1967
LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR
1 Ocak 1967
TAKVİM YAPRAKLARINDAN BİZE NE
Gece tatsız bir rüyayı hatırlatıyordu. Gürültü, duman ve aşinası olmadığımız bir alay insan. Yalnızdım. Kendimi hayallerime veremeyecek kadar yalnız. Nezle gibi pis bir akşam. İnsan ancak üçüncü mevki kompartımanda bu kadar seviyesiz vatandaşın istilasına uğrayabilir. Bir köşede saatlerin geçmesini bekledim. Bol bol küfrettim kendime. Bu vatandaşların arasında ne işim vardı? V. mutfakta göbek atıyordu. B. Zeytinburnu’lu dostlarıyla sarmaş dolaş olmuştu. Kimsenin tanımadığı bir küçük hanım meraklılara dişi köpek cilveleri yapıyordu. V.’nin teyzezadesi arada çığlıklar atıyordu. Ben iki Antakyalı’nın kıskacı arasındaydım. Biri Çakaltepe’den, öteki Şenköy’den. Türkçeyi Engizisyon mezalimine tâbi tutan iğrenç bir telaffuz. Bizim solakların başlıca vasıfları terbiyesizliktir. Hülasa, sana yakın olmak için senden bir hayli uzaklaştım. Senden yani hayattan ve neşeden. Kâbus saatlerce sürdü. İki buçukta yola revan olduk. Dörtte yattık. Ve sabahleyin odaya dolan günlerin köpüğü: yukarının musluğu bozulmuş, plajın kapılarını kırmışlar, vesair letafetler.
Acı, hassasiyetini kabuklaştırıyor insanın. Ölmek galiba bu. Ayrılıya alışmış gibiyim. Tevekkül, teslimiyet. Ve heyecanların gün geçtikçe kararan pırıltısı. Alışkanlıkların insanı pestile çeviren çarkı. Artık yanarak değil, tüterek yaşıyorum. Nemli bir tomar gibi. Kanatlarım her gün bir parça daha ağırlaşıyor. Galiba ihtiyarlıyorum. 66’yı 67’ye bağladık. Ne adi bir espri değil mi? Dün gecenin tek güzel hatırası çikolata.
Takvim yapraklarından bize ne canım benim. 66’da onbeş gün yaşadık Pek az kula müyesser* olan on beş gün. On beş gün de değil, bütün bir asır, bütün bir hayat. Ve hâlâ yaşıyoruz.
Arada fırtınalar ..ruh ikliminin tabii cilveleri. Bir daha o eve gitmeyeceğim. Ve sen haklısın. İnsanı donduran bir Sibirya havası esiyor orada. Evet, canım, bizim yılbaşımız: tanıştığımız gün. İsa doğmuş veya doğmamış umurumuzda mı? Zaten birbirimizden ayrı eğlenebilir miyiz? Böyle bir teşebbüs bile ihanet değil mi? Galiba can sıkıntısı, bu ihanetin cezası. Sevgilerimle.
Ve bir ay sonra buzlar çözülecek, karanlık bitecek, yeniden hayata doğacağız. Yaramın kabuklarını yoluyorum. Kanamak: yaşamak.
En ateşli buselerle.
12 Ocak 1967 / Saat 22.00
İKİ YIL ÖNCE
İki yıl önce bu akşam bir rüyaydınız, bilinmeyendiniz... Köyde herkes uyumuştu, yatağımda doğruldum ve sizi düşündüm. Bir davettiniz. Neye? Aralık bir kapıydınız. Nereye? Sizde ömür boyu aradığım bir “je ne sais quoi” vardı. İten bir davettiniz, uçurum gibi. O gece uyuyamadım. Sonra tekrar buluştuk ve kaçtım. İçimde bir yara vardı, hayata daha az tahammül ediyordum, daha isyankârdım ve ölüm daha çok tütüyordu gözümde. Sonra...
Gecelerdir yine uykusuzum. İçimde boş geçen bir hayatın kahredici nedameti ve birden bir mağarada uyanan adamın hayretle büyüyen göz bebekleri. Kalbimin her parçası bir çalıya takılmış. Hayatım bir delinin anlattığı hikâye. Yine bir buhran içindeyim. Yaşamak için sevilmeye, çok sevilmeye ihtiyacım var. Yaşamak için sevmeye, çok sevmeye ihtiyacım var. Sizi tanıdıktan sonra, insanları çok daha az seviyorum. Bu yepyeni bir trajedi. Ve belki yaşadığım trajedilerin en büyüğü. Ben bütün bir ömrü bunlara mı feda ettim diyorum. Hazlardan kaçışım bunları bahtiyar etmek için miydi?
Geçen gün bir arkadaş ölmüş. Yıllarca beynimi sömürerek yaşayan biri ve hasta bir günümde beklediği ilgiyi gösteremediğim için dargın öldü. 76 yaşlarındaydı. Binlerce lira kazandı. Okunan kitapları, güzel taraftarıyla, benimdi. İçlerinde bir teşekkür bile yok.
Geçen akşam bir başkasıyla beraberdik. Otelde hesabıma kalır, kütüphanemden kaldırdığı kitapları satardı. Sonunda polise ihbar etti beni, aleyhimde makaleler yazdı, yazdığı her kelimenin yalan olduğunu biliyordu. Ona da yıllarımı verdim. Bana mektuplarımı gösterdi, 18 yaşımın bütün altını vardı o sayfalarda, bütün dehası vardı, bütün çiçeği vardı. Kendi kendimi kıskandım. Bana şiirlerimi gösterdi, birer suretleri için bin lira teklif ettim, güldü ve sakladı.
İki yıl önce bu akşam seninle doluydum. Ama karışık bir içkiydin o zaman, kafaya vuran ve biraz bulantı veren egzotik bir içki. Şimdi yine seninle doluyum. Bazen gözyaşı oluyorsun içimde, bazen kahkaha... Ve seni tanıdıktan sonra dünyam küçülüverdi. Artık tek kadını değil, tek insanısın dünyamın. Sen, çocuklarım ve..
Rüzgâr olmak, yağmur olmak, ışık olmak ve kucaklamak seni? İyi geceler canım benim. Yine sabaha kadar beraberiz.
19 Ocak 1967
HEPSİ BİRER GÖLGE
Ve günler uzaktan geçen yelkenliler. Onları şiire kalbetmiyorum. Ve günler boşuna şarkı söylüyor, boşuna gülümsüyor, boşuna ağlıyor. Çığlıkları, adem ummanının dalgaları içinde kaybolan birer martı sesi. Yaşamıyorum ve yaratmıyorum.
Yaşamak yaratmaktır. Kendini kelimeye, renge, mermere boşaltmak, spermanla değil beyninle ebedileşmek. Kanla yazılan mektuplar ebedî, kanla veya alevle. Bir Ortaçağ simyageri gibi, kıskanç ve ahmak bakışlardan kaçarak yaratmak. Bir suç işler gibi yaratmak. Kimin için? Yaratmak yaşamamaktır, kendimiz olmaktan vazgeçmektir. Ebediyet bir nevi mumyalaşma.
Yaşamak, kendini bir fırtınaya kaptırmak, yaratmak, fırtınaya söz geçirmek, onu mermerin, sesin, rengin hendesesine hapsetmek, dışında kalmak fırtınanın. Ya yaşayacak, ya yaratacaksın. Yaşayacaksın. Yaşamak yanmak demek, alev alev yanmak. Ağlamak demek yaşamak. Bütün kirlerinden arınmak ve tekrar kirlenmek demek. Yaratmak bir yabancılaşma. Yaratılan bir başkası. Tanrı kainatı yarattıktan sonra yok oldu.
Ve insanlar Homeros’un cennetindekiler gibi, kucakladın mı kayboluyorlar. Hepsi birer gölge. Teneke bile değiller. Sevgi garip bir yangın. Yaşaması için büyümesi gerek. O yangına her şeyini atacaksın, zamanını, gururunu, dehanı. Ve kül olacaksın. İnsanlar ondan korkuyor, ondan yaşamıyorlar. Sonsuz karşısında cücenin korkusu.
Jurnalim mezar taşı kitabeleriyle dolu. Yokluğa yuvarlanan bir aşinayı kâğıtta yaşatmak, ona kendi hayatımın bir parçasını vermek, onu öfkenin, kırgınlığın veya sevginin halesiyle kuşatmak. Biz dostlarımızla bütünüz, dostlarımızla, düşmanlarımızla bir bütün. Avni Bey ölmüş dediler. Üzülmedim. Avni Bey çoktan ölmüştü. Ne zaman yaşamıştı ki? Avni Bey bir öksürük ve bir kahkahaydı. Öksürüğü samimiydi, kahkahası yalan. Bir İspanyol dilencisinin takma gururu. Ve komedi oynardık birbirimize. Ben farkında olmadan vermiş görünürdüm, o farkında olmadan almış görünürdü. Enayilik: Kaderin beni ebediyen oynamaya mahkûm ettiği rol. Karşımdakileri küçültmemek için isteyerek benimsedim bu rolü. Mefistoya benzerdi Avni Bey, altmışından sonra tercümeye merak salmıştı. Ben kalbini ve kafasını mahalle köpeklerine peşkeş çeken adam. Avni Bey sırnaşık bir mahlûktu. Başkalarına karşı bir hayli küstahtı da. Benim başka bir maddeden yaratıldığımı seziyordu. Anlıyor muydu, hayır. Yıllarca her sualini cevaplandırdım. Kapım, irfanım ve sofram daima açıktı. Avni Bey bir pınardan içer gibi içiyordu. Ben veren adamdım. Teşekküre lüzum yoktu. Işığa, havaya teşekkür etmek gibi abesti bu. İki yıl önce dargın ayrıldı. O gece hiç uyumamıştım. Çalışamayacaktım. Buhranlar içindeydim. Avni beyin hafsalası almıyordu bunu. Bu, her gün meyvasını kopardığımız ağacın isyanı kadar şaşırtıcıydı. Bir daha aramadı.
İhsan Kongar tanıtmıştı Avni beyi. Bugün ikisi de birer mezar taşı. İhsan beyden iki kitap kaldı. Biri baştanbaşa benim düzelttiğim “Felsefe Dersleri”, öteki ben Paris’deyken yazdığı “Mantık”. Onun için de bir maden ocağıydım. (...) Eski bir metresi devreder gibi Avni beye tanıttı beni. Bana ne verdiler? Hiç. Benden ne aldılar? Yıllarımı. İkisine de acıyorum. Yanımda daima rahatsızdılar. Ama vazgeçemiyorlardı. Ucuz bir kütüphaneydim. Bir kütüphane ve bir oracle. Babam yerindeydiler. İhsan Bey tesadüfen hocam da olmuştu. Karşımda ölünceye kadar dinleyici kaldılar. Ve asırlarca yaşasalar yine dinleyici kalacaklardı. Kongar geç rastlamıştı bana. Yıllar idrakinin pencerelerini kapamıştı. Işık güç sızıyordu içeri.
Onu gerçek bir felsefe hocası yapmaya çok uğramıştım. Aczini farkedince alkole iltica etti ve yumuşadı, cıvıklaştı. Ölüm bir kurtuluş oldu Kongar için. Sakallı tırnaklarını geçirdi hayata. Çengelköy kahvelerinde prafa oynamak için içkiyi bıraktı. Kaç tercüme kaldı sakallıdan? Bilmiyorum. Ama okunmaya değer her sayfa benim markamı taşır. Sakallı denen mahlûku beynimle besledim. Bir kitabında bile teşekkür etmedi. Tabiata benzetiyordu beni, tabiat gibi sonsuz, tabiat gibi cömert ve tabiat gibi şuursuz. Ona kaç bin lira kazandırdığımı bilmiyorum. Ama kütüphanemde hatırasını yaşatacak tek armağan yok. Gübre oldu sakallı. Ondan bir pırıltı kalmışsa, kalacaksa kaynağı benim.
19 Ocak 1967 / Saat 21.00
HİS DÜNYAMDA KORKUNÇ BİR İHTİLAL
Server’lerdeyim. Ruhumda vuslattan sonraki mahmurluk. Bir bahar fecrinin huzuru. Seninle yaşıyorum. His dünyamda korkunç bir ihtilal yarattın. İnsanları sevemiyorum. Zaman zaman şefkate dahi aşina değilim artık. Promete kayaya, yani hicrana zincirli, gündüzleri akbabalar kemiriyor ciğerlerini, akşam tekrar diriliyor. Sen diriltiyorsun.
Mektuplarım günlerden beri bir çığlık sadece, “seni seviyorum” çığlığı. Yalnız kalamıyorum. Kütüphaneye zincirliyim. Ben yıllarca, hatta bir ömür boyu başkaları için yaşadım. Kendimden başka herkese acıdım. Kapım da, kalbim de her çalana açıktı. Onlara kilit takmak kolay olmuyor. Mektup almadığım günler karanlıklardayım. Tekrar dönüyorum eskiye.
Ve dünyama başkaları doluyor. Sahneyi yabancılara terketme canım benim.
Mektubunu alınca bütün hayaletler dağılıyor, yine kendim oluyorum, yine sen oluyorum.
Konya’ya beraber gidelim, dedin, nasıl istersen. Henüz ne Fikret’e telefon ettim, ne Mehmet’e. Bugün Ankara yolu kapalıydı, İstanbul korkunç derecede soğuk. Telefon ettiğim odada ancak çılgın bir âşık birkaç saatini geçirebilir. Munisliğine teşekkür. Buluşma yerini ve gününü önümüzdeki hafta tayin ederiz.
18 yaşın bütün sabırsızlığı, bütün çılgınlığı, bütün hasretiyle senin.
19 Şubat 1967
YAŞAMAK VEYA YAŞAMAMAK
Yaşamak veya yaşamamak. Yıllardır bu iki zıt arzunun pençesindeyim. Hayat, acılarımın sisli camı arkasında kâh bir kâbusa, kâh bir heyulaya benziyor. Bazan komedilerin en adisi. Bazan trajedilerin en dayanılmazı. Ve içimdeki cehennemden habersiz bir dünya.
Kitaplardı benim oyuncağım. Onları elimden aldılar. Önce insanlar aldı, sonra kendileri kaçtılar benden. Ve kadınlar ki, ölüm kadar güzeldiler.
Duyguları kapıda bekletiyorum. İçerde yabancılar var. Kapıyı açtığım zaman, kimseyi bulamıyorum dışarda. Beraberken ânı yaşıyorum ve şuurun ırmağı bulanık, yaşamaktan düşünemiyorum. İhsaslar* koro halinde. Onları sınıflandırmak, isimlendirmek, billurlaştırmak zaman istiyor.
Beni ne kadar anlıyorsunuz? Ben sizi ne kadar anlıyorum. Akşam büyük bir endişeden kurtulmuştum. Ama bahtiyar değildim yine de. Radyoda “sana gönül bahçesinden..” şarkısı vardı. Bunu ilk defa olarak bir başka sesten duyuyordum.
İki Saat Sonra
Hep aynı facia. Yazmaya hazırlanmak ve yazamamak. Beraberken bahtiyar mıydım? Hayır. Aradıklarım vardı. Yetmiyordun bana. Ama senden uzakta gerçekten bedbahtım, insan suya, havaya ne kadar ihtiyacı olduğunu onlardan ayrılınca fark ediyor. Bu dekor benim kabuğum. Bu insanlar hayatımın bir parçası. Onları seviyorum. Daha doğrusu onlarsız bir hayat düşünemiyorum. Şuurum kararıyor. Ama sensiz de yaşayamayacağım. Bir Cuma günü Doktor Fridman, bir daha göremeyeceğimi zalim bir hissizlikle kulaklarıma fısıldamıştı. O akşam sesiniz beni tekrar bağladı hayata. Son defa çok haşindim size karşı. Üç aylık hicranın bütün ıstıraplarından yalnız siz sorumluydunuz sanki. Her şeyi sizden beklemiştim. Hâlbuki hasreti kısaltmak için hiçbir şey yapmamıştınız. Yemekten sonra içilen bir likördüm ben. Peki, siz neydiniz? Son bir ay sizsiz yaşayabilmeye alıştırdım kendimi. Tatsız, renksiz, yarı ölü bir hayat. Neye yaradı? Hiç. Karşılaşınca bu bir aylık telkinlerin kurbanı oldum. Sonra yeniden küller dağıldı. İçimdeki ateş her zamankinden daha gür, daha alevli. İkinci ayrılışımızda daha rahattım. Yalnız sizi seviyordum. Son anda bir tercih yapabilirdim. Şimdi eski sevgilerim, buna isterseniz şefkat deyiniz, bütün zindeliğiyle yaşıyor. Ama sizi eskisinden daha çok seviyorum. Ancak sizinle tamamlanacak bir dünyada yaşamaya katlanabilirim. Teker teker yetmiyorsunuz bana. Hiçbiriniz beni tam olarak anlamıyorsunuz.
Yaşamamı istiyorsan anlamaya çalış beni. Ve bütünümle sev. Hasretle.
20 Şubat 1967
AŞK, DEHADAN NADİR
Dün gece yine seni düşündüm. İkinci ayrılışta gözyaşlarıyla işlenen bir mektubunu almıştım. Benimle beraber gelmişti mektup. Bu defa başkalarıyla sohbeti benimle olmaya tercih ettin demek. Ankara’da on iki saat, İskenderun’da yirmi bir. Bir buçuk gün, bu sükût bir ihanet değil mi? Akşam yine seni düşündüm. Düşünmek veya düşünmemek. Bu bir parça elimde. Ama unutmak ölmek değil mi? Önce öldürmek. Heyecanımızı, gençliğimizi, yani hayata mana veren her şeyi. Sonra yeniden başlamak. Unutmak, unutmaya çalışmak, kurumaktır. Yara kabuk bağlayacak. Bunun için oyalanmak, oyuncaklar aramak, çirkin şey.
Çivi çiviyi söker ama ruh çopurlaşır. Boyuna hatırana eğilmek, boyuna seninle yaşamak ve senden uzakta olmak öldürüyor beni. Facia şurada: ya acıdan kurtulmak ki bu kurtuluş ikimizin ölümü bir parça, yahut acıya katlanmak. Ne zamana kadar?
Sanki hiç buluşmamış gibiyiz. Hasret, maddi bir acı gibi içime işliyor. Islak, öldürücü, yakıcı, üşütücü bir yalnızlık. Ayrılalı kaç saat oldu? Asırlardan beri ayrı gibiyim. Aman yarabbi. Her geçen saat, yaşamak sevincinden bir parçasını alıp götürüyor. Hayalimin eridiğini, azaldığını, hisseder gibiyim. Seni unutmak. Niçin? Vahadan sonra çöl. Gül bahçesinden sonra bozkır. Sana susuzum. Eskisinden çok fazla susuzum. Sesine, saçlarına, eline. Belki fizik değil bu susuzluk, belki fizik. Senin dünyan var, mevsimlerin var, her şey sizin. İlk Ankara ayrılışı yine böyleydim, huzur daha önceye, senin olmadığın bir tarih öncesine dönüş. İstemiyorum böyle huzuru. Acaba yine hata mı ettik? Bu ıstıraba son mu vermeliydik birlikte. Şuur ırmağı bulanık akıyor. Durulur elbet.
Biz rüzgârların meçhul bir ülkeye, saadete sürüklediği birer gemiydik. Hak etmemiştik bu saadeti. Bir mucizeyi yaşıyorduk. Ve yaşıyoruz. Aşk, dehadan çok daha nadir. Bunun için bin bir ihtimal bir araya gelecek. Arzda hayatın başlaması gibi bir şey. İnsanın maymundan üremesi gibi bir şey. Ben görmeyeceğim, sen yaşamamış olacaksın. Ve bütün muhitimiz bakar kör olacak. Ne seni fark edecekler, ne beni. Ben kimseye benzemeyenim. Sen kimseye benzemeyensin. Kaderin çok iltimaslı kullarına bahşettiği bu ilahi ziyafete, bu ruh ve ten cümbüşüne layık olmaya çalışalım. İstikbal öyle sisli, o kadar dikenli ki. Seninkiler daha görünmedi. Ne düşünüyorlar? B.’nin mektubu hayli canımı sıktı. Gelince fikirlerimi yazarım. Coşkunluğumu hoş gör. Istıraptan sarhoşum. Istıraptan yani hasretten. Yarım saat seninle baş başa kalmak ve sonra ölmek. Şu anda istediğim bu. Perestişle.
25 Şubat 1967
SİZDE İDEALİ BULAMADIĞIM ZAMAN
Bir uçurum gibi büyüyen sükut, hayattan, ışıktan, ümitten kopuş.. Nihayet gönlüme baharı getiren sesiniz. Kırık bir tekne, karanlık bir deniz. Ufukta siz olmasanız hayat denen bu yolculuk, bu rezil, bu pespaye, bu komik sürükleniş dayanılmaz bir çile olurdu. Yeniden kendimi buldum mektubunuzda, ömrümün en kederli anları sizi kaybettiğimi sandığım anlardı: Şubat’ın ilk günleri, Ankara. Gök kubbenin bütün yıldızları başımda parçalandı ve güneş kahkahalar atarak uzaklaştı ufkumdan ve gece, ıslak, yağlı, isli bir gece bütün benliğimi bir ahtapot gibi kucakladı. Kimsiniz? Otuz yıldır gördüğüm rüya. Artık benim için yol üçe ayrılmıyor. Şehzadelerin karşısına çıkan yol iki: ölüm veya...
Mektubunuz rüyada duyulan dost sesler gibi: fırtınalar diniyor, yaralar kapanıyor ve insan yaşadığını anlıyor. Sizi kaybettiğim zaman yani sizde rüyamı, sizde ideali bulamadığım zaman dünyam kör bir kuyuya benziyor, yılanların ıslık çaldığı, lağım kokan kör bir kuyu. Güzel yazıyorsunuz.. Çünkü kaleminize ilham veren Eros’un ta kendisi. Bütün ruhunuz konuşuyor, hayatın dile gelişi gibi bir şey. Siz yaprak yaprak açılan bir kitapsınız, benim keşfettiğim bir kıta: Cemilanya. Sizi küçük görmektense gözlerimi bin kere feda etmeye razıyım. Benim ezelî melikem. Elest bezminden nişanlım.
Uzun veya kısa, yaşamak için size muhtacım. Siz de bensiz yaşayamazsınız. Dudaklarımızı ancak ölüm ayırabilir birbirinden, dudaklarımızı ve kalplerimizi. Mektuplarınız gecikince kendimi metruk bir kayık gibi dalgalara bırakmıştım, hastayım, yani öksürüyorum ve ateşim var. Elin alnımda dolaşsa nasıl da iyileşirdim! Sevilen hastalanmaz, seven hastalanmaz, ama sevilen ihmal edilmez. Mektubun bir büyü gibi bulutları dağıttı. Yarı yarıya iyileştim, bir yenisi tekrar beni Zaloğlu Rüstem’e çevirir. Sensiz sıhhat neye yarar? Neden dinç olacakmışım? Dünyanın bütün nimetleri seninle güzel. Schopenhauer’i bekliyorum. İstediğim, sana kendimi bütünümle verebilmek, bütünümle faydalı olmak sana.
Sen her zerrenle perestişe layıksın ve istiyorum ki şahane bir tomurcuğa benzeyen kabiliyetlerin aşkımın sıcak ikliminde bütün şiiri, bütün lüsunu, bütün ıtırıyla açılabilsin. Benim has bahçem, sam yelleri esen çöllerden geçtim, dudaklarım susuzluktan çatlamıştı, boğuluyordum, ya cinnet ya ölüm veya sen vardın. Sen çıktın karşıma, sen ki benim için yaratılmıştın, sen ki sevmemiştin, sevilmemiştin, sen ki uykuda dolaşan bir hayaldin, tanımıyordun kendini ve hâlâ zaman zaman düşman bir dünyanın kırık aynasına kayıyor gözlerin, sen orada değilsin, gönlüme, gözlerime, mektuplarıma bak. Belki sevdiğin için büyüksün, sevdiğin için ve sevdiğin kadar, yani sonsuz. Şubatın ilk günleri zalim bir buhran içindeydim, sonra sisler dağıldı, tekrar buldum seni, seni yani idealar alemindeki kadını ve ayrıldık. Cennetten kovulan Âdem gibiyim, kulaklarımda sesinin ilahi bestesi ve boşlukta yuvarlanıyorum. Mektupların tutunduğum birer dal, seni bir daha görmek ve ölmek istiyorum. Güzel olan bu. Seni kaybetmek, hayalimde boğulmak değil. Bu sermesti sadakatimin mükafatı. Yalnız sende eriyişimin, yalnız seni düşünmemin mükafatı.
B.’nin mektubu gelmedi henüz. Sana grameri yolluyorum. Perestişlerle..
26 Şubat 1967
TANRILARIN GAZABI
“Hint Edebiyatı” denize atılan bir şişeydi: S.O.S, S.O.S. Çağdaşlarıma bir kıta fethetmiştim, yıldızları, okyanusları, dağları ile bir kıta. Denize atılan şişe kayalarda parçalandı. Sonra sizi halkettim: hasretlerimden, acılarımdan, rüyalarımdan. Siz gönlümün “tuzla”sında muhteşem bir inci hevengi haline gelen kuru bir daldınız. Hayır, canım benim, siz gökten ateşi çaldığı için bütün Promete’ler gibi tanrıların gazabına uğrayan bir fikir maceracısının yuvarlanırken tutunduğu son daldınız. Çiçek dolu, meyve dolu bir dal. Yorgun başımı yapraklarınıza gömdüm ve kuşların sesi içimdeki fırtınanın cehennem-i uğultusunu dindirdi. Bir dal değil, bir ormandınız.
Hastayım. Bir akşam alnınız tutuşurken beni aramıştınız, o gece, kilometrelerin ötesinden adımı çağıran sesinizi duymuş, sabahlara kadar ağlamıştım. Şimdi, yalnız sizi düşünebiliyorum. Hayat birden bütün cazibelerini kaybetti. Neden avuçlarınız yüzümde dolaşmıyor, neden saçlarınızın temasını duymuyorum? Karanlıklarda kalan bir çocuk gibiyim ve yoksunuz. On iki günde tek mektup, tebrik ederim, çok vefakârsınız. Gözyaşları, ateş bir sıvı halindeki küreleri taşlaştıran yağmurlar gibi. Her yara kabuk bağlar. Bütün ameliyatlara alışkınım. Zaten...
Şubat deniz kızları gibi başladı, deniz kızları gibi bitiyor. Çalışamıyorum, nefes alamıyorum. Telleri kopmuş bir keman gibi. Niçin, neye yarar? Çılgınca susuzum mektuplarına. Yaşarsam onlarla yaşayacağım? Yangın büyüdükçe büyüyor. Sonra bir sürü can sıkıntısı. B.’nin mektubu gelmedi, kendisi de görünmedi. Kendisi ve hempaları. Bu cenin-i sakıtın hiçbir düşüncesi beni ilgilendirmez. Dünyada yalnız sen varsın, fedakârlıklarım, yani mülevvesata* tahammül edişim, sadece sana faydalı olur ümidiyleydi. Hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilim. Sen de öylesin. Yalnız gerekli bazı apandisit ameliyatlarına yanaşmıyorsun. İnşallah ilerde bizi rahatsız etmez bu pislikler. Ne istiyorlar? İltifat başlarını döndürdü galiba. B.’de iki kitabım var, biri tek nüsha, suratını görmemek için ikisinden de vazgeçerim. Seni rahatsız ederse canına okurum. Geçelim...
../Şubat 1967
BİTMEYECEK BİR VUSLAT
Baldız evden çıkmamızı veya satın almamızı istiyor. Oysa ki kaloriferli bir yere taşınmak zorundayız. Kütüphanelerin nakli ölüm gibi bir şey. Bununla beraber katı satın almak niyetindeyim, gelince size kiralarız. Bizimkiler kiralık ev arıyorlar.
Gramerler, prensipal yerine maine clause tabirini kullanıyorlar. Herhalde complexe cümlelerde ana cümleye indepandant demek yanlış, hem şekil bakımından yanlış, hem mana bakımından yanlış. Terminolojinin öteki kısımlarında aşağı yukarı sen haklısın, yalnız direkt, endirekt tasnifindeki mütalaan tatminkâr değil. Yolladığım kitabı bir hayli karıştırdım, doyurucu bulmadım ama bendekilerin, şimdilik, en iyisi, ihtiyacın olursa daha mükemmellerini temin ederim.
Schopenhauer benim eski göz ağrılarımdan, sen olmasan tekrar ona dönerdim. Sen Schopenhauer’in canlı bir tekzibisin canım benim. Çevirirsen bastırırız, ben de bir önsöz yazarım. Çevir ama tesirinde kalma. Schopenhauer çok sevimli bir deli. Zalim fakat realiteyi içinden yakalayan görüşleri var: Hint’le Eflatun.
Defalarca söyledim, sende imrendiğim bir taraf var: yazı kuvveti, imrendiğim, hatta kıskandığım ve gelişmediği için üzüldüğüm. Gelişmediği derken içtimaileşmediğini kastediyorum. Bu yalnız benim için çalınan büyülü bir rebap. Sen zaten bütününle öylesin, keşfedilmemiş bir ülke. Sende imrendiğim bir taraf var, dedim, hayır bir değil, takdis ettiğim, perestiş ettiğim, binlerce taraf var. Bütün kadınlar birer teneke senin yanında. Her gerçek hazine gibi gizliydin, seni kalbim keşfetti, seni seviyorum Lamia’m benim. Hiçbir kadının sevilmediği gibi seviyorum, ölesiye seviyorum. Havva’dan bu yana senin kadar bütün, senin kadar saf, senin kadar girift ve senin kadar güzel ve senin kadar gerçek bir kadın yaratılmadı. Mektuplarına muhtacım, mektuplarına, sesine ve maddene ve ruhuna. Yoksa susuz bir çiçek gibi solar giderim. Seni ebedileştirmeden, sende ebedileşmeden ölmek istemiyorum.
Ayrılırken sakindim. Sen, bütün köşe bucaklarıyla fethettiğim bir ülkeydin, sınırlarını çizmiştim ve sevgimi surlaştırmıştım etrafında. Saçların aşkımın bayrağıydı artık. Benimdin, öldükten sonra da benimdin. Ayrılık bir dinleniş olacaktı, bir dinleniş, bir susayış, bir hazırlanış. Güneşin tekrar doğmak için batışı. Vücudunu buselerimle zırhlamıştım. Bir mısra gibi başlayıp biten, daha doğrusu başlayan ve bitmeyen ve bitmeyecek olan bir vuslat sadece virgülle noktalanıyordu. İkimiz de nefes almalıydık biraz. Cuma günü telefona çıkmayışın ruh ummanımı tekrar dalgalandırdı. Kortanda ilk ayrıldığım zaman bu kadar heyecanlı mıydım bilmiyorum, herhalde bu kadar susuz değildim. Sen içildikçe susanan bir kaynaksın Lamia’m. Işık, hayat, ümit kaynağı.
Bu aşkın kitaplardakine benzer yönü yok. Benimsin, kendim kadar benim, kokladığım hava kadar benim. Yine de delice seviyorum seni, biliyorum ki gel dediğim an yanımdasın, biliyorum ki öl dediğim an ölürsün, benim için yaşadığını biliyorum, bensiz yaşayamayacağını biliyorum. Herhangi bir adalem kadar benimsin, ama yine de seviyorum seni. Kuşku beslermiş aşkı, laf, yalnız biliyorum ki uzun bir ayrılık küllendirir. Ve sükut ayrılığı koyulaştırır, katılaştırır, katilleştirir. Ateşim var ve öksürüyorum, seni çok sakin buldum mektubunda. Avunmağa başlamışsın, buna tahammülüm yok. Ben tam bir monogam’ım, daha doğrusu sen beni öyle yaptın. Öylesine doluyum ki seninle, başka bir hayale, başka bir teselliye, başka bir eğlenceye, başka bir ıstıraba tahammülüm yok. Perestişlerle.
7 Mart 1967
YENİ BİR HİCRAN{7}
Hicran: hem olmak, hem olmamak. Olmak, yani mazide ve gelecekte yaşamak, hatırlamak ve ummak. Olmamak, yani iki zaman arasına gerilen incecik telde sonsuz bir ürpertiyle uçurumu seyretmek, uçurumu yani ademi. Mektuplarının bir cümlesi şuuruma bıçak gibi saplandı: bu ayrılık ötekilerine benzemiyor diyorsun. Neden? Zaman sevgimizi her gün daha çok arttırıyor. Yangın gibi gittikçe büyüyen bir his bu. Bütün hayatımızın manası. Seven, endişe eder. Ama bu kötü düşünceleri kafandan at ve kelimeleştirme. Romanımızı itinayla, aşkla, sabırla işleyelim.
Ancak çok büyük bir felaket, bayramda görüşmemize engel olabilir. Sonra., sonrası yeni bir hicran diyeceksin. Evet. Vuslata götüren yeni bir hicran.
Tercüman henüz gelmedi. Anatole France imrendiğim insanlardan biri. Dehasına değil, hayatına imrendiğim. 45 yaşlarında tanıdığı sevgilisini huzur içinde sevebildi. Hep beraberdiler. Bütün olarak beraberdiler. Sana ihtiyacım var. Suya, havaya, ışığa bu kadar hasret çekmedim. Kafam bozuk. Seni deli gibi seviyorum. Öleceksek beraber ölelim. Hep bir kâbusu yaşıyor gibiyim. Koşamıyorum sana. Gel diye de haykıramıyorum. Koşamıyorum, vazifelerimle, şefkatimle, vicdanımla, mazimle bu coğrafyaya bağlıyım. Gel diye haykıramıyorum. Nasıl olsa gelmeyecek misin? Mart bitiyor. Yani martı bir arada bitireceğiz. Üç ay daha, üç zalim, üç korkunç ay daha var. Ama sonra daima beraber olmayacak mıyız? Her bunaldığım zaman sana koşabileceğim. Her bunaldığın zaman dizlerinin dibinde olacağım.
Kuvvetli olmalısın canım benim. Benim için de kuvvetli olmalısın. Saadetimizi adım adım fethetmek zorundayız. Ne kadar garip. Seni sakin görmek kudurtuyor beni, sükununu ihanet sayıyorum. Seni üzüntü içinde görmek çıldırtıyor. Sev beni, ölünceye kadar seninim, delirinceye kadar seninim, öldükten sonra da seninim. Bütün ruhum, bütün heyecanım, bütün varlığımla kucaklayarak.
8 Nisan 1967
TARİH DENEN ABESLER ZİNCİRİ{8}
Ve beni rüyalarımdan koparan tren... Yanımda bir delikanlı renksiz, kokusuz. Muhasebeciymiş. Konyalı ve seni tanımıyor. Uykusuzluktan ve ıstıraptan sızıyorum. Tren sarsılıyor, köyler, şehirler, sesler. Kompartıman Konyalılarla dolu. Bağırarak konuşuyorlar. Konu: Tahir Hoca. Bir tiyatro müdürü, Hülleci vak’asını teessüfle yad ediyor. Tarafları da var. Konya için bir yüzkarasıymış bu hadise. Tahir Hocanın emriyle yapılmış. Tahir Hoca bilmem hangi zenginlerin adamıymış. Konuşmaya ben de katılıyorum. Konu sudaki halkalar gibi genişliyor. Güzel konuşuyor Konyalılar... Sonra İstanbul. Ve boş, lüzumsuz, hiç kimsenin işine yaramayan hayat. Dün derse başladım. Machiavel’i anlattım dinleyicilere, Machiavel bütün Batı Rönesans’ı. Ütopyacılar Doğudur, Thomas Morus, Campanella: Eflatun’un yankıları. Eflatun şiir ve rüya. Machiavel bütün bir Batı tarihidir. Robespierre, Marx, Stalin. Beyaz eldivenle politika yapılmaz. Aşil’in hocası Santor’du, Santor yarı at, yarı insandır. Politikacı da yarı insan yarı hayvan olmalı. Hayvan yani tilki ve aslan, pusuya düşmemek için tilki, kurtları haklamak için aslan. Machiavel ile Gandi, Batıyla Doğu. Biri politikadan ahlakı kovar, öteki politikayı ahlaka kalbeder. Muhammet, harp, hiledir diyor. Muhammet de realisttir. Silahlı bir peygamber. Şiddeti ortadan kaldırmak için şiddet. Tarih bu yalanın insanlığa ne kadar pahalıya mal olduğunu bar bar bağırıyor. Kan kanı, şiddet şiddeti doğurur. Gayeyle vasıtalar bir bütündür. Hiçbir gaye kötü vasıtaları meşrulaştırmaz. Politikacı ameliyat yapan bir doktor. Politika bir aritmetik. Martov’un “onbinlerce kişi açlıktan ölüyor” şikâyetini, yumruğunu masaya vurarak “ben milyarlarla meşgulüm” cevabıyla karşılayan Lenin, Machiavel’in kendisi. Hayır. Kendisi değil, kahramanı. Machiavel’e Machiavel kadar benzemeyen hiç kimse yok. Edebiyata samimiyeti getiren adam. Edebiyata ve..
Bir saatin çarklarını, zembereklerini gösteren adam Machiavel. Bastil’i yıkmağa koşan iki yüz bin kişinin yüz bini XVI. Louis idi, yüz bini Marie-Antoinette diyor bir Fransız romancısı.
Bir insanda bütün insanlık var. Ve aritmetik cansızlar dünyasında geçerlidir. Dört kişiyi kurtarmak için üç kişiyi öldürmek. Dört kişi kurtuluyor mu? Fransız devrimi neleri yıktı, neleri yaptı. Bir Lavoisier, bir Chenier, bir Danton, bir Saint-Just. Ve dudaklarında tebessüm bir aşk randevusuna gider gibi giyotine giden mağrur, müstehzi, zarif bir aristokrasi. Sonra, sonra Korsikalı bir maceracı. Kandan denizler ve bir başka hükümdar. Kur’an doğru söylüyor: katili katille tebşir ediniz. Öldüren öldürülür. Her ihtilal bir başka ihtilalin piçi. Sonra bir Abdülhamit yerine yüz hergele. Zavallı Machiavel.
Çağının en büyük kafası. Ve 43 yaşında kaldırıma fırlatılmış. İşsiz, istikbalsiz hatta mazisiz. Bir kayayı zirvelere çıkarmaya razı. Balıkçı kahvesinde baldırı çıplaklarla tavla oynuyor gündüzleri. Aynı Floransa iki yüzyıl önce Dante’yi de kusmuştu. İnsan insanın kurdudur. Hayır dostum. Kurtların insana tahammülü yok. Ve milyonlar çakal, sırtlan, kurt. Rezil İtalya. Rezil kainat. Machiavel haklı, Machiavel veya Nietzsche. Bu sokakta dolaşan hayâsız, haysiyetsiz köpeklerin hepsi aynı satranç tahtasının boyası dökülmüş piyonları.
Yogi’yle Komiser. Hangisi haklı? Biri cihad-ı ekber*i başarmış. Öteki maddeyi mıncıklamakla meşgul. Maddeyi ve tarihi. Ama Yogi de bir aliene değil mi? Yaşamıyor, belki ebedî olduğu için yaşamıyor. Donuk, soğuk, kutuplar gibi bir ebediyet. Kalbi yok Yogi’nin. Damarlarında Tanrı dolaşıyor, kan değil. Ya Komiser? Bakışlarında bir İspanyol hançerinin pırıltısı, göğüs boşluğunda çelik bir zemberek. Machiavel veya Marx. Proletaryayı kurtarmak. Proletaryayı proletarya yapan kim?
Yogi’yle Komiser... İkisi de yarım. İkisi de adam değil bunların. Birer tecrit. Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. Ama belki de kavganın dışında olduğumdan. Bastil’i devirmeye koşanlar içinde yüz bin XVI. Louis. “hüsniyyâtla* politika yapılmaz,” diyor Machiavel. Tahta çıkan her veli XVI. Louis’leşir.
İki saat Machiavel’i anlattım. Machiavel’i değil, insanlığın kaderini. Ve tarih denen abesler zincirini. Dinlediler mi? Kim kimi dinliyor ki. Bir gün uyanıyorsunuz. Yakınlarınızın hepsi yabancı. Dilleriniz başka, dinleriniz başka. Çok yalnızım, Fikret. Ve yalnızlık deniz gibi büyüyor. Ölüm gibi büyüyor. Kavgaya girmek. Kiminle, kimin için? Sen gemidesin. Ben sahilde. Geminde kimler var? Seninle gülerek ölüme gidilir. Hedef mühim değil. Kaldı ki, hiç olmazsa senin düşündüğün ve kovaladığın her hedef asildir. Ve Anquetil’i Hind’e götüren gemide ipten kazıktan kurtulmuş serseriler vardı. Ama biliyorsun. Yaralıyım ve yorgunum. Dışarda şuh bir bahar. Kaç gecedir uyuyamıyorum.
Ne yesem dokunuyor, ne içsem zehirliyor. Yalnızım. Fuat iki defa uğramış. Belki gitmeden bir daha uğrar. Niçin uğrasın? Yıllar ve kilometreler aramızdaki bütün bağları kopardı. Zaten bağ var mıydı aramızda? Server bir görünüp kayboldu. Berke kendi hayalî dertleriyle meşgul. Ümidin fakültesi var.
Senin zamanın var diyordun. Var. Dişlerini gırtlağıma geçiren bir zaman. Ben bu zamanı işe yarar bir nesneye nasıl kalbedeceğim? Ellerim bağlı. Herkesin meşgalesi var. Yazamam, okuyamam. Başkasından yardım dilenmek. Yardım dilendiğimiz herkes bir başkasıdır. Dilenmek, uçurum gibi ayırır insanları. Tahterevalli dengesini kaybeder. Karşınızdaki tepeden bakar yüzünüze, merhametle bakar. Gittikçe soğuyorum insanlardan. Kendimden soğuyorum. Bu bir nevi ölüm. Ama sen sınırları gittikçe genişleyen bu Sibirya’nın dışındasın. Konuşalım. Şu kanaattayım ki, politika seni hayal kırıklığına uğratacak. Tilkiler içinde bir arslan. Ama yaşamak kavga demek. Büyüyeceksin dövüştükçe. Yaralanacaksın da. Gösterdiğin misafirperverlik için teşekküre lüzum var mı? Bütün olarak seninleyim.
17 Nisan 1967
İSLAMİYET, SOSYALİZM, FAŞİZM{9}
On beş gün olmuş Konya’dan ayrılalı. Uzadıkça uzayan sırnaşık, fetihsiz on beş gün. Zaman bir tünele benziyor, sonu görünmeyen bir tünele. Ve bir rüyadaymışım gibi yürüyorum.
Berke askerden döndü. Bütün pırıltısını kaybetmiş. Derisine zincirli, kanatsız, heyecansız, bir zindan mahkûmu. İnsan hayretle duralıyor. (...) İnanmayan insanın, sevemeyen insanın, acıyamayan, kızamayan insanın köpek leşinden farkı yok.
Ali bey doçentlik teziyle meşgul. Bu adamlar benim günahlarım. Kullarından utanan Tanrı gibi hicap içindeyim. Bir nehrin yatağını değiştirircesine kaderlerini değiştirdim.
(...)
Server yeni makamının masum gururu içinde... Ve bitmeyen günler. Çarşamba akşamı eski bir şakirdimle beraberdik. Senden ayrıldım ayrılalı ilk defa gülümseyebildim. Karşımda bir parça sen vardın. Sen yani Anadolu insanı. Dürüst, imanlı, toprak kokan, ağaç kokan bir insan: Ahmet Kabaklı, on üç yıldır görüşmemiştik. Günah onun. Ben kapısı her çalana açık bir mabet gibiyim. Gerçek dostlarım gelmediler. Ve mabet katır sinekleriyle doldu. Bu hepinizin büyük günahı. Beni yalnızlıktan beter bir yalnızlığa, kalabalık bir yalnızlığa siz mahkûm ettiniz. Aşktım, dostluktum, ışıktım. Ve boş bir odada yanan lamba. Ve hiçbir susuzluğu gidermeden akan başıboş bir ırmak. Düşünüyorum. Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz. Tesadüflerin önüme fırlattığı malzeme, kerpiçten daha soysuz, daha salabetsiz* ve sevimsiz.
Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş. Biyolojik değil, moral bir vahdet. Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. Aynı şeylere inanmak. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Lazı, Kürdü, Arnavudu düğüne koşar gibi ölüme koşturan bir inanç bu. 600 yıl aynı potada erimek ve kainata meydan okumak, zaferden zafere koşmak, beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra çözülüş, çürüyüş, kokuş. Ve bir mezarlık haline gelen memleket. Tarihin dışına çıkan Anadolu. Tarihin ve hayatın. Ve Avrupa kapitalizminin uyuz köpeği intelijansiya. Bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı yok. Şiirsiz, şikayetsiz, bir frengi salgınının kemirdiği bedbaht uzviyetlerin çirkinliği var. Ve intelijensiya, efendilerinin fırlattığı kemikleri yalamakla meşgul. Havlamasını bile unutmuş. Dişsiz, kuyruksuz. İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor. Dinsizlik irticaların en affedilmezi. En yiğit orduyu en miskin sürü haline getiren veba.
Sosyalizm iktisadî bir düzen olarak tartışılabilir belki. Fakat bugünkü talepleri, bugünkü ifadesi, bugünkü kopukluğu içinde bir ihanet-i vataniyedir. Yani sen haklısın. Kurtuluşumuzu ancak kendimiz yaratabiliriz. Doğu da düşman, Batı da. İkisinin de sırtında kamçımızın izleri var. Avrupa da eski kölemiz, Rusya da. Ve biz kölelerimizin çizmesini yalamaktan garip bir şehvet duyuyoruz. Faşizm, yani tehlikeli bir hayat, yani bir avuç insanın bütün kalabalığı uçurumdan zirveye kanatlandırması, yani bu uyuşuk, bu pelteleşmiş, bu erkekliğini kaybetmiş insanları kan ve ateş içinde eritip yeniden granitleştirmek. Kafayı yerine oturtmak. Sosyalizmin en rezil tarafı, zaten kindar, zaten yırtıcı olan Türk insanını Türk insanına düşman etmesi. Yok edilmesi gereken bir avuç satılmış var, yok edilmesi, yani sahneden kovulması. Bütün bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayan insanların vatanı. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek: yapılacak iş bu. Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?
Geçen cuma yine Rönesans’ı anlattım. Rönesans Avrupa’sını hülasa eden iki insan var: Machiavel ile Bacon. Biri, politikayı ilimleştirmiş, fert olarak büyük bir mağlup. Öteki, yeni bir metot kurucusu: politivizmin, adeta pragmatizmin temellerini atmış ve Machiavel’in ilk tatbikçisi. Yeni bir İngiltere yaratmak için politikayı felsefeye tercih etmiş ve başvekil olmuş. Sonra? Sonra hakaretle kovulmuş ve çağının sosyal tarihinde, imzasını taşıyan tek hadise yok. Bacon veya Demirel. Bacon, politikanın dışında Bacon.
Nietzsche tehlikeli bir hayat yaşayın diyor. Politika tehlikeli bir hayat. Bilirsin ki Kapitol ile Tarpea yan yanadır. Kapitol’da taç giyilir. Tarpea, ölüme, yokluğa, zillete açılan uçurum. Düne kadar kelimelerden korktuğumu anlıyorum. Faşizm, ölüm gibi bir kelimeydi benim için. Gözünün içine bakamadığım kelimelerden biri, cinayetti, günahtı, intihardı. Bu peşin hükümden de sıyrıldım. Ama ben, yaşamak istiyorum önce, sonra dövüşmek. Hristiyanlıkla Hint düşüncesini kaynaştıran bir dostum vardı: Lanza Del Vasto, o, önce yaşayın, diyor, yani sevin, sevilin sonra manastır veya kavga.
Dün akşam, bir alay misafirim vardı. Celal Sılay’ı tanır mısın? Celal Sılay, Bizans’tır, Bizans’ın maskara tarafı. Kitapları görmüş, burada kim oturur diye merak etmiş, karısıyla geldi. Hayâsız, gurursuz bir palyaçodur, Celal, birinci sınıf bir aktördür. Seçtiği rol, delilik. Daima dört ayak üzerine düşer, zengin bir lise hocasıyla evlenmiş. Kadın denen mahluktan iğreniyorum. İnsan Celalle evleneceğine ... Senede bir kitap çıkarıyormuş Celal, bir de kocaman dergisi varmış: Yeni İnsan. Bu adam, küstahtır, ama nasıl küstah? Yalnız benim yanımda terbiyelidir. Bir parça şairdir de beraber olsak çok eğlenirdik.
Mayıs’ta Konya’ya gelmek istiyorum. Ancak senin yanında, ancak Mevlana’nın vatanında kendimi huzur içinde hissediyorum. Belki çok yakında görüşürüz. Seni ve Konya’yı ve dostlarımızı çok özledim. Bu hafta Durkheim’ı anlatacağım. Talebem bir hayli çok. Saint-Simon’la Batı ve Hint yine sabotaja uğradı. Her ikisini de kendim bastıracağım. Belki İstanbul’da, belki Konya’da. İkisi beşbin liraya çıkıyor. Yalnız bu sene mevsim geçti diyorlar.
Sonbahara. Kabaklı, Hisar dergisi için yazı istiyor, olur dedim, belki başka dergilerde de yazarım. Bizimkiler iyi. Fevziye’nin selamları var, çocukların hürmeti. Seni hasretle kucaklarım canım kardeşim.
4 Aralık 1967
ATAÇ
Anadolu’ya oturak giydirten Selanik. Ve dilinden, dininden, haysiyetinden tecrit edilerek tarihin dışına itilen milyonlar... Düşüncenin sırtında Arlequin cübbesi. Bir alay sahtekâr, müstemleke zabitlerinden daha küstah ve yılışık, intelijansiya rolüne çıkan üç beş okur yazara sofra artıkları yalatmaktan şeytanî bir zevk duymaktalar.
Ataç bir cenin-i sakit, Hammer mütercimi ve İktitaf yazarı Ata beyin ölümü döşeğinde sahip olduğu bir ferzent (...). Ataç, Ata beyin bütün ikbal ve refahına rağmen liseyi bitirememiş, sonra Pertevniyal’de Fransızca hocası (...), şahsiyetsiz, otoritesiz, gurursuz bir aktör. Hakkı Tarık’ın gazetesine 50 kuruş karşılığı dünyanın en yavan yazılarını karaladığı devirde tanıdım onu. Yalnız gazete ve dergi okurdu. Ataç satıldı. Kant’la Descartes’in çağlarını ve düşünce dünyalarını birbirinden ayıramayacak kadar ümmî idi. Her değere düşmandı. Tırnaklarını kemirmekten ve liyakatsiz, yani tehlikesiz birtakım oğlanlara dalkavukluk yapmaktan başka marifeti yoktu. Ataç hiçbir şeye inanmazdı. Çünkü inanmak sevmek demektir.
Sonra Ulus’a yazar oldu. Halk Partisi eşkıyalarının çoban köpeği ve İnönü’nün tercümanlığına naspedildi. Bu adam hiçbir ideolojinin içine girmemiştir, bir mezar kazıcıdır. Bu adamın adam diye sahneye çıkardığı kim varsa, kendisi gibi, haysiyetten mahrumdur. Ataç, çöken bir cemiyetin harem ağasıdır ve bir hadımlar edebiyatının akıl hocasıdır.
Atatürkçülük ve Ataç... yıkılan imparatorluğun iki büyük hastalığı, hayır iki küçük hastalığı. Adi ve mikroskobik. Ataçla büyük, iki kutuptur, birleşemez. Ataç, Mustafa Kemal rejiminin bütün sefaletlerini edebiyata sokan şımarık, yılışık, cahil ve kabiliyetsiz bir dilekçe yazarıdır.
Türkiye, bütün kütüphaneleri yakılan, bütün mazisi, bütün tarihi imha edilen bu bedbaht ülke, bu panayır soytarısından daha münasip bir mezarcı bulamazdı. İliksiz, usaresiz, ruhsuz bir edebiyat. Melih Cevdet ve benzerleri, Ataç gübreliğinde yetişen son mantarlar. Anadolu, başındaki oturağı tekmeleyip bu süprüntüleri temizlemedikçe, namuslu fikir adamlarının sığınacağı iki yer var: ölüm ve cinnet.
Manalı olması gereken böyle bir armağan, Madara vs gibi maskaralıklarla aynı ayarda hatta belki daha değersiz görülebilir. Hülasa, armağanın gelecek yıla terkedilmesini ve müsabıkların şimdilik teşekkürle taltif edilmelerinin kâfi olduğunu saygılarımla bildirir, hürmetlerimin kabulünü dilerim efendim.
BİR ROMAN YARIŞMASI{10}
Peyami Safa Roman Yarışması Jüri Üyelerine, Efendim;
Zatıâlime îsâl lütfunda bulunulan iki romanın mütalaası bendenizde şöyle bir kanaat uyandırdı:
Gerek Sokaktaki Kavga, gerekse Yoklar başlığını taşıyan iki eser;
a) üslup ve ifade bakımından;
b) tahlil ve terkip bakımından takdire layık bir olgunluk arz etmemektedirler.
Esasen mezkûr müsveddelere roman demek de caiz değildir. Bu itibarla, gösterdikleri iyi niyetten dolayı yarışa katılanların tebrikle yetinilmesi, “Peyami Safa gibi titiz ve ciddi bir fikir ve edebiyat adamının ismine hürmeten heyetimize terettüp* eden biricik vazife olmak icap eder. Aksi takdirde, son derece (……………. Eksik [okuyan])
PROFESÖRLÜK SIFATI
Profesörlük sıfatına layezâl* bir asalet kazandırdınız. Günlük küf ve hamakat kokan bir kelime asırlık levislerinden soyundu ve şiirleşti.
Bu tebrikin muhatabı, taşımak lütfunda bulunacağınız unvandır. Bir Athena, bir Aphrodite veya bir Neşterin tebrik edilmez.
Hayranlıklarımla.
Neşterin Dırvana’ya.
2 Ocak 1970
PARİS’DEKİ OĞLUMA MEKTUP{11}
20 Ocak 1955.. Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkulan, ümitsizlikleri. Bavulunda mazisi. Ve tek desteği, Mahmutpaşa’dan iki buçuk lira mukabilinde alınan baston. Bir adam, bir vapurun ambar merdivenlerini inmektedir. “Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan”. Gemi, meçhule değil, “Belde-i Nur”a gidiyor. Sonra rüyaya benzeyen günler. Manasız ve manalı. Çirkin ve korkunç. Sonra bilmem kaç ay Paris. Quinze-Vingts geceleri. Quinze- Vingts’de her gün gecedir. Istırabı nükte ile yenmeğe çalışan aciz. Paris, okuduğum romanların en tatsızı, en namussuzu, en kahpesi. Bin yıllık bir çöl, bir yudumluk su: Fouche’ler. Ve Abbe Bourri. Hapishanede hebennaka bir hâkimin idam kararını beklerken yalnız değildim. Düşünmüyordum da idamı. Hayatın idamdan büyük bir farkı da yoktu. Paris benim kalverimdir. Eugene Sue’nün “Paris Esrarı”nda notere cilve yapan bir orospu vardır, kapalı bir kapının, suret-i mahsusada* açılmış deliğinden mahrem yerlerini gösterir. Ve şarkılar söyler, davet eder noteri. Paris benim için hep böyle bir kapının ardında kaldı. Hiçbir şehir ve hiçbir kadın, hiçbir insana bu kadar rezil bir oyun oynamamıştır. Homeros’un Öbür Dünyasındaki üç işkence, saadetin kendisi.
Sen o zaman asker mektupları yazan bir çocuktun. Nasılsın babacığım? Biz iyiyiz. Ve benim zindanıma İstanbul yani zilletleri, kepazelikleri, fedakârlıkları, abesleri, gözyaşları, hayal kırıklıkları, ümitleri ile otuz beş yıl birkaç sayfanın içinde girerdi. Geçti yıllar. Peau de Chagrin’in Rafael’i, kendini Seine Nehri’ne atmak isterken, bir fahişe, intihar için daha erken der, geceyi bekle, kurtarılır ve gülünç olursun. Ben kendimi Seine’e de atamazdım. Daima birinin kolunda idim. Geçti yıllar. Asker mektupları yazan çocuk, şimdi ışıklar beldesinde. Sartre babası için yumurtayı tohumlayıp ölmüş diyor. İyi de etmiş diye ekliyor. Bense hâlâ yaşıyorum. Sartre’ın babası genç bir bahriye subayı imiş galiba. Benim hiçbir hüviyetim yok. Hüviyetsiz adam. Dışarda korkunç bir yağmur. 11 pleut sur la route. 11 pleure de denilebilir. Ve gece, sırtında sırılsıklam bir manto. Paris’e gittiğim ilk akşam yine böyle bir yağmur vardı. Ben babamı ne kadar tanıdım? Hiç. Allah da biliyor ki tanımak için en küçük bir gayret de göstermedim. Haklı idi. Her insan başkasına kapalıdır. Ben... Sarhoşum. Babanın vazifesi yumurtayı tohumlayıp gitmek. Sartre’ın babası Çin-Maçin’e gitmiş. Ben Çin Maçin’e gidemedim. Duvarlarına çarparak yürüdüğüm bir cehennem dehlizi. Bir koridor, bir koridor daha. Leş gibi kokan bir koridor. Ter, çiş, kaka ve aybaşı kokusu. Paris bu. Sonra Marcelle. Sonra Saint-Michel Bulvarı. Üç merdiven. Sur trois marches de marbre rose.. Bir oda, kuş sesleri, radyoda “Seksen Günde Devriâlem”. Sonra bir otel. Ve ümitsizliğin katran kazanı. Mezarların sükununa hasret. Mezarların ve zindanların.
1970 güzel bir rakam. İkiyle bölünür, beşle bölünür. İnsan ikiye, beşe bölünemiyor. Bine bölünüyor. Neden bir kerecik olsun, Quinze-Vingts’e gitmedin? Neden gidecektin ki? Bütün Paris senin. Yani taşıyabileceğin kadarı. Quinze- Vingts’deki adam en çok seni düşünürdü. Bugün de sık sık seni düşünüyor. Sevinç ve kederlerine elinden geldiği kadar katılmaktadır. Mektuplarını zevkle okuyor, dinliyor. Pek nadir hitaplarından duyduğu iftihar ve sürûr* da caba. Yeni yılın bana düşen saadet payını da, sana devretmesini, varlığını her zaman hissettiğim meçhul ve mutlak kudretten bütün ruhumla diler, gözlerinden öperim yavrum.
30 Mart 1970
HER YAZI ADI İLE DOĞAR{12}
Muhterem: Efendim,
Tenkitlerinize -buna ikaz demek daha doğru olur- teşekkür ederim. Yazılara başlık koymamak asırları aşan bir doğu geleneğinin yarı şuurlu mirası. Okuyucuya bir keşfin zevkini tattırmak, gerçek dostlara, yani layık olanlara seslenmek, bezirganları mabede, başka bir tabirle avamı Fildişi Kule’me sokmamak arzusu. Doğu, irfanı hisarlarla kuşatır, “emanetleri ehline tevdi etmek” imanın şiarıdır. Bu duyguda gururla tevazu, edeple istiğna kucak kucağadır. Bir Kamus-u Okyanus’ta kelime bulmak, denizden inci çıkarmak gibi güç bir iş. Doğu böyle de Batı başka mı? Marx, Kapitalin önsözünde düşüncenin doruklarına ancak patikalardan tırmanılır, der. İlme “şehrah”lardan gidilmez. Bu müdafaanamem.
Hakikatte her yazım havuzdan havuza boşaltılır. Frenkler “decantation” diyorlar buna. Önce jurnale geçiririm düşüncelerimi; sonra (bazen bir iki yıl geçer aradan) yeni delillerle, yeni görüşlerle destekler genişletirim; nihayet yeniden düzeltir, süzer ve efendimize takdim ederim. Her yazı adı ile doğar, insanlar gibi. Bu itibarla bundan sonra onları adlarını alınlarına damgalayarak uçuracağım Fildişi Kule’den. Şimdi kitabımı hazırlamakla meşgulüm. Her kelimeyi mecnunane bir titizlikle tartıyor, tadıyor, ölçüyorum. Kitap henüz doğmadığı için ismi de doğmadı. “Yalnızlar Burcu”? O zaman birinci bölümün de başlığı olur bu: İbn Haldun, Machiavel, Dante, Camoens, Hobbes, Vico, Buckle ve.. Milton. İkinci bölüm: “Babil” veya “Kelimelerin Cangılında”: Yalan, ideoloji, mit, sağ sol, ilerici gerici, insan ve kozmos, bunalım, abes.. Üçüncü bölüm: “Fildişi Kule’den” veya “Ateş Böcekleri”... Yeni kitabınızı sabırsızlıkla bekliyorum. Bir ricam da geçen ay yolladığım yazının yayımlanmamasıdır. Müsveddeyi tüylerim ürpererek okudum, tekrar havuza. 15 Marta kadar daha az kusurlu bir yazı ellerinizi öpecektir..
Sevgilerimin kabulünü dilerim efendim.
8 Nisan 1970
BU ÜLKEDE TEFEKKÜR HÂLÂ MÜMKÜN{13}
Muhterem efendim,
Dürüst, aydınlık ve yiğit kitabınızı büyük bir zevkle okudum. Marksomanların (tabir galiba bendenizindir) panayır hokkabazlığına çıktığı bir ülkede, sağ cenahın esrarkeş uykusuna daldığı bir ülkede tefekkürün hâlâ mümkün olduğunu ispat ediyorsunuz. “Germinal”in bitişini hatırlıyorum: karanlık, kasvetli, rezil bir gök. Ama mütevazi bir güneş ışığı, bir pırıltı, ışıklı sabahları müjdelemektedir. Celal Nuri, “Tarih-i Te-denniyat-ı Osmaniye”nin ikinci baskısını Süleyman Nazif’in, Cenap Şahabettin’in mübalağalı takrizleriyle düşünce dünyasına sunmuştu. Intelijansiyamız yamyamlaşmamıştı henüz. Heine’nin Yahudilik için söylediğini, “Yahudilik bir din değil, bir felakettir”, tefekkür için söylemek lazım. Baudelaire’in beddualar içinde doğan şairi, yasak bölgelerin fethine veya keşfine çıkan düşünce adamı. Kitabınız bana yaşamak sevinci verdi. Çoktandır duymadığım bir sesi duyar gibi oldum: bir vicdanın sesini. Teşekkür ederim.
Anglo-Saxon edebiyatını teferruatı ile tanımışsınız. Bir aflame tecessüsü. Dürüst ve “exhaustif”. Fransızlar biraz ihmale uğramış. Rodinson’un “Kapitalizm ve İslam”ı iltifatınıza layıktı. Bilhassa Yves Lacoste’un “İbn Haldun”unu görmüş olmanızı isterdim. Bunlar temenniler. Üzülerek itiraf edeyim ki, kitabınızın dilini hiç beğenmedim. Zaman zaman Gargantua gibi gülmek mi ağlamak mı lazım diye sordum kendi kendime. Bir parça Saint-Simon ve Comte gibisiniz: birincisi üslupla uğraşmaya tenezzül etmeyecek kadar aristokrattı, sosyolojinin “ben bu haletle tenezzül mü ederim şiire” diyen Nefisi. Comte iliklerine kadar politeknikti. “Bu Auguste Comte hayvanını okudukça midem bulanıyor” diyen Proudhon’a hak vermesek bile, “Pozitif Felsefe Dersleri”nin çok sıkıcı bir dille yazıldığını kabul etmek zorundayız. Siz Türkçenin buhran çağında yaşıyorsunuz. Zavallı dilimiz grafomanların elinde, argoların en sevimsizi haline geldi. Onu korumakla vazifeli olanların başında zat-ı aliniz varsınız. Sosyolog ve dilci Meillet her mektebin ve her kitabın ilk görevi, insana kendi dilini öğretmesidir diyor. Takılacağım bir başka nokta da dipnotlarının kalabalığı. Bir nevi “deformation professionelle”.
Bu mektubu bir sevinç çığlığı olarak kabul buyurunuz. Nerede sizinle beraber olduğumu, nerelerde ayrıldığımı ilerde belki yazarım. Şimdi sadece bahtiyarım. Bir dost bulmanın bahtiyarlığı. Hürmet ve hayranlıklarımın kabulünü dilerim, efendim.
5 Haziran 1970
ALACAKARANLIK{14}
Aziz şairim,
“Alacakaranlık”, terennümlerinizi bir bahar rüzgârı gibi odama ve gönlüme doldurdu. Kitabınızın adı Corneille’in meşhur bir mısraını hatırlattı bana: “Yıldızlardan dökülen o karanlık aydınlık”. Hisar’da damla damla tattığım büyülü iksiri doyasıya içmekten mest ve bahtiyarım. Teşekkür ederim.
... Ekim 1970
TÜRKÇENİN HAYSİYETİ Aziz dostum Çınarlı,
M. Nazım’ın karalamasını okudum. Karanlık bir kaynaktan fışkırıyor: kıskançlık. Tek orijinal tarafı cümle yanlışları. Haset öylesine köpürtmüş ki hazreti, Yakub’un, Refik Halit’in, Peyami Safa’nın nesirlerini “ilkel” buluyor. Üstelik “Türkçe” de değilmiş bu zatların yazdıkları. Hezeyan bu mertebeye varınca diyalog imkânsızlaşır. İngiltere, Norman istilasından önceki eciş bücüş, yabani ve daha sonraki İngilizceyle en küçük ilgisi bulunmayan Anglo-Saksoncayı İngilizce diye benimsiyor. Fransa, Strasbourg And’ından (842) bu yana Galya’da konuşulan, yazılan ne varsa Fransızca sayıyor. Milletler, mazilerini zenginleştirmek için efsanelerden medet umuyorlar. Almanya irfanının kaynaklarını Ganj kıyılarında arıyor. Biz Yakub’u, Peyami’yi yabancı sayıyoruz. Celal Nuri olsa: “Fa’tebiru, yâ ûlil ebsâr” diye haykırırdı. Biz düşmana kılıç sallıyoruz, karşımıza dost çıkıyor. Bu ne şaşkınlıktır Yarabbi! Ne dasitani şaşkınlıktır! Efsane mahlûkları gibi kendi kendimizi yemeye başladık. Güzel mektubunuzun bir cümlesine takılacağım: “iyi nesir yazan bazı dostlarımız” arasında bu muhterem de mi var? Kendilerini hakkımdaki iltifatlarından tanıdım. Ve “dostlarımız” gibi bir iltifatınızın sınırları içine girmek bahtiyarlığına -hasb-el kader- erişmeseydi evet, diye cevap verecektim müşarün-aleyhe, o bed, o cıvık, o sarsak düzyazının en şahane örneklerinden birini de siz veriyorsunuz işte.
İyi nesir yazan dostların yazımdan alınmasına imkân yok. Yazım, çölde dolaşan bir adamın acılarını ve bir vahaya kavuştuğu zaman duyduğu sevinci haykırıyor. Elbette ki çölde sizden başka vahalar da var. Bu açık mektubun içine bütün hayranlıklarımı, bütün sevgilerimi sıkıştıramazdım. Ama hayatını bir kavgaya adayan adamın düşman kalesine hamle etmek için her fırsatı ganimet bilmesi tabiî değil mi? Bu kavga Türkçenin haysiyetini koruma kavgasıdır. Hayatımın manası bu.
Parmak veznine gelince. Fransızlardan başka bütün milletler -Doğu’da ve Batı’da- aruza benzer vezinler kullanırlar. Hece vezni Fransızcanın büyük talihsizliğidir. Bizim hececiler ise (bilhassa Yedi Meşale’cileri kastediyorum) hece veznini halktan değil frenklerden aldılar. Bir Sabri Esat’ın, bir Yaşar Nabi’nin, bir Yusuf Ziya’nın.. Türk halkıyla ne ilgisi vardı. Rıza Tevfik için bir egzotizmdi hece vezni. Demek istiyorum ki, a) veznin millisi olmaz. Fuzuli’nin, Nedim’in, Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in kullandığı vezin en az Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun, Yunus Emre’nin kullandığı vezin kadar bizimdir, b) bizim alafranga hececiler aruzu millî olduğu için sevmezler. Kullandıkları vezin frenklerin aleksandrenidir (6+6).
M. Nazım’a “Fildişi Kulem’den” seslenemem. Bu fazla tevazu olur. Goethe, ancak hükümdarlarla dilenciler mütevazı olabilirler, diyor. Yazı, Tercüman’ın, berber dükkânları, dişçi muayenehaneleri ve benzeri yerlerde okunsun diye hazırlanan “inci”sinde yayımlanmış. Cevabı da ancak “Gazeteler-Dergiler” sütununa misafir edilebilir. Fildişi Kule’yi ayın on beşine kadar yollarım. Sevgi ve hayranlık insanoğluna ilk defa olarak düşman kazandırmıyor. Fuzuli’nin beyitleri geliyor aklıma:
“Yâr için ağyara minnet ettiğim tân eylemen Bağıban, bir gül için bin here hizmetkâr olur” vs. Gözlerinizden öperim.
12 Kasım 1970
KELİMELER BENİM RÜYAM VE HAKİKATİM{15}
Kardeşim efendim,
Mektuba ayrılıklardan şikâyetle başlayalım. Her sabah Ter-cüman’ın dost sayfalarında tatlı sesinizi kâh bir sabah duası gibi içli ve inanmış, kâh bir isyan çığlığı gibi gür ve erkekçesine, kâh şafak gibi pırıltılı., duymak olmasa tesellisiz bir hicranın karanlıklarına gömülürdüm. Teşekkür ederim. “Ma vecebe aleyna” eda edildikten sonra kelama agaz eder, derim ki, yazılarından aldığım haz ne kadar derin olursa olsun uzaklığının acısını unutturamamaktadır. Vatandaş olarak bahtiyar, ağabeyin olarak müftehir, dostun olarak müştekiyim vesselam.
Bilmem Hisar manzur-u birâder-âne*leri oluyor mu? Ekim sayısında Türk nesrinin ihtişamlı mazisine dokunmuş, bu maziyi yad etmiş, Türk Dil Kurumu’nun dilimizi ne korkunç duruma soktuğunu anlatmağa çalışmıştım. Bu arada Mehmet Çınarlı’nın “Halkımız ve Sanatımız” adlı kitabını da muhabbetle selamlamayı vicdanî bir borç bilmiştim. Yazı, hiç beklemediğim bir “tepki” uyandırdı. M. Nazım Tercüman’ın İnci’sinde (6 Ekim 1970) fakiri haketmediği iltifatlara garketti. Aynı safta dövüşen insanların birbirine saldırmaları izahı güç bir davranış. Önce “yarı dostane” bir cevap karalayıp Çınarlı’ya yolladım. (Hisar’a demek istiyorum.) Sonra bir kardeş kavgasına girişmenin ne kadar abes olacağını düşünerek yazının basılmaması için mektup yazdım. Muzlim hayatımın biricik şerefi, biricik zevki, biricik manası Türkçenin müdafaasıdır.
Tanrı yıldızlarla oynayan bir çocuk, şair kelimelerle. Kelimeler benim rüyam ve hakikatim.
Belli ki M. Nazım benden tek yazı okumamış. Okusa severdi diye düşünüyorum. Ben de kendilerini, o uykuda yazılmışa benzeyen karalamasından değil, (varsa) kitaplarından tanımak isterdim. Tercüman senin gazeten. Gerek irfanına, gerek vicdanına itimadım sonsuzdur. Cevap yayınlansın mı? Yoksa M. Nazım’a -delalet-i birâder-âneleriyle*- takdim edilmesi kâfi midir? Davayı hakemliğinize terk ediyorum. Yakında Konya’ya sefer arzusundayım. Bayramdan sonra İstanbul’da olacağım. Hasret ve muhabbetle gözlerinizden öperim, kardeşim efendim.
29Aralık l971
BİZDE SOSYOLOJİ
Sosyolojidir buhranın çocuğu. Çağdaş batı düşüncesi üç başlı: ekonomi politik, sosyalizm, sosyoloji. Burjuvazi, yaptıklarını anlamak, yapacaklarını programa bağlamak istiyor. Sosyoloji bir bakıma mistifikasyon, bir bakıma jüstifikasyon. Nihayet mevcut düzenin müdafaasını üzerine alan yeni bir teoloji. Fransa 1958’e kadar liselere almıyor sosyolojiyi. Bizde 1914’den beri kürsüsü var. Neden? Comte’un, Le Play’in, Durkheim’m herhangi bir sorumuza cevap vermesi beklenebilir mi? Comte kilisenin çöküşünden bir türlü teselli bulamayan ve uzun çırpınışlardan sonra katolikliği insanlık dini ismi altında hortlatan bir yarı-deli. Le Play: kilisenin taarruzu. Dava insanı şer kuvvetlerine kaptırmamak. Şer kuvvetlerine yani sosyalizme. Durkheim, İhtilalin sarstığı düzeni burjuva rasyonalizminin rayına oturtmak isteyen bir haham torunu. Yani tecessüslerin konusu tek: Hıristiyan batı toplumunu yeni bir temel üzerine oturtmak, dördüncü sınıfın ataklıklarını önlemek, sürüyü kurda kaptırmamak. Bu düşüncenin kaynağında Büyük Endüstri Devrimi var.
Bizde sosyoloji kürsüsü, aynı programın başka bir tarzda ve başka bir planda uygulanışıdır. Yani Selanik kanalı ile Hıristiyan batı burjuvazisi, imparatorluğun istikbalini kontrol altına almak ve onu kendi meseleleri üzerinde düşünmekten alıkoymak arzusundadır. Ziya Gökalp’in, Mehmet İzzet’in, Necmettin Sadak’ın temsil ettiği sosyoloji tek hedef güder: Türk zekâsını kendisini zerre kadar ilgilendirmeyen konularla meşgul etmek, gelecek nesillerin uyanmasını önlemek. Bu sosyoloji bir beşinci koldur. Bir ihanet mihrakıdır. Bugün de aynı habis emelleri sadakatle gerçekleştirmektedir. Amerika büyük sanayideki sürtüşmeleri önlemek için sosyodrama’yı icat eder. Sosyodrama şu peşin hükme dayanır: sınaileşmiş Amerikan toplumu mümkün dünyaların en iyisidir, bununla beraber işletmelerde bazı aksaklıklar görülmektedir, bu oyunun kaidesidir, yani normaldir, makinanın yağlanması lazımdır. Aksaklığa sebep olanlar ruh hastalarıdır, psikodrama veya sosyodrama ile afiyete kavuşturulurlar. Ne zaman sanayileşeceği belli olmayan bir ülkenin çocukları neden Moreno üzerinde kafa yormak mecburiyetinde bırakılırlar? Sosyoloji talebesi, Sorokin’den aktarılmış garip bir sosyoloji tarihinde, yüzlerce isimle karşılaşır. Gerçekte hiçbirinin kendi davası ile ilgisi yoktur. Çoğunun ise hiçbir dava ile ilgisi yoktur. Sersemler, afallar ve karşısına çıkan ilk ideolojiye iffetini teslim eder. İdeoloji sıcaktır, vaitkardır, insanîdir.
30 Aralık 1971
İSA EFENDİNİN YERİ{16}
Bir gece Roma’nın bir varoşunda bir vatandaş, vatandaş değil ya, kadem nihade-i alem-i fena olmuş (yani dünyaya gelmiş). Olup, olmadığı da belli değil. Hoş, doğduğu yerin Roma ile de ilgisi yok. Nazareth denilen bir acaip köy. Pis, sarsak bir herif. Deliliği hakkında üç ciltlik bir kitap görmüştüm. (Arada annem, arada ben itiraz ediyoruz){17}. Devrin tarihçilerinden hiçbiri adını sanını anmaz. Sonra, çarmıha germişler hazreti. Anlaşılmış ki, kahramanımız Allah’ın, bir rivayete göre kendisi, bir rivayete göre oğlu imiş. Ve insanlığı kurtarmak için, büyük fedakârlık edip, gözyaşı vadisinde boy göstermiş. Semavattaki* pederimiz, bu baldırı çıplağı soyumuza musallat etmekten daha akıllıca bir necat yolu bulamamış mı soyumuz için? Meryem anamızla nasıl yatmış, ahırdan başka cima yeri bulamamış mı? Les lois du Seigneur sont insondables. Roma yıkılmış, barbarlar yeni yeni devletler kurmuşlar, tımarhanedekilerin hezeyan koleksiyonu diye itibar etmeyeceği garip ve ahlaka aykırı kitaplar, Kitab-ı Mukaddes olarak büyük ve de rasyonel ve de rasyonalist frenklere kabul ettirmiş kendini. Tevrat, Galata serserilerinin ye Hacıhüsrev esrarkeşlerinin yüzünü kızartacak müstehceniyatla dolu. İncil bir miskinler tekkesinin dua kitabı olabilirse ne mutlu. Sonra asırlarca, çarmıhta can veren bu şefkat tanrısı adına cinayet üstüne cinayet işlenmiş. Haçlı orduları zincirden boşanan köpekler gibi saldırmış ülkemize.
Engizisyon, İsa adına konuşmuş, Haçlı seferleri İsa adına tertiplenmiş. Kime karşı tertiplenmiş? Her inanca saygı gösteren, her mağlubu bağrına basan asil, büyük ve efendi bir millete karşı. Bu millet, baykuş sesinden şeametli çan vızıltılarına bile tahammül etmiş.
Konfüçyüs, İsa’dan çok daha bilge. Bir Buda bin İsa’ya bedel. Mısır, medeniyetin zirvesinde iken İsa’nın en eski ceddi dünyaya gelmemişti. Çin, Hint, Sümer, vs. Sonra coğrafyanın minnacık bir bölgesinde kıçı kırık bir Avrupa. Habis, miskin, menfaatperest bir pigmeler ülkesi. Ve bu hayvanlar, Montesquieu gibi budala bir köy ağasının kitabında “despotisme oriental” diye bir tabir keşfetmişler. Çünkü “lettres de cachet”ler Doğu’da yazılmış, Hindi Doğu talan etmiş, Haçlı seferleri Doğu’nun eseri, Sainte-Barthelemy, toprak köleliği Doğu’da boy atmış! Sonunda dev, cüceye boyun eğmiş. Doğduğu belli olmayan, ne zaman doğduğu belli olmayan, neci olduğu belli olmayan garip bir heyulanın şerefine, takvimimizi yeni baştan düzenlemişiz. Biz ki laikiz, biz ki halifeyi kovduk, dini ruh hastalığı olarak ilan ettik, düşmanımızın muhayyellerini, abeslerini, tanrılaştırmak için mi yaptık bunları?
Çağdaş uygarlık düzeyinde İsa efendinin yeri ne? Pozitivist ve de materyalist ve de agnostik Avrupa’nın hayatında bu veled-i zina’nın hâlâ ferman dinletmesinden büyük cinnet olur mu? Bundan büyük tezat, bundan büyük abes, tasavvur edebilir misin? Biz, kendi büyüklerimizi yereceğiz, Fatih veya Muhammet bir utanç vesilesi sayılacak, kabul. Bu bir tevazu veya bir hidayet. Çağdaş batı uygarlığı var işin ucunda. Arşimed’i, Watt’i, Descartes’i vs. tanrılaştıralım. Ama Muhammet’i İsa’ya feda etmenin mazereti düşünülebilir mi? Her ne hâlükârda ise. Derler ki, Yesuh hazretleri, tanrının bir inayeti olarak insanlığı, nasıl katıldığını hiçbir zaman idrak edemediğim ve edemeyeceğim, “peche originel”den kurtarmak için, kerem edip bakire Meryem’in mukaddes rahminden huruç eylemiş. Bu işin üzerinden de 1971 sene geçmiş.
Benim bildiğim, sensiz bir yıla daha başlıyoruz. Acizleri için de, meyvesiz, lezzetsiz bir yıl daha geçti, ama hemen ekleyeyim: felaketsiz, dağdağasız ve tahammül edilebilecek bir yıl. Fetih yok, zafer yok, biraz daha ihtiyarladım.
1971’e teşekkür borçluyum.
Bir ara seni de kucaklayabildik. Annen, maşallah genç kızlar gibi. Ümit, bir afet-i cihan. Yere, göğe sığmaz oldu. Keskin zekâ, keramete kıç attırırmış, bizimki de öyle. Eh, sen frengistanda Cem misali: “Cam-ı cem nuş eyle ey Cem, bu frengistandır,” diyorsun. Biz de, belde-i tayyibe-i Konstanniye’de: “Her kulun başına yazılan gelir, devrandır” deyip hasretinle nalan ve de suzan oluyoruz. İsa abes, Musa abes, senin orada olman abes, benim burada bulunmam abes, Allah abes, baki heves. Ümit, bitti mi, bitti mi diye kafacağızımı ütülemektedir, iştiyakla öper, gailesiz ve muzaffer yıllar dilerim, benim sevgili Mahmut Ali’m...
1973
16 Aralık 1973
BİR REMİZ{18}
Muhterem efendim,
Hisar’ın mes’ul mimarı ve türbedarı sıfatıyla izhar buyrulan teyakkuz takdire şayandır. İtiraf ederim ki, yılbaşı hakkında alelacele serpiştirdiğim mülahazalar herhangi bir yanlış anlamaya meydan verecek mahiyette idiler. Bu itibarla sansürünüze memnun oldum.
İsa peygambere bir Müslüman olarak saygım, hudutsuzdur. Yalnız veladetini tes’id ettiğimiz “Tanrı-insan” -Kur’an-ı Kerim’de adı geçen yirmi beş peygamberden biri olmayıp-, karanlık bir çağın iştiyaklarını dile getiren bir remizdir*. Yani bir “muhayyel”dir. İnsanlığı birleştirmemiş, ayırmıştır. İnanan, bütün inançlara hürmetkârdır. Ama kendi inançlarına da hürmet edilmesi şartıyla.
Yılbaşı gecelerinin çılgın kahkahaları arasında bir hezimeti tes’id etmiş olmuyor muyuz? Batı karşısında Doğu’nun, salip karşısında Hilal’in hezimetini. Kaldırılan her kadehde aydınla halk arasındaki uçurum bir parça daha derinleşmiş olmuyor mu?
Yazıyı biraz daha kusursuz hale getirmeğe çalıştım. Okuyucularımız rasgele bir kaynağa, mesela Meydan-Larousse’un İsa maddesine başvurmak himmetini gösterirlerse, yazının İsa peygamberle bir güna alakası olmadığı aşikâr olur. Laisizm bahsinde de su-i tefehhüm* mümkün değildir. Bilakis, Avrupa’nın üzerinde ittifak edilebilecek din-dışı (profan) bir takvim kabul ve teklif etmemesi yani pozitivist Avrupa’nın tamamen milli, mahalli hatta üsturevi* kıymetlerini bütün dünyaya telkin etmesi üzüyor bizi. Doğrusu miladi takvimi tenkit, abesle iştigaldir. Biz kavgayı kaybettik. “bâis-i şekvâ*” bu hezimeti büyük bir neşe içinde tez’id hamakatidir. Şairin dediği gibi “Güleriz ağlanacak halimize”.
Zaman, yeni bir yazı hazırlamama imkân bırakmıyordu. Eskisini tashihe çalıştım. Tensip buyurursanız neşredilir. Bu vesileyle tecdid*-i muhabbet ve meveddet* eylerim efendim.
1974
15 Nisan 1974
BU ÜLKE, İTHAFLAR
Aziz ve asil dostum,{19}
Kal’e-i küfr-ü ilhada savrulan bu gülleler, hedefe isabet eder mi, bilmiyorum. Ama beni bu cidale* davet eden sizsiniz. Ben Hint okyanuslarında dolaşırken, “gel ey garip yolcu” dediniz., “şarkılarını bize söyle, sırlarını bize aç”. Lebbeyk dedim, yatağan’a dayandım. Yarım asrı aşan çileli bir ömür, zirvelere tırmanan, nefes nefese bir tecessüs. Bu sayfalarda hayatımın bütünü yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim: etimin eti, kemiğimin kemiği. Bu cihatta ihtiyar dostunuzu yalnız bırakmayacağınıza eminim. Gözlerinizden öperek.
Azizim efendim,
Günlerdir kurduğunuz yenidünyada, mest ve şadan* yaşıyorum. Bütün renkler füsunkâr, bütün sesler dost. Ve kaynaktan damlayan bir pınar sesi.. Baharı selamlayan kuşların cıvıltısı., munis, ruhaşina.. Ve çiçekler arasında koşuşan, uçuşan, dalgalanan kahkahalar.. Altın kadehlerle içilen şarap. Mısralarımızda esrarlı bir bal lezzeti. Teşekkürler.
Bu Ülke’yi matbaaya vermiştim. Dost bir sese susuzdum. Kitabınız tam zamanında geldi. Heyhat ki, o nazlı ve rayihadar çiçeklerinize karşılık, bir kucak vahşi ve yabani ot takdim ediyorum size. Çoğu, Hisar’ın aguşu şefkat ve himayesinde yeşerdi. Fazla yadırgamayacağınızı ümid etmek isterim. Yarım asırlık bir ömrün kelimeleşmiş ıstırapları, ümitleri. Gözlerinizden öperek.
I
18 Haziran 1974
Sayın Tek taş Ağaoğlu,
Eskiden bu yollar çok daha dikenli, çok daha sarp, çok daha yorucuydular. Bunu zirveye tırmananlar bilir, ilmin veya hakikatin zirvesine. Diyalektiğin kaypak dünyasında sabit zirveler var mı?
Düşünce dünyasında hiçbir fetih nihai değildir. Hepimiz birer Sizifos’uz. Hele, diyalogun olmadığı bir ülkede.. Türk aydınının kaderi, mahpesinde şarkılar söylemek. Bu lanetler berzahından nasıl ve ne zaman kurtulacağız? Tefekkür bir arayıştır, içtimaî bir arayış. Bu kitap, bir davetten ibaret: birlikte aramağa davet. Yazarın tek düşmanı vardır: bağnazlık. Düşüncenin bütün huysuzluklarına, bütün hoyratlıklarına, bütün çılgınlıklarına selam. Davetime icabet edecek misiniz? Saygılarla.
Adres: Tütüncü Mehmet Efendi Cad. 2/4 Göztepe, İstanbul{20}
Muhterem Efendim,
Bir münzevinin tefekkür ve tahassüslerini içtimaîleştiren bu perişan sayfaların ilk muhatabı sizsiniz. Onları enzar-ı tenkit ve takdirinize arzederken “emanetleri ehline tevdi” ettiğime inanıyorum. Hürmet ve muhabbetlerimin kabulünü dilerim, efendim.
Adres: Tütüncü Mehmet Efendi Cad. 2/4 Göztepe, İstanbul.
Muhterem İsmail Cem Beyefendiye,
Düşünce, bir “itizal”dır. Kiliselerde dua edilir, düşünülmez. Düşünmek, caddelerden keçi yollarına; çiğnenmemiş, sarp, dikenli keçi yollarına sapmaktır. Ama, zirvelere şehrahlardan gidilmez, zirvelere ve uçurumlara.
Kimim ben? Hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi. Bu iki kitapta, yarım asrın tehassüs ve tefekkürü billurlaşıyor. Namuslu olmaktan başka iddiaları yok.
Siz ki, istikbal-i irfanımızın mimarları arasındasınız. Elbette ki, sesini ebediyete yani milletinin vicdanına duyurmak isteyen her yazar, önce size başvuracaktır. Hürmetlerimin kabulünü dilerim.
Adres: Tütüncü Mehmet Efendi Cad. 2/4 Göztepe, İstanbul.
ÜÇ BEŞ DOST ZEKÂDAN BİRİ{21}
Aziz ilhan,
Her kitap, meçhule yollanan bir mektup, meçhule yani adresi olmayana. Bazen bir S.O.S., bazen bir aşk mektubu, bazen yıldızlara atılan kement, fakat daima bir çoğalmak, bir yalnızlıktan kurtulmak arzusu. Sanat, bu manada, yeni bir dünya yaratmak cehdidir, daha doğrusu Tanrı’nın murdar, rezil, pespaye dünyasını dostlarla doldurmak cehdi. Önce, “Hangi Sol’unuzu okudum. İbareler bıçak gibi saplandı şuuruma. İntihalarımı mektuplaştırdım. Mektup, yıllarca çekmecemde çile doldurduktan sonra idam edildi. Sonra, “Hangi Batı” ile tanıştım. Çok sevdim kitabınızı. Kendi acılarım, kendi inkisarlarım, kendi ümitlerim dile gelmişti. Bu defa daha az çekingen davrandım: ihtisaslarımı makaleleştirdim. Yazım bir sohbete davetti, bir sohbete davet, daha doğrusu bir nevi sevgi taarruzu. Aylarca cevap bekledim. Sonra, “Bıçağın Ucu”nu okudum. Sonra “Kurtlar Sofrası”nı. Yaşadığımdan haberdar değil miydiniz acaba? Oysa düşüncelerimiz arasında büyük yakınlıklar vardı. Ve bütün uçarılığınıza, dil konusundaki aşırı tutumunuza rağmen yazılarını beğenerek okuduğum birkaç Türk yazarından biriydiniz. “Hangi Batı”, Türk Edebiyatı’nda yayınlanmıştı, değiştirmeden kitabıma aldım. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, yazılarıma sayfalarını açmak nezaketini gösteren üç dergi. Her üçünde de Fildişi Kulemdeyim. Aramızdaki ortak bağ, tahammül ve tesamuh*. 64’de Hint Edebiyatı’nı yayınladım (Dönem yayınları). Okuyucusunu bulamayan bedbaht bir kitap. Irreel bir Hint ve rüyada görülen bir edebiyat. Bir kelimeyle, kendi vecdimi, kendi rüyalarımı armağan ettim Hind’e. Sonra, Saint-Simon’u yazdım (Çan yayınları). Nihayet, Bu Ülke ve Ümrandan Uygarlığa (Ötüken yayınları). Bu mustarip, bu bedbaht, bu kasvetli yazıları ganglarından sıyıracak ve ihtiyar Rabelais’nin dediği gibi kemiği kırıp iliği bulacak üç-beş dost zekâdan birisisiniz. Daha yakından tanışmak arzusuyla ve gözlerinizden öperek.
19 Temmuz 1974
MÜNZEVÎ BİR FİKİR ADAMININ TRAJEDİSİ{22}
Sevgili İlhan
Mektubuna çok sevindim. En basit muaşeret adabının küremizden göç ettiği bir devirde, sahici bir insana rastlamak, senin tabirinle “yüreklendirici”. Nezaketini kötüye kullanma pahasına da olsa, uzattığın eli avuçlarımda biraz daha tutacak, sohbeti birkaç satır daha uzatacağım.
1) “Bizim kuşağın toplumcuları arasında Cemil Meriç adının özel bir yeri vardır ki, ben ya Islah kabul etmez bir santimantal, ya da içi dışı bir adam olduğumdan, yıllar geçse de seni hep o yerde muhafaza ettim...” diyorsun. Teşekkür ederim. Yalnız bu iltifatına ne kadar layık olduğumu bilemiyorum. Yıllar, içimdeki büyük sevgiyi- büyük coşkunluğu diyecektim- küllendiremedi. Ama biraz daha reybî*, biraz daha karamsar oldum. İhtiyarladım mı acaba? Diyaloğa daima açık, dostluğa ebediyen susuzum. Bir kelimeyle “ıslah kabul etmez bir santimantal” veya “içi dışı bir adam” olarak vasıflandırdığın Attila İlhan’ın bir nüshay-ı saniyesi de benim. Toplumcu muyum, elbette. Fakat itiraf ederim ki kelime benim için eski şiiriyetini kaybetti. Daha doğrusu hudutları meçhul, muhtevası kaypak bir mefhum olarak görüyorum toplumculuğu. Belki gençliğimin dünyası ile temasımı kaybettiğim için. Karanlıktayım ve tedirginim.
2) Yazılarını daima büyük bir muhabbetle okudum. Onlarda egzotik meyvelerin tadı var. Bizim iklimin meyveleri değil desem, haksızlık etmiş olurum, ama yine de lezzetleri başka: daha baş döndürücü, daha üsareli. Âdem’i cennetten kovduran mahiyeti meçhul meyveye daha yakın. Şimdilik aramızdaki tek ihtilaf kelimeler konusunda. Kurum Türkçesine senden başka hiç kimsede tahammül edemiyorum. Bu bahiste, ve yalnız bu bahiste mutaassıbım. Hemen kaydedeyim ki “Kurtlar Sofrası”nın dili tam gönlüme göre. Üsluptan söz etmiyorum. Üslup daima sensin. Deli-dolu, candan ve ısırıcı. Derbederliği içinde mükemmel.
3) Kitaplarımı okumanı mutlaka isterim. Samimiyet ve zekâsına saygı duyduğum birkaç insandan birisin. Kendimi senin aynanda görmek, yani senin ölçülerinle değerlendirilmek beni çok memnun eder.
4) Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince: bu yolu ben seçmedim. Solun kadir-naşinas davranışı beni ister istemez “gerici”lerin kucağına değil, yanına itti. Bu yakınlığın fikrî iffetim için bir tehlike teşkil etmediğini kitaplarımı okuyunca görürsün. Yalnızım ve yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmıyor dostlar arasında. Aldanıp aldanmadığımı nasıl anlayabilirim?
Sana bir Hint ile bir Saint-Simon yolluyorum. Yani soyunuyorum önünde. Ben bu merhalelerden geçtim. Münzevî bir fikir adamının trajedisi bu. Nasıl bitecek bilinmez.
“Hangi Batı”da en imrendiğim parçalardan biri Tanrıkut’la konuşmaların. Tanışsak, o günleri yeniden yaşayamaz mıyız? İnsan öylesine azalıyor ki dünyada...
Sevgilerle. Cemil Meriç
Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Cad. 2/4 İstanbul
21 Temmuz 1974
ESAT ADİL
Esat Adil Türk sosyalizminin unutulmuş adamı. Esat bir Osmanlı sosyalisti idi. Bütün hataları, bütün zaafları ile bir Osmanlı sosyalisti. Satılık adam değildi. Sahneye çıkar çıkmaz hücuma uğradı. Oysa Şefik Hüsnü’nün Moskova’dan ilham alan partisi yirmi küsur yıldan beri kapanmış bulunuyordu. Fransa’dan dönen doktor, gençlik günahlarına tövbe etmiş, münzevi bir ömür sürüyordu. Esat’ın ortaya çıkması, üçüncü Enternasyonalin gözde adamını fena halde kızdırdı. Kendisi varken bir huruç ales sultandı bu. Dedikodu, teviz, iftira, o devir sosyalizminin bu masum silahları derhal harekete geçtiler. Şefik Hüsnü’ye beklenmedik bir müttefik daha katıldı: Abidin Dino. Hakkında çok karanlık rivayetler dolaşan bu garip ve mütereddi paşazade Esat’ı tel’in için hususi bir dergi çıkardı: Nuhun Gemisi. Her sayısı Esat’ı yerden yere vuruyordu. Bence Kemal Tahir’in “bize mahsus sosyalizm” arayışı, Esat’ın başlıca kaygısı idi. Tanıdığım Türk sosyalistleri içinde en yerlisi, en dürüstü Esat’tı. Çetin bir yolda yürüyordu. Destekleyeni yoktu, destekleyen bir devlet demek istiyorum. Fert olarak dürüsttü. Çok seviliyordu. İmralı Cezaevi’ndekiler baba diyorlardı ona. Bugüne kadar aleyhinde hiçbir ciddi suçlama duymadım. Kemal Tahir bile Cami Baykut’a İngiliz ajanı, Attila İlhan’a polis sıfatlarını bahşettiği halde Esat hakkında hiçbir ithamda bulunmadı. Üslubu ile, yaşayışı ile Osmanlı idi Esat. Yani bizden birisi idi. Belki megalomandı biraz. Başka nasıl olabilirdi? Türk düşünce tarihinde yerine oturtulmadı. Ne makaleleri toplandı, ne aksiyonu değerlendirildi. Bu iş Attila’ya düşerdi belki. Mesai arkadaşlarından kimse kalmadı. Hüsam, Sarı Mustafa, Reşit Bey öldüler. Attila bazılarınca polis olarak damgalandı. Tanrıkut çıldırdı. Son “ilke” dergisinde Türkiye’deki Cumhuriyet devri sosyalist partilerinin programları sergilendi. Yalnız Esat Adil’in partisi yok.
24 Temmuz 1974
BU ÜLKE, İTHAFLARIN DEVAMI
Muhterem Efendi,{23}
Türk irfanının bugünü ve yarını üzerinde kırk yıldır kafa yoran münzevî bir aydının neler düşündüğünü merak buyurmaz mısınız? Düşünce, şüpheyle başlar. Düşünce, tezatlarıyla bütündür. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak, kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?
Saygılarımla.
Adres: Tütüncü Mehmet Efendi Cd. 2/4 Göztepe, İstanbul.
Sayın Murat Belge,
Aynı heykelin iki ayrı yontucusuyuz. Ben daha yaşlı, eski bir tabirle, daha kâr azmude*, daha ihtiyatkâr; siz daha genç, daha atak, daha iyimser. Heykel yarım. Sevgiler
Sayın Uluğ Nutku,
Hayyam daha önce yaşayan düşünce adamlarını tek mısra ile yolcu ediyor tarihe: “masal söylediler ve uykuya daldılar”. Benim masalım da bu kitap. Nasıl biteceğini kestiremediğim bir masal.
Çetin yolculuğunuzun yurt ve insanlık için zaferle sona ermesini dileyerek. Agâh Oktay Güner Beyefendi’ye.
Ali Naili Erdem Beyefendi’ye, Yahut şairden şaire...
Profesör Süleyman Yalçın Beyefendi’ye.
Fethi Gemuhluoğlu Beyefendi’ye, “Ehli dil birbirini bilmemek insaf değil” Gözlerinizden öperek.
Fevziye Abdullah Tansel Hanımefendi’ye, Takdirkâr bir okuyucusu olarak.
Orhan Saik Beyefendi’ye.
Kenan Akyüz Beyefendi’ye.
Sayın Cumhurbaşkanımıza, Derin saygılarla.
Kıvrak ve inzibatlı üslubunu her gün yeniden takdir etmek fırsatını bulduğumuz Tarık Buğra’ya, dostça.
Muhterem hocamız Reşat Ekrem Koçu Beyefendinin dest-i mekrünetpeyvestlerini öperek.
Necip ve Fâzıl üstadımız Necip Fâzıl Beyefendi’ye.
Mazlum bir kavmin avaz-ı bülendidaz bir vediası olmak şerefine, takdir-i ilahinin lâyık gördüğü Nevzat Yalçıntaş Beyefendi’ye.
***
Rical-i devletin primus interpares’i Süleyman Demirel Beyefendi’ye.
Emanetleri ehline tevdi edin emr-i cehline uyarak atabe-i devletinize takdim edilen bu kitabın gerçek muhatabı sizsiniz. Siz, yani mazlum bir milletin gasbedilen haklarını istirdat için siyaset sahnesine atılmak cesaret, celadet ve mesuliyetini göze alan Necmettin Erbakan Beyefendi.
Hürmetlerimle.
***
Yarım asır Avrupa tefekkürü ile uğraştıktan sonra kendi gerçeklerine dönen eski bir müstağribin Batı-Doğu muhasebesini dikkat-i nazarlarınıza takdim ediyorum, muhterem Turhan Fevzioğlu.
Abdi ipekçi Beyefendi’ye,
Gerçek bir dehanın ilk farikası hakikati tezatlarıyla sevmek değil mi? Sayın Ali Gevgilili, Tolle at lege.
Turan Yazgan kardeşe, gözlerinden öperek.
28 Temmuz 1974
SAĞ, SOL, MÜNZEVÎ AYDIN
İkinci kitap hiçbir yankı uyandırmadı. Sağ, benimsemedi kitabı. “Attila İlhan”, “Kemal Tahir”, “İdeoloji”... Belli ki bir yabancı var karşısında. Bu yabancıyı bir yere oturtamamanın tedirginliği içindedir. Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafirler gittikten sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikâyesi.
Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleri ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir batılıya muhtaçtır. Dost olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister.
Biz Osmanlıdan yobazlığı devraldık. Batının taarruzu karşısında yobazlık bir kaleydi. Yobazlık ananeye kaçıştı. Deniz kızlarının şarkılarını dinlememekti. Korkuydu. Belki zaman dışına çıkmaktı. Aydınlar deniz kızlarını dinlediler ve mahvoldular. Bu yeni yobazlık, kendimize ait her mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır. Nereye? Şuursuzluğa. Ananeden kaçış kavgayı kaybetmiştir. Biri kaybettiği cennetin sılası içinde, öteki yeniliğe, yani ananesizliğe mütehassır. Ama her ikisi de aynı vicdan huzursuzluğundan mustarip. Sağ, batı düşüncesini memnu meyve sayıyor. Batılılaşırken bir günah işlediğine kani. Sol, kayıplarının muhasebesini şuurlu olarak yapmıyor. Müphem biyolojik bir arayış. Kendine yakıştıramıyor “gericiliği”. Sağın çürümüş olduğunu biliyor. Her türlü usaresini, hayat cevherini çoktan kaybetmiş bir müstahase sağ. Sağdan hiçbir uyarıcı ve diriltici haber gelmeyeceğine inanmıştır. Sağ da solu düşman biliyor. Kaliban’ın Prospero’ya bakışı.
Bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında, münzevi aydın, hareketini nasıl ayarlayacak? İşte bütün mesele. Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kafiyen emin değil. Soldan yüz bulmadığı için sağ. Soldan, yani solun efendilerinden. Sağda rahat değilim. Çünkü gerçekte sağ yok. Kim sağ? Kaplan mı? Kaplan zaafları olan adam. İyi Fransızca bilmiyor, tesadüfen Türkoloji ile uğraşmış, ama utanç duyuyor bundan. Muhammet’ten fazla Marx’a yakın. Marx’a yakın, çünkü Marx batı. Bir Ziya Gökalp Osmanlıcılığı, yani Osmanlıcılığın kökten inkârı ve tahribi. Batıyı iyi bildiğim için bana hayran. Batıya düşman olduğum için bana düşman. Yahya Kemal gibi ve Yahya Kemal kadar -hayır Yahya Kemal’den çok az- Osmanlı edebiyatına hayran. Yahya Kemal’in Yunancılığı, çevrede mâkes bulabilseydi Yunancı olurdu Yahya Kemal. Bir müsteşrik Osmanlıcılığı. Dekoratif bir Osmanlıcılık. Ama zeki bir adamın Osmanlıcılığı, rafine. Kaplan da böyle bir rafinman yok. Onda her şey vülger. Korkak, kaçak. Sağlığından utanan bir sağ. Dostluğu da düşmanlığı da belli değil. Masa dostluğu. Erol arayan bir çocuk. Arayan ve bulmadan bulduğunu sanan. Etrafındakilerden daha âlim. Ama nazariyeci olmak kabiliyetinden uzak. Zekâsını bozuk para olarak harcıyor. Lüzumsuz düşmanlıkları, lüzumsuz taraf tutuşları var. Niçin harcıyor kendini? Daha ne kadar harcayabilir? Meçhul. Şimdiden tükenmiş gibi. Sağın temsilcisi bir Kabaklı kalıyor. Hangi sağın? Kabaklı’nın sağcılığı müphem bir mazi hasretinden -şairane bir hasret- ve komünizm düşmanlığından ibaret. O da sağın mevcut olmadığına inanıyor. Ötekiler büsbütün süprüntü. Ötekiler kim? Sezai Karakoç mu? Yazıları günlük kokuyor. Camiden fazla kilise. Ergun ham bir zekâ. Yeteri kadar batılı olamamaktan mustarip. Bu adamlarla ne yapılabilir? Hiç.. Gazetede istediğimi yazamıyorum. Zaten yazdıklarım da kayboluyor. Batı ile savaşıyorum. Oysa onların nazarında tek değerim: batılı olmak.
Attila solda kalmalıydın diyor. Hangi solda? İlerici düşünceye istikamet veren son derece mürteci üç organ var: Cumhuriyet, Varlık, Türk Dili.
Cumhuriyet, kurulduğu günden beri tefekkürü felce uğratmağa memur. Kurulu düzenin gerçek koruyucusu. Genç dikkatleri eski fetihlere çivileyen sahte bir ilericilik. 1974’te Atatürkçü. Varlık, Cumhuriyet’in aylık nüshası. Aynı fikir sefaleti, aynı namussuzluk, aynı sahtekârlık. Nadir Nadi ile Yaşar Nabi ikiz kardeştirler. Reculiyetten, samimiyetten mahrum iki harem ağası. Memlekette düşünen insanın türeyememesi bu iki düzenbazın marifetidir. Bu iki düzenbaz belli emellerin temsilcisi, yani fert değil lejyon. “Ortadoğu” bir meçhuldür. Kötü bir meçhul. Ama meçhul. Ortadoğucularla bir miktar yol arkadaşlığı yapılabilir. Cumhuriyet ve Varlık kuruluşundan beri lağım. Üstelik bu lağıma girmek hürriyetine de sahip değilim. Yani alçalmağa mizacım müsait de olsa beni almazlar. Güvenemezler. Türk Dili de malum. Ortada meşru solu, yani kurulu düzenin himayesi altındaki solu, istikbale istikamet veren solu bu üç neşir organı temsil ediyor. Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar beni içlerine alırlar. Yani kader hükmünü vermiştir. Başka nerede yazabilirim? Solun bütün nüanslarıyla kaynaşmama mani olan büyük bir engel var: kullandığım dil. Ondan vaz geçebilir miyim? Ondan vaz geçmek bütünden vaz geçmek değil mi? Sağ, okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor. Küskün. Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış! Peki, siz basın! Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz! Neye ve kime?
29 Ekim 1974
HÜKÜMLERİMİ TAYİN EDEN
Göze, beni tanıtmak istiyormuş. Dostça bir arzu. Yıllarca sesimi duyuramamanın acısı içinde yaşadım. Ama kime ve nasıl tanıtacak? Sualler haindi. Gazeteci alışkanlığı. Fikrî hayatımda geçtiğim merhaleler. Bunları vuzuhla tayin kabil mi? Önce çevreye intibak. Cami, dua. Sonra çevreye isyan, şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhî hüviyetimi ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir çevreye, bir belkiye, bir müpheme. Nihayet gizlide tehlikelide, cihanşümulde karar kılış. Hayır. Bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum. Ne Marx’a geldiğim zaman Marx’i tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü. Sosyalizmden nasıl ve niçin ayrıldığımı da bilmiyorum? Ayrıldınız mı ki? Bu suale kesin bir cevap vermek güçtür. Sosyalizm bir kilise olarak ürkütüyor beni. Bizim, tefekkürden nasipsiz gecekondu sosyalistleri aklıma geldikçe ürperti duyuyorum. Sosyalizmi içtimaî haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim. Daha doğrusu hislerimi ciddî bir tahlile tabi tutmadım, hislerimi diyorum çünkü saf düşüncenin ideolojik tercihlerle alakası olmadığını biliyorum artık. Muhakkak olan şu ki, hayatıma istikamet veren bu gençlik rüyasının aleyhinde bulunmak beni tedirgin ediyor. Dürüst olmak için ilave edeyim. Sosyalizm kelimesi çok müphem geliyor bana. Fazla Avrupalı geliyor. Başka bir dünyanın temayüllerini, isyanlarını, ümitlerini aksettiren bir kelime. Belki yerinde güzel. Yerinde yani kitapta.
Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslam medeniyeti bin yıl fetihler yapmış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var. İhtiyarlamış. Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve başka. Bence en esaslı fark: insana bakışlarında. Osmanlı için insan uluhiyetin nusha-yi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı evvela kendi insanına karşı zalim. Batının tarihi, bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beşerî kıymet yoktur. Osmanlı mucizesi bütün mucizeler gibi faniydi. Bir yanda maddeci, şiiriyeti olmayan, sert ve keskin bir zekâ. Ötede bir büyük çocuk saffeti. Yenildik. Yığın aslî cevherini her gün bir parça daha kaybediyor. Intelijansiya her an bir az daha köpekleşmekte. Evet. Avrupa’nın Yeniçerisi bu intelijansiya. Kendi tarihini tahribe memur. Şuursuz ve idraksiz. Bu garip zümre sağ-sol gibi tasniflere yan çizer. Yani bir kısmını şu etiketle, bir kısmını başka bir etiketle teşhir ve tesbit etmeğe imkân yok. Bu zümrenin mümeyyiz vasfı yobazlıktır. Düşünceden korkar ve diyaloga tahammülü yoktur. Bunları yazarken ifadesi güç bir nedamet duyuyorum. “Ortadoğu”ya yazı hazırlamam lazım. Lazım ne demek?
Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma. Cevaplarımız suallerle hudutlu. Sorulan sualler hep aynı olunca cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takati dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor. Yani hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil. Belki tek kurtuluş imkânım (tek kurtuluş imkânım derken şunu kastediyorum: Hayatı yaşanmağa layık görmeğe devam etmem), vuzuhu fethetmek: başka bir tabirle etrafımdakilere manevî üstünlüğümü, yahut değerimi kabul ettirmek.
Nerede okudum? Fizyolojik hususiyetlerim neler? Bu kabil ifşaat beni rahatsız eder. Bunlar beşerî olmayan taraflar. Yani biyolojik. Şimdiye kadar yazılarımda “ben” zamirini nadiren kullandım, ifşadan hoşlansam roman yazardım. Acılarımız ve felaketlerimiz beşerîleştiği ölçüde edebiyatın konusu olabilir. .
15 Aralık 1974
OSMANLI TARİHİNİN MİRASI
Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?
Yarını inşa ederken tarihî vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?
Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal inşa edebiliriz? Başka bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?
Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya’dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye İslamiyet’le kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimata kadar, gerek İslam’dan önceki, gerek İslam’dan sonraki Türk insanının farikaları 1- fedakârlık, 2- devletle birleşme.. Adeta uzvî, bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi. Bu tarih Batınınkinden çok farklı mıydı? Batı tarihini, içtimaî sınıflar izah eder. Anahtarı ferdiyettir. Kişi, yalnızlığını lonca, kilise gibi bazı topluluklarda unutmağa çalışır. Fakat ya zalimdir, ya mazlum. Batıda millet yoktur. Yoktur çünkü Roma’dan itibaren sınıflar vardır. Patrisyenler, plepler, köleler, feodal beyler, toprak köleleri, burjuvazi, proletarya. Her milletin içinde birkaç millet vardır. Bugüne kadar böyledir bu. Osmanlı’da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası değildir, bir hizmet vesilesidir. Batıda maddî güç yani iktisat, ezilen sınıflar için bir kurtuluş imânıdır. Köleler (toprak köleleri) feodal beylerden para sayesinde hürriyetlerini satın alırlar. Osmanlı llay-i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğrunda hayatını istihkar eder. Avrupalı ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabilir. Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği için merhamet duyar ona. Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder. Osmanlı’da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlının asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbalde gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu. Osmanlı kapitalizmi yamyamlığına hiçbir zaman iltifat etmemiştir. Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Bu itibarla yarınki cemiyeti inşa ederken kendi temayüllerimiz, yani tarihî mirasımız bahis mevzuu ise, kuracağımız cemiyet mutlaka sosyalizme benzeyen bir cemiyet olacaktır.
Kapitalizmin manivelası kârdır. Osmanlıda kâr diye bir mefhum yok. Sonra kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline gelmesini icab ettirir...
1975
21 Şubat 1975
SÜKÛTUN CAZİBESİ{24}
Sükûtun garip bir cazibesi var. Bir kaçış, bir zırh, daha doğrusu bir alibi. Kelimelerin çiğ ve yaralayıcı vuzuhundan uzak, musikî gibi müphem. Yılbaşında yazacaktım. Olmadı. Sohbetine, sohbetinize her zamandan çok muhtacım. 74 yılı sakin, kaygısız ve dost geçti. Küçük sıkıntılar, hayatın tabiî nesci. Cem’le zenginleştik. İki kitap, bir düzine makale ve ismimizi taşıyan bir yeni vatandaş. Daha ne isteyebiliriz? Tanrı’ya teşekkürlerimizi kemal-i hulusla* eda ettikten sonra ufak tefek şikayetlerimizi de sıralayabiliriz değil mi?
Önce ayrılık. Kasım’da buluşacaktık. Şubat bitiyor. Aynur’u yıllardır görmedim. Cem ile henüz tanışmıyoruz. Ve yıllar geçiyor. Altmışa merdiven dayayanlar için zamanın manası biraz başka. Bir abesin bizi bu kadar acıya mahkum etmesi hazin değil mi? Doktora önceleri bir kapristi, sonra bir gurur, nihayet bir nevi mazoşizm oldu. Çok iyi bilirsin ki tarihin katrana bulanır gibi yalana bulandığı bir konuda, mükemmel bir eser vermek mümkün değildir. Hazırlığınla üç beş doktora yazılabilir. Aracı, amaç yapmayalım. Önünde daha bütün bir ömür var. Kendini ifade etmek hoşuna giderse istediğin kadar ve istediğin gibi yazabilirsin. Benim değerlendirmemin bir değeri varsa Midhat Paşa dosyası yıllardan beri tamamlanmış olup, birkaç günlük bir himmetinizi beklemektedir. İtiraf etmek zorundayım ki bu bahis beni bir hayli rahatsız etmektedir. Belki sükutumun uzayışı bir parça da bitiş müjdesi bekleyişimden ileri geliyor. Uzun zaman sustuktan sonra mükalemeye başlamak oldukça zor. Senden ayrı geçen her an bir nevi frustration. Ümit de aynı doktora hastalığını musab. Sizler doktor oluncaya kadar bize bir hal olmazsa ne iyi. Annen her zamanki gibi cazip, sıhhatli ve melek. Başlıca tesellim ve saadetim o. Arif, tiyatroya alındı alınalı ziyaret saatlerini azaltmak zorunda kaldı. Bol bol teşbih çekip, doktorayı icat eden namussuzun hatırasına dualar okuyorum. Geçen günler, beraberlerinde en küçük bir zafer veya fetih getirmiyorlar. Buna da şükür.
75’in 74 kadar dost, 74 kadar acısız ve sakin geçmesini dilemek bana mevud* en aşırı ümit. Mektup biraz fazla bedbin mi oldu? Hasrettendir. Üçünüzü de bütün ruhum, bütün gönlümle kucaklar, en kısa zamanda yolunuzu beklerim, efendim.
9 Ağustos 1975
ENTELEKTÜELLİK
68’lere kadar insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık. Bugün bütün nas’ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatleri tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka tecessüsü ve yaşayış sebebi kalmamış insanım. Entellektüel, içtimaî bir sınıfın parçasıdır. Ondan ayrılamaz. Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır. Türkiye’de içtimaî sınıflar mevcut olmadığından entelektüel de yoktur. O halde ben de entelektüel değilim. Acaba? Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine göre meseleleri yok mudur? Gerçek entelektüel önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi? Şüphesiz ki böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz. Hayatının sonuna yaklaşan bir insan olarak zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde* buluyorum. Bu itibarla mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma. Daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum? Sesim duyulur mu? Herkes bir an önce sınıf duvarlarını yükseltmek ve kinlerini semirtmekle uğraşırken kimse beni dinler mi? Meşhur bir adam da değilim. Kalabalığın benimsediği edebî bir nevi temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı, alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silahla mücehhezdir*. Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair ezelden beri aşinası olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahluk.
Osmanlı için mühim olan, ciddiyet ifade eden, uğraşılmağa değer bilgiler hudutluydu. Tefsir, Hadis, Fıkıh vs. İslam hayatın bütününü kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordu. Her şey Hindin “Sutra”larında olduğu gibi, Kuran tarafından teferruatıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi gün yatacağımız, nasıl taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok girift, çok şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi. Osmanlının karşısında kendininkine rakip bir düşünce de yoktu. Snıf-ı ulema neyi yıkmağa çalışacak, kiminle görüşecek, hangi yılanları boğacaktı?
Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir. Sınıf-ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sınıfın emrinde, hakikat ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı şuurlandıran bir nevi uzmandır.
Osmanlı, Avrupa’ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet, Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi yoktu. Avrupa’nın dünya görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak şerhler ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu. Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa’nın anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş bir düşünce de yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da. Entellektüel batılı bir hayvandır.
Aydınla entelektüel aynı kimse midir? Hayır. Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı, ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir. Aydın ne mazisini bilir, ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Yaşayıp yaşamadığı halkın umurunda değildir. Bizde bu kelime sadece okur yazar manasınadır. Kendini küçük görür. En ciddileri ya Marx’in tebaasıdırlar, ya Muhammet’in tekrarlayıcısı. Mustağrip veya mustarip. Türk’ün düşünebileceğine inanmazlar.
Batının en adi düşünce simsarı mukaddesdir onlar için. Oysa entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel, dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır. Descartes’dan beri aklın ve idrakin cihanşümul olduğunu anlamıştır.
Şimdi, putlarını tekmelediğimiz bu rüşdünü ispat etmemiş çocuklar bizi nasıl okur? Marx’dan veya Seyyit Kutup’tan uzaklaşmaları kabil mi? Biliyorum ki kabiliyetlerimden çok hadiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatleri pervasızca çağımın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.
18 Kasım 1975
SEKRETERLER{25}
Nur-u didem efendim,
İltifatnamenizi kemal-i muhabbet ve mübahat ile okudum.
Vuslatın yeni bir bahara kalışı kaderin tatsız cilvelerinden biri. Konya’dan “Kubbealtı”na uzun bir yazı göndermiş, “Hisar”ı ihmal etmemiştim. Telefonda sesinizi duymak zevkine eren kızım, yıllarca lektrisliğimi ve kâtipliğimi yapmış lisan aşina, hal aşina bir duhter*-i vefa-şiar idi. Son zamanlarda doktora çalışmaları beni muavenet*-i cihan kıymetinden mahrum kıldı. Cevdet Paşa’nın devlet ve cemiyet telakkisi üzerine müdellel* ve yepyeni tahliller getiren tezi ile muvaffakiyetli bir imtihan vererek edebiyat doktoru payesini ihraz eyledi. Eyledi ama bendeniz de muavenet-i tahriri*yesinden cüda kaldım. El’an* da cüdayım. Sosyoloji asistanlığını pederinin refik-i tahrirliğine tercih etti. Onun yerini tutacak bir sekreter bulamadım. Hazırlamakta olduğum yeni kitap, yılların yorgunluğu, bulunan sekreterlerin ihmal ve ihmallerine, benim malum-u fazılaneleri olan marazı titizliğim de inzimam edince, “Hisar”a ve aziz dostum Çınarlı’ya karşı vazifelerimi neden yerine getiremediğim açıkça anlaşılır. Bununla beraber kaleme sarılmak için teşvikat-ı biraderanelerine ihtiyaç duyduğum da bir hakikattir. “Şezlongdaki Aydınlar” serlevhalı bir müsveddem var. Yarın imkân bulur da tebyiz edebilirsem hemen postalarım. Keşke iltifatnamenizi birkaç gün evvel alsaydım.
Sevgilerimin kabulünü dilerim efendim.
1 Ocak 1978 / Saat 12.00
SAİT NURSİ İLE KENAN RİFAİ
Sait Nursi ile Kenan Rifai. Biri medrese öteki tekke. Sait’in müridi, yığın, midye gibi bir kayaya yapışmış. Sait, nasların katı ve karanlık duvarları arkasında konuşuyor. Hitap ettiği toplum yalnız hayalinde mevcut. Ama bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşiyor. Yani nurculardan önce kelam var. Anlaşılmayan, esrarengiz, çağdışı. Kabuklarına çekilen yüz binlerce insan bu sesin cazibesiyle uykudan uyanıyor. Bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbiriyle. Dallarında kuşlar cıvıldamıyor. Adsız bir uğultu. Nur Risalelerinin bir fırtına rüzgârına benzeyen, zaman zaman heybetli, zaman zaman boğuk yankısı. Bu sahipsiz, bu unutulmuş bu tarihin dışında yaşayan kalabalığı Nur Risaleleri etrafında toplayan kuvvet ne? Yeni bir hakikat, bakir bir düşünce, akıncı bir ruh mu? Hayır. Sait Nursi bütünüyle bir tekrardır. Gazap, tehdit ve horlayış. Ama zulmün ahmakça taarruzu bu münzevî sesi sayhalaştırmış. Laisizmin kartondan setleri birer birer yıkılmış bu sesle. Şehirle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, Batının yalanlarıyla mağlup bir medeniyetin rüyaları, arayanlarla bulanlar, tereddütle inanç., iki dünya halinde ayrılmış birbirinden. İlmin yobazları için, bu emekleyen, bu kekeleyen topluluk bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki bu kendi yüz karalarıdır. Filhakika nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin tepkisi. Nur Risalelerinin gücü, bir isyanı dile getirişlerinden. Temyizi olmayan bir mahkumiyet kararı. Derbeder, perişan, karanlık. Ama samimi ve dürüst. Şuuraltının çığlığı. Bir yanda düşüncesizlik, bizim olmayan değerler ve samimiyet yokluğu. Ötede için için kaynayan ve bir menfez arayan ihtibasa uğramış duygular. Batının tabiri ile filoneizmle mizoneizm. Tanzimat’tan beri yurdumuzu perişan eden illet, teceddüt aşkı. Her şeddi yıkan bu çılgın aşkın karşısına tek hisar kurulabilirdi: nurculuk, ifrat tefriti yaratacaktı ve yarattı. Bu iki zıt kutup arasında bir anlaşma zemini bulmak kabil mi? Hiçbir mahpes* sağlam bir kale değildir. Tarih mumyalanamaz. Nurcuları deve kuşu haline getiren, aydınların anlayışsızlığı. Unutulmasın ki iman kendi kendine yeter. Her nurcu fert olarak bahtiyardır. Ama kökünden kopmak, yosunlaşmak kimseye mutluluk getirmez. Nurcular adalarında hayatlarına devam edebilirler. Onları yok farzetmek onlarınkinden çok daha vahim bir gaflettir.
Hülasa edelim. Sait Nursi bir kavga adamıdır. Yalçın bir irade, sert, müsamahasız bir mizaç, sözü ile özü bir, tefekkür değil iman. Yogi ile Komiserin savaşı.
Kenan Rifai bir on dokuzuncu asır entelektüeli. Bir eski Galatasaraylı, İmparatorluğun uçsuz bucaksız coğrafyasında yıllarca dolaşmış. Geniş bir tecessüs. Büyük bir asimilasyon gücü. Zengin bir tecrübe. Bir parça Hint, bir parça Mevlana. Ve kanma bilmeyen bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus değil. Aşkı dinleştiren bir Tanrı adamı. Müslümandan çok deist. Daha doğrusu panteist. Maddecilikle zehirlenen bir çağa ancak bu esnek, bu herşeyi kucaklayan inanç sesini duyurabilirdi. Sait Nursi dağ başında vaazlar veren bir Sahyun nebisi. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştular.
Yusuf Kenan zarif bir salon adamı. Herkesin nabzına göre şerbet vermesini biliyor. Büyüleyici bir sesi, yakışıklı çehresi var. Daha çok kadınları cezbedişi bundan. Medreseden çok tekke.
5 Mayıs 1978
BİR TEŞVİK{26}
Muhterem efendim
İthafınızı yarı mest, yarı şaşkın defalarca okudum. Engin ruhunuzdan taşan pırıltı, gözlerimi kamaştırdı. Layık olmadığım iltifatlarınızı, yaratışın çetin ve çileli yolunda, civanmertçe bezledilen bir teşvik telakki ediyorum. Var olun.
3 Eylül 1978 Pazar / Saat 9.30
İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET
Zola’nın romanlarında yoksulluk bir felakettir. O cendere içinde, insanlar bayağılaşır. Hayat cazibesini kaybeder, güzel olan ne varsa yok olur. Dosto’da yaşanabilir bir iklimdir sefalet. Alkol bir nevi emniyet supabıdır. Kaderde nisbî bir adalet; kimse çok büyük, kimse çok küçük değildir. Orwel’de Paris’in bir kenar mahallesini sergilerken Zola’ya göre daha insaflı, çok daha müşfiktir. Hayat bütün kahırlarına rağmen yaşanılmağa layık. Okuyucu ister istemez şöyle bir sualle karşı karşıya: saadetle felaketi ayıran sınır nasıl çizilebilir? Hepimiz sefil birer kuklayız. Tek gücümüz: intibak kabiliyeti. Çevreye uymayanlar, uyamayanlar demek istiyorum, ezilip gider. Sartre insan hürriyetten kurtulamaz diyor, eli ayağı bağlı, hürriyet denizine atılmış. İstese de istemese de hür. Bu nasıl bir hürriyet? Havaya fırlatılan taşın hürriyeti. Hürriyet, vehimlerin en çılgını. Determinizm deli gömleğinden daha insafsız: yalnız kolunuzu bacağınızı hapsetmekle kalmaz, ağzınızda da tıkaç. Determinizm, daha girift, daha esrarlı, daha âlemşümul bir gerçeğe sözde-aydınların taktığı ad. Eski Yunan, ananke, fatum, nemesis demiş bu meçhul, bu korkunç güce; Hint, karma; semavî dinler, kader. Halk, mefhumu daha da müphemleştirmiş: felek. Felek kim? İblis mi, Tanrı mı? İslamiyet kaza ve kaderi, esrarına akıl erdirilemeyecek bir sır olarak vasıflandırmış. Neyzen ne kadar haklı: “çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü”... Hayyam da aynı şeyi söylememiş mi... “Efsane söylediler ve uykuya daldılar”. Hiç kimse bir zerre aydınlık getirememiş. Efsane veya şarkı, manasını herkesin başka başka anladığı bir avuç kelime. Bazısı güzel, kime göre? Bazısı çirkin, kime göre? Sükuta okunan kasideler de başka bir hezeyan: insanın hayvana özenmesi, hayvana ve maddeye. Ama bir çaresizliğin şuuru olabilir sükut, bir silahları bırakış, bir teslimiyet. Mutlak karşısındaki aczi efendice itiraf. Babam konuşmadı. Ben çok konuştum. Ne değişti? Hiç! Kelimelerin müessiriyetine inanmıyorum. Milyonlarca defa tekrarlanan bu söz yığınları nota kadar bile manalı değil. Galiba tek kurtuluş inanmak. Ama onda da hür değiliz. İman ilahî bir hidayet.
27 Ekim 1978 Cuma / Saat 11.30
SABİH ŞEVKET, SEDAT ZEKİ
1947, Haziran. Yedi aydır Hukuk Fakültesinde Fransızca okutuyorum. Talebe perişan. Dilini unutan bu nesil, yabancı dili nasıl sevsin? içimde, misyonerlerin her aksiliğe meydan okuyan imanı, yarının insanlarına Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tanıtmak ve tattırmak için çırpınıyorum. Kızılderililer arasında bir rahip. Yabancı dil, hocalar için de, talebe için de arabanın beşinci tekerleği. Aylardır boşuna didiniyorum. Nihayet imtihanlar. Mümeyyizler gelmedi. Talebelerle tek başıma cebelleşiyorum. Birden kapı açılıyor; tanımadığım bir zat ismini söyleyerek yanımdaki sandalyeye ilişiyor: Sabih Şevket. Mümeyyiz mi, müfettiş mi belli değil. Arada bir talebelere sual soruyor. Sualleri isabetsiz buluyorum. Muhatabımın hoca olmadığı belli. Tabakasından bir saylav cigarası çıkarıp bana veriyor, bir tane de kendisi yakıyor. Fransızcası dürüst ve yanlışsız. Tavırları kibar. Yaşı altmışın üstünde. Ama çok dinç. Emekli bir diplomat olacak diye düşünüyorum. İmtihan bitiyor. Bu münasebetsiz misafirden kurtulduğuma memnun eve dönüyorum. Aynı zatı altı ay sonra Haydarpaşa garında gördüm. Soğuk bir kasım sabahı, banliyö treninden inmiş vapur bekliyordu. Yanında tanımadığım insanlar vardı. Kahkahalarla gülüyordu. Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, aynı trende karşılaştık. Ve bu, çeyrek asır sürecek bir dostluğun başlangıcı oldu.
Zavallı Sabih Şevket! Bir devrin son temsilcisiydi, inkıraz tarihimizin bütün tezatları ile canlı bir kitaptı o. Babası Şevket bey rütbe-i bala ricalindendi. Yıllarca Cevdet Paşa’nın mektupçuluğunda ve mezahip nazırlığında bulunmuş, II. Abdülhamit devrinin ikinci sınıf devlet adamlarından, zevkperest, sanatperest, rindmeşrep bir İstanbul efendisi. İttihatçıların vekil olur musun teklifini izzet-ü ikbal ile red etmiş, oldukça dolgun tekaüt maaşı ile Vaniköy’ündeki yalısına çekilerek hayatının son yıllarını sohbet-i yaran ile geçirmişti. Büyük babası Tahir Paşa, II. Mahmut devri ricalinden. Navarin’de yakılan donanmanın ikinci kaptanı, sonra kaptan-ı derya.
Sabih Şevket orta öğrenimini Saint-Joseph lisesinde yapmış. Sonra İstanbul hukukunu bitirmiş. Türkiye’de ilk baroyu biz kurduk derdi. Mütareke yıllarında Elektrik Tünel Tramvay şirketinde (vekaleten) umum müdür. İttihat ve Terakkinin kurucuları arasında bulunmuş, ama çok geçmeden ayrılmış komiteden. Kıbrıslı Şevketle Rıza Tevfik’le, Ali Kemal’le yakın dost. Cemal Paşa tarafından tevkif ettirilmiş. Yüzelliliklerle beraber İstanbul’dan ayrılmış. İhtiyarî menfası: Cünye. Bir ara Suriye devlet reisi Ahmet Nami beyin müşaviri, daha doğrusu misafiri olmuş. Sultan hanımların hususi muallimi olan Kemanı Ağadan musiki dersleri almış. Defalarca Avrupa’ya gitmiş. Mükemmel bir piyanist. Sathî fakat geniş bir kültür. Sağlam bir Fransızca, iyiye yakın bir İngilizce. Tanıştığımız zaman prenses Atiyetullah’ın evinde kalıyordu.
Şevket beyle sıkı fıkı dosttular. Şevket beyin ölümünden sonra prenses bu eski dosttan ayrılmak istememiş ve Sabih Bey Sosyal Hemşire Okulunda Fransızca hocası oluncaya kadar Kızıltoprak’taki köşkün müştemilatında münzevi ve asude bir bekâr hayatı yaşamıştı. Sabih Şevketle haftada birkaç gün buluşurduk. Çok defa o bana yemeğe gelir, bazen da lokantaya giderdik. Ben de haftada bir ziyaretinde bulunurdum. Saat altıda mutlaka yürüyüşe çıkardı. Umumiyetle Fenerbahçe’de dolaşırdık. Bazen Todoride mola verir, bir iki kadeh attıktan sonra ayrılırdık. Sedat Zeki’yi Sabih beyin evinde tanıdım. Prensesi ziyarete gelmişti. Eski dostunu da ihmal edemezdi elbette. Sabih beyle uzun yıllardan beri tanışıyordu. Aile dostu idiler. Ali Kemal tevkif edilince kayınbiraderi olan Sedat Zeki, Sabih beye koşmuştu. O da işgal kuvvetleri kumandanlarından malumat almak için kapı kapı dolaşmış, bu yüzden şüpheli bir kimse olmuş. Kemalistler kazanınca belki de lüzumsuz bir endişe ile kararı firara tebdil etmişti. Anlattığına göre Mekteb-i Hukuk’ta da berabermişler. Yüzellilikler dönünce Şevket Bey, Sabih’i Türkiye’ye çağırmış. Resmî muamelelerin ifası için o zaman Kahire başkonsolosu Sedat Zeki tavassutta bulunmuş. Necmettin Sadak hariciye vekili olunca Sedat Zeki merkeze çağrılmış ve emekliye ayrılmış.
Sedat Zeki’yi 49’larda tanıdım. Şımarık, küstah, laubali bir hariciyeci. Tanıdığım Fransızların hepsinden iyi konuşuyordu Fransızcayı. Yalnız Fransızcayı mı? İngilizce ile Almancayı ne zaman öğrendiğini hatırlamıyordu. Tophane müşiri ve Mekâtib-i Harbiye nazırı Mustafa Zeki Paşa’nın oğlu mürebbiyelerle yetişmişti. Mekteb-i Hukuka dört Macar atının çektiği muhteşem bir arabayla gider gelirmiş. On beş yıl Fransa’da, bir o kadar İngiltere’de sefaret müsteşarlığı yapmış. Mustafa Kemal’in meşhur Nutku’nu o çevirmiş Fransızcaya. “La Turquie Kemaliste” mecmuasında Nedim’den, Naili’den yaptığı manzum tercümeleri yayınlanmış. Sedat Zeki ile çabuk dost olduk. O benim Fransız edebiyatındaki ihata*ma hayran oldu. Ben onun batı dillerine vukufuna*. İkimiz de müstagriptik*. O sıralarda “La Revue” dergisinin eski nüshalarını taramış, Türkiye’ye ait yazıları dosyalamıştım. İlk tanışmamızda babası hakkında bildiklerimi sıcağı sıcağına aktardım, hayret etti. Bir başka gün yine Sabih beyde karşılaştık. Dolaşmayı hiç sevmediği halde ister istemez bizimle yürüyüşe katıldı. Sonra iki üç defa yemeğe geldi bana. Bir defa Sabih beyle Fuat’lara gittik, saat birlere kadar içtik sohbet ettik. Bir kere Ahmet Akat’la evine davet etti beni. Kardeşi Vedat Zeki’yi, hemşiresi hanımefendiyi tanıdım. Tekrar Çengelköy’deki evimde buluştuk. Fuat, Süphan, karım bahçede yemek yedik. Bir kere de Prensesin davetinde beraberdik.
10 Kasım 1978
HATIRLANDIKÇA YAŞIYORUZ{27}
Sevgili Fuat,
Sesin yazı olup kilometreleri aştı. Kuş gibi, rüzgâr gibi, kelebek gibi. Atlantik’in ılık, esrarlı, meçhullerle dolu havası odama ve kalbime doldu. Ama az, ama çok.
Fecirler maya, sevinçler maya, hayatın kendisi maya. Günün birinde İstanbul’da peyda oldun. Zamanın ve sükutun sisleri dağıldı. Yıllar öncesine tekrar döndüm. Film koptuğu yerden tekrar başladı. Sonra. Mektubun yanıp sönen bir şimşek gibi. Mayanın büsbütün maya olmadığını, mesafelerin ötesinde de olsa yaşadığını ispat etti. Ölmek, unutulmaktır. Hatırlandıkça yaşıyoruz. Mektup yazmak için de başlıca hatamız, eşref saati beklemek. Eşref saat bir dostla konuştuğumuz saat. Evet, şimşek pırıltısı hem bir ziyafet, hem bir facia. Söndükten sonra karanlıklar daha da koyulaşıyor. Ama bütün büyük zevkler öyle değil mi? Ben bir dolap beygiri sabrı ile işimi sürdürüyorum. Dört nala giden azgın bir at. Bir elimle yelelerine sarılmışım, öbür elim topraktan başak topluyor, başak, diken, ot. Ve kopardıklarımı zaman zaman çağdaşlarımın suratına fırlatıyorum. İşte böyle. Yazdıklarını yollarsan, okurum. Sana doyamadım. Mektup diye yolladığın birkaç damla susuzluğumu arttırdı. Ama buna da teşekkür. Süphan’dan ses yok. Ölüler defterine mi kaydedildik. Daha uzun yaz, daha uzun yazarım. Hasret ve iştiyakla.
MAĞARADAKİLER, İTHAFLAR
Sayın Fahri Korutürk,
Münzevî bir aydın, düşünce bahçelerinden devşirdiği bu bir avuç çiçeği zat-ı devletlerine takdimle mutluluk duymaktadır.
Sayın Bülent Ecevit,
Mağaradakiler, Türk aydınının ve genel olarak aydının dramını sergiler. Bu sahnede dünle yarın, kavramlarla insanlar yan yana. Çetin yolunuza bir kucak ışık serpebilirse, yazar kendini mutlu sayacaktır.
Muhterem Süleyman Demirel Beyefendi,