Üç İhtiyar

Dua ettiğinizde putperestler gibi boş sözleri tekrarlayıp durmayın. Onlar laf kalabalığı ile seslerini duyurabileceklerini sanırlar. Siz onlara benzemeyin.

Çünkü Allah sizin ihtiyacınızı, siz ondan istemeden önce bilir.

(Matta, VI, 7-)

Bir zamanlar bir Metropolit, gemiyle Arhangelsk şehrinden Solovk’a gidiyordu. Gemide yolcular arasında sofular da vardı. Bazıları yatıyor, bazıları kahvaltı ediyor, bazıları da grup grup oturmuş sohbet ediyordu. Hava açıktı. Hafiften esen rüzgar gemiyi hiç sallamıyordu.

Metropolit güverteye çıktı. Bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Geminin burnuna doğru gittiğinde, bir grup insanın orada toplanmış olduğunu gördü. Bir köylü, eliyle denizi işaret ediyor ve birşeyler anlatıyordu. Metropolit bunu görünce durup, köylünün gösterdiği yere baktı. Fakat hiçbir şey görünmüyordu. Sadece deniz pırıl pırıl yanıyordu. Metropolit konuşulanları dinlemek için biraz yaklaştı. Köylü metropoliti görünce hemen şapkasını çıkarıp, konuşmayı kesti. Etrafındakiler de aynı şekilde şapkalarını çıkararak onu saygıyla selamladılar.

Metropolit selamlarını aldıktan sonra:

- Rahatsız olmayın kardeşler. Ben de anlatılanları dinlemeye geldim, dedi.

Grup içinde bulunan pişkin bir tüccar ortaya atılarak:

- Köylü bize ihtiyarları anlatıyordu, diye konuşmaya başladı.

Metropolit:

- Hangi ihtiyarlar? diye sordu. Sonra da yan taraftaki bir sandık üzerine oturup, köylüden anlatmasını istedi. Gösterdiği yeri merak ettiğini söyledi. Köylü tekrar gösterdiği yere dönerek:

- İşte orada bir adacık var ya. O adacıkta ihtiyarlar yaşıyor ve nefislerini arındırmak için çalışıyorlar.

Metropolit: “Hani, adacık nerede?” diye sordu.

- Elimin doğrultusunda bakın. Orada küçük bir bulut var. Bulutun biraz solunda, alt tarafına doğru şerit gibi birşey görünüyor, işte orada.

Metropolit bakıyor bakıyor ama hiçbir şey göremiyordu. Sadece denizin hafif dalgaları görülüyordu. Üstelik metropolit uzaklara bakmaya da alışık değildi.

- Göremedim. Nasıl ihtiyarlar oturuyor orada.

- Allah adamları. Onlar için söylenilenleri duymuştum ama kendilerini görmek kısmet olmamıştı. Nihayet geçen yaz gördüm.

Köylü mesleğinin balıkçılık olduğunu, birgün balığa çıktığında bu adaya düştüğünü anlatmaya başladı: Sabaha doğru adacığı görmek için kalkmış. Sonra bir kulübe görmüş ve yaklaşmış. Kulübenin yanında bir ihtiyar varmış. Kulübeden de iki ihtiyar çıkmış. Üçü de balıkçının yanına gelmişler. Onu yedirip içirmişler. Üstünü başını kurutmuşlar. Kayığını onarmada kendisine yardım etmişler.

Metropolit:

- Nasıl adamlardı? diye sordu.

- Bir tanesi küçücüktü. Kamburu çıkmıştı. Üstünde yırtık pırtık bir cübbe vardı. Herhalde yüz yaşının üstündeydi. Sakalının beyazı yeşile dönmeye başlamıştı. Hep gülümseyen, nur yüzlü bir ihtiyar. Öbürünün boyu ondan biraz daha uzun. O da oldukça yaşlı. Onun da üstünde yırtık pırtık bir kaftan var. Top sakalı sarıya çalan bir şekilde ağarmış. Ama yine de güçlü kuvvetli. Kayığımı kova çevirir gibi ters çevirdi. Yardım etmeme bile izin vermedi. Neşeli bir ihtiyar. Üçüncüsü uzun boyluydu. Sakalları bembeyaz, kar gibiydi. Dizlerine kadar uzanıyordu. Kaşları çatıktı ve gözlerinin üstüne geliyordu; Belinde bir peştemal vardı.

Metropolit:

- Seninle ne konuştular?

- Birbirleriyle çok az konuşuyorlar Genelde susuyorlar ve sürekli çalışıyorlar. Fakat biri bakınca diğeri hemen anlıyor. Ben en uzun olana çoktan beri mi burada yaşadıklarını sordum. Hemen kaşlarını çattı. Öfkelenmiş gibi homurdandı. Ufak tefek olanı ise bu hareketi üzerine onun elini tutup gülümsedi. O da biraz yumuşadı. En yaşlısı sadece “Bizi bağışla Allah’ım.” dedi ve gülümsedi.

Köylü konuşurken gemi adalara daha çok yaklaşmıştı. Tüccar:

- işte bakın. Şimdi daha net görünüyor. Bakmak ister misiniz efendi hazretleri? dedi.

Metropolit kafasını kaldırdığında siyah şerit biçimindeki adacığı, gördü. Sonra dönüp dümencinin yanına gitti:

- Şu uzaktaki adacığın adı ne?

- Adı yok. Buralarda öyle pek çok adacık var;

- Orada sofu ihtiyarlar yaşıyor diyorlar, doğru mu?

- Öyle diyorlar ama doğru mu değil mi bilmiyorum. Balıkçılar gördüklerini söylüyorlar ama onlara da pek inanılmaz ki.

- Ben adada durup onları görmek istiyorum. Bunu sağlayabilir misiniz?

- Gemi oraya kadar gitmez. Ancak kayıkla gidebilirsiniz. Kaptana sormak lazım.

Bunun üzerine kaptanı çağırdılar ve Metropolit:

- Şu ihtiyarları görmek istiyorum, beni oraya götürebilir misiniz? dedi. Kaptan onu düşüncesinden vazgeçirmek istedi.

- Götürmesine götürürüz. Fakat çok zaman kaybederiz. Haddim olmayarak söylüyorum ama gidip görmeye de değmez. Orada aptal insanlar yaşarmış işittiğim kadarıyla. Balıklar gibi hiçbir şeyden anlamaz, hiç konuşmazlarmış.

Metropolit:

- Ben görmek istiyorum. Emeğinizi öderim. Beni götürün, dedi. Kaptan ister istemez kabul etti. Tayfalara emir verdi. Yelkenleri adaya doğru çevirdiler. Dümenci dümenini o tarafa doğru kırdı. Metropolit de geminin burnunda kendisi için konulan sandalyeye oturup izlemeye başladı. Bütün yolcular da oraya toplanmışlardı. Hepsi adacığa bakıyordu. Gözleri keskin olanlar adanın taşlarını, kulübeyi, hatta üç ihtiyarı gördüklerini söylüyor, birbirlerine gösteriyorlardı. Kaptan bir dürbün çıkarıp baktı ve sonra dürbünü metropolite uzattı:

- Gerçekten, orada, kıyıda, kocaman bir kayanın sağında üç kişi var, dedi.

Metropolit dürbünü alıp o tarafa çevirdi ve üç kişiyi gördü. Biri uzun, öbürü kısa, üçüncüsü hepten ufacık tefecik üç kişi kıyıda el ele tutuşmuş, öylece duruyorlar.

Kaptan metropolitin yanına gelerek:

- Efendi hazretleri. Geminin burada durması gerekiyor. İsterseniz sizi adaya kayıkla götürelim. Biz de demir atar sizi bekleriz, dedi.

Sonra halatı çözüp demir attılar. Yelkenleri indirdiler. Gemi biraz sallandı. Kayığı aşağı indirdiler, kürekçiler de içine bindi. Metropolit küçük bir merdivenle kayığa indi. Oradaki peykeye oturdu ve kürekçiler adaya doğru hızla ilerlemeye başladılar. Biraz ilerledikten sonra üç ihtiyarı gördüler. Uzun boylu olanda sadece beline sarılmış bir peştemal vardı. Öbür ikisininde de yırtık pırtık birer cübbe vardı. Üçü de elele tutuşmuş, duruyorlardı.

Kayık kıyıya varınca metropolit indi, ihtiyarlar onu görünce karşısında eğildiler. Sonra metropolit konuşmaya başladı:

- Allah adamları, nefsinizi arındırmaya çalıştığınızı ve insanlar için Allah’a dua ettiğinizi işittim. Ben de Allah’ın yardımıyla, İsâ ümmetine dini öğretmekle görevliyim. Size de yardımcı olmak isterim.

İhtiyarlar susuyorlardı. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Metropolit:

- Bana nefsinizi arındırmak için nasıl çalıştığınızı, Allah’a nasıl ibadet ettiğinizi söyleyin, dedi.

Bunun üzerine, orta boylu ihtiyar içini çekti. En yaşlı olanlarına baktı. Uzun boylu olan da kaşlarını çattı ve ihtiyara baktı. En yaşlı olan gülümseyerek:

- Ey Allah kulu, biz Allah’a nasıl ibadet edileceğini bilmeyiz. Sadece çalışır, kendimizi besleriz, deyince Metropolit:

- Peki Allah’a nasıl dua edersiniz? diye sordu.

En yaşlı ihtiyar devam etti:

- Deriz ki, siz üçsünüz, biz de üçüz, bize merhamet edin. Sözleri biter bitmez üçü de başlarını gökyüzüne çevirip:

- Siz üçsünüz, biz de üçüz, bize merhamet edin, dediler.

Bu dua üzerine Metropolit gülümsedi ve dedi ki:

- Teslis inancı üzerine birşeyler duymuşsunuz ama böyle dua edilmez. Size kanım kaynadı Allah adamları. Görüyorum ki Allah’a kendinizi sevdirmek istiyorsunuz. Fakat nasıl kulluk edeceğinizi bilmiyorsunuz. Dua ve ibadet böyle yapılmaz. Şimdi beni dinleyin ben size öğreteyim. Kafama göre konuşmayacağım. Allah kitabında nasıl öğretmişse size onu söyleyeceğim.

Metropolit, Allah’ın kitabında kendisini nasıl tanıttığını anlatmaya başladı. Onlara teslis inancının ne olduğunu açıklayarak dedi ki:

- İsâ yeryüzündeki insanları kurtarmak için gönderildi. Duayı da şu şekilde öğretti. Dinleyin ve benim ardımdan tekrarlayın.

Daha sonra Metropolit: “Ey Allah’ım” diye duaya başladı, ihtiyarlar bunu ayrı ayrı tekrar ettiler. Metropolit duaya “Sen göklerdesin” şeklinde devam etti. Fakat ihtiyarlar bunu tekrarlayamadılar. Uzun boylusu, bıyıkları ağzını kapattığı için doğru söyleyemiyordu. En yaşlısı olanlar da dişsiz olduğu için ağzında geveledi.

Metropolit bir defa daha tekrarladı, ihtiyarlar da onun ardından söylediler. Sonra Metropolit bir taşın üzerine oturdu ve ihtiyarlar onun etrafına oturdular. Metropolitin ağzına bakıyorlar, ne söylese tekrar ediyorlardı. Bütün gün akşama kadar onlarla uğraştı Metropolit. Bir sözü on kere, yirmi kere söylüyor, ihtiyarlar da onun dediklerini tekrarlıyorlardı. Onlar şaşırınca Metropolit düzeltiyor, baştan alıyordu.

Metropolit Allah’ın duasını baştan sona öğretinceye kadar onların yanında kaldı, ihtiyarlar da onun dediklerini onunla beraber söyledikten sonra tek başlarına söylemeye çalıştılar, ilk önce orta boyluları ezberledi ve okudu. Metropolit ona iki defa tekrarlattı. Sonra ötekiler de ezberledi ve okudu.

Hava kararmaya, ay doğmaya başlamıştı. Metropolit gemiye gitmek için kalktı, ihtiyarlarla vedalaştı. Onlar yine yerlere kadar eğildiler. Metropolit onları ayağa kaldırıp üçünü de öptü ve kendi öğrettiği gibi dua etmelerini söyledi. Sonra kayığa binip gemiye doğru yola çıktı.

Metropolit gemiye doğru giderken üç ihtiyarın öğrendikleri duayı tekrar ettiklerini duyuyordu. Gemiye yaklaştığında ihtiyarların sesleri artık duyulmaz olmuştu. Sadece ay ışığında bedenleri görülüyordu. Üçü de kıyıda duruyorlardı. Kısa olan ortada, ötekiler yandaydı.

Metropolit gemiye vardı. Güverteye çıkınca demir aldılar. Yelkenleri açtılar. Rüzgar yelkenleri şişirdi ve gemi ileriye doğru hareket etti. Metropolit dümene doğru gitti ve adacığa bakmaya başladı, ihtiyarlar gözden kayboluncaya kadar baktı. Sadece adacık görünüyordu sonra o da kayboldu. Görünen tek şey ay ışığındaki yakamozlardı.

Din adamları ve yolcular yatmışlardı. Güvertede ses seda kesilmişti. Fakat metropolitin uykusu yoktu, Dümende tek başına oturuyor, hep adacığın kaybolduğu tarafa bakıyordu, ihtiyarları düşünüyordu. Duayı öğrendiklerinde ne kadar sevindiklerim hatırlıyor, onlara Allah sözünü öğrettiği için Allah’a şükrediyordu.

Deniz dalgalarıyla ışıltılar yansıtıyor, Metropolit ise hep düşünüyordu. Birden, denizin üzerinde birşeyin beyaz beyaz parlayıp kımıldadığını gördü. Kuş mu, martı mı, yelkenli mi, kayık mı anlayamadı. Dikkatlice baktı ve:

- Bir kayık, yelken açmış bize doğru geliyor. Fakat bize çabuk yetişecek. Biraz önce çok uzaktaydı şimdi ise yakınımızda görünüyor. Hayret! Kayığa da benzemiyor. Fakat, ardımızdan geliyor bizi takip ediyor, dedi kendi kendine. Ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Kayık dese değil. Kuş ya da balık da değil, insana benziyor ama çok büyük.

Hem deniz ortasında insan olmaz ki. Metropolit ayağa kalkıp dümenciye yaklaştı:

- Bak şurada birşey var. Ne acaba? O ne kardeş? O ne diye sordu. Fakat artık kendisi de görmüştü. İhtiyarlardı. Deniz üstünde koşuyorlar, beyaz sakalları nur gibi parlıyor, gemiye doğru geliyorlardı.

Dümenci birden ürperdi. Dümeni telaşla bırakıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

- Aman Allah’ım! ihtiyarlar ardımızdan geliyor. Hem de koşuyorlar!

Bağırmayı duyan yolcular birden dümene koşuştular. Herkes onlara bakıyordu. Üç ihtiyar, elele tutuşmuş koşuyorlar, bir yandan da durmaları için el kol sallıyorlardı. Üçü de karada koşar gibi koşuyorlardı. Henüz gemi durmadan yetiştiler gemiye. Güverteye kadar yanaşıp başlarını kaldırdılar ve hep bir ağızdan konuşmaya başladılar.

- Ey Allah’ın kulu. Unuttuk. Öğrettiğin duayı unuttuk. Tekrarlarken biliyorduk ama biraz durunca bir kelimeyi atladık. Sonra da hepsi uçup gitti. Aklımızda birşey kalmadı. Bize yine öğret.

Metropolit istavroz çıkardı. Sonra ihtiyarlara doğru eğilerek:

- Allah adamları. Sizin kendi duanız Allah’a ulaşır. Size öğretecek birşeyim yok benim. Siz sadece biz günahkarlar için dua edin, dedi.

Sonra Metropolit ihtiyarların önünde yerlere kadar eğildi. İhtiyarlar biraz durup geri döndüler. Tekrar denizin üzerinde ilerlediler. Onların gittiği tarafta sabaha kadar bir nur parladı durdu.