CEMİL MERİÇ

 

 

 

JURNAL

 

Cilt 1

1955 - 65

 

 

 

 

      ÜZERİNE

     "Bu anılarda, hayatımın çeşitli dönemleri iç içe yer alıyor. Halim vaktim yerindeyken sefalet yıllarımdan söz ettiğim oldu, sıkıntılı günlerimde mutluluklarımdan bahsettim. Gençlik yıllarım yaşlılık yıllarıma karıştı. Tecrübe dolu yıllarımın ciddiyeti ile arayış yıllarımın maceraları birbirini dengeledi belki. Şafaktan guruba* hayat güneşimin huzmeleri birbirine karıştı çoğu kez. Bütün bunlar eserime bir tür karışıklık getirdi belki ama bir tür de tanımlanamayacak bütünlük kazandırdı. Beşiğimde mezarımdan, mezarımda beşiğimden bir şeyler var bu anılarda..."{1}

     "Neden bu Jurnal'e devam ediyorum? Devam ediyorum, çünkü o benim kendimle diyaloğum, çevrem, dostum, sırdaşım. Tesellim aynı zamanda. Hafızam, yankım. Acılarımı da paylaşıyor. Jurnalim kişisel deneyimlerimin deposu, psikolojik güzergâhım, düşüncelerimin paslanmasına karşı bir önlem. Yaşama bahanem, neredeyse benden sonrakilere bırakacağım tek yararlı şey...{2}

     "Artık jurnal tutmuyorsam, yazılacak mektuplardan kaçıyorsam, heyecanlarımı kaybetmişim demektir, o zaman sadece duymak istediğim heyecanları ya da başkalarınınkileri yaşıyorumdur... İyi günlerimde çoğalıyor heyecanlarım, bütün benliğimi saran güçlü bir titreşime, sinirlerimi ve zihnimi harekete geçiren bir coşkuya dönüşüyor, onları istediğim gibi yönlendirebiliyorum. Ya hüzün oluyor bu heyecanlar ya neşe. Kendimi, duruma göre, neşeli bir scherzo ya da melankolik bir andante çalmaya akort edilmiş bir arp gibi hissediyorum. Bu da yaratabilmek için gerekli mükemmel bir ruh haleti..."{3}

     Bu satırlar, Fransız edebiyatının ünlü üç anı ve jurnal yazarının, Chateaubriand, Amiel ve Gide'nin, 1809, 1869 ve 1889 yıllarında yazmış olduklarışüncelerini bize yansıtırken, bir yandan da, genelde jurnal yazarının, özelde de Cemil Meriç’in, jurnalini kaleme alırken içinde bulunduğu duygu, heyecan ve düşünce kesafetini* gözler önüne seriyor kanımızca.

 

* * *

 

     Cemil Meriç, 7 Temmuz 1955 günü, göz ameliyatı için gittiği Paris'ten İstanbul'a döner. Gözlerini bir yıl önce kaybetmiş, yeniden görme umudu ise pek kalmamıştır. Dönüşünden dokuz gün sonra yazmaya başlar. 38 yaşındaki Cemil Meriç kendisini son derece yalnız hissetmektedir. Görmemekte, tabiata tahakküm edememektedir.

 "Görenin yalnızlıktan şikâyete hakkı yoktur: mevsimler, renkler, çiçekler, şehrin bütün kadınları, bütün çocuklar gören içindir", "görmeyen bir insan bozuk bir ampul gibi, manasız, bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe" (Jurnal, 16.7.1955)

     Fırtınaya tutulan bir hayat yokuşudur Cemil Meriç. Bu fırtınadan kurtulabilmek için bir eser yaratmak istemektedir, "içine kafasındaki bütün ışığı doldurup dalgalara fırlatacağı bir şişe". Yaratmaksa ıstıraplıdır, ama yaratmadan ıstırap çekmek daha da dayanılmaz bir çile.

     Düşünceleri darmadağındır. Kitapların içine saçtığı aydınlık sayesinde etrafındaki karanlık geceden biraz daha az etkilenmektedir. Ne var ki hiçbir intibak kabiliyeti yoktur. O zaman neden yaşayacak? Ölmek istediğini söylemektedir, "dekorsuz" ve "poz almadan", "batan bir güneş gibi değil, kaderin bileklerime taktığı prangalardan kurtulmak için". Yine de ölmek istememektedir gerçekte. Gelecekteki, belki de şimdiki meçhul bir Dost’a seslenmeye yani yazmaya ihtiyacı vardır. Yazarsa onun da hürriyeti olacaktır, yaşadığını ve yaşamaya layık olduğunu hissedebilecektir, "bu satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile". Yazdıkları bir davettir, sevgi daveti. "İsterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın, isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. Sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda... Kelimeler buseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi uçsun sana..." (Jurnal, 1955).

     Vücudunu aşmak, benliğinden sıyrılmak, sonsuza yönelmek, kanatlanmak, çoğalmak, devam etmek, kendini aşarak bir fikre, bir dâvaya bağlanmak istemektedir Cemil Meriç.

     İlerde "Quinze-Vingts Geceleri" başlığı altında kitaplaştırmayışündüğü ve Paris dönüşü kaleme alınan bu 1955 yılı yazılarına paralel olarak, bir de Jurnal yazmaya başlar Cemil Meriç aynı yıl. Aslında Quinze-Vingts Geceleriyle Jurnal içiçedir. Sadece beş yazı vardır Jurnal'de bu yıl, üçü Fransızcadır.

     Bu satırlarda öldükten sonra yaşamak için tanıklar aramaktadır Meriç kendine. Yokolma düşüncesi ürkütmektedir onu. Yaratarak devam etmek, anıta, olaya, kitaba dönüşmek istemektedir.

     "Ruhun ölümsüzlüğü bir mitosdan ibaret değil" diye yazar, metapsikoza inanmak lâzım, hele insan dinî ve mistik tesellilerden mahrumsa. "Keşke bütün insanlar aynı tanrıya inanabilselerdi, o zaman dünya cennet olurdu... Bütün kâinatı ve kâinattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi" (Jurnal, 22.7.1955).

Peki ya yeryüzü? Dünya, bütün insanların el ele verip hep birlikte şarkı söyleyecekleri bir bahçeye dönüşebilecek mi? İnsanları birbirinden ayıran duvarlar var, bu duvarlar ne zaman yıkılacak, sosyal adalet rüyaları ne zaman gerçekleşecek? Ne zaman insanoğlu sonsuz bir özgürlüğe kavuşacak?

     Bu yazılarda, Jurnal boyunca zaman zaman hatta sık sık karşımıza çıkacak birçok ana temayı saptamış gibidir Cemil Meriç. Şuurlu olmasa da, hayat ve düşünce tutanağını oluşturacak belli başlı konulara eğilmiştir.

     Yine de, kim okuyacaktır onu sorusu içini kemirmektedir. "Benzerlerime iletilecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir yabani gibi yaşadım, bir başkası gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler" (Jurnal, 22.7.1955). İşte 38 yılının iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikâyesi bundan ibarettir, Cemil Meriç’e sorarsanız.

     Oysa Cemil Meriç 38 yaşına gelene kadar da önemli şeyler yapmıştır, çok okumuş, çok düşünmüş, çok yazmıştır, çok olmasa da az ama öz.

     1941'den itibaren, Meriç’in her biri bir "manifesto" sayılabilecek makaleleri yayınlanmıştır dönemin çeşitli dergilerinde. Her yazısı bir anlamda Jurnali müjdelemektedir. Aynı keskin üslup, aynı sert ve haşin hükümler:

"Sefaleti maroken koltuklarında puro tüttürürken tahayyül eden müreffeh romancıların neden ölü eserler verdiğini Balzac'ın hayatı bize daha iyi anlatmaktadır",{4} "Assomoir, iskeletlerinden kâşaneler* kurulan aç ve ayyaş emekçilerin acıklı destanıdır",{5} "Cihan edebiyatı her soydan tufeylinin* yağma hırsıyla saldırdığı sahipsiz bir mabet midir?","Piyasa, kitapçı vitrinlerini şaheserler makteli* haline getirmek için, şaşılacak bir gayret sarf eden bezirgânlarla doludur. Cihan edebiyatı nâmına, düşük kıymetli sakat tercümeleri piyasaya süren bir anarşi, azgın bir hırs"... {6}

     1942'de Elazığ Lisesi'nde Fransızca öğretmenidir Cemil Meriç, yeni evlenmiştir, coşkuludur, mutludur. Ayrılığa ise hiç tahammülü yoktur. Şiirlerle örülü mektuplar yazar karısına, 42 ile 45 yılları arasında, sevgi dolu mektuplar alır karısından.

     Makaleleri yayımlanmaktadır sürekli, 18. yüzyıl Fransa'sında yaşamış ilerici fikir öncülerinden bahseder: "O asırda Fransa'da edebiyat bir kavga silahıdır, yazar, eserinde cemiyetin isteklerini ve hınçlarını şahlandıran mücadele adamıdır. Feylesoflar asrı, bütün insanlık için mücadele etmektedir", Cemil Meriç de Voltaire gibi, "fildişi kulede süslü mısralar avlayan yarı mistik bir sanat züppesi değil, kulağını sınıfının nabzına dayayan bir kavga adamı olmak" istemektedir.

     "Voltaire için en büyük haz benliğini başkalarının saadetine vakfetmek, ıstırap çekenlerin gözyaşlarını dindirmektir"{7} Cemil Meriç için de öyle.

     İnsanlığın örnek simalarını ele alan, inceleyen, Türk okuyucusuna sunan, tenkit eden, değerlendiren bu makalelerinde, biraz da kendisine benzeterek, model olarak seçtiği büyük insanların defilesine tanık oluruz. Cemil Meriç henüz 25-26 yaşlarındadır. Ateşli, meraklı, araştıran, seven veya nefret eden sıra dışı bir gönül ve bir beyin. İnsafsız bir eleştirmendir de aynı zamanda, çok açık sözlüdür, kırıcıdır, bu da onu giderek yalnızlığa itmektedir.

     1948'e kadar oldukça düzenli olarak elimizde bulunan makaleleri, birden 48'den 53'e götürür bizi. Arada Balzac çevirileri ve Yabancı Diller Okulu'nda okutmanlığa başladığı yıllar var. Aynı yıllarda öğrenciler için yirmi dokuz Fransızca metin içeren bir yardımcı metinler kitapçığı hazırlar, bir de Fransızca dilinin gramerini kaleme alır.

     1953 yılı başından itibaren yeniden makalelerine döner: "Ya Batılı olacağız yahut Batı'nın âzad kabul etmez sömürgesi" diye yazar bunlardan birinde.{8} Bu makalelerinde de ilerde tekrar ele alacağı birçok konu ve mefhuma(kavram) el atar.

"Babıâli kodamanlarının gergedanlaşan enselerinde cehaletin şahane tuğrasını okumuyor musunuz?"

"Cehaletin sadakat madalyasına hak kazanmış az mı hocamız var?" O hoca ki kafası, antikacı vitrinlerindeki bozuk saat gibi, yarım asır önce durmuş. Gazeteci ki en önemli dâvalar karşısında susar, haksızlığa kuyruk sallar, manevi afyon satıp apartman kurar. O muharrir ki müstehcen roman fabrikatörüdür"...

"Memlekette irtica yok, memlekette, cumhuriyet devri aydınının, kafasını karanlıkla yoğurup madrabazlara sunduğu masum ve samimi insanlar var. Ve Anadolu hep fikir susuzluğu, ideal hasreti içinde". {9}

Artık yolunu çizmiştir Cemil Meriç. Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, "basit ve adi bir genç" yerine, gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda eden ve "nesl-i âti destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan"a dönüşmektedir hızla.{10}

     1935'de hakikat uğruna gözlerini feda edebileceğini yazan genç Hüseyin Cemil, hazin bir tecelli olarak, 1955'de, yani tam yirmi yıl sonra, gözlerini kaybeder.

     Meriç’in 1953 yılı ortalarına kadar gelen yazılarında, kendinden emin, istikbali fethe hazır, enerji ve güven dolu, kabına sığmayan bir insan ve bir düşünce var karşımızda.

     Ne var ki gözlerini kaybetmesiyle sonuçlanan yaklaşık iki yıllık sağlık sorunları onun hem maddi hem de manevi kişiliğini olumsuz yönde çok fazla etkiler. Karamsar, ürkek, zayıf bir insandır artık, kanatları kırılmıştır adeta. "Körlük bir nevi ölüm. Hayır, ölümden çok daha beter bir işkence, öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak, şekillerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu, cisimlerin katılaştığı bir dünyada yaşamak. Dünyanın dışında yaşamak" (Jurnal, 2.2.1963).

     1955 yılındaki Jurnal yazma girişimlerinden sonra 1959 yılına kadar, yani yaklaşık üçbuçuk yıl boyunca Jurnal'ine dönmez Cemil Meriç. 1959'un 1 Ocak günü yazdığı kısa iki yazıyla bir girişimine daha tanık oluruz. Artık 42 yaşındadır. "İnsan kendi varlığını her gün biraz daha kusursuz bir heykele benzetmek için gayret harcıyor. İçi bir zafer vehmiyle kabarırken, kaderin iblisçe kahkahası elinden çekicini düşürüveriyor. İradenin kazandığı zaferler kardan bir heykel kadar fâni. Yarattığınız heykel, sizden başka hayranı olmayan bir kukla. En küçük dalgınlık, yılların emeğini yok etmeğe kadir." (Jurnal, 1.1.1959). .

     1959 ile 1963 arasında uzun bir suskunluk dönemi var Jurnal açısından. Ama "Hint Edebiyatı" tezgâhtadır bu yıllar boyunca ve Cemil Meriç bütün birikimini, bütün çalışmasını okuyucusuna sunmaya hazırlandığı bir kitap kaleme almaktadır. Karşımızda genç düşünür, genç şair Cemil Meriç'ten sonra, olgun bir düşünür ve olgun bir şair olarak çıkan ve Hint edebiyat ve düşüncesini şiirsel boyutlarıyla da özümseyen bir sanatkâr var. Yıllardır ayaklarında "demir çarık", elinde "demir asa" düşüncenin ve şiirin cangılında dolaşmıştır ve artık bu kitabın sayfalarında, heyecanlarıyla, vehimleriyle, rüyalarıyla bütün Cemil Meriç vardır.

     1963'te eser basılmaya hazırdır.

     46 yaşında tekrar Jurnal'ine döner Meriç. Ancak endişelidir, ilk yazılarından birinde: "Gideceksin, senin zavallı gölgen belki zaman perdesine bir tek defa aksedip alkışlanmadan, oyuna katılmayan bir kukla gibi çürüyecek" (Jurnal, 8.1.1963) diye yazar. Kendini tanımak ve tanıtmak konusunda da oldukça şüphelidir, ıstırapları her an eriyip dağılmakta, dumanlaşmakta, eski biçimine dönmekte, sonuçta hep aynı kalmaktadır. Öte yanda ise rüyaları, hayalleri, dilekleri vardır, devamlı değişen. Varlığı bir serap, bir gölge, bir dumandır. Onu nasıl tanıyabilir, nasıl tanımlayabilir, nasıl tanıtabilir?

     Bu sayfalar, ilerde kaleme alınacak bir otobiyografinin temel taşları olmaktan uzaktır, kendi kendine masal söylemek, aynaya bakmak, yangından bir şeyler kurtarmak, yaşadığını duymak ve duyurmak ihtiyacıyla yazılmışlardır daha çok.

     Ne var ki kendisi için yazmak, aynada suratını seyretmek gibi aptalca bir davranış. Üstelik o, aynada kendini de görememektedir. Belki karanlık bir odada yalnızlığını unutmak için şarkı söyleyen adamın psikolojisi içinde kaleme sarılmaktadır.

     Bir yandan kendini eleştirirken bir yandan da okuyucuyu uyarır: "Hayat o kadar kısa ki, bu sayfaları ambar haline getirmek, oraya ayıklamadan yirmi dört saatlik intibaları yığmak, dalıyla, yaprağıyla, çiçeğiyle, bazen çiçeksiz ve yapraksız, ağrına gidiyor insanın. Hep aynı korku: yarının karşısına tuvaletsiz çıkmak... Tuvaletsiz düşünce, daha doğrusu, çabuk tuvalet yapmak ihtiyacı, fikri ne hale getiriyor... Hatıra defteri ya bir destan olmalı, ya bir neşide, ama olamaz ki. Ya da iç dünyanın labirentlerine tutulmuş bir projektör, ama iç dünya diye bir şey yok. İç dünya, sırları dökülmüş bir ayna."

Ayrıca Jurnal dikte de ettirilemiyor, "çünkü kendi kontrolümüzden geçirmeden, ilk apresiyasyonları yapmadan, başka bir tâbirle günlerin nasıl kelimeleştiğini görmeden onları karmakarışık başka bir kulağa tevdi edemiyoruz. Ne çıkacağını bilemiyoruz ki... Belki hasadın zavallılığından utanıyoruz. İster istemez bir ayıklamaya, bazen çok zararlı bir ayıklamaya gidiyor insan. Çıplak görünmek korkusu. İnsan mutlaka hemcinsinin veya istikbalinin huzuruna smokinle çıkmak zorunda değildir. Ama bu çıplaklık da bir nevi tuvalet. Önce bir aynaya bakıp sonra başkalarına görünmek... Bu bir nevi iffet ve gurur duygusu ama psikolojinin çok zararına" (Jurnal, 23.1.1963).

Demek ki bakışlarını iç dünyasına çeviren insan kendi gölgesiyle karşılaşır. Ne, var ki ancak entelektüel gözleyebilir kendini gereği gibi ve entelektüelin hayat hikâyesi de entelektüeldir. Entelektüel daha çok kendi korkularını, kendi rüyalarını anlatır, jurnali de hayalini aksettiren bir ayna, yani entelektüel bir otobiyografidir. Her sayfada kendisi vardır entelektüelin, elinde bir kitapla, her sayfa çeşitli muhataplar karşısında fildişi kuledeki fikir adamının davranışlarını yansıtır.

 

* * *

 

     Jurnal'in en yoğun, en devamlı, en özgün biçimde yazılmış olduğu 1963, 1964 ve 1965 yıllarını kapsayan dönem, yaptığımız düzenlemede, Cemil Meriç’in Jurnal'inin ilk cildini oluşturuyor. Bu cilde giriş olarak da, onun 1955 ve 1959'daki Jurnal başlatma arzusunu ve gayretini yansıtan, devamı gelmemiş yazılarına yer verdik.

     Bu ciltte ayrıca "Quinze-Vingts Geceleri" de yer alıyor. Quinze-Vingts Geceleri, Cemil Meriç’in hayatının en acılı dönemlerinden birinin çarpıcı, üzücü bir tutanağı, kısa bir roman denemesi belki. Ama "sen roman yazamazsın, hayalindeki kahramanlar da konuşmaktan korkuyor. Sahanda bekleşen düşüncelere kapını açmıyorsun ve onlar birer birer uzaklaşıyorlar" (Jurnal, 5.3.1963). Kaldı ki "romanın bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı. Neden? O halde ıstıraplarından bir roman, bir şiir de yaratamayacak kör. Kimin hikâyesini anlatsın?" (Jurnal, 15.2.1963).

     "Quinze-Vingts Geceleri" başlığı altında toplanmış yazılar, Jurnal'in akışı içinde kaleme alınmış, sonra Jurnal'den çıkarılıp ayrı bir dosyaya aktarılmış. Otobiyografik bir çalışmada malzeme olarak kullanılmak düşüncesiyle bir araya getirilmiş bu sayfalarda Cemil Meriç’in hastane gözlemlerinin yanı sıra daha çok hayatına girmiş kadınlarla ilgili anı ve değerlendirmeleri var. Ancak Cemil Meriç bu dosyadaki yazıları arzu ettiği gibi değerlendirememiş. Onlarsız Jurnal biraz eksik. Biz de bu yazıları, yazılış tarihlerine göre, Jurnal'deki asıl yerlerine yerleştirdik.

     Zaten kanımızca önemli olan, Cemil Meriç’in kafasından ve dudaklarından çıktığı şekliyle kâğıda dökülmüş izlenimlerinin olduğu gibi korunması ve bu yapılırken de tarih sırasına saygı gösterilmesi.

     Yine bu ciltte Cemil Meriç’in 1964 yılı Nisan ayında, bir buçuk aylık kısa bir dönem süresince Rabia hanıma yazdığı mektuplar var. Mektupların devamı ikinci ciltte de karşımıza çıkacak. Ancak bu defa onlar Cemil Meriç’in hayatında çok önemli ve kalıcı bir yeri olan Lamia hanıma seslenecekler.

     Bizce bu mektupların yeri de Jurnal, hele Cemil Meriç’in düşünce ve his dünyasındaki gelişmeleri, tarih sırasına göre, yaşanış sırasına göre izlemek istiyorsak.

     Ayrıca bu mektuplar, Jurnal titizliği içinde, benzer bir çalışma gayretiyle, aynı elverişsiz çalışma koşullarında kaleme alınmış ürünler. Sadece, düşünce ağırlıklarının yanı sıra biraz daha somut, çok daha duygusal yani abartılı bir yanları var ama yüzde yüz de Cemil Meriç’in iç dünyasını yansıtıyorlar. Belki Jurnal'deki o oldukça ciddi, gergin, katı, yer yer acımasız üslup burada daha bir yumuşuyor ve Mektuplarda, seven, sevdiğine inanan, sevdiğine inanmak zorunda olan bir gönlün fikir ve duygu serüvenine değişik bir açıdan tanık oluyoruz.

     Zaten "aşk, dehanın büründüğü şekillerden biridir" Cemil Meriç’e göre, insanın dörtte üçü âşıkken belirir. Hem sonra mektuplarını yazarken sadece seven bir insandır, "mektuplarımda kelime cambazlığı yok, yazar değil, seven bir insanım" der (Jurnal, 1 ve 4.4.1964).

     Sonuçta Mektuplar Jurnal'i, Jurnal Mektupları tamamlar. Cemil Meriç, Jurnal'inde ebediyete, sonsuza, çağdaşlarının yanısıra gelecekteki kuşakların ideal okuyucusuna seslenmektedir, bir vasiyetname yazmaktadır büyük ölçüde. Mektuplarını da, uzaktaki ama gerçek bir sevgiliye, zaman zaman kavuşup zaman zaman ayrıldığı bir insana, bu sevgilide de ideal sevgili tipine yazmakta, yoğun duyguların yoğun düşüncelerle beslenip zenginleştiği bir çalışma örneği vermektedir.

     Jurnal'in ikinci cildine gelince, bu ikinci cilt 1966-1983 dönemini kapsamakta ve bu dönemin ilk yıllarında adeta Jurnal'in yerine geçen Mektupları da içermektedir.

     Jurnal'in ikinci cildi giderek birinci ciltteki Jurnal yazılarından değişik nitelikte yazılara dönüşür. Eski aralıksız yazı düzeni de bozulmuştur.

     1966-67 yıllarının Mektuplarını boşluklar izler. Mesela 1968 ve 1969 yıllarında Jurnal tutulmamıştır. 197O'de birkaç mektupla, 1975 yılı sonuna kadar da sekiz dokuz yazı ve mektupla karşılaşırız topu topu.

     1975-78 arası üç yıllık dönemse Jurnal açısından tam bir suskunluk dönemidir.

     1978'le 1983 yılları arası yeniden Jurnal'ine döner Cemil Meriç ama karşımızda artık Jurnaline kapanmaktan, mazoşist yakınma ve şikâyetlerden vazgeçmiş bir Cemil Meriç vardır. Yazıları eski niteliklerinden sıyrılmış, Meriç 1963'le 78 yılları arasında değişmiş, kendini dinlemektense, fildişi kulesinden çıkarak, yaşadığı döneme, toplumunun ve insanlığın sorunlarına kulak vermiş, çözümler aramış, öneriler getirmiştir.

     Sonuçta Jurnal'de karşımıza çıkan boşluklar da suskunluk dönemleri de Cemil Meriç’in eserlerinin doldurduğu anlamlı yıllardır.

     1964 ve 1967 yılları iki önemli kitabının Hint Edebiyatı ve Saint-Simon'un basıldığı, ancak pek benimsenmediği buhranlı yıllardır, hayal kırıklıkları ve tatminsizlikler Jurnal'in dert ortaklığı sayesinde geçiştirilir.

     1967-74 yılları Jurnal'deki yoğun birikimin çeşitli dergiler aracılığıyla bir ölçüde topluma mâlolduğu yıllardır. Ve bu dönemin ilk kitabının, Bu Ülke'nin kuluçka dönemidir.

     Jurnal'in bomboş kaldığı 75-78 yılları arasında üstadın Ümrandan Uygarlığa ve Mağaradakiler adlı iki yeni eseri ve makaleleri bütün zamanını doldurur.

     1978'le 83 arasında Jurnalini tutmayı sürdürürken, bir yandan da makaleler yazmaya devam eder Cemil Meriç, konferanslar verir. Birkaç çevirisi, iki de kitabı yayımlanır: Kırk Ambar ve Bir Facianın Hikâyesi ve Işık Doğudan Gelir. Sonuncu eseri olan Kültürden İrfana da bu dönemde şekillenir.

     Aralıklarla da olsa 1983 yılı ortalarına kadar süren Jurnal'ini noktaladığında 68 yaşındadır Meriç. Bu dönem yazılarında hem yayımlayacağı son eserlerin hazırlanışına tanık oluruz bir ölçüde, hem de kişiliğiyle, yaşam öyküsüyle ilgili önemli ipuçlarına rastlarız. Bu bir tür son hesaplaşmadır artık, Cemil Meriç’in deyişiyle "geç kalmış bir muhasebe"dir. Hayır, geç kalmış değil, kanımızca tam yerinde ve zamanında bir muhasebe.

 

     Jurnal'i Baskıya Hazırlarken...

"Hep mükemmel biri olmamı isterdi, olduğumdan başka biri. Beni başka şekilde hayal etmişti kafasında, bu ideale uymadığım için de hep üzülürdü."

(Amiel, 5.10.1879)

 

     Jurnallerin kaderi genelde yazarlarının ölümünden sonra yayımlanmalarıdır. Üstelik çoğu, yayımlanmak düşüncesiyle de kaleme alınmamıştır. Zaten jurnali jurnal yapan da ilerde ilgi uyandırıp uyandırmayacağını hesaplamadan, herhangi bir şöhret peşinde koşmadan yazılmış olmasıdır.

     Yazarının ölümünden sonra yayımlanan jurnalleri baskıya hazırlayanlar çoğu kez onun hayattaki yakınları, dostları, akrabaları, bazen çocuklarıdır ve hatırasına leke sürülmesini pek istemezler. Ellerindeki eseri okuyucuya kendilerince en iyi şekilde sunmak için yazarın menfaatlerini ön planda tutarak, onun olaylarla ve insanlarla arasının, ölümünden sonra da olsa, bozulmamasına özen gösterirler.

     Bazen de tereddüt içinde kalırlar: yazarın hükümlerinde pek çok gerçek payı vardır ama bu hükümlerin yer aldığı yazıları yayımlamalarının, onların da bu hükümleri onayladıkları ya da tersine mahkûm ettikleri anlamına gelmesini istemezler.

     Bu gibi endişeler taşımak, bir jurnali yayına hazırlayanlar açısından elbette ki sakıncalıdır: Jurnal yazarının anısına hürmeten yapıldığı ileri sürülse de, onun eserine müdahale söz konusu olmamalıdır.

     Ancak eserin çok hacimli olması ve bütünüyle yayımlanmasının mümkün olamadığı durumlarda, eseri oluşturan yazılar arasından bir seçme yapmak kaçınılmaz hale gelebilir. O zaman da bu seçme sırasında kullanılan kıstasları okuyucunun mutlaka bilmesi gerekir. Yine de hiçbir seçmenin öznellikten kurtulamayacağı ve o eseri yaralayacağı unutulmamalıdır.

     Jurnal'i baskıya hazırlarken amacımız, hem Cemil Meriç’e, hem okuyucuya, hem de kendimize karşı dürüst davranmak, Jurnal'i gerçek doğal çehresiyle bırakıp, eserdeki çok sesliliğin bütün tonlarıyla korunmasını sağlamaktı. Yazarın gündelik düşüncesi, kişisel maceraları, anı ve itirafları, psikolojik arayışları, duygularının yoğunluğu ile yaratış gücü, beklenmedik yaklaşımları, güçlü sentezleri, engin kültürü bir arada sunulabilmeliydi okuyucuya, eserdeki o "kaynaşmış duygu ve düşünce çeşitlemeleri" aynen aktarılabilmeliydi.

     Onun için elimizdeki dosyada yer alan metinlerde ne bir ayıklama yaptık ne de herhangi bir değişiklik. Sadece Cemil Meriç’in Jurnal'inden çıkarıp ayrı olarak değerlendirmeyi düşündüğü, ancak değerlendiremediği metinleri, yazılış tarihlerine göre tekrar yerlerine yerleştirdik, "Sevgiliye Mektuplar"ını, yine kronolojik devamlılığı göz önünde bulundurarak, Jurnal'le kaynaştırdık. Bazı tarihsiz yazılar da, kaleme alınmış olabilecekleri tarihe göre, yılların sonuna eklendi. Bütün bu düzenlemeler kısa dipnotlarla belirtildi.

     Metindeki tekrarlar, yinelenen benzetmeler, metaforlar, imgeler, duygusal itiraflar olduğu gibi bırakıldı. Yazarın Fransızcasını kullanmayı tercih etmiş olduğu kelime ve deyimler, Yunanca ve Latince tabirler korundu. Eserin diline müdahale de söz konusu değildi, zaten bu müdahale ancak eskimiş, bugün pek kullanılmayan, dolayısıyla genç kuşakların anlamakta güçlük çekebilecekleri kelimelerin yerine yenilerini koymak şeklinde olabilirdi. Bunu dahi yapmak istemedik çünkü biliyorduk ki Cemil Meriç için her kelimenin anlamı, cümledeki yeri, çağrışımları, bütün içindeki ahengi son derece önemliydi, her kelime büyük bir özenle, kendi deyimiyle "mecnunane bir titizlikle" seçilip yerine oturtulmuş, bir başkasına tercih edilmişti.

     Okuyucuya yardımcı olabilir düşüncesiyle, kitabın sonuna bir "lügatçe" koymayı, ayrıca metinde geçen özel isimlerle ve belli başlı kavramlarla ilgili birer de dizin hazırlamayı planladık.

 

* * *

 

     Jurnal yazarının kendisini anlatırken zaman zaman başkalarından da bahsetmemesi mümkün değildir, bazen kendisini başkalarıyla kıyaslaması kaçınılmazdır. Hayatına ışık tutarken, başka hayatları da yer yer aydınlatır. Jurnaldeki kişiler daha çok tesadüflerin yazarın karşısına çıkardığı insanlardır. Onların portreleri çoğu kez belli bir gün ve saatte, belli olaylar karşısındaki değerlendirilmeleriyle dondurulmuştur, jurnal boyunca tekrar ele alınmaları, başka açılardan aydınlatılarak yeniden değerlendirilmeleri pek mümkün olmaz. Ayrıca jurnal yazarı haksızlık yapmış, ya da yanılmış, ya da mübalağalı davranmış olabilir, her zaman âdil olması da beklenemez. Önemli olan, kimse hakkında bilerek yalan söylememiş olmasıdır.

     Jurnal yazarı Cemil Meriç’in, jurnali boyunca ele alıp, hayatlarının ya da kişiliklerinin bir bölümüne ışık tuttuğu, bazen portrelerini dondurduğu, haklarında bazen insafsızca, bazen abartılı, çoğu kez de isabetli değer hükümleri verdiği kişilerin isimlerini metindeki şekilleriyle bıraktık, bu portrelerden hiçbirine dokunmadık, hiçbirini ya da hiçbir bölümünü metinden çıkarmadık.

     Jurnal yazarı için en büyük zorluklardan biri de kuşkusuz samimi olabilmektir. Yazdığı her sayfa o gün veya ilerde ilgi uyandırmak için yazılıyorsa, yazar, zafer ya da şöhret peşinde koşuyorsa, eserinin samimi olma meziyeti yok olur.

     Ayrıca jurnal adeta karşı konulamaz bir yazı yazma ihtiyacının ürünü olduğu zaman anlamlı ve değerlidir.

     Andre Gide'in dediği gibi: "Yazı yazmaya başlayınca en büyük zorluk samimi olmakta. Bu düşünceyi biraz derinleştirmek ve sanatta samimiyetin ne olduğunu tanımlamak gerek. Şimdilik şöyle düşünüyorum, kelime hiçbir zaman fikirden önce gelmez, ya da kelimeyi gerektiren hep bir fikirdir. Karşı konulamamalıdır kelimeye, yok edilememelidir kelime, cümle de öyle, bir eserin bütünü de. Ve sanatçı yaşamı boyunca yaratma eğilimine karşı koyamamalıdır, yazmadan yapamamalıdır (önce kendisine direnmesini isterdim yazarın, yazmamasını ve bundan dolayı da acı çekmesini)... Samimi olamama korkusu birkaç aydır içimi kemiriyor ve yazmama engel oluyor... Tamamen samimi olmak..."{11}

Çok da dikkatli olmalıdır jurnal yazarı kendini anlatırken, yazdığı her cümle, her hareketi, kişiliğine silinmesi mümkün olmayan bir çizgi eklemektedir, yüzü taşlaşmaktadır. Bu yüz kişiliksiz ve tereddüt içinde bir yüz olmamalı, konturları* belli, kendisinden gurur duyacağımız bir yüz olmalı. Ne var ki kendimizi güzelleştirmeye de çalışmamalıyız, övmemeliyiz kendimizi. Zaten bu pek de sonuç vermez.

Aslında sanatçı hayatını yaşadığı şekliyle anlatmamalı, anlatmak istediği şekliyle yaşamalıdır. Hayatı arzu ettiği kendi ideal portresine uymalı, kişi bu portreyle bütünleşmeli, olmak istediği gibi olmayı başarmalıdır.{12}

 

     Sanırız Cemil Meriç’in de en büyük meziyetlerinden biri samimi ve dürüst olmasıdır, yazmak bir tutkudur onun için, hiçbir zaman karşı koyamadığı bir tutku. Hayatını yazarken de onu hem yaşadığı şekliyle hem de biraz, yaşamak istediği şekliyle yazmıştır. Hayatının kendi ideal portresine ne kadar uyduğu konusunda bir sonuca varmaksa oldukça zordur ama hem jurnalinde hem de eserlerinde okuyucunun ve düşünce tarihi ile ilgilenenlerin işini kolaylaştıracak pek çok malzeme olduğu da ortadadır.

     Son olarak, jurnalin, yazarına bir savunma imkânı da sunduğunu belirtmek istiyoruz. Gerçekten de birçok yazar, bazen şuurlu olarak, bazen de adeta içgüdüsel bir dürtüyle kendisini savunmak ihtiyacını hisseder, hem çağdaşlarına hem de gelecekteki okuyucusuna karşı. Bu biraz da yazarın yaşamını, davranış, duygu, düşünce ve hükümlerini meşrulaştırma arzu ve çabasından kaynaklanır.

     Ayrıca yazar, hakkında oluşturulan ve çoğu kez kendisine pek benzemeyen, olumlu ya da olumsuz yönde çarpıtılmış portresine de müdahale etmek ihtiyacını hissedebilir ve jurnali ona bu imkânı sağlar.

     Chateaubriand'ın bu konudaki düşüncesine katılmamak zor: "Gündüzleri sağda solda işittiklerini akşamları hemen kâğıda geçiren şu tüccar zihniyetli yaşamöyküsü yazarlarının iftira ve dedikodularından kurtulmam şart, geleceğe gerçeğe uygun bir portremin kalması sözkonusu."{13}

     "Sanırım pek yakında hakkımda oluşturulmakta olan yanlış görüntü ile savaşmam gerekecek: İsmini verdikleri bir hilkat garibesi, benim yerime sahneye çıkarılan çirkin ve korkutucu derecede aptal biri"{14} diye yazan Andre Gide’nin bu endişesini paylaşan her yazar kendisiyle okuyucu arasındaki bazı yanlış anlamalara son vermek ister. Bir eser ancak hangi koşullarda, hangi bakışısıyla ve kim tarafından yazıldığı bilinirse gerçek anlamına kavuşur.

     Cemil Meriç’in Jurnal'ini sunmaya ve bu jurnalin hayatı ve eserleri içindeki yerini ve önemini vurgulayarak belirtmeye çalıştığımız bu sunuş yazımızda konuyu biraz daha genelleştirerek, tanınmış ya da daha az tanınmış bazı jurnal yazarlarının jurnal konusundaki düşüncelerine de zaman zaman yer vermek, böylece konuyu bir edebî tür olan jurnal tarihi açısından da ele alarak zenginleştirmek istedik.

     Bu kısa çalışma sırasında karşımıza çıkan en zengin jurnal yazarı yaklaşık on yedi bin sayfalık Fransızca bir jurnalden başka eser bırakmamış olan İsviçreli Amiel oldu.

     Hayretle fark ettik ki Amiel'in Jurnal'ini baskıyı hazırlayan ve esere 1922 yılında bir de önsöz yazan Bernard Bouvier'nin Amiel hakkındaki değerlendirmeleri, bizim Cemil Meriç için yapmayışünebileceğimiz değerlendirmelerle son derece bağdaşıyordu.

     Amiel'le Cemil Meriç, hemen hemen bir yüzyıl arayla yaşamış, biri İsviçreli diğeri Türk bu iki yazar, jurnal yazma konusunda, zamanın ve mekânın ötesinde buluşarak, edebiyatın evrenselliğine gurur verici bir kanıt getiriyorlardı kanımızca. Bouvier'nin Amiel hakkında yazmış olduğu ve Cemil Meriç için de geçerli olduğuna inandığımız düşüncelerinden bazı örnekler vermek istiyoruz önce:

"Kuşkusuz Jurnal, evrenin her kımıltısınışüncesine konu yapan ince ve yetenekli bir zekânın, otuz yılı aşkın eylemini temsil ediyor. Jurnal, en tutarlı ve en derin tutkusu kendi iç özgürlüğü olan bir kalbin bizlere armağanı... Tüm Jurnal, baskı altındaki bir karakterin atılımlarını, hırslarını, arzularını, zor yaşam koşullarını anlatıyor ve tasvir ediyor. Hiçbir düşünce ve inanç sistemi bu keskin tahlilin etrafında yarattığı boşluğu dolduramıyor. O zamanda düşünür beşeri bir din, inanç ve ahlâkta karar kılıyor. Pascal'le Montaigne Jurnal'de buluşuyorlar. İnsan olmanın asaleti, kendisini tanıyan ve dürüstçe açığa vuran yazarda ortaya çıkıyor. Bütün samimiyetiyle içini boşaltan herkes huzur bulur, kendini güçlü hisseder, üstelik bu gurur dolu ama alçakgönüllü davranış, yapmacıklardan kaçan bir sanatla da birleşince, herkesin hayranlığını ve sempatisini kazanır."

"Amiel'in düşüncesi ile yazdıkları arasındaki ilişki düzgün bir eğri oluşturmaz: onun moral geçmişinde mantıklı bir gelişme yoktur, sadece, kısa zayıflık anları dışında, mutlak'a olan inancına yönelik uzun bir gayret vardır. Bu sürekli yönelişi de derin ıstıraplarının itirafları destekler, çünkü bu itiraflar yazara, günbegün iç aydınlığını ve hatta huzuru, en kritik anlarında dayanma gücünü, yaşam süresi tamamlandığında da bilge bir şekilde ölme cesaretini sağlamaktadır."

"Elbette mutlak gerçeği ve mutlak adaleti hayal eden bu insan için her şey ıstıraptır. Dünya karmaşasının dışında ve üstünde, kalp, düşünce ve vicdan arasındaki bu devamlı diyalog, olsa olsa ideali arayan bir sürgünün zaman geçirme biçimidir. Jurnal'i Amiel'e çok benzer, onun için eserini de anlaşılması kolay ve net bir formülle tanımlayamayız. Jurnal eksiksiz ve objektif olmaya çalışır devamlı ve kendini lirizme terkeder. Bütünüyle ve her zaman, hem bir akıl kitabı hem de bir tutku kitabıdır. Yazarın bazen dostu, bazen düşmanı olan Jurnal, yazarla o yazarı oluşturan insan arasında hiç durmaksızın yinelenen uzun bir savaşı ve uzun bir barışı anlatır."{15}

 

     Son alarak Amiel'in Jurnal'inden aldığımız kısa bir iki bölümle satırlarımızı noktalıyor ve okuyucuyu Cemil Meriç'le başbaşa bırakıyoruz.

"Jurnal ister öğretici, ister eğlendirici olsun, ikisi de iyi, biyografik bir memorandum* işlevi görüyorsa daha da iyi, tahlil yeteneğini geliştiriyor ve kendini ifade sanatını canlı tutuyorsa daha daha iyi, ama onun asıl işlevi zekânın bütünlüğünü ve vicdanın dengesini, yani iç sağlığımızı gerçekleştirmek".

"Istırabını tahlil etmek, nedenlerine inmek ya da sadece kelimelerle onu ifade etmek, o ıstırabı dağıtıyor, dindiriyor... Jurnal'in amacı, hiçbir özel amacı olmaması, her şeye hizmet etmesidir. Biraz kapris ona zarar vermez, beklenmediklerle dolu olması bir kusur sayılmaz. Bu anlamda Jurnal, sırlarını paylaşmak isteyenler için bir model oluşturur: bir şey bilmez gibi gözükür, her şeyin farkındadır, hem çok iyi bir dinleyicidir hem de teselli etmesini, öğüt vermesini ve azarlamasını iyi bilir" (10.5.1855).

"Yaşamak insanın kendini tedavi etmesi ve her gün yenilemesi demektir. Kendini bulmak ve yeniden fethetmektir yaşamak. Jurnal dengemizi sağlar, bir tür şuurlu uyku hali. Bu uykuda artık debelenmek ya da isyan etmek yerine evrensel düzene katılırsınız yavaş yavaş, huzuru ararsınız. Böylece sonu olandan kurtulup, sonsuza kanatlanırsınız. İnsanın kendine dönmesi, kendini temaşa ederek ruhunu arındırmasıdır. Jurnal de bu kendine dönüşün yazıyla tespitidir" (28.1.1872).{16}

 

Mahmut Ali Meriç

 

Dalyan, Temmuz 1992