Kollarımda yeni doğmuş bir bebek gibi uyuduğunu hatırlıyorum ve yeni doğmuş bir bebek gibi uyanırdın. Baş başa yaşadığımız bu asırlar kadar uzun, bu asırlar kadar dolu ve bir rüya kadar kısa günlerde -gecelerde diyecektim- dudaklarından bayağıya benzeyen tek hece dökülmedi. Uyurken, uyanıkken, sarhoşken.
Yalan söyleyen aynaları kırdım. Sen şimdi o içten gülümseyen, o içten ağlayan tertemiz Lamiamsın.
Saat 6.30
Az sonra seni arayacağım. Ve sesin bütün karanlıkları dağıtacak. Hangi karanlıkları? Gönlüm bir ışık tufanı içinde. Mektupların gökkubbem, kelimelerin bir yıldız yağmuru. Bana öyle geliyor ki yalnız mektubunu okurken, yalnız seni düşünürken, yalnız sana yazarken yaşıyorum. Aşkımızın kitaplardakine benzer tarafı yok. Kanunların, mevsimlerin dışında. Neden hislerini gizleyeceksin? Aynı anları yaşamıyor muyuz? Göğüs boşluğumda senin kalbin de çarpıyor. Sen ağlarken ben de ağlıyorum. Perhize gelince, senden başka kadın düşünemeyecek kadar seninle doluyum. Fildişi kulen bir kaleydi belki, ama kirlendi, çamurlandı.
Artık hisara ihtiyacın yok, hisarın benim. Ben, yani aşk. Ankara’ya koşarken tek endişem vardı: sana layık olamamak, sana kavuşamamak, yollarda ölmek. Ankara’ya koşarken aynı endişeler senin de şakaklarında zonkluyordu. Âdem’le Havva, cennette bizim kadar bahtiyar mıydılar? Tanrı dualarımızı müstecap* kıldı. On bir gün, on bir gece yaşadık. Biraz acı çeksek ne olur? Acı saadetin tuzu biberi. Benim şımarık yavrucuğum, ne zaman senle değilim ki? Beni teneffüs ediyorsun.
Konferansa gelince, “İngilizcenin Geçirdiği Devirler” fazla klasik bir konu değil mi? Gerçi senin temas ettiğin her şey güzelleşir. Mehtap gibisin sevgilim benim, en çirkin manzarayı muhteşemleştiren mehtap gibi. Ama biraz daha edebî, biraz daha gönüle seslenen bir konu olsa. Dinleyiciyi düşünüyorum. Ve kıskanıyorum. Bütün söylediklerini yalnız ben dinlemek isterdim. Dudaklarından içmek isterdim kelimeleri. Gözyaşların gibi, terin gibi. Mutlaka istiyorsan, lazım gelen malzemeyi hemen postalarım. Ne var ki, bu konuda mucize yaratmak güç. Biraz fazla matematik. Sana vaktiyle özetlediğim bir yazıyı sunuyorum, daha çok tarihî değeri var. Diller hakkındaki kitabım, bugünlerde çıkar. Vereceğin konferans için iyi bir giriş olur. Mektubunda adı geçen kanbur, sabrımız, irademiz. İstikbali kendimiz yontacağız, büyüyü kendimiz bozacağız. Bana güven sevgilim. Bana yani aşka.
24 Kasım 1966 / Saat 9.00
YALNIZLIK YALNIZ KALAMAMAKTIR
Ve şehzadelerin karşısına üç yol çıktı. Birinin üstünde cinnet yazılıydı, ötekinin cinayet, üçüncüsünde yazı yoktu. Tarihin gelmiş geçmiş bütün bedbinlerine kahkahalarla gülüyorum. Şımarık birer çocuk hepsi de. Yalnızlık, yalnız kalamamaktır. Hayatım katır ahırında serenat vermekle geçti. Ve domuzları mukaddes kitaplarla besledim. Ve itleri kalbimle. Promete Kaf dağına zincirliydi ve hergün bir akbaba kemiriyordu ciğerlerini. Promete ölümsüzdü. Biliyordu ki, bir gün zincirleri kırılacak. Promete Zeus’e kafa tutmuştu. Ve kafa tutuyordu. Bir mağlupdu ama eğilmeyen bir mağlup. Ben de eğilmiyorum sevgilim. Ben de gururumla muzafferim, imanımla muzafferim, seninle muzafferim. Promete Kaf dağına zincirliydi. Ben? O kadar yalnızım ki, yalnız kalamadığım için yalnızım. Seninle başbaşa kalamadığım için yalnız. Promete’nin ciğerlerini akbabalar kemiriyordu. Akbaba asil bir hayvan. Benim ciğerlerimi? Zincirlerini ancak başkalarının kafasında parçalayabilmek. Trajedi bu. İntihar veya cinayet. Haykırmak istiyorum: iradem kelimeleri boğazımda yakalıyor, boğuluyorum. Sesiniz bir çocuk sesi gibiydi dün gece. Biraz fazla telaşlı idiniz. Neden çabuk kaçtınız?
Sana yazamamak, istediğimi yazamamak, istediğim zaman yazamamak. Beni kahreden bu aciz. Dün iki defa başladım, mektupların ikisi de yarım kaldı. Geceleri ne güzel ağlardık.
Saat 11.00
Promete yine Zeus’a meydan okuyor. Promete insanları seviyordu. Ve Tann’ydı. Ben de insanları seviyorum. Bütün dostlarım çarmıhıma çivi çaktılar. Bazan ehramlara taş taşımış gibi yorgunum. Her şeyimi, her şeyimi verdim. Sana bir zekânın enkazı kaldı. Bir zekânın ve bir vücudun. Ama biliyorum ki, kucağında her zaman dipdiri olacağım. Aşkın alevinden Simurk gibi taptaze, dipdiri ve çelik bir mızrak gibi bükülmez çıkacağım. Promete Kaf dağına zincirliydi. Ben zaaflarımla zincirliyim, merhametimle zincirli, my love is my sin, değil, my pit is my sin. Elizabeht Barrett Browning’i hatırladım. “Portekiz Soneleri”ni bilir misin? Bazıları sen yazmışsın kadar güzel. Hayır, hiçbir kadın hiçbir erkek Lamiam kadar güzel yazamaz. Ama Elizabeth’in sonoleri yine de güzel. Diyor ki:
“Go from me. Yet I feel that I shall stand Henceforward in thy shadow. Nevermore Alone upon the thereshold of my door Of individual life, I shall command The uses of my soul, nor lift rrty hand Serenely in the sunshine as before Without the sense of that which I forbore-Doom takes to part us, leaves thy heart in mine With pulses that beat double. What I do And what I dream include the, as the wine Must taste of its own grapes. And when 1 sue Go for myself, He hears that name of thine, And sees within my eyes the tears of two.”
25 Kasım 1966
YAZMAK İÇİN BİR BAŞKASINA YALVARMAK
Mektubun tarihsiz ve şikâyetle dolu. Mevlana’nın neyi gibi: ayrılıklardan şikâyet etmede.. Şiirin ve şairin ezelî derdi. Ama yanıp yakılmağa ne kadar hakkın var, ne kadar hakkımız var diyecektim; sana yetmiyor muyum, hani hatıram bütün varlığına sinmişti, hani beni yaşıyordun, benimle yaşıyordun? Ben karanlıklar içindeyim, dış dünya ruhumu oyalayamıyor, sesine, sıcaklığına ihtiyacım var, ama .... Bu kış belimi büktü diyorsun, beğenmedim. Bu bir parça geçen kışların hasreti mi? Saadete layık olmak için ne yaptık veya ne yaptın? Saadet kapını çaldı, kırarcasına çaldı ve kapı kendiliğinden açıldı. Hasret belini büktü, kabul. “Bu kış” gibi maziyi hatırlatan ve mazi lehine herhangi bir mukayese ihtimali yaratan küfürlerin cevabı tarafımdan ebedî bir sukut olur. Kış belini büker, benim de büktü, ama “bu kış” değil, sadece kış.
Berhanede rüzgâr uğuldar, yağmur camları döverken sevgiliyle başbaşa kalmak güzel şey! Yazmak bir şehvet. Bir de beni düşün, yazmak için kaçmak mecburiyetindeyim, bir başkasına yalvarmak mecburiyetindeyim, ilhamım en coşkun anlarında kesilmek tehlikesine maruz. Bununla beraber sana yalnız bir gün yazmadım; yolladığım her kitabın içinde (kapağında) bir mektupcuk yok muydu? Alevim seni ısıtmıyor mu? Ben Sibirya’nın iklimini değiştirecek kadar ateşliyim.
Sevgilim, Lamiam, canım, “sen arzu ettin bu ayrılığı” ve kaybedecek zincirlerinden başka bir şey yoktu. Sen Şubat’ta görüşürüz dedin, sen bu sene çalışmalıyım dedin, ben kararlarına saygı gösterdim, başka ne yapabilirdim? Vaızdan vazgeçeyim. Son tahlilde durum şu: Nasrettin Hoca’nın eşeği gibi tam alışırken ölmezsek şubatta karşılaşacağız, âlâ ve rânâ. Yapılacak şey, gülmek, eğlenmek, göbek atmak. Yani sıhhatli kalmak. Problem şöyle konulmalı: ayrılık güç, malum, ama, vuslata götüren bir ayrılık bu. Kaderin sitemine aldırış etmemek, aradaki ayları fizik ve moral aşınmaları önleyecek bir programla geçirmek, yani, hayat angarya, bu angaryayı güler yüzle karşılamak ve on beş günlük saadete hak kazanmak. Şubat gelince sevgiliye bitkin, bitap koşmamak. Şu halde küçük hanım, bahsettiğiniz tercümelere devam. Gerçekten kuvvetliyseniz âşıksanız ve aşka layıksanız kuvvetli bir disipline boyun eğeceksiniz. Mazoşizme paydos. Size, mesela Legouis’nin Edebiyat Tarihi’ni yollasam çevirir misiniz? Yahut türkçesi olmayan herhangi bir kitap, mesela Will Durant’ın minnacık kitapları var: Eflatun, Nietzsche v.s. Elinizden ne gelir bilmek istiyorum? Tenkidimden çekinmeyin. Bu kendi kendimi tenkit.
Kucaklayarak. Ruhumla ve vücudumla. Bütün hücreleriyle senin sevgilin ve âşıkın. Bütün hücreleriyle sen.
27 Kasım 1966
MEZAR TAŞI GİBİ BİR SÜKÛT
Günlerdir mektupsuzum. Asırlardır diyecektim. Bu yaştan sonra her gün bir asır. Mezar taşı gibi bir sükût. Üşüten ürküten, asabileştiren.
Unutmayın ki sevginin büyülü dünyasında her kopuş, her kayıtsızlık, her yanlış adım tehlikelidir. Nasıl ve niçin susarsınız? Ben hayalinizin bir an için gölgelenmesini bir cinayet sayar, kahkahadan kaçar ve kendimi mutlak bir ruh ve vücut bekâretine terkederken, sizden kitaplarımı kıskanır, yazdığım her satırda sizi bulur, sizi yaşar, sizi düşünürken susuyorsunuz. Hangi hakla?
Biliyorsunuz ki, zindanıma bahar getiren, mektuplarınız. Onlarla yaşıyorum. Korkunç bir hayal kırıklığı bu. Dün akşam sizinkilerle beraberdim. Yarıma kadar oturduk. Bugün hanımla Mehmet İstanbul’a tiyatroya gittiler. Yarın akşam Veysi, Ayşe, Babür ve bizimkiler gideceğiz. Seni çocuklarında aramak, bir başkasının çocuklarında. Hazin. Dün mutlaka mektup alacağımı umuyordum. Sevinçliydim. Sabahleyin Babür’le ders yaptık, öğleden sonra misafirler bastırdı. Sana yazamadım. Server’e de uğrayamadım. Az önce kızımı yolladım, arzuyla, şehvetle, ilaç bekler gibi bekliyordum.
Muharebeye başlamayalım. Yok oluruz. Seni bütün olarak istiyorum. Bütün zamanını istiyorum. Saçmala, ağla, gül. Fakat yaz. Anlamıyor musun? Bu kaderin son ve muhteşem atıfeti. Bir masal aşkı. Bütün inkisarlarımızı unutturan bütün bozgunlarımızı zafere çeviren bir aşk. Liyakatsizliğini görürsem, seni beklemeden intihar ederim, çıldırırsın.
Bu bir daha tekrar etmemeli. Aşka harcanmayan her dakikanı ihanet sayarım. Ve affetmem.
Dün sana Will Durant’ın kitaplarını yolladım. Eflatun üzerinde çalış. Ve n’olursun susma, işte Elizabeth Barrett Browning’in bir sonesi. Görüyorsun ki o yazıyor:
“It is indeed so? If I lay here dead,
Wouldst thou lose any life inlosing mine?
And would the sun for the more coldly shine
Because of grave-damps falling round my head?
I marvelled, my Belowed, when I read
Thy thought so in the letter. I am thine-
But.. so much to the? Can I pour thy wine
While my hands tremble? Then my soul, instead
Of dreams of death, resumes life’s lower range.
Then love me love! Look on me, breathe on me!
As brighter ladies do not count it strange
For love, to give up acres and degree,
I yield the grave for thy sake, and exchange
My hear sweet view of Heaven, for earth with thee.”
Zavallı Miss Barrett, bu sonoleri kırkından sonra yazmış. Bay Browning’in “Erkekler ve Kadınlar”ını karıştırıyorum, kış yağmuru gibi kasvetli.
Yine Elizabeth’e dönelim.
Beni seviyorsan âşık olduğun için sev diyor. Gülümseyişini seviyorum, cıvıldayışını seviyorum, düşüncelerimiz bir.., diye sevme. Şiiri sonra tamamlarım, seninkiler geldi...
29 Kasım 1966
KEDERE HAKKIMIZ YOK
Arzın bütün mevsimleri vardı mektuplarında, gökün bütün ışıkları vardı. Şimdi yıldız yıldızdı kelimeler, şimdi şimşek şimşek. Arada gök kararıyordu, sonra mehtapların en şahanesi, arada gök kararıyordu. Sonra vuslat gibi güzel bir fecir. Mektupların fırtınayla doluydu, meltemle doluydu, lema ile doluydu, yani Lamiamla doluydu. Kuşlar tarlada mı şakıyorlardı, içimde mi? Gerçekten güneş var mıydı? Canım benim.. Biz birbiriyle zenginleşen, birbiriyle genişleyen, birbiriyle sonsuzlaşan tek ruhuz. Saçlarımı okşamak istediğin zaman, kendi saçlarını okşa dememiş miydin? O kadar seninleyim, o kadar benimlesin ki. Ama zaman zaman bir şüphe kuduruyor içimde. Neden susuşun, neden susuşum bizi kahrediyor? Sevmek, inanmak demek, katlanmak demek, beklemek demek. Sonra, anlıyorum, kalbin beyinden kopuşu gibi acı, ayrılık. Anlıyorum. Ben tekim. Kimseye benzemeyenim. Zirveleri ve uçurumlarıyla kimseye benzemeyen. Ben rüyanım senin. Yılların bu rüyanın özlemi ile geçti. Gönül olarak rüyanım, ten olarak rüyanım, kafa olarak rüyanım. Rüyanın ersatz’ı olmaz. Tanrı gibi tekim ve benzerim yok. Anlıyorum, şimdi senin için bütün sohbetlerin ne kadar yavan, bütün eğlencelerin ne kadar tatsız, bütün nüktelerin nasıl iğrenç, bütün insanların ne denli kepaze, bütün içkilerin ne mertebe zehir olduğunu anlıyorum. Ama bu akşam yine başbaşayız. Saçların saçlarımda, kolumu beline doladım, ağlıyoruz, gülüyoruz.
Lamiam benim, korkunç bir büyücü dünyanı yalancı aynalarla kuşatmıştı. Şövalyen o aynaları kırdı. Ve sana aldatmayan tek aynayı, gözlerini değil, gözler bile yalan söyler, gönlünü sundu. Bir ayna ki bütün pınar sularından daha riyasız. Şair “aşkta keder neyler” diyor, biliyorum, şairin sözünü ettiği aşk eti ve kemiği olmayan bir aşk. Ama gerçekten kedere hakkımız yok. Bütün kâinatı sen olan insan, senin bütün kâinatın değil mi? Ya sevsen ve sevilmeseydin? Ya sevsem ve sevilmeseydim? Biz şımarık çocuklarız Lamiam. O kadar susuzuz ki birbirimize, o kadar birbirimiz için yaratılmışız ki.. Yarım asırlık ayrılık dile kolay. Ama ruhum benim, bütün hücrelerinle seviyorsan, ebedîsin. Ebedîyiz. Dert bohçanı sobaya at ve küllerini savur. Ve dudaklarını uzat bana. Sevilmeyenler, sevmeyenler üzülsün. Bensiz çektiğin her acı ihanetlerin en kepazesidir, aşkımıza layık olmaman demektir. Dikkat et, acılarını benden gizle demiyorum, tam tersine onları da bütün hayatın gibi beraber yaşamak istiyorum. Ama genç kalmaya mecbursun, diri kalmaya mecbursun. Hastalık yok. Vücudun, vücudumuzun Lamia hanımefendiye kısa bir zaman için emanet ettiğim parçası. Onu bütün cazibesi, bütün lezzeti, bütün tazeliği ile korumak, sevgiye karşı ilk vazife.
Bütün canavarlarla pençeleşecek kuvvet var içimde. Mektuplarını okurken ölümsüzleştiğimi hissediyorum. Birbirimize inanalım, canım benim. İkimizin de bocalamadan, ezilmeden geçirmek zorunda olduğumuz bir imtihan var: ayrılık. Bu iki ay, daha mükemmelleşmemiz, daha olgunlaşmamız, daha gençleşmemiz için kaderin bize verdiği bir nevi mühlet. Beni seviyorsan, bana layık kal. Sen gözyaşlarınla da güzelsin, ak saçlarınla da. Sen, sen olduğun için güzelsin. Benim olduğun için güzelsin. Ama bu kadar gönülden seven kadın yalnız olmadığını bilmelidir, öksüz olmadığını bilmelidir. Ve geleceği bütün hazzıyla, bütün aleviyle, bütün fırtınalarıyla yaşayabilmek için diri kalmalıdır. Anlıyor musun canım benim. Diş ağrısı yok, baş ağrısı yok, hele karın ağrısı hiç yok. Yirmi beş yıl, ayaklarımızda demir çarık, ellerimizde demir asa bir vaha aradık. Ve bulduk. İki ay sonra beraberiz.
İstediğin kadar beraberiz. İstediğin zaman beraberiz.
Bir mektubunda “cosmic”i soruyorsun. Cosmic, kosmosun sıfatı. Kosmos kâinat demek. Balzac’ın “Tılsımlı Derisi” şahane bir kitap. Şimdilik bu kadar hayatım benim. Perestişlerimle.
Cosmosa dönelim. Gerçek veya hayalî kâinat. Bütün. Düzenli bir bütün olarak kaînat. Kosmosun dilimizdeki karşılığı: Lamia. Kosmik de ben. Kosmosla ilgisi olan, sonsuz.
Mektuplarında hoşuma gitmeyen iki cümle: 1- Keşke ikinci Ankara seyahatini yapmasaydık. (Üçüncü Ankara seyahatinde bunun cezasını vereceğim. O nasıl söz?) 2- ...Yarına. En derin sevgilerle canım benim. İkinci cümleyi affettim...
Öperek.
1 Aralık 1966
BEN ZAVALLI BİR DON KİŞOT’UM
Cahit Bey asistana yolluyor, asistan Cahit beye. İstemiyorlar. Sonra? Karanlıklardayım. Hayata merhametimle bağlıydım. Kendimi unutmak için başkalarına acıyordum. Artık acıyamıyorum da. 12 gün sonra elli yaşında olacağım. Hiçbir dayanağım yok. Hâlbuki hep başkaları için yaşadım. Başkaları, yani tesadüfen karşıma çıkanlar. Kimdiler? Niçin karşıma çıktılar? Bana ne verdiler? Kendine acımayan bir merhamet. Ve şimdi yapayalnızım. Dışarda yağmur yağıyor. Sana gel diyemiyorum. Mektep de, ders de, ebediyet de umurumda değil. Başımı göğsüne dayayıp ağlamak istiyorum. Ağlamak ve sonra ölmek. Sana gel diyemiyorum. Bu bir ölüme davet olur; seni yaşatamam ki. Ben sakit bir hükümetin banknotları gibi değerleri hiçbir işe yaramayan zavallı bir insanım. Sokaktaki herhangi bir serseriden daha zavallı. Alaattin’in lambasını ben başkalarına verdim, kırdılar. Babam da bir mağluptu. Ama kutupları olmayan, kasırgaları olmayan bir iç dünyası vardı, sığdı, tanıyamadım onu. Uzun bir sükûttu. Ve yalnızdım.
Herhangi bir dişiydi annem. Başımı başına dayayarak ağlayacak dostu ilk defa sende buldum. Ve yoksun. Şu anda o kadar susuzum ki sana. Ve aczimden o kadar utanıyorum ki.. Bayağılaşmamak. Bu korku beni silahsız bıraktı. Kimseyi aldatmadım. Kimsenin karşısında eğilmedim. Ben zavallı bir Don Kişot’um. Ebediyeti fethetmek gibi bir ümidim de yok. Türkçe bir kabile dilinden daha sık değişiyor. Zaten Türkçe kaldı mı?
Görüşebilecek miyiz acaba? Dayanacak mıyım? Senin kurulmuş bir düzenin var. Sen bir işe yarıyorsun, oyalanabiliyorsun nihayet. Kendi kendine yetiyorsun. Uykun kaçtığı zaman mektuplarımı okuyabiliyorsun, yazabiliyorsun. Hürsün. İstersen kalkıp gelebilirsin. Ben sana gidemem. Ben seni okuyamam. Yazarken bile daima bir başkasının aracılığına muhtacım.
Kapım her çalana açıldı. Bütün gözyaşlarını kuruttum. Başkalarında ve başkaları için yaşadım. Şimdi kendim yaşamak istiyorum. Gurbet, hapishane, polis, izdivaç, çocuklar, günde on iki saat emek ve geçen yıllar. Zillet, zillet, zillet. Seninkiler geliyor. Bu da geçer. Üzülme canım benim.
1 Aralık 1966
Bir İlahenin Vuslatı
Huşu içindeyim. İlahi tecelliye mazhar olmuş bir faninin kelimeye sığmayan huşu’u. Beatrice kilisede dua eden bir çocuktu, bir avuç saçtı, bir tebessümdü... Zavallı Dante! O taş bebeğin damarlarına kendi kanını akıttı. Beatrice’de ne realitenin çıplak, haşin, üsareli cazibesi var, ne rüyanın erişilmezliği. Beatrice, bölünen Dante.
Has bahçem benim! Her köşende başka bir güzellik cıvıldıyor. Kelamın hiçbir layemutu karşısında böyle içten bir ürperti duymadım. Yazdıklarımdan utanıyorum. Yarım sayfana bütün kitapları veririm. Önce sarmaşıklar, hicranın, öfkenin, isyanın sarmaşıkları. Sonra bir koro. Sonra bir rebap. Huşu içindeyim ve sen ancak takdise, ancak peresüşe layık bir tanrısın, belagat tanrısı. Ne kadar bahtiyarım ki bu musikinin başka dinleyicisi yok, bir ilahenin vuslatına mazharım.
Sen yalnız söz olarak, ürpertiyle takdis edilecek bir irtifadasın. Niçin yazmadın şimdiye kadar? Elbette yazmazdın. Müz’lerin sustuğu bu çağda kimin için yazacaktın? Gözlerimle gönlüm kamaşıyor. Gurur, iftahar, utanç, karmakarışık hisler ve sermesti... Korkuyorum. Bir faninin sana layık olması kabil mi? Ve içimden rezil bir ses yükseliyor: kıskançlığın sesi, egoizmin sesi: şımartma. Peki şımartmayalım.
Akşam uyuyamadım. Hep o mektep bahçesinde oynayan çocukları düşündüm. Sonra beyaz peynir, kavun...
Dün öksürüyordun, sesin gölgeliydi, konuşamadık. Bizi öldüren, bütün ümitlere veda ettiğimiz anda vahaların en muhteşemine rastlamak ve bir anda kendini tekrar çölde bulmak. Sen bütün rüyalarımdan dilbersin canım benim.
Mektep bahçesinde ufku nemli gözlerle süzen kısa pantolonlu çocuk yarım asır yalnız yaşadı, yalnız! Ve en cesur rüyası bile, kaderin karşısına çıkardığı bu bedialar* bediası yanında soluk bir karalamaydı.
O kadar incesin, o kadar içlisin, o kadar iyisin ki! Sevmedim diyorsun. Neyi sevecektin? Ben sevdim mi ki? İnsan bir defa sever.
Öksüzlerini şefkatle kucaklarım. Kediye şimdilik lüzum yok. Kapıdan seni ben karşılarım. İstediğin isimler: Mahmut Niyazi ve Zeynep.
Sana kalbimi yollamak isterdim, ama kalbim bende değil ki! Ben, hicranınla inleyen bir rebap. Baktım, göğsümde senin kalbin çarpıyor. Onu yollayamam.
Takdisle, perestişle, şehvetle, gülerek, ağlayarak kucaklarım, sevgilim.
5 Aralık 1966
GARİP BİR HIYANET PSİKOZU
Kadıköy vapurundayım. Sana Legouis’nin kitabını almaya gidiyorum. Perşembeden sonra mektup yazamadım. Cuma çok bedbindim. Bir sürü şeyler karaladım. Seni üzmemek için yollamaktan vazgeçtim. Öğleden sonra Saint-Simon’u basacak kitapçıyla B. geldi. Telefona gidemedim. Cumartesi sabahı saat 10’da uyandım. B. gelmişti. Öğleden sonra asistan Ali Bey geldi. Akşam telefona koştum. 1554 ses vermiyordu.
Yemeği sizinkilerle yedim. Avunamadım. Uyuyamadım. Pazar öğleye kadar çalıştım, öğleden sonra A.V.M. geldiler. Yanlarında Macit diye bir vatandaş vardı. Senin kefil olduğun zat. Ders yaptık. Akşamüstü B. ile Nurkalp geldiler. 2’de yattım. Ve seni düşündüm. Çarşamba günü öksürüyordum. İçim önce şefkatle ürperdi, sonra arzuyla. Dışarda bekçi düdükleri, köpek sesleri. Sonra birden öfkelendim. Yanımda olsan hayli hırpalardım. Yazayım dedim, vazgeçtim. Son gelen mektubun 29 tarihli. Aşağı yukarı bir hafta. Servetin bir oğlu oldu. Bugün uğrayamadım. Akşam seni telefonda arayacağım. 11 günlük saadetten sonra ki bu ayrılık vücut ve ruh muvazenemi altüst etti. Garip bir hıyanet psikozu içindeyim. Karımın eline dokunmaktan çekiniyorum. Aleyhimde de olsa, aklıma gelen hiçbir düşünceyi saklamak istemiyorum. Saklamak, ihanettir. Sevgiliden ayrı bir dünyası, bir malı olmak. En masum bir yalan, acaba üzülür mü gibi bir endişeye sığınsa bile suçtur. Seninle baş başa kalamamaktan mustaribim. Günler geçiyor, zindanımızın kapısı ne zaman açılacak? Artık, çocuklarında bulamıyorum seni. Yetmiyorlar, kendimi aldatamıyorum.
Konferansın konusunu değiştirmen de iyi oldu. Uzun, bitmeyen mektuplarını beklerim. Benimki sadece bir “yasak savış”. İlk fırsatta yazarım, iştiyakla.
Lamia, Lamiam, canım benim, kadınım, çocuğum, karım cananım, Seni seviyorum. Öperek.
6 Aralık 1966
BÜTÜNÜNLE RÜYALARIMIN KADINI
İşte yine karşındayım, canım benim. Saat dört. Başbaşa kalamamak, tam seninle konuşurken bir başkasının içeri girmesi, öldürüyor beni. Tasavvur et ki, beni senden ayırdıkları için eserlerime düşman oluyorum. Ama bir tesellim var: onları sen de okuyacaksın. Ve onlar çoğaldıkça birbirimize daha çok yaklaşacağız.
Canım benim. Bazı konular bütün olarak konuşulmadıkça vuzuha* kavuşamıyor. Anlaşmazlıkların kaynağı bu. Her zaman söylediğim gibi sen, kirinle, pasınla güzelsin. Saklanmadığın için güzelsin. Süslenmediğin için güzelsin. Aşkımızın büyük tarafı, ilahî tarafı oyuna tenezzül etmeyişi. Ben bütünümle aradığın insanım, zaaflarımla, zilletlerimle; sen bütününle rüyalarımın kadınısın: zaaflarınla, zilletlerinle. Ama bu kaynaşma, bu muhteşem ahenk, bu ilahi beste yalanla gölgelenmemeli. Tekrar Kaya hikâyesine dönüyorum. Sen bir değil, birçok insansın. Ve her biri başlı başına bir kozmos bu insanların. Her biri bir başka güzel. Lamia beyaz başörtülü bir Müslüman kızı. Saçlarında limon çiçekleri, gözlerinde çöl akşamlarının mavi serinliği, sonsuzluğu. Rezzan, biraz romantik, biraz Avrupalı, hem yerli, hem yabancı. Rezzan, Arnavutköy kız koleji. Özentiler içinde dilber ve kendisi, yani otantik. Yani gerçek, İngilizce konuşan o. Samuel Johnson’a ait satırlar onun. Bir özleyiş, bir kanatlanış Rezzan; Doğuyla Batı. Batıdan çok doğu olduğu için bizden. Emine parfümeride boynunu büken taşralı Türk kızı. Masum, çekingen, ama küçük kurnazlıkları var zaman zaman. Bir parça Hatibe Hanım, bir parça Ayşe. Canlı ve sansüel. Hülasa edelim: Lamia vaha, Lamia ormanda uyuyan güzel ve asıl yaşayan, yaşayacak olan kadın.
1964 senesinin arife gecesi Hint Edebiyatı’nı imzalarken Lamia’ya hitap etmiştim. Yakında iki yıl olacak. Lamia kitabımı kaybetti. Kitabımı yani o gecenin rüyasını. Aldanıyorum, kitabımı herhangi bir eşya gibi bir köşeye fırlatan benim prensesim değil, bir yabancı: Kaya hanım. (...)
Kaya bir heyula idi. Ben o heyulanın altındaki Tanrı’yı gönlümle görmüş ve beklemiştim. Lamiam benim. Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz. Rezzan hasretleri, tereddütleri ve zekâsıyla gönlümün kadını. Sen de, sevgilimin bir parçasısın. Ben, Lamiam’da Rezzan’ımda, Eminem’de Goethe’nin ezelî kadınını buldum. Belki Messalîna eksik ama Messalîna Roma’nın sarhoş gladyatörleri için bir hazine, katırcıların kadını. Havva, Meryem, Salome sizde hepsi var. Kâh bir Elizabeth Barrett’siniz kâh bir Sainte Therese. Santa Maria Magdalena. Seni seviyorum. Santa Maria Magdalena, İsa’nın ayaklarını saçlarıyla kurular. İsa’dan şüphe ediyorum. İsa, Santa Maria Magdalena’nın ayaklarını gözyaşlarıyla yıkamalıydı. (...)
Kıskanıyorum. Bütün mazini kıskanıyorum. Seni babandan, annenden, Arnavutköy kolejinden, arkadaşlarından kıskanıyorum. Eflatunu benden çok seveceksin diye korkuyorum, alçak, rezil, namussuz.
Bütün bir gece uyumadım. İyi ki yanımda yoktun, öldürebilirdim. Bu Kaya parçasına karşı beslediğin gayrı insani muhabbeti anlayamadım: Neden İstanbul’a gelince de Kaya olacaksın? Sen elbette benimsin, yalnız benimsin, yalnız benim Lamiamsan, Lamia’yı ben yarattım, ben doğurdum, o benim çocuğum. Ama benim verdiğim ismi taşımalı. Kaya bütün hatıraları, bütün tedaileri, bütün ilişkileriyle (...) hatıra olmalı. Hatıra olunca kadehimi muhabbetle şerefine kaldırırım. Hiç değilse, yani sen istiyorsan o mezbelede gelinlik entarin kirlenmesin diye, o çamurlu kaftanı bir müddet daha taşı. Gerçekten benim olduğun, Sodom’dan uzaklaştığın gün, Kaya’yla maddi, manevi, lafzi* her türlü ilgini ateş ile yakacak, kezzapla eriteceksin. İşte böyle düşündüm bu akşam. Tuhaf değil mi? Hâlbuki sen memnun olacağımı sanıyordun. Başka dudaklardan çıkmasını istemiyordun Lamia isminin. O halde Rezzan ol, Emine ol yahut hiç bana Kaya’dan bahsetme. Bir nokta daha. Bu hayal kırıklığım senin eserin. Daha önceki mektuplarında kozasını yırtan, kirli libaslarını yakan bir ruh konuşuyordu. Kâtip imzanızı Lamia diye görünce şaşırmıştı. Bu ismi benim için feda ediyordunuz v.s. Hatta size telefon ederken, A.lardaki kadına Lamia hanım deyince anlamamıştı. Kafama tokmak yemiş gibi olmuştum.
Bunları sana ihanet etmemek için yazıyorum. Üç gün sustum, üç asır susabilirdim. Kızacaksan kız, şuur altımızda hiçbir yabancı cisim kalmamalı. Beni olduğum gibi sev diyorsun, seni olduğun gibi seviyorum. Kaya olarak kalsan da severim, ama bedbaht olurum.
Lüzumsuz bir korkun daha var: cehaletinden utanıyorsun, kendine güvenin yok.
1- Bilgiç kadınlardan nefret ederim.
2- Seni bütün hüviyetinle tanıyorum. Yani kültürü, kültür dünyası “no men’s land”lerle dolu bir insansın. Her büyük zekâ gibi minnacık malzemeden saraylar kuruyorsun. Benim bilgim, ikimize de kâfi, hatta çok. Sen bilmediklerinle de güzelsin. Erkek olsan sadece bana yazdığın mektuplar için perestişkârın olurdum. Homoseksüel yapardın beni. O mektuplardan hiçbirini yazmasan yalnız dişi olarak perestişkârın olurdum, ama kendimden de utanırdım. Bir kelimeyle güzelsin, harikuladesin, olduğun gibi kal ve gururumu okşamak için, arada bir şeyler sor bana, sırf gururumu okşamak için.
Üç gün nasıl sensiz yaşayabildim. Bu bir cezaydı. Sana ve kendime. Ramazanda oruç tutacak mısın? 40 senedir tutmadım. Ama sen tutacaksan, senin hayatını yaşamak, seninle aynı saatlerde yemek yiyebilmek için ben de tutarım.
Şubat benim en çok sevdiğim ay. Seni şubatta tanıdım. Arife gecesiydi. Latince “febriarius”ten geliyor. Tövbe ve istiğfar etmek manasına. Garip bir orijin. Sevgilerle.
6 Aralık 1966
MEKTUPLAŞMANIN KÖTÜ TARAFI
Bir toprak parçasını çitle kuşatıp burası benimdir diyen adam, bütün anlaşmazlıkların, bütün cinayetlerin, bütün savaşların gerçek faili, Rousseau’ya göre. Tanrı’nın tüm insanlara armağan ettiği toprağı bölmek.. Bu iddia gerçeğe ne kadar uyar bilmiyorum. Bildiğim şu: sevenler arasında her ketumiyet ihanettir. Ruhunu bir dağla çevrelemektir. Küfür, hakaret, hezeyan., hepsi güzel, ekmek gibi bölüşülüyorsa. Samimiyet bütün buzları eritir, saklanmak artık sevişmemektir. Beraber ağlamayacak, beraber gülmeyeceksek niçin sevişiyoruz? Seni günahların, faziletlerinle kendimden bir parça saydığım için, şuurumun frenlerini kullanmaz oldum. Aklıma geleni söylüyorum. İstesen de, istemesen de, böyle olacak. Bir suç işler gibi saklanmak. Hayır, canım, bütün öfkelerimi bilmelisin. Sen ruhumun ırmak ırmak boşandığı okyanus, sen kaynağım, sen mansabım. Geceleri bazen nasıl öfkeyle diz çöküp vaazlar verirdim. Bu bir nevi komünyon. Ben seni bütününle bütünüm yapmışım. Sen de beni, bütünümle bütünün yapacaksın. Kızacağım diye saklanmak yok. Sonra büyü bozulur, rüya sona erer ve kâbus başlar. Biz çırılçıplak biz kaldıkça cazibiz ve sevgimiz layemuttur. Yalan hayır. Bizim aramızda yalan olmamalı. Sükût da bir yalandır. Haksız olabilirim. Haksız olabilirsin. Bütün kırgınlıklar gözyaşlarında erir, tekrar tek ruh tek vücut oluruz. Tekrar ediyorum. Benden uzaklaşmak istemiyorsan sen kal. Bütününle sen. Yalan, yabancı bir cisim. Sükût duvar. Saklanmak yeni suçlar işlemeye hazırlanmaktır. “Bu kış” sözünün benliğimde uyandırdığı fırtına çoktan geçti. Haksızdım. Aşkta haklı haksız olmaz. Bağırırım, paylarım, bağırırsın, paylarsın. Saklanırsan seni görmez olurum. Ve unuturum. Bu temel prensiplere dayanarak bir alınganlığımı daha itiraf edeceğim, yoksa kendi kendime ihanet etmiş olurum. Senden duygularımı saklamak, seni sevmemektir. Neden kabuklu bir hayvan gibi bu Kaya’dan kopmak istemiyorsun? Bir mektubuna kâtip Lamia diye imza attığını görünce şaşırmıştı. Sonra ben hep bu isimle yaşamak istiyorum gibi bir cümle insanın gönlünü tırmalıyor. Ben o adı, kirlenen bir libas gibi çıkarıp atacağını sanıyordum. Sanıyordum ki... Baştan alayım. Muhterem babanız herhangi bir insan gibi, mesela benim gibi, kaprisleri olan bir zat. Okuduğu bir romanda karşısına çıkan bir isim, hoşuna gidiyor, belki de tanıdığı bir kadının ismi. Ve boyuna tekrarlamak istediği bu adı kimseyi rahatsız etmeden tekrarlamak için sevgili kızına armağan ediyor. Hürmete şayan.
40 sene, dilediği, gibi kullanıyor bu adı. Ama Kaya kadın ismi değil, Müslüman ismi değil, senin ismin değil. Yalan söyleyen bir isim. Ne ruhunla ilgisi var, ne maddenle. Bir savaş ismi. (...) Bu kozayı parçalamamış mıydık? Ben bir defin merasimini tamamlanmış sanıyordum.
Davayı anlatamadım. Bir gece düşündükten sonra kırgınlığım geçti. Bütün kaprislerin gibi bunu da hoş görüyorum. Ama üzüldüğümü saklamak istemem. Belki yine dönerim bu konuya. Omnipotan, kadir-i mutlak demek. Anlıyorum ki, doğru dürüst bir sözlüğün yok. Yakında yollarım. Mektuplaşmanın kötü tarafı şu: diyalog olamıyor. Yani şimdi üzülüyorsunuz, cevap geldiği zaman, o hikâye çoktan hatıralaşmış, başka mektuplar teati edilmiştir. Benim kış hakkındaki felsefi mülahazalarım, senin güzel mektuplarınla çoktan bahara inkilap etti.
Mektubu noktalamak lazım. Doymadım, doyamam, doymayacağım: uzun uzun mektuplarına! Seni, mümkün olduğu kadar çabuk, seni beklerim. Öperek, severek.
7 Aralık 1966
YAŞAMAK BEKLEMEKTİR, SEVMEK BEKLEMEK
Akşam yine uyuyamadım. Dudaklarını düşündüm, göğsünü düşündüm.. Ve günler geçiyordu, bir parçamızı götürerek.. Ve biz fırtınaya tutulan birer gemiydik, dalgalar vuslata sürüklüyordu gemiyi, vuslata ve ölüme. Akşam yine uyuyamadım. Yaşamak beklemektir biliyorum, sevmek beklemektir. Şair, aşkı yaratan hasret diyor, ama biz ömür boyu beklemedik mi? Şimdi yanımda olsan, nasıl ölesiye sevişirdik! On bir gün, on bir gece, tek cümleydi, tek buseydi. Başladı ve bitmeyecek, sadece bir virgül koyduk. Susamadan içmek, aşk, içtikçe susamaktır. Öyle değil mi canım benim. Dünkü mektubuma darılmadın ya. Bir italyan şiiri vardı: izbandut gibi cüsseli bir adamcağızın atı ölür, kızar adamcık, sen beni taşımazsan ben seni taşırım der ve leşi sırtına vurur; biz de zaman zaman ona benziyoruz, taaffün eden hatıraları bir ceset gibi omuzlarımızda taşımak mazoşizminden kurtulan kaç kişi var?
Şubatta nerede buluşacağız? Ankara’dan daha sakin ve daha rahat bir yer düşünüyorum. Sonra konuşuruz.
Sokrat neden yazmamış diyorsun, neden yazsın? Sokrat’ı yaratan Eflatun. Belki de insanın Tanrı’yı yaratması gibi bir şey bu, Tanrı’yı konuşturması gibi bir şey. Jehova’yı İsrail peygamberleri, hayallerinin çöl rüzgârları ile granitleşen çamurundan inşa ettiler. Sokrat belki de bir Pigmalyon heykeli. Eflatun, Alsibiyad, Ksenefon. Sokrat o üç prizmadan süzülen ışık. Belki Sokrat onları yaratmış, onlar Sokrat’ı. İnsanla Tanrı gibi. Antisten’in bedbahtlığı bir Eflatun bulamayışında. Şakirt üstadın hammaddesi. Alçı, mermer veya tunç. Geçelim.
“Ferragüs”ü okuyor musun? O sayfalar huzur içinde yazılmadı. Soğuk bir oda, hayatını kalemiyle kazanmak zorunda bir genç adam. Sigara dumanıyla ısıtılan parmaklar. Gözlerimi kapadığım gün mezar taşıma yazılacak hakikat birkaç kelimenin içinde: Bu adam aç kaldı, ama insanlık haysiyetinden bir zerresini feda etmedi. Yıllarca yaşamak ve yaşatmak için Balzac çevirdim. Kütüphanem yoktu, dostum yoktu ve sevgili zevcem milyonluk bir plajın yarısına sahipti. Zavallı Cemil Meriç. Etrafındakileri yalnız beyniyle değil gözleriyle de besledi. Balzac tercümeleri, Balzac etütleri. On altı sayfalık bir forma karşılığında yirmi beş, bazen yirmi lira. Haftada en çok bir forma çevirebilirdim, günde on, on iki saat çalıştığım çok olurdu ve tâbi etütlere para vermezdi. “Altın Gözlü Kız”dan yüz lira aldım. Hamdi Varoğlu’lar, Nasuhi Baydar’lar, günde bir forma çevirir, vekâlete seksen liradan satarlardı. Bu ülkede benden başka deli yoktur.
Harcadığım emekleri ne okuyucu fark etti, ne münekkit*. Hangi münekkit? Tek mükâfatım sensin canım benim, ebediyetim sensin, şöhretim sen. Senin için yazdım, senin için yazıyorum. “Saint-Simon” bir hayli güzelleşti, beğeneceksin.
Yılbaşını soruyorsun, henüz bir kararım yok. Belki seninkilerle toplanırız. Ben bu konularda şarklıyım. Zaten gönül takvimimde tek ay ismi var: şubat, senin ayın, ama yakında bütün ayları, bütün anları beraber yaşayacağımıza inanıyorum. Az sonra sesini duyacağım, saçlarını, dudaklarını v.s..
Öpmek ölesiye, okşamak, okşamak... İşte emelim canım sevgilim.
9 Aralık 1966
HEM SENSİZ HEM SENİNLE
Bugün ilk dersimi yaptım. Kalabalık yoktu. O kadar seninle doluydum ki, bir yabancı konuşuyordu sanki. Sesimi kıskanıyorum başkalarından, belagatimi kıskanıyorum. Ben fetheder gibi konuşan adamım, cengeder gibi, yaratır gibi konuşan adam. Senden sonra kimi fethedeceğim? Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım. Dün sana yazamadım. Bütün gün doluydum. Akşam 6’da Özen’e gitmeye karar verdim. Özen, seninle oturduğumuz pastahane. İstanbul’da son beraber olduğumuz gece.
Antakyalı bir misafir teşrif etti. Sosyoloji doktoru. Refikalarıyla yemeği şereflendirdiler. Hayatımda bu kadar terbiyesiz olduğumu hatırlamıyorum. Adamcağız neye uğradığını şaşırdı. Mahkûm, mustarip, zelil, defoldu, ama beni de mahvetti. 3 Aralık tarihli mektuplarını şimdi okudum, canım benim. Sen yaramazlıklarınla da dilbersin, seni şımartmak ne haddime; Tanrı şımartamamış. Yeniden çocuk olmanı isterdim. Ağlayan, gülen, kıran, huysuz bir çocuk ve seni bir büyükbaba şefkatiyle bağrıma basmak, okşamak, zıplatmak, öpmek, koklamak isterdim. Ayrılık, bana acı vermediği zaman, daha çok acı duyuyorum. Sevinç, hatta huzur, hatta renksiz dakikalar, bende vicdan azabı yaratıyor, kendimden utanıyorum, sensizliğe alışmak istemiyorum. Ama sensiz değilim ki canım benim. Hem sensiz, hem seninle. Bu kadarcık bir sensizlik bile, öldürüyor insanı. Güzel bir ölüm, yaşamak için ölmek. Senin için acı çekmek, ibadetlerin en güzeli. Adınla, yâdınla, her cehennem gülistanlaşır.
Biradere daha yazamadım. Başkasına yazmak, aman yarabbi, ne lüzumsuz şey. V. yeni eserinden memnun. A. ile B’nin de şikâyeti yok. M. hukuğa girdi. Evin satılmasına zaman var. Bu değerli vatandaşlara karşı hiçbir maddi veciben kalmamıştır. Ahlaki konularda taassubumu bilirsin. B. haftada yalnız 3 sabah çalışıyor. 27 yaşındadır. Ben o yaşlarda 24 saate 24 günü sığdırıyordum ve milyonluk bir hanımın kocasıydım. Artık düşüneceğim tek insan var: Biz. 13 Aralık V.’nin doğum günü. Küçük bir hediyeyle kutlarsan, memnun olurum. Bir mektup, biraz para veya bir kazak, ne bileyim. Hadi söyleyeyim 12 de benim doğum yıldönümüm. Mektubuna birkaç tel saç koy. Yo, yoo, muhafazası güç. Yesem olmaz, boynuma asamam.
Ampul kazasına üzüldüm.
Muzip bir vatandaş sohbetimizi, yazıya çevirmiş: “Argo-Uydurca”. Üstünde resmim olduğu için yolluyorum.
Oruç için söylediklerimi tekrarlamayacağım. Seninle beraber yemek, seninle beraber içmek, seninle beraber yatıp kalkmak istiyorum.
Sekiz. Başbaşa, yanyana içtiğimiz saat. Güzel olan içki değil, parmaklarındı, sesindi, sıcaklığındı, entarinin temasıydı. Alçak! Kediyi nasıl ben sanmıştın.
Dudaklarını uzat canım, (...).
10 Aralık 1966
HATIRALAR ŞİİRLE HAKİKATİN KAYNAŞMASI
Uykuya düşmandık beraberken. Gölgeden bir duvar gibiydi uyku, bir deniz gibiydi, hain, kaypak, meçhullerle dolu. Arada uyumanı isterdim, başın göğsüme dayalı, nefes alışını dinlerdim. Bir çocuk gibiydin uyurken. Geceler var ki uyuyamıyorum. Seni hatırlıyorum birden. Kıvranıyorum. Saatler saatleri kovalıyor. Dakikalar büyüyor, büyüyor. Sonra sabahları zalimleşiyorum. Bazan kendimi yiyorum, bazan seni.
Merhaba, canım benim. Sen aşkın bütün hazinelerini büyük bir titizlikle fatihine saklayan gerçek kadın. Yalnız kelimelerin değil, rüyaların bile bakir.
Yıllar uzaktan geçmiş, sen de dışında yaşamışsın zamanın. Daima on altı yaşında kalmışsın. On altı, kalbinin yaşı, kalbinin yani kalbimizin. Vaktini vermişsin etrafındakilere, emeğini vermişsin. Yani kabuğunu vermişsin.
O kadar anlaşılmamışsın ki, kaderin, bütün şaheserlerin kaderi. Seni yaraladıkları için insanları sevemez oldum. Artık kimseye eskisi gibi acıyamıyorum. Bütün duygularım tek kelimede toplandı: Lamia. İkbal hırsı, şöhret hırsı, bütün ihtiraslar, adını bilmediğim madenler gibi, eriyiverdiler. Hayatım seninle başladı, seninle bitecek. “Altın Gözlü Kız”ın kapağına tek kelime yazdım: “dostça”. Kitap matbaaya 1.11.942’de teslim edilmişti, aralıkta basıldı. Yani ithafta küçük bir tarih hatası. O zaman tanışsak yine öyle yazardım: “dostça”. Söylemiştim: baştaki etüt 250 sayfalıktı, basmadılar, onun için yaralı bir eser. Balzac edebiyatta ilk aşkımdır. Düşünce dünyasına onunla girdim. Bir nevi Arian’ın ipliği. Sonra hocalık, yel değirmenleriyle kavga, bütün müdürler gibi komiser muavini olmak için yaratılmış, pespaye bir herif ve yeldeğirmenlerinin ezelî mağlubu Don-Quichotte. Sonra, sonra sen. Yani yaşanmamış dünya. Balzac ne “Altın Gözlü Kız”dır, ne “Ferragüs”. Üstadın en güzel romanları çevirmediklerim. Çevirdiklerimden ikisi kayboldu. Tâbi kaybetti. Tam dört kitabım, tâbi’in kayıtsızlığına kurban gitmiştir. Dört kitabım yani iki senem. Yıllarca susdum. Dış dünyayla münasebetlerim bir fahişeninkine benziyordu. Hissetmeden veriyordum kendimi. Yaşamadan veriyordum. Ve arıyordum. Bu senin de maceran değil mi? Seni tanıyıncaya kadar rüyalarımın tek vatanı Paris’di. Ruhumun haritasında tek şehir vardı: Paris. Paris yani Paris kadını. Bugün Paris benim için sular altında bir kıta. Paris’im de sensin, İstanbul’um da. Bana hayatını anlatsana sevgilim. Reel veya muhayyel hayatını. Hatıralar, şiirle hakikatin kaynaşması. Senden uzakta, yalnız seni okurken yaşadığımı hissediyorum.
12 Aralık 1966
12 KÂNUNU EVVEL 1916
Ve rüzgârın takvimden kopardığı yapraklar. Yüz yaprak, bin yaprak, on bin yaprak. “Mahdumum Hüseyin Cemil, tarih- i veladeti 1916, 12 Kânunuevvel, pazartesi, saat 12”. Eski bir Kur’an’ın kapağında mürekkebi solan bir satır. Doğum haberinden çok mezartaşı kitabesini hatırlatan bir ifade. Zavallı babam. Kelimeleri bir kuyumcu itinasıyla kâğıda işlemiş. Sonra felaket felaketi kovalamış, kabuğuna çekilmiş babam, kendine küsmüş, kâinata küsmüş. Ve 12 Aralık’da doğan çocuk itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı. Ve yıllar, sonbahar yaprakları gibi yolmuş sayfalarını takvimin. Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh. Ve sükût. Babamla dost olmayı çok isterdim. Şimdi o bir avuç toprak. Benzer miydik? Belki. O da kökünden sökülen bir ağaçtı. Ve yalnızdı. Haysiyetiyle, hatıralarıyla, irfanıyla yalnız. Muhacir trenleri, Edirne, İstanbul, Halep vilayeti. Ve bir mezara kapanır gibi odasına kapanan adam. Annemle iki ayrı insandılar. Birbirlerini ilk defa gören, her gün ilk defa gören, iki ayrı insan. Annem şikâyetti, kapristi. Hatta kapris bile değildi. Güzel bir kadınmış, vaktiyle. Ölünceye kadar güzeldi. Akrabaymışlar. Sevişirler miydi? Bilmiyorum. Bir trende rastlaşan iki yolcu. Kadının erkek karşısındaki ezelî itaat ve saygısı. Belki de korkusu. Ve kendi başına terkedilen Hüseyin Cemil. Geniş bir bahçe, yasaklarla çevrili bir dünya. Ağaçlar, su ve hürriyet içinde dolaşan hayvancıklar. Trenler uğramaz o ücra yere. Petrol lambasının bir tarafında babam otururdu, bir tarafında ben. Konuşmazdık. Bazen ikimiz de okurduk. Bazen yalnız ben okurdum. Annem ne yapardı? Hatırlamıyorum. Bir gölge gibi sessizdi. O da kökünden koparılmıştı. Çok çabuk aramızdaki köprüler yıkıldı. 11 yaşında şiir yazıyordum. Eflatunu 13 yaşında tanıdım.
15 yaşında belli başlı Divanları çoktan bitirmiştim. Kitaplar, kitaplar ve susuzluk. Sevmek ihtiyacı ve 12 Aralık 1966. Bu sabah seni görmeden öleceğimi düşünerek korktum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi çarpıyordu. Sonra söz verdiğimi hatırladım. Kalktım yataktan. İki gün önce korkunç bir sinir buhranı geçirdim. Şimdi iyiyim. Ölmekten değil, senden uzakta ölmekten korkuyorum. Balzac’la Moliere aşağı yukarı bu yaşta öldüler. Yeni yılın ikimiz için de uğurlu olmasını dilerim.
Galiba grip oluyorum, nezle değil. B.’den geçti... Sensiz olmanın ıstırabı bunlar. Ve bir hayli de naz. Akşama sesimi duyarsın.
A. ile B.’nin izdivaç yıldönümünü bizde kutladık. Biraz geç oturuldu vesaire. Canım benim, nezleyim ama seni öpmeme mâni değil, ne dersin?
Perestişle.
13 Aralık 1966
GERÇEK SEN
Saat üç buçuk. Sana yazdığım mektuplardan utanıyorum. Kuruyan bir deniz gibiyim bazen. Yıldızları sönmüş bir gök gibiyim. İncilerimi sokakta dağıttım. Kendimi öylesine verdim ki sana, kelimeler beni terk ettiler. Tanıdığım dillerde hoşuma giden tek musiki üç heceye hapsolmuş: Lamia.
Dertlerimiz aynı, sevinçlerimiz bir, aynı emellerle ürperiyoruz. Ve sen hislerimizi manaya kalbediyorsun, şiire kalbediyorsun, ahenge kalbediyorsun.
Neden yazmadın şimdiye kadar? Bütün hazinelerin gibi belagatini de bana saklamak için. Bütün kıta kâşiflerinden daha büyük bir gurur içindeyim. Ama bu kâşifini keşfeden bir kıta.
Çocuklarında yoksun. Aylardır boşuna arıyorum seni. Zaten mazinde de yoksun. Sen beni tanıdıktan sonra doğdun. Hakiki hüviyetin bir terkibin eseri. Sen ruhumla kaynaştıktan sonra ummanlaştın, duruldun, bir “gerçek sen” oldun. A. korkutuyor insanı. Her an tırmalamaya hazır bir kedi, bir yaban kedisi. Senin çocuğun olduğu için sevimli. Kapalı, karanlık. Bahtiyar olmaları için elimden geleni yapıyorum. Biliyorsun ki, bu sadece sana karşı beslediğim hudutsuz minnetin minnacık bir ifadesi. Menfaatle ilgisi yok. Seni fethetmek için onları kazanmaya ihtiyacım yok. Sen benimsin. A.’nın zaman zaman sesi benziyor sana, ama daha ışıksız, daha boğuk. Gülerken bile tehditkâr. Ve zaman zaman seninkinden çok daha yaşlı bir ses. Çünkü sevmiyor. Ve sevmemiş. Kocasıyla anlaşıyorlar. Sevişiyorlar mı, bilmiyorum. V. büyümeyen bir çocuk. Ve alabildiğine sevimli. Hayretleriyle, kurnazlıklarıyla, tabiilikleriyle sevimli. Sana daha çok benziyor. İkinizde de aynı aptallık, aynı dalgınlıklar, aynı kendini harcayış. V.’yi de ancak bir kadın kurtarabilir. Seven bir kadın. İnsanları sevemediği için tecritlerle oynuyor. O da kardeşi gibi peşin hükümlerin koltuk değnekleriyle yürüyor. Belki bütün nesli, bütün bir nesil, yuvarlanmamak için ideolojilerin koltuk değneğine muhtaç.
I
13 Aralık 1966
TESELLİLERİN EN HAZİNİ
Önce mektupların, sonra da sesin beni tekrar hayata kavuşturdu, şimdi çelik gibiyim. Pazar günü yabancıların kuşattığı bir düşman kalesi gibiydim, sensizdim.
Sevgiliyi başkalarında aramak, tesellilerin en hazini. Tatsız tartışmalarla geçen bir gece. Sis, soğuk, uykusuzluk ve hepsinden zoru seninle başbaşa kalamamak. Kâbus geçti.
Canım benim. Mezardan fırlamam için sesini duymam kâfi. Ölüm, yaşamak istememek. Hastalık, ruhun isyanı. Paris sen yokken rüyalarımın şehriydi, şimdi Paris’im sensin, bütün ışıkları, bütün cazibesi, bütün büyüsüyle Paris.
Yalnız Paris mi? Teninde çöllerin alevi, teninde çöl akşamlarının serinliği. Paris bir kartpostal kadar cansız, soluk, soğuk. Yalnız sen yaşıyorsun, yalnız sende yaşıyorum. Seninle, senin için yaşıyorum, seni yaşıyorum.
Senin yanında bütün kadınlar gazete kâğıdından kırpılmış gibi düz, sığ, ruhsuz ve manasız... Sen aşkın ta kendisisin canım benim, kadının ta kendisisin. Bütün kuvvetin oradan geliyor. Tabiat kadar tabiisin. Ve bir busende bütünün var, bütünün yani rüyaları, özleyişleri, çırpınışları, hummaları, şefkatleriyle bütün bir kadınlık.
Her zerren yaşıyor. Sen bitmeyen tek kitap, eskimeyen tek şiir.
14 Aralık/Saat 17.30
İBADETLERİN EN GÜZELİ
Tanrı sevgidir canım benim, yani sensin. İbadet sana doğru kanatlanıştır. Gönlünü bir tecride bağlamak, küfür. Tanrı: tecelli, şiir, şarkı, mehtap ve insan. İncil, biz onu kendimiz gibi yarattık demiyor mu? Ağırlığından sıyrılan, başkasında yaşayan, başkası için yaşayan, eriyen, nar-ı beyza*’laşan insan, Tanrı.
Hayatımda ilk defa oruç tuttum, kabul et sevgilim. İbadetlerin en güzeli aşk, en güzeli, çünkü en gönüldeni, en temizi, cennette köşk gibi, sefil bir yatırım gözetmeyeni, huriler, kurbanlar tahayyül etmeyeni. Tanrı güzeldir, güzelliktir, fazilettir, feragattir, kemaldir, yani sensin canım benim. Kaç mümin benim kadar hulusla, hazla akşamın gelmesini beklemiştir? Sana yaklaşmak, senle beraber yaşamak için oruç.
Bir imsak değil, bir şehvet bu, bir vuslat. Hint, “tat twam asi”, Tanrı sensin diyor insana, gerçek insana, seven insana, sevgi olan insana. Sen, günahlarından soyunan; sen, cürufundan temizlenen; sen, öksüzler karşısında gözyaşı olan; sen ameliyat geçiren talebeni başarısızlıktan kurtarmak için gözlerinin ışığını feda etmek isteyen; sen, şefkat; sen, fedakârlık; sen, kadın; sen, melek; sen, benim canım.
Cahide bataklıktaydı ve batak kokuyordu, insanda aradığı şeytandı. Ellerimi öptüğü bir hakikat, benimle ilk konuştuğu zaman da çocuklaşmış, ağlamıştı, ama bir nedamet değildi Cahide ve ben onu kurtarmak için bir başkasını feda edemezdim.
20 Aralık 1966
HER GÜN BAMBAŞKA
Tanrı’yı görsek, sonsuzu görsek, aşkı görsek, ne kadar küçülürlerdi. Gönül arştan büyük, gözler minnacık, görmek taşlaştırır, katılaştırır. Görülen yaşamaz artık, hatıra olur, resim olur. Sen şafak gibisin sevgilim, her gün bambaşka doğan bir şafak. Ve saçların bir kucak ışık. Şimdi köpük, köpük, şimdi masmavi, şimdi hain ışıltılarla dolu, sesin gibi. Bütün pencereleri kapa, mabedimi yalnız soluğun ısıtmalı, yıldızlar sevgilisi olmayanların göklerinde açsın. Benim yıldızım tenin.
Yirmi beş yıl önce kapıyı çalsaydın, kül olurduk. Dayanamazdım sana canım benim.
20 Aralık 1966
UNESCO
UNESCO kapitalizmin binbir mistifikasyonundan biri. UNESCO ideali bir nevi afyon. Milyonları, kudurmuş sürüler halinde birbirine saldırtan yalanları Asya imal etmedi. Irkçılık Fransa’da doğdu, Almanya’da gelişti, Amerika’da uygulanmaktadır. Sevgili Amerika bir yandan sulhun, hürriyetin havarisidir, bir yandan kendi vatandaşlarına kuduz köpek muamelesi yapar. UNESCO açıkgöz düşünce cambazlarının büyük bir iştahıyla memelerine sarıldıkları garip bir inek. Türk edebiyatı namına, okuması yazması olmayan bir panayır soytarısının, bir Yaşar Kemal’in hezeyanlarını dünya piyasasına sürer. UNESCO süslü kutularla sunulan bir afyon. Amacı Asya’yı, Afrika’yı terbiyeli bir sirk hayvanı haline getirmek, kurdun dişlerini törpülemek ve köpekleştirmek onu. Geçelim...
21 Aralık 1966
BAŞKALARINA BENZEMEMEK
İçimde boş bir odada yanan lambanın hüznü. Lamba daha ne kadar yanabilecek?
Başkalarına benzememek felaketlerin en büyüğü. Mağaraya zincirliyim zaaflarımdan, yani kalbimden. Hâlâ acıyorum.. Kime? Gölgelere, hayatta tek kimseye acımadan kendime. Ölmemek için öldürmek. Ben dehamı, heyecanlarımı, kabiliyetlerimi öldürdüm. Ve işte kupkuruyum... Meyvasız, çiçeksiz bir hazan bahçesi...
Radyo başladı... Bir gün daha başlıyor. Sensiz bir gün, ama sesini duyacağım için bahtiyarım. Mutluluklar dilerim canım benim.
22 Aralık 1966
SENİN YANINDA OLMAK
Kâğıt deniz gibi kaypak ve hain, insanlar kadar. Yazarken satırların birbirine sarıldığını hissediyorum. Zaten eriyorum kelimelerde; ilk defa seni seviyorum diye haykırmak ve yazamamak. Kim olursa olsun bir başkasına ihtiyaç duymak. Okuyorum, diyorsun, seziyorsun, hissediyorsun belki. Biz bütün bir kâinatın önünde de çırılçıplak birbirimiziniz, canım benim.
Kitapların yazmadığı bir aşk bu, şarkıların söylemediği bir aşk. Çok daha genç olmak isterdim... Niçin? Genç değil miyim? Romeo benim kadar çılgın mıydı? Çok daha güzel olmak isterdim... Hayır, hiçbirini istemem bunların, yalnız senin yanında olmak isterim, sesimi duyuyorsun değil mi canım benim, bütün sıcaklığıyla duyuyor musun? Bütün ürpertisi, bütün büyüsü, bütün vecdiyle? Yanında olmak, ellerini, saçlarını okşamak, sana şarkı söylemek isterdim, dünyanın en güzel şarkılarını.
Dün akşam sesin çok uzaktan geliyordu ve bütün değildi. Bir rüyanın, yani hayatın içinden geliyordu ve kırıktı, sonra kesildi, kayboldun. Bu kadar sevmekten korkuyorum, insanın sınırlarını aşan bir şey bu. Bu kadar sevilmekten korkuyorum, layık mıyım, diyorum, aldatıyor muyum, diyorum, ben’de bir hayali mi seviyor, diyorum. Dün sesin uzaklardan geliyordu. Neden? Sen bir heceye bütün musikileri sığdıran kadınsın. Benimle beraberken kabuğuna çekilme, sesinde alevleş, sesinde yan.
Seni az sevmekten korkuyorum. Kortan’da kıvrandım bir gece, sen uyuyordun. Ya bir gün sevmezsem, dedim, ya artık sevmiyorsam? Kalbimin ağrıdığı gece. Niçin seviyordum seni? Neyini seviyordum? O gece bir kere daha anladım: sensiz yaşayamayacağım ve bütün bulutlar dağıldı. Alev gibi gelişen, büyüyen bir aşk bu. Seni, sen olduğun için seviyorum, acı çektiğin için seviyorum, hor görüldüğün için seviyorum, büyük olduğun için seviyorum, küçük olduğun için seviyorum, yalnızlığın için seviyorum.
Sana yetmemekten korkuyorum, sana çok gelmekten korkuyorum. Seni tanımadıkları için insanlardan iğreniyorum, seni tanımadıkları için takdis ediyorum onları.
Oyuncaklar almak istiyorum sana, oynamanı, koşmanı, gülmeni istiyorum. Yaşamadığın bütün yılları beraber yaşamak istiyorum. Önce baban olmak istiyorum, beşiğine ümitle eğilmek ve dudaklarının bir tomurcuk gibi açılışını seyretmek... Kucağıma almak istiyorum seni, sonra ilk sözlerini ruhuma sindirmek istiyorum, sonra kelimeleri öğretmek, okumayı öğretmek, kafanı ışıkla, kalbini sevgiyle doldurmak. Her akşam yorganını ellerimle örtmek, saçlarını okşamak.
Sen, yıldızlarla dosttun, kumsalda böceklerin vardı, insanlar birer yabancıydı senin için, benim için düşman, ikimiz de gurbetteydik. Karşılaşsak tanıyamazdık birbirimizi, bana gülümsemezdin, ben çekinirdim yanına yaklaşmaya, hisarım, gururdu. Çocuk olmadım hayatımda, ihtiyar doğdum, onun için oyun arkadaşlığı edemezdim sana, ama, hikâyeler anlatırdım, ekmeğimi bölüşürdüm. Kumsalda oynayan çocuk, benim çocuğum, kumsalda oynayan çocuk. Başını dizlerime daya, saatlerce saçlarını okşamak istiyorum. Çektiğin bütün acılardan kendimi sorumlu tutuyorum, Tanrı gibi ve Tanrı adına utanıyorum. Sevgili yavrum, seni bütün sevmeyenler için de seveceğim, annen olacağım, sahici annen, kardeşin olacağım. Ağlıyor musun canım benim, o gözyaşlarının hepsi benim. Uzat yanaklarını...
25 Aralık 1966
PERSPEKTİF HATASI YAPMAMAK
Perşembe sabahı bulutlar gibi doluydum, aşkla, hasretle ve ebediyete kadar konuşmak istiyordum seninle. Cuma günü sel yatağına çekildi. Cumartesi sadece yorgundum. Bugün iki mektubunu aldım. Yine seninle doluyum, yine içimde sen. Cuma dersim vardı. Dün bütün gün B.’le beraberdik.
Seni bir kuyuya iter gibi mazinin karanlıklarına attığım için özür dilerim. Zaman zaman hatıralara dönmek, kendimizi tanımak, hal’i değerlendirmek ve perspektif hatası yapmamak için, faydalı bir davranış. Dil hakkındaki kitabım hâlâ çıkmadı. Bir ay önce provaları düzeltmiştim, tâbi ortada yok. Saint-Simon’u ancak aybaşında teslim edebileceğim. Batıyı Fetheden Hint için Hint elçiliğiyle temasa geçmem lâzım.
Bazan hayattan kopar gibi oluyorum. Geçen gün telefonda sesini beğenmedim. Eflatun’dan niçin vazgeçtin? Güçlüklerini bana soracaktın. Bu hem seni hem beni eğlendirecekti, üstelik müşterek bir eserimiz olacaktı, bir nevi çocuğumuz. Önce coşkunluk gösterdin, sonra garip bir sükût. “Altın Gözlü Kız” 1942’de çevrildi. Uydurca’nın habis bir ur gibi Türkçeye musallat edildiği tarih. Resmî makamlar ehliyetsizliği, gafleti, zevksizliği temsil ediyorlardı. Namuslu bir adamın vazifesi, devlet zoruyla mekteplere ve beyinlere sokulan o yeni kelimelere kapısını kapamaktı. Mamafih tercümeyi ben de bir defa okuyacağım. Unutmamak gerekir ki 24-25 yaşlarındaydım. İstanbul’da çıkan ilk yazılarım (40-41-42) tercüme bürosunun kepazeliklerini teşhir eder. Ben edebiyata sürünerek girmedim, prens olarak girdim, şövalye olarak girdim ve Palas Athena gibi zırhlarımla doğdum. İlk yazımla son yazım arasında büyük bir fark olacağını sanmıyorum. Ağaç dal budak salmış, büyümüş o kadar.
Maziyi, senin mazini, daha doğrusu senle ilgisi olmayan maziyi bir daha dönmemek üzere kapatıyoruz. 42’den sonrası yok! Kestik bıraktık. Bir nevi apandisit ameliyatı. Benim de mektuplarına çok ihtiyacım var. Ölümden daha güzel, daha cazip olmalısın. İçimi garip bir sabırsızlık kemiriyor, oysa koşuyu çoktan yarıladık, değil mi canım. Cumartesi yılbaşı.
Sen bir kâbustan uyandın, kendi kendine döndün, kendin oldun. Bir akşam kapını çalan adamın bütün yaptığı bu. Sana doğruyu söyleyen bir ayna uzattı, bir ayna, yani gönlünü. Canım benim, sen, bir gözyaşı kadar temizsin, bir azize kadar temiz. Lağıma düşen kutsal bir kitap. Kitap kaplıydı, kabını yırtıp attım. Belki tek hatam seni sevmek oldu, kadın gibi sevmek, ama sen, sevgiyi bilmiyordun ve kurtulman için, kendini tanıman için sevgiye ihtiyacın vardı. Sevgi mukaddestir. Ben ölebilirim, hiçbir zaman unutmamalısın ki kapını çalan adam seni hiçbir zaman aldatmamıştır, seni ve hiç kimseyi. Yıllar kalın ve kara bir bulut gibi çökmüş üzerime, bir fırtınanın sağlam, dost ve erkek rüzgârı sisleri dağıttı, bu fırtına aşk’tır. On beş günde, her kadını gıptadan kudurtacak kadar keşif yaşadın. O on beş günün tek saatini yaşamadan ölen kadınlar milyonların üstünde. Önünden geçen tren tek yolcu taşıyordu ve yolcu uçurumlara yuvarlanan kadını belinden yakalayıp kompartımanına aldı, şimdi beraberler. Sevgilerle...