İnsan Ne İle Yaşar?

I

Simon fakir bir kunduracıydı; bir çok başka adamlar gibi ne evi ne de tarlası vardı. Karısı ve çocuklarıyla bir köylü kulübesinde yaşar, elinin emeğiyle geçinirdi. Kazancın az, ekmeğin pahalı olduğu o zamanlarda, zavallı adamın kazandığı ancak boğazlarına yetiyordu. Karı kocanın koyun derisinden bir tek paltoları vardı ve bütün kış onunla idare ederlerdi. Fakat o da artık eskimiş paçavraya dönmüştü ve iki senedir Simon palto yapmak için yeni bir koyun derisi almak istiyordu. Kış basmadan, Simon biraz para arttırabilmişti; karısının sandığında üç rublelik bir banknot saklı duruyordu; köydeki müşterilerinde de beş ruble 20 kopek alacağı toplanmıştı.

Bir sabah erkenden kalktı. Köye, koyun derisi almaya gidecekti. Gömleğinin üstüne, karısının içi pamuklu kumaş hırkasını, onun üstüne de kendi kumaş paltosunu giydi. Üç rublelik banknotu dikkatle cebine koydu, ağaçtan bir dal keserek eline bir baston yaptı ve kahvaltısını acele yedikten sonra yola koyuldu. Aklından şöyle düşünüyordu: “Alacaklılarımdan beş rubleyi alırım; yanımdaki üç rubleyi de üstüne eklersem, bir paltoluk koyun derisine rahat rahat yeter.”

Köye varınca, doğru ilk borçlusunun kulübesine gitti, adam evde yoktu. Karısı, parayı gelecek hafta vereceklerini söyledi; hem kocası yokken kendisi kimseye para veremezdi ki... Simon ikinci borçluya gitti. Bu da parası olmadığını türlü yeminlerle söyledi, ancak kundura yaması için olan borcunu verebilecekti, o da 20 kopek ediyordu. Bunun üzerine Simon koyun derisini veresiye almağa çalıştı. Bu sefer de fakirdir diye tüccar ona güvenmeyerek:

“Parayı getirir koyun derisi alırsın. Borçlu peşinden koşmanın ne demek olduğunu biliriz.” dedi.

Şu halde kunduracının eline geçen topu topu kundura yaması için 20 kopek ve pençe vurulacak bir çift köylü kundurası oldu.

Simonun canı çok sıkıldı. Aldığı yirmi kopekle votka içti, sonra eli boş olarak evinin yolunu tuttu. Sabahleyin ayazda üşümüştü, halbuki şimdi biraz votka içtikten sonra, koyun derisinden paltosu olmadan da vücudu ısınmıştı. Giderken bir eliyle değneğini buz tutmuş yerlere vuruyor, öbür eliyle de yamalamaya götürdüğü eski kunduraları sallaya sallaya kendi kendine konuşuyordu:

“Adam akıllı ısındım. Varsın kürk paltom olmasın. Bir damla votka bütün damarlarımı harekete geçirdi. Kürkü ne yapacakmışım, sanki. Hiç bir şeyin tasasını çekmeyeceğim. Ben öyle adamım, işte! Adam sen de! Kürksüz de yaşayabilirim. Eksik olsun, lüzumu yok! Karım kızacak, biliyorum. Hakkı da var, olur maskaralık değil; akşama kadar

canın çıkasıya çalış, ondan sonra eline bir şeyler geçmesin. Bu kadar borcu varken, 20 kopekle adamı gönderiyor, çıkıyor işin içinden! 20 kopekle ne yapabilirsin ki? Ben de içerim, işte; zaten başka hiç bir işe de yaramaz! Onun da para sıkıntısı varmış, âlâ! Belki de doğru; fakat ben ne yapayım? Senin evin var, sürün var, her şeyin var; benim nem varsa arkam da! Senin buğdayın tarlandan gelir; ben buğdayın her tanesine para veriyorum. Ne yapsam, haftada yalnız ekmeğe üç ruble para ister. Eve giderim, ekmek bitmiş. Haydi bakalım tekrar bir buçuk ruble daha çıkarmağa uğraş. İşte böyle, oğlum, borcunu verirsin. Fazla lâkırdı istemem!”

Böyle kendi kendine söylene söylene bir köşe başındaki mâbedin yanına yaklaşmıştı. Başını kaldırınca, tam mâbedin arkasında beyazımsı bir şey gözüne ilişti. Ortalık kararmağa başlamıştı; Simon, bu gözüne ilişen şeyin ne olduğunu bir türlü seçemiyordu. “Burada böyle beyaz taş yoktu,” dedi. “Öküz desem, öküz değil. Başı, adam başına benziyor, ama, çok beyaz. Hem adamın orada ne işi olabilir?”

Merakla iyice görebilsin diye yakma geldi. Hayret doğrusu, hakikaten, ölü mü sağ mı olduğu kestirilemeyen, çırıl çıplak bir adam yere oturmuş, hareketsiz bir cisim gibi mâbede dayanmıştı. Dehşetten kunduracının tüyleri diken diken oldu; şöyle düşündü: “Bunu birisi öldürmüş, soymuş, buraya bırakmış. Ben bu işe burnumu sokarsam, mutlaka başım belâya girer.”

Böyle düşünerek Simon yoluna devam etti. Adamı görmesin diye mâbedin ön tarafına geçti. Biraz ileri gidince, dönüp ardına baktı. Adam dayandığı mâbetten ayrılmış ve kendine bakmak istiyormuş gibi hareket ediyordu. Kunduracı daha ziyâde korktu ve yine kendi kendine düşündü: “Geri dönüp yanına mı gitsem, yoksa yoluma mı devam etsem? Haydi yanına gittim, ya bir şey oluverirse? Kim bilir kimdir. Her halde burada bulunması hayra alâmet değil. Ben yanına gidince, bir üstüme atılıp boğazıma sarılacak olsa, gittiğim gündür. Haydi onu yapmasa, gene insanın başına ancak belâ olabilir. Çırıl çıplak adamı ben ne yapayım; ne yapabilirim ki? Arkamdaki esvapları da veremem ya! Allah yardımcım olsa da, şu işten sağ salim kurtulsam!”

Kunduracı tekrar yoluna devam etti; mâbet, arkasında, epeyce uzakta kalmıştı. Birdenbire durdu, vicdanı onu iğnelemeye başlamıştı.

Kendi kendine; “Ne yapıyorsun, Simon? Belki de o adam orada açlıktan ölüyor, halbuki sen korkundan bir an evvel sıvışmaya bakıyorsun. Zengin oldun da artık hırsızdan korkmağa mı başladın sanki? Yazıklar olsun sana, Simon, bu yaptığından sıkıl!”

Simon bunun üzerine derhal geri döndü ve doğru adamın yanına gitti.

 

II

Simon yabancıya yaklaşıp ta yüzüne bakınca, oturduğu yerden kendisine bakamayacak kadar halsiz, sapasağlam, yarasız beresiz, fakat soğuktan ve korkudan hareketsiz duran bir genç adam gördü. Simon gencin yanına sokuldu; genç, ancak o zaman uyanır gibi bir hareket yaptı. Başını çevirdi, gözlerini açtı ve Simon’un yüzüne baktı. O bir tek bakış Simon’un ruhunda sıcak bir his uyandırmaya kâfi geldi. Elindeki kunduraları yere attı, kuşağını çözdü kunduraların üstüne koydu ve arkasındaki kumaş hırkayı çıkardı.

“Lâfın sırası değil; çabuk şu poltuyu giy!” diyerek gencin iki dirseğinden yakaladı, ayağa kaldırdı; gencin temiz ve yakışıklı vücuduna, biçimli ellerine ayaklarına baktı ve gencin yüzündeki şefkat ve iyilik ifadesine dikkat etti. Paltosunu hemen gencin omuzlarına attı, paltoyu giymesine yardım etti, onu vücuduna iyice sardı üstünden de kuşağını bağladı.

Simon kendi başındaki yarı yırtık kasketi bile gencin başına koymak üzere çıkardı, fakat başının üşüdüğünü hissetti ve: “Benim başım çıplak, halbuki onun uzun kıvırcık saçları var,” diye düşünerek kasketi geri kendi başına geçirdi. Sonra “Ayağına giyecek bir şey vermek daha iyi,” diye düşündü. Adamı oturttu, elindeki kunduraları ona giydirerek: “Haydi bakalım, dostum, şimdi şöyle hareket et de vücudun ısınsın. Başka şeyleri konuşmak sonraya kalsın. Yürüyebiliyor musun?”

Genç adam ayağa kalktı, minnettarlıkla Simon’a baktı, fakat bir şey söyleyemedi.

Simon: “Niçin bir şey söylemiyorsun? Burada durulmaz, çok soğuk, haydi eve gidelim. Al şu değneğimi, eğer halin yoksa üstüne dayanırsın. Yürü bakalım!”

Genç adam yürümeğe başladı. Kolaylıkla yürüyor, arkada kalmıyordu.

Yolda giderken Simon sordu: “Nerelisin?”

“Bu taraflardan değilim.”

“Bana da öyle geldi. Bu civardaki ahaliyi bilirim. Peki o mâbedin yanına nasıl geldin?”

“Bilmem.”

“Sana fena muamele eden mi oldu?”

“Hayır, bana fena muamele eden olmadı. Beni Allah cezalandırdı.”

“Elbet, elbet, her şeyin başı Allah, amma bir lokma ekmekle başını sokacak bir yer bulmak sana düşer. Nereye gitmek istiyorsun?”

“Benim için hepsi bir.”

Simon şaşırmış kalmıştı. Adam bir serseriye benzemiyordu, sesi yumuşak ve nazikti, fakat kendine ait hiç bir şey söylemiyordu. Buna rağmen Simon; “Kimbilir başına ne gelmiştir,” diye düşündü ve yabancıya: “Öyle ise bize gidelim hiç olmazsa ısınırsın,” dedi.

Simon bunun üzerine evin yolunu tuttu; yabancı sessizce onun yanı sıra yürüyordu. Rüzgâr çıkmıştı, Simon üşümeğe başladı. İçkinin tesiri artık geçiyordu, ayaz şiddetini hissettirmeye başladı. Simon hızlı hızlı nefes alıyor ve kendi kendine yine şöyle düşünüyordu: “Eh, Simon, kürk mü dedin..! Sabahleyin koyun derisi almaya diye çıktın, şimdi arkandaki paltondan bile oldun. Iş bu kadarıyla kalsa bari, üstelik eve bir de çıplak adam götürüyorsun. Bu iş Matryona’nın hiç de hoşuna gitmiyecek.” Karısı aklına gelince kederlendi; fakat yabancıya bakıp da, mâbedin yanında onun nasıl yüzüne baktığını hatırlayınca, yüreği ferahladı.

 

III

Simon’un karısı Matryona o gün her işini erkenden yapmış bitirmişti. Odununu kesmiş, suyunu getirmiş, çocuklarının karnını doyurmuş, kendisi de yemeğini yemiş, oturmuş düşünüyordu. Kendi kendine acaba ekmeği bugün mü yapsam yarma mı bıraksam diyordu. Daha büyücek bir parça ekmek vardı.

“Eğer Simon iyice bir öğle yemeği yediyse, akşama çok

bir şey yemez. O zaman ekmek yarına da yeter,” diye düşündü.

Ekmek parçasını eliyle tartarak yine düşündü: “Bugün istemez. Asıl bir yoğurumluk unumuz var, idare edersek haftayı çıkarır.”

Nihayet bu kararı verdikten sonra Matryona ekmeği kaldırdı, masanın başına geçerek kocasının gömleğini yamalamağa koyuldu. Bir taraftan dikiş dikiyor bir taraftan da koyun derisi almağa giden kocasını düşünüyordu.

“Adamı aldatmasalar bari. Kocacağazım fazla tevekkeli; kimseyi aldatmak onun aklına gelmez ama, bir çocuk onu aldatabilir. Sekiz ruble epeyce bir para demek, o fiyata adam akıllı bir palto alınabilir. Evet, en âlâ deriden olamaz ama yine iyi bir palto alınır. Geçen kış paltosuz neler çektik. Hemen hiç dışarıya çıkamadım gibi bir şey. O sokağa çıktığı zaman ne var ne yok hepsini üstüne geçirirdi, bana bir şeycik kalmazdı. Bugün pek erken gitmedi ama, artık gelmesi lâzım. Allah vere de içip eğlenmeğe gitmiş olmasa!”

Matryona bunları düşünmeğe kalmadan dışarıda bir ayak sesi işitildi ve sokak kapısından içeriye birisi girdi. Matryona iğnesini dikişine iliştirerek kim geldi diye bakmağa çıktı, kapı girişinde iki adamla karşılaştı; bunlardan birisi Simon, öbürü başı açık, ayağı potinli yabancı bir adamdı.

Matryona kocasında derhal içki kokusunu sezdi ve “Hah, içmiş,” diye düşündü. Fakat Simon’u paltosuz üstünde tek bir ceket, eli boş ve bir kabahat işlemiş gibi sessiz, boynu bükük görünce, son derece müteessir oldu; ve kendi kendine, “Parayı içkiye vermiş, bu on para etmez adamla eğlenmiş, üstelik de onu peşine takmış, eve getirmiş,” dedi.

Matryona onları kulübeye aldı, arkalarından içeriye girdi; yabancının genç, nahif bir adam olduğunu ve arkasında kocasının paltosu bulunduğunu ancak o zaman gördü. Paltonun altından gömleğe benzer bir şey gözükmüyordu, başında da şapkası yoktu. İçeriye girdikten sonra genç adam başı yerde hareketsiz durdu. Matryona içinden: “Fena adam olduğu meydanda; korkmasından belli,” dedi.

Sonra kaşlarını çattı ve bakalım ne yapacaklar diye gitti fırının yanında durdu.

Simon kasketini çıkardı, hiç bir şey olmamış gibi geçti sedire oturdu.

“Haydi, Matryona, eğer yemek hazırsa, koy da yiyelim.” dedi.

Matryona kendi kendine bir şey mırıldandı, fakat yerinden kımıldamadı. Hâlâ fırının yanında duruyordu. Bir kocasına bir öteki adama baktı, başını salladı. Simon karısının canının sıkıldığını anlamıştı, ama geçiştirmeye çalışıyordu. Hiç bir şeyin farkında değilmiş gibi yabancıyı kolundan tutarak:

“Otur, arkadaş, otur da yemek yiyelim,” dedi.

Yabancı da sedire oturdu.

Simon karısına sordu: “Akşama yemek pişirmedin mi?” Matryona köpürdü: “Pişirdim, ama, senin için değil. İçki kafana vurmuş galiba... Kürk palto almağa diye evden çıktın, üstündeki paltoyu da ellere verdin, üstelik çıplak bir serseriyi de yanına kattın, eve getidin. Senin gibi sarhoşlara verecek yemeğim yok benim.”

“Kes, Matryona. Haksız yere âleme dil uzatma! Evvelâ adamın kim ve neci olduğunu sor da...”

“Önce sen bana parayı ne yaptığını söyle.”

Simon caketinin cebini karıştırdı, üç rublelik banknotu çıkardı, masanın üstüne açtı.

“işte para! Trifonof borcunu vermedi, bir kaç gün sonra verecekmiş.”

Matryona daha çok kızdı; demek kocası koyun derisini almamıştı; bu yetmezmiş gibi kendi paltosunu da çıplak bir serseriye giydirmiş, tâ eve kadar getirmişti.

Masanın üstündeki banknotu hiddetle aldı, emin bir yere saklamağa gitti ve şiddetle: “Sana verecek yemeğim yok. Dünyadaki çıplak sarhoşların hepsini doyuracak kudretimiz yok,” dedi.

“Anladık, Matryona, kes artık. Önce adamı dinlerler!”

“Evet, sarhoş ağzından saçma sapan sözler dinleyecektim. Seninle evlenmek istememeye hakkım varmış sarhoş herif! Annemin bana verdiği çeyizi içkiye verdin; şimdi de palto almaya gittin, onu da içkiye verdin.”

Simon içkiye yalnız 20 kopek sarfettiğini anlatmaya çalıştı; bu adama rastgeldiğini izah etmeğe uğraştı fakat ne gezer.. Matryona ona söz söyletmiyordu ki... Onun bir sözüne on söylüyor, on yıl evvel olan şeyleri sayıp döküyordu.

Matryona iyice içini boşalttı; nihayet Simona hücum ederek kolundan yakaladı.

“Ver ceketimi. Bütün olanım bu, sen bunu bile benden alıp üstüne giyiyorsun. Ver şunu bakalım, uyuz köpek, yüzünü şeytan görsün, inşallah.”

Simon ceketi çıkarmağa başladı, fakat kolun birisi ters çıktı; Matryona ceketi yakalayınca dikişler de patladı. Bu sefer öfke ile ceketi yerden kaptı, acele başını örttü, kapıya doğru yürüdü. Bırakıp gidecekti, ama bir dakika tereddüt etti hem daha hıncını almak, hem de yabancının neci olduğunu anlamak istiyordu.

 

IV

Matryona olduğu yerde dönerek bağırdı: “Eğer iyi bir adam olsaydı, böyle çırıl çıplak gezmezdi. Baksana, arkasında bir gömleği bile yok. iyi bir insan olsaydı, ona nerede rastgeldiğini söylerdin.”

Simon cevap verdi: “Sana anlatayım diye uğraştığım da bu ya. Mâbedin yanında çırıl çıplak oturuyordu. Soğuktan donacak halde idi. Pek de çıplak oturulacak bir hava değil zannederim! Beni ona Allah gönderdi, yoksa orada ölüp kalacaktı. Ne yapabilirdim? Orada başına ne gelebileceğini bilebilir miyiz? Ben de onu ayağa kaldırdım, paltomu giydirdim, buraya getirdim. Bu kadar öfkelenme, Matryona. Günahtır. Hepimizin de bir gün öleceğini unutma.”

Bir takım acı sözler Matryona’nın tâ dilinin ucuna geldi, fakat yabancıya gözü ilişince dilini tuttu. Adam sedirin kenarına ilişmiş hareketsiz oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş, başı eğik, gözleri kapalı ve ıztırap içinde kıvranıyormuş gibi kaşları çatılmış bir halde idi. Matryona bir şey söylemedi. Simon yavaşça yalvardı: “Matryona, yüreğinde Allah sevgisi hiç mi yok?”

Matryona bu sözleri işitince yine yabancıya baktı ve birdenbire ona karşı yumuşadığını hissetti. Kapının yanından geldi, doğru fırına giderek yemeği çıkardı önlerine koydu. Sofraya boş bir bardak koydu, içine kavs (çavdardan yapılmış bir nevî içki) doldurdu. Sonra kalan son ekmek parçasını da getirerek, sofraya çatal bıçak koydu.

“Yiyecekseniz, haydi yiyin,” dedi.

Simon yabancıyı sofraya doğru çekerek:

“Şöyle otur, delikanlı,” dedi.

Simon ekmek kesti, et suyunun içine doğradı ve yemeğe başladılar. Matryona sofranın bir köşesine oturmuş, başını avucuna dayamış yabancıya bakıyordu.

Matryona’nın yüreğine yabancıya karşı bir merhamet hissi geldi, içinde ona karşı bir sevgi uyanmağa başladı. O dakikada yabancının yüzü sevinçle parladı; çatık kaşları doğruldu, başını kaldırıp Matryona’ya bakarak, gülümsedi.

Yemek bittikten sonra, kadın sofrayı topladı ve yabancıya sual sormağa başladı: “Nerelisin?”

“Ben bu taraflardan değilim.”

“Peki, nasıl oldu da yol üstünde bulundun?”

“Bunu size söyleyemeyeceğim.”

“Seni birisi mi soydu?”

“Allah beni cezalandırdı.”

“Orada öyle çırıl çıplak yatıyordun, ha?”

“Evet, hem çıplaktım, hem de soğuktan donuyordum. Simon beni görünce bana acıdı. Paltosunu çıkardı, bana giydirdi, beni buraya getirdi. Sen de bana yiyecek, içecek verdin ve bana şefkat gösterdin. Mükâfatını Allah versin!”

Matryona ayağa kalktı, yamaladığı gömleği pencereden aldı, yabancıya verdi. Sonra bir de pantolon getirerek:

“Gömleğin yok, al bunu giy. Sonra da canın nerede isterse yatabilirsin; ister çatı arasında yat, ister fırının damında.”

Yabancı arkasından paltoyu çıkardı, gömleği giydi, çatı arasına girdi yattı. Matryona mumu söndürdü, paltoyu aldı, kocasının yattığı yere çıktı.

Matryona paltonun bir tarafını kaldırarak altına girdi yattı, fakat uyuyamıyordu. Yabancı, aklından bir türlü çıkmıyordu.

Kalan son ekmek parçalarını bu adamın yiyip bitirdiğini, yarına hiç ekmek kalmadığını düşündükçe ve ona verdiği gömlekle pantolon aklına geldikçe kederleniyordu; fakat onun yüzüne bakıp da gülümsemesini hatırladığı zaman yüreğinde sevinç duyuyordu.

Matryona böylece saatlerle uyku uyuyamadı. Simon da uyanık olmalıydı paltoyu kendine doğru çekti.

“Simon!”

“Ne var?”

“Kalan ekmeğin hepsini yediniz. Ben de yeter diye hamur yoğurmamıştım. Yarma ne yapacağız bilmem. Belki komşumuz Marta’dan ödünç ekmek alırım.”

“Yarına hepimiz sağ olursak, elbet yiyecek bir şey buluruz."

Kadın bir müddet bir şey söylemeden yattı, sonra: “İyi bir adama benziyor, ama, kim olduğunu niçin söylemiyor?” dedi.

“Kendine göre sebepleri olacak her halde.”

“Simon!”

“Ne var!”

“Hep biz âleme veririz de, niçin bize bir şey veren olmaz.”

Simon ne cevap vereceğini bilmiyordu. “Artık konuşmayalım,” diyerek öbür tarafa döndü, uykuya daldı.

 

V

Sabahleyin erkenden Simon uyandı. Çocuklar daha yatıyorlardı. Karısı komşuya, ödünç ekmek istemeğe gitmişti. Yabancı eski gömleği ve pantolonu giymiş, tek başına, sedirin üstünde gözlerini yukarıya dikmiş oturuyordu. Yüzü akşamkinden daha neşeliydi.

Simon ona: “E... dostum, karnımız ekmek ister, vücudümüz de elbise, insan çalışmadan geçinemez. Ne iş bilirsin?” dedi.

“Hiç bir iş bilmem.”

Bu cevaba Simon şaştı, fakat yalnız “İnsan isterse her şeyi öğrenebilir,” dedi.

“İnsanlar çalışır, ben de çalışırım.”

“Adın ne?”

“Mikael.”

“Peki, Mikael, eğer kendinden bahsetmek istemiyorsan, etme. O sana ait bir şey. Fakat ekmeğini çıkarmağa çalışmalısın. Eğer benim dediğim gibi çalışırsan, ben sana hem yemek veririm, hem yatacak yer.”

“Allah senden razı olsun! Öğrenirim. Ne yapacağımı bana göster.”

Simon eline bir iplik aldı, baş parmağına doladı ve bükmeğe başladı.

“Hiç te zor değil, bak!”

Mikael dikkatle baktı, bir iplik aldı, baş parmağına doladı ve işin ustalığını kavrayarak ipliği büküverdi.

Sonra Simon ona ipliği mumlamağı öğretti. Mikael onu da çabucak öğrendi. Ondan sonra meşini delmeği ve iğne ile dikişleri dikmeği öğretti. Mikael bunları da hemen öğrendi.

Simon ona ne gösterdi ise derhal öğrendi, öyle ki üç gün sonra, bütün ömründe kunduracılık etmiş gibi kundura dikmeğe başladı. Durmadan çalışır, az yemek yerdi. İş bitince, sessiz oturur yukarıya bakardı. Hiç sokağa çıkmaz, yalnız lâzım olduğu zaman lâf söyler ve şakalaşıp gülmezdi. Oraya geldiği ilk akşam, Matryona ona yemek verdiği zamandan başka hiç gülümsediğini de görmediler.

 

VI

Günler, haftalar geçti, sene doldu, Mikael hep Simon’un evinde oturuyor onunla çalışıyordu, işiyle o kadar şöhret buldu ki, herkes Simon’un işçisi Mikael gibi güzel ve sağlam kundura diken yoktur demeğe başladı. Öyle ki bütün o civar ahalisi Simon’a kundura yaptırmaya geliyorlardı. Artık Simon iyi para kazanmaya başlamış, hali düzelmişti.

Kışın, bir gün. Simonla Mikael oturmuş yine çalışıyorlardı. Derken kızak tarzında yapılı, üç atlı, çıngıraklı bir arabanın kulübeye doğru geldiğini gördüler. Araba kulübe kapısında durdu, yakışıklı bir uşak yere atladı arabanın kapısını açtı. Kürk paltolu bir efendi arabadan indi, Simon’un kapısına geldi. Matryona zemberek gibi yerinden sıçradı, hemen kapıyı açtı. Efendi eğilerek kapıdan içeri girdi, belini doğrulttuğu zaman başı hemen hemen kulübenin tavanına değiyordu, vücudu da durduğu köşeyi tamamen kaplamıştı.

Simon ayağa kalktı, eğilerek efendiyi selâmladı ve şaşkın şaşkın yüzüne bakmaya başladı. Ömründe onun gibi adam görmemişti. Simon kendisi çelimsizdi. Mikael narin bir gençti, Matryona ise bir iskelet gibi idi; halbuki bu adam başka dünyaya mensup bir insan gibiydi, iri yarı, kırmızı yüzlü, boğa boynu kadar kalın enseli, ve âdeta dökme demirden yapılmış tavırlı bir adamdı.

Efendi soluyarak kürk paltosunu çıkardı, bir yana attı, sedire oturdu, ve: “Buranın ustası hanginizsiniz?” dedi.

Simon ileriye bir adım atarak: “Benim, efendim,” dedi.

Bunun üzerine efendi uşağına haykırdı: “Hey, Fedka, deriyi getir.”

Uşak koşarak içeriye bir paket getirdi. Efendi paketi aldı masanın üstüne koydu, ve: “Çöz” emrini verdi. Uşak paketi çözdü.

Efendi, parmağıyla deriyi göstererek: “Buraya bak, kunduracı, şu deriyi görüyor musun?” dedi.

“Evet, efendim.”

“Fakat ne mal olduğunu ne cins deri olduğunu biliyor musun?”

Simon eliyle deriyi yoklayarak: “iyi deri,” dedi.

“Demek iyi deri, ha! Ahmak herif, sen ömründe hiç böyle deri gördün mü? Halis Alman malı! Yirmi ruble kıymeti var!”

Simon korktu ve: “Ben böyle deriyi nereden göreceğim, efendim?” dedi.

“Öyle söyle! Şimdi, bu deriden bana bir çift çizme yapabilecek misin?”

“Evet, efendim, yaparım.”

Efendi bu sefer yine haykırdı: “Yapabilirsin, öyle mi? Demek yapabilirsin! Pek âlâ, çizmeyi kim için yapacağını ve derinin ne mal olduğunu iyice aklında tut. Bana yapacağın çizmenin bütün bir sene ne biçimi bozulacak, ne de dikişleri sökülecek. Eğer bunu yapabileceğini zannediyorsan, deriyi al, kes; eğer yapamayacaksan, önceden söyle. Sana söylüyorum, sözümü iyi dinle, eğer bana diktiğin çizmeler bir sene içinde bozulur veya sökülürse, seni hapiste çürütürüm. Eğer bir senede bozulup sökülmezse, sana on ruble ücret vereceğim.”

Simon fena halde korkmuş ve ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Mikael’e baktı ve kolunu dürterek fısıltıyla: “Alayım mı?” diye sordu.

Mikael başıyla: “Evet” işaretini verdi.

Simon Mikael’in dediğini yaptı; bir sene ne dikişleri sökülecek ne de şekli bozulacak olan bir çift çizmeyi yapmayı üstüne aldı.

Efendi uşağını çağırdı ve çizmesini çıkarsın diye sol bacağını önüne uzattı.

“Al ayağımın ölçüsünü!”

Simon on yedi pus boyunda kâğıt parçalarını birbirine dikerek, eliyle iyice düzeltti, yere diz çöktü, efendinin çorabını kirletir korkusuyla ellerini önlüğüne sildi, ölçüyü almaya başladı. Tabanı ve ayağın tarağını ölçtü, sonra baldırı ölçmeğe başlayınca kâğıt dar geldi. Adamın baldırı ağaç kütüğü kadar kalındı.

“Dikkat et, baldırı dar olmasın!”

Simon bir parça kâğıt daha ekledi. Efendi çorabının içinde ayak parmaklarını öteye beriye oynattı, sonra kulübede olanları tetkik etmeğe başladı ve Mikael’i görerek sordu:

“Bu da kim?”

“Benim işçi. Çizmeleri o dikecek.”

Efendi Mikael’e: “iyi aklında tut, çizme tam bir sene dayanacak,” dedi.

Simon da Mikael’e baktı ve Mikael’in efendiye değil, birisini görüyormuş gibi efendinin arkasındaki köşeye baktığını gördü. Mikael baktı, baktı, birdenbire gülümsedi ve yüzüne daha fazla bir parlaklık ve neş’e geldi.

Efendi yıldırımı andıran bir sesle bağırdı: “Neye öyle sırıtıyorsun, ahmak herif? Çizmeleri tam vaktinde yetiştirmene baksan daha iyi edersin.”

Mikael cevap verdi: “Tam vaktinde hazır olacak, efendim.”

Efendi tekrar: “Tam vaktinde yetiştirmeğe bak,” dedi, çizmesini, kürk paltosunu giydi, kapıya gitti. Fakat eğilmeği unuttuğundan başını kapıya vurdu.

Fena bir küfür savurarak eliyle alnını ovdu. Sonra arabasına bindi, gitti.

O gittikten sonra Simon: “İşte sana adam. Tokmakla beynine vursan, öldüremezsin. Nerede ise kapıyı yıkacaktı, kendisine de bir şey olmadı,” dedi.

Matryona atıldı: “Yaşadığı hayata göre neden semirip kuvvetlenmesin? ölüm bile böyle kayayı deviremez.”

Biraz sonra Simon Mikael’e: “Eh yavrum, dedi, işi üstümüze aldık, aman dikkat edelim de başımız belaya girmesin. Deri pahalı, adam belâlı. Aman bir yanlışlık olmasın. Haydi evlâdım, senin gözün benimkinden iyi, elin de ustanın elinden daha çok işe yakışır oldu, şu ölçüyü al da, deriyi sen kesiver. Ben elimdeki işi bitireyim.”

Mikael ustasının dediğini yaptı. Deriyi aldı, masanın üstüne yaydı, iki kat etti, bıçakla kesmeğe başladı.”

Matryona pahalı derinin kesilmesini seyretmek için yanma geldi, fakat bir şey anlamadan Mikael’in yüzüne şaşkın şaşkın bakmağa başladı. Matryona kocası işlerken çok defa yanında durur ne yapacağını görürdü ve çizmenin nasıl kesildiğini az çok bilirdi. Halbuki Mikael derileri çizme olacakmış gibi değil, yuvarlak yuvarlak kesiyordu.

Bir şey söylemek istedi, ama, kendi kendine: “Erkek ayakkabısına benim aklım ermez. Mikael kendi işini bilir, ben karışmasam daha iyi,” diye düşündü.

Mikael deriyi kestikten sonra, iğnesini aldı ve çizme dikmek için iki kat deri kullanacağına, terlik dikecekmiş gibi bir kat deriyi dikmeğe başladı.

Matryona yine bunu tuhaf buldu, ama, bu sefer de bir şey demedi. Mikael öğleye kadar durmadan çalıştı. Derken Simon öğle yemeği için yerinden kalktı. Mikael’e baktı, bir de Mikael’in elinde çizme yerine terlik görmez mi?

Simon inledi, içinden: “Eyvah!” dedi, “Nasıl oluyor da Mikael bir senedir hiç bir yanlış yapmadığı halde, şimdi bu adamın derisini böyle berbat ediyor? Adam bizden, yüzü bir parçadan yapılmış kenarlı uzun çizme istedi, Mikael yalın kat terlik yapmış, deriyi heder etmiş. Şimdi ben o adama ne diyebilirim? Böyle deriyi dünyada tazmin edemem.”

Sonra Mikael’e: “Ah dostum, ne yaptın? Beni mahvettin! Adamın uzun çizme istediğini biliyorsun, bak sen ne yapmışsın!” dedi.

Simon Mikael’i azarlamağa daha vakit bulmadan, kapının demir halkası hızlı hızlı vuruldu. Bu gelen de kimdi? Pencereden baktılar. Bir atlı gelmiş, atını direğe bağlıyordu. Kapıyı açınca gelen atlının, o sabah kendilerine çizme ısmarlayan efendinin uşağı olduğunu gördüler.

Adam selâm verdi.

Simon selâm alarak, telaşla sordu: “Ne emredersiniz?”

“Hanımım beni size o çizme için gönderdi.”

“O çizme için mi? eh!”

“Efendinin artık çizmeye ihtiyacı kalmadı. Öldü.”

“Kabil mi?”

“Buradan gittikten sonra evine ulaşamadı, arabada öldü. Eve vardık, uşaklar araba kapısını açtılar, bir de ot çuvalı gibi arabanın içine yığılmaz mı? Öleli epey olmuş olacak ki vücudu katılaşmıştı bile, arabanın içinden onu zorla çıkardılar. Hanımım beni size gönderdi ve dedi ki: “Kunduracıya söyle, kendisine çizme ısmarlayan efendinin artık çizmeye ihtiyacı kalmadı, cenaze için acele terlik yapsın. Bekle yapsınlar, al getir.”

Mikael deriden artan parçaları topladı, sardı, yaptığı terlikleri aldı, önlüğü ile sildi, deri parçalarıyle beraber uşağa verdi. Uşak terlikleri aldı, teşekkür etti, acele atına binip uzaklaştı.

 

VIII

Bunun üstünden bir yıl daha geçti, sonra bunu bir kaç sene daha takip etti. Mikael Simon’un evine geleli altı sene olmuştu. Mikael hep aynı surette yaşadı. Bir yere gitmez, lüzumsuz yere lâf söylemezdi; ve bütün bu seneler zarfında yalnız iki defa, gülümsemişti: İlk defa, Matryona ona yemek verdiği ilk akşam, ikinci defa çizme ısmarlıyan efendi kulübelerinde iken Simon işçisinden tarif olunamayacak derecede memnundu. Şimdi onun nereden geldiğini hiç sormuyor ve bir gün kalkar gider diye korkuyordu.

Bir gün hepsi de evde idiler. Matryona demir tencereleri fırına koyuyordu; çocuklar sedirden sedire koşuyor ve pencereden dışarı bakıyorlardı; Simon bir pencerenin karşısında kundura dikiyordu, Mikael de öteki pencerenin önünde bir kunduraya ökçe takmakla meşguldü.

Erkek çocuklardan biri Mikael’in yanına koştu, omzuna dayandı, pencereden dışarı baktı.

“Bak Mikael amca! Şu hanıma bak, yanında küçük kızlar da var! Galiba buraya geliyor. A, kızların birinin ayağı topal.”

Çocuk bunu söyler söylemez, Mikael işini bıraktı, pencereden sokağa baktı.

Simon buna hayret etti. Sokağa bakmak Mikael’in âdeti değildi, halbuki bu sefer pencereye dayanmış, gözünü bir noktaya dikmiş bakıyordu. Simon da sokağa baktı. İyi giyinmiş bir hanım, kürk paltolu, yün atkılı iki küçük kızın elinden tutmuş kulübelerine doğru geliyordu. Kızlar birbirinden ayırt edilemiyecek derecede birbirine benziyorlardı, yalnız aradaki fark, birisinin topal olmasıydı.

Kadın kapı girintisine girdi ve karanlıkta mandalı arayarak, kapıyı açtı, önce çocuklara yol verdi, sonra arkalarından kendisi de içeri girdi.

“Günaydın, komşular,” dedi.

Simon: “Buyurun efendim, ne emriniz var?” dedi.

Kadın masanın yanına oturdu. İki çocuk kulübedeki insanlardan korkuyorlarmış gibi kadının dizlerine dayandılar.

“Bu iki çocuğa iki çift kundura yaptırmak istiyorum.”

“Olur. Çocuk ayakkabısı hiç yapmadık ama, yapabiliriz. Mikael çok usta işçi, elinden her şey gelir.”

Simon böyle diyerek Mikael’e baktı. Mikael işini bırakmış, gözlerini küçük kızlara dikmiş, bakıyordu. Simon hayret etti. Vakıa kızlar, kara gözlü, toparlak yüzlü, pembe yanaklı güzel çocuklardı; kürkleri ve yün şalları da güzeldi ama, Simon Mikael’in böyle bakmasına yine mâna veremedi. Mikael’in bakışında onları tanıyormuş gibi bir şey vardı. Simon pek bir şey anlayamadı ama, kadınla konuşmaya devam etti, pazarlığı bitirdi. O iş bittikten sonra, ölçüyü hazırladı. Kadın topal çocuğu dizine alarak: “Bu çocuk iki ayrı ölçü ister. Sakat ayak için bir tek, sağlam ayak bir üç tane kundura yap. İki kardeşin ayağı bir. İkizdirler,” dedi.

Simon ölçüyü aldı ve topal kızdan bahsederek sordu:

“Zavallı kızın başına bu iş nasıl geldi? Ne de güzel çocuk! Böyle mi doğdu?”

“Hayır, annesi ezdi.”

Matroyona söze karıştı. Bu kadının kim olduğunu ve çocukların kimin olduğunu öğrenmek istiyordu. Sordu: “Onların annesi siz değil misiniz?”

“Hayır, kadıncağazım, ben onların ne annesiyim, ne de akrabası. Ben büsbütün yabancıydım, fakat onları evlât edindim.”

“Kendi çocuklarınız değiller de, yine onları bu kadar seviyorsunuz ha?”

“Onları nasıl sevmeyeyim? İkisini de ben emzirdim. Benim bir tek çocuğum vardı, onu da Allah aldı. Onu bile bunlar kadar sevmezdim.

“Kimin çocukları bunlar?”

 

IX

Kadın bir defa lâfa başlamıştı, bütün hikâyeyi onlara anlattı:

“Bundan altı sene kadar evvel, bu çocukların anaları, babaları bir hafta içinde öldüler. Babalarını salı günü gömdüler, anneleri cuma günü öldü. Bu çocuklar babaları öldükten üç gün sonra doğdular, anneleri de ondan sonra bir gün bile yaşamadı. O zamanlar kocamla ben köyde oturuyorduk. Bu çocukların evlerine komşu idik. Babaları kendi halinde bir adamdı, ormanda odun keserdi. Bir gün ağaç keserken, üstüne ağaç devrilmiş, vücudunu ezmiş, adamın bağırsakları dışarı fırlamış. Daha onu eve getirirlerken canı Allahına kavuştu. O hafta karısı ikiz doğurdu. İşte şu ikiz kız. Kadın hem fakirdi, hem yapayalnızdı; yanında kimsecikler yoktu. Tek başına çocukları doğurdu, tek başına da öldü.

“Ertesi sabah ben onu görmeğe gittim, içeri girdiğim zaman, zavallı kadının vücudu katılaşmış, oduna dönmüştü. Ölürken şu çocuğun üstüne yuvarlanmış, bacağını ezmiş. Köylüler kulübeye geldiler, ölüyü yıkadılar, dışarı çıkardılar, tabutunu yaptılar ve gömdüler. İyi insanlardı. Çocuklar tek başlarına kaldılar. Halleri ne olacaktı? Orada bebeği olan bir tek ben vardım, ilk çocuğum o zaman sekiz haftalıktı. Bunun üzerine bir zaman ben onları yanıma alırım dedim. Köylüler bir araya toplandılar ve bu çocukları ne yapalım diye düşündüler, taşındılar. Nihayet bana dediler ki: “Mari, şimdilik bu çocukları sen yanında alıkoy, sonra onları ne yapacağımızı düşünürüz.” Önce sağlam çocuğa meme verdim, bu sakata hiç meme vermedimdi. Yaşayacağını zannetmiyordum da ondan. Sonra düşündüm ki, zavallı çocuğun ne kabahati var? Acıdım, ona da meme vermeğe başladım. Böylece hem kendi oğluma, hem de bu iki kıza bir arada süt emzirdim. Gençtim, kuvvetliydim, iyi yiyordum, Allah da bana o kadar bol süt verdi ki üç çocuğu emzirdikten sonra artar taşardı bile. Bazen ikisini birden emzirirdim, üçüncüsü beklerdi. Sonra da onu emzirirdim. Allah’ın izniyle bunlar büyüdüler, benim kendi çocuğum iki yaşını tamamlamadan öldü. Biz zenginleştik, fakat bir daha çocuğum olmadı. Şimdi kocam değirmende buğday tüccarı ile çalışıyor, iyi para kazanıyor ve halimiz çok iyi. Fakat benim kendi çocuğum yok, bunlar da olmasalar ne yapardım bilmem! Bunları sevmez de ne yapardım! Ömrümün saadeti şimdi işte bunlar!”

Bu sözlerle topal kızı bağrına bastı, bir eliyle de kendi gözyaşlarını sildi.

Matryona içini çekerek: “Atasözü ne doğru imiş.” insan anasız babasız yaşıyabilir ama, Allahsız yaşayamaz, derler.”

Onlar böylece konuşurlarken bütün kulübe bir nur parıltısıyle aydınlandı, Mikael’in oturduğu köşeden şimşek çakmış gibi oldu. Hepsi o tarafa baktılar. Mikael ellerini dizleri üzerinde kavuşturmuş, gözlerini yukarıya dikmiş gülümsüyordu.

Kadın çocukları aldı gitti. Mikael sedirden kalktı elindeki işi yere bıraktı, önlüğünü çıkardı. Sonra Simon’la karısının önünde eğilerek onları selâmladı, ve: “Allah’a ısmarladık, efendilerim. Allah beni affetti; rica ederim, ne kusur ettimse siz de affedin.” dedi.

Simonla karısı Mikael’den bir ışık aksettiğini gördüler. Simon yerinden kalkarak, onun önünde eğildi, ve: “Mikael, dedi, görüyorum ki sen her adam gibi değilsin ve ben seni ne alıkoyabilirim, ne de sana sual sorabilirim. Yalnız bana şunu söyle: ben seni bulup eve getirdiğim zaman neden kederli idin de, karım sana yemek verdiği zaman gülümsedin ve yüzüne bir parlaklık geldi? Sonra o efendi çizme ısmarlamaya geldiği vakit, yine gülümsedin ve yüzüne yeni bir parlaklık geldi. Şimdi de bu kadın çocukları getirince tekrar gülümsedin ve yüzün büsbütün parladı? Mikael, bana anlat, yüzün neden böyle parlıyor ve bu üç kere niçin gülümsedin?”

Mikael cevap verdi: “Benden ışık çıkıyor çünkü ben cezalandırılmışken şimdi affolundum. Üç defa gülümsedim çünkü Allah beni üç hakikat öğrenmek için göndermişti, şimdi ben bu üç hakikati öğrendim. Birini karın bana acıdığı zaman öğrendim; ilk defa gülümsememin sebebi bu idi. İkincisini o zengin adam çizme ısmarladığı zaman öğrendim, o vakit tekrar gülümsedim. Şimdi de o küçük kızları gördüğüm zaman, üçüncü ve son hakikati öğrendim ve üçüncü defa olarak gülümsedim.”

Simon: “Mikael, bana söyle Allah seni niçin cezalandırdı ve bahsettiğin üç hakikat ne idi? Bunları ben de öğrenmek istiyorum,” dedi.

Mikael cevap verdi: “Allah beni cezalandırdı, çünkü ona itaatsizlik ettim. Ben gökte bir melektim. Allah beni bir kadının canını alıp getirmek için gönderdi. Uçup yere indim, baktım ki ikiz doğurmuş hasta bir kadın yalnız başına yatıyordu. Çocuklar annelerinin yanında hafif hafif kımıldanıyorlardı, fakat kadında onları kaldırıp göğsüne götürecek takat bile yoktu. Kadın beni görünce, canını almak için Allah tarafından geldiğimi anladı, ağlayarak yalvardı: “Yâ Allah’ın meleği! Kocamın üstüne bir ağaç devrildi, öldü, onu daha dün gömdüler. Benim ne kardeşim, ne teyzem, ne de annem var; öksüzlerime bakacak hiç kimsem yok. Canımı alma! Ben ölmeden, müsaade et de çocuklarımı emzireyim, biraz büyüsünler ondan sonra ne istersen yap. Çocuklar annesiz babasız kendi kendilerine büyüyemezler.” Ben de sözünü dinledim. Çocukların birini göğsüne verdim, ötekini kucağına koydum ve göğe, Allah’ın yanına döndüm. Hemen yanına koştum ve anlattım: “O annenin canını alamadım. Kocasının üstüne ağaç devrilmiş ölmüş. Kadın ikiz doğurmuş canını almayayım diye bana yalvarıyor. Diyor ki: Çocuklarımı emzireyim, biraz büyüsünler. Çocuklar annesiz babasız kendi kendilerine büyüyemezler.” Ben de canını almadım. Allah bana dedi: “Git o annenin canını al ve şu üç hakikati öğren: İnsanda yaşayan nedir, İnsana verilmemiş olan nedir ve İnsan ne ile yaşar! Bu şeyleri öğrendiğin zaman göğe geri döneceksin.” Bunun üzerine tekrar dünyaya uçtum, o annenin canını aldım. Çocuklar annelerinin göğsünden düştüler, kadının vücudu yatağın üstünde yuvarlandı, çocuklarının birinin bacağını ezdi. Ben uçtum, kadının canını Allah’a götürecektim; fakat bir rüzgâra tutuldum, kanatlarım önce sarktı sonra bütün bütün düştü. Onun canı tek başına Allah’a gitti, ben ise yine dünyaya, bir yol kenarına düştüm.”

 

XI

Simonla Matryona kendileriyle yaşayanın kim olduğunu, kimi besleyip sığındırdıklarını anladılar, korku ve sevinçle ağlamaya başladılar. Melek yine söze başladı: “Ben bir tarlada tek başıma, çıplak kalmıştım, insan oluncaya kadar ben insan ihtiyacı nedir, soğuk ve açlık ne demek bilmezdim. Açlıktan ölüyor, soğuktan donuyordum, ne yapacağımı bilmiyordum. İçinde bulunduğum tarlaya yakın, Allah için yapılmış bir mâbet gördüm ve belki orada bir yer bulurum diye gittim. Fakat mâbet kapalıydı, içeriye giremedim. Hiç olmazsa rüzgârdan korunurum diye mâbedin arka tarafına gittim, oturdum. Akşam oluyordu. Ben açlıktan, soğuktan ve kederden perişan bir halde idim. Birdenbire yoldan bir adamın geldiğini duydum. Elinde bir çift potin vardı, kendi kendine konuşuyordu, insan olduktan sonra ilk defa olarak fâni bir insan yüzü görüyordum. O adamın yüzü bana dehşet verdi, derhal yüzümü ondan çevirdim. Adam kendi kendine konuşuyor, kışın vücudunu soğuktan nasıl muhafaza edeceğini ve karısıyla çocuklarını nasıl besleyeceğini düşünüp söyleniyordu. Ben kendi kendime düşündüm: “Ben açlıktan ve soğuktan mahvoluyorum, şu adam da yalnız kendisiyle karısının giyeceğini ve yalnız kendi ekmeklerini nereden çıkaracağını düşünüyor. O bana yardım edemez. Adam beni görünce çehresini astı, yüzü daha müthiş bir hal aldı ve yanımdan uzaklaşıp karşıya geçti. Ben ümidimi kestim; fakat birden onun geri döndüğünü duydum. Başımı kaldırdım, deminki adamı tanıyamadım. Önce onun yüzünde ölüm görmüştüm; halbuki şimdi o yaşıyordu ve onda Allah’ın varlığını tanıdım. Yanıma geldi, üstüme elbise verdi, beni aldı, evine getirdi. Eve girdim, bizi bir kadın karşıladı ve konuşmağa başladı. Kadının hali adamınkinden daha dehşetliydi; onun ağzından ölüm ruhu çıkıyordu; etrafına yayılan ölüm kokusundan ben nefes alamaz oldum. Beni soğukta dışarı atmak istiyordu ve bunu yapacak olursa öleceğimi biliyordum. Derken kocası ona Allah’tan bahsetti ve kadının derhal hali değişti. Sonra bana yemek getirip yüzüme baktığı zaman, ben de ona baktım ve onda ölümün artık yaşamadığını gördüm; ona da hayat gelmişti; ben onda da Allah’ın azâmetini gördüm.

“O zaman Allah’ın bana öğretmek istediği ilk dersi hatırladım: “insanda yaşayan nedir, öğren.” Ve insanda yaşayanın sevgi olduğunu anladım! Allah’ın bana vâdettiği şeyi öğretmeğe hemen başladığını anlayınca sevindim ve ilk defa gülümsedim. Fakat daha hepsini öğrenmemiştim. İnsana verilmemiş olan nedir ve insan ne ile yaşar; daha bunları bilmiyordum.

“Sizinle oturdum, bir yıl geçti. Bütün bir yıl aşınıp bozulmayacak bir çizme ısmarlayan adam geldi. Yüzüne baktım, birden, arkasında, arkadaşım ölüm meleğini gördüm. O meleği benden başka kimse görmüyordu; halbuki ben onu tanıdım, o gün güneş batmazdan o adamın canını alacağını biliyordum. Kendi kendime düşündüm: ’Adam bir yıl için hazırlıklar görüyor ve akşam olmadan öleceğinden haberi yok.’ Allah’ın dediği ikinci şeyi hatırladım: İnsana verilmemiş olan nedir, öğren.”

“İnsanda yaşayanın ne olduğunu öğrenmiştim. Şimdi de insana verilmeyenin ne olduğunu öğreniyordum. İnsana kendi ihtiyaçlarını bilmek kudreti verilmemiştir. İkinci defa gülümsedim. Allah’ın bana ikinci şeyi gösterdiğine seviniyordum.

“Fakat daha hepsini öğrenmemiştim. İnsan ne ile yaşar, bunu bilmiyordum. Böylece Allah’ın bana üçüncü ve son dersi göstereceği güne kadar yaşadım. Altıncı sene içinde o kadınla ikiz çocuklar geldiler. Ben kızları tanıdım ve nasıl olup da sağ kaldıklarını işittim. Hikâyeyi işitince düşündüm: Anneleri bana çocuklarının hatırı için yalvardı ve bana annesiz babasız çocukların yaşayamayacaklarını söylediği zaman sözüne inandım; halbuki bir yabancı onları emzirip büyütmüş. Kadın kendisinin olmayan çocuklara karşı sevgi gösterip, onlar için ağladığı zaman, ben onda Allah’ın büyüklüğünü gördüm; ve İnsan ne ile yaşar, bunu anladım. O vakit Allah’ın bana üçüncü dersi de gösterdiğini ve beni affettiğini öğrendim. Ve üçüncü defa gülümsedim.”

 

XII

Meleğin esvapları arkasından düştü, vücudunu nur sardı, o kadar ki insan gözü ona bakamaz oldu; sesi gittikçe yükseldi, sanki söyleyen kendisi değil de gökten bir ses geliyormuş gibi... Melek şöyle devam etti:

“Öğrendim ki bütün insanlar kendi kendileri için kaygı çekmekle değil, sevgi ile yaşarlar.

“O çocukların ihtiyaçlarını bilmek annelerine verilmemişti. Zengin adama da kendisinin neye muhtaç olduğu bildirilmemişti. Bunun gibi, o gün akşam olunca ayaklarına çizme mi yoksa ölüsüne terlik mi lâzım olduğunu bilmek hiç bir kimseye verilmemiştir.

“Ben insan olduğum zaman, kendim için kaygı çektiğimden değil, yoldan geçen bir adamda sevgi olduğundan, kendisi ve karısı bana acıyıp beni sevdiklerinden sağ kaldım. Öksüzler kendi annelerinin kaygı çekmesinden değil, kendilerine yabancı olan bir kadının yüreğinde sevgi olduğundan ve onlara acıyıp, sevdiğinden sağ kaldılar. Tıpkı bunun gibi, bütün insanlar da kendi iyilikleri için zihin yorduklarından değil, insanda sevgi bulunduğundan yaşarlar.”

“Allah’ın insanlara hayat verdiğini ve onların yaşamalarını arzu ettiğini evvelce bilirdim; şimdi daha fazlasını anladım.”

“Şimdi anladım ki, Allah insanların birbirinden ayrı yaşamalarını istemez, bu sebepten de onlara ayrı ayrı herkesin kendi ihtiyaçlarını bildirmez. Allah onların birlikte yaşamalarını ister ve bunun için her birine hepsinin muhtaç olduğu şeyi bildirir.”

“Şimdi anladım ki, her ne kadar insanlar kendileri için kaygı çekmekle yaşadıklarını zannederlerse de, hakikatte onlar yalnız sevgiyle yaşarlar. Kendisinde sevgi olan, Allah’a yakındır ve Allah da ona yakındır, çünkü Allah seveni sever.”

Melek Allah’a hamdlar okudu ve sesinden bütün kulübe titredi. Dam açıldı, yerden göğe bir ateş direği çıktı. Simon, karısı ve çocukları yere kapandılar. Meleğin omuzlarında kanatlar bitti ve göklere yükseldi.

Simon kendine geldiği zaman kulübe eski halinde idi ve içinde kendi ailesinden başka kimse yoktu.