Bir zamanlar Ukrayna’nın büyük bir köyünde Şpak adında zengin bir köylü yaşıyormuş. Trohim adındaki yoksul ise Şpak’ın işçi olarak tuttuğu bir köylüymüş.
Gel zaman git zaman Şpak’m güzel kızı Vassa, bu fakir köylüye gönlünü kaptırmış. Derken birgün meseleyi babasına açmış. Bunu duyan Şpak küplere binmiş ve Trohim’i evden kovmuş. Onunla alay ederek:
- Ancak, ince mavi kumaştan palto içinde, kendi atınla, arabanla bana geldiğinde kızı sana veririm, demiş.
Delikanlı bu kadar zengin olabileceğini aklından geçirmediği için, kederinden kendini suya atıp öldürmek istemiş. O sırada oradan geçen Pridibalka adlı bir çiftlik bahçıvanı onu kurtarmış. Bu kötü kalpli insan halk arasında insan kılıklı bir şeytan diye biliniyormuş.
Pridibalka Trohim’i kurtardıktan sonra köylerinden geçerek bir tüccarı öldürüp soyması için onu ayartmış. Bunun üzerine, Trohim, Pridibalka’nın da yardımıyla, karanlık bir gecede, orman içindeki ana yolda, planlanan cinâyeti işlemiş. Cinâyet izlerini de ortadan kaldırmış. Trohim para ve malların yarısını alıp atları uçurumdan yuvarladığı için yapılan soruşturmada tüccar ve uşağının feci bir kaza geçirdiği sonucuna varılmış. Ayrıca Pridibalka, Şpak’ı sinirlendirmek için Trohim’e para verdiği söylentisini bütün köye yaymış. Trohim bu sırrı sadece nişanlasına anlatmış. Bunun üzerine kız ona gelecekteki alınyazısını öğrenmek için, geceleyin öldürdüğü iki kişinin mezarına gitmesini öğütlemiş. Trohim öğüdü tutup oraya gittiğinde, gizli bir ses ona, Allah’ın kendisini kırk yıl sonra cezalandıracağını söylemiş. Trohim ve nişanlısı bunun çok uzun bir zaman olduğunu ve bu zaman içinde günahlarını bağışlatmak için bir yol bulabileceklerini düşünerek evlenmeye karar vermişler.
Trohim, Pridibalka ile konuşup, Allah ve günah diye birşey olmadığına inandıktan sonra içini kemiren vicdan azabından kurtulmuş.
Zengin Şpak da gençleri kendi haline bırakmış ve Trohim ticaretle uğraşarak yavaş yavaş zenginleşmeye başlamış. Önce kasabaya sonra da şehre yerleşmiş. Artık ona Trohim Semenoviç Yaşnikov diyorlarmış. Derken birgün karısı ölmüş. Yalnızlığın verdiği acıyla vicdan azabı çekmeye başlamış. Vicdan azabına dayanamadığı birgün, papaza giderek derdini anlatmış. Papaz da ona bir kilise yaptırırsa günahının bağışlanacağını söylemiş. Trohim kiliseyi yaptırmış ama yine de içi huzurlu değilmiş. Bu ruhsal durum içindeyken ikinci kez evlenmiş. Petersburg’a taşınıp, şatafatlı bir hayat sürmeye başlamış. Orada herkesten saygı görüyormuş. O sırada bir manastırdaki mübarek bir ihtiyar kendisine, cinayetini bağışlatmasının tek yolunun, haksızca edindiği bütün malını mülkünü dağıtıp, yoksulluk içinde kendi emeğiyle yaşadığı takdirde mümkün olacağını söylemiş. Fakat Trohim bu cesareti kendinde bulamıyor, bir takım bahanelerle kendini haklı görüyormuş.
Bu şekilde aradan uzun yıllar geçmiş ve en sonunda o korkunç kırkıncı yıl gelip çatmış. Trohim’in mezarda duyduğu ceza hükmü o yıl gerçekleşecekmiş. Kendisini nasıl bir kader beklediği düşüncesi, ihtiyarı kahrediyormuş. işlediği günahı bilgin oğlu Aleksandır’a çıtlatmış. Oğlu babasının günahını tam olarak bilmemesine rağmen onu teselli etmeye başlamış. Allah diye bir varlığın olmadığını, bu sebeple ondan ve mahkemesinden korkmanın budalalık olduğunu, âhiret diye birşey olmadığını ve bundan ötürü ruh için tasalanmamak gerektiğini, eski boş inançlardan kurtulmak gerektiğini anlatmış.
Nihayet kırk yılın son günü de gelip çatmış. Trohim artık ne yapacağını şaşırdığı bir sırada, kopan korkunç fırtına, ruhunu iyice altüst etmiş. Artık yıldırım vuruşunu bekliyormuş ki fırtına dinmiş. Bunun üzerine Trohim gittikçe daha kuruntulu, korkak, asık suratlı olmaya başlamış. Bilgin oğlu Aleksandır ise sürekli Allah ve ruh hakkındaki görüşlerini tekrarlayarak:
Bu koca karı masallarından kendini kurtar baba, diye öğüt verip, onu biraz olsun avutuyormuş. İhtiyar da:
- Artık bunlardan kurtuldum, diyormuş.
Günleri böyle geçerken, oniki ağustosu, onüç ağustosa bağlayan gece de suçunun cezasını çekmeye başlamış. O gece oğluyla konuşup yalnız başına odasına çekildiğinde şunlar geçiyormuş kafasından: “Allah yok, ruh yok, ceza yok! Ne güzel! Boşu boşuna çekmişim bunca zamandır bu kadar acıyı. Aleksandır’ın dediği gibi, hepimiz yaşamak için boğuşuyoruz birbirimizle. Öldürüyoruz birbirimizi. İşte var olma savaşı ve hayatın kanunu bu. Sadece bu. Bana bu savaşı Allah kazandırdı. Allah mı kazandırdı? Ne saçmalık. Dil alışkanlığı işte. Bu zaferi hiçbir ilah kazandırmadı bana. Ben başardım, ben kazandım. Hepsi o kadar. Sonuçta herkes savaşır ama kim kazanırsa zaferden o yararlanır. Bu savaşta da ben kazandım ve ben faydalanıyorum. Rahatım yerinde. Sadece o olay benim hayatımı mahvediyordu ama ondan kurtuldum artık. Beni çekemiyorlar biliyorum.”
Daha sonra çilekeş keşisin sözlerini hatırlamış: “Herkes zengin olmak ister. Madem ki sen de istiyorsun, öyleyse çalış. Gelip eline vermelerini bekleme.”
O anda birden durup, Aleksandır’ı düşünmeye başlamış: “Aleksandır her yıl kendisine verdiğim 20 bin rublenin yetmediğini söylüyor, harçlığını 10 bin ruble daha arttırmamı istiyor. Buna yanaşmayışım hoşuna gitmiyor olmalı. Şimdi ben ölünce herşeye konmayı hesaplıyordur herhalde.” demiş ve birden gerçekle yüz yüze gelmiş. Oğlu da onun ölümünü isteyecekti tabii. “Zafer kazanmak istiyorsan savaşmalısın. Ben savaştım, öldürdüm. Ya oğlum için kimin ölmesi lazım?” diye geçirdi içinden ve yatağından doğrularak: “Kimin olacak? Benim ölmem gerekiyor. Ben ona bir engelim. Ne kadar verirsem vereyim, bu ben öldükten sonra elde edeceği mallarla kıyaslanamaz.” demiş.
Aleksandır’ın bakışları, sözleri Trohim’in gözünün önüne geldikçe, oğlunun, kendisini öldürmek istediğini düşünüyormuş. “Hem niye istemesin ki... Okur-yazar, boş inançları olmayan bir insan o. Niçin beni öldürmesin? Haydi başını belaya sokmak istemediğini düşünelim ama zehir ne güne duruyor?”
O an oğlunun, hiçbir iz bırakmadan insanı öldüren zehirlerden bahsettiğini hatırlamış: “Eğer onda böyle bir zehir varsa niye bana içirmesin ki... Herhalde içirir. Zaten işimi yüzüstü bıraktığımı, daha fazla şeyler yapabileceğimi söyleyip duruyordu. Evet evet. Bir bardak çay... Sonra her şey tamam. Bunu yaptırmak için aşçıları da elde edebilir. Onların hepsi satılık insanlar zaten.” Sonra uşağı gözünün önüne gelmiş: “Ona bin ruble versem herşeyi yapar. Aşçı da öyle.”
Bu düşünceler Trohim’in yüreğini ağzına getirmiş. Biraz sakinleşmek için karyola yanındaki sehpada duran şekerli suyu içmek istemiş. Bardağı eline aldığında, dibinde bir beyazlık ilişmiş gözüne. Kendi kendine: “Kimbilir ne? Hem beni kandıramaz artık.” demiş. Gidip suyu dökmüş. Bardağı sürahiden doldurup içmiş.
“Evet. Herkesin savaşı bu. Ağzımı açmadan savaşmalıyım. Hep tetikte durmalıyım. Sadece karımın yiyip içtiği şeyleri yiyip içmeliyim. Fakat bu da sakıncalı. Malımın yedide biri ona kalıyor. O da biliyor bunu. Zaten yoksul olan ana-babası ne zamandır bu payı ondan isteyip duruyor. Demek savaş var. Peki öyle olsun. Öyle birşey yapmalı ki ölümüm onlara bir fayda sağlamasın. Bir vasiyet yazıp onları mirastan mahrum etmeliyim. Ölümüm onların işine yaramamalı. Evet evet. Yarından tezi yok bunu yapıp onlara bildirmeliyim.
Trohim bunları düşündükten sonra biraz uyumak istemiş ama düşünceleri buna izin vermemiş. Kalkıp hırkasını ve terliklerini giymiş, vasiyetini hazırlamaya başlamış. Vasiyetinde bütün malını hayır kuramlarına bağışlıyormuş. işini bitirince yatmak istemiş ama aklına birdenbire kapıcıyla uşağı gelmiş. Kendini onların yerine koyarak: “Ya ben onun gibi 15 ruble aylıkla çalışan bir uşak olsaydım. Beş oda ötemde bir para babası uyusaydı... Allah ve hesap gününün olmadığına inansaydım... Ne yapardım acaba? Ne olacak, tüccara yaptığımı tabii. Trohim bu düşünceler üzerine tepeden tırnağa korkuyla ürpermiş. Yerinden kalkıp kapıyı kilitlemeye gitmiş. Fakat kilit bir türlü tutmuyormuş. Aklına kapıya sandalye dayamak gelmiş. İki sandalyeyi yanyana koyup birini mendille kapı tokmağına bağlamış. Böylece kapı açıldığında gürültüyü duyabilecekmiş.
Bu işi de bitirince yatağına gidip yatmış ama ancak sabaha doğru uyuyabilmiş. Öyle geç vakte kadar uyumuş ki karısı merak edip kapıyı açtığında sandalyeler büyük bir gürültüyle yere devrilmiş. Trohim korku içinde, sapsarı bir yüzle sıçramış yerinden. O kadar korkmuş ki:
- Kim var orada, ne istiyorsun? imdat! diye bağırmış. Epey bir müddet kendine gelememiş. Biraz toparlanınca, karısına, kendisini öldürmeye geldiklerini sandığını, n’olur n’olmaz diye kapı arkasına öteberi koyduğunu söyleyerek korkusunu ondan gizlemeye çalışmış. Fakat ne kadar gizlemeye çalışsa da, o günden sonra ev halkı ve uşaklar onda büyük bir değişiklik olduğunu farkediyorlarmış.
Trohim kimi zaman keyifli, kimi zaman öfkeli, kimi zaman tasalı bir adammış. Çocukları, özellikle de torunlarını çok severmiş. Fakat şimdi sürekli yalnız oturan, susan, çekingen, herkese şüpheli gözlerle bakan, hatta çocuklara bile soğuk davranan biri olup çıkmış.
O geceden beri başlıca işi vasiyet yazmak olmuş. Uzun zamandır uğraşmasına rağmen bir türlü vasiyeti istediği şekle sokamıyormuş. Bu iş için kendine gelen memurların hiçbirini beğenmiyor, sürekli vasiyetini değiştirip duruyormuş.
Yiyeceklerinde çok dikkatli davranıyormuş. Bazen en sevdiği lezzetli yemeklere bile elini sürmüyormuş. Çoğu zaman kendi yemeğini yemez, gidip oğlunun, karısının, kızının yemek artıklarını toplar, sadece onları yermiş. Şarabı alır, odasındaki bir dolapta kilit altında tutarmış. Zamanla işleriyle daha az ilgilenmeye başlamış. Kazancını ve aldığı şeyleri ev halkından gizler olmuş. Önceden kendisini mutlu eden malı mülkü artık sadece sıkıntı veriyormuş.
Herşeyini başkalarından gizlemeye çalışıyormuş. Sonunda kendini, kendi gibi Allahsız insanlardan koruyamayacağını anlamış. Ya bir de herkes, oğlu ve kendi gibi, bir Allah ve hesap günü olmadığını öğrenirse... İşte o zaman onu öldürmemeleri, zehirlememeleri, yalanla dolanla ya da zorla mallarını elinden almamaları için ortada hiçbir neden kalmayacakmış. Yani hiçbir şekilde kurtuluşu olmayacakmış. Öyleyse bunun birtek çözümü varmış. O da kendi bildiğini yani Allah ve ahiret olmadığını başkalarına söylememek, hatta aksine var gücüyle bunların olduğunu savunup, Allah’ı ve hesap gününü onlara aşılamak.
Böylece Trohim hayatında son bir değişiklik daha yapmış ve hiçbir şeye inanmadığı halde, tam bir sofu kesilmiş. Sah ve Cuma oruçlarını, kilisedeki bir tek töreni bile kaçırmıyormuş. Ev halkına, tanıdıklarına, hizmetçilerine bir Allah ve hesap günü olduğunu, ona inanmayanların ahirette ebedi azap göreceklerini aşılamaya çabalıyormuş. Öyle ki, bütün eski düşüncelerinden vazgeçmiş ve yaptıklarından pişmanlık duyuyormuş gibi davranıyor, Allah’la ilgili düşüncelerini oğluna bile aşılamaya çalışıyormuş.
Hiç bir şeyden korkulmaması gerektiğine, Allah’ın var olmadığına, istediği gibi yaşamasına hiçbir engel kalmadığına inandığı o günden, oniki ağustostan sonra hiçbir şeyden zevk almamaya başlamış. Hayatındaki herşey sıkıntı ve üzüntüye dönüşmüş.
Öldüreceği, zehirleneceği, aldatılacağı, kendi çocukları arasında bile en korkunç cinayetlerin işlenebileceği korkusu bir türlü yakasını bırakmıyormuş. Bütün çevresinden şüpheleniyor, herkesten korkuyor, karısından, oğlundan, bütün insanlardan tiksiniyormuş. Öyle bir haldeymiş ki önceleri çok sevdiği minimini torunları bile artık kendine canavar gibi görünüyormuş. Kendi nasıl insanlardan tiksiniyorsa, onlar da ondan tiksiniyor gibi geliyormuş Trohim’e.
Kimsenin kendisi hakkında kötü düşünmemesine rağmen, o herşeyini herkesten kıskanıyor, hiçbir şeyini başkalarına göstermiyor, herkesi aldatıyor, bütün insanlara karşı tedbirli davranıyormuş. insanlara, Allah, hesap günü, erdem gibi inançlar aşılamaya çalışıyormuş. Kurtuluşunun, kendinin inanmadığı şeylere başkalarını inandırmakta olduğunu sanıyormuş. Sürekli artan zenginliği artık ona yalnızca korku veriyormuş. Ev halkını can düşmanları görüyormuş. Yemek, içmek, uyumak gibi en basit zevkler bile artık ona harammış. Kendine karşı yapılacak kötü planlara alet olabileceği düşüncesiyle herkese şüpheyle bakıyormuş.
İşte bu şekilde on yıldan fazla yaşayan zavallı Trohim’in garip hallerini etraftakiler farkediyor ama ne kadar acı çektiğini bilmiyorlarmış. Bu kadar büyük olan acılarını, ölümün bile hafifleteceğini ummadığı için ölüm ona daha da ağır geliyormuş. Kendi kendine üzülüyor, acı çekiyor, sebebini bilmemesine rağmen ölümden korkuyormuş. Çünkü ölümden sonra hiçbir şey olmadığını, hayatın birden biteceğini, ölse de kalsa da hiçbir şeyi yoluna koyamayacağını biliyormuş.
Trohim onüç yıl bu sıkıntıları çekmiş. Bir gün kiliseden döndükten sonra odasında kahvaltı edip, dolabında kilitli duran şarabından içtikten sonra uyumak için yatmış. Bir daha uyanamamış.
Kolay bir ölüm olmuş bu. Trohim’in süslü tabutunu Aleksandır Nevski Manastırı Mezarlığı’na kaldırmışlar. Parababasının parlak ziyafetlerini hiç kaçırmayan bir sürü dalkavuk da tabutun arkasından yürümüş. Hitabetiyle ünlü bir papaz da mezar söylevini vermiş. Ölenin erdemlerini, merhametini, mutlu hayatını uzun uzun sayıp dökmüş.
Allah’tan başka hiç kimse ne Trohim’in işlediği cinayeti biliyormuş ne de çektiği işkenceleri. Evet, onun cezası Allah’a ve ahiret gününe inancını kaybetmek olmuş.