lozan.. Mustafa Kemal 150 aydını mektepten talebe kovar gibi sınır dışı etti. Zaten memlekette düşünen adam sayısı da aşağı yukarı o kadardı. Sonra sol cenaha döndü, onları da, kırkayak tepeler gibi ezdi. Cavit beyi astı. Sonra filozof istiyoruz. Kuzum ne filozofu? Demokrasi kahramanı İnönü beş hocayı kürsüsü ile beraber uçurdu. Tan matbaası sosyalist lider Tiritoğlu'nun himmeti ve hürriyet perver üniversite gençliğinin kuvvet ve kudreti sayesinde yerle bir edildi. Zekeriya radikal sosyalist bile değildi, demokrat ve oportünistti. Mütefekkir bir ip cambazı değildir. Bir İttihat ve Terakki fedaisi değildir. Voltâire'ler, Rousseau'lar bütün bir burjuvazi tarafından destekleniyorlardı. Rousseau'ya Fransa'yı terketmesini Zaptiye Nâzırı bizzat gelip haber veriyordu.
Harman beygirine verilen hürriyet, aydına ihsan edilenden daha büyük ve daha gerçek. Aydın yani başkasının kafasıyla düşünmeyen, yani hiç olmazsa çok kaba mitleri ve "mystification"ları yutmayan. Zavallı kinlerimiz! Meşrutiyet aydını için, frenkleşmiş Meşrutiyet aydını için, düşman İslamiyetti. Korkunç bir şaşkınlık içindedir o aydın. Sabih bey hem Osmanlı İmparatorluğu'na hayrandır, hayatının hilafetle beraber sona erdiğini söyler; hem İslamiyete düşman. Yani bizde "athee", düşünmemek için Allah'ı inkâr eder, meseleyi basitleştirir böylece. Düşünmemek için müslümandır, dogmaların gölgesinde, şâd, uyur da uyur. Yani işimize gelmeyen ne varsa çöp tenekesine atmak, rafa kaldırmak, inkâr etmek. Mecnun nesillerin arapsaçına döndürdüğü o kadar problem var ki, insanın feryat edip kaçacağı geliyor. Kaçanın anası ağlamazmış. Bu kadar erzel bir atasözünü ne boş imanlarda bulabilirsiniz, ne tavşanlarda. Kahraman Türk yumurtlamış bu cevheri ve on sekizinci asırdan beri arkasına bakmadan kaçmış. Avrupa kapitalizminin emr-i yevmilerini yalan yanlış tekrarlamayı tefekkür saymış. Hâlâ kaçıyor.
12.8.1963
SOKAKTAKİ ADAM VE YEĞENİM
Sokaktaki adam yeğenimden çok daha yakın bana. Meçhul olduğu için yakın, mağdur olduğu için yakın, meseleleri olduğu için yakın.. Mesele olduğu için yakın. Karabeti kana bağlamak, hayat hakkının kanla fethedildiği aşiret nizamı içinde abes olmayabilir. Aynı gök, aynı çadır, aynı gelenek. Kitap, büyüklerin öğütleri. Herkesin aynı dikkatle okuduğu bir ilmihal. Zaten insan münasebetlerini sperma'ya bağlamak insanı hayvanlaştırmak. Bu adam beni tanımaz, sevmez, beğenmez. Değer hükümlerimiz taban tabana zıt. El sıkışmamıza ne lüzum var? Ne hatıralarımızda iştirak var, ne rüyalarımızda. Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine? Burası Doğu. Ahırdan boşanan her azgın eşeğin vaktinizi, eserinizi, gururunuzu çiğnemek için palansız geldiği ülke. Bu adam bana ne verdi? Hiç. Ne verecek? Hiç. İnsanlığa mirası? Hiç. Ama istediği zaman vaktimi gasp edebilir, neşemi gasp edebilir.
Müdafaasızım.
Mabeuf’ün ağaçları, kitapları var, Marius'ün rüyaları. Anjolras'ın sevgilisi ihtilal. Karamazof baba bahtiyar bir domuz. Hayattaki trajediler sahnedekiler gibi "somptueux" olmaz. Promete'nin katlandığı işkence Eşil'in eserinde kaç sayfa tutar. İşkence tekerrür ettikçe işkence olmaktan çıkar, seyirci için. Ciğerinizi akbabalar kemiriyormuş. İlk şikâyetiniz bir sempati çizgisi yaratabilir çehrelerde. Sonra unutulursunuz.
ÇAĞDAŞ İNSAN, ROMAN VE TİYATRO*
Kitap kâinata açılan kapı. Ruh yazının icadından sonra ölümsüzleşti. Ehramlar* ahmak bir taş yığını. Granit homurdanır, mermer gülümser. Yalnız kitap konuşur. İnsanı kertenkele olmaktan kurtaran, soyumuzun hafızası. Kaybolmayan mazi. Tanrı bütün nevileri denedikten sonra insanı yarattı. Ve selahiyetlerini ona devretti. Kitap binlerce yılın ötesinden gelen ve binlerce yıl öteye taşan ses. Kitap bütün peygamberlerin mucizesi. Eflatun'u barbardan ayıran okumuş olması. Hepimiz maddenin mağarasına zincirliyiz. Kitap mağaramıza akseden ışık. Pisliklerinden, ölümlü taraflarından sıyrılan insan, yalın kılıç insan. Kalp ve kafa.
Nordau çağdaş insanı yaratan romanla tiyatro diyor. Yani edebiyat, hayatı aksettirmiyor, hayat edebiyata uyduruyor kendini. Orta tabakanın yaşayış tarzını düşünün diyor Nordau. Ferdin küçücük bir dünyası var. Mutfağın, dükkânın, mektebin veya kilisenin dışında bir dünya olduğunu bilmez. İnsanlığın büyük acılarından, büyük zaferlerinden, büyük ihtiraslarından habersizdir. Ağlayan ve sırıtan bir robot. Tecrübe, hangi tecrübe..? Bu adam roman okur, tiyatroya gider ve ufuklar açılır önünde. "Kişi âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar". Sanatın kanatlandırmadığı hayal, beli kırılmış bir yılan gibi, sürünür sadece. Orta tabaka adamı okuduklarını tecrübenin mihenk taşına vuramaz. Hayali hakikat sanır. Ne prens görmüştür, ne aşkı tanır. Hayatı yeni bir buut (boyut) kazanır. Roman ve tiyatro önce çocuğu, kadını, gençleri hastaları damgalar. Parisli kadını yaratan, Fransız romancısı, Fransız gazetecisidir Nordau'a göre. Modaya tahakküm eden yazarlar nasıl isterlerse Parisli dilber öyle giyinir, öyle konuşur, öyle yürür, öyle düşünür. Ellerinde zemberekli bir bebektir, bütün telkinlerine uyar. Edebiyat kalabalığa sıhhatli örnekler verse bu tesir insanlığın hayrına olurdu. Ve Nordau çağdaş yazarlardan dert yanıyor. Gazeteler, cinayet haberleri, ırza geçmeler, yangınlar, su basmaları, yer sarsıntıları gibi haberlerle dolup taşıyor. Sanki cemiyette boyuna insan öldürülüyor, karı kaçırılıyor. Romanın da konusu: görülmemiş olan.
Okuyucu bu mağşuş* gıdalarla beslenmeye alışmış bir kere, heyecan peşinde koşuyor.
19. yüzyıl sonlarındayız. Edebiyata Zola ferman dinletiyor. Ve Nordau feryat etmekte. İyi ki sinemadan habersiz üstat. Edebiyat, Aşil'in kılıcı, açtığı yarayı hemen iyileştirir. "Paris Esrarı"nı okuyan hiçbir kadın Şuetliğe özenmez. Nordau'ın kendisi de edebiyat. Ama sinemada Nordau yok. Üstadımız buldukça bunuyor. Benim ele alacağım konu bu değildi..
17.8.1963
LEON BLOY’U OKURKEN
Nâlet bir adam Bloy. Isırır gibi yazan ve boyuna dişlerini gösteren bir adam. Uzaktan tanıyorum hazreti. Tanrıları benim tanrılarım değildi. Daha çok düşmanlarıyla dosttuk. Ve tesadüfler... Leon Daudet ile hattâ Maurras'la daha sık görüştük. Onlar da düşman kampın nöbetçileri. Edebiyatta düşman kamp yok. Edebiyat kutuplarıyla bütün. Bloy biraz Necip Fazıl. Daudet daha çok Peyami Safa.
Fuhuş yapacağına sefaletle evlenmiş Bloy, Clemenceau'ya yazdığı mektupta öyle diyor. Üslup çarpıyor insanı. Daha doğrusu tırmalıyor.
Ama ikinci okuyuşta, geç diyorsunuz, tekrara tahammülü yok nüktelerinin. "Sefalet İblis'e benzer diyor, birini yakaladı mı etrafını bokla kuşatır".
"Gelinin Korteji"nde, bir lağımcının kurnazca kalbini çelen kadın, o lağımcıya teslim olmuyorsa, orospularla katillerin kurduğu bir dîvanda mahkeme edilecek. On dokuz asırdır Hıristiyanlığın ispat ettiği kanun bu. Bizi arzudan ve ümitsizlikten mahvediyorsun, ey Şehvet'in Asma Bahçesi! Cemiyetin bütün sütunları desteğin. Deniz gibi dalgalı ve çılgınsın. İçine girilemeyen korkunç bakire! Zehir sunucu! Ölümün sakisi, şahane hayvan.. Göklerin derinliğinde akıp giden yıldızcıklar bize senden daha yakın, çok daha yakın. Etrafında bir alay kara domuz. Sen düpedüz fahişe olacak kadar temiz kalpli olsaydın, onlar da insan olarak kalabilirlerdi belki. Sen uslu akıllı bir bakiresin, lambasını söndürmeyen bir bakire. Beklenmeden gelen kocanın vecit* ve hazları için hazırlanmış. Ne entarini kirlettin, hoş entarin de yok ya, ne tenini. Hoş kirlense de umurunda değil ya... "
Her halde mistik bir mânâsı olacak bunların. "Samson'un saçlarını kırpan, masumların kökünü kurutan, işkencelerin dişi peygamberi, kokmuş bakire, haksızlığın aynası, cinnetin tahtı... Maddenin, hayâsızlığın, küfrün saksısı.. Açlığın kulesi, ağıtların, diş gıcırtılarının burcu.. Yer altı dehlizlerinin kapısı.. Ölüm yıldızı.. Can çekişenlerin ihtizarı, derdi olmayanların avutucusu..."
Roinard'ın "Gelecek Asırdan Portreler" adlı kitabını resimlendirmesi için Henry de Groux'ya telkinlerde bulunuyor: Kim? Bloy mı?
Alfred de Vigny, karanlık bir gecenin içinde küçük bir fildişi kule.
Edgar Poe, ağzının üstünde yılanlardan bir bıyık. Mallarme'nin şapkasına düşen bir göktaşı.
Gerard de Nerval, ellerinde müjdecilere has taç.
Domino oynayan Rüya ile Hayat. Bir pazar'ın döküntüleri.. Lautremont, ressam, bir canavarı atölyesine davet ediyor. Flaubert, yirminci yüzyıla kusmaktadır.
Goncourt'lar birbirinden kıkırdakla ayrılan iki kaçakçı.
Valles, Homer'i kenefe atan bir Serseri.
Ernest Renan, bir kapı üzerinde içerde adam var yazılı ve sıkıntıdan patlayan Eflatun.
Taine, yaptığı binanın altında kalan bir inşaat müteahhidi. Tolstoy, Rus kitapçılarının mabetten kovdukları bir İsa. Balzac, kocaman bir göz, o kadar.
İbsen, kader kelimesini yazan bir goril.
Rimbaud, Himalaya'nın eteğine yestehleyen* bir cenin-i sâkıt*.
Verlaine, çamurda boğulan bir melek.
Şeytan insan için neyse, İngiltere dünya için o.
20.8.1963
KADERİMİZİ ÇİZEN CEMİYET*
"Tout est bien sortant des mains de l'Auteur des choses, tout degenere entre les mains de ITıomme". Cenevreli saatçinin oğlu tarihe nâra atarak girer. Akademiye yolladığı iki risale on sekizinci yüzyılın suratına fırlatılan iki bomba.. Mnıe de Varens'in jigolosu, dehasının fecri karşısında elpençe divan durmayan çağına "Mane Tekel Fares" diye haykırır. Yıkılacaksın, çünkü doğru yoldan uzaklaştın.
"Emile" bir inşa cehdi. Ama yıkıcı henüz elinden kazmasını bırakmış değildir. Her şey Yaratanın elinden çıkarken güzel. Bu bir nâra. "Discours"ların ilk cümleleri de öyle değil mi? Güzel olan her şey ne? Yaratan kim? Elinden çıkarken ne zaman? Konuşan bir filozof değil, bir pamfleter, bir ideolog. Her şeyden murat yalnız cansız tabiat, yalnız çiçekler, kuşlar, kelebekler değil, Rousseau'nun zoru hemcinsini tokatlamak. Hemcinsini yani çağdaşını. Filozoflar asrının, ince, zarif suni insanını.. Eşyayı yaratan, kâinatı ezel atölyesinde inşa edip kurdelesini kesmiş. Her şey güzel. Bataklıklar, çöller, ejderhalar ve insan, mağara insanı. Tutalım ki "Emile" yazan haklıdır. Yaratanın şaheserlerini ısrarla tahrip eden insan da Yaratanın çocuğu değil mi? Güzel yaratılmışsa güzel'i nasıl bozar? Kitab-ı Mukaddesin Şeytan'a yüklediği suçları, üstadımız hemcinsinin cılız omuzlarına yüklüyor. O halde hilkatin büyük hatâsı insan. İhtiyar Zerdüşt'ün Angro Menyü'sü. Hem kendini, hem tabiatı tahrip eden bir ucube.
Kader, Galya ormanlarında Doktor Guillotin'in iki devri kandan çizgilerle, daha doğrusu kan dolu bir uçurumla, ikiye ayıracak olan korkunç makinasının direklerini geliştirmektedir. Servet küstah, sefalet tehditkâr. Filozof mezarcı.. Voltaire'in kahkahasında, yakın harabelerin rüyasıyla sermest bir baykuş uluyuşunun şeametli* ahengi var. Gözler ya doğacak fecirlerin hasretiyle yaşlı, ya muhayyel bir mazinin nostaljisiyle mahmur. Fourier bu çökmeye mahkûm medeniyeti üç sütun üzerinde yükselen garip bir binaya benzetecektir: süngü, açlık, fuhuş. Bernardin de Saint-Pierre bakir ormanların, küreklerin "violer" etmediği ummanların şairidir. Fransa yorgundur. Zaferden yorgun, mağlubiyetten yorgun, sefahatten yorgun, sefaletten yorgun. Burjuvazisinin iştihası gittikçe kabarmakta. Saray istikbalinden habersiz. En revaçta mit: iyi kalpli yabani miti.. Altın çağ yalnız zamanın külleri altında kaybolan bir belde değil, denizlerin ötesinde de mevcut. Ummanı aşınca Eldorado'ya kavuşacaksın. Sen de böyle bir Eldorado yaratabilirsin. "Emile"i oku. Hayal sarayı, gerçeğin granit temellerine dayanmazsa bir üfleyişte yıkılır. Gerçek veya gerçeğe benzeyen. İnsanların hali yürekler acısı. Neden? İnsan Tanrının çizdiği yoldan ayrılmış. Nasıl ve niçin? Rousseau bu sualleri cevapsız bırakır. Ama belli ki şuur altında konuşan "peche originel" masalı. Ne kadar yedi canlı bir masal bu.
Soyumuz ilahî misyonuna ihanet etti. Ne yaptı? Köylerden uzaklaştı, sarayı ve salonu icat etti, kadınlaştı, çıtkırıldımlaştı, nanemollalaştı.
Eskiden, yani bilinmeyen bir zamanda kurtla kuzu sevgiyle kucaklaşırken kişi oğlu bahtiyardı. Düşüş ne zaman başladı? Cenevre Akademisi'ne yolladığı ikinci risalede üstat felaketimize başlangıç olarak ferdî mülkiyetin doğuşunu ileri sürer. İnsanlık ondan sonra iflah olmadı, der. "Emile" daha az ihtilalci, Rousseau daha durgun, hatta bir mânâda daha konformist.
Oscar Wilde, şu yedi yaşındaki çocuğa bakın der, ne kadar cici. Sonra şu haytaya bakın, yirmi yaşında, nobran*, edepsiz, lanet. On iki sene evvel o da bir çiçek kadar, bir kuş kadar sevimliydi, o yavrucuğu bu hale getiren cemiyetinizin terbiyesi.
Altın Çağın mazide değil, istikbalde olduğunu ilk haykıran Saint-Simon. İnsanlık, ummanların ötesinde bir altın şehir olmadığını çoktan öğrendi. Kızılderili de eski bir medeniyetin mirasçısı, siyah derili de. İnsan her ülkede hilekâr ve yırtıcı. Kadın yalnız on sekizinci asır Fransa'sında orospulaşmamış. Yaratanın her şeyi güzel yarattığına kurbağalar bile güler. İnsan yarattığı heykeli boyuna düzelten bahtsız bir sanatçı. Henüz çok acemi. Zaruret tünelinden hürriyet meydanına çıkamadı henüz. Tabiat kuvvetlerine sözde hükmediyor. Elbette elli bin sene öncekine kıyasla çok daha hür, çok daha güçlü. Ama bu gelişme pek zikzaklı bir yol takip ediyor. Geriye dönüşler bocalayışlar ve dünle yarının, karanlıkla ışığın ezeli cengi. Vedaların, Avesta'nın terennüm ettiği sonsuz kavga. Beş bin sene on bin sene, Vişnu'nun bir soluğu. Zerdüşt'le Russell veya Yacnavalkiya ile Sartre arasında çok az fark var. Ana dâvalardan hiçbiri Eflatun'dan beri yeni hal suretine bağlanamadı. Terakki teferruatta. Ve on dokuzuncu asrın hayat üslubunu baştanbaşa değiştiren sanayi inkılabına rağmen insanın kafası değişmedi. Devler her çağda vardı. Claude Levi-Strauss'un cilâlı taş devrinden sonra en muazzam ihtilal dediği sınai fetihler, insanoğlunun madde üzerindeki hâkimiyetini bir hayli genişletti. Doğru ama hangi insanoğlunun? Üç buçuk Avrupalının. Ve soyumuzun ruh dengesini bütün bütün alt üst etti. Rousseau'nun haklı olduğu taraflar var. Bırakın altın çağ efsanesini, üstadın yaşadığı çağ bile, 1938 sonrası dünyasına göre, ne kadar kaygısız, ne kadar rahat.
İnsanın elinde her şey bozuluyor. Neden? Her şeyi düzelten de insan değil mi? Bir et pıhtısını bir ışık mihrakı haline getiren terbiye, insanın eseri. Azizler de, peygamberler de, kahramanlar da insan. Hepsi, hepsi cemiyetin eseri. Ama çok defa müessirin* rolü, eseri öfkelendirmek. Juvenal'ı isyan yarattı. Promete gök kubbeden yıldızları söküp ilkel insanın kulübesini ve gönlünü ışıkla dolduran isyan, Tanrıya isyan. Spartaküs, insana isyan. İnsana yani imtiyaza ve bencilliğe. Cemiyet üvey ana olduğu zaman insan kahramanlaşıyor. Yani dâhi iki taşın çarpmasından doğan kıvılcım gibi iki kaderin çatışmasından doğuyor. Lacenaire'i de cemiyet yaratıyor, Marx'i da. Ama bunların ikisi de cemiyetin dışında. İkisi de cemiyete rağmen mevcut. Cemiyetin içinde birçok cemiyetler var, Versailles bahçeleri gibi tarhlara* bölünen bir cemiyet. Ama tarhların hudutları belli değil.
İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü vardır sadece, "on" vardır. Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar. Boğarsa mesele yok. Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler. Cemiyet çok defa gübre. Zambakla o ufunet* arasında karabet* arayabilir miyiz? Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Marx, avukat Marx'ın oğlu olmaktan çok, Saint-Simon'un, Rousseau'nun, Hegel'in çocuğu. Rousseau'yu Rousseau yapan, yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı?
Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir. Denizdeki herhangi bir dalgayız. Dalgaların tarihi var mı? Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, olacağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx. Yalnız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam devlerin sırtına tırmanan cüceymiş. İnanmıyorum. Daha doğrusu dev Goliat, yani yürüyen bir dağ parçası; sırtındaki cüce Davut, yani zekâ. Büyük adam bataklığı baraj haline getiren yaratıcı. Kalabalığı tekme ile uykusundan uyandıran kılavuz. Ama çok defa tekme ile uykudan uyanan Caliban, efendisini parçalar.
Oscar Wilde'e göre, tabiat bir mezbele, güzeli yaratan: insan. Belki doğru. Ama hangi insanı ve hangi güzeli? Şairler olmasa yıldızlar bu kadar güzel olur muydu? Tabiatın çehresindeki siyah peçeyi kaldıran: insan, yani sanatkâr. Tarih öncesi, karanlık. Soyumuzun on binlerce yıl süren, yüz binlerce yıl süren macerasından habersiziz. Mohanco-Daro veya Harappa, New York veya Washington'un küçük çapta bir örneği âlimlere göre. Altı bin sene evvelki bir örnek. Şu halde teknik sahada da göz kamaştırıcı bir ilerleyiş yok. Fark kalitatif değil, kantitatif. Ama Hegel'den beri kantitatif farkların kalitatif farklar haline geleceğini bilmeyen kalmadı. Harappa'da matbaa yoktu. Mohanco-Darolu kâhin, arzın dört bucağındaki fikir adamlarının fetihlerinden habersizdi.
Michelet doğru söylüyor. Tarihi yaratan insanla kader, ruhla madde arasındaki mücadele. Tabiat hep aynı tabiat. Ama insan hep aynı insan değil. Ummanlar dehşetinden bir şey kaybetmedi. Ne var ki çağdaş Ulysse'in emrinde yüzen şehirler var. Ve Jüpiter'in silahını emekleyen bir çocuğun parmakları bir avuç ışığa kalbedebiliyor. Hasımlardan biri boyuna ilerledi. Nesiller fetihlerini nesillere devretti. Gerçi bu madalyonun bir tarafı. Bütün bu zaferler bir parça göz boyayıcı.
Jean Rostand tabiatın sırlarından bazılarını aşırdık, diyor. Yani ilim adamı çok defa ne yaptığını bilmeyen bir büyücü çırağı.
Tabiat kuvvetlerini uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi mıncıklıyor. Ya arslan kızıverirse. Will Durant hiç de iyimser değil. Zelzele devi şöyle bir dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır, ne gratsiyel, diyor. İki robotun yanlış bir hareketi nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden kaoslaştırabilir. Yani barut fıçıları üzerinde rakseden birer sarhoşuz. Ağzımızda sigara ve elimizde havai fişekler.
Galiba fetihlere sıfırdan başladık. Yaratan çok toydu. Taşı yarattı, bitkiyi yarattı, hayvanı yarattı. Nihayet insan göründü. Yaratan bütün haklarını ona devretti. Kâinatın bu yeni misafiri nihayet bir milyon yaşındadır. Elbet hatâları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak çıkılabilir. Homo sapiens yaratandan haklarını devraldığı günden beri hayli işler başardı. Ustasından geri kalacağa benzemiyor. Ustası ne oldu? Rousseau Tanrı dememek için Eşyanın Yaratıcısı diyor. Korkak ve utangaç bir dindarlık. İngilizce mütercimi "God"u yapıştırmış. Hâlbuki Protestanlıktan Katolikliğe, Katoliklikten Protestanlığa bir odaya geçer gibi atlayan üstadımız Tanrı isminden pek hoşlanmamaktadır.
Kainat bir hammadde deposu. Onları biçimlendiren insan. Belki onlar biçimlendikçe insan da başkalaşıyor. Tekniği yaratan insan, yeni bir insan yaratan teknik. Yaratan'ın elinden çıkarken her şey ham halat. Neye yarayacağı belirsiz. Güzel de, iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan, yani yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan ustaların sayısı bir asırda üç beş. Ötesi mevaşi. Sen onlardan biri olmaya çalışacaksın. Feyzi -i Hindî en güzelini söylemiş: "Yokluk zulmetiyle bağlıysan topraksın, kafanda tanrısal ışık yanıyorsa: arş.." Tanrısal ışık yanıyorsa, yani Tanrıların soyundansan, Tanrıların cemiyetindensen. Zerdüşt, Yacnavalkiya, Demokrit, Pisagor, İsa, Buda.. Bir hayli kalabalıktır bu Olemp. Oradaki tanrılar birbirlerine diş gıcırdatmaz. Silahları yıldırım değil, kalemdir. Karılarımıza, kızlarımıza göz koymazlar. Bataklıktan gökler süzülen bir tarla kuşu gibi, kasıklarıyla düşünen ve göbekten aşağısıyla yaşayan bu azgın hergele sürüsünden uzaklaşmaya bak. Şahikalara, şahikalara... Yoksa gübresin, leş gibi gübre...
22.8.1963
BİR PORTRE
Namuslu olsak önce senin elini sıkmamamız gerekirdi dostum. Seksen yıl bu memleketin dışında yaşadınız. Bu memleketin ve bütün memleketlerin. Her devir sizi kırk haramilerin sefahat sofrasında gördü. Siz onlarla yol kesmediniz, belki, kervan vurmadınız. Ama her akşam kadeh tokuşturdunuz kırk haramilerle. Kırk haramiler milletin bir parçasıdır. Siz milleti sırtından vuranların uşağı idiniz. Çehreniz morg masalarından çok daha beliğ. İmparatorluğun içindeki kurt sizdiniz. Meşrutiyeti siz kemirdiniz. Cumhuriyet sizin yüzünüzden panayır gösterisine döndü. Namuslu olsak önce sizin elinizi sıkmazdık dostum. Anadolu'yu boğazlayanların kanlı pençelerini muhabbet ve ihtiramla sıkan bir el bu. Açlıktan ölmemek için ayaklanan Türk işçisini yere sermek için İtalyan polisinin eline kamçı tutuşturan bir el. Belki bir dâvası vardı yüz elliliklerin. Dövüşüyorlardı. Ali Kemal hatâsını hayatıyla ödedi. Siz Cünye'nin portakal bahçelerinde kadehinizi Akdeniz meltemleriyle tokuşturarak cezasız kalan hıyanetlerinizin tadını çıkarmaya baktınız. Siz bir ursunuz aziz dostum. Hiçbir zaman sahneye çıkmazsınız. Sinsi, korkak ve daima geride. Şarkı söylemesini öğrenen bir gorilsiniz.
Terbiyeli bir goril. Hiç gazaya katılmamış, bütün cinayetlerden komisyon almışsınız. Siz bir sahte vekarsınız dostum. Ezelî ve ebedî bir kâselis. Tarihimizin en karanlık, en kirli sayfası sizsiniz.
Seksen yıldır devam eden bir trajedinin son aktörlerinden birisiniz. Aktör değil, figüran. Daha doğrusu suflör veya şakşakçı. Sempatiksiniz de. Herhangi bir "vice" gibi sempatik. Bizansı öldüren de sizdiniz. Siz bir mezarcısınız, dostum.
Kefen soyucuların ortağısınız. Fakat kadeh tutmaya, enjektör tutmaya, ud tutmaya alışık elleriniz, tabut tahtalarını sökemeyecek kadar nazlı ve nâziktir. Mezarcısınız, odun kırıcının hık diyicisi olarak. Seksen senede tek dost edinemediniz. Yalnızsınız. Ölüm gibi yalnız. Yürüyen bir mezar taşısınız. Avrupa kapitalizminin bir üfleyişte mezar taşına çevirdiği yalancı bir aydın. Mütarekede İngiltere'nin kulu idiniz, 1915'te Almanya'nın. Siz ancak insanların kulu olabilirsiniz. Şimdi dişleri sökülen bir goril gibi sevimli ve masumsunuz. Size iftira ettim dostum.. Siz sadece Osmanlısınız. Osmanlı, yani epiküryenler sürüsünden bir domuz. Fezâhatlerinin* farkında olmayacak kadar mesuliyetsiz ve şaşkın. Şuursuzluğun, köksüzlüğün, tarihten kopuşun en canlı timsali. Evet suçsuzsunuz, bir kedi kadar, bir katilin sofra artıklarını yalayan bir kedi kadar, sayyad (Avcı) bir insan karşısında salta* duran bir köpek kadar suçsuzsunuz.
8.9.1963
GÜTENBERG'E, SİRSEYE VE DAHA BİRÇOK ŞEYLERE DAİR
Tanrıların mucize göstermiyorlar, yoksa öldüler mi? Has bahçende dolaşan yok. Tanrıların konuşmuyor. Kızgın aygırlar, sarhoş goriller ve İmparatorluk Roması'nın en kirli muhabet evinde senelerce çalışmış gibi yüzsüz, sırnaşık orospu sürfeleri*.Kaynağın yanında susuzluk: aşk.
Şuursuz bir büyücü, Gütenberg. Işığı paçavraya hapsetmiş. Eflatun bir kaldırım kadını gibi her isteyenin yatağına koşuyor. Şuursuz bir büyücü, Gütenberg. Ortaçağın keşişleri matbaaya şeytan icadı demekte yerden göğe kadar haklıydılar. Asırları kutulara doldurmak, tanrıları, peygamberleri işportada satışa çıkarmak. Dehanın tuğla kadar değeri yok. Fazileti bakkal terazisinde ölçen bir cemiyetin iki buçuk liraya satılan bir Balzac'a göstereceği itibar iki buçuk liralık herhangi bir metaa göstereceği itibardan farksızdır. Kitap bir köprü, bir kayık. Kitap bir safra. Şu raf, Himalaya, öteki Olemp. Şimdi de Sina'nın önündesin. Bak, İsa neler söylüyor. İsa mı? O da kim? Bunların coğrafyasında Himalaya buzdan libasa* bürünmüş, lüzumsuz bir taş yığını. Olemp gazoz markası. Demek Kleopatra'ya tahta sildirecek kadar nasipsiz bir nesil bu. Apollon'a twist oynatacak kadar nasipsiz. Krezüs'ün dilsiz oğlu babasının kellesini uçurmaya hazırlanan İranlı bir askere: "Asker, diye bağırmış, o Krezüs". İnsanın sabahtan akşama kadar haykırası geliyor: karanlıktasınız, hâlbuki odanız, hâlbuki odalar, hâlbuki dünya ışıkla dolu. "Fiat lux" demeniz yeter. Demiyorsunuz. İçinizde harem ağasının ıstırabı da yok. Samanın, nasırın, tırnağın hissizliği. Kasasında ölen Rothschild belki de sermedi* bir vuslatın sermestisi (Sarhoşluğu) içinde gözlerini kapadı. Cimri gerçek bir "jouisseur"dür, sevgilisine gözleriyle sahip olabilen bir sanatkâr. Gobseck'i düşünün, hudutsuz bir kudretin verdiği erişilmez istiğna. İstese bütün vicdanları satın alabilir, Paris'in bütün kadınlarına öptürebilir buruşuk ellerini, gazetecileri emr-i yevmilerini neşre memur edebilir. Yapmıyor. Cimri, cemiyet dediğimiz kuklalar yığınını zirveden seyreden bilge. İpler elinde ama bu oyunda aktör de, rejisör de olmak istemiyor. Siz bir "jouisseur" de değilsiniz.
Altınlarını cam karşılığı dağıtan kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri altın lanetlenmiş bir madendir. Pıhtılaşmış kan, adı tarihin bütün cinayetlerine karışmış bir habis ruh. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir. Cam, ışığa dur diyen bir duvar değildir. Cam, kadeh. Cam, pencere. Deli İbrahim Osmanoğullarının en akıllısı. İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı denizlerde ne işi vardı. Siz inciyi değil, beyni ve aydınlığı lağıma hapsediyorsunuz. Sardanapal sofrası açılan bir kucak gibi sizi beklerken deve dikenleri kemirmekle meşgulsünüz. Venüs dö Milo'ya arkanız dönük, dişi köpeklere ihtirasla sırıtıyorsunuz. Sirse galiba domuzları insanlaştırdın, sadece insanları öfkeden, utançtan öldürmek için ahırların kapısını açtın, bunları tekrar ahıra sok Sirse.
11.9.1963
ISTIRAP HULÂSA* EDİLMİYOR
29 Ekim 1942. Elazığ'dayım. Arkamda kirli, korkulu, karanlık yirmi beş sene. Attila'nın atlılarından daha zalim yıllar, rüyalarımın hepsini çiğnemiş. Dost bi-perva*, felek bi-rahm*.. Tesadüfün yoluma çıkardığı çakıl taşlarıyla bir kulübe, bir liman inşa etmek istiyorum. Yeni bir dünya burası. Belki, belkileri olan bir dünya. Kader karşıma hapishane gardiyanı olmak için yaratılan bir müdür çıkarıyor. Berber çıraklığından gelme bir müdür. Çocuklarımı seviyorum, mesleğimi seviyorum. Az sonra kader tırnaklarını göstermeye başlıyor, çok az sonra. Yağmurlu bir kış akşamı. Karım sancılanıyor. Kimseyi tanımıyorum henüz. Param yok. At hırsızına benzeyen sarhoş bir doktor karıma kürtaj yapıyor. Kan revan içinde sedire bırakılan kadınla aynı yatağa uzanıyorum. Sonra ikinci bir çocuk daha kaybediyoruz. Haksızlıklar birbirini kovalıyor. Solculuğumuza dair rivayetler dolaşıyor. İçimde iki büyük korku: Polis korkusu, frengi korkusu. Polis korkusu. Polisin beni neden bu kadar ısrarla takip ettiğini hâlâ anlamış değilim. Bu, insanda itisaf* manisi yaratacak kadar garip bir kovalama. Bahaettin stajyerliğimi öğretmenler kuruluna getirmedi. Maarif vekaletinden bir de ihtar aldık. Hâlbuki bütün zamanımı, bütün enerjimi mektebe veriyordum. İki yıl böyle geçti. Karıma Elazığ Lisesi'nde açık bulunan coğrafya hocalığını vermediler. Neden vermediler? Hâlâ bilmiyorum. Karım yeniden gebe kaldı. Doktor bu defa hayatı tehlikede dedi. İstanbul'a döndük. Gözlerim hayli yorgundu, rapor aldım. İkinci raporum tıp fakültesindendi, kabul etmediler. Meğer hâlâ stajyermişim. Gelmezsen malulen mütekait* sayılırsın dediler. Koştuk. Müdür İnetaş "geç kaldınız", dedi, "sizi yardımcı öğretmenliğe başlatırım, vekâlete yazarız, kararınız çıkar". Karım İstanbul'daydı, yalnızdım ve elli lira geçiyordu elime. Otele 60 lira veriyordum. İki sene cansiperane hocalık yaptıktan sonra, yardımcı öğretmenlik! Soğuk bir kış. Ve gurbet.. Anadolu'da bekârlık bir kâbustur. Kitap yok, arkadaş yok. Mektep, meyhane, otel. Donmamak için içmek. Düşünmemek için içmek. Delirmemek için içmek. Galiba bir ay dayanabildim. Pek sayın vekâletten haber çıkmadı. Hayatımı devam ettirmek için tek yol kalmıştı: dolandırıcılık.
İstifa ettim. Daha doğrusu çok acı bir mektupla durumu vekâlete arzedip İstanbul'a döndüm. Ve anladım ki Elazığ'daki hayat bütün mihnetleri*, bütün mahrumiyetleriyle güzelmiş. Ben değildim artık yaşayan. Karım Zeynep Kamil'e gitti. Caddebostan'dan Zeynep Kamil'e bir kaç defa yürüyerek gittim. İşim yoktu, param yoktu, dostum yoktu. Ufak tefek sattım. Satacak bir şey de kalmadı. Kayınbirader her gün yeni bir hakaretle şahsiyetimi ezmeye memur bir işkence memuru idi. Vazifesini bir an bile ihmâl etmeyen bir işkence memuru. Hayatından sorumlu olduğum bir kadın vardı. Bu kadına frengi aşılamış olmaktan çok korkuyordum. Bir Davala-ciro mu doğacaktı? Mahmut Ali üç aylıkken plajdan kaçtık. Elli lira avans almıştım. Duvarından yıldızlar görünen soğuk bir odada yatıyorduk. Gece yarılarına kadar çalışıyordum. Ama bahtiyardım. Bahtiyardık. Haftada bir et yiyemiyorduk. Aylarca evden çıkmıyordum. Çocuğum büyüyordu. Sonra Gümüşarayıcı'ya taşındık. Karım tekrar gebe kaldı. Kayınbirader çocuğu aldırmamıza taraftardı. Daha çok çalışmak zorundaydım. Kitap bitmeden para vermiyorlardı. Kitap bitmiyordu. İki küçük odaya sıkışmıştık. Karım mutfakta çalışıyordu. Mahmut Ali arabasında oynuyor veya ağlıyor, ben çalışıyordum, otomat gibi çalışıyordum. Karım da, ben de çok zayıfladık. Veremden şüphelendim. Bedava gittiğim bir doktor arkadaş "yorgunluk ve gıdasızlık" dedi. Hanımı tedavi ettirmek lazımdı. Tek sefahatim vardı: arada bir Üsküdar kahvesinde dama oynamak. Ümit doğdu. Erenköy'e taşındık. Yahut Ümit Erenköy'de doğdu. Ev kirasını kayınbirader veriyordu. Ve Babıâli kurudu. O sırada beklenmedik bir kapı açıldı. Üniversiteye girdim, Nacak sokağa taşındık. Hayatımın en güzel yılları orada geçti. Yoksulluk devam ediyordu. Ama yorulmuyordum. Çocuklar tabiatın kucağında sereserpe büyüyorlardı. İlk büyük hatam, oğlumu Şişli Terakki'ye vermek oldu. Esaret halkası tekrar takıldı boynuma. Ve çocuklarım benden uzaklaştı. Hastahane bu uçurumu genişletti, Paris büsbütün derinleştirdi. Sonra birbirini kovalayan felâketler. Karımın hastalığı, Hasanpaşa. Karımın tekrar hastalığı. Bu trajediyi sayfa sayfa yazmak lâzım. Istırap hülasa edilmez. Zaten birçok şeyleri söyleyemiyorum ki. Tablo onun için silik ve ahenksiz. Çocuklarımı mahalle mektebine vermeliydim. Galiba bu konuda işlediğim en büyük hatâ onlan Şişli Terakki'ye yollamam oldu. Lükse alıştılar. Sahte bir takım kıymet ölçüleri edindiler. Onları da mahvettim, kendimi de. Ama gözlerimin beni yarıda bırakacağını kestirebilir miydim? Bu, içinde bulunduğum şartlar yüzünden büyük bir hatâ oldu. Şimdi, şimdi ne yapacağım?
12.9.1963
ONLAR SÜRÜ YAVRUM*
Kervanlar geçiyor uzaktan, yollar sisli, ufuk görünmüyor. Faust meçhulü sattı Şeytana. Olmayanı sattı. Yıldızlara tırmanan bir merdiven hayat, bir ucunda madde, âciz ve hantal; bir ucunda, Tanrı. Gorille Pascal, taşla goril arasındaki sonsuzluk. Sisler arasında kaybolan kervan: sürü. Kahkahalar, çığlıklar ve sükût. Sonra yeni bir kervan. Tarih ummanının ölü dalgaları. Faust ruha ne kadar inanıyordu. Faust yıldızlara tırmanan merdivenin kaçıncı basamağındaydı, bilmiyorum. Ama iskeletini ışığa kalbeden ermişlerin yanında, çırpınan bir tecessüs Faust. Tenin tecessüsü. Canavarı zincire vuramamıştı. Biten bir şarkıyı yeniden söylemek istiyordu. Başlanmamış bir şarkıyı belki de. Kitapta kitabı aramamıştı Faust.
Stuart Mill sekizine basmadan bitirmiş Plutark'ı, hem de Yunanca aslından. Ne Yunanca bilen tek aydın var yurdumuzda, ne Plütark tercümesi.
Rousseau'nun babası sokaktaki adam. Ama sabaha kadar Plütark okuyan bir sokaktaki adam. Ben Plutark'ı okumadan öleceğim. Plütark'a kütüphanemin kapılarını açtım, çok geç geldi ve somurtarak oturdu tahtına, birçokları gibi. Hepsi dargın bakışlarını üzerime dikmiş: Plütark, Eşil, Eflatun... ve yüzlercesi. Ben bir Faust kadar da yaşayamadım. Ve yaşayamayacağım. Spinoza olmak isterdim. Bir izbede ciğerini cam tozları tırmalarken yeni dünyalar yaratan Spinoza. İsa ile çarmıha gerilmek isterdim. Spinoza da konuşmuyor benimle, uzaktan görüyorum onu, aramızdaki mesafe boyuna azalıp çoğalıyor, gözlerinde bütün gök. Çiftleşmek solucandan gergedana kadar her boydan aktörün katıldığı bir komedya. Soluk almak, yestehlemek gibi. Ne güzel, ne çirkin. Uzviyetin ruha taktığı zincir. Ruha dişlerini geçiren uzviyet. Ruh, uzviyete burunsalık taktığı ölçüde ruh. Köpek gibi peşinden gelmeli iskelet, hırlamamalı, havlamamalı.
Onlar sürü yavrum. Zincirlerinden başka kaybedecek neleri var? Karanlıktan geldiler, karanlığa gidiyorlar. Ummandaki dalgalar gibi sayısız. Tarihi yok bu sürünün. Macerası yok. Yıldızlara tırmanan merdivenden habersiz. Yürüyen, esneyen, tepinen ve öğrendiği sesleri tekrarlayan uzviyet. Kafanın vecdinden habersiz. Bu sarhoş karnaval alayını yıldızlar, yüzbinlerce yıldız, kayıtsız bakışlarıyla seyrediyor. Hepsinin hayatı üç kelimenin içinde, hatta bir kelimenin: yaşamadılar. Kaya nasıl beyin olmuş, bilen yok. Yapma çiçek gibi ürpermeyen, kokmayan, yaşamayan milyonlarca, milyarlarca beyin var. Bu kervanın arkasından koşma çocuğum! Onların yöneldiği iklimlerde sam yelleri eser kış yaz. Sarayları çingene çadırından daha sevimsizdir. Ne yapsınlar? İsa, "onları affet Allahım" diyordu. Onlar mı Allahı affetsin, Allah mı onları?
Mefisto, asil Mefisto, aziz Mefisto! Mefisto gerçekten asil mi? Tanrının nesi Şeytan, oğlu mu, kardeşi mi, babası mı? Tanrı amorf*, bulutlar gibi, sükût gibi, cinnet gibi. Neden Şeytanı Âdem’e secde ettirmeye kalkmış? Atını senatör yapmak Kaligula'ya yaraşır. Ben şeytanı da tanımıyorum. Gençliğim bir Çakyamuni'ninki gibi binbir gece masallarını yaşıyarak geçmedi. Uzviyetim çöller kadar susuz. Ama bu hasretin, bu isyanın, bu tecessüsün homurtularını boğan başka bir hasret, başka bir isyan, başka bir tecessüs var: kafamınki. Perikles Atina'sında sağır ve dilsiz yaşamak. Evet, Tantalı anlıyorum, Tantal benim, kitaplar cüzzamlı gibi kaçıyor benden, kitaplar yani insanlar. Kitapların dışında yok insan, daha doğrusu kitaplarla kaynaştığı ölçüde insan, dışardaki. Ben putperest değilim. Kitaba tapmıyorum. İçindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki aşk, içindeki tecrübe, içindeki Tanrı çekiyor beni. Hayatın dört yol ağzındasın delikanlı! Ve şehzadelerin karşısında yollar üçe ayrıldı., bu yolların yalnız biri mutluluğa gider. Sarp, dikenli, gösterişsiz bir yol. Ama uçuruma açılmayan, yalnız o. Seninle yeniden dünyaya geldim. Sende yaşamak istiyorum. Sende veya sizde.
Sen.. İsterdim ki yandıktan sonra dirilen Simurk gibi sende yaşayayım. Süprüntülerimden, cürufumdan temizlenerek..
Kasırgalı bir deniz. Kayalara koşan gemi. Ve kuleden avazı çıktığı kadar bağıran nöbetçi. Sen yıldızlara tırmanan merdivendesin çocuğum! Ama haberin yok. Bakışların ayakkabılarına takılı, samanyoluna değil. O ehramın zirvesine yaklaşman için uçurumlar atlamaya ihtiyaç yok. Panayır yerindeki kalabalık bir hayalet, simülakr, bir tuzak. Seni sırtımda taşıdım bu durağa kadar. Beni de taşıyanlar olmuştu. Ama artık dizlerim dermansız. Hafız İdris ve Hafız İdris'ler seni bu durağa getirmek için yola çıktılar. Uyunmaz bu durakta.
Ormanda uyuyan şehzadeler uyumak için yaratılmış, galiba. Tanrıların sofrası iltifatına muntazır. Bilsen neler anlatacak sana Epikür. Sezar'ın sabırsızlandığını görmüyor musun? Kant yine her zamanki gibi keyifli, Hayyamla kadeh tokuşturacak. İşte Marx da geldi.. Eflatunla öpüşüyor. Hepsi., hepsi orada. Konfîçyüs'ü tanımazsın. Hangisini tanırsın ki.. Hepsi, hepsi seni bekliyor.
Dante'nin Cehennemde kılavuzu Virjil'di. Cehennemde ve ârafta. Ben âraftan ileri geçemedim. Geçemem de artık. Ama sana cennetin haritasını veriyorum. Unutma ki biraz da seni taşıdığım için dizlerimin dermanı kesildi. Bu bir şikâyet değil, bir ikaz. Nerelerden geçtik, bilemezsin. Kucağımda uyuyordun. Kumların ateşi dudaklarımı yaktı, gözlerimi kuruttu. Gözbebeklerimi kör bir kuyuya çevirdi, yollar ve yıllar. Senin gözlerin ışıl ışıl. Yürüyen bir heykel gibisin, dinç ve dik. Nerelerden geçtiğimizi bilemezsin.. Rimbaud'nun sarhoş gemisi bir komedya. Arkana bakma. Şimdi Endülüs hükümdarının hazineleri içindesin, içindesin ya. Dünyada başka hazine yok çocuğum! Gözlerini neden bağlıyorsun, neden kapıyorsun? Dünyada başka hazine yok. Saadeti milyarlarca yıldan beri el yordamı ile arayan milyarlarca uzviyet. Topraktan geldiler ve toprak oldular. Toprak olmayan, yaşayan birkaç bin, belki birkaç yüz bin. Nuh'un gemisinde kaç insan vardı, Epikür'ün bahçesinde kaç insan? Kalabalığı sevmek, kalabalıkta erimek değil çocuğum, kalabalığı aydınlatmak. Işık olmak için yanmak lâzım. Yıldızlaşmak kolay değil. Brahman olarak doğanların paryalığa hakkı yok.
Ali Bey Brahmanlaşan parya. İradenin zaferi, sabrın zaferi, güvenin zaferi. Hayatla pençeleşen terkedilmiş bir kadın. Ve sırtında bir beşik, bir beşik, yani bir dağ. Ali'yi tanıdığım zaman herhangi bir talebeydi. Yalnız arıyordu, mürşit arıyordu. Ve inandı. Ali o günden beri yürüyor. Ben sırtımda taşımadım Ali'yi. Yalnız "al ve oku" dedim. Aldı ve okudu.
Condillac'ın heykeli gibi her gün bilgisi biraz daha arttı Ali'nin. Biraz daha ham halatlıktan uzaklaştı. Yonttu kendini. Bir Apollon heykeli değil bu. Bir Minerva heykeli değil. Ama hayvanı insandan ayıran sınırı aştı artık. Sabrın mucizesi. Sabrın ve güvenin. Kendini bir annenin iradesine teslim etti. İradesine ve kalbine. Sonra bana teslim etti. Brahman olarak doğmadı o. Cedleri onu bir duraktan bir durağa taşımadılar. Bakkal olmak için yaratılmıştı, bakkal veya çırağı. Kadere hükmünü değiştirten bir iyi niyet. Kaderi yumuşatan bir tevazu. Sen bu merhaleleri çoktan aştın. Dünyaya Brahman olarak geldin. Endülüs hükümdarlarının hazineleri içindesin. Başında bir taçla doğdun çocuğum, tanrı olarak doğdun. Tanrı olduğunu ne zaman anlayacaksın? Ne zaman çingene çocuklarıyla kaydırak oynamaktan vazgeçecek, ne zaman elindeki kemikleri köpeklere fırlatacak, ne zaman bakışlarını iskarpinlerinden yıldızlara kaldıracaksın? Sana bir saray hazırladık. Yüzlerce insan uğrunda ıstırap çekti. Hepimiz birer karalamayız. Seni hazırlamak için dünyaya geldik. Birer piyedestaliz. Üstüste yığılan bu heykel kaidelerini, kader, sen oturasın diye inşa etti. Sen her şeysin ve hiçsin. Bir avuç toprak veya bir güneş. Ne kadar yerinde olmak isterdim! Niçin konuşmuyorsun Safo'yla. Madame de Stael seni beklerken çingene kızlarının peşinden koşmak niye? İstesen dünyalar senin olurdu. Dünyalar zaten senin. Ama bilmiyorsun. O bir parya veledi. Sokakta kaydırak oynayacak. Sarayı yok. Sarayı yok ki. Bırak leş kargalarını, köpeklere imrenme! O bir parya veledi, itlerle kemik yalasın bırak. Hiçbir zaman Tanrıların sofrasında yeri yok. Çocuğum benim, çağdaş dünyada zirvelerin etrafında korkuluklar yok. Brahman somnambülleşirse tahtından yuvarlanır, batağa, lağıma, süprüntü tenekesine. Ve parya veledi adım adım yükselebilir arşa. Dikkat et, arşın birinci katındasın, arş yedi kat. Yol kaypak, kaygan ve ilerde karnaval palyaçolarının rengârenk çadırları, davullar. Davullar değil, cazlar. Parya veledi için, hüsran diye bir kelime yok. Çamurda doğdu, çamurda ölecek. Zaten çamur parçası.
İdeali bir zengin köpeği kadar bahtiyar olmak. Veyl, veyl şahikada doğanlara!.. Atacakları her yanlış adım ömürboyu boğazlarına sarılacak bir vicdan azabı. Biliyorum ağaç meyvesini geç verir. Çam bir günde boy atmaz. Ama...
13.9.1963
BERGSONA, YARATIŞA, SANATA DAİR*
İki nevi kitap vardır diyor Ruskin, konuşup susan kitap, düşünen kitap. Biri sohbet gibi fâni ve külfetsiz; öteki Atman. Bizden sonra yaşayan ruh. Galiba Kayserling'in logos sper-matikos dediği bu. Gebe bırakan (veya gebe kalan) kitap. Ama her kitap partönerine göre spermatikoslaşabilir. Herkes "Discours de la Methode"dan veya "Contrat Social"den gebe kalmaz. Edebiyat dünyasında umulmadık "paternite"lerle karşılaşırız. Fikret'in Hak'ka götüren örümceği. Belki ışık-kitap, ruh-kitap, sperma-kitap yazar istese de istemese de doğar. Belki çevreyle ilgisi yoktur. Yaşar, yaşamaz ayrı dâva. Nietzsche Zerdüşt'ü bakkal çırakları için yazmadı. Fikir bazan kayayı parçalar ve fışkırır. Acaba öyle mi?
Bergson'u dinleyelim: "Madde bölen ve berraklaştıran nesne… Kendi başına terkedilen bir düşünce, unsurların kucaklaştığı bir yığın, tek unsur mu var içinde, birçok unsurlar mı, bilemeyiz. Bir akış. Her akışta bir karışıklık mevcut. Düşüncenin açık seçik olabilmesi için kelimelere bölünmesi şarttır, kelimeleşmesi şart. Kafamızdan geçenleri aydınlık olarak idrak etmek için onları kâğıda dökmekten başka çare yok. İç içe geçen mefhumlar ancak o zaman nizama girer, ayrılır birbirinden. Demek ki madde vaktiyle ilk hayat hamlesinde sarmaş dolaş olan temayülleri, fert fert, daha sonra da kişi kişi ayırır, belirtir, çözer. Madde emeği de kamçılar. Madde olmasa emek de olmazdı. Sadece düşünce olan düşünce, sadece tasarı olan sanat eseri, sadece hayallenen şiir, henüz bir emeğe mal olmaz. Şiirin kelimede gerçekleşmesi, sanat görüşünün heykelleşmesi veya tablolaşması emek ister. Emek güçtür, acıdır, ama yarattığı eser kadar, hatta yarattığı eserden daha değerlidir. Onun sayesinde bizde olandan fazlasını halkedebiliyoruz, kendi varlığımızın fevkine yükselebiliyoruz. Madde olmasa böyle bir emek de mümkün olamazdı. Madde cehdimiz karşısında direnir, madde cehdimiz karşısında boyun eğer., hem bir engel, hem bir alet, hem bir uyarıcı".
Söylediklerimle pek ilgisi yok bu satırların. Ama onları bir kere daha okumak ve çocuklarıma okutmak arzusunu yenemedim. Kaldı ki konuya damdan düşer gibi girmez Bergson. Bu parça da bir bütünün kolu veya kanadı. Güzel olan o bütün. Devam edelim:
"Hayatın mânâsı ne, niçin yaratıldık? Bu konular üzerinde kafa patlatan filozoflar şu noktaya dikkat etmemişler: hayat, kendisi söylüyor bize niçin yaratıldığımızı, hedefe varıp varmadığımızı açıkça belirtiyor. Mutluluk duyuyorsak vardık hedefe, haz demiyorum. Haz bir tuzak. Canlı varlık hayatını devam ettirsin diye böyle bir oyun icat etmiş, böyle bir yem bulmuş tabiat.. Haz, hayatın hangi yöne atılması gerektiğini bildirmez. Oysa mutluluk daima bir fethin, bir zaferin, bir galibiyetin belirtisidir. Hayat yeni bir başarı sağlamıştır. Her mutlulukta bir zafer havası var. Nerede mutluluk varsa, mutlaka bir ibda ("creation") var orada. İbda ne kadar zenginse mutluluk o kadar derin. Çocuğunu seyreden anne, mutluluk duyar; onu et ve ruh olarak yarattığını bildiği için duyar bu mutluluğu... Servet ve itibar mutluluk vermez insana, bir takım hazlar sağlar. Düşüncesine biçim veren sanatçının, yeni bir keşif, yeni bir icat sağlayan bilginin duyduğu mutluluğu düşünelim. Size bu adamların şöhret için çalıştıklarını, duydukları büyük mutluluğun uyandırdıkları hayranlıktan ileri geldiğini söyleyecekler. Büyük hatâ! İnsan başarısından şüphe ettiği ölçüde övülmek ister, pohpohlanmak ister. Gururun temelinde mahviyet vardır. Emin olmak için takdir bekler sanatçı. Vaktinden evvel doğan çocuğu pamuklara sararlar; sanatçı da eserinin hayatiyetinden şüphe ettiği için sıcak bir hayranlıkla sarıp sarmalamak ister onu. Yaşayan, yaşayacak olan bir eser halkettiğine inanan kimse metihleri ne yapsın? Şöhret vız gelir ona. Vız gelir, çünkü tanrısal bir mutluluk duymaktadır. Demek her alanda hayatın gayesi: yaratış. İnsanın kendi kendini yaratması, kendini aşan bir varlık yaratması dünyadaki zenginliklere her an bir yenisini katması..."
Bergson daha çok şeyler söylüyor. Üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken şeyler. Gerçek bir anne davet edildiği ziyafetten çocuklarına da pay ayırmak ister. Onlarsız boğazına dizilir lokmalar. Bu parçayı iki sene evvel oğlumla okumuştum. Hafızasında iz bırakmadı. Hâlbuki Bergson da gebe bırakan bir yazar. Belki sığ, belki yeni değil her söylediği, ama düşünen ve düşündüren bir hoca. Bir şair, bir büyücü. Ribot'nun dediği gibi bir virtüöz. Ben Bergson'u Sekip Tunç'un kitabından tanıdım. Galiba onuncu sınıftaydım. Deniz çabucak bitmişti. Lisan bilmiyordum. Ve tek kitabı yoktu elimde. Ama yine de sarmıştı beni Bergson. Sonra Marx çıktı karşıma. Ve "Yaratıcı Tekâmül" yazarı nâzik bir reveransla sahneden çekildi. Neden Bergson'u sevdiremedim çocuklarıma? Herhangi bir kedi yavrusu kadar ilgi görmüyor zavallı...
Tanrı kendini seyretmek için yaratmış dünyayı. Ama bu yetmemiş. Şeytanı yaratmış. İnsanı yaratmış. Ben, "creation"un kendi kendine yeteceğine inanamıyorum. Sanat, başkası için yaratmak. Bir nevi cihangirlik. Yeni bir ülke fethedeceksin, ama yalnız kendin için değil. Bergson her emek acı, diyor. Doğum sancısı elbette ki ürkütücü. Bu sıkıntıya sırf doğurmuş olmak için katlanılır mı? Kadın katlanır, bu çoğalış, bu meyve veriş onun ezelden beri aslî vazifesi. Sonra çocuk bir dayanak onun için, gösterecek, övünecek. Kaldı ki doğurmayan kadınlar da var. Doğurmak istemeyen kadınlar var. Kafanın "creation"u daha sıkıntılı. Daha az tabiî.
Bu konuyu derste işlemiştim. Söylediklerimi hatırlamıyorum. Ama daha vecitli, daha parlak, daha inandırıcı idi konuşmalarım. Çünkü "spontane" idi ve alkışlayanlar vardı. Bir fetih arzusunun kamçıladığı "creation"du bu.
Bu başsız kıçsız düşüncelerin üzerine kim eğilecek? Kütüphanemde hüsnünü teşhir eden binlerce güzel boşuna çağdaşlarımdan iltifat beklerken bu derme çatma satırların okuyucu beklemesi gülünç. Kendisi için yazmak, aynada suratını seyretmek gibi aptalca bir davranış. Kaldı ki ben kendimi aynada seyredemiyorum. Belki karanlık bir odada yalnızlığını unutmak için şarkı söyleyen adamın psikolojisi. Belki yangından mal kaçırmak arzusu, yok olmamak.
Çevremdekilerin her yanlış adımı göğsümü çiğniyor. Mademki bir düşeş kaderi değiştirmiyor, hayatı müselsel* işkence haline getirmek, tasalanmak niye? Mark Orel sana bunları mı öğretti? Ne yapsan herkes kendi hayatını yaşayacak. Nesiller hep aynı tanrılara secde etse tarih olmazdı. Max Nordau'ı dinleyelim: "Bir akşam tesadüfen zengin bir hanımefendinin yanına oturmuştum. Salon âdabı konuşmamız gerekiyordu. Elbette onu ilgilendirecek konulardan söz açmalıydım. Kaplıcalara yaptığı son seyahati anlattı. Trouville'de bilseniz ne kadar eğlendim, diyordu. Gündüzleri şahane elbiselerle dolaşıyordum, parmağı ağzında kalıyordu herkesin, akşamları Casino'da gelsin bakara*. Hanım ipe sapa gelmez dedikodularıyla kafamı adamakıllı ütülemişti. Hanımefendi, dedim, günlerinizi daha faydalı meşgalelere hasredemez miydiniz? Hayır diye kestirip attı, en faydalı meşgale en çok hoşuma giden. Hoşunuza gidecek başka şey bulamaz mıydınız? Sinirlendi. Herkesin kitap yazması mı lâzım? Doğru, dedim, ama kitap yazmak tuvalet teşhir etmekten, bakara oynamaktan daha asil, daha insanca bir meşgale olsa gerek. Katiyen, dedi, katiyen, hiçbir fark yok arada. Bazısı kitap yazarak eğlenir, bazısı kumar oynamakla, sadece zevk meselesi. Ama insanların çoğu zatıâliniz gibi düşünmüyor, belki de, diyecek oldum. Ne biliyorsunuz, dedi, etrafımdakiler hep benim gibi düşünür, başkalarının hükümleri ise beni zerre kadar ilgilendirmez. Ama efendim, en mükemmel, en hürmete lâyık insanlar entelektüel meşgaleleri, kumardan, süslenip püslenmekten daha üstün bulurlar. Edebiyatçı gerek Devlet nezdinde, gerekse cemiyette bakara oyuncusundan veya göz boyayıcı tuvaletler teşhircisinden daha çok sayılır. Ne diyorsunuz, diye gülümsedi, hiç farkına varmamıştım. Dolaştığım bütün muhitlerde o bakara oyuncusu veya göz boyayıcı tuvaletler teşhircisi dediğiniz insanlar, kitap yazanlardan çok daha fazla ilgi, çok daha fazla hürmet görmekteydiler. Bozguna uğramıştım."
14.9.1963
13 RAKKAMI
Şuurun kovuklarında akla dil çıkaran bâtıl inançlar yaşar. Çürük diş gibi çıkarıp atılması güç inançlar. Spencer tezatlarını halledemeyenlere karşı fazla insafsızdır. Sofrada tuz dökülünce uğursuzluk olacağına inananları pigme'lerle hem ayar tutar. O zaman hepimiz birer pigmeyiz. Şuurun kovuğunda akla nanik yapan bu bâtıl inançları kulaklarından yakalayıp aydınlığa çıkarmak zor. Mesela 13 rakkamının bende uyandırdığı "malaise" ne zaman başladı, niçin başladı? Rakkamla kader arasında nasıl bir illiyet* düşünülebilir? Gerçi hayat, tezatların dil çıkardığı bir sahne. Ama peşimizden gelen bu mahalle çocuğu inanç, büsbütün utandırıcı. Herkesin içinde ensenize şamar indiren acaip bir yoldaş. Ayın her on üçünden felaket beklemek.. Felaket takvimle hareket etmez. Sonra felaket ne?
15.9.1963
CİNNETE, ÇÖKEN BİR CEMİYETE, TÜRK BURJUVAZİSİNE DAİR
Homo duplex. Tatsız bir dramda hem aktör, hem seyirci olmak.. Belki gerçek faciayı görmemek için hayalî facialar halkediyorum. Diş ağrısı çeken adamın ayağını dağlatması. Makina bozuk.
Makina her zaman bozuktu. Cinnet, illetle netice arasındaki muvazenesizlik*. İlletle netice arasındaki münasebetin önceden tayin edilmiş şekilleri var mı? Var. Tepkileriniz ortalama insanınkine uyacak. Ortalama insan kim? Elbise giymiş goril, köse ve çaçaron. Tepkileriniz ancak kendi iz'an ve irfan seviyenizde bir hemcinsinizinkilerle büyük farklar gösteriyorsa kantarın topu kaçmıştır. Hem doktor, hem hasta. Gerçekten hasta mıyım? Bu bir gölün sathı gibi en küçük rüzgârla ürperiş hayra alâmet sayılmıyor. Fenerin camları kırık, lambanın ışığı boyuna raksediyor. Ama kucağında yaşadığım şartlar içinde bu sarsıntılar normalin normali değil mi? Bu "super-emotivite"nin kökü biyolojik, gövdesi sosyal. İnsan ya kafasıyla, ya gönlüyle, ya etiyle yaşar. Ya mazide yaşar, ya istikbalde yaşar. Mazi lağım, istikbal uçurum. Kafam önüme atılan kemikleri yalamaya mahkûm bir sokak iti. Gönül.. Hangi gönül? Ne bekliyorum? Kardan heykel yapan adam. Tutunmak istediğim her dal kırılıyor. Ve bir harman beygirinin erzel hayatı. Etrafımdakiler buhranlarıma tabiat kadar kayıtsız.
"Creation"un câvidâni* zevkler sunduğu gerçek. Ama "creation" hürriyet içinde olur. Fizik ve moral hürriyeti. Cemiyet., cemiyetin pençesi cahil bir ebenin kirli elleri gibi kafatasımın içinde; yaşamaya başlayan her cenini boğuyor. Hep başkalarına feda ettim kendimi. Kişiliğimin yarı mermer, yarı balçık heykeli zamanın fırtınalarına göğüs geremez. Kitapta gerçekleşemedim, çocuklarımda gerçekleşebilsem.. Bu, inkisardan inkisara sürüklenen adamın belki de son rüyâsıdır. Bu rüyadan uyanmak istemiyor. Ama..Çöken bir cemiyetin kucağındayız. Öldükten sonra yaşıyor bu insanlar. Buna yaşayış denmez. Uzviyetin ihtilâsı. Türk burjuvazisi kırk haramilerden daha haysiyetsiz bir çete. Çete bile değil. Bul karayı, al parayı. Bu burjuvazinin iki marifeti var: hayâsızlık ve el çabukluğu. Hiçbir zaman düşünmedi bu sınıf. Burnunun ucundaki felaketi görmeyecek kadar ahmaktır ve piçlerini asefal birer hilkat garibesi gibi kaldırımlara boşaltıyor. Bu bir sınıf değil, bir panayır grubu. Batıda tarihin akışını değiştirdi burjuvazi, sonra ihtiyarladı, bunadı, hastalandı. Ama Flaubert'in bütün küfürlerine rağmen asildir. Flaubert de o sınıfin evladı değil mi? Burjuvazi on dokuzuncu asrın cihangir sınıfı. Kazandığı her zafer bir sabrın, bir zekânın, bir keşfin mükâfatı. Burjuvazi servetini sokakta bulmadı. Hazineyi bekleyen ejderleri kuyu başından uzaklaştırdı. Toprağın bağrından fışkırttı medeniyeti. Bizde Galata sarraflarının açıkgözlüğüne özenen soyguncu, kapıcılık yapmaktan âciz, köksüz ve köpükten ibaret beş bin kişi, on bin kişi., mühendisiyle, eczacısıyla, fabrikatörüyle, plajcısıyla hergele. Toprak ağaları bu heriflerden daha necip, daha civanmert, daha hâlis. Bunlar tefeci. Ve biz aynı mahallenin, aynı iklimin içindeyiz.
17.9.1963
NİSVAZ, KUZGUNCUK'TA BİR YALI
Galiba Nisvaz'da karşılaşmıştık. Çehresini hatırlayamıyorum. Hafızamın perdesine aksedip silinen hayallerden biri. O yalnız ses, yalnız jest olarak belirli belirsiz bir hatıra. Zaten Nisvaz tımarhane'nin şubesi gibi bir yerdi, o tarihlerde. Her anfitrion'un dehasına mukaddesatı üzerine yemin etmeye hazır bir alay aç. İhsan Altay, kadehler ikiyi aşınca Stalin'e talimat vermeye başlardı, Sadri Ertemin gedikli dalkavuğu idi, dalkavuğu, belki de pezevengi. Sadri'nin paracıkları bütün o köksüz, evsiz ve âvâre delikanlıların telaşla koştukları meşale idi. Arada Suphi Taşhan damlardı. Hazret bir gün üç buutlu şiiri keşfederdi, ertesi gün dört buutlu şiiri. Parmakları nikotinle kınalı, saçları dağınık, gözleri mahmur., yakışıklı çocuktu Suphi. Nisvaz entelijansiyasının, Nâzım'dan üstünsün, Mallarmâ'den büyüksün diye zıvanadan çıkardıkları zavallı Suphi. Bir gece evvel masasında elpençe divan duranlar ertesi gün jigolodur derler yahut İngiliz entelicans servisinden para aldığına yemin ederlerdi. Renksiz kokusuz bir adamdı Faiz. Eski bir plağın cızırtılı sesi ve yel değirmenlerini hatırlatan kollarının havada çizdiği daireler. Sonra avukat oldu, gazete çıkardı. Bütün benzerleri gibi bir avuç köpük. Sözde sevişirdik. Takdir kârımdı. Geçen gün kitapçılarda adım geçmiş, Nizam'ın oğlu, âlimdir, fâzıldır, uzun zaman Fransa'da bulundu demiş. Hazret kaba etine diken batmış gibi fırlamış ayağa, yok efendim, demiş, ne Fransa'sı, insanları tanımıyorsunuz, ona gelinceye kadar vs. Bu zatla en son yirmi iki sene evvel karşılaşmıştık. Zaten sekiz on defa gördü beni. Fransa'ya gidip gitmediğimi ne bilir. Yârân acıyarak Cemil Meriç bitti diyorlarmış, başlamadı ki bitsin.
Hâfız'ın, bir an hayâsızlık sonra ebedi huzur mısraı gerçeği kucaklamıyor. Sade Markisinin hayatı bir fazilet havarisininkinden daha ferahlı değil. Kolomb'un önüne Amerika'yı çıkaran tesadüf 1936'da Kuzguncuk'taki yalı'ya sürükledi beni. Sırrı yapışkan sesi ile üstadım diye seslendi, size genç bir arkadaş getiriyorum, erkân-ı harp olacak bir arkadaş.. Bahçede oturduk. Üstat hep âfâkî konuşuyordu. Ben rüyamın içinden görüyordum onu. Üstat herkes gibi beni de mezbahaya ayağı ile gelen bir koyun saydı, biraz derince kırptı yünlerimi. Ne kadar garip. O gün Kuzguncuk'taki yalıya gitmesek hayatımın seyri baştan başa değişecekti, tevkif edilmeyecektim, peşime polis takılmayacaktı, karımı tanımayacaktım. Kuzguncuk'taki yalıda dehasına inanmış bir adam otururdu. Her demagog gibi cümleleri baltalaştırarak konuşur, Rabbın ilhamına mazhar bir resul pozu takınırdı. Kuzguncuk'taki yalı bir Sina idi. Ve her resul gibi itisafa* uğramıştı bu resul. Her resul gibi bir mitle haleli idi. Sonra Bağlarbaşı'na otağ kurdu. O kadar yalnızdım ki. Göğüs boşluğunda bir saat zembereği vardı, üstadımın, büyük bir eser hazırlıyordu, biz hepimiz mimar efendimizi beslemek, kuracağı âbideye taş taşımak zorundaydık. Sesi yumuşaktı hep. Tırnaklarını saklayan bir yaban kedisi. Mükemmel bir polis müdürü, bir savcı, bir Osmanlı kadı askeri olabilirdi.
18.9.1963
DUSSAULX VE JUVENAL'İN DÜNYASI*{27}
Haylaz bir çocukmuş Dussaulx. Babasını çok erken kaybetmiş. Ve gemi azıya almış. Kederinden kahroluyormuş annesi. Ama yavrusuna bir şey söyleyemiyormuş. Bir gün kardeşine dökmüş içini. Meğer Dussaulx da duyuyormuş söylenenleri, annesine verdiği ıstırap öyle üzmüş, öyle üzmüş ki çocuğu., ve insanlık bir Dussaulx kazanmış. Ağaçtan düşen Vico, uşaklardan dayak yiyen Voltaire, trenden atılan Gandi.. Dussaulx'un hayat hikâyesini Hasanpaşa'da okuttum oğluma. Hiçbir şey anlamadı. Bir ömrün akışını değiştiren büyülü söz! Ben yıllardan beri kelimeleri bazan gözyaşlarımla bazan zehirle, bazan şefkatle yoğurarak bunu başarmaya uğraşıyorum. O kadar yalnızım ki. İnsanlar her gün kucaklaştıkları trajediden habersiz yaşıyorlar. Soydan cellat Sanson için, kellesini uçurdukları ıstırap çeken birer insan değildi. Kağıt kesen bir mücellit kadar soğukkanli idi Sanson. Veya ameliyat yapan yaşlı bir doktor kadar.