Kunduracı Martın Avdeyiç şehirde, tek pencereli bir bodrumda oturuyordu. Evin penceresi sokağa bakıyordu. Bu yüzden sokaktan gelip geçenler, pencereden görülebiliyordu. Daha doğrusu, sokaktan gelip geçenlerin yalnızca ayakları görülebiliyordu. Ancak Martın, kunduralarından sahiplerini tanıyordu. Çünkü uzun zamandan beri burada oturuyordu. Bundan dolayı birçok tanıdığı vardı. Bu mahallede, onun elinden en az birkaç kere geçmemiş bir kundura çok nadir gösterilirdi. O, kunduraların bazısına yeni pençe vurur, bazısına yama yapar, bazısını diker, bazısının da burnunu onarırdı. Elinden geçen bu kunduraları pencereden sık sık seyrederdi, işi çoktu. Çünkü Martın iyi çalışır, kaliteli malzeme kullanır, fazla para almaz, sözünü tutardı. Söz verdiği zaman içinde yapabilecekse, işi üzerine alır, yapamayacaksa yalan söylemezdi. Herkes Martını tanıdığı için elinden iş hiç eksik olmazdı.
Martın oldum olası iyi bir insandı. Fakat yaşı ilerleyip, ihtiyarlamaya başlayınca daha çok ruhsal durumunu düşünür, Allah’a yaklaşmak için çalışır olmuştu. Martın daha ustasının yanında kaldığı sıralarda karısını kaybetmiş, ondan olan ilk çocukları da yaşamamıştı. Yalnız, üç yaşında bir çocuğu vardı yaşayan. Martın önceleri bu çocuğu köydeki kız kardeşine göndermeyi istedi. Fakat daha sonra buna yüreği dayanmadı. Kendi kendine: “Yabancı bir aile içinde büyümek Kapitoşka’ma zor gelir. En iyisi yanımda kalsın.” diye düşündü.
Martın daha sonra ustasının yanından ayrıldı. Oğlu ile beraber ayrı bir evde yaşamaya başladı. Fakat, Allah, çocuktan yana onun yüzünü güldürmedi. Oğlu, büyüyüp de kendisine yardım etmeye başlar başlamaz hastalanıp yatağa düştü. Yaklaşık bir hafta ateşler içinde yandı, sonra öldü. Martın acılara boğulmuş bir halde oğlunu toprağa verdi. O kadar üzülmüştü ki Allah’a bile isyan etmeye başladı. Öyle bir bunalıma düştü ki, çoğu zaman ölümü arzuluyor, kendi gibi bir ihtiyarı değil de gencecik oğlunu aldığı için Allah’a sitem ediyordu. Kiliseyi de bırakmıştı.
Bir gün Martın’a, sekiz yıldır kutsal yerleri dolaşan ihtiyar bir hemşehrisi misafirliğe geldi. Martın onunla konuşmaya, ona derdini dökmeye başladı:
“Artık yaşamak istemiyorum Pîrim, Allah canımı alsa da kurtulsam. Allah’tan tek dileğim bu. Ben, hayattan hiç bir beklentisi olmayan, mahvolmuş bir adamım artık.” dedi, ihtiyar ona dedi ki:
Böyle konuşmakla hiç iyi etmiyorsun Martın. Allah’ın işine karışılmaz. Bizim aklımız O’nun yaptıklarına ermez. Allah, oğluna ölümü, sana da yaşamayı nasip etmiş. Demek ki en hayırlısı bu. Senin, ümitsizlik batağına saplanman neden kaynaklanıyor biliyor musun? Çünkü sen kendin için, mutluluğun için yaşamak istiyorsun.
- Bu dünyada başka ne için yaşanır ki?
- Allah için yaşamak lazımdır Martın. Madem ki O sana hayat veriyor, senin de hayatını O’na vermen, O’nun için yaşaman gerekir. Eğer böyle yaparsan dertlerden kurtulur, sıkıntı çekmezsin. Her şey senin için kolaylaşır.
Martın biraz sustuktan sonra:
- Allah için nasıl yaşanır? diye sordu.
İhtiyar ona şöyle dedi:
- İsa Peygamber Allah için nasıl yaşanacağını bize göstermiştir. Senin okuma-yazman var değil mi? Bir İncil alıp oku. Allah için nasıl yaşandığını ondan öğrenirsin. O, insana herşeyi gösterir.
Bu sözler Martın’ın içine işlemişti. O gün hiç vakit kaybetmeden gidip, kocaman harflerle yazılmış bir İncil aldı ve okumaya koyuldu.
Martın bu kitabı alırken, yortularda okurum diye düşünmüştü. Fakat okumaya başlayınca, içinde öyle bir ferahlık duydu ki, onu elinden bırakamıyor her gün okuyordu. Kimi zamanlar kendini öyle kaptırıyordu ki, lambada gaz bittiği halde kitabı elinden bir türlü bırakamıyordu. Kısa zamanda buna öyle alışmıştı ki her gece onu okuyor, okudukça Allah’ın kendisinden ne istediğini, Allah için yaşamanın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Gün geçtikçe kalbindeki ferahlık daha da artıyordu. Önceleri günlerinin büyük kısmını Kapitoşka’yı gözünde canlandırıp, ahlar vahlar çekerek geçirirdi. Oysa şimdi dilinden düşürmediği, her an kendi kendine mırıldandığı; “Allah’a hamd olsun!.. Şükürler olsun Ya Rabbi!..” sözleriydi.
İhtiyarla konuşup İncil okumaya başladığından beri Martın’ın hayatı tamamen değişmişti. Önceleri, oraya buraya takılır, çay may içer, votkayı da hiç geri çevirmezdi. Bazen bir tanıdığı ile kafayı çeker, meyhaneden kafayı bulmuş bir vaziyette çıkmasa bile çakırkeyf olur, abuk sabuk
laflar söylerdi. Ya ona buna çatar, ya da birinin arkasından konuşurdu. Şimdi bu huyların hepsinden vazgeçmişti. Mutlu ve sakin bir hayatı vardı. Sabahtan işinin başına oturuyor, gereği kadar çalışıyor, sonra çengelde asılı duran lambayı çıkarıp masanın üzerine koyuyor, raftan kitabını alıp okumaya başlıyordu. Okudukça her şeyi daha iyi anlıyor, anladıkça kalbi gitgide ferahlıyor, huzura eriyordu.
Bir gece, yine kendini okumaya kaptırmıştı. Luka İncilini okuyordu. Altıncı bâb’a gelmişti. Şunlar yazılıydı orada: “Bir yanağına vurana, öbür yanağını çevir. Cübbeni alanın, entarini almasını engelleme. Senden isteyene ver. Malını alandan, onu geri isteme. İnsanların sana nasıl davranmasını istiyorsan, onlara öyle davran.”
Kitabın ilerleyen sayfalarında şunlar yer almaktaydı: “Bana ‘Rabbim! Rabbim!’ diye dua ediyorsunuz da, niçin söylediğim şeyleri yapmıyorsunuz? Bana gelip, sözlerimi dinleyen ve yapan; toprağı derince kazıp temeli kaya üzerinde yükselterek evini yapan bir kimseye benzer. Azgın seller o eve hücum etse, ev kaya üzerine yapıldığı için, onu sarsmaya güç yetiremez. Fakat, sözlerimi dinleyip de yapmayan; temel atmadan, evini toprak üzerine yapan bir kimseye benzer. Seller o eve hücum eder etmez, yıkar. Geriye sadece enkaz kalır.”
Bunları okuyunca Martın’ın içi açıldı. Gözlüğünü çıkarıp, kitabın üzerine koydu. Masaya dayandı ve düşüncelere daldı. Bu sözler doğrultusunda hayatını ölçüp biçmeye başladı. Sonra; “Benim evim nasıl acaba? Temeli kaya mı, toprak üzerinde mi? Kaya üzerinde ise ne âlâ... Bazen insanın içine bir ferahlık geliyor, sanki, Allah’ın bütün emirlerini yerine getiriyoruz da, ondan böyle oluyor gibi hissediyor kendini insan... Fakat kendini bir bıraktın mı tekrar günahlara batıyorsun. Neyse... Yine de gayret etmek lazım... Allah’ım bana yardım et!” diye içinden geçirdi. Daha sonra “yatayım” dedi ama kitaptan ayrılamıyordu. Yedinci bâb’ı okumaya başladı. Yüzbaşı, dul kadının oğlu ve Yuhanna’nın talebelerine verilen cevap hakkında kitapta yazılanları okudu. Sonra zengin Fârisi’nin İsâ’yı davetini anlatan yere geldi. Daha sonra da günahkâr kadının nasıl İsâ’nın ayaklarına kapandığını, İsâ’nın ayaklarını nasıl göz yaşlarıyla yıkadığını, peygamberin ona nasıl sahip çıktığını okudu. Nihayet kırk dördüncü sûreye geldi. Orada şunlar yazıyordu:
“... Ve kadına doğru dönüp Semyon’a dedi ki: ‘Ben senin evine geldim, ayaklarım için su vermedin. Bu kadın ise ayaklarımı göz yaşıyla yıkayıp, saçıyla kuruladı. Sen beni öpmedin. O ise içeri girdiğimden beri sürekli ayaklarımı öptü. Sen başıma zeytin yağı sürmedin. Bu kadın ise ayaklarıma gül yağı sürdü.”
Martın bunları okuduktan sonra: “Ayaklarım için su vermedin, beni öpmedin, başıma yağ sürmedin...” ifadeleri üzerinde düşündü. Daha sonra tekrar gözlüğünü çıkarıp kitabın üzerine koydu ve yine düşüncelere daldı: “Galiba daha önceleri Fârisi’nin biriydim ben. Misafirimi değil de yalnızca kendimi düşünüyordum. Peki misafirim kimdi?.. Evet, misafirim İsâ’ydı. Acaba, İsâ bana misafir gelse ben de mi böyle yapardım?..”
Martın bu düşünceler içinde başını kollarına dayadı. Sonra farkına bile varmadan uykuya dalıp gitti. O anda kendisine ansızın ‘Martın’ diye fısıldandığını işitti. Uyku sarhoşluğu içinde birdenbire silkinip: “Kim o? Kim o?” diye seslendi. Başını arkaya çevirip baktı ama etrafta kimsecikler yoktu. Tekrar uyumaya koyuldu. Yine, yüksek bir sesle kendisine: “Martın! Hey Martın! Yarın sokağa bak, geleceğim.” dendiğini duydu. Bunun üzerine Martın kendine geldi. Sandalyesinden kalktı. Gözlerini oğuşturmaya başladı. Hâlâ olup bitenlerden bir şey anlamamıştı. Acaba duydukları rüya mı, yoksa gerçek miydi? Bunları düşündü kendi kendine. Sonra lambayı söndürüp yattı.
Martın o sabah tanyeri ağarmadan kalktı. Duasını etti. Sobasını yaktı. Çorbasını, kaymağını hazırladı. Semaverini yaktı. Önlüğünü taktı, sonra pencerenin önüne oturup, çalışmaya başladı. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da gece olanları düşünüyordu. Türlü türlü ihtimaller geçiyordu aklından. Kâh birinin sahiden kendisine seslendiğini, kâh uykuda kendisine öyle geldiğini düşünüyordu. Kendisine seslenen acaba kimdi?
Martın pencerenin önüne oturmuş, işinden çok pencereye bakıyordu. Tanımadığı kunduralar sokaktan geçtikçe eğilip, geçen kimsenin yüzünü görmek için, kafasını dışarı çıkarıyordu. Önce, yeni bir yün çizme giymiş kapıcı, sonra sucu geçti sokaktan. Daha sonra, eline bir kürek almış, eski ve yamalı yün çizmeler giymiş, Nikola zamanından kalma ihtiyar bir asker penceresinin önüne yaklaştı. Martın bu ihtiyarı çizmelerinden hemen tanımıştı. Adı Stepaniç idi. Martın’ın komşusu olan tüccar, acıdığı için bu adamı yanına almıştı. İşi, kapıcıya yardım etmekti. Stepaniç Martın’ın penceresi önündeki karları kürümeye başladı. Martın bir müddet ona baktıktan sonra gene işine koyuldu. “Galiba ben bunadım.” diye düşündü bir an kendi kendine. “Stepaniç karları kürüyor, ben ise İsâ Babamız mı geldi acaba diye kuruntu yapıyorum. Adamakıllı bunak bir moruk oldum.” diye geçirdi içinden.
Fakat, on iğne attıktan sonra, yine pencerenin önüne gidip dışarı bakmaktan kendini alamadı. Stepaniç küreğini duvara dayamış dinleniyordu. İhtiyar, güçsüz bir adamdı o. Karları kürümeye bile gücü yetmiyordu. Martın: “Şuna bir çay içireyim.” diye düşündü. “Zaten semaver de sönmeye yüz tuttu.” dedi kendi kendine. Çuvaldızı bir yere soktu. Ayağa kalkıp, semaveri masaya koydu. Çayı hazırlayıp eliyle pencereye vurdu. Stepaniç başını çevirip baktı. Sonra pencereye doğru yaklaştı. Martın da onu içeri çağırdı, sonra gidip kapıyı açtı:
- Gel biraz ısın, dedi, üşümüşsündür.
Stepaniç: “Allah razı olsun, kemiklerim sızlamaya başlamıştı” dedi. Sonra içeri girdi. Üzerindeki karları silkeledi. Döşemeyi kirletmemek için çizmelerini temizledi. Bu işi yaparken güçsüzlükten ayakta zor duruyor, sağa-sola sallanıyordu.
Martın: “Canım bırak şu temizliği... Ben silerim. Zaten işim bu. Gel otur da çayını iç.” dedi.
Martın iki bardak çay doldurup, birini misafirine uzattı. Kendi çayını da aldı, üfleyerek yudumlamaya başladı. Stepaniç çayını içti. Bardağı ters çevirip, artan şekeri bardağın üzerine koydu. Sonra teşekkür etti. Fakat, çay içmek istediği belliydi. Martın: “Bir bardak daha iç” dedi. Sonra hem misafirine, hem kendine çay koydu. Martın bir yandan çayını içiyor, bir yandan da sürekli sokağa bakıyordu.
Stepaniç: “Birini mi bekliyorsun?” diye sordu.
- Birini mi bekliyorum?.. Vallahi kimi beklediğimi söylemek biraz garip olacak. Birini bekliyorum veya beklemiyorum desem, bu tam olarak doğru olmayacak... Fakat bir söz kafama takıldı. Hayal miydi, gerçek miydi bir türlü kestiremiyorum. Bak kardeşim; Dün İncil’de İsâ Babamızın dünyada çektiği sıkıntıları okuyordum. Bilmem duydun mu hiç?
Stepaniç:
- Duydum, duydum, dedi, ama biz cahil insanlarız, okuma-yazmamız yok.
- İşte, dediğim gibi dün, İsâ’nın dünyada nasıl dolaştığını, nasıl Fârisi’nin yanına geldiğini, onun İsâ Babamızı nasıl kötü karşıladığını okuyordum. Bunları okurken aklımdan şunlar geçmekteydi. Fârisi, İsâ Babamızı nasıl oldu da iyi karşılamadı. Oysa bu benim başımdan geçmiş olsaydı herhalde onu nasıl karşılayacağımı bilemezdim. O ise, hiç bir şey yapmamış... işte, bunları düşünürken uyuyup kalmışım. Uykuya daldıktan biraz sonra birinin bana seslendiğini duyup uyandım. Bir ses, kulağıma fısıltı halinde: “Bekle, yarın geleceğim.” dedi. Aynı sözleri iki kere işittim. İster inan, ister inanma ama bu sözler beni fazlaca etkiledi. Şimdi bir yandan kendimi sorguluyor, diğer yandan İsâ Babamızı bekliyorum.”
Stepaniç başını salladı. Bir şey söylemedi. Çayını sonuna kadar içti. Sonra bardağını ters çevirdi. Fakat Martın bardağı alıp, çayı tazeledi ve:
- İç, iç. Afiyet olsun, dedi. Sonra şöyle devam etti sözlerine: “Sürekli olarak, İsâ Babamızın bu dünyada nasıl dolaştığını, hiç kimseyi aşağı görüp dışlamadığını, çoğunlukla yalın ve gösterişsiz bir hayat süren halkla ilgilendiğini düşünüyordum. Evet, o, hep onlarla birlikteydi. Talebelerini genellikle bizim gibi işçilerden, manevi bağlarla birbirine bağlı kardeşlerden seçerdi. “Yükselen alçalır, alçalan yükselir” derdi hep.” Sizler bana Rab demektesiniz. Ben ise sizin ayaklarınızı yıkamaktayım. Efendi olmak isteyen, herkesin hizmetçisi olmalıdır. Çünkü Allah fakir, uysal ve merhametli kimseleri kutsamıştır.”
Stepaniç bu sözleri dinlemeye öyle kaptırmıştı ki kendini çayını içmeyi bile unutmuştu, ihtiyar, hemencecik ağlayan duygusal bir insandı. Anlatılanları dinlerken, gözyaşları yanaklarından akıyordu.
Martın: “Bir çay daha içsene” dedi.
Fakat Stepaniç istavroz çıkardı, bardağı önünden uzaklaştırdı ve ayağa kalktı:
- Teşekkür ederim Martın. Bana ikram ettin. Ruhumu da karnımı da doyurdun, dedi.
- Ne önemi var canım. Yine beklerim. Ben misafiri severim.
Stepaniç dışarı çıktı. Martın ise semaverdeki son çayı bardağa doldurup içti. Sonra masayı topladı. Tekrar pencerenin önüne geçip, topuk çakmaya koyuldu.
Bir yandan topuğu çakıyor, bir yandan da pencereye bakıyordu. İsâ Peygamberi bekliyor, hep onu ve onun yaptıklarını düşünüyordu. Hep İsa'nın sözleri dolaşıyordu kafasında.
O anda iki asker geçti pencerenin önünden. Birisinin ayağında beylik, ötekininkinde özel bir ayakkabı vardı. Sonra lastik ayakkabı giymiş ev sahibi sokaktan geçti. Daha sonra, elinde sepetle, ekmekçi geçti. Pencerenin önünden geçenler hayli çoktu. Bir ara pencerenin yanına yün çoraplı, ayağında köylü işi bir ayakkabı bulunan köylü bir kadın geldi. Pencerenin biraz ötesinde, duvarın yanında durdu. Buralarda yabancı olduğu halinden belliydi. Kılık kıyafeti iyi değildi. Kucağında bir çocuk vardı. Duvarın yanında, arkasını rüzgara dönmüş, çocuğunu sarmaya çalışıyordu. Fakat yanında saracak bir şeyi yoktu. Elbisesi de yazlıktı. Üstelik yırtık pırtıktı. Martın, camın arkasından çocuğun ağladığını duyuyordu. Kadın onu avutmaya çalışıyor ama bir türlü avutamıyordu. Martın yerinden kalktı. Kapıdan merdivene çıkıp:
- Hey, Akıllı! diye bağırdı. Bu çocukla ne diye soğukta duruyorsun? Çocuğu sıcakta daha iyi sarıp sarmalarsın, buyur içeri gir... Buradan gel...
Kadın şaşırıp kalmıştı. Görünen o ki önlüklü ihtiyar adam kendisini içeri çağırıyordu. Kadıncağız merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerden inip, odaya girdiler.
Martın, kadına yatağı göstererek:
- Otur buraya akıllı, sobanın yanına otur. Hem biraz ısınır, hem de çocuğunu emzirirsin, dedi.
Kadın:
- Sütüm kesildi, dedi, sabahtan beri bir şey yemedim de.
Fakat yine de çocuğu göğsüne doğru yaklaştırdı.
Martın, anladım dercesine başını salladı. Sonra masanın yanına gitti. Ekmek ve tas aldı. Ocaktaki tencerenin kapağını açıp tasa çorba koydu. İçi bulgur dolu çömleği de çıkardı. Fakat henüz pişmemişti. Bunun için masaya sadece çorba koydu. Ekmeği çıkardı, çengelden örtüyü aldı, masanın üstüne serdi:
- Otur da ye akıllı. Çocuğa ben bakarım. Benim de çocuğum vardı. Bu yüzden çocuklara bakmasını bilirim, dedi.
Kadın istavroz çıkardı. Sonra masaya oturup, yemeye başladı. Martın ise çocukla yatağa oturdu. Çocuğun susması için dudaklarını şapırdattı. Fakat ağızda diş olmayınca iyi şapırdamıyordu ki. Çocuk hâlâ durmadan bağırıyordu. Martın parmağıyla çocuğu korkutmayı düşündü sonra. Parmağını çocuğun ağzına yaklaştırıyor, hemen geri çekiyordu. Ağzına sokmuyordu. Çünkü, ipe sakız sürmekten, parmağı simsiyah bir hale gelmişti. Çocuk onun parmağına bakakaldı ve sustu. Sonra da gülmeye başladı. Martın buna çok sevindi.
Kadın hem yemek yiyor, hem de kim olduğunu, nereye gittiğini anlatıyordu:
- Ben asker karışıyım. Sekiz ay önce kocamı alıp bir yere götürdüler. Nereye gittiğinden bir daha haber alamadım. Bir yerde aşçılık yapıyordum. O sırada bir çocuğum oldu. Ondan sonra beni yanlarında tutmak istemediler. Üç aydır iş arıyorum ama bulamıyorum. Elimde avucumda ne varsa satıp yedim. Bir ara çocuk bakıcısı olmak istedim. Fakat zayıf olduğum için almadılar. Ninemin yanında kalan bir tüccar karısı, beni işe aldıracağına söz vermişti. Ben hemen alırlar sandım. Fakat onlar gelecek hafta gelmemi söylediler. Oturdukları yer de bir hayli uzak. Hiç takatim kalmadı. Çocuk da yoruldu... Allah’a şükürler olsun ki ev sahibi acıyor da evden kovmuyor. Yoksa nereye giderdim, bilmem.
Martın içini çekti ve dedi ki:
- Kışlık elbisen yok mu?
- Nerde kuzum kışlık elbise! Bir atkım vardı onu da dün yirmi kapik için rehin verdim.
Kadın yatağa yaklaştı. Çocuğu kucağına aldı. O sırada Martın ayağa kalktı. Duvara doğru yürüdü. Bir şeyler aradı. Oralardan eski bir kaput bulup çıkardı.
- İşte buyur, al. Eski bir kaput ama çocuğu sarıp sarmalamaya yarar, dedi.
Kadın önce kaputa, sonra ihtiyar Martına baktı. Kaputu aldı. Ağlamaya başladı. Martın başını çevirdi. Sonra yatağın altında bir şeyler aramaya başladı. Küçük bir çekmece bulup çıkardı, içinde bir şeyler aradı. Daha sonra kadının karşısına oturdu. Kadın ona:
- Allah senden razı olsun babacığım. Beni bu pencerenin altına galiba Allah gönderdi. Yoksa çocuk soğuktan donardı... Sokağa çıktığım zaman hava sıcaktı. Bak şimdi nasıl soğudu. Babacığım seni bu pencereden baktıran, bana acıtan Allah’tır, dedi.
Martın gülümsedi:
- Tabiî ki, seni buraya Allah gönderdi. Ben pencereden boşu boşuna mı bakıyordum akıllı, dedi.
Daha sonra gördüğü rüyayı, duyduğu sesi, İsa'nın kendisine gelmeyi vaad ettiğini kadına anlattı.
Kadın; “Her şey olabilir, dedi. Sonra ayağa kalktı. Kaputu üzerine aldı. Çocuğu kaputla iyice sardı. Ve Martının önünde eğilmeye, ona teşekkür etmeye başladı. Martın kadına yirmi kapik uzatarak: “Allah aşkına şunu da al. Bununla atkını rehinden kurtarırsın.” dedi.
Bunun üzerine kadın istavroz çıkardı. Martın da istavroz çıkarıp, kadını kapıya kadar götürdü. Kadın dışarı çıkıp oradan uzaklaştı.
Martın kadın gittikten sonra çorbasını içti. Masayı toplayıp, çalışmaya koyuldu. Çalışırken pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Pencerenin önünde bir karaltı belirince, hemen kimin geçtiğine bakıyordu. Sokaktan tanıdık ve tanımadık bir çok insan geçiyordu. Fakat içlerinde dikkat çeken bir kimse yoktu.
Bir ara, pencerenin önünde ihtiyar bir satıcı kadının durduğunu gördü. Kadının elinde içinde elma bulunan bir sepet vardı. Elmalar azdı. Belli ki çoğunu satmıştı. Omzunda da içi küçüklü büyüklü tahtalarla dolu bir çuval vardı. Herhalde inşaattan toplamış, evine götürüyordu. Çuvalın ağırlığından kadının bir omzu düşmüştü. Kadın, öbür omzuna almak için çuvalı yere koydu. Elma sepetini de kaldırıma koydu ve tahta parçalarını çuvala yerleştirmeye başladı. O sırada sokakta yırtık kasketli bir çocuk peyda oldu. Sepetten bir elma kaptı. Tam kaçmak üzereyken ihtiyar kadın işin farkına vardı. Çocuğu ceketinin kolundan yakaladı. Çocuk kurtulmak için çırpınmaya başladı. Fakat onu iki eliyle yakalamıştı. Çocuğun kasketi düşünce de saçlarından tuttu. Çocuk bağırıp çağırıyor, kadın da küfrediyordu.
Martın çuvaldızı bir yere sokmaya bile vakit bulamadı. Döşemenin üstüne atıp, kapıya fırladı. Öyle acele etti ki merdivende tökezleyip, gözlüğünü düşürdü. Nihayet sokağa çıkmıştı. O sırada yaşlı kadın çocuğa küfrediyor, onu hırpalıyor, polise götüreceğini söylüyordu. Çocuk ise direniyor: “Ben bir şey almadım, niye dövüyorsun? Bırak beni” diye bağırıyordu.
Martın onları ayırmaya çalıştı. Çocuğun elinden tutup kadına dedi ki:
- Nineceğim, Allah aşkına bırak çocuğu.
- Onun ağzının payını öyle bir vereyim ki bir daha unutamasın. Polise vereyim de gününü görsün.
Martın, ihtiyar kadına yalvarıyordu:
- Bırak nineciğim, bırak Allah aşkına. Bir daha yapmaz.
Nihayet, ihtiyar kadın onu bıraktı. Çocuk, bırakılınca,
kaçmak istedi ama Martın onu tuttu:
- Nineden özür dile. Bir daha da böyle bir şey yapma. Elmayı aldığını ben gördüm.
Çocuk, bunun üzerine, ağlamaya, özür dilemeye başladı.
- Hah, işte böyle. Şimdi al elmayı. Ben veriyorum sana.
Martın sepetten bir elma alıp, çocuğa verdi, ihtiyar kadına da:
- Parasını ben veririm, dedi.
Kadın:
- Böyle yaparsan bu serseriler şımarır. Bunun gibilere öyle bir ders vermeli ki acısını bir hafta unutamasın.
Martın:
- Ah nineciğim, ah! Biz böyle düşünüyoruz ama Allah’ın emri böyle değil. Çocuğu, bir tek elma için dövmek lazımsa, bizim işlediğimiz günahlar için ne yapmalı acaba?
Kadın sustu, hiç bir şey söylemedi.
Martın ihtiyar kadına, bir toprak sahibinin köylünün borcunu nasıl affettiğini, ama köylünün borçluyu nasıl sıkıştırdığını anlattı, ihtiyar kadın da çocuk da durmuş anlatılanları dinliyordu. Martın:
- Allah bizden daima affetmemizi istiyor. Yoksa o da bizi affetmez. Herkesi affetmek lazım. Hele hele ne yaptığını bilmeyenleri...
Kadın başını salladı ve ah çekti:
- Öyle ama, dedi, pek de şımardılar.
- İşte bizim gibi ihtiyarlara düşen, onlara böyle güzel şeyleri öğretmektir.
Kadın:
- Ben de aynı kanaatteyim. Benim de yedi çocuğum vardı. Fakat bir tek kızım kaldı, dedi.
Sonra, kızının yanında nasıl kaldığını, nerede oturduğunu, ne kadar torunu olduğunu anlatmaya başladı:
- İşte gördüğün gibi. Gücüm kuvvetim kalmadı ama hâlâ didinip duruyorum. Torunlarıma acıyorum. Fakat ne kadar iyi torunlarım var bir bilsen. Eve dönünce çok iyi karşılarlar beni. Aksiyotkam hiç yanımdan ayrılmaz. Bana hep: “Nineciğim sevgili nineciğim, canım nineciğim.” der.
Kadın iyice yumuşamıştı. Çocuğa dönerek:
- Belli. Çocukça bir iş. Haydi zararı yok, dedi.
Kadın çuvalı omuzlamak istediği zaman çocuk yanına gelip ona dedi ki:
- Ben götüreyim nineciğim, yolum o tarafa...
İhtiyar kadın başını salladı. Çuvalı çocuğa yükledi. Sonra beraberce yola koyuldular, ihtiyar kadın Martın’dan elma parasını istemeyi unutmuştu.
Martın yerinde durmuş arkalarından bakıyordu. Onlar hem yürüyor, hem de durmadan konuşuyorlardı. Martın bir müddet onları seyretti. Sonra evine döndü. Merdivende gözlüğünü buldu. Gözlük kırılmamıştı. Çuvaldızını yerden aldı ve çalışmaya başladı. Biraz çalıştı. Fakat ortalık karardığı için dikişleri göremiyordu. Pencereden baktı. Fenerci fenerleri yakıyordu. “Artık ışık lazım” diye düşündü. Lambayı yaktı. Yine işine koyuldu. Bir çizmeyi tamamen bitirdi. Evirip çevirerek dört bir yanına baktı. Hoşuna gitmişti. Sonra aletlerini yerine koydu. Deri parçalarını, sicim kırıntılarını, öteyi beriyi toplayıp, lambayı aldı. Masaya koydu. Raftan İncil’i indirdi. Kitabı, bir gün önce, bir deri parçası koyup, işaretlediği yerden açmak istedi. Fakat kitap başka yerinden açıldı. Martın, o anda, bir gün önceki rüyasını hatırladı. O sırada, sanki arkasında biri hareket ediyordu. Hemen başını geriye çevirdi. Gözlerine inanamadı. Karanlık köşede insana benzeyen şekiller vardı. Bunlar birer insandı, ama kimdi bunlar? Neyin nesiydiler? Bunu kestiremiyordu. Şöyle fısıldayan bir ses duydu:
- Hey Martın! Beni tanıdın mı?
Martın: “Sen kimsin” diye sordu.
- Benim... Ben...
Sonra karanlık köşeden Stepaniç belirdi. Gülümsedi ve bir bulut gibi kayboldu.
Aynı ses: “Bu da benim” dedi.
Sonra karanlık köşeden çocuklu kadın belirdi, ikisi birden gülümsediler. Onlar da kayboldular.
Yine aynı ses: “Hey Martın! Bu da benim” dedi.
Daha sonra ihtiyar kadınla, elma çalan çocuk göründü, ikisi de gülümsediler. Ve kaybolup gittiler.
Martın’ın içi neşeyle dolmuştu. İstavroz çıkardı. Gözlüğünü taktı. İncili, açıldığı yerden okumaya başladı. Sayfanın başında şu satırlar yer almaktaydı:
“Acıkmıştım, beni doyurdun. Susamıştım, bana su verdin. Yolda kalmıştım, beni kabul ettin...”
Sayfanın altında da şunlar yazılıydı; “Benim küçük kardeşlerime ne yaptınsa, bana yapmış oldun.”
İşte böylece Martın anladı ki gördüğü rüya yalan değildi. O gün İsâ, gerçekten ona gelmiş, kendisi sahiden onu misafir etmişti.