Siyasetle ilim el ele vermedikçe buhranlarımız sona ermeyecektir. Her iki zümrenin temsilcileri de günahkâr. Mağaradakiler asırlık bir faciaya ışık tutmak için kaleme alındı. İbretle okuyacağınızı umar, hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Alpaslan Türkeş Beyefendi’ye.
Korkut Özal Beyefendi’ye, Huzma sefa da’ma keder. Hürmetlerimle.
Ahmet Kabaklı, aziz dostum;
Sen olmasan kitaplarım bu kadar geniş bir okuyucu kitlesine hitap edebilir miydi, sanmıyorum. Bu dağınık sayfaların düşünce hayatımıza serpeceği ışık, bir ateş böceğinin yanıp sönen pırıltısından ibaret. Yazarken, başlıca endişelerimden biri, hakketmediğim iltifatlarına layık olmaktı. “Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri”. Mağaradakiler’ in kaderini usta kalemin, kanatlı üslubun tayin edecek. Harcayacağın vakte acımıyorum. Edebiyata ve tefekküre adadığın ömrün üç dört saatini, üç dört senede bir, bu ihtiyar dostuna ayırmanı istemek hakkım değil mi? Gözlerinden öperim.
Sevgili Çınarlı,
Bu mağarayı sen de tanırsın. Her Türk aydını bir veya birkaç yılını o gölgeler dünyasında geçirmiştir. Ne mutlu, kısa bir ihanetten sonra, aydınlık bir “hisar”a sığınabilenlere!
İştiyak ve muhabbetle.
Kıvrak, cevval, fettan bir kalem. Disiplinli bir kafa. Ergun Göze dostuma. Oku ve hoşuna giderse yaz.
Ayhan Songar’a
Bir tımarhane tutanağına benzeyen bu sayfaları, aidiyeti cihetiyle, mahkeme-i irfanınıza havale ediyorum.
Kadim bir medeniyetin Yeni Dünya’da tek ve liyakatli temsilcisi, asil dost Talat Sait Halman Beyefendi’ye. Hürmet ve iştiyakla.
Şerif Mardin Beyefendi’ye,
Mağaradakiler büyük bir kitabın birkaç sayfası. Tenkidinize sunmakla bahtiyarım.
Sayın Ali Gevgilili,
Mağaradakiler Türk aydının çileli hayatı.
Saygılarla. Sevgili Kongar,
Yılların sisi ardından, dost çehreni seçer gibiyim. Cıvıl cıvıl bir çocuk, ama yaşından beklenmeyecek kadar olgun, ciddî ve düşünceye açık. O zamanlar bir vait, bir tomurcuk, bir fecir pırıltısı. Bugün, gittikçe büyüyen bir ağaç. Dalların şimdiden meyvelerle yüklü. İhsan Kongar’ın eski bir dostu sıfatıyla gelişmeni övünçle ve sevinerek izlemekteyim.
Bu kitabı uzun bir mektup diye okumanı diler, sevgiyle gözlerinden öperim aziz Emre.
20 Aralık 1978
Sayın Selim ileri,
Yılların tozlanmış albümünde yarı silik bir hatıra. Galiba Kemal Tahir’de karşılaşmıştık. Romandan söz edilmişti. Size 42’de yayımlanmış bir araştırmamı takdim etmiştim. Sonra kitabı başka bir vasıta ile iade ettiniz. Balzac hakkındaki etüt parçalanmış, sakatlanmış, kişiliğini kaybetmişti. Esasen bu etüt genç bir tecessüsün ilk araştırmasıydı. Sonra TV’nin bir konuşmasında buluştuk. Soğuk bir hava, sevimsiz bir çevre. Vazifeye, angaryaya benzeyen suni bir soru- cevap ağı. Bir kelime ile, tesadüfün karşımıza çıkardığı her iki fırsattan da faydalanamadık. Yani sizi ancak yazılarınızdan tanıyorum.
Takdim ettiğim kitap dört yıllık araştırmalarımı kucaklıyor. Dünya aydınının, daha da çok Türk aydınının dramı: Batı’yı nasıl tanıdık? Neden tanıyamadık? Kavramlar karşısındaki bocalayışımız. Kısaca, çarpık, güdük ve yerine oturmamış düşüncemizin kurşun kalemle çizilmiş bir taslağı. Eseri sevdiklerimden, daha doğrusu kendisi için yazdıklarımdan pek az kimse okudu. Belki sevimli değil, ama dürüst bir kitaptır. Hakikat da, hayat gibi, diyalektik. Bütünü kavramak için uçları tanımalıyız. Uçları yani kutupları. Tenkitleriniz beni çok memnun edecek. Tek ricam: hazırlamak için değil, yalnız kaleme almak için dört yılımı harcadığım bu kitabı sonuna kadar okumanız. Yalnızım ve diyaloga ihtiyacım var. Böyle bir kitap ancak bütün bir nesil tarafından yazılabilir. Taslağımı telkin ve tekliflerinizle tamamlarsanız mutlu olurum.
Selamlar
Sayın Sina Aksin,
Mağaradakilerden birinin yanık çığlıklarını dinle ve ürper. Sevgilerle.
Sayın Ümit Hasan,
İbn Haldun yazarına sevgilerle.
Nihat Keklik Beyefendi’ye,
Hepimiz mağaradayız, ama yar-ı gar* yok. Feryadımız ondan. Onun için bişnevaz(biş*nevaz*) ney diye tutturmuşuz. Saygılarla.
Alimlerin muhibb-i vefa şiarı, ariflerin dost-u cefakârı, tasavvuf ehlinin yar-ı garı Muzaffer Ozak Beyefendi’ye.
Mustafa Kutlu’ya,
Düşünce harmanından bir kucak başak, tozuyla sapıyla, tanesiyle. Onları ayıklamak, öğütmek, sabrına ve zekâna kalmış bir iş.
Sevgilerle.
Sayın Hacıeminoğlu,
Mağaradakiler’de mağaradakilerden pek azı var. Ne yapalım. Latinler, birini tanımak hepsini tanımaktır dememişler mi? Önce kişiler, sonra mefhumlar, sonra fotoğrafların asılları.
Sevgilerimle tenkidinize sunarım.
Sayın Ahmet Taner Kışlalı,
Mağaradakiler çetin görevinize ışık tutabilirse, yazar kendini mutlu sayacaktır.
Sayın Cengiz Taşer,
Uzun bir ayrılıktan sonra yeniden kavuşmanın sevinci içindeyim. Bu kitap ayrıntılı bir mektup. Selam ve sevgiler.
Sayın Rauf Mutluay,
Aynı bölgelerde dolaşan iki yolcuyuz. İzlenimlerimi merak etmez misiniz? Selam.
Samiha Ayverdi Hanımefendiye,
Dava bir, cepheler ayrı... Küfre, hamakate, ihanete kılıç sallarken nâm-ı bölendiniz daima bir vesile-i teşvik oldu.
Hürmetlerimle.
Sayın Mehmet Kaplan,
Suavi, “sen de gemidesin” diyordu. Pascal’ın yankısı. Varoluşçuların sık sık tekrarladığı bu inkâr kabul etmez tesbiti “Mağaradakiler” yerine kullanabilirdim, Eflatuna beslediğim saygı galip geldi. Doğu ile Batı, bir elmanın iki yarısı. Kıtaperest değil, hakikatperest, daha doğrusu faziletperestim. Bu kitabımı da ötekiler gibi severek okuyacağınızı umar, iştirak ve muhabbetlerimi takdim ederim, aziz dostum efendim.
Mağaradakiler, her yobazlığa savaş açan Mümtaz Soysal beyefendiye, bir tomar malzeme.
Sevgili Tarık Buğra,
“Bu Ülke”yi yazarken senin gibi üç beş dostu düşünüyordum okuyucu olarak. Geç kalmış bir vazifeyi yerine getirmenin sevinci içinde gözlerinden öperek.
“Ümrandan Uygarlığa” göz karartan bir düşüşün grafiği. Düşüncelerimiz zaman zaman ayrılsa da, acılarımız, emellerimiz, daima bir. Bu gönül beraberliğinin inancı içinde sevgi ve saygılar.
“Mağaradakiler”, yaşadığımız bir dramın hikâyesi, Heyhat! Beşeriyet bütünüyle aynı dramın kahramanı değil mi? Acı, arada bir, sesimi çığlıklaştırıyor, şarkım, zaman zaman akortsuz. Hoşgör ve okuma sabrını göster.
“Bir Dünyanın Eşiğinde”, eski bir rüya, bir şair rüyası. Böyle bir dünya gerçekten mevcut mu, bilmiyorum. Yahut ne kadar mevcut? Himalaya eteklerinden topladığım bu egzotik çiçekleri hak-i payına serpiştiriyorum. Kokla ve istersen at.
Muhabbetle.
Sayın Kaya Bilgegil, İnzivamdan selam ve iştiyakla.
Sayın Erol Güngör,
Eski bir silah arkadaşına, muhabbetle, iştiyakla, gururla, mağaramdan sesleniyorum.
Sayın Sabri Ülgener,
Mağaradan saygılar, sevgiler.
Sayın Esat Çam,
Mağaradakilerle tanışmak istemez miydiniz? Saygı ve sevgi ile.
Sayın Tarık Zafer Tunaya, Tolle et lege. Saygılarla.
Sayın Gülten Kazgan Hanımefendi’ye, Hayranlıkla.
Sayın İdris Küçükömer,
Mağaramda belirip kayboldunuz. Bu bir rüya mıydı, bir fecr-i kâzip mi? Bu zaman içinde, ilgileneceğinizi umduğum kitaplar yazdım: Bu Ülke, Ümrandan Uygarlığa, Mağaradakiler. Bu eser, hem bir eleştiri, hem bir tespit, hem bir feryat.
Gözlerinizden öperim.
Türk basınının nazlı melikesi, Nazlı Ilıcak Hanımefendi’ye.
Ercüment Kuran Beyefendi’ye,
Kısa süren bir dostluğun temadisi emeliyle, uzun bir mektup.{28}
18 Şubat 1979
ALEGORİK BİR DESTAN
Avrupa’da edebiyata damgasını vuran ilk şaheserler Gargantua ile Don Kişot. Her ikisinde de Aristo mantığı rafa kaldırılmış. Başka bir deyişle, romanın klasik tarifindeki olabilirlik unsuru yok. Rabelais çok okunmuş, çok beğenilmiş. Bu başarının sırrı vakanın kendisinden çok, yazarın kişiliği. Ve eserinin bir çağın ihtiyaçlarına cevap vermesi. Eseri roman saymayanlar da var. Peki ne? Don Kişot için de aynı sözleri tekrarlayabiliriz. Muhakkak olan şu ki, ikisi de asırları aşmış, taklit edilememiş, aşılamamış.
1678’de Fransa Madam dö la Fayette’in “Princesse de Cleve”ini kapışıyor. Yazar, kadın olduğu için duyguların meddücezrine dikkatle eğilmiş. Fakat bu aşk hikâyesinin zamanımız insanına seslenebildiği de söylenemez. Aynı yıl İngiltere’de, John Bünyan’ın “Pilgrim’s Progress”i (Hacmin Yolculuğu) yayımlanıyor. Milton’un Kaybolan Cennet’ini fazla ciddi, fazla derin bulan İngilizler Bünyan’ın hikayesine büyük bir alaka gösteriyorlar. Bünyan’ın tek kaynağı Kitab-ı Mukaddesle iç dünyası.
Hacmin Yolculuğu, orijinal bir eser de değil. Yazar çok eski bir sembolü işlemiş, halk ruhunun çoktandır aşinası olduğu bir mecaz. Bir nevi laik İncil. Yazar Ezelî Site’nin yolunu göstermektedir: püriten Hıristiyanlık. Bünyan bir halkın dinî şuurunun sadık ve parlak bir sözcüsü. Bir yaratıcının ilhamı hiçbir devirde daha kolektif olmamıştır. Yazarın dile getirdiği: çevresinde daha az şuurlu olan bir çok kimsenin kucağında bocaladığı duygular ve imajlar kasırgasıdır. Yazar olarak da çok başarılı. Dili 1611 İngiliz İncilinin dili, samimi ve soylu.
Kitap Avrupa’nın birçok dillerine çevrilmiş. İngiltere’de her yıl yeni baskıları yapılmakta. Baş tarafları İlahî Komediyi hatırlatıyor. Fransızca tercümesi Hristiyan’ın Haccı. İnsanın günahla savaşı, kemale doğru güçlükle ilerlemesi. Bütün bu yolculuk mecazlarla anlatılıyor.
Edebiyat tarihçisi Demogeot şöyle diyor:
“Kiliseden kopan tarikatların iç dünyasındaki coşkun mayalanma, iki ünlü eser doğurdu. Şekilleri de başka, değerleri de. İki poem.. Birincisi şatafatsız bir nesir, ikincisi eşsiz bir nazım. Biri halka sesleniyor ve aşağı yukarı İncil kadar yaygın. Öteki bilgi ile meşbu, ancak Homer ve Virjil’in tiryakilerince tadılabilir. Birincisi yalnız İngiltere’de tanınmış, beğenilmiş. Öteki bütün kavimlerin ortak mirası.. Kazancı Bünyan’ın Hacının Yolculuğu’suyla, büyük şair Milton’un Kaybolan Cennet’i.
İskoçya’nın en yabani bölgelerinde köylüler Hacının Yolculuğu’na bayılır, İngiliz çocukları başka her serüven kitabına tercih eder eseri. Okuyucular “dar ve dik patikayı” bin kere geçtikleri yollardan daha iyi tanırlar. Dehanın mucizesi: hayalî şeyleri gerçekleştirmek. Bir insanın rüyaları, başka insanlar için yaşadıkları bir hatıra olabiliyor”.
Taine’i dinleyelim: “Hacının Yolculuğu, ümmiler için yazılan bir ibadet kitabı. Üstelik hidayet yollarını açıklayan alegorik bir destan. Halka seslenen halktan bir adam karşısındayız... Konu aşağı yukarı şu: lanete uğramış bir belde. Bu beldede Hıristiyan isimli bir günahkâr yaşamaktadır. Gökkubbeden bir ses gelir: intikam. Hıristiyan dehşet içinde doğrulur, komşuları alay ederler. Ama o suçluları yakacak ateşten kurtulmak için beldeyi terk eder. iyi kalpli bir adam, Vaiz, doğru yolu gösterir kaçana. Hain bir adam, Dünyevî Akıl, saptırmağa çalışır onu. Arkadaşı oynak, bataklıklara saplanıp kalır. Hıristiyan çamurlara bata çıka yolculuğa devam eder. Dar bir kapıya gelir. Burada bir bilge ile karşılaşır. Bilge ona Kutsal Beldeyi gösterir. Bir haçın önünden geçerken sırtındaki ağır günah yükü düşer. Sarp Güçlük tepesini soluk soluğa çıkar. Muhteşem bir şatoya varır. Şatonun nöbetçisi, Uyanık, Hristiyan’ı bilge kızlarına emanet eder: İman ve İhtiyat ona cehennemin ejderlerinden söz ederler. Tekrar yola revan olur. Bu defa da karşısına bir ifrit çıkar: Apollon, Tanrıyı inkâr edeceksin diye tutturur. Uzun bir cenkten sonra, ifriti öldürür Hıristiyan. Yol gittikçe darlaşır, gölgeler koyulaşır, alevler sarar çevreyi. Ölüm Karanlığı vadisidir burası. Buradan kurtulunca Kibir-Kent’e ulaşır. Alış veriş, riya, yalan panayırı. Gözlerini kapayarak yola revan olur. Ama bırakmazlar, sille tokat bir zindana atarlar. Ellerinden kurtulur, ama bu defa da Ümitsizlik devinin pençesine düşer.
İğrenç bir zindana atılır yine. Dev ona bir hançer ve bir ip uzatarak, hadi acılardan halas* ol, diye öğüt verir. Hıristiyan yine kaçmayı başarır ve Mutlu Dağlara varır. Oradan Kutsal Belde görünmektedir. Ama o beldeye varmak için derin bir nehri aşmak lâzım. Ayak kayar, görüş bulanır. Ölüm Irmağıdır bu. Ölüm Irmağını da aşar Hıristiyan ve bulutlardan da yükseklerdeki Kutsal Belde’nin kapılarına varır. Şehir güneş kadar parlaktır. Yolları altın döşelidir. Başlarında taç, ellerinde rebap insanlar dolaşmakta, tanrıya neşideler mırıldanmaktadırlar. Hayat ağacı buradadır, meyvelerinden yiyebilirsiniz. Tanrının huzurunda sonsuz bir hayata kavuşur bu beldedekiler. Hıristiyan, şehrin kapılarından giren iki tövbekarın karşılanışına şahit olur, çanlar devamlı çalmakta, melekler uçuşmaktadır. Tövbekarlar altından parlak elbiselere bürünürler, onlar da, başlarında taç, ellerinde çalgı, Tanrının huzuruna kabul edilmeğe hazırdırlar. Ve şehrin kapıları yavaş yavaş kapanır...”
1 Nisan 1979 Pazar / Saat 10.00
Ezeli bir şifadır aldanmak. Vehimlerin yaprak yaprak döküldüğü her geçen yıl biraz daha kadimleşir ağaç. Çocuk, istikbale taşan bir ümitti, yıllarca yetiştireceğim diye çırpınıp durdun. Ne oldu?
Hint’e gömdün rüyalarını. Cehennemde bir gül bahçesi yaratmak istedin. Tanıdığın ve tanımadığın dostlara buyrun diyebileceğin bir gül bahçesi. Ne oldu?
Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı? Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillah Therese için, Kitab-ı Mukaddes, ikisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Therese, Kilise’nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara, İslamiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında. Hiç kimse Babil kulesine söz geçirememiş. Kilisenin nasları kocakarı hikâyesinden daha çürük çarık. Ama bir Pascal, bir Lamennais, hatta bir Dosto benimsemiş masalları, insanoğlunun budalalığı korkunç ve hudutsuz. Eflaki Dedenin anlattığı menkıbelerle sosyalizmin inşa ettiği tarih aşağı yukarı aynı. Hakikat nerede? Bir zamanlar Descartes’lara, Büchner’lere, Nordaulara inanırdım. Şimdi... şüpheden bile şüphe. Acz-i mutlak tesellisine bile sahip değiliz. Hiçbir şey mutlak değil. Keşiş Meslier yıllar yılı vaazlar vermiş. Çevresindeki bütün itibarî yalanları yüzde yüz benimsemiş, tekrarlamış, kökleştirmiş. Ama her akşam isyan ve acılarını kağıda dökmüş. Ne kadar haklı. Her düşünen bir parça keşiş Meslier’dir. Konuşmayan bir keşiş Meslier. Düşündüklerimizin ne değeri var? Başkalarını tedirgin etmek için sözde hakikatlerimizi haykırmak, terbiyesizlik.
Celalettin büyük bir insan. Herkes öyle diyor. Yüzbinlerce talihsiz eteğine yapışmış üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine? Tanıyor musun ki? Hayır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi tanımıyorum. Tanıyanlar tanıyor mu ki? Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı’ya göre, üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran bir düşünce adamı. Aynı Gölpınarlı’ya göre, Şemsettin Tebrizî ile Sodom’un yüz gününü yaşamış, mezhepsiz, mukaddesatsız bir sapık, 13. yüzyılda bir Marki dö Sade. Sohbetlerinde bunu söyleyen Gölpınarlı, kitaplarında başka türlü konuşuyor. Hangisine inanacağız? Eflaki Dede üstadın kerametlerini kitaplaştırmış. Aynı insan hem veliler velisi, sultanlar sultanı., hem şeytan.
Celalettin’i geçelim. İsa Peygamber, bazısına göre tenperver ve sapık bir serseri, bazısına göre Allah’ın oğlu, insanlığın ezelî günahını bağışlatmak için çarmıha gerilmiş. Bu zıt hükümlerin hepsine birden doğru demek mümkün mü? Nordau da bir çok meslektaşları gibi mistisizmi akıl hastalığı sayıyordu. Nordau kim? Adını bilen bin kişi ya var ya yok.
Mistikler, Hermes’ten bu yana insanlığın büyük bir yekununu kaz gibi gütmüşler. Hakikatin ölçüsü ne? Müritlerin sayısı mı, inandırma gücü mü? Hallaç divane miydi, dahi mi? Muhittin İbn Arabi, Sühreverdi, İbn Bâce, İbn Rüşt, İbn Sina., onları anlayamıyorum. Anlayamayacağım da. Anlasam ne olur? O kadar derin bir cehaletle bu adamlara dil uzatmak düpedüz edepsizlik. Herkes bir mukaddese sarılmış. Mukaddeslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin? Teklif edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx., tezatlar içinde çırpınan birer divane. Neyi aydınlatmışlar, kime göre aydınlatmışlar. Zavallı Fikret! “inan Haluk, ezelî bir şifadır aldanmak” demiş. Galiba tek doğru söz bu.
28 Eylül 1980 / Saat 16.00
ANSİKLOPEDİ YAZMAK
Dergâh’ın Edebiyat Ansiklopedisi’ni karıştırıyoruz. Bir mezarlıkta dolaşır gibiyiz. Sevgi yok, kin yok, sıcaklık yok. Yazısı silinmiş, yosun bağlamış mezar taşları. Zavallı memleket! Naci’nin Istılahat-ı Edebiyye’si de kişiliği olmayan bir kitap. Bir rüşdiye mualliminin yeni yeni kanatlanan genç kabiliyetlere yol göstermek arzusu ile kaleme aldığı bedbaht bir eser. Kimler faydalandı o kaynaktan, ne kadar faydalandı, cevap vermek zor. Lugat-ı Naci de renksiz kokusuz. Yazar kavga etmiyor. Bu kitapları kişiliğini saklamak için yazmış sanki. Zaten rahmetli, yalnız şiir yazdığı yahut düşmanlarına çattığı zaman kendisi olabiliyor. Ama haksızlık etmeyelim. Naci bir rüşdiye hocasıdır. Kafayı çekmediği, öfkelenmediği zaman ukala ve sevimsiz. Tahir-ül Mevlevi’nin Edebiyat Lugat’i daha deli dolu, daha sıcak. Kitabı okurken yazar karşımızdadır. Belki de medrese ile tekkenin farkı. Dergâh’ın Ansiklopedisinde ne Naci’nin soğuk fakat ciddi kişiliği var, ne tahir-ül Mevlevinin laubali ve derbeder kalenderliği. Dergâhçılar, Ansiklopedicilik oynayan birer çocuk. Ama hepsi de ruhen ihtiyar. Hepsi de mahiyetini bilmedikleri bir işe zorla memur edilmiş gibi. Mazeretleri de yok. Yirminci asrın son çeyreğinde yazıyorlar. Meydan Larousse, Türk Ansiklopedisi para kazanmak için girişilmiş birer teşebbüs. Hiçbirisi bir hummanın, bir heyecanın, bir aşkın eseri değil. Onun için ölü doğdular. Türkiye’de ne bir Bayie yaşayabilirdi, ne bir Diderot. Bizim Larousse’umuz: Şemsettin Sami. Bütün bu denemelerden sonra sahneye çıkan Dergâhçılar daha az kusurlu olmak zorundaydılar. Ama hepsi de tıknefes. Zavallılar! Ne Doğu’yu tanıyorlar, ne Batı’yı. Hitap ettikleri okuyucu da kendilerinden daha hödük. İnsan, bir Rıza Tevfik neslini içi sızlayarak anıyor. Bayle’ler, Diderot’lar cihangir bir sınıfın öncüleri veya ideologları idi. Çürümüş bir toplumda dev yetişmez. Ama Ansiklopedi yazmağa kalkmanın asgari şartları vardır. Bir Vapereau’nun Edebiyatlar Lügati erişilemeyecek bir zirve olmasa gerek. Ne var ki delikanlılarımız Vapereau’yu görmemişlerdir. Cassell’i de tanımazlar. Cehaletleriyle sarhoş bir esrarkeşler kervanı.
5 Ekim 1980 Pazar / Saat 10.00
CEVDET PAŞA, NAMIK KEMAL, KEMAL’İN ÇOCUKLARI
Cevdet Paşa, Namık Kemal.. Türk düşüncesinin diri ve yaşayan iki temsilcisi. Paşa, ağır başlı, dürüst bir medreseli. Batıya aşık, fakat Doğudan kopamıyor. Şiirlerinde kendisi yok. Coşmaktan, ölçüyü kaçırmaktan utanıyor gibi. Ponsiflerin adamı. Namık Kemal deli dolu, haylaz ve coşkun. Şiirlerinde olduğu kadar, nesirlerinde de kendisi. Cesur, atak ve kendini beğenmiş. Cevdet daima frenli. Kemal daima sarhoş. Cevdet’in kızı babasından çok Midhat Efendi’nin damgasını taşıyor. Ama her ikisi de değil. İsmet Faik hanımın rahibelikte karar kılması, bir parça da, dedesindeki çatık kaşlılığın eseri. Filhakika, Paşa, bütün ağırbaşlılığına, bütün gurur ve vakarına rağmen ıslah kabul etmez bir Avrupa hayranıdır. Midhat Paşa’ya hakareti, içindeki kördüğümün dile gelmesinden başka ne? Fatma Aliye’nin Fransızca öğrendiğini anlar anlamaz ona karşı davranışı değişiverir. Artık Meram yazan vesayetten kurtulmuş, esrarengiz bir dünyanın fethine çıkmış, hürmete şayan bir kişidir Paşa’ya göre. Zavallı İsmet Faik! Kelli felli bir kayınpederle, bu kayınpederin takdirini kazanmış Batılı bir hanımefendinin kocası olmaktan başka mazhariyeti bulunmayan bir tiyatro paşasının kızıdır. Dame de Sion’a yollanır. Gerçi aile ocağında İslamiyet’e karşı sonsuz bir hürmet gösterilmektedir. Ama dekoratif bir hürmet. Rahibeler, baba evinde aradığı mistik ve sıcak dindarlığı bulamayan genç kıza aradığı cennetin Hıristiyanlıkta olduğunu telkin ederler. Geçelim... Cevdet Paşa’nın edebiyatımızda da soyu devam etmez. O, medresenin kemali ve son sözüdür. Doğu ile Batı arasında parçalanmış ve reculiyetini kaybetmiş talihsiz bir baba. Namık Kemal ise, bir hanedanın temsilcisidir. Ali Ekrem ve Cezmi Ertuğrul, biyolojik planda, onu devam ettirirler. Edebiyatta ise, hepimiz bir parça Namık Kemal’iz. Cevdet Paşa bir intiha; Namık Kemal, bir başlangıç. Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Tevfik Fikret’ten Nazım’a kadar bütün şairlerimizin cedd-i ekberi. Celal Nuri de, Ali Kemal de, İsmail Habip de, Namık Kemal’in çocukları.
Zamanınıza gelirsek. Kerim Sadi, Namık Kemal’den çok Cevdet Paşa’ya yakındır. Yalnız, gizli sevda taşımayan bir Cevdet Paşa. Oysa Hikmet Kıvılcımlı, Namık Kemal’in piçidir. Üslupsuz, derbeder, bir Namık Kemal. Aynı ataklık, aynı kesip atan tavır. Ve aynı fanatizm.
Kerim Sadi setlerle kuşatmıştır kendini, lüzumundan fazla ciddidir. Korka korka, emekliye emekliye ilerler. Sırtında yumurta küfesi vardır. Şiire iltifat etmez. Konuşurken de, yazarken de sağlam delillere, güvenilir şahitlere, imtihandan geçmiş hocalara ihtiyaç duyar. Bu manada klasik sayılabilir. Hikmet Kıvılcımlı her türlü sorumluluğa yabancıdır. Gülünç olmak gibi bir korkusu yoktur. Peygamberliğe, mürşitliğe, nazariyeciliğe özenir zaman zaman. Lombroso’nun matoid’idir. Bunun için genç nesiller üzerinde etkisi çok daha büyük, şakirtleri çok daha bol, yazıları çok daha büyüleyicidir. Zavallı Kerim Sadi! Kendini daima gizledi. Belli bir davanın takipçisi olmayı, ileri geri konuşmaya, orijinal eserler yaratmaya tercih etti. Oysa kelamın büyüsünü bilen adamdı. Bir mektep kuramadı. Çünkü bir tekrarlayıcı olarak kaldı. Çevresinde toplananları ciddiyete çağırıyordu. Çetin bir yola çağırıyordu. İğne ile kuyu kazmak kimsenin hoşuna gitmez. Delikanlıları Ataç gibi pohpohlamıyor, yaklaşanlara deha beratları dağıtmıyordu. Kıvılcımlı da bir başka Ataç’tır. Onunla konuşunca tez elden Marksist bir mütefekkir olup çıkardınız. İnce elemeğe, sıkı dokumağa ihtiyaç yok.
21 Ekim 1980 / Saat 15.30
OSMANLIDA FİKRÎ FAALİYET
Cevdet Paşa’nın hayatında iki facia var. Biri yabancı dil öğrenememesi. Medresenin ciddi disiplininden geçen, çalışkan, ağırbaşlı devlet adamı, topraktan biten mantarlar gibi çevresini saran zıpçıktı intelijansiyadan nefret eder. Merhaleleri birer birer geçmemiş, her basamağın çilesini ayrı ayrı çekmemişlerdir. Fakat bağırıp çağıran ve küçük dağları biz yarattık diye haykıran onlardır. Paşa’nın içine şüphe düşmüştür. Kendi değerinden şüphe, putlarından şüphe.
Hayatının ikinci faciası, fikir adamını can evinden yaralamıştır. Encümen-i Daniş tarafından 1776’dan 1825’lere kadar Osmanlı tarihini yazmağa memur edilen Cevdet, giriştiği için ne güç, ne mesuliyetli bir teşebbüs olduğunu çok geç anlamıştır. Zira kendisinden istenilen Tanzimat’ın müdafaasını yapmaktır. Tanzimat’ın temeli ise, Yeniçerilerin ilgasıdır. Paşa bu asırlık ocağın imhasını nasıl alkışlayabilir? Tarih, ilk ciltten son cildine kadar 1826 katliamını mucip sebeplere dayamak endişesini güder. Cevdet Paşa bu metin müdafaanameyi gönül huzuru ile kaleme alamazdı. Nitekim Sadullah Paşa’ya yazdığı mektupta zamirini ifşa etmektedir. Hülasa, Paşa’nın trajedisi, kişi olarak, takdis ettiği değerlerden kuşkulanmak zorunda kalması, tarihçi olarak, ömrünün en büyük eserine temel olarak aldığı Yeniçeri katliamının isabet ve hakkaniyetine itimat etmez olmasıdır. Yine geçelim...
Cevdet Paşa ile Namık Kemal arasında, ailenin biraz farklı kolları da var. Mesela Ahmet Midhat. Bir yanı ile Cevdet, bir yanı ile Kemal. Ama daha çok Cevdet. Mesela Suavi, Cevdet’ten çok Kemal. Demek ki kök aile Cevdet-Kemal ikilisi.
Yalçın Küçük, zeki, taşkın, deli dolu bir 1980 Namık Kemal’i. Daha önce de söylemiştim,. Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış. Giderek yaratıcı bir iş olmaktan çıkmış fikrî faaliyet. Soğuk ve sıkıcı bir onanizm haline gelmiş. Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan* ibarettir. Ya açılanların? Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak... yani kendisi olmaktan çıkmak. Yalçın Küçük, Türk aydınının ayırıcı vasfını tek sözde vurguluyor: mütercimlik. Filhakika bizde münevver, Yunan istiklalinden sonra cemiyet sahnesine çıkar. Çünkü uşaklarımızdan vaz geçip milletlerarası münasebetlerde aracılık yapmak Türklere düşmektedir. Tercüme Odası, yeni intelijansiyanın döl yatağı. Daha önce söylemiştim: İsmail Habip’in Teceddüt Edebiyatı Tarihi, Fransızca bildikleri vehmedilen yazarların genişçe bir fihristinden ibaret. Galiba Lastik Sait söylüyordu: “Üdebâ-yı hâzıra’nın başta gelenleri hep Tercüme Odasından yetişmiştir”.
Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kaybetmek, her hangi bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı insanının ezelden beri alışmış bulunduğu bir hal. Diyebiliriz ki, bütün Şark’ın nasibi tefsir ve şerh çemberleri içinde hüner göstermek. Tanzimattan sonra, Arapça ile Acemce’nin yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, bakir ve akıncı bir düşüncenin taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuşmağa başladığı zaman, İslam düşüncesi hamle kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat kapısı kapanmıştı. Her şey bid’at sayılabilirdi. Bir Simavnalı Bedrettin araba izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.
Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yalnız şiirdir. Şiir, müphemin yani musikinin ülkesi. Fikir olmadığı için nesir de yoktur. Tanzimattan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan Batı’ya çevirir yüzünü. Yeni ne söyleyecek? Söylenenlerin kaçta kaçından haberdar? Anladım sandıklarını ne kadar anlayabilir? Tercüme Odası uşaklara yani robotlara lüzumlu olan mefhum ve cümleleri aşılamağa mahsus bir müessese, istenilen, belli emirleri getirip götürmek. Yani düpedüz bir taşıyıcılık. Paket taşıyıcılığı. İçindekileri aşağı yukarı* bilseniz yeter.
Evet, bir asırda az çok başardığımız, paketin muhtevasına nüfuz etmek, taşıdığımız nesneleri evirip çevirmek, biraz daha içlerine girmek. Sonra meşhur facia: harf ve dil devrimi. Haydi, her şeye yeni baştan soyun! Birikim yok. Bu beyin ameliyatları ölümle neticelenmezse, ne zaman, hangi bahtiyar şartlar içinde yeniden öğrenmeye başlayabileceğiz?
26 Ekim 1980 Pazar / Saat 10.00
GERÇEK HÜVİYETİNİ TESPİT
Güliver kompleksine kapılmadan kendini ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tesbit edebilmek. Aşağı yukarı elli yıldır yazıyorum. Kalktığım nokta ile bulunduğum nokta arasındaki mesafeyi nasıl ölçeceğim? Ben ölçemezsem muhayyel tenkitçi ne halt edecek? (Biyolojik faktörü bir kalem geçelim. Soyumu sopumu tanımıyorum.)
Sekiz yaşıma kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. (Babam az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir memur. Annem hasta, silik, mızmız bir kadıncağız. Sonra hayal gibi belirip kaybolan bir amca, iki abla. Ve kitaplar: Türk Sazı, Musavver Tarih-i Harb-i Yunan. Ötesini hatırlamıyorum. Sonra Reyhaniye. Çerkeş mahallesindeki ev. Bahçe, dere, ağaçlar ve mektep. Babamı yine akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, her çeşit hakarete uğruyorum. Şikayet edeceğim kimse yok.
Sınıfta neler okuyorduk bilmiyorum. İlyas efendi din dersleri, Kur’an ve hüsn-ü hat hocamız. Musahabat-ı Ahlakiye diye bir kitabımız var. (İlyas efendi bir müddet medrese görmüş. Her ders Musahabat-ı Ahlakiye’nin okuyucusu benim.) Sait Efendi bir ara Türkçe hocamız. Bulgurluzade Rıza, Menemenlizade Tahir, elinde dolaşan kitaplar. Satı beyin Fenn-i Terbiye Dersleri’ni de ilkin onda görüyorum. Nihayet Ömer Hilmi/Lafazan, kendini beğenmiş bir deklase. Dar-ül Muallimin-i Aliyye’nin edebiyat şubesinden mezun olduğunu söylüyor, ikide bir. yazdığı kitaplarla övünen bir Çerkeş. İlk manzumemi ona okuyorum. 11 yaşındayım. Yarım saat şiirin aleyhinde nutuk çekiyor. Daha sonra büyük bir suç işlemişim gibi babamın da kulağını büküyor. Ama bazı kabiliyetlerimi de geliştiriyor. Mesela resimlerim çok başarılı. Mösyö Nikola ilk Fransızca hocam. Ondan evvel mösyö Vahan diye bir Ermeni varmış. Babam sitayişle sözünü etmişti: Fransızcanın edebiyatına vakıf imiş. Bu saçma sapan hatıralardan utanç ve sıkıntı duyuyorum.
Nihayet Antakya sultanisi, ilk yıldan iki ad kalmış hafızamda: Antuvan efendi ile Lami Bey. Antuvan efendi birkaç tercümesi basılmış bir Ermeni. Lami Bey de, Satı Bey’in kurduğu Dar-ül Muallimin-i Aliyye’nin mezunlarından. Ömer Hilmi’ye kıyasla daha akıllı, daha coşkun ve mesleğine yürekten bağlı. Garip bir metodu var. Kısaca, tarihî veya mitolojik bir konu anlatıyor. “Hadi yazın bakalım” diyor. Promete efsanesini ilk defa ondan dinlemiş ve şaşılacak bir hızla yarı-manzum, yarı-mensur on-onbeş sayfa karalamıştım. Lami Bey hayret etmiş ve numara yerine çok iltifatkâr bir iki cümle kondurmuştu. Unutamadığım Ömer Hilmi, hikmetine akıl erdiremediğim nasihatler vermiş, şiirle uğraşmanın insanı felakete sürükleyeceğini anlatmağa kalkmıştı. Lami Bey ise, ilâhî bir mevhibeden söz ediyor, “ilham, ilham” deyip duruyordu. Lami Beyle dostluğumuz uzun sürmedi. Orta 3’te hocamız değişti. Çok okuyor, daha da çok yazıyordum. Hoca şımartmıştı beni.
Orta 2’de Ali ilmi Fani’yi tanıdım. Şair, muhibb-i cemal, kalender bir Osmanlı. Lami Bey gençti. Pedagogtu. Ali İlmi, feleğin çemberinden geçmiş, rindmeşrep bir Osmanlı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Dar-ül Fünun’da metin şerhi hocalığı yapmış (müderris muavini). Siyaset, bu sessiz sedasız, bu zevkperest şairi vatanından uzaklaştırmış. Rıza Tevfik, Refik Halit gibi o da bir yüzellilik. Niçin, nasıl, hiçbir zaman anlayamadım.
“Ehramlar çöllerin üstünde pürvakâr
Âsar-ı sâfiline verir vakfe-i karar.”
Ehramlar adlı kasidesinin ilk beyti. Farsçası mazbut, aruza hâkim, babacan, arif bir divan şairi. Hasb-el kader edebiyat muallimi. Lami Bey’in adamakıllı şımarttığı bu çiçeği burnunda kabiliyeti, İlmi Bey zapt edilmez hale getirdi.
Bereket yeni bir hoca, bu lüzumundan fazla müşfik, zevklerinden başka programı ve metodu olmayan üstadın çok gevşettiği dizginleri biraz kıstı: Memduh Selim. Ali İlmi, Memduh Selim. Biri bütün zilletleri ve meziyetleriyle şarktı. Öteki ikinci Meşrutiyetin Avrupalılaşmış bir mekteplisi. Ali İlmi nerede yetişmişti bilmiyorum. Memduh Selim, Mülkiyeden mezundu. Fransızca, Ermenice ve galiba Kürtçe biliyordu. Abdullah Cevdet’in rahle-i tedrisinden geçmişti. Metin, çetin ve lüzumundan fazla ciddi bir adam. İlk kompozisyon dersinde kağıda mürekkep damlattığım için numaramı bir hayli kırmıştı. Laubalilikten hiç hoşlanmazdı. Memduh Selim daha sonra tercüme hocamız da olacak., noktalama, satır başlarına dikkat etme gibi, yazı yazmanın işçilik diyebileceğim yönleri üzerinde ne kadar titiz davranmak gerektiğini usanmadan ihtar edecekti. Memduh Selim için ayrı bir jurnal yazmalıyım.
Şahsiyetimin teşekkülünde etkisi olan bir başka hoca da Mahmut Ali. Geniş tecessüsü, hastalık derecesinde veâarı olan tarih hocası. Bir söz virtüözü idi Mahmut Ali. Bazan Don Kişot’a benzerdi, bazan Sirano’ya. O da müstakil bir jurnale layıktır.
Antuvan efendiden sonra Fransızca hocalarım Fransız oldu. Önce Mösyö Moity. Liseden itibaren Antakya sultanisi isim değiştirdi: Lycee d’Antioche. Türkçe, Arapça, tarih dışında bütün dersler Fransızca okutuluyordu. IX, X, XI, XII’de tarih de Fransızca okutulmağa başlandı. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi, önünüzde bütün kapılar açık demekti. Moity, babacan bir başçavuş eskisiydi. Sınıfta pipo içer, talebelerden ufak tefek hediyeler kabul ederdi. Nefis bir kaligrafisi vardı. En çok üzerinde durduğu ders: phraseologie idi. Bir nevi tatbiki gramerdi bu, kompozisyona hazırlık mahiyetinde bir ders. Umumiyetle iki kelime verilir ve en az yirmi kelimelik cümle kurdurtulurdu. Ayrıca negatif veya interronegatif cümleler de yaptırılırdı. Türkçem zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha geliştirdi. Şiir ezberlemekten hoşlanmazdım. Gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirinceye kadar kompozisyondan hep birinciydim. Fransızların nasıl bir program takip ettiklerini anlayamamışımdır. Lise I’de Hugo’nun Legende des Siecles’ini okuduk. Lise II’de Chateaubriand’m Atala, Rene ve Le Dernier Abincerage’mı, Lise III’te Lanson’un Edebiyat Tarihi, sınıf kitabımız oldu. Yalnız Lanson mu? Zaman zaman Desgranges’in Seçme Yazılar’ı.
Ayrıca klasikler: Moliere’den, Corneille’den, Racine’den üç dört kitap okumuş olmak zorundaydık.
Lise III’te Bazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay “li-cencie es sciences” ve “docteur es lettres” idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı hayatında ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu. Konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin, on beş yirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kağıtlar geri verildi, yine en iyi numarayı ben almıştım: yirmi üzerine 7. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz gibi iltifatlar döktürülmüştü. Dayak yemekten çok daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddi yazı dersi idi. Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değildir.
Lisede feyz aldığım bir başka hoca da Mesut Fani. Sorbonne’dan yeni gelmiş bir hukuk doktoru. On beş yıl Paris’te bulunmuş. Cebel-i Bereket mutasarrıfı iken Fransa’ya kaçmak zorunda kalmış eski bir hukuk mezunu. X. sınıfta edebiyat tarihi hocamız oldu. Çok iyi Farsça bilirdi. Önce talebeleri bir yokladı. Şiir nedir? Edebiyat nedir? gibi ömür törpüleyici sualler sordu. Bir güzel haşladı talebeleri. Bana biraz iltimas geçti. Ama ben çok daha fazla iltifat bekliyordum. O hafta mektebe gitmedim. Yedi sekiz sayfalık bir Türk edebiyatı şeması kaleme aldım. Tabiî manzum. Ve ilk derste, çok beğendiğim bu hezeyannameyi üstada sundum. Mesut bey ertesi gün müdür Bazantay’ı yanına alarak sınıfa geldi. Böyle bir kabiliyete rastlamış olmaktan hayatının en büyük gururunu duyduğunu “maşallah maşallah”larla süsleyerek belirtti. Ve tanışmamızın hatırası olarak galiba o yılın (1933) Nouveau Petit Larousse’unu, Bazantay’ın tebrikleriyle değerlendirerek, hayret içinde kalan bendenize takdim etti. XI’de tarih hocam oldu Mesut Bey. XI’de felsefe okuttu. XI’in sonunda nasıl çatıştığımızı, terbiyesizliğimin nasıl bütün hayatımı berbat ettiğini ayrıca anlatmalıyım. Fakat daha önce hayatıma karışan bir başka insandan söz etmem lazım: Tarık Mümtaz.
Şam’da Musavver Sahra adlı bir dergi çıkıyordu. Orta sondaydım galiba. Derginin başyazarı Tarık Mümtaz’dı. Yazarlar arasında Rıza Tevfik de vardı. Sonra Kuneytire’de yarı Türkçe bir gazete yayımlandı. Başyazarı yine Tarık Mümtaz. Bu zatın “İslami Sosyalizme Doğru” adlı bir risalesini de görmüştüm. Antakya’da “Antakya” adında bir gazete yayımlanıyordu. Gazetenin başına Tarık Mümtaz getirilmişti. Birkaç talebe, hazreti ziyarete gittik. Büyük bir hüsn-ü kabul gösterdi. Sonra manda hükümetinin naşir-i efkarı* olan “Antakya”yı bıraktı. Ve Karagöz başlıklı Türkçe bir gazete çıkarmağa başladı. Kendisi karikatürist idi de. Tatilde Reyhaniye’ye gelip babamdan benimle çalışmak müsaadesi aldı. Karagöz’de kaç ay yazdım, bilmiyorum. “Fırsat Yoksulu” mahlası ile şiirler yazdım. “Geç Kalmış Bir Musahabe” başlıklı yazımı istisna edersem (Yenigün gazetesinde yayımlanmıştı) hayat-ı tahririyemin başlangıcı Karagöz’deki şiirlerdir. Tarık çok güzel konuşan, büyük telkin kabiliyetine sahip bir politikacı idi. Antakya’da izci teşkilatı kurdu. 35’te yayımlanan “Çizgiler ve Bilgiler” adlı kitabında bana ayırdığı sayfa çok göğüs kabartıcıdır. Şöyle başlar: “İlim, şiir, nesir., kudretin her üç yüzü de keskin bir zekâ ve kabiliyet silahı. Hangi sahaya teveccüh ederse etsin bir ehram azametiyle yükselecek ve...
Tarık, bahriye miralayı Mümtaz beyin oğluydu. Bir miktar Saint-Joseph’te okumuş, sonra Harbiye’den neşet etmişti. Damat Ferit’in başyaverliğini yapmış, bir ara “Ümid” isimli bir edebiyat mecmuası çıkarmıştı. Sonra hasbelkader yüzellilikler listesine ithal edilerek memleket dışına kovulmuştu. Bulgaristan’da Türkçe bir gazete kurmuş, sonra oradan da kovulmuş, Avrupa’nın çeşitli ülkelerini dolaştıktan sonra postu Şam’a sermişti. Süleyman Nazif’e hayrandı. Mütareke devri İstanbul’unu yakından tanıyordu. İyi giyinen, kibar, enerjik ve hayat dolu bir Çerkeş. Ama Çerkezce tek kelime bilmezdi. Annesi Türktü. Türkçeye aşıktı. İdeali, Nazif gibi yazmaktı. Zavallı Tarık, yabancı dil öğrenememişti! Çok sığ bir irfan. Ne var ki bıyıkları terlememiş bir taşra delikanlısı için lüzumundan fazla bilgili ve geniş ihatalı bir maceracıydı. Tarık Türkçülüğü temsil ediyordu o sıralarda. Fransızlarla arası bozulmuştu. Oysa benim dostlarım hep Fransız yanlısı idiler. Tarık, “Türk Antakya’da Dört Baykuş Ötüyor” başlıklı bir panfle yayımladı. Dört baykuş dediği. Ali İlmi Fani, Mesut Fani, Memduh Selim ve Radi Azmi idi. Ben de sırf dostluk icabı diyerek Yıldız gazetesine yarı-manzum, yarı-mensur bir hicviye döşendim. Başlık: “Unutma ve Affetme Türk Genci”. “İrfan kalelerimize çöreklenen engereklerin kırk başını birden ezmek millî savaşın baş borcudur, vs.”
Sonra:
“Siz ki anavatandan bile kovulmuşsunuz
Habasetle kaynaşmış, şerle yoğrulmuşsunuz.
İnsanlığın, tarihin lanetlerle andığı
Ufkumuzda tüneyen bir alay baykuşsunuz.”
gibi latifeler. Altına da, bütün isimlerim. Henüz talebeydim. Sövüp saydığım adamlar da, beni en çok seven, en çok koruyan hocalarımdı. Felsefe sınıfında talebeydim. Haftada yirmi saat felsefe okuyorduk. Felsefe hocam da Mesut Fani idi. Güya kabadayılık yapıyor, sömürgeye ve sömürgecilere çatıyordum. İlk derste Mesut Fani beni dışarıya çağırdı. “Biz sana ne yaptık yavrucuğum” dedi. Şöyle bir şey söyledim: “Bana dostluk yaptınız, ama ülkeme düşmansınız”. Bu sıkıcı konuşma şöyle birtakım öğütlerle sona erdi: “çocuksun, demek zekâ da, kabiliyet de hakikatleri görmeğe yetmiyor”. Beni mektepten kovdurabilirlerdi, hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Ama mektep idaresi yazıyı görmüştü. Sıkıcı bir tarassut altındaydım. Perişan, sefil ve hiç de övünülmeyecek bir yıl. Sınıf birincisiydim, imtihanlara on beş gün kala mektepten ayrıldım. Sonra Türkiye’ye gönderilecektim. Halep başkonsolosu İdris Sabih Bey beni Halep’e çağırdı. Tarık’la münasebetimi kesmemi, bu adamın Atatürk’e suikast yapan bir güruha mensup olduğunu, kendisiyle dolaşmakta devam edersem beni koruyamayacağını anlattı. Ben de Tarık hakkında söyledikleriniz külliyen yanlıştır, iyi günlerinde yanında olduğum bir insanı, iftiraya uğradığı zaman bırakamam falan filan diyerek istikbalimi tepeledim. Yoksa Mülkiyeye gönderilecektim. Aynı Tarık Mümtaz, fırtına geçtikten sonra, aleyhimde yazı yazan ilk insan oldu. İkincisi de Kemal Sülker. Yıllar geçti. Tarık’la Ankara’da karşılaştık. “Hatay Albümü” diye bir kitap yayımlamıştı. Kitabın üzerine şöyle yazarak sundu: “Mazinin karanlıkları içinde, ışıklı istikbalini ilk keşfeden sıfatıyla hayatımın en büyük gururunu duyduğum büyük edep ve fikir adamı Cemil Meriç Beyefendi’ye”.
29 Ekim 1980 Salı
KAYNAŞAMADIK SALÂHLARLA
Âveng-i heragil... Fikret’i Salih Zeki tanıttı. O zaman Büyük Doğu’da yazıyordu. “Hatıralar Şehri” yayımlanmıştı. Küstah, yalancı, kendini beğenmiş bir business man. Toprak Mahsulleri Ofisi’nde raportördü. Bir arkadaşıyla Amaç dergisini çıkarıyorlardı. Yazı istedi. Kabul ettim. Galiba beş makalem yayımlandı. Sonra Yirminci Asır diye bir dergi kuruldu.
Elit’te toplanıyorduk. Salâh’ı, Oktay Akbal’ı, Behçet Necatigil’i orada tanıdım. Necatigil, Sedat Simavi’lerden birinin oğlunu okutuyormuş. Yedi Gün, çıkacak dergi ile ilgilendi. Bizimle mülakat yapmak üzere Sait Faik’i yolladı. Bu vesile ile adımızdan söz edilmiş oldu. Bu genç ediplerden hiç hoşlanmadım. Onlar da bana ısınamadılar. Sonra bazıları Nacak Sokak’taki evime geldi. Çoğunu bir daha göremedim. Fikret’le temasım uzun sürdü. Yirminci Asır kapandı, tekrar çıktı. Bu arada aile münasebetlerimiz oldu. Salâh Birsel, Fikret’in yanında sık sık gördüğüm piyonlardandı. Yumuşak, hazımkâr, renksiz kokusuz bir şair taslağı. Bu arada Baraga’nın “Deve Dikenleri”ni çevirmiş, Tercüme Dergisi’nde nefis bir zılgıt yemişti, Fransızcası zayıftı, Türkçesi daha zayıf. Halk Partisi’ne yamanmağa çalışıyordu. Oktay’la birlikte Suut Kemal’e vurgundular. Fikret’in her ikisine de büyük bir teveccühü yoktu ama belli bir okuyucuları olduğunu sanıyordu. Derginin ikinci çıkışında bu cavalacozlar yığınını uzaklaştırmağa çalıştım. Ama Fikret de onlardan ne daha bilgin, ne daha ciddi idi. Kaynaşamadık Salâhlarla. Onlar İstanbul çocuğu idiler. Ben taşradan geliyordum. Hitap ettikleri zümre kendi arkadaşları idi. Ne şiir anlayışımız uyuyordu birbirine, ne nesir anlayışımız. Bu cavalacozlar kafilesiyle istemeyerek karşılaşıyordum. Daha sonra tanıdığım Orhan Veli’den de hiç hoşlanmadım. Hepsinin de ayırıcı vasfı bayağılıktı. Yine de Orhan içlerinde en az sevimsiz olanıydı. Nasrettin Hoca masallarını beğenerek okudum. Fransızca bilse La Fontaine’in fable’lerinde daha başarılı olabilirdi. Zavallı Orhan! Bir yanı ile şairdi, kelimenin büyüsüne inanmıştı. Minnacık bir şair.. Bu cavalacoz alayının nasıl ün kazandığına şaşıp duruyordum. İnsanları daha iyi tanıdım, yaşlandım. Daha sonrakiler bir evvelki nesilden çok daha kabiliyetsiz çıktı. Ama şaşkınlığım yine de sona ermedi. Orhan ölmemiş olsa, belki gelişir, saygıya layık bir kişilik kazanırdı. Necatigil’i hiçbir zaman ciddiye alamam. Oktay hep kendisi kaldı, belki de bütün o cavalacozlar içinde en donuk, en cansız, en korkak muhallebi çocuğu. Fikret akıllı davrandı. Kabiliyeti: göz boyamak, üç kağıtçılık, iş adamlığı. Milyonlara kavuştuktan sonra şairliği boşladı. Gelelim Salâh’a.
Ankara Caddesi’nde gençlerin girip çıktığı bir kitapçı dükkanı vardı. Adı: Arkadaş Kitabevi gibi bir şey. Salâh’ı ilk defa orada görmüştüm. Dükkanın sahibi miydi, sahiplerinden biri mi, hatırlamıyorum. Çok konuşan, ucuz esprilerle ilgi çekmekten hoşlanan, biraz muzip bir İstanbul çocuğu. Sonra Elit’te karşılaştık. Şiirlerini hiç sevmedim. (...) Neden itiraf etmeyeyim, Fikret’e daha çok ilgi duyuşum bir parça da şuh karısındandı. Salime, (...) yemesini içmesini, konuşmasını bilen bir hanımcağızdı. Üstelik cömertliği ile de meşhurdu. Açık saçık konuşur, şakadan anlar, görmüş geçirmiş bir hatun. Bu cavalacoz alayında karısı olan bir Fikret vardı. Salâh da Salime’nin hatırı için mi Fikret’in terbiyesizliklerine katlanıyordu bilemiyorum. Kısaca birkaç defa aynı tramvayda seyahat eden iki insandık Salâhla. Neden sonra, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’sunu, Kahveler’ini okudum. Tatlı tatlı gevezelik, bol bol dedikodu, unutulmuş hatıralar. Aynı günlerde Necipin Babıalisini de gözden geçirdim. Salâh, daha samimi, daha kendisi fakat daha derbederdi. Necip ağzına kadar kin dolu, yalancı bir megaloman. Şüphesiz ki Salâh’la kıyaslanmayacak kadar güzel yazıyordu. Fakat stalaktit, stalagmitler gibi soğuk bir güzellik.
Garip mi, hazin mi bilmem. Üç dört yıl önce bir mason toplantısına çağrılmıştım. Biraderler içlerinden birinin iltifatlarını dinlemekten usanmış beni tanımak istemişlerdi. Üstatlardan biri Salâh’ın hakkımda söylediklerini hatırlatarak böyle bir tanışmanın lüzumuna inandırmıştı arkadaşlarını, yani masonlar âlemine Salâh’ın tavsiyesi ile kabul ediliyordum. Geçen gün aynı evde oturduğum bir albay emeklisi karşı komşuya gelmiş, benimle tanışamadığını fakat büyük saygı - beslediğini söylemiş. Aman diye rica etmiş, “yeğenim çok methetti. Kahveler adlı bir kitabı varmış, lütfetse de okusak”. Karşı komşuyu böyle bir kitabım olmadığına inandırmak için bir araba laf ettim. Salâh’ı en son Dünya’daki yazıları ile tanıdım. Olgunlaşmış, tatlılaşmış, bazı abuk sabuk söyleyişleri bir yana irkilmeden okunabiliyor. Beğendim ve memnun oldum. Eski bir tanıdıkla, belki de namüsait şartlar içinde karşılaşmıştık. Kitabında herkesi iğneleyen Salâh bana imtiyazlı bir yer ayırmıştı. Bu bir kadirşinaslık değil miydi? Evime çağırdım. Karşımda yorgun ve bezgin bir Salâh vardı. Kitaplarımı verdim. Okuyacağını, beni beğendiğini söyledi. “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”ni bırakarak ayrıldı. Bahçe’de uzun zaman dolaşamadım. Amerikan romanı ve Proust nesli ile ilgili yazısı hoşuma gitti. Felsefe Bahçesi iyi ayıklanmamış, ama okuyabilsem hepsini okurdum. Artık vehimlerin mahpesinde ümitlerle sarhoş, hanyadan konyadan habersiz iki toy delikanlı değiliz. Daha iyi tanıyoruz insanları. Hiç olmazsa Salâh’ın daha iyi tanıdığı düşünülebilir. Bu eski aşinaya elimi niçin yeniden uzatmayayım?
../../1980
SON OSMANLI: EKREM HAKKI AYVERDİ
Türk Edebiyatı Derneği’nin bir toplantısındaydık. Tam ayrılıyorduk, Göze, Hakkı’lara gidiyoruz diye bizi arabasına aldı. Galiba Kaplan da yanımızdaydı. Bu ilk toplantının sonu gelecekti. Başkaları da katılacaktı bu toplantılara. Hacıeminoğlu ve Türkçü bir tarih profesörü. Zaman zaman yemekler yenildi ve her zaman konuşuldu.
Konu: Osmanlı medeniyeti idi. Herkes bu büyük medeniyetin kendini hangi alanda en iyi ifade ettiğini anlatmağa çalışıyordu. Ekrem Hakkı, ev sahibi olarak çok terbiyeli bir dinleyici idi. Bir akşam dört ciltlik Mimarî Tarihi’ni hepimize ayrı ayrı hediye etti. İyi bir hatip değildi, ama ne söylediğini iyi bilen ve söylediklerine inanan dürüst bir fikir adamıydı. Ona göre, Osmanlı bütün dehasını mimarlıkta belirtmişti...
Sonra Kubbealtı Cemiyetinde konferanslar verdim. Ve dostluğumuz o gözlerini kapayıncaya kadar sürüp gitti. O ağır, o ciddi ilim adamı, nükteden pek hoşlanan bir Osmanlı aydını idi. Türkçeye aşıktı. Konağı da, Kubbealtı Cemiyeti de dürüst aydınların sığındığı bir limandı.
Bence, îbn-ül Eminle o, ölen bir medeniyetin son büyük temsilcisidir. Onun şahsında son Osmanlıyı kaybettik. Allah rahmet eylesin!
KIRKAMBAR, VERİLECEKLER LİSTESİ{29}
Fevziye Meriç*,Mahmut Ali Meriç’ler*, Ümit Meriç*, Kaplan*, Cinuçen Tanrıkorur*, Cahit Tanyol*, İzzet Tanju Berke*, Vardar*, Ömer Faruk Akın*, Mehmet Çavuşoğlu*, Neşterin Dırvana*, Nermi Uygur*, Şerif Mardin*, Süleyman Demirel*, Bülent Ecevit*, Muzaffer Özak*, Ali Özgüven*, Ahmet Kabaklı*, Hamide Topçuoğlu*, Ekrem Hakkı Ayverdi*, Emre Kongar*, Ergun Göze*, Fuat Andıç*, Kadir Mısıroğlu*, Münevver Ayaşlı*, Mehmet Çınarlı*, Neşe Bilgin*, Ruhi Ayangil*, Çetin Akan*, Recep Doksat*, Talat Sait Halman*, Ajlan Uçak*, İsmet Aydınoğlu*, Salâh Birsel*, Attila İlhan*, Berna Moran*, Yıldız Kenter*, Selçuk Atakan*…
4 Ocak 1981 Pazar / Saat 12.00
İNSAN İLTİFATA SUSUZDUR
Âveng-i heragil...
Kırkambar, bataklığa fırlatılan bir kaya parçası. Kurbağaların bile barınmadığı bu ölü sulardan en küçük bir ses çıkmadı. Subaşı, Küçük Dergi’de, eski günahlarımı sergilemeğe kalkmış. Meşinden söz ederken Yahudi inançlarını ön plana almışız, esasen “Tanrı yıldızlarla oynayan bir çocuk” da küfürmüş, hele Nazım’ı yüceltmeğe kalkışımız apaçık bir ihanet. Bu nazikâne hicviyeyi hayretle okudum. Yazarın, binbeşyüz küsur sayfa tutan yazılarımda bulduğu sapık fikirler aşağı yukarı bundan ibaret. Kırkambar’ı, Özden Ören de okumuş. Kitap, genç üstadı bir hayli tedirgin etmiş. Affedilmez cinayetimiz, yirmi birinci yüzyılda roman ölecektir dememizmiş. Nerede demişiz, niçin demişiz, meçhul. Demişiz işte! Muhsin Demirel’e şikayet etmiş beni. Kamçatka’daki sineklerin cinsel yaşamını bile merak eden Çetin Altan, yolladığım kitaba bakmamış bile. Bütün ahibba hamuş! Kabaklı tek satır yazmadı. Kaplan, düşüncelerini sergilemek için ebediyete göçmemi bekliyor. Yeni Sözcü Dergisi’nde Kırkambar, haftanın kitapları arasında beşinci sırayı almış. Ne diyelim? Allah razı olsun!
Bir zamanlar Türkiye’de bir edebiyat cumhuriyeti vardı. Medeniyet demek, mertebeler dizisi demek. İnsanlar birbirini severlerdi. Nazif için, Abdülhak Hamit, Türk şiirinin, Türk düşüncesinin, bir kelime ile soyumuzun yetiştirdiği en büyük insandı. 1927’lerde Nazifperestler de az değildi. Cenap’tan Tarık Mümtaz’a, Fazıl Ahmet’ten Ahmet Haşim’e kadar bir sürü yazar Batarya ile Ateş müellifine hayrandılar. Çünkü edebiyat diye bir değere inanıyorlardı. Üstat üstattı, çırak da çırak. Ne siyasî kanaatler ayırıyordu insanları, ne ahlaki zaaflar. Dinî inançlar konusunda da bu kadar inhisarcı, bu denli yobaz değildik. Evet, yazarın sorumluluğu diye bir mefhum yoktu, dün başka türlü konuşurdunuz, bugün başka türlü. Ama herkesi birleştiren sevgiler, değer hükümleri, her ayrılığı hoş gösterir, güzel yazılmış bir cümle bir çok kusurları bağışlatırdı.
Nesir öldü. Dille beraber edebiyat da boku yedi. Hepimiz birer ideolojiye kapılandık. Ne İskender kaldı, ne İskender’in generalleri. Haşim’in dediği gibi, kelimeler dünyası son serdarlarını çoktan kaybetti. Necip Fazıl, “sultan-üs şuara”mız, Burhan Felek, “şeyh-ül muharririn”.
Yeni Devir gazetesinin bir lisede edebiyat dersleri okutan genç bir yazarı benimle konuşmağa geldi. Sözde kitaplarımı okumuş. Karşımda Abdülhamit devrinin bir polis memuru vardı sanki. Neden Sezai Karakoç’u övmüyor muşum? İran ihtilali hakkında neler düşünürmüşüm? Ali Şeriati hakkındaki yazımda Sait Nursi’nin celadetinden söz etmişim de, fikirlerini anlatmamışım. Kitaplarımda hep batılı yazarlar sergileniyormuş, İslam’ın büyük mütefekkirlerine niçin yer vermiyor muşum?..
Nurcular çok daha anlayışlı. Hepsi de büyük bir insana gönül vermiş. Ufukları dar, kafaları basık, ama büyük bir meziyetleri var: hayranlık. Putlarına saygısızlık etmediğiniz ölçüde sizi dinliyorlar. Mehmet Paksu, Nazif’den sonra tek nâsir sizsiniz, diyebiliyor. Şahiner, istemeye istemeye de olsa, karşıma oturup söylediklerimi Yeni Nesil okuyucularına aktarmak çabasında. İşte içinde yaşadığım iklim. Salâh Birsel bir daha görünmedi. Kemal Sülker için ilgilenilecek tek konu: Nazım. Bu cehalet dünyasında kiminle el ele vereceğiz? Hangi cehalet? Cehalet, asildir, cihanşümul olmak gibi bir imtiyazı da var. Bu cesetlerin göğsünde bir kalp çarpmıyor.
Yeni Devir’de yazmak haysiyet kırıcı. Amenna, fakat şu veya bu sebepten beni tanıyan, saygı gösteren ve ısrarla makale talebinde bulunan bir yazı işleri müdürü var. İnsan, iltifata susuzdur.
25 Ocak 1981 / Saat 12.00
SÜLEYMAN NAZÎF
Nazif, yazı hayatımın ilk mukaddes isimlerinden biri. Çocuktum. Benim için edebiyat, şiir demekti. Nabi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e aşıktım. Müpheme, kavranılamayana karşı duyulan garip bir sevgi. Daha doğrusu hayranlık. Hececileri okurken çok daha rahattım. Onlar, daha sığ, daha kolay, daha senli benliydiler. Nesre gelince.. Cezmi’nin dalgalı üslubu büyülemişti beni. “Türk Teceddüd Edebiyatı Tarih” ile sarhoş olmuştum. Ama benim için nesir sanatının gerçek temsilcisi Refik Halit’ti. Halep’te yayımlanan Doğru Yol ve Vahdet gazetelerini günü gününe okuyordum. Refik Halit, hecenin en usta şairleri kadar ahenkli yazıyordu: tazeydi, samimiydi ve mükemmeldi. Nesrin de, edebiyatın gür ve ihtişamlı bir kolu olduğunu Refik Halit’ten öğrendim.
1930’larda Tarık Mümtaz’ı tanıdım. Refik Halit, kaynaktan fışkıran bir su gibi berraktı. Tarık Mümtaz, seller gibi bulanık ve köpüklü. Biri sanattı, öteki tasannu*. Refik Halit, konuşuyordu. Tarık’ın sesi zaman zaman feryada benziyordu. Çocuk, aşırıya mecluptur*. Evet, Refik Halit’i çok beğeniyordum. Ama onun gibi yazmak, bayağılığa düşmeden tabiî olmak, o yaştaki bir insan için erişilmesi güç bir hayaldi. Tarık’ın edebiyat dünyasında tek mukaddesi vardı: Süleyman Nazif. Adını anarken cezbeye tutulurdu hep. Tarık, tanımadığım Nazif’in bir havarisiydi. Türk nesrinin o büyük serdarını, şakirdine bakarak şekillendirmeğe çalıştım. Kitaplarından önce, efsanesiyle karşı karşıyaydım. Tarık, Nazif’in avam için yapılmış bir baskısıydı. Daha sığ, daha tek boyutlu. Bir nevi cep baskısı.
Divan nazmından sonra, Tarık Mümtaz menşurundan süzülen özentili, coşkun bir Nazif. Sonra Chateaubriand ve Hugo. Diyebilirim ki üslubuma istikamet veren ilk hocalar bu dört beş isim..
Zavallı Nazif! Tek mümini kalmayan bir dinin son peygamberi. Türk nesrine haysiyet ve asalet kazandırmak için ruhunun bütün melekelerini seferber eden o gümrah kalemden zamanımızın cavalacoz* zekâlarına kalan tek miras üç beş nükteden ibaret. Nazif’i anlatmak., kime ve niçin? Ağabeyinin mezar taşını Nazifâne bir tuğra ile damgalayan Faik Ali,
“Şimşek mürekkep olmalıdır, yıldırım kalem
Tahrir için kitabe-i seng-i mezarını”
diye inlemişti. O yanardağ 5 Ocak 1927’de intifalarına son vermiş. O coşkun umman elli dört yıldır ölü bir deniz. 5 Ocak 1927’den beri Türk nesri en büyük, en uğultulu sesini kaybetmiş bulunuyor. Türk nesrinin üç büyük eknumu, Türkçenin Türkçe olmaktan çıktığı bedbaht bir dünyadan tam zamanında ayrıldılar. Cenap 1934’te, Haşim 1933’te fani hayatlarını noktaladılar. Hurdahaş olan orkestrayı tek çalgıcı temsil ediyor: Necip Fazıl.
Nazif için bir türbe inşa etmek.. Dilini kaybeden bir neslin böyle bir mazhariyete hakkı yok. O büyük ölüye ağlamak bile bize yasak bir imtiyaz. Haşim’i hatırlıyorum. 1928’lerde şöyle yazıyordu: “Süleyman Nazif’in mezarı hâlâ yapılmamış., bu büyük Türk edibinin mezarını bundan sonra da yapmasak pekala olur. Bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerden bir köşk yapmağa kalkışmaktan ne çıkar? Sadaka ile dikeceğimiz iki taş, o tunç lisanın, kendi sahibine yaptığı tannan* mezardan daha güzel ve daha sağlam mı olacak?”
1 Şubat 1981 Pazar / Saat 12.30
ABELARD’A EĞİLMEK{30}
Abelard’ı düşünüyorum. On ikinci yüzyılın karanlıkları içinde hakikati aramağa çalışan coşkun bir keşiş. Zaman zaman meçhulün perdesini aralayabilen o büyük reybî, bazı fertleri korkarak konuşan, bazı fertleri tarihin kumlarında en küçük bir iz bırakmadan göçüp giden kalabalık bir kafilenin meşale taşıyıcılarından biri. Fulbert’in hışmına uğrayıp canavarca iğdiş edilmese adından bile habersiz olacaktık. Yanılmıyorsam o bedbaht papazın adını ilk defa Ahmet Midhat’ta görmüştüm. Talebesiyle aşkları Avrupa edebiyatında geniş yankılar uyandırmış, Rousseau, çağını fetheden biricik aşk romanını “Yeni Heloiz” başlığı ile sunmuş. Zavallı Abelard! Hafızalardaki tahtını yazılarına değil, felaketlerine borçlu.
Ortaçağı baştan başa uğraştıran “Les universaux” davası kaç kişiyi ilgilendirir? Nominalizm ve realizm tartışmaları insan kaderi için gerçekten mi önemliydi? Türk insanı, hatta umumiyetle insan, Teslis’in sırları üzerinde kafa yoracak kadar huzur içinde midir? Volf’un Ortaçağ Felsefesi başlıklı kitabından Abelard’ı okuttum. On iki büyük sahife. En az iki sayfası eserlerinden iktibaslarla örülmüş. İktibasların hepsi Latince. Aristo’dan gelen “üniverseller” davası İslam Ortaçağ’ı için de bu kadar önemli miydi bilmiyorum. “Heloise’le Abelard’ın Mektupları” 1837’de basılmış, yüzlerce sahife tutan önsöz. Mösyö ve Madam Guizot’nun. Nefis, renkli bir safha-i tarih. Petekle dolu bir kovan, tecessüsüm bir kaç parmak balla tıkanıyor. Britannica’ya bakıyorum., iki buçuk sütun. Kesif ve doyurucu. UNESCO’nun “İnsanlık Tarihi“nde birkaç paragraf. Frank’ın “Felsefe Kamus”unda 12 sahife. Müelliflerin kimine göre, Ortaçağ’ın en büyük filozofu, kimine göre orta çapta bir müderris. Bir kaç meslis-i ruhani tarafından aforoz edilmiş. Eserlerine gösterilen alaka: ihrak-ı binnar. Bir Voltaire varken Abelard’a eğilmek reva mı? Varak-ı mihr ü vefa’ya eğilmeyen bir toplulukta, varak-ı Abelard ve Heloise hangi tecessüsü gıcıklayabilir? Dokuz yüzyıl arafta bekleyen o ölümsüz hadım, beyni ve gönlü hadım edilmiş bir topluluk için bir istifham işareti bile değildir.
7 Şubat 1981 Pazar / Saat 14.00
MAZBUT BİR İSLAM TARİHİ
Abdullah Cevdet hakkında bir doktora tezi.. Dağ gibi kitabiyat, çeşitli arşivler, bitmez tükenmez polis raporları. Tezi sunan, eski harfleri sökemeyecek kadar hazırlıksız. Cevdet’i ne pahasına olursa olsun maddeci ve İslamiyet düşmanı göstermek istemiş. İkinci Meşrutiyet’ten kalma bir peşin hüküm.{31} O devrin Müslümanları Dozy’yi çevirmesini affedememişlerdi üstadın. Bu serseri ve sarahat* tecessüs bir çoklarının rahatını kaçırmıştı. Cevdet yobazlığa düşman, irfana aşık bir şairdi. Dozy’yi tercüme ederken Müslüman aydınlarının, müsteşrikin hatalarını düzeltmesini istiyordu. Nitekim Şehbenderzade Hilmi Bey beklenen cevabı büyük bir vukuf ve ciddiyetle vermeğe çalışacaktı: “Tarih-i İslam” (1326-1327). Bir zamanlar Namık Kemal de Hammer’in hatalarını düzeltmek için “Osmanlı Tarihi”ni kaleme almıştı.’ “Renan Müdafaanamesi” ise, o bülent zekânın hamiyyetini ebediyete kadar ispat edecek bir vesikadır. Midhat Efendi, Draper’e kızarak “Niza’ı ilim ve Din”de Amerikalı ilim adamına oldukça sert bir ders vermeğe kalkışmıştı. Bugünkü nesil Avrupa’nın aforoz müessesesini kiliseden çok daha insafsızlıkla kendi büyüklerine uyguluyor. “Draper Reddiyesi”ni çeyrek asırdır her kitapçı dostuma tavsiye etmişimdir, kimse merak edip yeni harflere çevirtmedi.
İkinci Meşrutiyet’in fikir münakaşalarını üzülerek hatırlıyorum. Midhat Efendi romancı olarak üzerinde çok konuşulmuş bir yazar. Oysa Şehbenderzade Ahmet Hilmi, neslimizin büsbütün meçhulü. “A’mak-ı Hayal” felsefî bir roman. Lehimci Bünyan’ın “Hacının Yolculuğu”su İngiltere’de Kitab-ı Mukaddes’ten sonra en çok okunan kitapmış. “A’mâk-ı Hayat’ı karıştıran kaç Türk aydını var? Hilmi bey romanlar da yazmış. Üç perdelik bir sahne eseri de var. O da bir çok çağdaşları gibi istibdata düşman. Bu yüzden Fizan’a sürülmüş. Çeşitli dergiler ve gazeteler çıkarmış. Dar-ül Fünun’da felsefe okutmuş. Tasavvufla ilgili risaleler yazmış, Baha Tevfik’e, Celal Nuri’ye yüklenmiş. Bir kelime ile o dönemin düşünce hayatına renk verenlerden biri. Sait Nursi kalabalık bir cemaatın çok sevdiği, çok okuduğu bir kılavuz, İzmirli İsmail Hakkı’yı, Şehbenderzade’yi, hatta Rıza Tevfik’i tanımadan, Bediüzzaman’ı değerlendirebilir miyiz? Hepsi de aynı kavganın içindeydiler. Ve birbirlerini okuyorlardı.
Bugün sular durulmuş ve insanlar kendi meselelerine daha soğukkanlı olarak eğilmek imkânını kazanmışlardır. Elimizde hâlâ mazbut bir İslam Tarihi yok. Kendi dünyamızın yetiştirdiği değerlere tam manası ile kayıtsızız. Bir Şehbenderzade, Seyyit Kutuplardan daha mı kifayetsiz? Hep dışardan reçete dileniyoruz. Yayınevlerinin adı kitapların okunup okunmamasında başlıca âmil. Şehbenderzade’nin “İslam Tarihi” 1974’de basılmış. Hem de çok zengin, çok vâkıfane şerhlerle zenginleştirilerek. Ziya Nur beyin kalemine borçlu olduğumuz mütalaalar, çağdaş bir fazıl’ın kolay kolay bulunamayacak aydınlatmaları. Batıdan da, komşu ülkelerin fikir adamlarından da faydalanmak hem borcumuz, hem de vazifemiz. Ama önce kendi insanlarımızı tanımakla mükellefiz. Cürci Zeydan’ın “Medeniyet-i İslamiye Tarihi” bütün eksikliklerine rağmen, hâlâ bereketli bir kaynak. Fuat Köprülü’nün Barthold tercümesi, konu ile uğraşanlar için emsalsiz bir çalışma. Ne var ki gerek Şehbenderzade’nin Dozy’yi düzeltmek için kaleme aldığı İslam Tarihi, gerekse Ziya Nur’un dikkatli ve titiz şerhleri bizim için çok daha lüzumlu ve faydalı. Şehbenderzade hem Arapça, hem Farsça, hem de Fransızca biliyor. Hayatı tetebbu* ile geçmiş. Ziya Nur ise, dürüst ve çalışkan bir İslam mütefekkiri. Suçları Türk olmak mı? Düşünce susuzluğu içinde kıvranan günümüz gençleri kendi dünyalarının bağrından yükselen bu dost sesleri ibret ve dikkatle dinleseler hem ufukları genişler, hem de bir kadirşinaslık borcunu ödemiş olurlar.
15 Şubat 1981 Pazar / Saat 10.00
RIZA TEVFİK VE ATEİZM
“Şu taş cebinime benzer ki aynı makberdir, Dışı sükun ile mâlî, derunu mahşerdir”.
Bütün cebinler birer mezar taşı. Sâkit ve sâmit. İçleri ise, ancak zaman zaman mahşer. Mahşer ne demek? Alınlarımız çok kere sefil ve manasız bir komediyi gizleyen et ve kemikten bir perde. Kelimeler içimizdeki haileyi sadakatle aksettiriyor mu? Ses ne kadar kendi sesimiz? Kelimeler de, ruhî sefaletimizi yabancı gözlerden saklamak için uydurduğumuz kesif bir sis tabakası değil mi? Şuurun şahadetine bile tahammülümüz yok. Soyunamıyoruz. Bazen lafızların, bazen sükutun arkasına gizlenmek, olduğumuz gibi görünmekten çok daha tehlikesiz. Kaldı ki ne olduğumuz belli mi? Şu taş cebinime benzer. Evet, ikisi de manasız!
Rıza Tevfik “ateizm” maddesini çok güzel işlemiş. Çevresinin hain bühtanları canına tak demiş üstadın. Madde, münevver haysiyetinin, düşünce haklarının sağlam bir müdafaanamesi. Makaleyi ilk defa kırk küsur yıl önce okumuş ve hiçbir şey anlamamıştım. Ravendi ile Ebul Ala’nın isyan dolu mısraları dikkatimi çekmişti. Sonra iki kere daha okudum, yine anlamadım. Çünkü anlamak için değil, kusur bulmak için okuyordum, kusur bulmak ve kullandığı malzemeyi kendime mâletmek için. Son okuyuşta o parlak lafız yığınının altında nasıl bir ıstırabın gizlendiğini fark eder gibi oldum. Heyhat! Neslimiz böyle bir ıstıraba bile yabancı. Cumhuriyet öncesi aydınları, bizi yalnız erişemeyeceğimiz bilgi irtifaları ile değil, hassasiyetleri, isyanları, tereddütleri, şüpheleri, imanları ile de eziyorlar. Utanarak düşünüyorum: Rıza Tevfik o makaleyi yazarken yaşça benden çok daha küçüktü. Güdük olan, tecessüsüm mü? Sanmıyorum. Derbeder, zevkperest, şımarık bir münevverdi Rıza. Faikiyetinin sırrı ne? İrsiyet mi? Yetişme tarzı mı? Muhit mi? İrsiyet her şeyi halleder gibi görünen fakat hiçbir şeyi halledemeyen bir meçhul. Yetişme tarzı, şüphesiz mühim bir faktör. Yıkılış dönemindeki imparatorluğun bir ekalliyet mektebinde okumuş. Sonra Tıbbiye. Elbette ki bunlar birer imtiyaz. Yabancı dil öğrenmiş ve etrafındaki mevaşiden* ayrılmış. Ama bunlar da kişiyi aydınlatmaktan uzak. Yine ister istemez muammanın hallini muhitte arayacağız. Önce bu mütevazi makalenin kaynaklarına bir göz atalım. 1- Völtaire’in Felsefe Kamus’u 2- Franck’ın Felsefe Kamus’u 3- Grande Encyclopedic 4- Draper’in “Avrupa’nın Fikrî Tekamül Tarihi” ve bir sürü Kelam kitabı. Adam konuya girerken, zındık kelimesinin muhtemel menşei üzerinde oldukça akla yakın bir faraziye sunuyor. Zen, Zend Avesta, İran’ın Araplar tarafından fethi, mezdekçilik, ateşperestlere zendî denilmesi, sonra zendînin zındık’a inkılabı. Ateizmin tarifi de çok dikkate şayan. Ateizm, Allah’a inanmamak değil, avamın inançlarını paylaşmamaktır. Sonra medeniyet tarihinden sayısız deliller. Protogoras, Sokrat, Aristo, müteakiben Roma tarihi, Ortaçağ, Rönesans, Galile, Bruno, Vanini, modern Avrupa, Spinoza, Spencer, Stuart Mill, nihayet İslam dünyası. Üstada göre, İslam tesamuh* dinidir. Ancak siyasî emeller işe karışınca din, bir çok cinayetlerin vesilesi olmuş, saiki değil. Kendi başlarına düşünen, iktidardakilerin menfaatleri için tehlike teşkil etmeyen kimseler rahat bırakılmış. İbn Arabi karşısındaki tepki, İbn Rüşd ve İbn Sina’yı hedef alan ilhad* ithamları bir bir cevaplandırılmış. Netice: ateizm dinler tarihinden çok medeniyet tarihlerinin konusudur. Nefis, doyurucu, aklı başında bir münevverin düşüncelerini aksettiren bir araştırma. Yazar, Batı’nın hiçbir iddiasına körü körüne teslim olmuyor. Çeşitli vesikalar arasında hep kendisi kalabilmiş. Dil de mazbut ve aydınlık.
“Ateizm” maddesini Britannica’dan okudum. Kısa, muciz bir ansiklopedi maddesi. Fakat yaşamıyor. Çünkü ateizm bugünün Avrupası için aktüel bir mesele değil. Yazar sadece kelimenin çeşitli anlamlarını söyleyip geçmiş. Empersonel bir yazı. Grand Larousse da aynı derecede renksiz ve kokusuz. Rıza Tevfik’den sonra bir ateizm maddesi nasıl yazılabilir? Aynı kaynakları yeniden tarayarak, bugünün ebleh okuyucusuna çok daha sulandırılmış ve daha az ilmî bir takım klişeler sunarak.
Saat 10.40
ANSİKLOPEDİ BİR KAVGA SİLAHI
“Büyük İslam Ansiklopedisi”.. Ne İslam’dan haberiniz var, ne ansiklopediden. Cengiz, Sarıklı İhtilalci ile Cemalettin Efgani ansiklopedi yazısı olamaz diyor. Hem haklı, hem haksız. Haklı çünkü klasik ansiklopediler, mesela bir Britannica veya Grande Encyclopedie bu gibi yazılara kapalıdır. İslam Ansiklopedisi’nde de, ahengi, daha doğrusu ahenksizliği bozacak benim yazılarım. Efendim, Cemalettin hakkındaki son bir iki kitabı görmemişim! işte ilmü irfan sahibi, muvazeneli bir arkadaşın insafsız davranışı. Oysa bir Völtaire’in, bir Diderot’nun, bir Rousseau’nun Fransız Ansiklopedisi’ne yazdığı bentler benimkilerden çok mu farklı? Asıl mesele şu: Cengiz’le ansiklopedi mefhumu üzerinde anlaşamıyoruz. Ansiklopedi, içtimaî bir sınıfın veya bir dünya görüşünün veya belli bir medeniyet camiasının az çok orijinal, az çok objektif düşünce ve ihtisaslarını mı sergiler, ölü klişeleri, çiğnenmiş bilgileri mi tekrarlar? Yani bir ölü malumat hazinesi midir, yoksa hiç bir zaman bitmeyen ve bitmeyecek olan bir istifhamlar mecmuası mı? Benim ansiklopedi anlayışım, Bayle’in, Diderot’nun, Voltaire’in, Sosyal İlimler Ansiklopedisi’nin, Lucien Febvre’in anlayışına yakın. Bence ansiklopedi, düşündüren, bağırıp çağıran bir kavga silahı. Biz bunu yapamayız. Arkamızda ne yükselen bir içtimaî sınıf var, ne kendini müdafaa edecek bir medeniyet.
Rıza Tevfik, Maarif Nezareti’nin bir davetine uyarak sadece felsefe ıstılahlarını “talebe efendilerin” anlayacağı bir dille tespit etmeğe çalışmıştı. Daha önce hiçbir davası, hiçbir meselesi olmayan Emrullah Efendi, bir “Muhit ül Maarifi kaleme almağa kalkmış, A harfini bitiremeden sermayeyi tüketmişti. Belki İkinci Meşrutiyet zamanında böyle bir rösansman yapmak Osmanlı irfanının ulaştığı irfan seviyesini tespit etmek kabildi. Bu irfanın iyi kötü temsilcileri yaşıyordu henüz. Rıza Tevfik’ler, Abdullah Cevdet’ler, Celal Nuri’ler, Naim Efendiler, İbn- ül Emin Mahmut Kemal’ler, Mehmet Ali Ayniler, Salih Zekiler, hiç değilse nazarî olarak böyle bir abide kurabilirlerdi. Geniş tecessüsü ve sonsuz çalışma kabiliyeti ile Ahmet Midhat, bu azametli abidenin mimarlarından biri olabilirdi. Heyhat! Cumhuriyet intelijensiyasının topu birden, ancak kalifiye olmayan birer işçi gibi çalışabilirdik o üstatların yanında.
Saat 12.00
KİŞİLİĞİ OLAN BİR MÜTEFEKKİR
Celal Nuri’den ilk okuduğum kitap: “Taç Giyen Millet”. Bunu “Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye” ve “Türk inkılabı” takip eder. Geniş ihatalı ve yerini bulamamış bir Türk aydını. Türk dili üzerine yazıları, dil anlayışımı belli bir istikamete sevkeden kitaplardan biri. Edebiyat-ı Umumiye dergisini tesadüfen gördüm. Çoktandır benzerine rastlamadığımız ve rastlayamayacağımız bir mecmua. Celal Nuri, “L’homme absürde est celui qui ne change jamais” mısraının mutlak hakikatına inanmış adamdı. Bu yüzden menfa arkadaşı Süleyman Nazif’le anlaşamadılar. Nazif, onun hakkında ileri geri lakırdılar etti, Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye’yi bir mecelle-i hakayık diye göklere çıkarırken, Malta menfisini rüzgâr gülüne benzetti. Oysa rüzgâr gülünün daniskası kendisiydi. Celal Nuri, Nazif den daha mazbut, imkânları daha bol bir araştırıcı idi sadece. Göklere çıkardığı inkılap, hiçbir zaman benimseyemedi ve “Taç Giyen Millet” yazarını, Gelibolu milletvekili gazetesinin yazıhanesinde alçakça dövdürüldü, tabanca kabzası ile kafası yardırıldı. Ve Cumhuriyet nesli hiçbir zaman ciddiye almadı kendi ideologlarından birini. Çünkü rastgele bir dalkavuk değil kişiliği olan bir mütefekkir idi. İstiyordu ki hiç değilse belli konularda tecrübesinden, bilgisinden faydalanılsın. Celal Nuri’nin çürük yanlarından biri de üslubundaki derbederliktir. Bu bakımdan Ahmet Midhat’a benzer. Daha çok okumuş, daha iyi yetişmiş bir Ahmet Midhat. Bir parça Ali Kemal, bir parça Abdullah Cevdet. Yaşadığı çağın Avrupa’sını çağdaşlarının hepsinden daha iyi tanıyordu. Bununla beraber kendini hiçbir cereyana kaptırmamış, ister istemez eklektik kalmıştı. Metin bir aklı selim, şaşırtıcı bir millî şuur ve münevverin mesuliyetini idrak etmiş bir insanın medenî cesareti. Ne kadar gariptir! Cumhuriyet rejimi kendine en yakın fikir adamlarını hiçbir zaman bağrına basmamış, onlara karşı hep şüpheci bir gözle bakmıştır. Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif, Celal Nuri... bütün nümayişlerine rağmen sadık bir müttefik sayılmamışlardır. Rejim kendine yeni müdafiler aramış ve bulmuştur da. Balmumu gibi istediği kalıba dökebileceği müdafiler. Bir Yusuf Akçora, bir Ağaoğlu baş tacı edilmiş, halifeye kasideler yazan bir Samih Rifat Türk dilinin müdafaasına memur edilmişti. Rejim kendi evlatlarına güvenememiştir. Dışardan gelenler veya sonradan katılanlar, kırk yıllık dava arkadaşlarını unutturmuştur. Celal Nuri’ler halkın anlamayacağı kadar girift ve kendi kendilerini boyuna düzeltmek ihtiyacı duyan birer yazardılar. Abdullah Cevdet ihtiyatsız birkaç slogan söylediği için kalabalığın gazabına terkedildi. Hayvanlar vebaya yakalanmıştı, içlerinden birkaçı feda edilmeliydi. Feda edilenler, avamın en az hoşlandığı, yani en kaliteli fertler oldu. Kalabalığı demokrasiye ısındırmak için, demokrasinin en candan savunucuları kafirlikle itham edildi. Halk Avrupalılaşmaktan hoşlanmıyordu. Avrupalılaşmayı siyasetlerinin başlıca hedefi yapanlar, günahlarını yükleyecek birkaç teke buldular ve onları çekinmeden kurban ettiler. Dava yeni isimlerle yürütüldü. Ve mesele böylece halledilmiş oldu.
“Edebiyat-ı Umumiye” dergisine geçelim.. Baş makalaleri çok defa Celal Nuri, arada bir İsmail Hami yazıyordu. Her telden çalan bir dergi. Süleyman Nazif, İran edebiyatının edebiyatımız üzerindeki tesiri gibi oldukça geniş soluklu incelemeler yayımlıyordu. Türk edebiyatına dair, adını hatırlayamadığım bir zat daha, sonra İsmail Habip’in aşağı yukarı aynen yayımlayacağı makaleler yazıyordu. Şiirler, Servet-i Fünun’un son devamcıları diyebileceğimiz kimselerindi.’ Mesela M. Rüşdü. Celal Nuri, Taine’in “ırk, an, muhit” nazariyesini uzun uzadıya anlatıyor, Giritli Saki bey Montesquieu’yi (“Romalıların Esbab-ı Teali ve İnhitatı”nı) Türkçeye kazandırıyordu. Tarihte Ermenilerle ilgili oldukça ciddi bir tefrika, çiçekler ve çiçekçilikle ilgili uzun bir inceleme aklımda kalan yazılar arasındadır. Derginin, daha doğrusu Celal Nuri’nin en çok beğendiği bir yazar da: Gustave Le Bon’du. Öyle sanıyorum ki dergi, büyük bir okuyucu kitlesine seslenemedi, seslenemezdi de. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra neşriyatını tatil zorunda kaldı.
22 Şubat 1981 Pazar
DÜŞÜNENLERİN YALNIZLIĞI
Perşembe günü Salâh Birsel geldi. “Boğaziçi’nin ikinci cildini hazırlıyormuş. Bu sürekli çalışma daha önce ziyaretime gelmesine engel olmuş. Sonra kitaptan birkaç parça okudu. Müşahadeleri rivayetlerle besleyen bir nevi hatıra kitabı. Bir iki satır da benden bahsetmiş. “Nacak Sokak”taki evi anlatmak için bir vesile. Şimdi Cemil Meriç’e klasikleri çevirteceğiz bu evde diye başlıyor. Kendi de bu eve 1953’te uğramışmış. Yanıp sönen bir kibrit alevinde açılan perde Hernani’den bir beyitle kapanıyor. Silik ve cansız. Yani bir rüyanın enkazı. Okunanları Ümit de dinledi. Bahçedeki çiçekler ve kuşlar hakkında bilgi verdi. Çocukken çam yapraklarını yerlermiş, Hernani’yi temsile kalkarlarmış, vs. Salâh, kemal-i merakla dinledi, not aldı. Çok mühim dedi. Ve kalkıp gitti. Oysa Salâh, “Nacak Sokak”a üç dört defa gelmişti. Salih Zeki’nin de bulunduğu bir akşam, “Bu Kitap Şu Tecellîden Doğdu” şiirini okumuştum.
Hep birden azarladılardı beni. İstemeyerek günah işleyen bir insanın hicabı içinde, saklamıştım müsveddeleri.
Çetin Altan’a “Mağaradakiler”i yolladım. Cevap: mevtaî* bir sükut. Oysa daha önce “Hint Edebiyatı” ile “Saint-Simon”u takdim etmiş bulunuyordum. Bir ay önce de “Kırk Ambar” ellerini öpmüştü. Çetin, uyanık bir tecessüs. Eli kalem tutan üç beş bahtiyardan biri. Türkiye’de aydınların mutlak ve insafsız bir yalnızlığa itildiğinden şikayetçi. Yıllarca evvel Attila İlhan’ı da birlikte düşünmeğe çağırmıştım. Bu davete bir mektupla cevap verdi. Dostça bir mektup. Sonra diyalog kesildi. Düşünenlerin yalnızlığı ilahî bir kader mi? Galiba öyle. Cevdet Paşa,
“Huban-ı bivefa gibi dehr-i desisebaz.
Naz ehline niyaz eder, ehl-i niyaza naz”
demişti. Geçelim..
“Abes” maddesini çiziştirdim. “Akıl”, tehditkâr ve abus*. Neresinden yakalayacağımı bilemiyorum. Şark, hiçbir zaman ciddiye almamış aklı. Kelime Arapçada köstek demekmiş. Bu ilk mana bütün semantik gelişmeyi damgalamış: develerin ayağına vurulan köstek. Sonra “yeni-Eflatuncu” felsefenin nos’u ile Aristo sarihlerinin “logos”u işe karışmış. Kadim felsefe birbirine yakın olan bu iki mefhumu akılla karşılamış. Arkasından “ratio” zuhur etmiş, ona da akıl denmiş. Galiba karışıklığın sebebi “intellecf’in d,e “ratio”nun da aynı kelime ile tercümelerinden geliyor. İslam Ansiklopedisi’nin Akıl maddesi bir müphemiyet şaheseri. Ansiklopedinin yeni baskısı da karanlıkları koyulaştırıyor. Kuran’da daha çok müştakları kullanılıyor aklın. Hadislerde de pek az geçiyor kelime. İbn Haldun’u taradım. Marifetname’ye başvurdum. Envar-ül Kulüb’le Elmalı’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirine baktım... boşuna.. Sanıyorum ki Batı kaynaklarını sıraladıktan sonra Doğu’ya geçmek daha münasip olacak. Kaldı ki neyi aradığımı da bilmiyorum. İslam, akla pek az güvenmiş. Kuran’da “Efide” geçer. Efide, kalbin cem’i. Düşünen, idrak eden meleke, daha çok, kalptir. Şarka ait kaynaklar çok kifayetsiz.
1 Mart 1981 Pazar
FELSEFEYİ KONU ALAN KAMUSLAR
Rıza Tevfik, Namık Çankı, Hançerlioğlu... düşünce tarihimizden üç kesit. Carra de Vaux, Rıza Tevfik’e ayırdığı bölümde, üstadı paşalığa tayin etmiş. Hürmetin telkin ettiği bir zühul olacak. Filhakika Rıza Tevfik, Osmanlı hayat-ı irfanının kerli ferli paşasıydı. Tecessüsü, çocukça hevesleri, çağdaşlarına meydan okuyuşu ile çöken bir düzenin sırmaları sökülmüş bir nevi Ahmet Refik Efendisi. Edebiyat tarihi ile uğraşanlar isminin başındaki “feylesof’ sıfatını sonuna kadar yadırgadılar. Osmanlı münevverleri içinde bu makama talip olan hiç kimse zuhur etmemişti. Rıza Tevfik, kelimenin Yunandaki manasıyla bir filozoftu. Kimsenin dolaşmayı akıl etmediği, hatta varlığından bile haberdar olmadığı, metruk mabetlerde tek başına dolaşan bir nevi büyücü. Kimsenin bilmediği kaynaklara eğiliyordu. Dudaklarında meçhul isimler. Koltuğunda kalın ciltlerle dolaşan bu garip insan, yolunu şaşırmış bir yolcuya benziyordu. Sonra cesaretini bağışlatmak için halkın arasına bağdaş kurup kendi dilimizden bir türkü tutturuyordu. Lilliputlar ülkesindeki bu Güliver, gerçek hüviyetini saklamak için her kılığa giriyordu, meddah, politikacı, saz şairi, pehlivan. Okuyucusu olmayan bir Rabelais. Abdülhak Hamit hakkındaki “Mülahazat-ı Felsefiye”sinde Hamit’ten çok kendisi var, yani kitap, daha çok, bir otobiyografi. “Felsefe Kamusu”, İkinci Meşrutiyet Osmanlı aydınlarının tecessüs hudutlarını ifşa eden bir harita. Zavallı Rıza! Ne klasik bir lise tahsili görmüş., ne düşüncenin çorak ve tehlikeli yollarını emin bir kılavuzun ihtarları ile aşmak bahtiyarlığına nail olmuştu. Tek rehberi vardı: ferdî ve serseri bir tecessüs. Ama bu açlık onu birçok zirvelere sürükledi, Doğu’nun ve Batı’nın birçok zirvelerine. Bu çetin yolculuğu ciddi fetihlerle sona erdirmesine imkân yoktu. Masonlukta üstad-ı azam, bektaşilikte postnişin kutup, felsefede şakirdi olmayan amatör bir hoca. Marifet iltifata tâbidir. Bu Arlequin libası içindeki hakim müsveddesini ne çağdaşları görebildi, ne daha sonrakiler. Edebiyat tarihimizi şuara tezkeresi olmaktan çıkarıp bir kültür, bir düşünce tarihi yapmağa çalışan Tanpınar da kabiliyetli bir şair olarak etiketlenmedi mi? İkisi de Augias’ın ahırında efsane söyleyip uykuya daldılar.
Namık Çankı’yı hatırlamağa çalışıyorum. Mefistoya benzeyen bir hayalet. Neden felsefeye merak sarmıştı? Belki de başka şey yapamadığından. Şehrahlardan habersiz olduğu için aradığı meçhule patikalardan varmağa çalışan âsasız ve abasız bir derviş. Ne Müslümandı ne Hıristiyan. Bir Ahmet Narin de olamazdı, bir Rıza Tevfik de. Felsefeyi ciddiye almak isteyen, ciddiyetten mahrum bir Cumhuriyet öğretmeni. Ama yıkılan bir kültürün mirasçısıydı da. Az çok Osmanlıca biliyordu. Otuz şu kadar yıl enkaz satıcılığı yaptı. Nihayet perişan hayatını perişan bir eserle tamamlamak gibi hazin bir bahtiyarlığı da tattı. “Felsefe Ansiklopedisi” hazmedilmemiş bir irfanın istiframdan ibarettir. Zavallı Çankı! Yabancı dil bilmiyordu. Kader onu da sonsuz bir ziyafet sofrasının misafirleri arasına sokmuştu. Mahiyetini bilmediği çeşitli içkileri ve nefis taamları midesine doldurdu. Sonra bu hazmedilmemiş muhtevayı kağıtlara tevdi etti. Ne bir şairdi, ne bir naşir. Felsefe Ansiklopedisi denilen oldukça geniş bit pazarında eski eşya meraklılarının antika diye müşteri çıkacağı nice eşya bulunabilir. Mahiyeti meçhul, envanteri yapılmamış, nereden geldiği belli olmayan bir değerler hercümerci. Naklettiği malzemenin yükü altında çatırdaya çatırdaya ilerleyen eski bir konak arabası. Çankı, talihsiz bir Hilmi Ziya idi. Bir nevi müzayede memuru. İkisinin de müşterisi yok.
Hançerlioğlu, Rıza Tevfik’in amatörce dolaştığı, Namık Çankı’nın saika-ı kaderle içine fırlatıldığı düşünce bahçelerine hazine bulmak iştiyakı ile yelken açan bir sahib-i huruç. Tam bir Cumhuriyet araştırıcısı. Bu eski polis, edebiyatın bir çok dallarında kendini denedikten sonra aradığı açıl susam açılı felsefede bulacağını düşünerek düşünce dünyasını talan etmeğe karar vermiş. Ama aradığını önceden biliyor. Dünyayı dize getirecek tılsım-ı azam: Marksizm’dir. Ansiklopediyi yazmak için on yedi yıl çalıştığını söylüyor. Bu bitmez tükenmez ciltlerin muhatabı kim? Hafızasını kaybetmiş nesiller.
Dilimizde felsefeyi konu alan kamuslar şöyle sıralanabilir. Kamus-u Felsefe, ikinci Meşrutiyet Maarifi, ilmî ıstılahları kodifiye edecek bir muhit-ül Maarif hazırlamak arzusundadır. Daha önce Emrullah Efendi bu işi başarmak istemiş, gücü yetmemiş. Şükrü Bey, Darülfünun’ da komisyonlar kurdurarak selefinin başladığı işi heyetlere yaptırmak istemiş. Rıza Tevfik felsefe ıstılahlarını tesbite memur edilmiş. Lisan aşina, kaynaklardan haberdar, çalışma gücü bakımından bir ikinci Ahmet Midhat. Vazifesi talebelere felsefe ıstılah*larını öğretmek, yani bir mektep kitabı yazmak. Felsefe Kamusu bir mektep kitabı olmak iddiasını çok aşmış, Rıza Tevfik bu hayırlı işi “klasifikasyon” maddesine kadar getirebilmiş.
Çok zengin çok düşündürücü, lüzumundan daha ciddi ve ukala bir eser. Başka bir deyişle Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı irfanının sadık bir envanteri. Elbette ki hudutlu, elbette ki ilk adım.
Ama bahtiyar ve sıhhatli bir başlangıç. Dünya irfanı ile yüzyıllık bir teması olan Devlet-i Aliyye’nin 1914’lerde vardığı irtifa. Sonra iğtişaş iğtişaşı kovalamış. Birinci Dünya Savaşı, mağlubiyet, İstiklal Savaşı, kurtuluş ve inkılaplar. Eski çalışmalar yok sayılmış. Dil, harfler değiştirilmiş. Bir kopuş ve herşeyin yeniden başlatılması. Hem de büyük sarsıntılar içinde yürütülmeğe çalışılmış bu yenileşme. Felsefe alanı büsbütün çorak.
İlk defa Cemil Sena Bey bir “Büyük Filozoflar Ansiklopedisi” yapmağa teşebbüs etmiş. Nasıl karşılanmış? Mutlak bir sükutla. Hatemi Senih’le Cemil Sena’yı metafizikle ilgili kitaplarından tanımıştım. Düşünme kabiliyetinden mahrum iki müstağrip idiler. Onun için Filozoflar Ansiklopedisini tetkik etmedim. Bu arada Mustafa Namık “Büyük Felsefe Lugatı”nı basmış bulunuyordu, dağınık ve perişan bir kitap. Fenni Efendinin “Lugatçe-i Felsefe”sinden daha az ciddi, daha az mazbut bir karalama...
8 Mart 1981 Pazar
DÜŞÜNEN BÐR ADAMDI KIVILCIMLI
Keşiş Meslier’ye benzemek, her dürüst yazarın kaderi değil mi? Cervantes maskeli, Descartes maskeli, on sekizinci asrın en yiğit, en zeki ve en çırılçıplak serdengeçtisi Voltaire maskeli. Mahalle çocuklarından daha şuursuz ve daha şımarık okuyucu nesilleri, “o da bizdenmiş” çığlıkları ile bayram etsin diye mi soyunacaklardı?
Kıvılcımlı’nın, edebiyat-ı cedideyi feth-i meyyit masasına yatırdığı küçük fakat dopdolu karalamayı kırk yıl önce okumuştum. Nazımın şiirleri ile ilk karşılaştığım zaman duyduğum tedirgin ve düşmanca bir ruh haleti ile ayrıldım o sayfalardan. Kıçı kırık bir edebiyat amatörü idim. Lise yıllarının kazandırdığı tek alışkanlık: oldukça ahenkli cümleler kurabilmek, bir yabancı dilde yazılan kitapları az çok sökebilmekten ibaretti. Kıvılcımlı’yı anlayamazdım. Şarkıdan çok çığlığa benzeyen bu ses, demir-parmaklıklar arkasından geliyordu. Edebiyat-ı cedidecileri toptan seviyordum. Kıvılcımlı, porselen mağazasına giren fil gibi, vitrinden hayran hayran seyrettiğim o muhteşem heykelleri deviriyor, çiğniyor, parçalıyordu. Böyle bir katliamdan zevk alamazdım. Yazar, belagat kanunlarını hiçe sayıyor, elindeki balyozu bir dönemin sevgi ve takdirleriyle taçlanmış o kibar heykelciklere savurup duruyordu. Her tahrip içimizde uyuyan canavarı şevke getirir. Otopsi, mahiyetini açıkça bilmediğim günahkâr bir sevinç de telkin ediyordu bana. Yıllar geçti. Kıvılcımlı, belli bir çevrenin kahramanı oldu. Otuz beşlerin edebiyat tenkitçisi, birkaç cümlesi ile insanlık tarihinin en kesif bulutlarını dağıtan, en çetrefil muammalarını çözen bir peygamber hüviyetine büründü veya büründürüldü. Tanıştık, “Otopsi”de, yerini bulamamış haşin ve haşarı bir tecessüsün arayış ve buluşları vardı. Atak, terbiyesiz, deli dolu bir yazardı Kıvılcımlı. Zincirlerini şakırdatan bir arslan edasıyla kükrüyordu. Oysa şimdi bir ihtiyarla karşı karşıyayım. Aristo’luğa özenen bu yaşlı adam, oynadığı rolü başarı ile yürütecek kütüphane çalışmalarından uzakta yaşamıştı. Kıvılcımlı, hiçbir zaman, soğukkanlı bir ilim adamı olamamıştı, olamazdı da. Fransızcası zayıftı. Sabırsızdı. Hakikati aramadan bulmuş ve düşmanlarının insafsız bir tavsifi ile Marksizm’in meczubu kesilmişti. Kutupluğa özenen meczup bir derviş. Zekiydi, tıp tahsili yapmıştı. Yazılarından çok, mahpusluk yılları ile iftihar ediyordu. Tarih tezini Fransızcaya çevirmemi teklif etti. Ciddiye almadım. Ufukta beliren her yakamozu bir ışık kaynağı sanıp hayranlık raşeleri duyacak yaşta değildim. Zavallı Kıvılcımlı! Kemalizmin zaferinden sonra, bir çağ edebiyatını, bütün pislikleri, bütün anakronizmleri ve başarıya benzeyen başarısızlıklarıyla tasfiyeye koşan bir neslin en uyanık, en şuurlu temsilcilerinden biriydi. Marksizm, sert bir içki gibi, başına vurmuştu. Nazım’ın, Resimli Ay’daki “Putları Deviriyoruz” tefrikasını karalamak için şairane kabiliyet, Batı estetiği ile bir miktar yatıp kalkmış olmak yeter de artardı. Ama edebiyat-ı cedide’nin gerçek bir otopsisini yapmak, bu edebiyatın hastalıklarını tercümanı olduğu medeniyetin hastalıkları olarak teşhis etmek, bir kelime ile Batı ile Doğu’nun muhasebesini yapmağa kalkmak kıyaslanamayacak kadar çetin bir işti. Kıvılcımlı peygamberane diyebileceğimiz çizgilerle, yapılması gereken araştırmanın oldukça başarılı bir taslağını sundu.
Daha sonraki Marksçılardan hiç biri onun vardığı irtifaa çıkamadılar. Düşünen bir adamdı Kıvılcımlı. Hızlı düşünen bir adamdı. Otopsi, yeni bilgilerle zenginleştirilebilir. O zaman için pek tabiî olan aşırılıklar düzeltilebilir. Çığlıkta ahenk aranmaz. Bu bir polemiktir. Kıvılcımlı ülkemizin yetiştirdiği en büyük polemikçilerden biri olmak vasfını uzun zaman sürdürecektir.
10 Mayıs 1981 Pazar
ÇAĞLARI İLE KAYNAŞANLAR
“Çağları ile kaynaşan bahtiyar insanlar var.” Ne kof, ne düşünülmeden söylenmiş bir söz. “Çağları ile” ne demek? Hudutları belli bir çağ, bütünü ile benimsenilen, kaynaşılan bir çağ. Saat bütün iklimlerde ve bütün insanlar için aynı hızla mı işler? Cümleyi söylerken, Çetin ile Attila’yı düşünmüştüm. Saçmalamışım. Çağları ne demek? her ikisi de aynı çağda mı yaşıyorlar? Bahtiyar oldukları nereden belli? Ben başka bir çağın insanı mıyım? Galiba herkesin yaşadığı çağ ayrı.
Belli bir topluluğun zevklerine uymak, beklediklerini karşılamak mı bahtiyarlık? Belli bir topluluk lafı da bir şey ifade etmiyor.
Meseleyi yanlış koydum. Neden Çetin ile Attila okunup beğeniliyor da ben beğenilmiyorum?
İHVANI SAFA RİSALELERİ
Diderot’nun Ansiklopedisi ile İhvan-ı Safa Risaleleri arasında herhangi bir münasebet kurulabilir mi? Ansiklopedinin arkasında Rönesans var. Locke, Hobbes, Montesquieu ve Bayie var. İhvan-ı Safa yazarları Pisagor’u, Aristo’yu tanımış. Benzeyen tarafları: belli bir felsefeye veya felsefelere dayanmaları. Her iki eser de zamanlarının bilgilerini toplamak ve yaymak istemiş, İhvan-ı Safa devrinde, matbaa yok, Batı’daki üniversiteler yok, Protestanlık gibi kendini bir çok ülkelere kabul ettirmiş bir inanç yok. İhvan-ı Safa, düşündüklerini bütünüyle açıklayamamak zorunda.
Gerçi Batı’da da tam bir düşünce hürriyetinden söz edilemez. Ama şüphe, tereddüt, edebiyat cumhuriyetinin hâkim değerleri arasında; tenkidin daniskası yapılmış. Descartes, Bayie klişelerin ve yerleşmiş fikirlerin dumanını attırmışlar, İhvan-ı Safa sürekli bir tehdit altında. Nitekim Risaleler yakılmış ve bir daha böyle bir teşebbüse kimse cesaret edememiş. Ansiklopedi yaşıyor. Rasyonalizm hâlâ çağın en büyük değerleri arasında. Garip değil mi? İslam dünyasının bütün fikir mahsullerini tanıyan İbn Haldun gibi eşsiz bir zeka bu Risaleleri görmemiş. Oysa “Mukaddime” ile Risaleler arasında şaşılacak benzerlikler var. Mesela insanın maymundan geldiği gibi İslam inancı ile bağdaşmayan tekamülcü bir nazariye. İbn Haldun İslam dünyasının belli başlı kütüphanelerini taramıştı. Acaba Risaleler, aradan geçen üç dört asır içinde, tamamen yok mu olmuştu? Bilmiyoruz.
1050’lerde Bağdat’ta yakıldıklarına göre, bu otodafeden tek kurtulan nüsha Madridli Müslime’nin eline geçen Risaleler mi olmuştu? Carra de Vaux Risalelerin Dietrici tarafından Almancaya çevrildiğini ve bütün olarak Bombay’da basıldıklarını yazıyor. Hilmi Ziya ise, Mısır’da dört cilt halinde tab edildikleri iddiasında. Her üç nüsha da Müslime’nin muhafaza ettiklerinden mi ibaret? Bilmiyorum. Ebu Hureyre İlahiyat Fakültesinin Arapça nüshaları bastığını söylüyor. Risaleler hakkında birçok neşriyat da yapılmış...
17 Mayıs 1981 Pazar / Saat 9.00
EROL, BERKE, ATTİLA…
Erol’la Berke.. Aynı neslin iki temsilcisi. Aradaki dört yaş, mizaç farklarını aydınlatır mı? Sanmıyorum. Erol kendi kendini inşa etmiş. İki yabancı dil öğrenmiş. Bize çok daha yakın. Bize, kime? Onu ilk defa Kubbealtı’nda görmüştüm. Sinsi, içine kapanık, bununla beraber okuyan bir insan gibi görünmüştü. Ortadoğu gazetesi çıkarılırken müteşebbislerin en çok güvendikleri iki imza Meriç’le Güngör’dü. Geldiler, konuşuldu, teklifleri kabul ettik. Erol her gün yazacaktı; ben, haftada bir. Çevresine kıyasla genişçe bir kültürü vardı. Yazar olarak da en aklı başında olanıydı. Parlak bir mediocrite, primus inter pares. Ölçülü, düzenli, çalışkan. Bir nevi sınıf birincisi. Bir Altila İlhan’a kıyasla donuk ve alelade. Bir Kabaklı’ya kıyasla uyanık. Kabaklı, liselerde okutulan Divan edebiyatının değerleri içinde mahpus. Erol, sosyal ilimlere daha çok sürtünmüş. İkisinin de ufku dar. İkisi de yeniye ve başkaya düşman. Attila yasak bölge tanımayan yaramaz bir çocuk. Şüphesiz onun da çevreden gelme zaafları var. O da belli hizbin adamı. Kendini kabul ettirmek için bir kamuflaj mı bu? Işık Lisesi, Hukuk Fakültesi ve Paris. Attila şiirden geliyor. Şiirden ve Paris’ten. Yazar olarak, Erol’dan çok üstün. Tefekkür olarak, hüküm vermek güç. Erol daha mazbut, ayakları daha çok toprakta. Belki de üniversite hocası olmanın derli topluluğu. Kabiliyetleri de sahaları da başka. Attila bir nevi serdengeçti. Cehennemlerde dolaşmaktan çekinmiyor. Berke, Attila’dan çok daha ahmak, çok daha pısırık. Daima sahillerde yüzen, ihtiyatlı bir sporcu. Ömür boyu uslu ve en spontane hareketlerinde bile hesaplı. Attila ile daha yakından tanışmak isterdim. Berke’ye daha çok yaklaşmam mümkün değil. Her zaman ve her konuda haklı olmak, daha doğrusu haklı çıkmak sevdasında. Erol’la diyalog kurulabilir. Berke’yle hiçbir diyalog düşünülemez. Attila kendini kabul ettirmiş bir kabiliyet. Şair, romancı, essayiste. Büyük bir şair değil şüphesiz. Neden acaba? Belki fazla zeki. Sonra fetret döneminde yetişmiş. Su başlarını tutan devler var: Yahya Kemal, Nazım, Necip Fazıl. Onları taklit edemez. Yeni bir yol açacak takati da yok. Belki toplum da böyle bir hamle ihtiyacını telkin etmiyor. Roman, hürriyet ülkesi. Tek ciddi rakibi: Kemal Tahir. Kemal, Zola gibi çalışkan. Ve profesyonel. Mayk Hammer tercümelerinden “plot”un romanda ne büyük rol oynadığını çok iyi öğrenmiş. Araba izinden fazla çıkmıyor. Romana tarihi ve sosyali teksif etti. Attila daha cesur, daha yeni, daha psikolojik. Ama Kemal kadar mazbut değil, işçiliği de noksan. Kemal, Erol’la Attila arasında, Marx’i okuyan ve hapishanelerde staj gören bir Erol. İkisi de primus inter pares. Attila delidolu, günahlarını gizlemeyecek kadar dürüst. Onda homoseksüalite, adını söylemeye cesaret edemeyen bir aşk değil. Attila essayiste olarak Kemal’den fersah fersah ilerde.
Erol’u edebiyat cumhuriyetinde nereye yerleştireceğiz? Üslubu adamakıllı yavan, düşünceleri metin. Metin, çünkü kucağında yaşadığı toplumunkilerle çatışmıyor. Ne yeni, ne şaşırtıcı. Ama bağnaz da değil. Çılgınlıkları ile değil, aklı selimi ile rahatsız eden, kanatsız bir tecessüs. Erol Attila’dan çok Cengiz’e yakın. Daha velut, daha vazifeşinas, kendine daha çok saygısı olan bir Cengiz. Son kitabını beğenerek okudum. Beğenerek, çünkü oldukça geniş bir literatüre dayanıyor. Mantık ölçülerine hürmetkar. Keyf uykusuna dalan sağ cenahın kafası oldukça işleyen bir yazarı. Dürüst, terbiyeli ve çalışkan. Kaplan gibi kırk yıldır tekrarlanan ponsifleri aynı üslup, daha doğrusu üslupsuzlukla sergilemiyor. Ama onun da tereddüdü yok. Hakikatin ezelî ve lâyetehavvel olduğuna inanmış. Kitap, avam için kaleme alınmış bir nevi doktora tezi. Erol, ne budala, ne cahil, ne üçkağıtçı. Göze, çok daha kıvrak, çok daha köpoğlu. Yazar olarak da bir parmak ileri. Ama Göze’de ağır basan avukatlık. Erol, Batıyı tanıyan, çalışkan bir medreseli. Putperest ve iğrenç bir üniversitede, her şeye rağmen saygı değer ponsifleri gündeme getirmek, cesur ve efendice bir davranış değil mi?
Yazık ki Erol hassasiyetini kaybetmiş müstehaseler içinde yaşayan ve arayan bir şuur. Çevresindekiler için fazla Batılı. Okunup hemen anlaşılacağını sanmıyorum. İçtihat kapısının kıyamete kadar kilitli kalmasından acı acı şikayet ediyor. Ali Şeriati’ye kıyasla korkak ve pısırık. Şevket Eygi’ye göre, yiğit ve pervasız. Kitapta polemikten eser yok. Aşırılıktan bucak bucak kaçılmış. Hükümlerin hepsine katılmayabilirsiniz, ama hemen cerh etmeniz de mümkün değil. İslamiyet’i bilen eski bir MHP’li. İslamiyet’i bilen ve çağdaş düşünceden haberi olan.
Çarşamba günü telefonla görüşmek istediler. Nizam-ı Âlem gazetesini çıkarmış bir üniversiteli, arkadaşları ile ziyaretime gelmek istedi. Hayhay dedim. Nizam-ı Âlem, MHP’nin müslüman kanadı tarafından üç beş sayı yayımlandıktan sonra, kapanmıştı. Divan dergisinin yazı işleri müdürü, Divan’da neşredilmek üzere bir mülakat talebinde bulunmuştu. Konuşmuştum. Sonra, bu konuşma Nizam-ı Âlem’de çıkmıştı. Dürüst olmayan bir davranıştı bu. Gazeteden haberim yoktu. Göndermelerini istedim. Geldiler fakat gazete gelmedi. Şimdi yeni bir dergi çıkaracaklarmış. Ankara’da yayımlanacak olan derginin adını sordum, Milli Toplum dediler. Şaşkınlığın bu mertebesine hayret ettim. Toplum ne demekti, millî ne demek? , Tanrıların kana susadığı bir dönemde bu çeşit sloganlara ne lüzum vardı? Oldukça sert konuştum. Düşünmemiştik dediler. Dergiyi çıkaracak, Hacettepe Tıp Fakültesi son sınıfından ihraç edilmiş biri. Arkadaşı Mülkiyeden mezun, Planlama’da çalışıyor. Konuşmamı zapt için teyp getirmişler. Bir soru kağıdı bıraktılar. Ne zaman düşünmeğe başlayacağız? Bu sorulan cevaplandırsan ne olur, cevaplandırmasan ne olur?
31 Mayıs 1981 Pazar
GERÇEĞİ PARANTEZE ALMAK
Çocukluk., şuurun gözlerini oluşturduğu günler, intibalar rüyadaki gibi silik ve kaypak. Büyüklerin anlaşılmayan dünyası. Bir yasaklar ağı içinde kıpırdamağa çalışan cılız, zavallı bir hayvancık. Öbür dünya, cami avlusunda görülen birkaç tabut. Mahiyeti meçhul kelimeler: cehennem, kabir azabı, ölüm. Çok sığ bir muhayyile. Çevresindekiler için ne düşünüyor, belli değil. Düşünüyor mu? O da meçhul. Hikmetine akıl erdiremediği aksilikler. Herkes inanmış görünüyor. O da aynı tatsız oyunun adsız bir figüranı. İnanıyorlar mı, neye inanıyorlar? Aklı ermiyor. Dehşet içinde seziyor ki bu abesler âleminde yaşayabilmenin vazgeçilmez şartı, gerçeği paranteze almaktır. Gerçek..
15’ine kadar düşe kalka kervanla birlikte yürümeğe çalışıyor. “Önce yaşamak, sonra felsefe” demiş üstatlar. Tesadüfün karşısına çıkardığı kitaplar hiçbir meselesini çözümleyemiyor. Sürünün dışına itilen uyuz bir hayvan. Zekâ, çevreye intibak kabiliyeti olduğuna göre, kahramanımız tam bir budaladır. “Madde ve Kuvvet”, bir çeşit imtiyaz sağlıyor bu budalaya. Hayalî bir imtiyaz. Kendini çevresindekilerden üstün gören bir ukala. Çevresindekiler, inanıp inanmadıklarını bilmiyorlar. O, inanmadığını biliyor artık.
Daha doğrusu, öyle bir vehim içindedir. Avrupa ilminin cömertçe sunduğu bu fetvayla küstah ve mağrur. Büchner’i ne kadar anladı, anlayabilir miydi? Kestirmek güç.. Ve mühim de değil. Ateizm bir kaleydi. Bu kaleden sevimsiz ve aptal bir dünyaya meydan okuyacaktı. Boğazına sarılan kördüğüm, çözülmüştü kısmen. Kıyamet, teneşir, münkir, nekir gibi korkunç hayaletler bir daha dönmemek üzere şuurundan uzaklaşmıştı. Kitabı babasına da okuttu. Niçin? Belki bir Ödip kompleksi. Kırk beş yıl maveradan habersiz yaşadı. Rahat mıydı? Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü inanmadığına inanmıştı. Hayır, çünkü inananların kavuştuğu huzur tedirgin ediyordu onu. Şüpheli bir tecdid-i iman. Münkirlikten münafıklığa geçiş. Müphem bir deizm, mutlak bir ateizmden çok daha tehlikeliydi. Mahrekinden çıkmış, fakat yeni bir güneşe bağlanamamıştı.
Akla da inanmıyordu artık, ilme de inanmıyordu, hüviyetini kaybetmişti.
İKİ TOPLANTI
Cuma günü telefon çaldı. Tanımadığım bir ses, eski bir talebem olduğunu, Elazığ Lisesi’nden çıkanların bir toplantı yapacaklarını, beni de beklediklerini söyledi. Saat sekizde Pera Palas’taydım. Tatsız ve adsız bir kalabalık. Bir masaya sıkıştırıldık. Selamlar teati edildi, içmeğe başladık. Sağımda Lütfü Öztabak oturuyordu. Klasik bir budala. Bütün sevgi taarruzlarım alakasızlığın soğuk duvarına çarptı. Eski talebelerimden bir çoğu elimi öptüler, hiçbirini hatırlamadım. Hatırladığım tek isim: Ali Rıza Alp. Sonra Mahir Keleş Timur’la Vehbi Güney masama uğradılar. Ben İbrahim’in masasına gittim. Karşımda tam bir insan harabesi vardı. Anlaşılmayan birtakım kelimeler mırıldandı. Ve Pera Palas’tan nefis intibalar derleyerek Fatih toplantısına revan olduk.
Nurcular her zamanki gibi terbiyeliydiler. Çaylar içildi. Eller öpüldü. Bir iki cümle de ben söyledim. Alkışlandı. Ve haneye döndük.
Birinci topluluk daha tatsız, daha idraksiz, daha soğuktu, ikincisi daha canlı, daha coşkun, daha efendi. Ama ikisinde de ben yoktum. Rüyada bir gezinti. Birincisi daha çok kâbusa benziyordu.
28 Haziran 1981 Pazar
BİLGİYE, TEFEKKÜRE, TARİHE TAHAMMÜL
Ömer Faruk, bir Amerikan üniversitesinde hoca. Konusu İslamiyet. Çeşitli mabetlerde dolaştıktan sonra, hidayete ermiş. Koyu ve inanmış bir Müslüman. Vahdet düşüncesine bir parça da Spinoza’dan gelmiş. Fakat asıl mürşidi: Malcolm X. Deli mi, dâhi mi, bilmiyorum. Muhakkak olan şu ki bir Amerikan üniversitesinde hoca. Hayatını İlay-ı Kelimetullah’a vakfetmiş. Hiç de abuk sabuk konuşmuyor. İslam’ın insanlık için tek kurtuluş olduğuna inanıyor. Çağımızın şaşkın aydınlarına seslenirken protestan bir Amerikalı’nın bütün kültür mirasına dayanmaktadır. Yani bu çiçeği burnunda Müslüman, geri kalmış ülkelerin şapşal aydınlarından çok farklı. Politika, karar vermek mevkii, diyor, Müslüman, politikanın dışında kalamaz. Ve sözde Müslüman ülkelerin gençliğine ilk tavsiyesi Arapça öğreniniz. Mekteplerinizde Arapça okutulmalı. Kendisi, İslam fıkhı üzerinde çalışmaktadır. İsmini bile bilmediğim birçok İslam fakihinin çağımız insanına yol göstereceğini iddia etmektedir. Nefis bir mülakat. 1980’de neşredilmiş. Konuşmayı yapan Erzurum Üniversitesi’nden bir asistan. Kaç kişi okumuş, kaç kişi üzerinde düşünmüş Allah’a malum! Bence Erol Güngör’ün hacimli kitabından çok daha düşündürücü, çok daha cesur. Ülkemizde hiçbir yazar layık olduğu ilgiyi uyandırmıyor. Çöküşün daha kesin bir alameti gösterilebilir mi? Yaşayan bir topluluk olsak, yazıyı didik didik eder, tartışırdık. Batılı ile Doğulu arasındaki su götürmez farktan mı doğuyor bu lakaydı? Kim bilir. Daha az kahredici bir sebep bulmak isterdim. Bir yandan Humeyni’ye kaside okuyan bir gençlik, Humeyni’ye yani yobazlığa, layuhtiliğe, şuuru isyan ettiren bütün Ortaçağ değerlerine mutlak bir teslimiyet. Garibi şu ki bu gençler İran’daki yangını muhteşem bir fecrin belirtisi olarak görmek susuzluğu içindeler. Evet, ben de çağımın ve çevremin etkisi altındayım. Benim için de Şah’a karşı girişilen ayaklanma büyük bir ümit kaynağı idi. Ali Şeriati’yi tanımış ve sevmiştim. Cengiz’in coşkun izahları beni de büyülemişti. Ama İran’ın dinî ve içtimâi dalgalanışlarına büsbütün yabancı değildim. Gobineau’yu okumuş bir insan olarak fırtınanın dinmesini, sislerin dağılmasını, tahrip sarhoşluğunun yerini inşa cehdine bırakmasını bekliyordum. Şimdilik İran inkılabının bana telkin ettiği duygu hayal kırıklığından ibarettir. Gençler ne yapsın? Bir tarafta tam bir uyuşukluk, nurcuların insanı çıldırtan ihtiyatkârlığı, Kemalizm’in kazanmış göründüğü büyük ve mutlak zafer... Ötede eyleme gömülmüş ve çılgınlığı fitil fitil burnundan getirilen bir sol. Ya sefil bir atalet, ya ümitsizlikten doğan şuursuz bir debeleniş. Kimsenin bilgiye, tefekküre, tarihe tahammülü yok. Marx, tatsız ve ukala bir yol arkadaşı. Onun yerini Debray’ler, Che Guavera’lar aldı. Silahı kapınca belli cinayetler işleyecek, kurulu düzeni serseme çevirecek ve kaşla göz arasında iktidara kurulacaksın. Sol’un bu aceleciliği Müslüman gençliği de yakalamışa benziyor. İran’daki inkılap ta, Güney Amerika’daki ayaklanmalar gibi, meccani bir zafer sağlayacak ve bütün insanlık takdir-i ilahî sayesinde İslamın üstünlüğünü teslim edecekti. Aynı sihri düşünce, sosyal meseleler önünde aynı şuursuzluk. Anlamak istemiyoruz ki hiçbir zafer bedava kazanılmaz. Mucizeler çağında yaşamıyoruz. Çetin ve sıkıntılı hazırlıklara ihtiyacımız var. İran veya Turan veya Güney Amerika, uyanıkken görülen birer rüyadır. Hiçbir inkılap birikimsiz olmaz, hiçbir inkılap bir ithal meta değildir.
Ne kadar yazık! Bir Ömer Faruk’un irfan ve izanı ile yarını kuracak Müslüman gençliğimizin idraksizliğini mukayese edince yüzümüz kızarıyor. Ömer Faruk İslâmı tanımak için ilk adım Arapça öğrenmektir diyor. Bu ihtiyacı duyan kaç Türk aydını var? Bırakın Arapça öğrenmeyi, Osmanlıcadan ne haber? 1917’lerde İstanbul Dar-ül Fünun’unda Arap edebiyatı okutulmuş. Bağdatlı müderriszade Mehmet Fehmi Efendi derslerini “Arap Edebiyatı Tarihi” adıyla yayımlamağa başlamış. Cahiliye devrini ele alan birinci cilt dokuz yüz sayfalık bir hazine. Kapağını açan kaç kişi var? Hazretin hal tercümesini hiçbir yerde bulamadım. Üstat bizim görmemize, okumamıza imkân olmayan başlıca mehazları taramış. Bir Huart’dan, bir Blachere’den daha büyük bir selahiyet. Humeynî’nin beyanatları varken Fehmi Efendi’yi kim okur?
William Jones’un “Muallakat” tercümelerini düşünüyorum. Edward Said’in ithamları geliyor aklıma: oryantalistler ajandırlar. Belki doğru ama neyin ajanı? Adam Farsçanın, zamanımıza kadar muteber bir gramerini Fransızca olarak kaleme almış, Nadir Şah Tarihini Voltaire’in diline kazandırmış, Osmanlı edebiyatının İran ve Arap edebiyatları içinde çok orijinal bir yeri olduğunu delilleriyle ispat etmiş.. Ajan bu mu? Biz yarım asır önce yazılan bir Arap Edebiyatı tarihinden habersiziz. Ne İmrül Kays tanıyoruz, ne Suk-ul Ükra’yı. Ajan biz miyiz acaba, Batılılar mı?
Sol’un yerli şeyhülislamları Saint-Simon’u okumayınız diye fetvalar ısrar eder, sağ M. Şemsettin’in “İslamda Tarih ve Müverrihleri”ni unutturmağa çalışır, Fehmi Efendi’nin abide kitabı unutulur ve unutturulurken, bu ölü kalabalığın tecessüsünü hangi İsrafil suru canlandırabilir? Ömer Faruk elbette ki dikkati çekmez.
Burke hakkındaki makaleyi çevirirken bunları düşünüyordum. Burke, kendini korumak isteyen bir dünyanın peygamberi idi. Yaşayan ve yaşayacak olan bir dünyanın. Tutucu imiş. Sevsinler tutuculuğu! Burke’ün dediği gibi, can-ı gönülden yapılan her şey güzeldir. Biz hiçbir şeyi canı gönülden yapmıyoruz. Onun için davranışlarımızda ciddiyet ve samimiyet yok. Acaba harfler değişmese, netice çok mu farklı olurdu? Birikim yokluğunun bütün günahını harf inkılabına yükleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Cezmi Ertuğrul’un “Dil ve Edebiyat”ı ile Fehmi Efendinin “Tarih-i Edebiyat-ı Arabiye”si aynı yılda yayımlanmış. Osmanlı büyük bir savaş içindedir. Her iki eser de yankı uyandırmadan yok olup gitmiş. Pekiyi, 28’lere kadar kimse eğilmemiş mi bu kitaplara? Cezmi Ertuğrul da Fehmi Efendi de tanınmış birer kimse. Birincisi intihar etmiş, ikincisinin akıbeti meçhul. Erol Güngör’ün Hicretin 1500. yılı münasebetiyle yayımladığı kitap henüz hiçbir yankı uyandırmadı. Samiha Ayverdi’nin “Kölelikten Efendiliğe” adlı risalesi de unutulup gitti. Türk toplumunun sıfat-ı kâşifesi kadirşinaslıktır, Türk toplumunun ve ölüme mahkûm bütün kavimlerin.
II
12 Temmuz 1981 Pazar
YAŞAYAN İNSANLARIN DÜNYASI
Le Monde, gerçek bir mikrokosmos. Sizi bir hamlede insanlar dünyasına, düşünen, arayan, bir kelimeyle, yaşayan insanların dünyasına taşıyor. Ne kadar unutmak isteseniz, Avrupa mucizesinin inkâr edilmez bir gerçek olduğu her satırda bir kere daha kesinleşiyor. Memnu bölgelerde uçakla seyahat. Uyanıkken rüya görüyorsunuz. Kâh eski bir hatıra, meçhul bir köşeden kanatlanan esrarengiz bir kuş gibi uçuveriyor şuurunuzda; kâh çiğ ve ıstırap verici bir ihsas dikkatinizi bir isme, bir kitaba, bir olaya çiviliyor; kâh ölüler arasındasınız.
“Altın Gözlü Kız”daki De Marsay gibi uçsuz bucaksız bir şehirde gözleriniz bağlı dolaştırılıyorsunuz. Topografya yabancınız değil. Bu sokaklardan geçmiştiniz. Ne zaman? Alexis Lecaye adında bir sivri akıllı “Marx ve Şerlok Holmes” başlıklı bir roman yazmış. Rus çarı, Marx’i öldürtmek için bir katil yollamış Avrupa’ya, Marx da, kendini korusun diye Holmes’e, başvurmuş. Alexandre Dumas’ın kahramanları da karışmış maceraya. Marx’ın hizmetçiden olma bir piçi var, Holmes, Laura (Lafargue) ya aşık. Hayalle hakikat, şiirle tarih iç içe. 1871’lerdeyiz. Almanya Fransa’yı yenmiş. Komünanın civcivli zamanı. Marx’i okumak zahmetine katlanamayan solcularımız için eşsiz bir bilgi kaynağı. Avrupa insanı, “zaman makinası” gibi hezeyanlarla vakit öldüreceğine, hayal bahçesinde kendi kahramanlarını temaşa ediyor.
Heine yüz elli yıl önce Paris’e gelmiş. Fransa, Almanya’yı Madam dö Stael’in kitabından tanıyor. Heine’nin Almanya’sı korkunç bir kitap. Yazara göre kitabı son bölümünden okumağa başlamalı. Ne demiş Heine? “Madam dö Stael, Kant’ı vanilyalı şerbet yapıp yudumluyor; Fichte ise, zevkinize sunulan bir tabak Amerikan fıstığı”. “Skopenhaver” Mehmet Emin’in Kant faciasını hatırlıyorum, sayın doçent şapşal Türk okuyucusuna kütük olarak sunmuştu Kant’ı. Madam dö Stael’le Erişirgil! Biri Fransa’ya, yeni bir edebiyatı yeni bir his ve düşünce dünyasını tanıtıp sevdirdi. Öteki, kitaba ve tefekküre alerjisi olan barbarları felsefeden bir kat daha uzaklaştırdı.
Naipaul, bir Karayipli. 1932’de Trinidad’ta doğmuş, Oxford’u bitirmiş, 1950’den beri İngiltere’de yaşıyor. İstikbalin Nobel adaylarından. Bir Allah’ın belası. Bir düzine kitabı var. Çeşitli kültürlerin çocuğu. Yani Asya kanı taşıyan bir Avrupalı. Yaşar Kemal de bizim Nobel adayımız. Zavallı ülkem! Bu büyük fark nereden geliyor acaba? Avrupalı Kemal’in nesini seviyor? “Demirciler Çarşısı Cinayeti”, Münevver hanımın kaleminde...
9 Ağustos 1981 Pazar
TARİHÎ TESADÜFLER
Meşrutiyet aydınları bizden çok daha sıhhatliydiler. Celal Nuri’yi okuyorum. “Türk inkılabı” 1926’da yayımlanmış. Dolu bir kitap. Yazar, imparatorluğun feth-i meyyit raporunu hazırlamakla işe başlıyor. Taine’in faraziyesi imdadına yetişmiş: muhit, ırk, zaman. Osmanlı devleti kurulurken Şarkî Roma çöküyordu. Türk ırkı devlet kurma kabiliyetine sahiptir.
Tarihî tesadüfler Osmanlının işini kolaylaştırmıştır. Yalnız, Osmanlı, karşısına çıkan tesadüflerden layığı ile faydalanamamıştır. İstanbul hem Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan bir ticaret merkeziydi, hem de eski Yunan medeniyetinin hazinelerini saklayan bir irfan merkezi. Fatih, Kostantiniye’nin bu iki hususiyetini de istismar edemedi. Patrikhaneye büyük imtiyazlar verdi. Böylece devlet içinde bir devlet kurulmasına zemin hazırladı, iktisadî hayatla meşgul olacağına, lüzumsuz fetih maceralarına atıldı. Âlimleri ülkeden uzaklaştırdı. Bir kelimeyle Yunan’ın mirasını zorla Avrupa’ya kazandırdı. Etrafındakiler cahil, izansız ve idraksiz kimselerdi, dünya ahvalinden tamamen habersizdiler. Bir kelime ile İstanbul’un fethi Türk tarihi bakımından hayırlı bir iş olmamıştır. Ulema, Bizans’ın taklidine girişmiş ve İslamda Rum kilisesini hatırlatan bir rahipler zümresi türemiştir. Kanunî devri, cehaletin hükümferma olduğu bir devir. Osmanlıyı yıkan sebeplerin başında unsurlar meselesi gelir. Ricalden bazıları hastalığı görmüş, fakat kurtuluşun yolunu bulamamıştı. Cumhuriyet, Tanzimatla başlayıp, Meşrutiyetle devam eden yenileşme hareketinin son perdesi. Tarihten çok acı dersler alan Türk milleti büyük bir kumandanın etrafında şahlanarak hayat hakkını kabul ettirmiştir.
Dikkate layık olan taraf: Celal Nuri’nin daha sonraki dalkavukluklardan hiç birine tenezzül etmemesidir.”
9 Ağustos 1981 Pazar
İSMET ÖZEL
Sekinetten* çok, meskenete* benzeyen bir durgunluk. Sönmüş bir yanardağ mı, herhangi bir kaya parçası mı, bilemiyorum. Ayırıcı vasfı: müeddep* olmak. Özel, 12 Mart öncesinin şımartılmış bir şairi, eski bir Marksist. Marksizm’den İslamiyet’e atlamış. Entelektüel bir tecessüs mü, dar bir dünyadan, müphem, hudutları meçhul ufuklara taşmak ihtiyacından mı, bilmiyorum. İbn Haldun konferansımı dinlemek için Ankara’dan İstanbul’a geldi. Kısa sürdünhalayımız. Bir miktar sekreterliğimi yaptı. Alienation üzerine yazıları çıkıyordu. Spekülasyonlarına muhteva Uzandırmak için Calvez’yi okuttum. Anlamıyordu. Hayli tercümeler yaptım. Tape edecekti, isteksizliği yüzünden Calvez’yi bıraktık. Belki daha cazip gelir diye Lamennais’yi çıkardım sahneye. İki üç seans dayandı. Aramızda buzlar vardı. Eski şair, mutlak hakikati bulmuştu. Ben, arayış içinde idim. Bununla beraber oldukça müsamahakâr davrandı. Yeni Devir’de iki yazısına konu oldum. Sonra, geldiği gibi kayboldu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, bilmiyorum. Siyasal Bilgiler’den Dil-Tarih’in Fransız Filolojisi bölümüne geçen Özel, her iki dünyaya da yabancı kalmıştı. Bir zaman aynı otobüste yolculuk ettik. Tanışmak için ciddi bir emek harcadığımızı söyleyemem. Sonra Yeni Devir’den ayrıldı, üç beş arkadaşı ile Yeryüzü Yayınları’nı kurdular. Şimdi Devlet Konservatuvarı’nda Fransızca hocalığı yapıyormuş. Rimbaud’umuzu nasıl bir istikbal bekliyor, kestiremem. Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızcayı ancak tefeül yolu ile sökmektedir. Sol, Nazım’a rakip diye alkışladığı Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu. Sağ, hiçbir zaman benimsemedi. Bu sağır kubbelerde hoş bir seda bırakabilecek mi? Wait and see.
6 Eylül 1981
REFİK HALİT
Küller altında uyuyan bir belde: hatıralar. “Musavver Sahra”, Şam’da çıkan bir dergi. Başyazarı: “Susamış Yolcu” müstear adı altında gizlenen edebiyata âşık bir politika kazazedesi: Tarık Mümtaz. Kaç sayısını gördüm, bilmiyorum. Unutmadığım imzalardan biri: Rıza Tevfik. Galiba Refik Halit’i de o dergide yayımlanan bir mülakattan tanımıştım. Geçti yıllar.. Halep’te yayımlanan “Doğru Yol” ile “Vahdet” gazetelerinde üstatla zaman zaman hembezm oldum. Günün birinde, “Sakın Aldanma, İnanma, Kanma” karşıma çıktı. Yasak bir içkiyi yudumlar gibi okudum sonuna kadar. Ana dilimin bu kadar güzel olabileceğini düşünmemiştim. Sonra Musavver Sahra’nın Susamış Yolcu’suyla tanıştım. O da bir başka üslup sihirbazı idi. Daha yapmacık, daha şatafatlı, daha sıkıntılı bir üslup. Edebiyat hocam da aynı dünyanın adamı idi. Kader, bu bir avuç insanı beni yetiştirsinler diye imparatorluğun ücra bir köşesine sürüklemişti sanki. Bir ara Refik Halit’in de, okuduğum liseye hoca olarak geleceği söylendi. Gerçekleşmeyen bu haber gecelerce heyecan içinde yaşattı beni. Üstadı davet için, hatırlamağa utandığım berbat bir manzume kaleme aldım. Göndermeğe cesaret edemediğim (iyi ki cesaret edememişim) bu manzume şöyle başlıyordu:
“Ey baht-u tahta yan bakan üstad-ı ruzigâr
Ey rehber-i münevver-i firdevs-i iştihar
Dinle bu gamlı şairi lütfen, tenezzülen
Duydu bu şi’ri yazmağa kalbî bir ıstar”.
Refik Halit, defalarca Antakya’ya geldi. Ama hiçbir zaman karşılaşamadık.
Geçti yıllar.. İlk aşk küllendi, gönlümü yeni sevgililere kaptırdım. Chateubriand, Hugo, nihayet Balzac. Gariptir ki ilk yayımlanan kitabım hakkında ilk yazıyı Refik Halit yazdı (Tan gazetesi, 19.5.1943, Fikir Başakları Arasında) Aktarıyorum: “Balzac’ın Altın Gözlü Kız adında uzunca bir hikâyesi varmış, ben bilmiyordum. Avusturyalı bir şairin fikrince bu eserde ‘esrarın kucağından şehvetin doğduğu’ görülürmüş. Fakat ben hikâyeden ziyade kitabın baş tarafına konan ve yetmiş şu kadar sayfa tutan “etüd”ü dikkate değer buldum. Balzac’ı bu derece tanıyarak öven bir fikir adamı elbette tercümeyi de tam yapmış, yapmak için candan çalışmıştır. Onun içindir ki bundan sonra da Cemil Meriç’ten aynı vukufla yapılmış etüdler bekleriz”.
Birkaç yıl sonra tanıştık. Küstah, nobran, ciddiyetsiz ve cahil bir insanla karşılaştım. Ve saygım hayal kırıklığına inkılap etti. Bu arada “Yezidin Kızı”nı ve “Anahtar”ı okudum. Balzac’tan sonra ikisi de çok yavan geldi. “Daima para kazanmak için yazdım, edebiyat benim için yalnız bir vasıta olmuştur”, diyen romancıya ne kadar hayranlık duyulabilirdi.
Geçti yıllar.. Üzerinde iki yıl uğraştığım manzun “Hernani” tercümesini sunduğum Şehir Tiyatrosu, tercümeyi okumak zahmetine katlanmamış, edebî heyet başkanı Reşat Nuri, bakarız diye müsveddeleri bir tarafa atmıştı. Refik Halit edebî heyetin başkanlığına gelince, Hernani’yi saklandığı yerden çıkarıp kemal-i dikkatle okuttu. Beklemediğim bir anda kapım çalındı. Refik Halit, yanına karısını da almış, Hernani tercümesini büyük bir başarı sayarak tebrike gelmişti. İltifatlarını hatırladıkça hâlâ yüzüm kızarır. Edebî heyette bulunan Cevdet Perin, eserde kusur bulmak için büyük bir dikkatle eseri inceledikten sonra, “Cemil Meriç’i hiç sevmem, aleyhimde çok acı tenkitler yayımladı, fakat ne yapayım tercüme gerçekten kusursuz” demiş.