Aydınlık Varoldukça, Aydınlıkta Dolaşın

I

Bu hikâye, İsa'nın doğumundan yüzyıl sonra, Roma İmparatoru Trajanus zamanında geçmiştir. O zamanlar İsa'nın talebelerinin talebeleri hayattaymış. Hristiyanlar, İsa’nın söylediklerini, Resullerin İşleri’nde anlatıldığı şekilde sıkı sıkıya tutarlarmış.

İnsanlar tek bir kalb, tek bir ruh taşıyormuş adeta. Hiç kimse kendi malına benim demezmiş. Aralarında herşey ortakmış. Havâriler İsâ’ya tam olarak inanır, böylece sürekli Allah’ın yardımına mazhar olurlarmış. Geçim sıkıntısı diye birşey yokmuş. Çünkü evi ve toprağı olanlar elinde avucunda ne varsa satar, parasını getirip havârilerin ayakları ucuna koyarlarmış. Onlar da bu parayı herkese ihtiyacı nispetinde dağıtırlarmış.

İşte o zamanlarda Kilikya’nın Tars şehrinde Yuvenaliy adında Suriyeli, zengin bir mücevher tüccarı yaşıyormuş. Ana-babası kendi halinde yoksul insanlarmış. Fakat Yuvenaliy çalışkanlığı ve becerikliliği sayesinde hem zengin olmuş, hem de hemşerileri arasında saygın bir konuma yükselmiş. Okumuş bir adam olmamasına rağmen birçok yer dolaşarak pekçok şey öğrenmiş. Zeki ve dürüst bir adam olduğu için herkes onu sever sayarmış. Roma imparatorluğu zamanında bütün ileri gelen kişilerin bağlı olduğu dine inanır, putlara taparmış. Kilikya, Roma’ya uzak olmasına rağmen, Roma vahşince idare edilirmiş. Roma’da meydana gelen herşey Kilikya’da büyük yankı uyandırır, valiler imparatorları taklit ederlermiş. Yuvenaliy henüz çocukken Neron’un hikayelerini dinlemiş. Akıllı bir adam olduğu için Roma dininde kutsal diye birşey olmadığını herşeyin insan eseri olduğunu anlamış. Çevresindekilerin çılgınca yaşayışları, hele Roma’daki yaşantı şekli onun canını çok sıkarmış. Gördükleri karşısında, içinde şüpheler uyanır ama bunu kendi cahilliğine verirmiş. Evliymiş. Zamanla dört tane çocuğu olmuş, ama üçü küçük yaşta ölmüş. Yalnız bir tanesi, Yuliy, hayatta kalmış. Yuvenaliy tüm sevgisini Yuliy’e veriyor, onun kendisi gibi acı çekmemesini istiyormuş. Yuliy onbeşini bitirince, onu ölmüş azâtlı kölesinin oğlu Pamfiliy’le beraber bir filozofa felsefe dersleri okuması için göndermiş. Yuliy ve Pamfıliy aynı yaşta, yakışıklı gençlermiş. İkisi birbirleriyle can ciğer arkadaşlarmış.

İki genç de çalışkan ve de ahlaklıymış. Yuliy en çok şiir ve matematikte, Pamfıliy ise felsefede başarılıymış. Pamfiliy öğreniminin bitmesine bir yıl kala hocasına gidip, Dafna’ya annesinin yanına gitmek zorunda olduğunu bildirmiş. Hoca zeki bir öğrencisini kaybedeceği için çok üzülüyorrnuş. Pamfıliy, öğrenimine devam etmesi için kendisine verilen öğütlere aldırmayarak, dostlarının gösterdiği sevgi e ilgiye teşekkür edip, onlardan ayrılmış.

Yuliy iki yıl sonra öğrenimini tamamlamış. Bu iki yıl içinde bir kere bile dostunu görmemiş. Derken birgün sokakta onunla karşılaşıp, onu evine davet etmiş. Ona nerede ve nasıl yaşadığını sormuş. Pamfıliy aynı yerde annesiyle birlikte oturduğunu söylemiş. Sonra kimseye muhtaç olmadan, dostlarıyla herşeyi paylaşarak yaşayıp gittiklerini anlatmış. Bunun üzerine Yuliy ona:

- Herşeyi nasıl paylaşabilirsiniz?

- Çünkü bizler hiçbir şeyi kendi malımız olarak görmeyiz

- Peki niçin böyle yaşıyorsunuz?

- Biz Hristiyanız da ondan.

- Ya öyle mi? İyi ama bana Hristiyanların çocukları bile öldürüp yediklerini söylemişlerdi. Olabilir mi böyle birşey? Sakın sen de böyle yapıyor olmayasın?

- Bak dinle! Bizler sadece iyi bir insan olmaya çalışıyor, gündelik işlerle gereğinden fazla ilgilenmiyoruz.

- Fakat bir insan kendi malı olmaksızın nasıl yaşayabilir?

- Kardeşlerimiz bizim için, bizler de onlar için çalışıyoruz. Böylece geçinip gidiyoruz.

-Peki ama kardeşleriniz sizin çalışmalarınızdan faydalanır da sizin için çalışmaya yanaşmazlarsa?

- Bizim aramızda öyle kimseler bulunmaz. Dediğin gibi insanlar şatafatlı bir hayat sürmeyi sevdiği için, bizim yanımıza bile uğramaz. Bizim yaşantımız sade ve gösterişsizdir.

-Başkalarının sırtından geçinmeyi kendilerine ilke edinmiş, bedavacı insanlar her zaman bulunur.

- Elbette öyleleri de var. Biz onları seve seve bağrımıza

basarız. Geçenlerde dediğin gibi biri geldi aramıza. Efendisinden kaçmış bir köle, ilkin gerçekten de bedavacılık ediyor kötü bir hayat sürüyordu, ama çok geçmeden yaşantısını değiştirip aramıza katıldı ve iyi bir kardeş oldu.

- Ya durumunu değiştirmeseydi n’olacaktı.

- Evet, öyleleri de var. İhtiyar Kiril, bizlere “Asıl bu tip insanlara en değerli kardeşlerinizmiş gibi davranın Onları daha çok sevin” der.

- Böyle insanlar da sevilir mi canım?

- Herkesi sevmek lazımdır.

- Peki ama onlara istediklerini nasıl verebiliyorsunuz? Düşünüyorum da babam her isteyene, istediği şeyi verse, çok geçmeden sıfırı tüketir.

- Bilmem ki... Kendimize yetecek kadar elimizde birşeyler kalıyor. Eğer yiyecek ve giyeceğimiz olmazsa başkalarından istiyoruz. Onlar da veriyorlar. Fakat bu binde bir oluyor. Mesela benim bir kere başıma geldi. Bir gün çok yorgun olduğum için akşam yemeğini yemeden yatıp uyumuştum. Buna rağmen gidip kardeşlerden yemek istemeye de üşendim.

- Sizin nasıl yaşadığınızı bilemiyorum ama şuna inanıyorum ki insan elindekine sahip olmaz da onu her önüne gelene verirse sonunda acından ölür.

- Biz ölmüyoruz. Gel de kendin gör. Sıkıntıya düşmek şöyle dursun, elimizdeki şeyler bize yetiyor hatta artıyor.

- Peki ama nasıl oluyor bu?

- Bizler aynı dine inanan insanlarız. Herkes gücü nispetinde bu dini yaşamaya çalışır. Böyle bir hayat içinde olgunlaşmış insanlar olduğu gibi bu hayata yeni başlayan insanlar da vardır aramızda. İsa’nın örnek hayatı bize ışık tutar. Hepimiz onun yaşantısını taklit etmeye çalışır, saadeti yalnızca bunda görürüz. Aramızda ihtiyar Kiril’in karısı Pelageya gibi önde gidenler olduğu gibi arkada gelenler de vardır. Fakat hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Önde gidenler, benlik duygusundan sıyrılmış, yeniden doğmak için kendilerini feda etmişlerdir. Böyle kimselerin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Kendilerini düşünmezler, ellerinde avuçlarında ne varsa ihtiyacı olana verirler. İnanç bakımından biraz daha zayıf olanlar ise herşeylerini vermez, kendilerini fakir gösterirler, kendilerini düşünürler. Giyecek ve yiyecekleri olmazsa kendilerini güçsüz sayarlar. Fakat onlar da insanlara birşeyler verirler. Bu yola yeni girmiş, imânen çok zayıf olan insanlar ise eskisi gibi yaşamaya devam ederler. Sahip olduklarının çok az bir kısmını başkalarına verirler. Ayrıca hepimizin putperestlerle bir kan bağı vardır. Birinin babası putperesttir. Oğluna acıyarak yardım eder. Bir diğerinin çocukları putperesttir anneleri Hristiyandır. Çocuklar annelerini düşünüp ona yardımda bulunurlar. Kadın da çocuklarının verdiği şeyleri alır başkalarına dağıtır. Kiminin kocası, kiminin de karısı putperesttir, işte bu şekilde akrabalık bağları vardır birbirleriyle. Önde gidenler ellerindekinin hepsini vermekte tereddüt etmezler. Fakat ellerindekinin hepsini vermelerine gerek kalmaz. Bu şekilde fakir olanlar ihtiyaçlarını giderir ve dine sımsıkı sarılırlar.

- Fakat böyle yaşayarak siz İsa'nın dininden ayrılıyor sadece görünüş itibariyle ona bağlanmış oluyorsunuz. Herşeyinizi vermediğiniz müddetçe sizinle bizim aramızda ne fark kalır? Bence insan bir defa Hıristiyanlığı kabul etti mi onun her emrini yerine getirmeli, herşeyini dağıtıp yoksul kalmalıdır.

- Evet olması gereken odur. Sen de böyle yaşa.

- Sizler ne zaman böyle yaşarsanız, ben de böyle yaşayacağım.

- Biz birşeyi gösteriş olsun diye yapmayız. Yaptıklarımızı gösteriş olsun diye değil, inancımız gereği yaparız. Sana bu yaşayışını terk etmeni tavsiye ederken, yanımıza gelmeni söylerken gösteriş yapmak gibi bir düşüncem yok.

- İnancımız gereği de ne demek?

- Dinimize göre insan kötülüklerden ve ölümden sadece İsa’nın dini doğrultusunda yaşayarak kurtulabilir. Herkes bizim için ne derse desin biz bunlara aldırış etmeyiz. Biz birşeyi başkaları için değil, hayatı ve saadeti onda gördüğümüz için yaparız.

- İnsanın kendisi için yaşamaması mümkün mü? Kendimizi herkesten çok sevme, kendimiz için yaşama duygusunu Allah içimize koymuştur. Sizler de dediğim gibi yapıyorsunuz aslında. Senin de dediğin gibi sizin aranızda da kendini düşünenler var. Onlar zamanla daha çok kendilerini düşünmeye başlayacaklar, dininizden gittikçe uzaklaşarak bizim yaptıklarımızın aynısını yapacaklar.

- Hayır. Bizimkilerin yürüdüğü yol başkadır. Bu yolda yürüyenler asla inanç bakımından zayıflamazlar, gittikçe kuvvetlenirler. Tıpkı odun atılınca ateşin sönmeyişi gibi. İşte dinin en önemli özelliği budur.

- Ben bu dinin ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum.

- Bizim dinimizin temeli, hayatı İsa’nın anlattığı şekilde anlamaktır.

- Nasıl yani?

- Bak sana İsa'nın anlattığı bir kıssayı aktarayım: Zamanın birinde çiftçiler başkasının tarlasını ekip biçiyorlarmış. Elbette tarla sahibine de icar ödemeleri gerekiyormuş. Bu çiftçiler, “Tarlayı biz ekip biçiyoruz. Ne diye başkasına icar ödeyelim” diye düşünmüşler. Bir gün mal sahibi kiraları toplamak üzere çiftçilere bir adam göndermiş. Çiftçiler ise adamı kovmuş. Mal sahibi daha sonra bu iş için oğlunu göndermiş. Onu da öldürmüşler. İşte, hayatın Allah’a kul olmak için verildiğini bilmeyen bütün insanlar, hayatlarını dünyaperest bir anlayışa göre yaşıyorlar. İsa bizlere, tarladan elçiyi ve mal sahibinin oğlunu kovmayı salık veren bu dünyaperest anlayışa sahte din demiştir, insan şunu bilmelidir ki dünya tarlasını ekip biçmek, ondan faydalanmak kirayı vermeye bağlıdır. Aksi takdirde tarlayı terk etmek gerekir. Yaşamak, Allah’ın emrini yerine getirmek için çalışmaktır. Gerçek zevki burada aramak lazımdır. Allah’ın emrini yerine getirdiğimiz müddetçe hayattan zevk alırız. Bu zevki bizlere bağışlayan Allah’tır. Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışmaksızın emek ağacından zevk yemişleri toplamayı düşünmek, çiçekleri sapından koparıp, toprağa köksüz dikmek gibidir. Biz buna inanır, bunu söyleriz. Bunun için hep gerçeklerin peşinde koşar, yalanlarla oyalanmayız. Bizim dînimiz, mutluğun, Allah’ın emrini yerine getirmekte olduğunu söyler. Mutluluğu gelip geçici şeylerde aramak ve onlara bağlamak ne kadar budalaca bir düşüncedir. Nasıl ki tekerlek döndükçe onu oluşturan oklar da döner, işte aynen bunun gibi zevkler de Allah’ın emrinin yerine getirilmesine bağlıdır. Mutluluk ilahi tekerleğin dönmesinin bir sonucudur. İsâ der ki: “Ey sıkıntı çeken insanlar. Yanıma gelin. Derdinizin ilacı bendedir. Benim sözlerimi dinleyin. Hayatı benden öğrenin. Benim kalbim yumuşak olduğu için sözlerim de yumuşaktır. Benim yüküm hafiftir. Huzura ermek isteyen yanıma gelmelidir.”

Yuliy, Pamfıliy’in bu konuşmalarını dinlerken kalbinde bir heyecan duymuş. Fakat Pamfıliy’in anlattıkları ona pek açık gelmemiş. Fakat onun gözlerinde samimiyet ve iyilik gördüğü için onun iyi bir insan olduğuna da inanıyormuş. Kâh Pamfıliy’in yalan söylediğini, kâh kendini kandırdığını düşünüyormuş. Pamfiliy yaşantılarını görmesi için Yuliy’i yanlarına davet etmiş. Ona: “Hoşuna giderse bizimle birlikte kalırsın,” demiş.

Yuliy geleceğine söz vermiş ama gitmemiş. Hayatın hay huyuna kendini kaptırıp verdiği sözü unutmuş.

 

II

Yuliy’in babası çok zenginmiş. Biricik oğlunu pek sever, onunla avunur, bu yüzden ona verdiği paraya acımazmış. Yuliy de her zengin çocuğu ibi şatafatlı, başıboş, sefih bir hayat sürüyor, günlerini içki, kumar ve kadınlarla geçiriyormuş. Böyle bir hayat tarzı çok para istediği için Yuliy gün geçtikçe para yetiştirememeye başlamış. Birgün babasının yanına gidip, ondan kendisine daha çok para vermesini istemiş. Babası parayı vermiş ama bir güzel de fırça çekmiş oğluna. O suçlu olduğunu biliyor ama kabul etmek istemediği için sürekli babasına bağırıp çağırıyormuş. Yine parasının bittiği günlerden birinde içki arkadaşlarından biriyle dövüşüp onu öldürmüş. Olay vâliye intikâl edince, vâli Yuliy’i tutuklama kararı almış. Bunun üzerine babası vâlinin yanına gidip yalvarıp yakararak, onu bağışlatmış. Yuliy eğlencelerine bir türlü para yetiştiremediği için bir arkadaşından ödünç para alıp, vaktinde borcunu ödeyeceğine söz vermiş. Bu arada sevdiği kız kendisinden hediye istiyormuş. Bu parayla inci bir gerdanlık almış. Bu kızın çok hoşuna gitmiş. Yuliy, kıza hediye almazsa onun bir zengine varacağını biliyormuş. Bu düşüncelerle annesini yanına gidip, paraya ihtiyacı olduğunu bu para verilmediği takdirde kendini öldüreceğini söylemiş.

Bu duruma düşmesinin tek sorumlusunun babası olduğunu düşünüyormuş. Şöyle diyormuş kendi kendine: “Beni bu şatafatlı hayata babam alıştırdı. Şimdi de benden parayı esirgiyor. Şu parayı baştan verseydi, hayatımı düzene koyar, böyle sıkıntıya düşmezdim. Fakat bana yeterli para vermediği için tefecilere başvurmak zorunda kaldım. Onlar da beni büsbütün yoldular. Zengin çocuğuna yaraşır bir hayat sürmek için elimde birşey kalmadı. Arkadaşlarımdan utanıyorum. Babam ise bunu bir türlü anlamak istemiyor. Beni bu hale düşüren babamdır. Eğer şimdi istediğim parayı vermezse kendimi öldüreceğim.”

Oğlunu şımarık büyütmüş olan anne, kocasının yanına gidip meseleyi anlatmış. Bunun üzerine baba oğlunu çağırıp, hem ona hem de karısına bağırınca, oğlu babasına kaba ve sert bir karşılık vemiş. Babası da hizmetçilerini çağırarak onu bağlayıp bir yere kapatmalarını emretmiş.

Yuliy babasına ve hayata lanet ediyor, bu kötü durumdan kurtulmak için tek çarenin ya kendini ya da babasını öldürmek olduğunu düşünüyormuş.

Annesi, Yuliy’in bu durumuna çok üzülüyor, kimin suçlu olduğuna bir türlü karar veremiyormuş. Sevgili yavrusuna çok acıdığı için oğlunu bağışlatmak düşüncesiyle kocasına yalvarmaya başlamış ama o karısını dinlememiş. “Bu oğlanı sen şımarttın,” diye çıkışarak onu dövmüş. Fakat kadın dayağı hiç umursamayarak oğlunun yanına gidip onu babasından af dilemeye ikna etmiş. İstediği parayı gizlice kendisine vereceğine söz vermiş. Daha sonra oğlu babasının yanına gidip kendini bağışlaması için yalvarmış. Babası bir müddet bağırıp çağırdıktan sonra onu sürdüğü berbat hayatı bırakmak, kendisinin istediği zengin bir tüccar kızıyla evlenmek şartıyla affetmeye karar vermiş. Şöyle düşünmekteymiş: “Benden para, karısından da drahama alınca düzenli bir hayata kavuşur. Eğer bunu yapacağına söz verirse onu bağışlarım. Şimdi ise birşey vermem. Bir suç işler işlemez onu valiye teslim ederim.”

Yuliy herşeye razı olarak serbest kalmış. Evleneceğine,

kötü hayatı bırakacağına söz vermiş ama bunları yapmaya hiç niyetli değilmiş. Artık bu ev ona cehennem gibi geliyormuş. Babası kendisiyle konuşmuyor, onun yüzünden annesiyle ikide bir kavga ediyor, annesi de sürekli ağlıyormuş.

Bir gün sonra annesi oğlunu odasına çağırıp, kocasından aşırdığı bir mücevheri gizlice ona vererek:

- Git bunu sat. Fakat burada değil, başka bir şehirde sat. İstediğini yap. Ben bunu mümkün olduğu kadar gizlemeye çalışırım. Eğer mücevherin olmadığı anlaşılırsa, suçu hizmetçilerden birinin üstüne atarım, demiş.

Bu sözler Yuliy’in içine işlemiş. Mücevheri almadan evden çıkıp gitmiş.

Nereye, niçin gittiğini kendi de bilmiyor, yalnız kalarak olanları ve olacakları düşünmek istiyor, bu şekilde sürekli yürüyormuş. Nihayet tanrıça Diana’nın kutsal ormanına ulaşmış. Issız bir yere varınca aklına ilk olarak tanrıça Diana’dan yardım istemek gelmiş. Fakat artık tanrılara inananıyor, onlardan yardım beklenemeyeceğini biliyormuş: “Bana tanrılar da yardım etmezse kim eder?” diye düşünmüş. Yalnız başına kalmak hiç alışık olmadığı bir durummuş. Bu yüzden içi kararıyor, kendini tuhaf hissediyormuş. Fakat artık yapabileceği bir şey de yokmuş. Vicdânının sesine kulak vererek, yaşantısını gözden geçirmeye başlamiş. Sonuçta hareketlerinin yanlış, yaşantısının budalaca olduğun” farkederek, niçin bu durumlara düştüğünü ve gençliğine yazık ettiğini sorgulamaya başlamış. Hayatta zevklerin az, belaların çok olduğunu anlamış. Şimdi kendisinin yapayalnız olduğunu, iyiden iyiye hissediyormuş. Oysa ki eskiden onu seven bir anne-babası ve arkadaşları varmış. Artık kimse onu sevmiyor, herkese yük oluyormuş. Anne babası onun yüzünden kavga ediyorlar, babası onu kendisinin kazandığı paraları döke saça harcayan bir oğul olarak görüyormuş. Arkadaşları ondan hiç hoşlanmıyor, bir an önce geberip gitmesini istiyorlarmış.

O sırada son görüşmelerinde Pamfıliy’in kendisini yanma çağırdığını hatırlamış ve onun yanına gitmeyi aklından geçirmiş. Sonra da bu derece ümitsiz bir durumda olup olmadığını sormuş kendine. Yine başına gelenleri düşünmeye başlamış, kimsenin onu sevmediği düşüncesi, herkesin onun ölümünü isteyebilecek olması içini ürpertmiş. Kimsenin onu sevmediği doğruymuş ama o, kendini sevmeyenleri seviyor muymuş? Biraz duraksadıktan sonra hiç kimseyi sevmediğini anlamış. Nasıl sevebilirmiş ki? O acılar içindeyken herkes onun rakibi kesilmiş, ona kötü davranmış. Babası aklına gelmiş. Korkuyla kalbini yoklamış. Onu da sevmiyormuş. Çünkü kendisini hapsetmiş ve hakaret etmiş. Onun için ona diş biliyormuş. Üstelik kendi saâdeti için onun ölmesi gerektiğinin farkındaymış. Kendi kendine: “Hiç kimsenin asla göremeyeceğini, öğrenemeyeceğini bilseydim, onu öldürüp kendimi kurtarabilseydim... N’olurdu?” diye düşünmüş. Sonra da hiç düşünmeden öldürebileceği cevabını vermiş. Bu sözleri içinden söylemiş ama yine de kendinden korkmaya başlamış. Annesi aklına geldiğinde: “Doğrusu onu sevemiyorum. Sadece acıyorum ona. Fakat bana yardım edebilecek tek insan o. Evet, ben bir canavarım, kovulan, kovalanan bir canavar... Tek farkım var, o da bu yalancı ve kötü dünyadan ayrılmak elimde. Canavar bunu yapamaz ama ben yapabilir, kendimi öldürebilirim. Babamdan tiksiniyor, hiç kimseyi de sevmiyorum. “Belki sadece Pamfıliy’in kendi dini üzerine, İsa'nın söylediği sözleri tekrarladığını ve: “Ey çile çekenler, ezilenler, hepiniz bana gelin. Ben derdinize çare olurum” dediğini hatırlamış, “Acaba bu doğru mu?” demiş.

Pamfıliy’in uysal, korkusuz, şen yüzü gelmiş gözlerinin önüne. İçinden Pamfıliy’in sözlerine inanmak geliyormuş.

Kendisi ile hesaplaşmaya devam etmiş: “Peki ama ben kimim, neyim? Saadet arayan bir insan. Saadeti eğlencede aradım bulamadım. Bütün diğerleri gibi. Hepsi rezillik içinde acı çekiyorlar. Gönlünde huzur olan insan niye başka şeylerin peşinde koşsun? Pamfiliy kendi gibi neşeli ve huzurlu insanların çok olduğunu, Allah’ın dini üzerine yaşayan bütün insanların da öyle olacağını söylemişti. Ya doğruysa? Doğru olsun olmasın beni ona çeken birşey var. Öyleyse bende gideceğim.”

Yuliy bunlardan sonra bir daha eve dönmemeye karar vermiş. Hristiyanların oturduğu köye doğru yola çıkmış.

 

III

Yuliy, içi rahat, dinç, neşeli yürüyor, yürüdükçe de Hristiyanların hayatını gözünde canlandırıyor, Pamfıliy’in söylediklerini hatırlayarak ferahlıyormuş. Güneş batmak üzereymiş. Biraz dinlenmek için oturmak istemiş. O sırada, yol kenarında oturmuş yemek yiyen biri ilişmiş gözüne. Yolcu olduğu belli olan bu adam, orta yaşlı, zeki görünüşlüymüş. Zeytin, ekmek yiyormuş. Yuliy’i görünce gülümseyerek:

- Merhaba delikanlı. Daha yolumuz çok. Otur da dinlen biraz, demiş.

Yuliy teşekkür edip oturmuş. Adam ona nereye gittiğini sormuş. Yuliy de:

- Hristiyanların yanına, demiş ve hayatını, verdiği kararı uzun uzun anlatmış.

Adam Yuliy’i dikkatle dinliyor, ayrıntıları öğrenmek için sorular soruyor ama kendi düşüncesini söylemiyormuş. Yuliy sözlerini bitirince, adam kalan yiyecekleri torbasına koymuş, kalkıp üstünü başını düzeltmiş ve konuşmaya başlamış:

- Delikanlı, gel bu düşünceden vazgeç. Sen yolunu şaşırmışsın. Ben hayatın ne olduğunu bilirim ama sen daha gençsin, bilmezsin. Ben Hristiyanları da tanırım. Fakat sen, anladığım kadarıyla tanımıyorsun. Sana anlatayım, dinle. Hayatını bir değerlendireyim sonra kendince en uygun kararı ver:

Sen genç, zengin, yakışıklı, güçlü kuvvetli birisin. İçinde türlü türlü tutkular var. Bu tutkularının seni coşturmayacağı, coştursa bile sonunda sıkıntı vereceğini düşünüyor kendine bir liman arıyorsun. Bunu da Hristiyanlar arasında bulacağını sanıyorsun. Hayır delikanlı. Böyle bir yer yok. Çünkü seni üzen şey Kilikya, ya da Roma’da değil kendi içinde. Onun için bu tutkular, gideceğin köyde de seni bulacak ve yüz kat fazlasıyla üzecek seni. Onları kötülemek istemiyorum ama Hristiyanların yanıldığı nokta şu: Onlar insan tabiatını anlamak istemiyorlar. Ancak bütün tutkuları yaşamış bir ihtiyar onların dinine girip, gereklerini yerine getirebilir. Genç, hayatı bilmeyen, kendisini iyice tanımamış biri onların kânunlarına boyun eğemez. Çünkü bu kânunun temelinde insan tabiatına aykırılık var. Sadece ütopik bilgiler var. Eğer oraya gidecek olursan şimdikinden çok daha fazla acı çekersin. Bugün acıların seni yanlış yola sürüklüyor. Fakat insan yolunu şaşırsa bile geri dönebilir. Sen şimdi tutkularını ve hayatı doya doya yaşayabiliyorsun. Onların arasında olursan bunlara gem vurmak zorunda kalacak ve daha fazla sapıtacaksın. Ayrıca İnsanî ihtiyaçlarını gideremediğin için dinmez acılar çekeceksin. Eğer bendin arkasındaki suyu salarsan tarlaları, çayırları, hayvanları sular. Yok eğer salmazsan taşar ve herşeyi su altında bırakır. Tutkular da böyledir. Hristiyanların dünya görüşü, bel bağladıkları fikirler şu nokta üzerine toplanır: Onlar zorlamayı, savaşı, mahkemeleri, malı-mülkü, bilimi, sanatı, hayatı kolaylaştıran hiçbir şeyi kabul etmezler, tanımazlar. Bütün insanlar, onların peygamberinin istediği gibi olsaydı, o zaman söylenecek birşey olmazdı. Fakat ne yapalım ki insanlar öyle değiller ve olamazlar. İnsan tabiatı kötüdür ve birçok tutkuyla karşı karşıyadır. Bu tutkular insana oyun oynar ve belli çatışmalara sebep olur. Sonuçta da insan bugün içinde yaşadığı hayat şartlarına varır. Örneğin barbarlar hiçbir kural, sınır ve bağ tanımazlar. Eğer bütün insanlar Hristiyanlar gibi uysal olacak olsa, barbarlar bir anlık hevesleri için bütün dünyayı yok ederler. Madem ki, tanrılar insanın içine hınç, öç, kötülüğe kötülükle karşı koyma duygularını koymuşlar, o zaman bu duygular insan hayatı için gerekli duygulardır. Hristiyanlar bu duyguların kötü olduğunu, bunlar ortadan kalkarsa insanların bahtiyar olacağını, öldürmenin, cezânın, savaşın yeryüzünden kalkacağını savunuyorlar. Doğru ama, bu, insan mutluluk için yiyip içmemeli demeye benziyor. Eğer dedikleri gibi olsaydı, dünyada ne açlık, ne açgözlülük ne de bunlardan kaynaklanan belâlar olurdu. Bu kurallar insan tabiatını değiştiremez. Beş on insanın buna inanması, yemeden içmeden kesilip, açlıktan ölmesi de değiştirmez. Kıskançlık, kin, intikam, şehvet, şatafat, süs, makam, tanrıların da özellikleridir. Onun için bunlar insanda değişmez. İnsanın yiyip içmesini kaldırdığında insan da ortadan kalkar. Hristiyanlar mal ve mülkü de inkar ederler. Etrafına şöyle bir bak. Her bağı, çiti, evi, sadece mal-mülk edinmek için yapar insan. Mal-mülk hakkını kaldırdığında bunların hiçbiri olmaz. Hristiyanlar mal-mülklerinin olmadığını söylerler ama ürünlerden faydalanırlar. Biz de herşey ortaktır derler ama ellerindeki şeyleri hep malı mülkü olanlardan almışlardır. Onlar insanları en çok da kendilerini aldatırlar. “Yiyeceklerini çıkarmak için çalışırlarmış.” Eğer malı mülkü olan insanlardan faydalanmasalar bunu da yapamazlar. Yapsalar bile şöyle böyle yaşarlar, onlar dünyalarında bilime ve sanata yer vermezler. Hem onlar bizim bilim ve sanatımızın faydasına da inanmazlar. Zaten aksini düşünmeleri de beklenemez. Çünkü inançları, onları insanlığın ilk haline, o vahşiliğe döndürmeye çalışır. Onlar insanlığa bilim ve sanatla hizmet edemezler. Hem bunları bilmez, hem de inkar ederler. İnsanın kabiliyetiyle icat ettiği ve onu tanrılara yaklaştıran aletleri kullanmazlar. Ne tapınakları, ne heykelleri, ne de müzeleri vardır. Bunların kendilerine gerekmediğini söylerler. Bir söz vardır ya; “Aşağılığından utanmamanın en kolay çaresi, yüksekliği küçümsemektir.” diye, işte onlar da böyle yaparlar. Onlar dinsizdir. Tanrıların, insanların işlerine karıştığına inanmazlar. Sadece İsa'nın babasına inanırlar. İsâ onlara hayatın tüm sırlarını göstermiştir. Onların dini zavallıca bir yanılmadan başka birşey değildir. Bizim dinimiz ise şöyle der: Dünya tanrılarla vardır ve tanrılar insanları korur. İnsanlar da iyi yaşamak için tanrıları saymak, onları düşünmek zorundadır. Buna ulaşmak için kılavuzumuz ise tanrıların dileği ve insanlığın bilgisidir. Biz yaşadıkça gerçeğe yaklaşırız. Onların ise tanrıları, irâdeleri ve İnsanî bilgileri yoktur. Sadece çarmıha gerilen peygamberleri vardır. Onun her dediğine körükörüne uyarlar. Bunlardan hangisi daha ümit vericidir senin için? Buna kendin karar ver,

Yuliy, adamın sözleri, en çok da son söyledikleri karşısında şaşırıp kalmış. Hristiyanların yanına gitme kararı sarsılmış. Çektiği acıların etkisiyle böyle bir karar vermiş olması ona tuhaf geliyormuş. Fakat cevaplanmadık bir sorusu varmış. Şimdi ne yapacak ve içinde bulunduğu güç durumdan nasıl kurtulacak? Bu soruyu adama yöneltince, o konuşmasına şöyle devam etmiş:

- Ben de şimdi bunu söyleyecektim. Şimdi senin tutacağın yol, insanları tanıdığım kadarıyla söylüyorum, bellidir. Bütün acı ve felaketlerinin sebebi tutkularındır. Bu tutkuların seni kapıp götürmüş. Sen de çok acı çekmişsin. Bunlar hayatın sana verdiği gündelik derslerdir. İnsan bunlardan yararlanmayı bilmelidir. Sen çok şey yaşamışsın. Acı nerede, huzur nerede bilirsin. Hatalarını bir daha tekrarlamamalısın. Tecrübelerinden yararlanmalısın. Seni en çok üzen şey babanla aranın açılması. Fakat bunun sebebi sensin. Başka bir yol seç. O zaman babanla aranızdaki tatsızlık ortadan kalkar ya da böyle maraz halinde kendini göstermez. Bütün belalar durumunun, seçtiğin hayatın zamansızlığından kaynaklanmış. Gençlik heveslerine kendini kaptırmışsın. Bu doğal bir şeydir, dolayısıyla iyidir ama insanın yaşına uygunu olursa iyidir. Oysa ki sen zamanı geçmesine rağmen hâlâ bunlara devam etmişsin, işte o zaman iş kötüleşmiş. Sen askerlik çağındasın. Vatana hizmet etmen, onun uğrunda çalışman gerekir. Baban senin evlenmeni istiyor. Bu akıllıca bir istek. Hayatının gençlik çağını yaşamışsın. Artık yeni bir çağa girmişsin. Bütün üzüntülerin de bu geçiş devresinin belirtileridir. Unutma ki ilk gençlik çağın bitti. Bu çağdaki herşeyi cesaretle bir yana atıp, bir yol çiz kendine. Evlen. Gençlik heveslerini bir yana bırak, ticarete ve kamu işlerine atıl. Kendini bilime, sanata ver. O zaman hem baban ve arkadaşlarınla iyi olur, hem de rahatlığa ve mutluluğa kavuşursun. Seni en çok durumunun doğal olmaması üzüyor. Sen artık yetişkin bir erkek olmuşsun. Evlenip bir kadına koca olabilecek yaştasın. Onun için git ve babanın isteğini yerine getir, evlen. Seni Hristiyanların yanına çeken, yalnızlığa sürükleyen, bir idealin varsa, felsefeyle uğraşmak istiyorsan, bununla yine ilgilen. Fakat tam anlamıyla hayatı anladıktan sonra. Hayatı da ancak hür bir vatandaş, bir aile reisi olduğun zaman anlayabilirsin. Bütün bunlardan sonra yalnızlık seni yine çekerse, o hayata git. Çünkü ancak o zaman bu doğal bir sürükleniş olur. Şimdiki gibi acıların sürükleyişi değil. O zaman gidersin.

Bu sözler Yuliy’in iyice aklını çelmiş. Adama teşekkür edip evine dönmüş. Annesi onu büyük bir sevinçle karşılamış. Babası da oğlunun kendi istediği gibi olmaya, onun istediği kızla evenmeye karar vermesinden sonra Yuliy’le barışmış.

 

IV

Yuliy üç ay sonra güzel Evlampia ile evlenmiş. Düğünden sonra yaşayışını değiştiren Yuliy babasının kendisine devrettiği bazı ticaret işlerini yürütmeye başlamış.

Günlerden birgün ticaret için şehre inmiş. Orada bir arkadaşının mağazasında otururken yolda bir kızla beraber Pamfıliy’in geçtiğini görmüş. İkisinin de sırtında ağır üzüm küfeleri varmış. Yuliy onları görür görmez yanlarına koşup, Pamfıliy’i dükkana davet etmiş. Yanındaki kız Pamfıliy’in arkadaşıyla gitmek istediğini anlayıp kendisine şimdi ihtiyacı olmadığını söylemiş. Üzümleri bir yere koyup satmaya başlamış. Pamfiliy bu düşünceli davranışı için ona teşekkür etmiş ve Yuliy’le birlikte dükkana gitmiş. Yuliy tüccar arkadaşlarından odaya çekilmek için izin aldıktan sonra Pamfiliy’le birlikte arka odalardan birine girmiş.

Sohbet etmeye başlamışlar. Birbirlerine hayatlarının nasıl olduğunu sormuşlar. Pamfiliy’in hayatı son görüşmelerinden beri hiç değişmemiş. Yine Hristiyan cemaati içinde yaşıyormuş. Evli değilmiş. Yuliy’e hayatının her anının bir öncekinden daha huzurlu olduğunu anlatmış. Yuliy de başına gelenleri anlatmış. Hristiyanların yanına gitmek için nasıl yola çıktığını, rastladığı adamı, onun anlattıklarını, onun kendisine başlıca görev olarak evlenmesi gerektiğini söylediğini, onun öğüdünü tutarak nasıl evlendiğini, kısaca herşeyi anlatmış. Bunun üzerine Pamfiliy: “Ee, şimdi mutlu musun? Evlilikte o adamın söylediği şeyi bulabildin mi?” demiş.

Yuliy de cevap vermiş:

- Mutlu muyum? Mutlu olmak ne demek? Eğer istekleri doya doya yerine getirmek demekse değilim. Şimdilik ticaret işlerim yolunda, insanlar bana saygı gösteriyor. Bu ikisi de benim çok hoşuma gidiyor. Benden daha zengin ve saygın olan insanlar var ama kendimi onlarla kıyaslayınca, onları geçebileceğime inanıyorum. Hayatımın bu yanı dolu yani. Fakat evlilik dersen, o beni doyurmuyor. Bana zevk vermesi gereken bu evlilik bana bunu sağlamıyor. Başlarda duyduğum zevk gitgide sönüyor. Sonra da büsbütün kayboluyor ve zevk yerini kedere bırakıyor. İlk zamanlar mutluydum. Karım güzel, akıllı, okumuş, iyi bir kadın ama, evli olmadığın için bilemezsin, aramızda bir sürü anlaşmazlık çıkmaya başladı. Bazen ona karşı ilgisiz olduğum zamanlar oluyor. O da bu zamanlarda ilgi bekliyor. Bazen de tam tersi oluyor. Ayrıca aşkta da yeniliğe ihtiyacım var. Karım kadar alımlı olmayan bir kadın bile bazen beni etkileyebiliyor. Yani anlayacağın evlilik beni doyurmuyor. îşte böyle dostum. Filozofların hakkı var. Hayat, insana ruhun istediğini vermiyor. Bunu evlilikte denedim olmadı. Fakat bu demek değil ki sizin yanılgılarınız böyle bir saadeti verecek.

- Sence biz hangi noktada yanılıyoruz?

- İnsanı, hayattaki felaketlerden kurtarmak için, hayatı inkar ediyorsunuz. Hayal kırıklığından kurtulmak için hayal kırıklığını yani evlenmeyi inkar ediyorsunuz.

- Biz evlenmeyi inkar etmiyoruz ki?

- Evlenmeyi değilse aşkı inkar ediyorsunuz.

- Tam tersine. Biz aşktan başka herşeyi inkar ederiz. Aşk bizim için herşeyin temelidir.

- Sözlerini anlayamıyorum. Senden de, başkalarından da duyduklarıma göre düşünüyorum, sonra senin evlenmemiş olmana bakıyorum ve sizde aşk olmadığı sonucunu çıkarıyorum. Sizinkiler eskiden kurulan evliliklerini sürdürüyorlar ama yeniden evlenmiyorlar. İnsan soyunun devamıyla ilgilendiğiniz yok. Size kalsa insan soyu çoktan tükenir giderdi.

- Söylediklerin doğru değil. Biz insan soyunun devamını gâye edinmeyiz. Sizin bilgilerinizden çok defa dinlediğim şey uğruna çalışmıyoruz biz. Allah bu hususta da bizi aydınlatır. O dilerse insan soyu devam edecektir, dilemezse elbette tükenir. Onun dileği kitapta şöyle dile getirilmiştir: “Erkekle kadın birleşsin, tek bir vücut olsun.” Evlenme bizde yasak edilmemiş hatta tavsiye edilmiştir. Fakat sizin evlenmenizle, bizimki arasında da bir fark vardır. Kitabımız bize, bir kadına şehvetle bir defa bile bakmanın günah olduğunu söyler. Bunun için ne kadınlarımız, ne de biz şehvet uyandıracak şekilde süslenip püsleniriz. Bu isteği uyandıracak yerde onu uzaklaştırmaya çalışırız. Aramızdaki aşk duygusu erkek kardeşle, kız kardeş arasındaki duygu gibi olsun isteriz. Yani sizin aşk dediğiniz bir kadını arzulama duygusundan daha kuvvetli olsun isteriz.

- Fakat güzele karşı beslenen duyguyu yok edemezsiniz. Mesela, eminim ki, şehre seninle gelen şu kızın elbiseleri, güzelliğini ne kadar gizlese de sende o kadına karşı bir arzu uyandırır.

Pamfıliy kızarmıştı.

- Onun güzelliğini hiç düşünmemiştim. Bana ondan ilk defa sen söz ediyorsun. O benim için sadece bir kızkardeş. Hem ben daha evlilikler arasındaki farkı bitirmemiştim. Dur da sözümü bitireyim. Nerede kalmıştım? Ha... Sizde güzellik ve aşk, Tanrıça. Venera’ya kulluk adı altında şehvetle desteklenir. İnsanda bu duygu uyandırılır. Bizde ise bunun tersi olur. Gerçi şehvet kötü değildir. Çünkü Allah kötü birşey yaratmamıştır. Ancak yerinde değilse ve baştan çıkarma dediğimiz hale giriyorsa kötüdür. Biz işte bundan kaçmaya çalışırız. Ben bugüne kadar bunun için evlenmedim ama bir de bakarsın yarın evleniveririm.

- Peki ama, evlenmene ne karar verecek?

- Allah neyi dilerse o olur.

- Peki Allah’ın neyi dilediğini nasıl bileceksin?

- Belirtilerini kendin arayacaksın. Yoksa bilemezsin. Sürekli ararsan, sizin kehanetlerinizdeki gibi bu belirtiler de apaçık görülür. Sizde kurban içlerine, kuş uçuşlarına bakarak tanrılarınızın isteklerini yorumlayan kahinler olduğu gibi, bizde de Allah’ın kitabına, kendi sezgileri, başkalarının düşüncelerine, en çok da insana beslenen aşka göre Allah’ın dileğini açıklayan bilgeler vardır.

- Fakat bütün bunlar çok belirsiz şeyler. Mesela, kiminle, ne zaman evleneceğini sana kim söyleyecek? Benim evlenme zamanım geldiğinde babam bana zengin, güzel üç kız sundu ve herhangi birini seçmemi istedi. Ben de Evlampiya’yı seçtim çünkü daha güzel ve çekiciydi. Böyle bir seçme yapabildim. Fakat sana seçmede ne yol gösterecek?

Bizim dinimize göre bütün insanlar Allah karşısında eşittir. Böyle olduğu için kul karşısında da ruh, beden, konum olarak aynıdırlar. Bunun için de bizde seçme yoktur. Böyle şeylerle değerlendirmeyiz biz insanı. Bir Hristiyanın karısı, ya da kocası, dünyadaki bütün erkekler, ya da kadınlardan herhangi biri olabilir.

- Bu da bir çözüm değil ki.

- İhtiyar Kiril’in Hristiyan evliliği ile, putperest evliliği arasındaki farka dair şöyle bir sözü var: “Putperest, sadece kendisine en çok zevki verecek kadını seçer. Böylece önünde ne kadar çok zevk olursa karar vermesi o kadar güçleşir. Fakat Hristiyan böyle bir seçmeyi kendisi için yapmaz. Zevkleri için yapacağı seçim en sonra gelir. Hristiyan için önemli olan, evliliğiyle Allah’ın emrinden çıkmamaktır.”

- Peki ama evlenmede Allah’ın emrinden çıkacak ne olabilir?

- Seninle birlikte okuduğumuz bir İlias vardı. Hatırlıyor musun? İşte bütün İlias baştan sona bu sorduğun soruyu cevaplar. Menelaus, Paris, Elena, Akhyileus, Agamemnon, Khriseida hepsi, hepsi bunu anlatır.

- Peki ama yine sorumu cevaplamadım. Bu hangi noktada görülür?

- Erkek kadında kendisi gibi bir insanı değil de, birleşmenin verdiği zevki seviyor ve bunun için evlilik hayatına adım atıyor. Hristiyan evlenmesinde insan bütün insanlara sevgi beslemeli, ten sevgisi bu kardeşçe sevgiden sonra gelmelidir. Nasıl ki iyi bir ev sağlam temeller üzerine oturur, bir tablo, zemini hazırlandıktan sonra çizilirse, ten sevgisi de insanın insana duyduğu sevgi ve saygı üzerine kurulur. Ancak o zaman akla uygun ve sürekli olur. İşte Hristiyanca evlenme budur.

- Fakat senin bu anlattığın evlilik ne diye Paris’in aşkını, kadına beslenen aşkı tutup bir kenara atıyor anlamıyorum.

- Ben Hristiyanca evlenme, kadına beslenen sevgiye yer vermez demiyorum. Tam tersine aşk kutsaldır. Fakat salt kadın sevgisi, bütün insanlara olan sevgiye dokunmamalıdır. Şairlerce yazılmış aşka, gerçek aşk demek doğru değildir. Bu duygu hayvanca bir şehvettir. Çoğu zaman da kıskançlığa döner. Mesela Eros, sevgisini bütün insanlara dayanan sevgiye bağlamadığı için, sevdiği kadına canavarca davranmış, ona acı çektirmiş, onun canına kıymak istemiştir. Acı çektiren bir sevgi, insanca bir sevgi değildir. Fakat putperest evlenmede gizliden gizliye de olsa bir zorlama, dolayısıyla acı çektirme vardır. Kendisini sevmeyen, ya da bir başkasını seven bir kadına aşık olmuş bir erkek, kendi duygularını tatmin etmek için ona acı çektirir ve asla acımaz.

- Diyelim ki dediğin gibi oldu. Fakat kız onu seviyorsa bu işte bir haksızlık yoktur. Böylece iki evlenme arasında fark da olmaz.

- Senin nasıl evlendiğini çok iyi bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey varsa o da senin bu evliliği kendi rahatın için yapmış olman. Bu durumda da geçimsizliğin doğmamasına imkan yok. Tıpkı yiyeceklerini düşünen hayvan ve insanların birşey yerken hep kavga etmesi gibi. Herbiri büyük parçayı ister. Ulaşamayınca da hırgür çıkarır. Bu açıktan görülmese bile gizliden gizliye vardır. Zayıf büyük parçayı ister ama kuvvetlinin elinden onu alamayacağını bildiği için ona kıskançlıkla bakar. Onun elindekini kapmak için fırsat kollar. Aynı şey putperestlerin evliliklerinde vardır. Bu çok kötü bir şeydir. Çünkü geçimsizlik karı ile koca arasındadır ve kıskançlık konusu insandır.

- Tamam ama ne yapalım da evlenenler birbirlerinden başkasını sevmesin? Başka birini sevebilecek bir kıza, ya da erkeğe her zaman rastlanabilir. Böyle olunca da size göre evlenme imkansızlaşır. Hristiyanlar evlenmez derlerdi ya şimdi anlıyorum doğru olduğunu. Bak sen de evli değilsin. Bu gidişle de evleneceğin yok. Bir insan karşı cinsiyle bir şeyler yaşamadan, kendinde aşk duygusu uyanmadan nasıl evlenebilir? Elena başka türlü nasıl davranabilirdi?

- İhtiyar Kiril bunun için şöyle derdi: “Putperestler kardeş sevgisini hiç düşünmeden, bu duyguyu hiç beslemeden tek birşey düşünürler. İçlerinde kadına karşı uyanan şehvet ve bunu geliştirmek. Bunun içindir ki dünyalarındaki her Elena birçok erkeği baştan çıkarır. Rakipler birbirleriyle hayvanlar gibi dövüşür. Çünkü her biri kadını yalnız başına elde etmek ister. Onların aşkı çoğu zaman bir zorlamadır.” Hristiyan topluluğu içinde biz, güzelliğin bize verdiği zevki düşünmeyiz. Putperestlerde bir tapınma konusu haline gelen bütün aldanışlardan kaçarız. Tam tersine bütün insanlara sevgi besler, yakınlarımıza karşı görevlerimizi yerine getirmeye çalışırız. Bu duyguyu geliştirmek için var gücümüzle çalışırız, işte bunun için bizdeki aşk, şehvetten üstündür. Böylece cinsel münasebetten kaynaklanan anlaşmazlıklar ortadan kalkar. Hristiyan erkek, evliliğinin kimseye zarar vermeyeceğine inanırsa, ancak o zaman evlenir.

- Buna imkan yok. İnsan tutkularını yönlendiremez.

- Duygular başıboş bırakılırsa olmaz tabii. Fakat bizler duyguların uyanmasına engel olabiliriz. Mesela, baba, kız, anne, oğul münasebetlerini ele alalım. Oğlu için annesi, baba için kızı, erkek kardeş için kızkardeşi, ne kadar güzel olursa olsun, bir zevk konusu değildir ama aşk konusudur. Bu gibi durumlarda şehvet olmaz. Şehvet, baba, kız sandığının kızı olmadığını, anne oğlu sandığının oğlu olmadığını, erkek kardeş, kız kardeşi sandığının kızkardeşi olmadığını öğrenecek olursa uyanabilir ama bu da çok zayıf bir ihtimaldir. Çünkü temelde aile sevgisi olacaktır, insanda bütün kadınları annesi ya da kızkardeşi gibi görecek bir sevgi olabileceğine neden inanmak istemiyorsun? Yani, daha önce de söylediğim gibi insan, Hristiyan aşkının kimseye acı vermediğini anladığı zaman, içinde böyle bir duygunun yükselmesine müsaade eder.

- Ya iki kişi aynı kızı severse?

- O zaman biri kendi mutluluğunu öbürü için feda eder.

- Ya kız onlardan yalnız birini daha fazla severse?

- O zaman kızın daha az sevdiği erkek, kız için kendini feda eder.

- Ya kız ikisini de sever, ikisi de kendisini feda ederse. O zaman kız hiç evlenemeyecek mi?

- O zaman ihtiyarlar toplanıp, en büyük saadeti, en büyük aşkın verebileceğini söyleyerek nasihatta bulunurlar.

- Fakat böyle olmaz, insan tabiatına aykırı bu.

- İnsan tabiatına aykırı mı dedin? İnsanın hangi tabiatına? İnsan hem insandır hem de hayvandır. Gerçekten böyle bir davranış insanın, hayvan tabiatına uymaz ama akıllı tabiatına uyar. O aklını, hayvan tabiatının hizmetinde kullanırsa kötü bir iş yapmış olur. İşi zorlamaya, kan dökmeye kadar vardırır. Oysa ki her hayvan bile böyle bir şeye başvurmaz. Fakat akıllı tabiatını içindeki hayvanı dizginlemek için kullanırsa, hayvan tabiatını aklı emrinde çalıştırırsa, ancak o zaman kendisini doyuracak mutluluğa ulaşabilir.

 

V

- Şimdi sözü sana getirelim. Şu güzel kızla berber gördüm seni. Öyle anlaşılıyor ki, onunla oturuyor, ona yardım ediyorsun. Onun kocası olmak istemez misin?

- Bunu hiç düşünmedim. O dul bir Hristiyan kadının kızı. Ben onlara hizmet ediyorum ama başkaları da ediyor. Birleşmeyi düşünecek kadar onu seviyor muyum diye soruyorsan bu benim için çok zor bir soru. Fakat dosdoğru cevap vereyim, böyle birşey hiç aklıma gelmedi. Hem onu seven bir delikanlı var. Bunun için böyle birşey düşünmeye cesaret edemedim. Bu delikanlı da Hristiyandır. Ben onu incitecek bir harekette bulunamam. Bu konuda hiç düşünmeden yaşıyorum. Ben sadece insanlara karşı olan sevgiyi gereği gibi yaşamaya çalışırım. Bence tek önemli olan şey budur. Evlenmem gerektiğini anlayınca da evleneceğim.

- Fakat annesi için iyi, çalışkan, bulunmaz bir damatsın. O damat olarak başkalarını değil de seni isteyebilir.

- Yok. Buna aldırış etmez. O bilir ki sadece ben değil, bizimkilerin hepsi ona hizmet etmeye hazırdır. Ben de damadı olayım, ya da olmayayım her zaman ona aynı ölçüde yardım ederim. Eğer kızıyla evlenirsem buna sevinirim. Fakat kızı başkasıyla evlenirse de sevinirim.

- Böyle şey olmaz. İşte sizin korkunç tarafınız da bu. Siz kendinizi, dolayısıyla da başkalarını aldatıyorsunuz. Şu yabancı adam yok mu hep doğru söylemiş sizin için. Seni dinlerken anlattığın hayatın güzelliğine farkında olmadan kaptırıyorum kendimi. Fakat düşününce anlıyorum ki bütün bunlar birer aldanış ve insanı vahşice bir hayata götürüyor.

- Bu vahşiliği hangi noktada görüyorsun?

- Fiayatınızı çalışarak kazandığınız için boş zamanınız kalmıyor ve bilim-sanatla uğraşamıyorsunuz. Bak işte elbisen yırtık pırtık, ellerin nasırlı. Güzellik tanrıçası olabilecek arkadaşın bir köleyi andırıyor. Sizde, ne Apollon türküleri, ne tapınak, ne şiir, ne oyun, ne de tanrıların insana süs diye bağışladıkları şeyler var. Boğaz tokluğuna sürekli çalış, çalış. Bu insan tabiatını bile bile inkar etmek değil de nedir?

- Yine insan tabiatı. Peki ama insan tabiatı kendini nerede gösterir? Köleleri zorla güçleri yetemeyecek işlerde çalıştırmakta, kardeşleri öldürmede yahut köle etmede, kadınları eğlence aracı yapmada mı? Bütün bunlar o hayat güzelliği için gerekli şeylerdir, insan tabiatı böyle bir hayata mı, yoksa evrensel kardeşliğin bir üyesi olarak herkesle sevgi, dirlik, düzenlik içinde yaşamaya mı uyar? Sonra bizim bilimi, sanatı tanımadığımızı sanıyorsan çok yanılıyorsun. Biz insanın kabiliyetlerine büyük değer veririz. Fakat bu kabiliyetlere gayeye ulaşmak için vasıta gözüyle bakarız, işte o gayeye biz bütün hayatımızı feda ederiz. O gaye Allah’ın isteklerinin yerine getirilmesidir. Biz, bilime, sanata, boş kafalıları eğlendiren bir eğlence gözüyle bakmayız. Biz, bilim ve sanattan, insanın Allah’a karşı olan sevgisini uyandırmasını bekleriz. Diğer tüm işlerden beklediğimiz gibi. Biz gerçek bilgi olarak daha iyi yaşamamıza yardım eden bilgiyi tanırız. Sanata ancak düşüncelerimizi temizlediği, ruhumuzu yücelttiği, sevgimiz ve hayatımız için gerekli olan gücü desteklediği zaman saygı gösteririz. Bu gibi bilgileri elimizden geldiği kadar, kendimizde de çocuklarımızda da geliştirmeye çalışırız. Anlattığım gibi sanata boş zamanlarımızda seve seve kendimizi veririz. Bizden önceki bilge insanların yazılarını okuyup, şiirlerini ezberleriz, tablolarına değer veririz. Bizim şiirlerimiz tablolarımız ruhumuza tazelik verir, kederli zamanlarımızda bizi avutur. Bunun için de sizin bilim ve sanatı kullanma tarzınızı doğru bulmayız. Siz bilgilerinizi ve kâbiliyetlerinizi, insanlara kötülük etmek için yollar bulmada kullanıyorsunuz. Savaş, yani adam öldürme tekniklerinizi mükemmelleştiriyorsunuz. Bazılarının sırtından zenginleşmek için yeni yeni yollar buluyorsunuz. Sizin sanatınız tanrılar adına tapınaklar yapar ama en akıllınız tanrılara inanmıyordur. Sadece bazı kimseleri ellerinizde tutabilmek için onları inandırmaya çalışırsınız. Kimsenin saygı göstermediği, zorbalıkla en güçlü kişi olmuş olanlarınız için heykeller dikersiniz. Tiyatrolarınızda cinayetle sona eren aşkı göklere çıkarırsınız. Müziğiniz göz kamaştırıcı alemlerde tıka basa doyan zenginlerinizin eğlencesidir. Resimlerinizde canlanan şey ahlak bozukluğudur. Öylesine bir bozukluk ki, tablolarınıza sarhoş olmayan, şehvetle başı dönmeyen, yüzü kızarmadan bakamaz. İnsanı hayvandan ayıran sanat, insana bunlar için verilmemiştir. Bu kabiliyetleri vücudumuzun eğlencesi haline getirmek doğru değildir. Biz bütün hayatımızı, Allah’ın dilediği gibi yaşamaya çalışarak bu kabiliyetleri iki kat fazla kullanmış oluyoruz.

- Eğer bu şartlar altında yaşanabilseydi söylediklerin güzel şeyler olurdu. Fakat böyle yaşanamaz ki. Siz kendinizi aldatıyorsunuz. Bizim savunma kuvvetlerimizi tanımıyorsunuz. Roma birlikleri olmasa rahat rahat yaşayabilir miyiz sanki? Siz hem bu savunmayı tanımıyor, hem de ondan faydalanıyorsunuz. Hatta bazıları senin, söylediğine göre, kendi kendilerini savunuyormuş. Mal mülkü de tanımıyorsunuz ama ondan da faydalanıyorsunuz. Bizimkilerin malı mülkü var, size de veriyorlar. Sen mesela üzümü bedava vermiyorsun. Eğer söylediklerinizi uygulamış olsanız bir diyeceğimiz kalmaz ama siz hem kendinizi hem de başkalarını aldatıyorsunuz.

Yuliy konuştukça heyecanlanmış ve içindekileri dökmüş. Pamfiliy hiç ses çıkarmadan dinlemiş ve sonra demiş ki:

- Sizin savunma kuvvetlerinizi tanımadığımız halde onlardan faydalandığımızı söylüyorsun. Bu doğru değil. Bizim mutluluğumuz, savunma istemiyor oluşumuzdadır.

Bizim bu mutluluğumuzu da kimse elimizden alamaz. Malımız olacak nesneler elimize geçse bile biz bunları başkalarına, ihtiyaçları olanlara veririz. Biz üzümü, ihtiyacı olanlara yaşamaları için gerekli şeyi sağlamak için satarız. Biri üzümleri elimizden almak isterse de hiç karşı koymadan veririz. Yine bunun için vahşilerin saldırılarından korkmayız. Emeğimizin mahsulünü elimizden almak isteseler, biz kendimiz bırakırız. Onların hesabına çalışmamızı isteseler seve seve çalışırız. Böylece onlar da bizi öldürmek için sebep olmadığını anlarlar, daha doğrusu öldürmek ellerinden gelmez. Vahşiler zamanla bizi anlar ve sever. Hatta öyle ki bugünün aydınlarının elinden çektiğimizi onlardan çekmeyiz.

Sen bize diyorsun ki ulaşmaya çabaladığınız şeye tamamiyle ulaşamıyorsunuz, zorlamayı ve malı mülkü tanımıyor ama onlardan faydalanıyorsunuz. Madem ki biz insanları kandırıyoruz o zaman bizimle konuşmaya, bize öfkelenmeye, bizi fitlemeye değmez. Sadece bizden tiksinirsiniz olur biter. Biz de bu hor görülmeyi seve seve kabulleniriz. Çünkü felsefemizde hiçliğini bilmek de vardır. Fakat inandığımız şeylere ulaşmak için canla başla çalışıyorsak, insanları aldattığımızı söylemek haksızlık olur. Kardeşlerim ve ben Allah’ın kânunlarını yerine getirmeye çalışıyoruz. Fakat zenginlik, ün için değil. Başka şeyler için. Biz de sizin gibi mutluluğu arıyoruz. Aramızdaki fark mutluluğu farklı yerlerde arıyoruz. Siz mutluluğu para ve ünde arıyorsunuz, biz buna inanmıyoruz. Dinimiz bize mutluluğun herşeyi vermede olduğunu söyler. Nasıl ki bitkiler ışığa dönmekten kendilerini alamazlar, biz de saadeti nerede görürsek ona ulaşmak için istenilen herşeyi yapmaktan kendimizi alamayız. Fakat başka türlü nasıl olur. Sizler de aynısınız. Sizin amacınız en güzel kadını, en büyük serveti elde etmektir ama hanginiz ulaştı sanki. Nişancı hedefe isabet ettiremediği için nişan almaktan vazgeçmez. Bizimki de bu misâl. Biz saadeti arıyoruz ama ona tam olarak ulaşamıyoruz. Sonra, herkes kendine göre ayrı ayrı yollardan ulaşmaya çalışır.

- Fakat siz insan bilgisine inanmıyor, ondan yüz çeviriyorsunuz. Sonra sadece haça gerilmiş peygamberinize inanıyorsunuz. Beni sizden uzaklaştıran asıl şey de kölece onun karşısında boyun eğmeniz ya.

- Yine yanılıyorsun, inandığımız peygamber böyle buyurduğu için böyle yaptığımızı sanan herkes yanılıyor. Tam aksine, gerçeği öğrenmek, Allah’a ulaşmak, mutluluğa ermek isteyen her insan farkında olmadan İsa’nın yürüdüğü yola çıkar. Onu kendi yürüdüğü yolun önünde görür. Allah’ı sevenler ve ona ulaşmak isteyenler, er-geç bu yolda birbiriyle karşılaşır, İsâ Allah’ın kulu ve elçisidir. Allah ile insanlar arasında aracıdır.

Yuliy karşılık vermeden uzun zaman sustuktan sonra:

- Mutlu musun? diye sormuş. Pamfiliy gülümseyerek:

- Daha iyi birşey istemiyorum. Fakat bazen içimde bunu hak etmediğime dair bir duygu hissediyorum. Niye bu kadar çok mutluyum diye.

- Haklısın. O zaman o adam ile karşılaşmayız. Yanınıza gelseydim, belki daha mutlu olurdum.

- Madem böyle düşünüyorsun, sana engel olan mı var?

- Ya karım?

- Onun Hristiyanlığa yatkın olduğunu söylüyordun. O da gelir seninle.

- İyi ama, bir defa başladık bu hayata, onu bir yana atamayız. Başladığımız şeyi yürütmeliyiz.

Yuliy bunları söylerken anne-babasının, dostlarının hoşnutsuzluklarını, böyle bir değişiklik için harcanması gereken çabayı düşünmüş. O sırada dükkan kapısına bir gençle beraber Pamfıliy’in kız arkadaşı gelmiş. Pamfiliy çıkıp yanlarına gittiğinde, gencin deri almak için Kiril tarafından gönderildiğini öğrenmiş. Pamfiliy gence buğdayı alıp Magdalena ile gitmesini, derileri kendisinin götürebileceğini, böylesinin daha uygun olacağını söylemiş. Genç Magdalena’nın onunla birlikte gitmesinin daha uygun olacağını söyleyerek uzaklaşmış oradan.

- Yuliy, Pamfıliy’i tanıdık bir tüccarın yanına götürmüş ve buğday almış. Pamfiliy ağır olan çuvalı alıp, hafif olanı Magdalena’ya vererek, Yuliy’le vedalaşmış. Kızla birlikte yürüyüp giderken, sokağın dönemecinde durup Yuliy’e bakmış. Gülümsemiş ve başı ile selamlamış. Sonra da sevinçli bir şekilde dönüp Magdalena’ya birşeyler anlatmış. Bir müddet sonra ikisi de gözden kaybolmuş.

Yuliy, karar verdiği zaman yanlarına gitmenin daha iyi olacağını düşünmüş biraz. Aklına hep Pamfiliy’in uzun boylu, güçlü kuvvetli, ışıklı gözleriyle sepet taşıyan kız arkadaşı bir de akşam döneceği narin, şık, güzel ama gerdanlık ve bilezikleriyle çok soğuk görünen karısı, halılara oturmuş, yastıklara yaslanmış olarak geliyormuş.

Fakat Yuliy’in bunları düşünecek fazla vakti yokmuş. Tüccar arkadaşları gelmiş ve hergünkü işlerine başlamışlar. Öğleye doğru içki içmişler. Sabahı kadınlarla etmişler.

 

VI

Bu konuşmalardan sonra aradan on yıl geçmiş. Yuliy bir daha Pamfıliy’i görmemiş. Konuşmalarını da yavaş yavaş unutmuş. Kafasındaki Hristiyan hayatına ait izler de silinip gitmiş.

Yuliy’in hayatı yolunda gidiyormuş. Babası ölünce, onun bütün ticaret işlerini ele almış, işleri de bir hayli karışıkmış. Afrika’da alıcıları satıcıları varmış. Bir çok idarecisi, alacakları, borçları varmış. Yuliy farkında olmadan işlere dalmış ve bütün zamanını buna verir olmuş. Ayrıca yeni bir kaygısı daha varmış. Bir kamu işinin başına geçmiş. Egosunu tatmin eden bu iş onun başını döndürüyormuş. Güzel konuşan, akıllı bir adam olduğu için sivrilmiş ve toplum içinde yüksek bir mevkiye gelmiş. Bu zaman içinde bir de üç çocuğu olmuş. Fakat bu üç çocuk onu karısından uzaklaştırmış. Karısı güzelliğini ve tazeliğini iyice kaybetmiş. Artık kocasıyla da çok az ilgilenir olmuş. Bütün ilgi ve şefkatini çocuklarına yöneltmiş. Putperestlerin adetine göre anneler çocuklarını süt anneye vermelerine rağmen, Yuliy karısını hep çocuklarının yanında buluyormuş. Karısı kendi odasında değil de hep çocukların odasında olurmuş. Çocuklar ise huzur vereceği yerde, Yuliy’in canını sıkıyorlarmış. Yuliy bu işlere daldıktan sonra eski çılgın yaşayışını bırakmış. Fakat işten sonra güzel bir dinlenmeye ihtiyacı varmış. Bunu karısının yanında bulamıyormuş. Çünkü karısı bütün gününü Hristiyan kölesinin yanında geçiriyormuş. Yeni dine gittikçe daha çok ısınıyor, hayatında putperestlikle ilgili, Yuliy’in çok sevdiği ne varsa dışlıyormuş. Yuliy aradığını karısında bulamayınca başka kadınlarla düşüp kalkmaya başlamış, işlerinden geri kalan zamanını hep onların yanında geçiriyormuş. Yuliy’e bu zamanlarda mutlu olup olmadığı sorulsa verecek cevap bulamazmış.

İşleri başından aşkınmış. Bir işten diğerine, bir zevkten öbürüne geçiyor, İkincisinden mutlaka hoşlanacağını umuyor, öyle sürüp gitmesini istiyormuş. Fakat hiçbir iş kendisini doyurmuyormuş. Hangi işten yakasını daha çabuk sıyırırsa o kadar rahatlıyormuş. Her zevki mutlaka birşey zehirliyor, sıkıntı içinde sona eriyormuş.

Bütün bunlar arasında Yuliy olimpiyatlara katılmış. Koşularda yarış arabasını, bitiş çizgisine doğru başarı ile götürüyormuş. O sırada birden başka bir yarışçı ortaya atılıp onu geçmiş. Aniden arabalar çarpışmış ve Yuliy’in arabası parçalanmış, kendisi yere düşmüş, iki kaburga kemiği ile kolu kırılmış. Yaraları ağırmış ama ölüm tehlikesi yokmuş. Yuliy’i evine götürmüşler. Üç ay yataktan kalkamadan yatmış..

Bu üç ay içinde acı içinde kıvranırken bir yandan da düşünüyormuş. Kendi hayatını, bir başkasının hayatı gibi incelemek için boş vakti varmış. Hele bir de bu arada başına gelen üç şey onun hayatını tümden karartıyormuş. Birincisi, babasının çok güvendiği bir köle, Afrika’dan getireceği mücevherlerle birlikte ortadan kaybolmuş, İkincisi, metresi kendisini terketmiş ve başka birini bulmuş. Üçüncüsü ise seçilmeyi umduğu belediye başkanlığına, o hastayken rakibi geçmiş. Bütün bu olumsuzluklar, arabası bir parmak soldan gidiyor diye olmuş.

Yatağında yalnız yatarken mutluluğun ne kadar boş tesadüflere bağlı olduğunu düşünmeye başlamış. Bu düşünceler ona daha önceki acılarını hatırlatmış. Bu anıları, yanından hiç ayrılmayan, Hristiyan köleden ne öğrendiyse gelip bir bir arılatan karısının konuşmaları ile daha da canlanıyormuş. Köle kadın bir zamanlar Pamfıliy’in oturduğu köyde oturuyormuş ve onu tanıyormuş. Yuliy kadını görmek istemiş ve yanına gelince Pamfîliy’i sormuş, O da şunları anlatmış:

- Pamfıliy en iyi kardeşlerden biridir. Herkes onu sever, sayar, on yıl önce Magdalena ile evlendi. Birkaç çocukları oldu. Kim Allah’ın insanları mutluluk için yarattığına inanmazsa gidip onları görmeli.

Kadın gittikten sonra Yuliy, anlatılanlar üzerine düşüncelere dalmış. Pamfîliy’in hayatıyla kendi hayatını kıyaslamak istemiyormuş. Bu onuruna dokunuyormuş. Oyalanmak için karısının bıraktığı Yunanca el yazmasını alıp okumaya başlamış. Şunlar yazıyormuş el yazmasında:

“İnsan için iki yol vardır. Biri hayat, diğeri ölüm yolu. Hayat yolu önce seni yaratan Allah’ı sevmendir. Sonra yakınını kendin gibi sevmelisin. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmamalısın. Bu din şöyle der. Sizi lanetleyenleri siz kutsayın. Düşmanlarınız için dua edin. Çünkü sizi sevenleri zaten seversiniz. Size diş bileyenleri sevin. O zaman onlar sizin düşmanınız olmaz. Şehvetten ve dünya tutkularından uzaklaşın. Biri yanağına vurursa öbür yanağını çevir. O zaman kemâle ermiş olursun. Biri seni kendisi ile beraber bir kilometre yol yürümeye zorlarsa, onunla iki kilometre yürü. Biri senin malını alırsa geri isteme. Çünkü istememek elindedir. Biri paltonu isterse ona gömleğini de ver. Senden birşey isteyene istediğini ver ve bir daha geri isteme. Çünkü Allah verdiği rızıkların herkese dağıtılmasını ister. Onun buyruğuna göre veren mutlu olur.

Oğlum! Her kötülükten ve kötülüğü andıran herşeyden kaç. Öfkelenme. Çünkü öfke insanı adam öldürmeye kadar götürür. Kıskanç, kavgacı ve taşkın olma. Çünkü hepsinden cinayet çıkar.

Oğlum! Şehvete kapılma. Çünkü şehvet zinaya götürür. Hayâsız olma. Çünkü bundan hiyânet çıkar.

Oğlum! Yalan söyleme. Çünkü yalan hırsızlığa götürür. Para canlısı ve kibirli olma. Çünkü ikisinden de hırsızlık çıkar.

Oğlum! Şikâyetçi olma. Çünkü bu Allah’a küfre kadar gider. Uysal ol. Çünkü dünya uysallara kalır. Sabırlı, merhametli, yumuşak başlı, iyi yürekli ol. Kinci olma. İşittiğin sözlerden her zaman titre. Kibirlenip, ruhunu küstahça hareketlere kaptırma. Ruhun kibirlilere yanaşmasın ama hak yolda olanlara, yumuşak başlı olanlara yüzünü döndür. Başına gelen herşeyi, Allah’tan bil ve bunu mutluluk olarak kabul et.

Oğlum! Bölünmeye sebep olma. Çekişenleri uzlaştır. Almak için el uzatma. Verirken de avucunu kapama. Bir şeyi verirken duraksama, homurdanma. Böylece mutlak bağışlayıcıyı bilirsin. Muhtaç olandan yüz çevirme. Herşeyini kardeşinle paylaş. Hiçbir şeye benim malimdir deme. Çünkü ruhta ortak olan, madde de daha çok ortaktır, Çocuklarına daha ilk yaşından Allah sevgisini aşıla, öfkelenip kölelerini azarlama. Sonra Allah sevgisini bırakırlar. Allah şüphesiz ki ikinizden de üstündür. O kişilere bakarak çağırmaz sizi. O ruhun hazırladığı kişilikleri çağırır.

Ölüm yolu ise kötü ve lanetlerle doludur. Öldürme, hainlik, şehvet, zinâ, hırsızlık putperestlik, vahşilik, zehirleme, yağmacılık, yalancı tanıklık, ikiyüzlülük, sahtekarlık, katı yüreklilik, gurur, kin, açgözlülük, küfürbazlık, kıskançlık, küstahlık, böbürlenme, övünme hep bu yoldadır, iyileri ezenler, gerçeği çekemeyenler, yalanı sevenler, doğruluğun mükafatını vermeyenler, iyiliğe ve dine göre düşünmeye yanaşmayanlar, fenalığa sarılanlar, uysallıktan, sabırdan uzak olanlar, hoppalığı sevenler, mükâfat peşinde koşanlar, yakınlarının acılarına ortak olmayanlar, sıkıntı çekenlere yardım etmeyenler, Yaratanı bilmeyenler, çocukları öldürenler, muhtaçları hor görenler, işkence edenler, günaha girenler hep bu yoldadır. Çocuklar! Bütün bu insanlardan sakının.”

El yazmasını tam olarak bitirmeden, gerçeği öğrenmek isteği gelmiş Yuliy’in içinden. Tıpkı yabancı insanların fikirlerini okuyup da, yazarla ruhu kaynaşan insanlar gibi bir ruh haline kapılmış. Bu hal genelde birçoklarının fark etmediği bir haldir. Hayatta görülen en gizli ve önemli haldir. Böylece canlı denilen adam, ölü denilenlerle birleşip tek bir hayat sürmüş olur.

İşte bunun gibi Yuliy’in ruhu da el yazmalarını yazanların ruhu ile birleşmiş ve bundan sonra oturup hayatını gözden geçirmiş. Birden bütün hayatı ona tüyler ürperten bir yanılma gibi görünmüş. O yaşamak yerine, hayatın acısı, kaygısı ve baştan çıkartıcı tarafıyla, gerçek hayatı yok etmiş olduğunu anlamış.

Kendi kendine: “Hayatımı yok etmek istemiyorum. Yaşamak, hayat yolunda yürümek istiyorum,” demiş. Pamfıliy’in önceki konuşmalarında söylediği herşeyi hatırlamış. Herşey şimdi ona açık ve su götürmez gerçekler gibi geliyormuş. Nasıl olup da o zaman o yabancıya kanarak gitmekten vazgeçtiğine şaşırmış. Sonra adamın:

“Hayatı anladıktan sonra git,” sözlerini hatırlamış. Hayatı anladığını ve birşey bulamadığını düşünmüş. Pamfiliy her gideni, kim olursa olsun yanlarına kabul ettiklerini söylemişti diye geçirmiş aklından.

- Evet, epey zaman yolumu şaşırdım, acı çektim. Fakat artık herşeyi bırakıp yanlarına gideceğim. Bu yazıda söylenilen gibi yaşayacağım, demiş.

Bu düşüncelerini karısına açtığında karısı heyecanla karşılamış. O zaten buna dünden râzıymış. Fakat bu kararını nasıl yerine getirebileceklerini bilmiyorlarmış. Çünkü çocukları düşünüyorlarmış. Beraberlerinde götürmenin mi, yoksa büyükannelerinin yanına bırakmanın mı daha iyi olacağına karar veremiyorlarmış. Fakat beraberlerinde götüremezlermiş. Çünkü bugüne kadar onları çok nazlı büyütmüşler. “Şimdi onları kupkuru bir hayatın güçlüklerine nasıl atabiliriz?” diyorlarmış. Köle kadın da onlarla birlikte gelmek istiyormuş. Fakat anne çocukları için kaygılanıyormuş. En sonunda onları büyükannelerine bırakmaya karar vermiş. “Biz de yalnız gideriz.” diyormuş. Karı koca böylece herşeyi kararlaştırmışlar. Sadece Yuliy’in iyileşmesini bekliyorlarmış.

 

VII

Yuliy bu karardan sonra yatıp uyumuş. Ertesi sabah, şehre uğrayan bir doktor onu görmek, muayene etmek istediğini söylemiş. Yuliy doktoru sevinçle karşılamış. Oysa ki doktor, Yuliy’in çok zaman önce karşılaştığı o yabancı adammış. Doktor Yuliy’i muayene ettikten sonra, ona kendisini toplaması için otlardan bazı ilaçlar yazmış.

Yuliy:

- Kollarımla çalışabilir miyim? diye sormuş.

- Tabiî. Araba sürebilir, yazı yazabilirsiniz.

- Peki ya ağır işler? Mesela toprak kazabilir miyim?

- Sizin gibi bir insan için böyle birşey söz konusu olmadığı için düşünmemiştim.

- Hiç de öyle değil. Benim buna ihtiyacım var, demiş Yuliy. Doktora ilk görüşmelerinden sonra, onun bütün öğütlerini tuttuğunu, ama hayatın ona istediği şeyleri vermediğini, tam tersine umutlarını kırdığını, bunun için de o zaman verdiği kararı şimdi yerine getirmek istediğini anlatmış. Doktor da:

- Ha, öyle anlaşılıyor ki onlar olanca yalanlarını dökerek seni kandırmışlar. Sen içinde bulunduğun durumu, hele babalık görevlerini hiç düşünmüyor, onların yanılmalarını hiç farkedemiyorsun, demiş.

Yuliy okuduğu el yazmalarını doktora uzatarak okumasını istemiş. Doktor alıp baktıktan sonra demiş ki:

- Biliyorum. Bu yalanların hepsini biliyorum. Fakat senin gibi bilgili bir adamın böyle bir tuzağa nasıl olup da düştüğüne şaşırıyorum doğrusu.

- Anlamıyorum. Bunun tuzak neresinde?

- Her şey hayatladır. Bunlar, yani insanlara ve tanrılara karşı gelenler ise hayatta bütün insanların mutlu olacağı bir yolu gösteriyorlar. Bu yoldan gidilirse ortada savaş, ölüm, ceza, yoksulluk, sapıtma, hırsızlık, kin kalmaz diyorlar- Onlar İsa'nın çalmayın, zinâ etmeyin, and içmeyin, zorlamayın, milleti millete düşürmeyin şeklindeki emirlerini yerine getirince böyle olacağını iddia ediyorlar. Fakat yanılıyorlar. Amacı araç kabul ediyorlar.

Amaç kavga ve zinâ etmemek, and içmemektir. Buna da yalnızca toplum hayatının vâsıtalarıyla ulaşılır. Onlar ise hemen hemen bir atış hocasının söyleyebileceklerini söylüyorlar. Oku ancak hedef istikametinde yol alırsa isabet ettirebilirsin. Fakat okun düz çizgi üzerinde yol alması için ne yapılmalı, işte asıl mesele burada. Atışta bu mesele şöyle çözülür. Kiriş gergin, yay esnek, ok doğru olmalı. Kavga, zinâ, öldürme olmayan bir hayat en güzelidir. Bu hayata da şöyle ulaşılır: Kiriş idarecilerdir. Yayın esnekliği iktidarın gücüdür. Doğru çizgi de kânunun hak gözetmesidir.

Dahası var. Mesela şimdi olmayacak, saçma birşey düşünelim. Tut ki bir sudan birkaç damla içirmekle Hristiyanlığın temel hükümleri bütün insanlara bildirilsin. Bütün insanlar o an Hristiyan olsun. Fakat yine de dinleri tenkitten kurtulmaz. Çünkü o zaman hayat olmaz sona erer. Bugün kabul edenler hayatlarının sonuna kadar yaşarlar ama çocukları böyle yaşayamaz. Sadece onda biri. O da belki. Onlar için her ana-babanın çocuğu eşittir. Bugün anneler canları pahasına çocuklarını ölümden kurtarabiliyorlar. Eğer çocuk annesiz olsa korunabilir mi? Can-ı gönülden çocuğunu sevme duygusu bütün çocuklara beslenen acıma duygusuna dönerse ne olur? Hangi çocuğu alıp koruyacaksın? Geceleri hasta, pis kokulu çocukların başına annelerinden başka kim oturur? Tabiat anne sevgisini çocuğa kalkan olsun diye vermiştir. Hristiyanlar yerine birşey koymadan bu kalkanı indiriyorlar. Babası olmazsa çocuğu kim yetiştirir, kim onu eğitir, kim tehlikelerden korur? Hristiyanlıkta bütün bunlar bir yana atılıyor. Hayat, yani insan soyunun devamı bir yana atılıyor.

Yuliy doktorun sözlerine kendini kaptırmış:

- Doğru, demiş,

- Yok dostum yok. Budalaca hareketleri bırak da akıllıca yaşa. Hele şimdi üstlendiğin önemli geri bırakılmaz görevlerin var. Bu görevler senin namus borcundur. Sen şüphelerin ikinci devresini geçirdin. Fakat biraz daha ilerlerse artık şüpheye düşmezsin. En önemli ve başta gelen görevin, şimdiye kadar boşverdiğin çocuklarını yetiştirmektir. Onları vatana hizmet edecek, hayırlı evlatlar olarak yetiştirmelisin. Bugünkü devlet düzeni sana herşeyi temin etmiştir. Onun için evlatlarını ona göre yetiştirmek, vatana hizmet etmek görevindir. Topluma hizmet etmek de görevindir. Görevlerini bilerek hayatına yeniden başla. O zaman bütün şüphelerin silinecektir. Bunlar sana hastayken musallat olmuş. Devlete karşı görevlerini yerine getir. Çocuklarını senin yerine geçmeleri için bir büyüt hele. Ancak o zaman seni çeken o hayata rahat rahat gidersin. Fakat o zamana kadar çocuklarına böyle birşey yapmaya hakkın, yok. Hem o hayata girsen bile acılardan başka birşey bulamazsın.

 

VIII

Doktorun verdiği ilaç ya da öğütler o kadar yaramış ki, Yuliy çok geçmeden ayağa kalkmış. Artık Hristiyan hayatı hakkındaki düşünceleri ona çok budalaca geliyormuş.

Doktor birkaç gün kalıp gitmiş. Yuliy de ayağa kalktıktan sonra onun öğütlerine göre yeni bir hayata başlamış. Çocuklarına öğretmenler tutmuş, dersleriyle kendisi ilgilenmeye başlamış. Zamanının çoğunu yine kamu işlerine ayırıyormuş. Kısa zamanda şehirde büyük bir nüfuz elde etmiş.

Böylece aradan bir yıl geçmiş. Bu arada şehirde Hristiyanları yargılamak için bir mahkeme kurulmuş. Roma İmparatoru Hristiyanlığı ortadan kaldırmak için Kilikya’ya birini göndermiş. Alınan tedbirler Yuliy’in kulağına geliyormuş ama bunların Pamfiliy’in köyüne kadar ulaşmadığını düşündüğü için rahatmış.

Birgün işine giderken şehir meydanında, beyazlar giyinmiş, yaşlıca biri yanına gelmiş, ilkin tanıyamadığı adam Pamfıliy’miş. Bir çocuğun elinden tutuyormuş. Yuliy’e doğru gelerek:

- Merhaba dostum. Senden büyük bir ricam var. Fakat bilmiyorum, Hristiyanların kovalandığı şu sıralarda beni dost kabul eder misin? Belki de benimle olan ilişkin yüzünden mevkiini kaybetmekten korkabilirsin, demiş.

- Benim kimseden korkum yok. Bunu ispat etmek için de seni evime davet ediyorum. Seninle konuşmak, sana yardım etmek için işime bile gitmeyeceğim. Haydi gel. Sahi bu çocuk kimin?

- Benim oğlum.

- Sormasam da olurdu. Onun yüzünde senin yüzün görünüyor şu mavi gözleri de tanıyorum. Karının kim olduğunu sorabilir miyim? Karın birkaç yıl önce senin yanında gördüğüm o güzel kız değil mi?

- İyi bildin. O konuşmadan bir müddet sonra benim karım oldu.

İki dost Yuliy’in evine gitmişler. Yuliy karısını çağırıp çocuğa göz kulak olmasını istemiş. Kendisi de Pamfıliy’le süslü bir odaya gitmiş. Yuliy:

- Burada herşeyi konuşabiliriz. Kimse duymaz, deyince Pamfıliy:

- Duymalarından korkmuyorum. Yakalanan Hristiyanların ölüm cezasını kaldırtmak için de gelmedim. Sadece halk önünde dinlerini açıklamalarına izin verilsin diye rica etmeye gelmiştim, demiş ve anlatmış durumu, ihtiyar Kiril Pamfiliy’den, Yuliy’e gidip rica etmesini istemiş. Allah’ın dinine şehadeti görev biliyorlarmış. Onun için de yetmiş yıllık hayatlarını bu şehadete feda edebilirlermiş. İnsanlar için kaçınılmaz olan bedenin ölümü kendilerine korkunç değil, zevkli geliyormuş. Bugün ya da elli yıl sonra olmuş birşey değişmezmiş. Yeter ki insanlara faydalı olsun, başka birşey istemezlermiş. Bunun için de mahkeme ve ceza halk önünde olsun istiyorlarmış.

Yuliy, Pamfiliy’in bu ricasına şaşırmış ama elinden geleni yapacağına da söz vermiş:

- Sana yardım edeceğime söz veriyorum. Sadece arkadaşlık hatırı için değil, ben de her zaman uyandırdığın iyi duygular için. Fakat doğrusunu istersen ben dininizi pek zararlı ve budalaca görüyorum. Bu sonuca şuradan ulaştım.Ben geçenlerde bir hastalığa yakalandım. Ümidim kırılmıştı ve ruhum bezginlik içindeydi. O zaman sizin görüşlerinizi paylaşmıştım. Az kalsın herşeyi bırakıp yanınıza geliyordum. Fakat yanılmanızın neye dayandığını anladım. Çünkü ben onun içinden geçtim. Yanılmanız ruh zayıflığına, acizliğe dayanıyor. Bu din erkeklerin değil, kadınların dinidir.

- Peki ama niye?

- Çünkü siz gururunuz yüzünden devlet işlerine karışmıyor, hizmet edip yüksek yerlere gelerek insanların saygısını kazanacak yerde, bütün insanları eşit sayıyorsunuz. Kimseyi kendinizden daha üstün saymıyorsunuz. Kendinizi Caesar’la bir tutuyorsunuz. Hem böyle düşünüyor, hem de başkalarına bunu öğretiyorsunuz. Bu aldanış zayıflar için çok çekici. Hele köleler için... Eğer insanlar sizi dinleseydi toplum en alt seviyeye düşer, ilk zamanların yaşantısına dönerdi. Siz devletin devlet içinde yok olmasını istiyorsunuz. Kendi varlığınızın bile devletten geldiğini düşünmüyorsunuz. Öyle ya devlet olmasa, siz de olmazdınız. Hep İskitlerin ya da vahşilerin köleleri olurdunuz. Siz vücudu içten kemiren kurt gibisiniz. Fakat sadece vücutta ortaya çıkıp onu kemiren kurt. Canlı vücut bu kurtlarla savaşıp onu yok eder. Size karşı biz de aynı şeyi yapıyoruz. Yapmazsak olmaz. Yardım için sana söz verdim ama yine de dininizi zararlı ve aşağı görüyorum. Aşağı diyorum çünkü insanın süt emdiği memeyi kesmesi namussuzca bir harekettir. Hem devletten faydalan hiç hizmet etme, hem de onu yok etmeye çalış. Bu namussuzluk değil de nedir?

- Gerçekten söylediğin gibi yaşamış olsak neyse. Fakat bizim hayatımızı bilmiyorsun. Hakkımızda yalan yanlış fikirler edinmişsin. Siz, süse şatafata alışık olduğunuz için, insanın az şeylerle ne kadar rahat yaşayabileceğini tasarlayamazsınız, insan öyle yaratılmıştır ki, eli ayağı tuttuğu müddetçe kendine yeteceğinden fazlasını çıkarabilir ortaya. Biz beraber yaşayıp, beraber çalışırız. Bu yüzden çocukları, ihtiyarları, hastaları, zayıftan besleyebilecek durumdayız. Sen bizim kölede Caeser olma hevesi uyandırdığımızı iddia ediyorsun. Tam tersine biz söz ve işlerimizle şu öğüdü veriyoruz: Olaylar karşısında sabretmek, en önemli iş, iyi bir işçinin becerebileceği bir iş. Biz devlet işlerinden anlamayız. Bildiğimiz tek şey, insanların saadeti nerede ise bizim saâdetimizin de orada olduğudur. Biz mutluluğu ararız. Bütün insanların mutluluğu ise birleşmelerindedir.

- O zaman söyler misin bana niye bütün insanlar size düşmanca davranıyorlar, sizi kovuyor, öldürüyor? Niçin sizin aşk dininiz yüzünden anlaşmazlık çıkıyor?

- Bunun sebebi içimizde değil, dışımızdadır. Biz vicdân ve şuurumuzu yönlendiren Allah’ın kanunlarını herşeyden önde tutarız. Biz Allah’ın kanunlarına aykırı olmayan şeyleri yerine getiririz. Kayser’in hakkını Kayser’e veririz, işte insanlar bunun için bizi kovar ya da öldürürler. Bize yöneltilen ama bizim başlatmadığımız bu düşmanlığı bitirmek elimizde değil. Çünkü bir defa gerçekleri anladık. Artık dönemeyiz. Vicdanımız ve şuurumuza aykırı yaşayamayız.

İsâ da böyle bir düşmanlığı üstüne çekmiş ve bizlere birçok defa bunu haber vermiştir:

“Başkaları beni çekemez çünkü onların işleri kötüdür. Eğer onlardan olsaydınız sizi severlerdi. Fakat değilsiniz. Ben sizi onların elinden kurtardığım için sizi kıskanıyorlar. Öyle bir zaman gelecek ki, onlardan biri sizi öldürünce, Allah’a hizmet sanacak.”

Fakat İsâ gibi biz de beden ölümünden korkmuyoruz. Onun için onlar bize zarar veremezler. Bizim üstümüzdeki güç aydınlıktır ama insanlar işlerinin kötü olması sebebiyle aydınlıktan çok karanlığı severler. Buna üzülmeye değmez. Çünkü gerçek er geç ortaya çıkacaktır. Nasıl ki koyunlar çobanın kavalını duyunca, onun yanına gelirler, aynı şekilde İsa’nın sözlerini duyanlar da dünyanın dört bir bucağından ona koşarlar. Çünkü Allah her yerdedir ve çağrısı her yerde duyulur.

Yuliy birden onun sözünü kesmiş:

- Evet ama aranızda kaç kişinin bu işte içi dışı bir? Sizi daha çok, görünüşte fedakar olmakla suçluyorlar. Gerçek uğruna seve seve canınızı veriyorsunuz ama gerçek sizin yanınızda değil. Siz toplum hayatının temellerini yıkan gururlu delilersiniz.

Pamfiliy bunların üzerine hiç karşılık vermeden acı acı bakmış Yuliy’e.

 

IX

Yuliy bu sözleri söylerken Pamfiliy’in minik oğlu koşarak odaya girip babasının yanına sokulmuş. Yuliy’in karısının okşamalarına aldırış etmiyormuş bile. Pamfiliy içini çekmiş, oğlunu okşamış sonra ayağa kalkmış ama Yuliy onu oturup yemeğe kalması için ikna etmiş.

- Evlenmene, çoluk çocuğa karışmana şaşırdım doğrusu. Sizlerde mal mülk yok. Böyleyken çocuklarınızı nasıl yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızın güvenli bir geleceği olmadığını biliyorsunuz. Nasıl rahat oturabiliyorsunuz?

- Bizim çocuklarımızın hayatı neden sizinkilerden daha az güvenli olsun.

- Köleleriniz, malınız mülkünüz yok da ondan. Karım Hristiyanlığa yatkın olduğu için hayatla ilgisini kesmek istediği bir dönem olmuştu. Hatta ben de onunla gidecektim. Fakat bizi en çok korkutan şey çocuklarımızın önündeki

güvensizlik ve sıkıntı ihtimaliydi. Bu hastalığım zamanında olmuştu. Sürdüğüm hayat bana çok budalaca geliyordu ve hayatla ilgimi kesmek istedim. Fakat o an karımın endişeleri ve bana bakan doktorun açıklamaları beni hayatımızın sadece bekarlar için iyi bir hayat olabileceği, evli çoluk çocuklu insanlara göre olmadığı noktasında aydınlattı. Sizin anladığınız biçimdeki hayatta, insan soyu ergeç tükenecektir. Bunun için buraya çocuğunla gelmen beni şaşırttı.

- Hem çocuğum bir tane değil. Üç tane. Evde, biri memede, biri üç yaşında iki çocuğum daha var.

- Bu nasıl olabilir bana anlatır mısın? Anlayamıyorum doğrusu. Ben hayatla bağımı koparıp yanınıza gelmeye hazırdım. Fakat düşündüm ki çocuklarım için böyle bir hayat, benim için iyi olduğu kadar iyi olmayacak. Çocuklarıma kıymaya hakkım yok. Bunun için onlarla beraber burada kaldım. Onların düzenini bozmak istemedim.

- Şaşılacak şey. Biz ise tam tersini düşünüyoruz. Yaşı ilerlemiş olanlar dünyaya ayak uydurmuşlardır. Yaşayıp giderler. Bir dereceye kadar da haklı olurlar. Fakat ya çocuklar? Dünyada birlikte yaşayıp da onları bu dünyaya uydurmaya çalışmak ne korkunç birşey! Dünya ne çekiyorsa hep bu kandırmalardan çekiyor. Bunları ortadan kaldırmak lazım. Fakat yazık ki kötülüklere meydan veren insanlar çok fazla, İsâ bize der ki “Çocuklar gibi olmadıkça cennete giremezsiniz.” Bunu sana itiraz etmek için söylemiyorum. Gerçek olduğu için söylüyorum. Bu söz gösteriyor ki asıl yaşam bizim yaşadığımızdır. Fakat Hristiyan ailesinin nasıl olur da yaşamak için belli bir yolu olmaz? Bize göre tek bir yolu vardır o da seve seve çalışması. Sizin yolunuz ise zorlamadır. Zorlama ise para pul nasıl ortadan kaldırılırsa öyle ortadan kaldırılır. O zaman ortada sadece insanların işi ve sevgisi kalır. Biz her zaman daha çok çalışılması gerektiğine inanırız.

Yok, yok. İsa'nın dininden şüpheye düşseydim, gereklerini yerine getirirken duraksasaydım, sizin, putperestlerin yetiştirdiği çocuğu ve çocuğun içinde yetiştiği şartı görünce duraksama ve şüphelerim o an biterdi. Bazı insanlar, saray, köleler ve yabancı devlet ürünleriyle yaşayadursunlar, çoğu nasıl yaşamak gerekiyorsa öyle yaşar. Yaşamak için çalışmak lazımdır, insanlar kendi dışındaki insanları zorla kendine hizmet ettirmek istiyor. Sevgi yok dünyamızda, insanları zorla çalıştırarak geleceğimizi güvence altına almakla, sevginin bizlere vereceği güvenceden o kadar uzaklaşıyoruz, insan çalışmayarak lüks bir hayat yaşadığı müddetçe iş kabiliyeti azalır. Böylece gerçek güvenceden mahrum kalır, işte insanlar çocuklarını sefahat içinde yetiştirerek, onların, hayatını sağlama aldıklarını zannediyorlar. Mesela senin oğlunla benim oğlumu ele alalım. Onlara, bir yere bir haber ulaştırmaları için görev verelim. Bakalım hangisi işini daha iyi yapacak. Sonra onlara birşeyler öğretmeye çalışalım. Bakalım hangisi daha canla başla öğrenecek.

Hayır. Hristiyan hayatı sadece çocuğu olmayanlar için mümkündür deme. Bu korkunç sözleri söyleme. Tam tersine. Yalnızca çocuğu olmayan putperestlerin inançları bu şekildedir. Fakat şu ufaklıkların bir tanesinin kanma giren bunun acısını çekecektir.

- Evet, belki de haklısın ama çocukların eğitimine başladık bir kere. En iyi öğretmenlerden ders alıyorlar. Varsın bizim bildiklerimizin hepsini onlar da öğrensin. Bundan zarar gelmez. Sonra benim için de onlar için de daha vakit var. Hele bir büyüsünler, akıllansınlar, o zaman kendi kararlarını verirler. Belki de yanınıza gelirler. Belki o zaman ben de gelirim.

- Ancak gerçekleri öğrendiğiniz zaman özgür olursunuz. İsâ insana tam bir serbestlik tanır ama sizin dininiz asla tanımaz. Sağlıcakla kal, diyerek oğlunu alıp ayrılmış Pamfiliy.

Bu konuşma üzerinden biraz zaman geçmiş ve mahkeme Yuliy’in söz verdiği gibi halk önünde olmuş. Yuliy, Pamfıliy’i dinleri uğruna ölen arkadaşlarının cesetlerini toplarken görmüş ama devletten korktuğu için yanına gidememiş ve onu çağıramamış.

 

X

Bu olaylardan sonra aradan bir on yıl daha geçmiş. Yuliy’in karısı ölmüş. Hayatı kamu işleriyle, kâh yakaladığı kâh kaçırdığı post peşinde geçiyormuş. Çok zengin olmuş. Gün geçtikçe de zenginliği artıyormuş.

Oğulları büyümüş. En büyük oğlu şatafatlı bir hayat sürmeye başlamış. Parayı tıpkı babasının gençliğinde harcadığı gibi harcıyormuş ve gün geçtikçe daha çok paraya ihtiyaç duyuyormuş. Yuliy ile babasının arasındaki didişme, kin, hor görme, kıskançlık şimdi Yuliy ile oğulları arasında yaşanıyormuş.

Bu sırada yeni vali Yuliy’i görevinden almış. Eski dalkavukları da bunu görünce ondan uzaklaşmış. Hatta sürgüne gönderilmesi kararlaştırılmış. Derdine çare bulmak için Roma’ya gitmiş ama kimse onu dinlememiş. Evine geri dönmesini söylemişler.

Evine geldiğinde oğlunu, serseri gençlerle eğlenirken bulmuş. Kilikya’da Yuliy’in öldüğü, oğlunun da bunu kutladığı söylentisi dolaşıyormuş. Yuliy bunları duyunca çileden çıkmış ve oğlunu dövmüş. Oğlu babasının yumruklarıyla bayılmış. Yuliy olaydan sonra karısının odasına çıkmış. Odada dolaşırken bir İncil bulmuş. Açıp okumaya

başlamış: “Ey sıkıntı çeken insanlar, yanıma gelin. Derdinizin ilacı bendedir. Benim sözlerimi dinleyin, hayatı benden öğrenin. Benim kalbim yumuşak olduğu için sözlerim de yumuşaktır. Benim yüküm hafiftir. Huzura ermek isteyen yanıma gelmelidir.”

Yuliy bu satırları okuduktan sonra: “Doğru, o çoktandır beni çağırıyor. Fakat ben ona inanmıyor, boyun eğmiyorum. Kötüydüm, yüküm ağırdı.” diye düşünmüş.

İncil’i dizlerinin üstüne koyup oturmuş. Pamfıliy’le konuşmalarını hatırlamış. Söylediklerini uzun uzun düşünmüş. Sonra kalkıp oğlunun yanına gitmiş. Oğlunu ayakta gördüğünde, dayağın ona pek zarar vermediğini anlayıp için için sevinmiş. Ardından bir tek kelime bile etmeden sokağa fırlamış. Hristiyan köyüne doğru yürümeye başlamış. Bütün gün yürümüş. Gece dinlenmek, geceyi geçirmek için bir köylünün evine girmiş. Girdiği odada bir adam yatıyormuş, Yuliy’in ayak sesini duyup kalkan adam doktormuş. Yuliy onu görür görmez:

- Hayır. Artık beni düşüncemden vazgeçiremeyeceksin. Üçüncü kezdir oraya gitmek istiyorum. Benim huzurum orada biliyorum, diye haykırmış.

Doktor:

- Nerede? diye sormuş.

- Hristiyanların yanında, deyince Yuliy, doktor demiş ki:

- Doğru. Belki huzur bulabilirsin ama henüz görevlerini yerine getirmedin ki. Sen acılar sonunda çabuk yıkılıyor hemen yılıyorsun. İnsanı olgunlaştıran felaket ateşidir. Sen demircinin ocağından geçtin. Asıl şimdi gereklisin ama kaçıyorsun. Şimdi hem insanları hem kendini denemenin zamanı. Gerçek bilgeliği elde ettin. Onu vatan uğrunda kullanmalısın, insanları, tutkuları, hayatın şartlarını yakından bilenler, tecrübelerini toplum uğrunda kullanmaz da huzur arama peşinde koşarlarsa bu işin sonu nereye varır. Sen bu olgunluğu ve bilgeliği toplum içinde kazandın, yine ona vermelisin.

- Bende hiç bilgelik yok. Ben aldanışlar içinde yüzüyorum. Su ne kadar bayatlarsa bayatlasın şarap olmaz. Benim aldanışlarım da bilgelik olmuş değil.

Yuliy bu sözleri söyledikten sonra evden çıkıp gitmiş. Hiç dinlenmeden yoluna devam etmiş. Ertesi gün akşamı da Hristiyanların yanına varmış. Orada Pamfiliy’in dostu olduğunu bilmedikleri halde onu sevinçle karşılamışlar. Sonra Pamfiliy dostunu görmüş ve sevinerek koşup gelmiş. Kucaklaşmışlar ve Yuliy:

- İşte geldim. Söyle ne iş yapayım? demiş.

Pamfiliy:

- İşten yana tasalanma. Benimle gel, demiş ve onu gelip geçenlerin konakladığı bir eve götürmüş. Bir yatak göstererek:

- Bizim hayatımızı yakından görünce, nasıl hizmet edeceğini anlayacaksın. Şimdi boş zamanını değerlendirebileceğin bir iş göstereyim sana. Şu an bağ bozumu zamanı. Yarın git onlara yardım et. Yerinin neresi olduğunu kendin gör. Anlayacaksın, demiş.

Ertesi sabah Yuliy bağa gitmiş. Önüne gelen ilk bağ henüz gençmiş. Üzümler dallarını kırıyormuş. Gençler salkımları topluyormuş, bütün yerler tutulmuş. Yuliy her tarafı dolaşmasına rağmen yer bulamamış. İleriye doğru yürüdüğünde biraz daha yaşlı bir bağ görmüş. Oradaki üzümler azmış ama Yuliy için orada da yapacak iş yokmuş. Herkes ikişer ikişer çalışıyormuş. Ona yer kalmamış. Biraz daha ilerlemiş ve tamamen yaşlanmış bir bağ görmüş. Bağda kimse yokmuş. Çubuklar kurumak üzereymiş. Yuliy bu bağda hiç üzüm olmadığını düşünmüş. Kendi kendine: “Tıpkı benim hayatım gibi, ilk çağırıldığımda gelseydim hayatım birinci bağın üzümleri gibi olurdu. İkinci çağırılışında gelseydim ikinci bağın üzümleri gibi olurdu. Şimdi ise hayatım tıpkı bu lüzumsuz, yaşlanmış, ancak odun olabilecek bağ gibi.” demiş.

Yuliy yaptığı şeylerden, boşu boşuna geçirdiği hayatının sonunda kendini bekleyen cezadan korkmuş. “Bir işe yaramıyorum artık” diye geçirmiş aklından. Yerinden kalkamamış. Bir daha asla geri gelmeyecek bir şeyi kaybettiği için ağlamaya başlamış. O an birden bir ihtiyarın sesini duymuş:

- Çalış kardeş, çalış.

- Yuliy etrafına bakındığında, yılların belini büktüğü, nur yüzlü, ayaklarını zor sürüyen bir ihtiyar görmüş. Bir bağ kütüğünün önünde durmuş, üstünde kalan tek tük taneleri topluyormuş. Yuliy ona yaklaştığında ihtiyar yine:

- Çalış kardeş, çalış. Çalışmak insana zevk verir, demiş. Tek tük kalmış taneleri nasıl bulup toplayacağını göstermiş Yuliy’e. O da gidip birkaç tane bulmuş ve atmış ihtiyarın sepetine.

İhtiyar demiş ki:

- Bak, bu tanelerin öbürlerinden farkı var mı? İsâ, “Aydınlık var oldukça aydınlıkta dolaşın.” der. Şüphesiz İsâ’nın yolunda giden sonsuz mutluluğa kavuşur. Allah, İsa’yı insanları yargılamak için değil, kurtarmak için göndermiştir. Ona uyan yargılanmaz. Ona uymayan ise zaten yargılanmıştır. Zirâ Allah’ın peygamberine inanmayan cezayı hak etmiş demektir. Allah dünyaya aydınlık indirmiş ama insanlar kötü işlerle meşgul oldukları için karanlığı aydınlıktan daha çok sevmektedirler. Kötü yaşayanlar kötülükleri ortaya çıkmasın diye aydınlığa doğru yürümezler.

Hak yolda gidenler ise, yaptıkları işler apaçık görünsün diye sürekli aydınlığa koşarlar. Çünkü bu işleri Allah için işlemişlerdir.

Tasalanma oğlum! Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Hepimiz onun birer neferiyiz. Yoksa yalnızca kendinin mi ona hizmet ettiğini sanıyorsun. Allah’ın yardımı olmadıkça var gücünle çalışsan bile hiçbir şey yapamazsın. Onun ülkesini mamûr edemezsin. Ne kadar çalışırsan çalış senin yaptıkların Allah’ın yaptıkları yanında bir nokta bile değildir. Çünkü Allah için bir son yoktur. Allah sana şah damarından daha yakındır. Onun yanına git. Onun elçisi değil kulu ol. İşte ancak o zaman Allah’a ulaşmış olursun. Allah katında büyük küçük yoktur. Yalnızca doğru ve eğri vardır. Doğru yolda yürürsen Allah’a ulaşırsın. Bu yolda attığın adımın küçük veya büyük olması birşey değiştirmez. Çünkü Allah içindir. Unutma ki cennette iyi kullar için ne kadar nimet varsa tövbekar kullar için de o kadar nimet vardır. Geçmişte yapmış olduğun herşey sana hatalı olduğunu göstermiş, sen de tövbe etmişin. Tövbe ettiğine göre doğru yolu bulmuşsun demektir. O yolda Allah’la birlikte yürü. Geçmişi, küçüğü, büyüğü düşünme. Allah katında herkes eşittir. Bir tek Allah vardır ve bir tek hayat.

Bu konuşmalardan sonra Yuliy’in içi rahatlamış, gücü yettiği kadar kardeşleri için çalışmaya başlamış. Bu şekilde yirmi yıl mutlu bir hayat sürmüş. Bedeni öldüğünde dünyadan nasıl göçüp gittiğini farketmemiş bile.