1966

LAMİA HANIM’A MEKTUPLAR

 

 

      5 Ekim 1966

      HER KADINDA SENİ ARADIM{2}

      Şuh bir bahar sabahı, şuh ama düşman. Gülümseyişleri nispet verir gibi. Şuh bir bahar sabahı. Saadet, mevsimlerin dışında yaşamak. Mevsimler, meçhule giden kuşlar gibi seni uzaktan selamlayıp geçecek.

      Ankara’dan kopar gibi ayrıldım. Tekerlekler rüyalarımı çiğniyordu. Ankara’dan kopar gibi ayrıldım. Ankara’da sen vardın. Ankara, sokaklarında kolkola dolaştığımız şehir. Ankara senin şehrin, ikimizin şehri. Bembeyaz bir sayfa idi Ankara. O şehirde kirli temiz hiçbir hatıram yoktu. O bembeyaz sayfaya hayatımızın en güzel şiirini yazdık. Ankara yoktu benim için. O hayal ülkesini halkeden* sendin. Yuvama gurbete gider gibi döndüm. İstanbul’a ilk gelişimi hatırlıyorum. Fetih ümitleri ile dolu idim. Bir gazaya koşuyordum; dudaklarımda meçhulün yani senin susuzluğun. Aynı yollardan sekiz gün ara ile geçmiştik 41’de. Ve tren bizi hayata götürüyordu. Kader hain bir rejisör, seni 41’de tanıyabilirdim, 42’de tanımalıydım.

      Aynı şehirde iki insan yaşıyordu. Birbirleri için yaratılmış iki insan. Ve mustariptiler ve yalnızdılar ve bekliyorlardı. Romeo ile Jülyet’i daha muhteşem, daha bütün, daha pırıl pırıl yaşayabilirlerdi. Aynı şehirde iki insan yaşıyordu. Yanyana idiler. Yanyana ve birbirlerinden habersiz. Kader kahkahalarla gülüyordu. Kahkahalarını mutlaka duymuşsundur. Ama kulaklarım sağırdılar. Bakışlarım belki de saçlarında, yanaklarında ürkek bir kelebek gibi dolaşmıştır. Ürkek ve aptal bir kelebek gibi. Görmeden.

      Her kadında yalnız seni aradım, kiminde saçların vardı, kiminde tenin, kiminde kahkahanın bir parçası. Bütün yazdıklarım bir davetti, bir arayışdı. Sana açılan bir kucaktı, her kitabım. Ders verirken senin için konuşuyordum. Seni seviyorum dediğim her kadında sevdiğim sendin. Ve yoktun ortada.

      Sana cehennemim ve cennetim dediğim zaman, Dantem benim, diye cevap vermiştin. Beatrice’m, Dante’yi Beatrice yarattı. “Komedya” bir şükranın, bir hayranlığın, bir vecdin kasidesi. Çok yorgunum, Beatriçem benim. Asırlara değil, sana seslenmek istiyorum. Şöhretten, ebediyetten bana ne? İstiyorum ki, bütün yazdıklarımı ve bütün yazacaklarımı yalnız sen okuyasın. Ben, bütün ilhamlarım, bütün rüyalarım, bütün vecitlerimle yalnız seni terennüm etmek, şarkılarımı yalnız senin için söylemek istiyorum. Seni tanıdıktan sonra bütün insanlar küçük geliyor bana. Bütün sesleri çirkin buluyorum. Bütün kadınlar tenekeden, tahtadan, topraktanmış gibi geliyor.

      Dört gün, dört gecede insanlığın Âdem’le başlayan macerasını yaşadım. Sende bütün kadınlar vardı. Havva’ydın, Meryem’din, Messalina’ydın. Ve sesin Hint ormanları gibi cıvıltılarla doluydu. Yılları aşınmış libaslar gibi attım üzerimden. 18 yaşındaydım. 18 yaşındaydın. Zamana “geçme dur” diye haykırdım ve zaman saygıyla kapımızda durdu:

      Dört gün dört gecede 4000 gün, 4000 gece yaşadık. Acıları ile kıvranışları ile, ürpertileri ile, zilletleri ile 4000 gün, 4000 gece.

      Dün akşam sesin, batan bir gemiden geliyordu: S.O.S., S.O.S.. Ve bir alev gibi doluyordu içime. Ölümün daveti gibi ürpertici idi. Ürpertici ve lezzetli. Sirenlerin cazibesini, seni tanıdıktan sonra anladım. Karanlıklarda gel, diyordun, kimseye görünmeden gel. Neden? Ben İhtiyar Will gibi düşünmüyorum. Sevgim günahım değil, gururum. Lamiam, sesin yaralı bir ceylanınkine benzemesin. Ümitle, güvenle kıvılcımlaşsın.{3}

      Lilliputlar Güliver’i zincirlemişler. Ve Samson’un saçlarını kesmiş seneler. Güliver o zincirleri bir silkinişte parçaladı. Ve Samson, kollarının eskisinden daha kuvvetli olduğunu hissediyor. Kuşkularından soyun, acılarını yen ve bekle. Ölelim, diyorsun. Yaşayamazsak ölelim. Kendini bırakma ümitsizliğe, sen benim kuvvetim, sen beni hayata bağlayan neşe.

      Sana kavuşmak için, senden ayrılmak zorundayım. Çalışmalıyım. Beraber olmak için paraya ihtiyacımız var. Kaderin aşkdan intikamı bu. İçimde zaptedilmez bir öfke şahlanıyor. Daha kendime gelemedim. Sarhoşum. Sana güveniyorum, seninim, ümitle, ihtirasla, iştiyakla seninim.

      Not: Saçının her telinden sorumlusun, her tebessümünden, her ıstırabından sorumlusun. Genç ve güzelsin, genç ve güzel kal. Ben de senin için neşeli olmağa, senin için kuvvetli olmağa çalışıyorum. Sana layık olmak istiyorum. Sana layık kalmak istiyorum. Bütünü ile senin.

 

 

 

 

      6 Ekim 1966

      BİLİYORUM Kİ BENİMSİN

      Ve gece bir denizkızı gibiydi. Şarkılarla başladı yıldız yıldız; köpük, köpük. Kâh bir çöl rüzgârı gibi yakıcı, kâh bir çöl gecesi kadar serin. Hangi beste sözün musikisiyle, sözün füsunuyla boy ölçüşebilir. Kelime kanattır, kelime buse.

      Ve gece bir denizkızı gibi başladı. Harikulade gözleri vardı gecenin. Ve saçları bir kucak alevdiler ve dudaklarında bütün yaraları kapayan, bütün zilletlerin hatırasını silen bir iksir. Neden Ülis, neden Ülis’in dostları denizkızlarına koşmazlar. Hayat da beynimizi kemirir, kalbimizi kemirir. Hem de çirkef bir kocakarı, şiirsiz, şarkısız. Sirenlere koşmamış Ülis, bir alay yavukluya dişi köpek cilveleri yapan Penelop’a koşmuş.

      Ve gece senin gibi başladı. Avuçların avuçlarımda rüyasını gördüğüm birer altın meyveydi, ölümsüzlük meyvesi. Birer güvercindi avuçların avuçlarımda, hayalimi uzak iklimlere kanatlandıran birer güvercin. O anda ölüm de hayat kadar güzeldi.

      Ve gece bir denizkızı gibi bitti. Birden güneş battı ufkumda. Yıldızlarım camdan birer fener gibi kırıldı. Kaderin sunduğu kadehi hıın ellerimle kırmamalıydım..”

      Bu eski bir mektuptan bir parça. Antakya dönüşü yazılmış. Şöyle bitiyor: “Şimdi cinnetin eşiğindeyim. Uçurumlardan ıslak bir rüzgâr esiyor...”

      Sonra dört gün, dört gece süren muhteşem bir rüya ve tekrar yalnızlık. Dün akşam tevekkül kokuyordu sesin, teslimiyet kokuyordu. Kendini alışkanlıkların kuş tüyü yatağına bırakmış gibiydin. Antakya küçük insanlar, küçük iştihalar, küçük günahlar ülkesi. Sen hâlâ o rezil iklimdesin. Uyuşturan, pelteleştiren, sersemleten bir iklim. Bütün levsleriyle* Sodom.

      Dışarda yağmur çiseliyor. Yine şuh bir bahar sabahı. Kaçta kaçın benim? Kanımda, kafamda sen varsın. Sesin yetmiyor bana. Seni bütün olarak istiyorum, etinle, iskeletinle, rüyalarınla bütün. Ve yalnız benim olarak. Mazini kıskanıyorum. Halini kıskanıyorum. Kendini rahat hissetmen beni kudurtuyor. Anlarsan anla, ben anlayamıyorum. Acı duymaman için derimi yüzdürtürüm, ama ayrılığın seni üzmediğini, yaralamadığınışünmek kanımı tepeme çıkartıyor. Üstelik buna imkân olmadığını da biliyorum. Biliyorum ki, benimsin, yalnız benim, ebediyen benim. Dudaklarım, dudaklarına, tenim tenine, ruhum ruhuna alevden harflerle damgasını vurmuştur. Bu damgayı ancak ölüm silebilir. Biliyorum ki mustaripsin. Ekim, kasım, aralık, ocak.. O zamana kadar yaşayacak mıyım? Vaham benim. Yine susuzum, eskisinden daha susuzum. Belki uzviyetin isyanı bu, korkunç bir isyan.

Tepeden tırnağa öperek..

 

      7 Ekim 1966

      STENDHAL VE “AŞK ÜSTÜNE”

      Yine şuh bir bahar sabahı. Ve yine yoksun. Akşam sesin ümitle ürperiyordu. Vaitlerle* doluydu. Yalnızım diyorsun. Benimle olmadıktan sonra, beraber olmadıktan sonra yalnız olmak en güzeli. Yalnızlık ellerin kahrını çekmekten bin kere daha güzel.

      Hakkın var. Metin olmalıyız. Bu ilk bakışta suni bir ıstırap. Nasıl olsa geleceksin, nasıl olsa birbirimiziniz. Ama senin için acı çekmemek, sana ihanet etmek gibi bir şey geliyor bana. Acı saadetin bir nevi kefareti imiş gibi geliyor. Unutmak ve avunmak ihanetlerin en büyüğüymüş gibi geliyor. Zaten bu gerginlik uzun süremez, sinirler çelikten de olsa gevşer. Ve sel yatağına çekilir. Çekilsin mi? Biliyorsun cananla beraber uyku uyunmaz. Aşk beslenmek ister, kalbimizle beslenir, uzviyetimizle beslenir. Aşk iki vücudun yanarak bir vücut haline gelişi.

      Saint-Simon’u yeniden ele aldım. Ama hiç sevmiyorum. Beni senden ayırıyor. Sonra sana göre bir kitap değil. Hâlbuki ben yalnız senin için yazmak, yalnız senin için yaratmak istiyorum. İçkiden nefret ediyorum. İçki seninle güzel. Bahardan nefret ediyorum. Bahar seninle muhteşem.

      Bilirsin ki, frenlerim çok sert. Meçhule kanatlanan duygularımı birden toprağa indirebilirim. Ama niçin? Çalışmak için, diyeceksin. Hep aynı rezil dava. Paraya ihtiyacımız var. Dudaklarımda hep senin alay etmek için söylediğin Tamara türküsü. Parmaklarımda saçların. Ve içimde kokun. Hiçbir kadına, hiçbir erkeğe tahammül edemiyorum. Ne istiyorum senden? Bütün olarak seni. Sonra, sonra ölmek istiyorum. Bu şikâyetler kaderi kızdırmasın. İnsan on sekiz yaşına dönünce, kişiliği değişiyor. Biraz zayıfladım. Ama çelik gibiyim. Jimnastiğe başladım. Az sonra denize gireceğim. Yanan alnımı ancak dalgalar serinletebilir. Yarın yeni bir kitaba başlayacağım: “Kadın ve Sosyalizm.” Bu kitabı senin için yazacağım.

      Şimdi Stendhal okuyalım seninle. Kitabın adı: “Aşk Üstüne”. Stendhal yaman bir yazar. Yalınkılıç bir üslubu var: tok ve pırıltılı. “Kırmızı ve Siyahı da seninle beraber okumak isterdim. Bütün sevdiğim kitaplar gibi. Birden Dante’yi hatırladım. Cehennem’in en güzel parçası Rimini Âşıkları. Bir aşk hikâyesi okuyan iki sevgili ve birleşen dudaklar. O gün daha fazla okuyamadılar, diyor Dante. Sonra öldürülen sevgililer ve Cehennemin kasırgası içinde boyuna birlikte kanat çırparak dolaşan iki kanatlı vücut.

       “Kırmızı ve Siyah”ın Madam dö Renal’ı sana ne kadar benzer bilmiyorum. Seni tanımadan önce çok severdim onu. Şefkatiyle, ihtirasıyla, günahları, vicdan azaplarıyla büyük kadın. Büyük yani bütün. Julien Sorel’den iğrenirim. Belki kıskanırım da onu, Ben bütün erkekleri kıskanırım. Kırmızı ve Siyah’ın âşıkları var. Bu roman okununca biten kitaplardan değil, sizinle gelişen kitaplardan. Her okuyuşta yeni, her okuyuşta derin, senin gibi. Kırmızı ve Siyah’ı sana başka bir gün anlatacağım.

      On dokuzuncu asır Fransa’sında aşk üstüne binlerce kitap yazılmış. Ama bunlardan yalnız üçü yaşıyor: birini, büyük bir tarihçi, Michelet yazmış, ikincisi Balzac’ın, üçüncüsü Stendhal’ınki.

      Michelet, karısı öldükten sonra kendisinden 23 yaş küçük bir kızla evlenir. Kitap baştanbaşa bir neşide, bir şükran neşidesi. “Evlenmenin Fizyolojisi” Balzac’ın ilk kapışılan eseri. Genç romancıya şöhretin kapılarını bu roman açar. Hayâsız bir realizm. Stendhal, “eserimi yüz kişi okusun yeter” diyordu. On yılda on yedi okuyucu bulabildi. Romancı, kitabın bir geminin ambarında safra gibi kullanıldığını söyler.

      Zavallı Stendhal. Sevdiği kadınlardan hemen hiçbirine sahip olamamış. Ama sayısız metresi var. Kitap, yaşayan, acı çeken, gururu yaralanan, her türlü rüsvalığa aşina büyük bir psikologun müşahadelerini kelimeleştiriyor. Salonlarda yazmış kitabı Stendhal. Önce bir konser programının arkasına çiziştirilen notlar, sonra hep aynı titizlikle günü gününe kaydedilen intibalar. İskambil kâğıtlarına, kâğıt parçalarına... Duyguların ürkek kelebekler gibi kaçmasını istememiş üstat, hemen iğnelemiş onları.

      Aşk, Stendhal için bir ruh hastalığı. Yazar bu hastalığın bütün arazını büyük bir soğukkanlılıkla gözönüne serer. Adeta bir fizyolojistle karşı karşıyayız. Ama her şeye rağmen kitap bir nevi jurnal. Yaşayan, yaralanan bir fikir adamının jurnali. Esere önsöz yazan bir Akademi azasına göre “aşkta kendi yarattığımız vehimden haz alırız” diyen Stendhal aşk hayatında bu inancın kurbanı oldu. Kadınların karşısında fazla hülyaya dalıyordu. Âşık olmak bir piyango bileti almak. Saadet, büyük ikramiyesi idi bu biletin. Stendhal’e göre sevmek, bütün hayal gücümüzü harekete geçirmektir. Aşkı devam ettiren, kafa. Kadın var, sadece fiziktir ve yalnız görünce arzularsınız. Neden? Hayale hitap etmez de ondan. Aşkın tek yaratıcısı hayaldir, iki nevi muhayyile var. Biri yıldırım gibi çarpar insanı, sabırsızdır, her şeyi sevginin çıkarına kullanır ve hemen harekete zorlar. Öteki hayalperesttir, ağır işler, vefakârdır. Birincisinde kafa kalbin emrindedir. Stendhal’in meşhur kristalizasyon-billurlaşma teorisinin kaynağı bu. Billurlaştırmak, hayalin sevgiliye kendisinde olmayan vasıflar eklemesi ve onu süslemesi, güzelleştirmesidir.  “Hangi güzellik akla gelse hemen sevgilimize kondururuz”. Salzbourg tuzlalarına atılan kuru dallar, bir zaman sonra bir kristal hevengi* olarak çıkartılırmış; artık dal kaybolurmuş, gözleri kamaşırmış insanın. Kâinatta farkına vardığımız her yeni güzellik, bizi hayrete düşüren bir keşif olup çıkar. Aa, deriz, tıpkı onun sesi, tıpkı onun bakışı, tıpkı onun kahkahası. Kristalizasyon yüzünden günün birinde kendi yarattığımız bir hayale âşık olduğumuzu, hayretler içinde görürüz. Tecrübe güvensizlik yaratır. Gittikçe kristalizasyon kabiliyetimiz azalır. İkinci aşk, yozlaşmış bir aşktır. Hiçbir zaman on altı yaşının heyecanlarını tekrar yaşayamaz. Aşkın hazları, ilham ettiği korkular ölçüsünde büyüktür. Korku, kıskançlık, mesut aşkları can sıkıntısından korur. Kavga da aşkı yaşatan olaylardan biri, başlıcası. Kafaya atılan şamdanlar can sıkıntısını önler. Kadında hayal daha geniştir. Gergef başındaki kadın, hareket halindeki erkekden daha rahat kristalizasyon yapabilir. Kolay kadınlar bu kabiliyetten mahrumdurlar.

 

      9 Ekim 1966

      HAYRANLIK, ÜMİT VE ŞÜPHE

      Karanlıktan gelen bir ses. Telaşlı ve korkak: “Nasılsınız? Kısa konuşalım. Misafirlerim var..” Sonra başka sesler. Tırmalayan, yaralayan bir sürü ses. 24 saat bekledikten sonra üç dakika konuşamamak. Zaten ne konuşuyorduk ki? Telefonda bile başbaşa kakmamak, kozasını yırtamamak. Gönlünü susturmak.

      Stendhal aşkı dörde ayırıyor: Birincisi gerçek aşk. Yani amour-passion. Sana Abelard ile Heloise’den bahsetmiştim. Abelard Ortaçağın en büyük fikir adamlarından biri. Ve tabii rahip. Talebesi Heloise’e tutulur. Genç kızın dayısı Abelard’ı adamlarına yakalatıp korkunç bir ameliyata tâbi tutar. Ama Heloise’in Abelard’a karşı sevgisi ölünceye kadar devam eder. Amour-passion bu. Bütün şartları yenen, fiziğe aldırış etmeyen bir nevi communion.

      İkinci aşk bir övünme vesilesi: Amour-goût. Başkaları için sevişilir, gösteriş için sevişilir. Erkek genç ve güzel metresiyle fiyaka satacaktır. Kadın meşhur bir hergeleye sahip olmanın gururu içindedir. Yanlış anlattım, bu amour-vanite, yani aşka en az benzeyen aşk. Hatta çok defa fizik bir zevkle de halelenmeyen garip bir fuhuş.

      Amour-goût: XVIII. asır Fransa’sındaki aşk. Bu tabloda gölgeler bile gül rengi. Nezaket, zerafet, kibarlık. Hıınlık yok, fırtına yok, öfke yasak. Yapılacak her şey önceden bilinir. Soğuk ve cici bir minyatür. Amour-Passion başımıza belalar açar, bizi tehlikelere sürükler, rüsva eder. Amour-goût menfaatlerimizle çok iyi uyuşur. Bu zavallı aşkın da başlıca desteği gurur. Koltuk değneklerine dayanarak yürüyen tuhaf bir aşk.

      Fizik aşk, malum. Etin ete hasreti. Başladığı yerde biter. Bütün aşklar aynı kanunlara uyar.

      Aşkın başlangıcı hayranlık. Kimbilir ne büyük haz onunla sevişmek, deriz. Sonra ümit. Sevgilinin kemalatına* dikkat kesilinir. Ümit, en çekingen kadının bile gözlerinden okunur. Aşk belli eder kendini, ilk kristalizasyon başlar. Aşkından emin olduğumuz bir kadını dünyanın bütün güzellikleri ile süsleriz. Saadetimizi ballandırdıkça ballandırırız. Beklemediğimiz anda harikulade bir armağana konmuşuzdur. Bizimdir veya mutlaka bizim olacaktır. Onu yücelttikçe yüceltiriz. Ve kırık dal, Salzbourg tuzlalarındaki gibi, bir kristal hevengi olur. Artık tabiat yalnız onunla güzeldir. Bir yolcu yaz günleri portakal bahçelerinin serinliğinden bahseder. Hemen ah, dersiniz böyle bir bahçede onunla beraber olabilsek. Arkadaşlarınızdan biri, avda kolunu kırar. İçinizden geçen şudur: ne olurdu benim kolum kırılsaydı, gelir, şefkatle tedavi ederdi. Onunla beraber olduktan sonra her acı mukaddestir. Yabaninin düşünceye vakti yok. Onun için, aşkı tanımaz. Çiftleşir ve geçer. Dişisi bir dişi hayvandır. Hassas bir kadın bütünü ile sever ve ancak bütünü ile sevdiği zaman fiziki haz duyar.

      Sonra? Sonra şüphe doğar. Âşık hayranlıktan usanır. Sahip olmak ister, emin olmak ister. İlgisizlik görür, soğuklukla karşılaşır. Aşık, ümitlerinin hemen gerçekleşmediğini görerek, kuşkulanmaya başlar. Kendini başka zevklere verir, içer, gezer, okur. Ama görür ki, “o neşe kalmamış peymanelerde*.” Büyük bir felaket korkusu içindedir, ikinci kristalizasyon başlar; beni seviyor. Evet, seviyor. Ve kristalizasyon sevgilide yeni cazibeler keşfetmeye yönelir. Sonra yine şüphe canına okur, boğazına sarılır. Nefesi kesilir; ve dehşet içinde kekeler: acaba seviyor mu? Onsuz yaşayamam diye tutturur, zavallı âşık, başka hiçbir kadın onun kollarında tadacağım saadeti veremez bana, der. Bundan emindir. Bu emniyet, korkunç bir uçurumun kenarındaki bu yol, yani saadetle bedbahtlık arasındaki bu gidiş-geliş, ikinci kristalizasyonun önemini arttırır. Âşık şu üç düşünce arasında yalpa vurur:

1.       Dünyanın bütün cazibeleri onda,

2.       Beni seviyor,

3.       Aşkından nasıl emin olabilirim?

      Bir vehme kurban gittiğini düşünmek, yani kristalizasyonun kısmen de olsa bozulması âşık için acıların en büyüğü, insan kristalizasyonun bütününden şüpheye düşer.

      Aşkın doğması için minnacık bir ümit yeter, iki üç gün sonra sönebilir ümit, ama aşk bir kere doğmuştur. Âşık felaketlerin acısını tatmışsa, hassas ve hayalperestse, başka kadınlardan ümidi kesmişse, sevdiğine karşı derin bir hayranlık duyuyorsa hiçbir bayağı haz, hiçbir gündelik eğlence onu ikinci kristalizasyondan alıkoyamaz. Günün birinde sevgilisinin hoşuna gideceğini tahayyül etmek herhangi bir kadınla vuslattan daha çok hoşuna gider. Kadın bu devrede açıktan açığa hakaret etmedikçe, ümitlerini kırmadıkça kristalizasyon devam eder. Yaşlıların kristalizasyona gitmesi için kuvvetle ümit etmeleri şarttır. Aşkın devamını sağlayan, ikinci kristalizasyon. Her an sevmek veya ölmek heyecanı. Bu heyecan insanın içine kök salar. Kanına karışır. Karakter ne kadar kuvvetli ise, vefasızlığa o kadar az kabiliyetlidir. Çabucak teslim olan kadınlar için böyle bir kristalizasyon pek nadiren bahis konusudur. İkinci kristalizasyondan sonra, yabancılar tuzlaya düşen dalı tanıyamazlar artık. Dal, göremedikleri kristallerle süslenmiştir. Yahut onların meziyet saymadığı meziyetlerle halelidir. Yalnız sevenin gönlü, sevilende sonsuz meziyetler bulur ve görür. Demek yedi merhale var aşkta:

1.       Hayranlık.

2.       Onunla olmak ne büyük haz.

3.       Ümit.

4.       Aşk doğmuştur.

5.       İlk kristalizasyon.

6.       Şüphenin belirişi.

7.       İkinci kristalizasyon.

      Birinci merhale ile ikincisi arasında bir yıl geçebilir. İkiyle üç arasında bir ay. Ümit belirmezse yavaş yavaş ikinci merhale sönüp gider. Üçle dört arasındaki zaman bir göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Dörtle beş arasında fasıla yok. Altıyla yedi arasında da öyle. Aşk fievre’e* benzer, iradenin dışında doğar ve ölür. Aşkın yaşı olmaz. Madam dü Deffant ile Horace Walpole’un aşkı.

      Denize gireceğim. Haydi eyvallah.

 

      10 Ekim 1966/Saat 9.35

      HENÜZ DİYALOGA BAŞLAYAMADIK

      Ya gelmezse? Gelmezse öldürürüm. On, on beş gün önce, tam bu dakikalarda, dünyanın en bahtiyar insanlarından biriydim. Yanımdaydınız. Ve önümüzde ebediyet kadar uzun günler vardı: Her anı ebediyete bedel günler. Westminister-Hall’de,  yanılmıyorsam birinci Charles Stuart’ın hatırasıyla ilgili bir cümle, hafızamı rahatsız ediyor: baltayla oynamayınız. Balta, Stuart için kelleler koparan bir silahdı. Ve kellesi baltayla koparıldı. Baltayla oynamayınız.

      Size rastladığım zaman, içimde yeni kapanan bir yara vardı. Bir kadını kalabalık bir gazinoda tokatlamıştım. Öldürülmeye değmezdi. Tokatlanmaya da değmezdi. Ben geniş hayalli adamım. Herhangi bir dal parçasını, herhangi bir iskeleti kristallerde donatacak kadar zengin bir iç dünyam var. İstediğimi sevebilirim. Yalnız büyüyü bozmak güç. Size rastladığım zaman, yorgundum. Ve arıyordum. Beklenileni, ümit edilmeyeni. Sesiniz bir vaatti, bir müjde idi. Aşkın birinci safhası, merhabanızla başladı. İşte rüyalarımın kadını dedim. Orada ne arıyordunuz? Burası beni ilgilendirmiyordu. Orası yoktu artık. Başbaşa kaldığımız insansız bir vuslat yuvası idi her yer. İkinci gece, büsbütün benimdiniz. Sonra Antakya’dan kaçış. Saadetten, kaderden, sizden. Ve o kısa mülakat aylarımı zehreden bir azap oldu. Pafnüs ile Tais hikâyesi. Hazineyi bir canavar bekliyordu. Bir hatta iki canavar. Ve acaba hazine.. Aradan bir buçuk yıl geçti. Sizi unutamıyordum. Kristalizasyonun ikinci safhası Antakya’da başladı. Şüphe, kıskançlık, nefret, nihayet İstanbul. Benim için nesiniz? Her şey ve hiçbir şey. Belki çaldığım son kapı. Kristalizasyon devam ediyor. Hâlbuki vücudunuzu avucumun içi gibi biliyorum. Ne zaaflarınız, ne kuvvetleriniz meçhulüm. Benimsiniz. Benim oldunuz. Benim olacaksınız. Ama yine de okunmamış bir kitap gibisiniz. Yegânesiniz. Ve yegâneyim. Günlerim sizinle başlıyor ve sizinle bitiyor. Dal, bir tuzlaya değil, bir yangına düştü.

      Akşam, misafirlerim vardı. Bir kurmay albayla karısı. Kadının adı Lamia idi. Genç, güzel bir kadın. Albay adi bir çapkın. Kadın bedbaht. Senin ismini taşıyor diye kadına iltifatta bulundum. Ve bir an, ilhamım kanatlandı. Konuştum. Evvelsi akşam misafirlerim vardı. Konuşmadım ve sofrada uyudum. Misafirler içinde sana benzeyen yoktu çünkü. Herkesten kaçıyorum. Belki aşkın güzelliği burada. Yalnız senin olmak istiyorum. Vücudumla, kafamla, duygularımla. Üç gündür denize giriyorum. Jimnastik yapıyorum. Bir hayli zayıfladım. Bütün bunlar senin için. İstiyorum ki yanında erkeklerin en güzeli, en güçlüsü, en harikuladesi olayım. Bir gazetede her gün yazı yazmamı teklif ettiler. Sırf senin için yazmayışündüm. Ama birden bir sözün geldi aklıma: Senin için yükselmek istiyorum, demiştim, benimle iftihar etmeni istiyorum. Daha nereye yükseleceksin diye cevap vermiştin. Eski Yunanı yaratan harikulade kadınlar Lais, Lamya, Frine senin kadar mükemmel miydiler? Sen ki, on altısında bir çocuktan daha saf ve bir Messalina’dan daha günahkârsın, uçurumum, göğüm benim.. Dün telefon kulağıma müjdelerin en güzelini fısıldadı: yakında buluşacağız. Karanlıkları dağıtan ve zindanımın duvarlarını yıkan bir müjde bu. Tepeden tırnağa kadar alev, arzu, ihtiras, şefkat ve şehvet. Tepeden tırnağa kadar sabırsızlık, heyecan ve ürperti içinde bekliyorum.

      Mektubunu almadım daha. Telefon bir hayli muziplikler yapıyor. Ankara’da bir akşam seni beklemek için randevumu kaçırdım. Misafirlerim vardı, lokantada bekleyip gitmişler, İstanbul daha da karışık; bu semtteki dostlardan hiçbirinin telefonu yok. Emrimde bir telefon var, fakat kullanamam. Bazan üç dakika sesini duymak için akla gelmedik müşkülleri yenmek gerekiyor. Mesela tam misafirlerle otururken çıkıp iki saat kaybolmak. Sesini duymak için daha büyük hünerler de gösteririm. Bu bir şikâyet değil, bir ilan-ı aşk. Yine şuh bir bahar sabahı, yine damarlarımdaki kan arzu ile tomurcuklaşıyor. (...){4}Ay sonunda mutlaka bekliyorum. Yoksa her türlü çılgınlığı yapabilirim. Cinayetlerin her türlüsü bana oyuncak gibi geliyor. Belki suç baharda. Henüz diyaloga başlayamadık.

      Daha doğrusu yirmi ay önce başlayan diyalog devam ediyor. Mektupları düzeltmiyorum, Kortan’da sana yazdırdığım gibi yazdırıyorum. “Kadın ve Sosyalizm”e başladım. Bugün sizinkilerle görüşeceğim. Senin bir parçan oldukları için çok özledim onları da. Ve ancak onlara tahammül edebileceğimi umuyorum. Kadınım benim, ihtirasla.

 

      11 Ekim 1966

      AŞKA GİDEN YOL DİKENLİ

      Sesin yine Hint ormanları gibi. Esrarlı cıvıltılarla dolu. Kalbinin derinliklerinden geliyor. Kalbinin yani kalbimin. Rüyada mıyım diyorum. Kendi kendimle mi konuşmaktayım? Daha içli, daha kadın, bir bakıma daha cesur bir ben. Dün akşama kadar seninle doluydum. Ağzıma kadar seninle doluydum. Kadehle mey kaynaşmıştılar. Oturduğun koltuğu perestişle okşadım. Ve eski sevgilerime, eski hayal kırıklıklarıma, eski hatıralarıma sığındım. Belki senden kaçmak, belki seni bulmak için. Jurnalimde hep sen vardın. 62’de sen, 63’de sen, 64’de sen.

      Bir cin, bir prensese büyü yapmıştı. Senin o mezbeledeki hayatını başka türlü izah edemiyordum. Ben gönlünü feda ederek o masal melikesini kurtaran şehzade. Sevmek için yaratılmıştın. Bütününle sevmek ve bütününle sevilmek. Maziden ancak yanarak temizlenilebilir. Gözyaşlarında yıkanılarak temizlenilir.

      Dün akşama kadar, seninle doluydum. Dağlara, taşlara adını haykırmak istiyordum. Sen olmayan hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Dudak dudağa ölmek veya dudak dudağa yaşamak.

      Kendimi sana layık görmüyordum. Gençliğim, allahsız bir çölde akıp giden başıboş bir ırmaktı. Sularında sen yıkanmalıydın. Sana yazdıklarımdan utanıyordum. Kelimeler neden kâğıdı yakmıyorlardı? Neden içimdeki yangını, içimdeki coşkunluğu sese kalbedemiyordum?  İlk defa olarak Tur-u Sina’daki Musa’nın aczi içindeydim. Gözlerim kamaşmıştı. Ve kekeliyordum. İlk defa olarak anlıyordum Oscar Wilde’i: Oduncu ormanda gördüğü perilerden söz edermiş her akşam. Bir akşam gerçekten bir peri görmüş ve nutku tutulmuş. Sana hislerimi bütün coşkuluğu ile anlatmaktan korkuyordum. Ya beni küçümserse diyordum, ya zayıf bulursa, ya sevmezse? Ama sevginin maskeye ihtiyacı yoktu, koltuk değneklerine ihtiyacı yoktu. Tektim. Ve beni bütünümle seviyordun. Sevmeye mahkûmdun. Yalnız beni sevmiştin ve yalnız beni sevecektin. Bu senin ilk ve son aşkındı. Sonra birden çirkin bir hayalet dünyamı zindan ediyordu. Ohumsun benim demiştin, dudakların bu hitabı yalnız benim için mi kullanmıştı acaba? Her şeyi kırıp dökmek istiyordum. Sonra tekrar sesini duyuyordum: bir pınar sesi kadar berraktı, bir kuş cıvıltısı kadar bakir. Tais, Taisim benim.

      Saat dörtte Babür geldi. Dolaşmaya çıktık. İstanbul’a geldim geleli, ilk defa olarak seni yakından tanıyan biri ile başbaşa idim. Aşk insanı gerçekten çocuklaştırıyor. Babür seninle olan dostluğumuzun tehlikelerinden söz açtı. Veysi’nin ezginliğinden söz açtı. Tatsız bir konuşma. Biraz şantaj kokuyordu sözleri. Kapanmasını istediğim maziyi tekrar hatırlattı. Bilmediğim bazı sahneleri anlattı. Babür inanan veya inanmış görünen bir adam. Yani yobaz. Dostluğumuz menfaati icabı. Ama bunu istismar etmek istiyor. Bu küstahlığın hudutları nereye varacak bilmiyorum? Fakat ihtiyatlı olmak zorundayız. Ben bu adamı seni sevdiğim için muhitime soktum. Dün kötü bir akşam geçirdim. Seni değil, Babür’ü düşündüm. Babür’ü yani realiteyi. Ne yapabilirdik, ne yapabilirdi? Veysi senin çocuğun. Ve iyi bir çocuk. Ona karşı kayıtsız kalamam. Ben bu üç insanı, Veysi’yi, Ayşe’yi, Babür’ü küçültecek, bu üç insanın yüzünü kızartacak, onları annelerinden utandıracak her hareketi cinayet sayarım. Daha ilk görüşmemizde saadetimi başkalarının ıstırabı üzerine kuramam demiştim. Kayam, mazi bütün acılığıyla her an karşımıza çıkıyor. Ondan nasıl kurtulacağız?

      Masamın başına bu acışüncelerle geçtim. 5 Ekim tarihli iki mektubun bütün sisleri dağıttı. Maziden kurtulmuştuk bile. Ormanda uyuyan güzelim benim. Sen ömür boyu bir kâbusu yaşamıştın. Anlaşılmamıştın, sevilmemiştin. Beklediğin şehzade biraz geç geldi. Biraz yorgun, ama masallardakinden çok daha ateşli.

      Ben seni değil, kendimi kurtardım. Kendi rüyamı. Gerçekte fazileti, masumiyeti kurtardım. Sen kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. Çöldeki kaynaktan çakallar su içmiş. Kaynağa ne? Kaynak daima serin, daima temiz. Babür’e teşekkür borçluyum. Seninle öyle doluydum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum. Babür beni gökten yere indirdi. Gökte seninle kanat çırpıyorduk. Rimini âşıkları gibi. Ve hava kasırgalıydı.

      O gün daha fazla okuyamadılar diyordu. Dudaklarında ruhları kaynaştı. Sonra canavar bir kocanın kılıcı iki sevgiliyi toprağa çiviledi. Nerede o canavar koca?

      Bir gece hummasız yaşadım. Belki humma daha güzeldi. Ne belkisi? Ama uzviyet ne kadar dayanabilir bu gerginliğe? Babür’e teşekkür borçluyum. (...) Ben o hummanın içinde erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak, ışık olmak, efsane olmak. Romeo ile Jülyet ne kadar yaşadılar. Bir gece. Biz hâlâ yaşıyoruz. Dudaklarımda dudaklarının, parmaklarımda teninin, kulaklarımda sesinin lezzeti. Ben senim, sen bensin. Aynı korkuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete arafdan girilir. Arafdan ve cehennemden. Santa Maria Magdalena, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Santa Mariam benim. Gerçek bir nedametin fazilete çevirmeyeceği hiçbir günah yok. Santa Maria İsa’yı geç tanıdı. Suç onun değil, İsa’nın. Aşka giden yol daima dikenlidir. Aşka ve kutsiyete. Bir alev denizinden geçilerek varılan vuslat, gerçek vuslattır. Bütün azizeler günah berzahından geçtiler. Günah ve çile berzahından. Marionum benim. Didier seni bekliyor. Günahlar gözyaşlarımda yıkanır dedim. Gözyaşlarında yani aşkta. Sevmek tanrılaşmaktır. Tanrı’nın günahı olmaz. Ama bütün benliğinle seveceksin. Ölesiye seveceksin. Dişi bir köpeğin ihtiyacı değil, sevgi. Mektubunu bir Heloise imzalayabilirdi. Bir Heloise, bir Sainte-Therese veya bir Tais. Şimdi senden ayrı yaşadığım son sekiz on saat içersinde düşündüklerimi kelimeleştirdiğim için utanıyorum. Senin için, senin saadetin için, senin gözyaşlarının dinmesi için, senin yüzünün kızarmaması için kendimi her an feda edebilirim. Senin için çarmıha gerilebilirim, Santa Mariam. Ama bütün bu küçük hesaplardan, bütün bu sivrisinek vızıltılarından bize ne? İnsanlara ne borçluyuz? Hiç. Tesadüfen bizi tanımaları hayatlarının tek şerefi, tek hadisesi, tek manası. Onlara ne borçluyuz ki? Senin dokunduğun, seni tanıyan her şey kutsal olmasa idi.. Geçelim.

      Yalnızsın ve benimlesin. Beni çıldırtan çok az yalnız kalmak. Çok az yalnızım ama daima seninleyim. Bu itibarla etrafımdakilerin boğazına sarılmak, onları yok etmek istiyorum. Rüyamı bozuyorlar. Ölmeyelim, Santa Mariam yahut tek başımıza ölmeyelim. Bu sabah senden koptuğumu sanıyordum, kurtuldu ya diyordum, çocuklarına döner. Ve ben çamurdan koparıp vazosuna koyduğum bu muhteşem zambağın hatırasını minnetle yadederim. Mektubun yeniden büyüledi beni. Bu zambağın saksısı kalbim. Bu zambak bütün ihtişamı ile ancak benim göğsümde açabilir. Yeniden rüyamın, hummamın içindeyim. Evet, ben de delirmekten korkuyorum, yaşayamamaktan korkuyorum. Kilometrelerce uzakta aynı ıstırabı yaşıyoruz. Ben içmiyorum da. Sensiz içmek, sensiz gülmek, sensiz huzur bana ihanet gibi geliyor. Keşke dudak dudağa can verseydik.

      Eğer her mektubun böyle alevle yazılacaksa ben nasıl dayanacağım? Yine şuh bir bahar sabahı. Ekim sonunu Mesih bekler gibi bekliyorum. Mektupların, mektupların alev alev. Kalbini kâğıda işleyebiliyorsun. Benim, bütün kadınları kendinde toplayan kadınım. Bana layık ol. Bana layık kal. Diriyim, kuvvetliyim, ümitle; ihtirasla doluyum. Yalnız seninim. Ve yalnız beni düşündüğün müddetçe aşkımızın ömrü ebedidir. Büyüyü ancak ihanetin bozar. Manevi ihanetin. Bir an için gözbebeklerinde raksedecek herhangi bir yabancı hayal, o zaman bu rüya kâbusa döner ve bir uçurumun kenarında uyanırsın. Seni bütün olarak istiyorum, günahlarınla, mazinle, rüyalarınla istiyorum. O mazi olmasa bugün bu kadar benim olmazdın. Bana susuzsun, bana yani sevgiye, temize ve hudutsuza. Bir akşamın için ruhumu Mefisto’ya verirdim. Fakat sen yalnız bir akşam değilsin. Keşke binlerce ruhum olsa, her akşamın için birini verebilsem. Seni, kadınların en güzeli, bütün ruhumla seviyorum. Hem on sekiz yaşın çılgınlığı, hem 48’in susuzluğu ile seviyorum. Nasıl istersen öyle seviyorum. Ve emrediyorum, sahibin olarak, kurtarıcın olarak, erkeğin olarak: yaşayacaksın, yaşayacaksın, kendine bakacaksın. Geceleri uykusuzluk yok, içki azaltılacak, sigara azaltılacak.

      Gerçekten seviyorsan fedakârlıklara alışmalısın. Aşk fedakârlık demek. En küçük nazlarını feda edemiyorsan, alışkanlıklar seni tehlikeden tehlikeye atabilir. O zaman ben yokum. Sevgilimden zalim bir riyazet istemiyorum. Kendine bak. Aşkımıza layık ol. Aşka layık ol. Bu akşam sesini duymaya çalışacağım, içinde eriyerek.

 

      12 Ekim 1966 / Saat 10.00

      HAYATIM BİR TRAJEDİ

      Tam başlarken Halil Bey geldi. Meşhur komprador dostumuz. Çok zayıflamış buldu beni. Gerçekten de yemiyor, içmiyorum. Hâlâ bir rüyanın içindeyim. Hâlâ yanıyorum. İçimde hep aynı zalim korku: yaşayacak mıyım? Ya uzviyetim bana oyun ederse? Her ayak sesi, beynimde korkunç akisler yaratıyor. Seninle yalnız kalmak, yalnız seni düşünmek, ağlamak, ağlamak istiyorum. Gözyaşlarımda erimek, senin için akan gözyaşlarımda, seninle dolu gözyaşlarımda. Sinirlerim kopacak gibi gergin. Ve düşüncelerim alevden bulutlar gibi. İlk defa olarak Kerem’i anlıyorum. Stendhal’i anlıyorum. Aşk bir hastalık. Hem de öldüren bir hastalık.

      Kadın hiçbir zaman birkaç nefes çekilip atılan bir sigara olmadı, benim için. İçindeki şarap tüketilince fırlatılan bir kadeh olmadı. Aşkın ta kendisiydim. Bu değil sana söylemek istediğim, bunlar değil. Bunları zaten biliyorsun. Trajedimi defalarca dinledin. Dinlemesen bile sezerdin. Beni bütün yaralarımla tanıyorsun. Bütün yaralarım, bütün zilletlerim, bütün hayalkırıklıklarımla.  Yine ayak sesleri ve kopan tel ve kesilen ahenk ve kâinata küfür ve Tanrı’ya isyan...

      On üç ikinci kânun 1942. Genç bir adam bir kapıyı çalıyor. Şefkata susuz, hayata susuz. Hapishane, dostların ihaneti, kopuşlar, yuvarlanışlar. Tenin açlığı, ruhun açlığı ve anlaşılmayan bir kalp ve anlaşılmayan bir kafa ve anlaşılmayan bir vücut. Bir pansiyon odasındadır. Koca şehirde yapayalnız. Dehasıyla yalnız, kültürüyle yalnız, ıstıraplarıylâ yalnız. On üç ikinci kânun 1942. Ve tahta kapıyı, bir mezarın kapısını çalar gibi yumruklayan eller. Soğuk bir kış günü. Sırtında paltosu var mıydı, hatırlamıyor. Belki bir dosta iki kadeh rakı ısmarlamak için satmıştır. Bütün hayatı vermekle geçti. Bilgisini, zamanını, kalbini. Başkalarında yaşadı, başkaları için yaşadı. Kendisinin olmayan bir dava yüzünden damgalandı. Ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladılar. Hayatı bir delinin yazdığı hikâye. O çakalların bile içmediği bir kaynak. Karşısına çıkan kadından hoşlanmıyor. Evden hoşlanmıyor. Dekordan hoşlanmıyor. Ama o kadar yalnız ki. Sonra minnetle dolu yıllar. Minnetle ve mihnetle, iki kutbun karşılaşması. Ben heyecandım, spontaneite’idim,  şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı. Fırtınasız bir liman, iki insan birbirinden bu kadar farklı olabilirdi. Önceleri bir manastıra giriş gibiydi bu izdivaç. Uzun süren bir ıstıraptan başka bir ıstıraba, bir zilletden bir zillete geçiş gibiydi. Bütün kadınları seviyordum ve bütün kadınlara düşmandım. Çaldığım hiçbir kapıılmamışdı. Kazara çaldığım tek kapııldı. Belki evlenmesem bir sabah gazetesinde bir intihar haberi okurdunuz. 24 yaşlarında bir üniversite talebesi v.s. Karım benimle evlenmeye nasıl cesaret etti, hâlâ anlamıyorum. Ya çok zekiydi, ya çok ahmak. Ben herhangi bir meçhul değildim. Kasırga idim. Hayretim hayranlık oldu. Adeta biz mümkün olmayanı başardık. Bu kahkahalarla gülünecek izdivaç en iyimser tahminlerle bir mevsim sürerdi. Aracılık yapan sözde dostlar bile, “adam diyorlardı, hele bir evlen. Sırtında yumurta küfesi yok ya. Sen erkeksin.” Karım mükemmel bir anneydi. Bayağı tarafı yoktu, temizdi, safdı, eski Roma’nın istikrarını, üstünlüğünü yapan feragatkâr, vazifeşinas kadınlardan biri. Kasırgadan kaçmak isteyene her geminin güvenle sığınacağı bir liman. Ben kasırgaya susuzdum. Kendimi kitapların zindanına gömdüm, kitapların ve vazifemin. Korkunç bir mücadele oldu bu. Fren, fren, fren. Sizi intihardan kurtaran bir insanı hayalkırıklığına uğratmamak. Ben en küçük borçlarını gerekirse kanıyla ödeyen adamım. Mademki, sevebileceklerim anlamamıştı beni, mademki, ruhumu Mefisto’ya satar gibi evlenmiştim, mademki bahtiyar olamayacaktım, bir başkasını bahtiyar etmeliydim. Bu da bahtiyar olmanın bir başka yolu idi. Zaten ben daima başkalarında bahtiyar olmuştum, başkalarıyla bahtiyar olmuştum. Bu satırları yazdığım masada oğlumun beşiği dururdu. Neler çektiğimi anlatamam. Verdiğim sözden dönmemek için harcadığım gayretle birkaç Himala’yı devirebilirdim.

      Yine şuh bir sonbahar günü. Bu dekor benim kalverim. Ben burada yıllarca çarmıha gerildim. Bir kere ölmemek için bin kere ölüm. Bu şahane dekor içinde Hazreti Eyüb’ün gübre yığınını hasretle aradım yıllarca. Ve bu şahane dekordan kaçtım. Vebadan kaçar gibi, bedduadan kaçar gibi. Bu plajda geçen dakikalar kuduz bir köpeğin zehrinden daha çıldırtıcıdır, Manastır, hastahane veya hapishane... Dünyanın bu en güzel manzarasından daha iç açıcı idiler. Öldürmememek için ölmek. Peki, ölürsen başkaları ölmeyecek mi? Kader müstehzi bir rejisör. Bu satırları karımın önünde yazdırdım. Ve haksız mıyım dîye sordum ona, hayır dedi. Seni yaralıyor muyum dedim, hayır dedi. Ben iki buçuk liraya bütün mukaddesatlarını satmaya amade bu garip muhitte feragatimle deliydim. Plajın yarısı karımındı. Ve ekmek parası kazanmak için günde on iki saat çalışıyordum. Aç yattığımız oldu. Kadından yalnız şefkat istiyordum. Yalnız şefkat ve bir kucak et. Feragatimi aktörlük sanıyorlardı. Aktörlük veya eşeklik. Ben jigolo değildim. Belki jigoloydum, ama bir minnetin, bir sempatinin azat kabul etmez jigolosu. Veren jigolo. Her şeyi veren ve hiçbir şeyi istemeyen. Kültürüm, karımda takdir uyandırıyordu şüphesiz. Ama bu Tanrı’ya karşı duyulan hayranlık gibi müphem bir takdirdi. Bir teslimiyet, bir seziş. Kuvvetli bir erkektim. Karım için lüzumundan çok fazla kuvvetli. Yani meziyetlerim, kimseye benzemeyen taraflarım, bütün çağdaşlarımdan üstün taraflarım onun nazarında bir lüks bile değildi. O bunlar olmadan da mükemmel bir zevce olabilirdi.

      Hatta belki rahatsız da oluyordu bu lüksden. Hayatım bir trajedidir. Birinci perde evleninceye kadar geçen zaman. Yıldızsız, allahsız, cıvıltısız, katran gibi bir gece. Vıcık vıcık ıstırap. Birkaç şehri fethe yeten bir enerji yeldeğirmenlerine saldırmakla harcanır. İkinci perde izdivaçla başlar, daha büyük, daha derin, daha uzun acılar. Fakat vahaları olan bir çöl bu. Ve göğü yıldızlarla dolu: çocuklarım, kitaplarım. Nihayet trajedinin son perdesi seninle başlar. Bakalım nasıl bitecek?

 

 

      13 Ekim 1966 / Saat 9.45

      MEKTUPLARIN BÜYÜLÜ BİR AYNA

      Kendimi bir mektupta seyrettim. Büyülü bir ayna idi bu. Bu aynada bütün paslarından arınmış ve tanrılaşmış bir Cemil Meriç vardı. Senin Cemil’in. Bu aynada ikimiz vardık. Eriyen, dağılan, kaynaşan ikimiz. Abelard ile Heloise’i hatırladım.

      Türkçenin musikisini senin sesinde tattım. Parçam olmasan kıskanırdım seni. Kelimeler benim ülkem. Kelimeler içine gönlümü doldurduğum birer kadeh. Kelimeler benim kölemdiler. Ama onlar da kıskanç. Ben artık kelimelerde değil, sende yaşamak istiyorum. Kelimelerin dışında yaşamak. Sen kelimelerden de güzelsin. Ve kelimeler senin dudaklarında güzel. Onları da senin emrine veriyorum. İlk defa, ilk defa çırııplağım. Kalbim kansız bir kılıç. Bütün zırhlarımdan soyundum. İlk defa Tanrı’nın içinde kaybolan büyük mistikleri anlıyorum. Biz alevden iki ırmak gibi birbirimize karıştık.

      Daha yanacağız sevgilim benim. Ruhlaşıncaya kadar yanacağız. Bu bir ceza mı, belki de. Gafletimizin cezası. Biz elest bezm*inde birbirimizindik. İlk merhabadan sonra benim olmalıydın. Kanunlardan bize ne idi. Rüsvalığı göze almayan sevmemeli. Rüsvalık yani kendine saygı. Yani tanrılaşmak. Yani bütünüyle, kalbiyle, kafasıyla yaşamak ve milyonlarca domuza zirveden acıyarak bakmak. Eflatunun mağarasını bilirsin. İnsanlar karanlık bir mağaraya zincirli, sırtları kapıya dönük ve duvarda gölgeler. Âşk bu zinciri kıran büyü. Mağaradakiler öylesine alışmış ki karanlığa, kurtulanları küfürleri ile kovarlar. Sen yanımda olsan fetihten fethe koşardım. Şimdi yalnız seni düşünüyorum ve dudaklarımdan tek cümle dökülüyor, ölünceye kadar bu tek cümledeyim ben: Seni seviyorum, canım benim, kirinle, pasınla, ıstırabınla, kırk beş yaşınla seviyorum.

      Auguste Comte’u küçümsemiyorum artık. Comte çağının en büyük zekâsı idi, Clotilde sokaktaki kadın. Serseri bir kocadan arta kalmış, otuz yaşında bir dişi. Comte 45’inde idi. Seviştiler. Sert, hıın ve bir matematik formülü kadar katı, bir matematik formülü kadar şiirsiz Gomte, Clotilde’i tanıdıktan sonra peygamberleşti. Yeni bir din kurdu. Clotilde, Comte’un bütün şakirtleri için bir tanrıçadır. Bugün Clotilde’in hatırası önünde ben de, huşu ile eğiliyorum. Comte’u Clotilde yarattı, Clotilde’i Comte.

      Clotilde’im benim. Hayır. Lamiam, ben Clotilde’in bütün mektuplarını okudum. İçinde bir zerre aşk yoktu. Yani sen yoktun. Batı tanımaz aşkı. Tristan ve İseult bir kocakarı masalı. Sevişirler. Çünkü yanlışlıkla bir aşk iksiri içmişlerdir. Aşkın kendisinden büyük iksir olur mu? İksir birbirine kenetlenen parmaklar. İksir birbiri içinde eriyen dudaklar. İksir ses, iksir gözyaşı. Batı aşkı bilmez. Batıda aşk kelimedir. Duymadığı için terennüm eder. Kendini inandırmak için konuşur. Batıda aşk edebiyattır. Ben bütün bağlarımdan koptum. Kelimeler yalnız senden bahsettikleri zaman, yalnız sana hitap ettikleri zaman munis ve dilber. Dün akşam telefonda bir buçuk saat bekledim. Hat kapalı idi, daha çok beklemem gerektiğini söylediler, ayrılmış olacağınışünerek sesini duymak saadetinden vazgeçtim. Sonra saatlerce vicdan azabı çektim. Bu sana karşı işlediğim ilk cinayetti. Verdiğim sözü tutamamıştım. Artık layık değildim sevgine. Kendimden iğrendim. Ama birden içimdeki sadist sahneye çıktı. Üzülsün biraz dedi. Daha çok sever. Daha çok sevmek mi? Daha çok sevebilir misin? Denizin sınırları var, sevginin sınırları yok. Daha çok sevebilirsin. Ve seveceksin. Ve biz Kerem ile Aslı gibi efsaneleşeceğiz. Asırlarca sonra isimlerimiz birlikte anılacak. İnsanlığın gördüğü en muhteşem rüyalardan biri gibi anılacak. Daha erimedin sevgilim. Aşkın ateşinde bütün paslarından, bütün cürufundan arınacaksın. Neden 42’de beni tanıyamadın? Ben Jüpiter’in kafasından silahlarıyla doğan Athena gibi o zaman da okyanuslar gibi dalgalıydım ve sınırsızdım.

      Dün yine bir sürü misafir üşüştü. Harp Akademisi’nde Fransızca hocalığı yapan bir yarbay, bir yazar eskisi, bir iktisat doktoru, bir kaptan.. Hepsinin başı haşin bir rüzgâr karşısında eğilen başaklar gibi, bilgimin, cerbezemin* ve zekâmın karşısında eğiliverdi. Her zamanki gibi yalnız ben vardım odada. Ve seninle doluydum.

      Sen kadınların bütününden fazla bir şeysin. Julie ile Mirabeau’yu hatırlıyorum. Mirabeau çağının en çirkin adamıydı. Bir yaban domuzuna benzeyen garip bir kafa. Fakat Julie için yalnız Mirabeau vardı. Julie evli bir kadındı, gençti, faziletkârdı. Ve ben Julie’nin mektuplarını da bilirim. Senin bir sayfanda bütün Julie var. Benimle iftihar ederdin diyorsun. Hiçbir kıta kâşifi, benim tattığım hazzın bir zerresini tatmamışdır. Sen, benim kalbimin bir parçası ve bütünü. Sen, benim 48 senedir gördüğüm rüya. Sen, benim kadınım. Yine şahane bir bahar ve gönlümün bahçesinde senfonilerin en güzeli ve gönlümün bahçesinde renk renk çiçekler ve gönlümün bahçesinde... Bana dört gün, dört gecede 48 yıllık zavallı bir ömrün bütün acılarını unutturan sevgilim. Gönlümün bahçesinde senin kokun, kokuların en güzeli. Parfümeriden alınan koku değil. Gönlümün bahçesinde boylu boyuna kendimi seyrettiğim büyülü bir kaynaksın sen, içimdesin, benimsin artık, teneffüs ettiğim havasın.

      Mektuplarımı kıskandığım oluyor. Dudakların okşayacak onları. Mektuplarımı kıskandığım oluyor. Evet, onlarda ben varım. Ama bütünüm yok. Kelimeleri kıskanıyorum. Ay sonunu nasıl beklediğimi biliyorsun. Delirmeden, ölmeden beklemek. Dakikalar uzadıkça uzuyor. Yalnız senle konuşurken yaşıyorum. Sonra sahneye bir acayip, bir ukala Cemil Meriç çıkıyor. Daima senin. Daima seninle, daima senin için.

 

      14 Ekim 1966 / Saat 9.00

      STENDHAL DA EZELÎ MAĞLUPLARDAN

      Ejeri bir ormanda ayan olmuş ve insanları nasıl güdeceğini öğretmiş Nüma’ya. Neden geri dönmüş ormandan Nüma, neden bütün zamanını Ejeri’ye vermemiş? Tabiatın dost gölgesinde dudak dudağa aynı şarkıyı söylemek, aynı şarkı olmak. Nüma’yı, Ejeri yaratmış, kabul ediyorum ama sevmemiş, sevse Roma’ya salmazdı. Beyazlar giymiş bir genç kadın ve baltayla yontulmuş bir ağaç parçasına benzeyen hantal Nüma.

      Dalila bir şark orospusu. Yarı yılan, yarı insan. Teni, çöllerin altın kumlarında yıldız yıldız pırıldıyan bir kobranınki gibi. Ve sesi.. Hayır, ne sesi seninki kadar ışıltılı, ne teni seninki kadar alev. Ama bir şark orospusu Dalila. Samson bir duvar parçası. Şuursuz ve şiirsiz. Dalila zekâ, Samson madde. Biri ateşten halkedilmiş, öteki taştan. Adamın kuvveti saçlarında yani omuzları üzerinde bir gergedan kafası, Dalila’nın günahı, kendini Samson’a verişinde...

      Şuurun lambaları sönük. Şiirin alaca karanlığındayım. Ateş böcekleriyle dolu bir karanlık. Ateş böcekleri kelimelerin. Ve..

      Şuurun lambalarına dokunsam her köşesinde ayrı bir harika gülümseyen bu büyülü saray kaybolabilir. Şuur hain. Şuur ahmak. Şuur şuursuz. Şuur yalan. Gerçek olan sensin. Senin yarattığın dünya, senin tenin. Senin kokun, senin saçların. Ve ben. Gerçek olan bu yanış, bu sermesti. Gözlerini kapa ve başın gecelerce göğsümde dinlensin.

      Ben bütünümle muhteşemim. Kelimelerin arkasına saklanmaya ihtiyacım yok. Maskesizim. Hayran kaldığın müddetçe varım. En küçük yalan rüyanı seraba çevirir. Rüyam yani rüyamızı. Aşk saygıdır. Kendine yani sevdiğine saygı.

      Yazdıklarımı okumuyorum, düzeltmiyorum. Kalbimle kalem arasında kapı yok. Kendimi bir ırmağın sularına bırakmışım. Bu ırmak sensin. Gülünç olmaktan korkmuyorum. Yarattığın bir rüyayı yaşıyorum. Seni ben yarattım, istediğim zaman yok edebilirim, istediğim zaman, yani istediğin zaman.

      Saat 10

      Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplar. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himaleya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanya’sıydı. Don Kişot’un İspanya’sı veya Emma Bovary’nin yaşadığı şehir, kasaba. Sonra Balzac çıktı karşıma. Balzac’da bütün bir asrı yaşadım. Zaman zaman Vautrin oldum, Rastignac oldum, 4000 kahramanda 4000 kere yaşamak.

      Stendhal’i geç tanıdım. Geç daha doğrusu erken. Stendhal 40’ından sonra okunmalı. Ben “Kırmızı Siyahı 24 yaşında okudum. 24 yaş benim gibi yaşamayanlar için, hayalin coşup köpürdüğü çağ. Julien Sorel karşıma çıksa, düşünmeden öldürürdüm. Zaten daha ilk gününden içeri sokmazdım, içeri yani romana. Sorel zilletin bir kin heykeline döndürdüğü adam. Istırabın yıldırımı o balçığı granitleştirmiş. Hangi ıstırabın? Ben Madam dö Renal’dim. Daha doğrusu Madam dö Renal benim aradığım kadındı. Yahut Madam dö Renal bazı tafaflarıyla karıma benziyordu. Ben kristalizasyonunu şuurlu olarak yapacak kadar sanatkârım. Kuru bir dalı bir kristal hevengine kalbetmek tanrılıksa, tanrıyım. Julien ile biz iki kutubuz. Küçük, mürai* ve kalpsiz. Marangoz çocuğu. Ve sonra bir tebessümü için bir kıta fethedilecek kadar şahane bir genç kız. Ve hiyaneti meslek haline getiren Julien. Kitap beni isyana sürüklemişti. Sonra “Parme Manastırı”nı okudum. “Aşk Üstüne”yi okudum. “Armanceı okudum. Kırmızı ve Siyah’ı Paris’in en lüks sinemalarından birinde seyrettim. Yanımda Madam Fouche vardı. Madam Fouche hoşlandı Julien’den. Tokatlamamak için kendimi güç tuttum. Ve Julien, bir satır gibi, kenetlenen kalplerimizi ortadan ayırdı. Zavallı Julien. Neden zavallı Julien? Yaşayabileceği kadar yaşamış. Layık olduğundan çok fazla yaşamış. Ben ondan bin kere daha diri, daha erkek, daha yaratıcı idim. Büyük bir zaafım vardı: seviyordum. Gülümseyen her kadını seviyordum, ağlayan her kadını seviyordum..Kadını seviyordum. Ve kadınlar gözleri bağlı geçiyorlardı. Kendilerini davet eden saadetin farkında değildiler. Önümde bir kadın durdu. Ve bu kadına 24 yılımı verdim.

      Stendhal’de Balzac’ın bütünlüğü daha doğrusu genişliği yok. Balzac makro kozmos. Stendhal mikro kozmos. Balzac’da kafa, kalp, hayal ve hakikat. Stendhal’de çiğ bir tahlil. Stendhal bir anatomi masası ve roman sokakta dolaştırılan ayna. Hangi sokakta? İç dünyanın sokaklarında. Bir nevi kronik. Onun için 1830’larda anlaşılmamış. Stendhal anlaşılmadığı için benim soyumdan. Hayal kırıklıklarıyla,  zilletleriyle aynı aileden iki insanız. Stendhal bir tarafım. Hislerin köpüren ırmağını istediğim anda bir baraja hapsedebilirim. O zaman kılı kırka yaran bir tahlilci sahneye çıkar. Bir tahlilci değil, bir cellat. Kalbim “dissection” masasına yatırılır. Kalbim ve etrafımdakilerin kalpleri. Stendhal edebiyatın bir musiki olduğu çağda yaşamış. Musiki müphem. Stendhal vazıh.* Stendhal’in üslubu neşter gibi bir üslup. Deriyi kesen, adaleyi parçalayan ve beynin kabuğunu soyan hain bir üslup. Fransa 1830’larda, romantizmin sisli ikliminde, Napolyon ordularının ayak seslerini hatırlatan ihtişamlı bir üsluptan hoşlanıyordu. Balzac’da hem Stendhal vardı, hem Hugo. O tek başına bütün asırdı. Zaten Stendhal’i de kalabalığa kabul ettiren onun dostça bir yazısı oldu. Stendhal gurbette yaşadı. Sevilmedi, okunmadı, tanınmadı. Stendhal de ezelî mağluplardandır. Kemikleri çürüdükten sonra tanrılaştı. Balzac yaşarken fethetti ebediyeti. Ama ne pahasına.. Bin yıl yaşamak için yaratılmış bir Titan uzviyeti, 50 kitapta 4000 kahraman oldu. Ve Balzac yaşamadan öldü. Başkalarını yaşatmak için öldü. Başkalarında yaşamak için öldü.

      Stendhal’in ilk romanı “Armance”. Stendhal 44 yaşında yazmış Armance’ı. Benim Hindi yazdığım yaş. Tatlı bir hikâye bu. Tatlı yani zevkle okunan bir hikâye. Yoksa konu çok trajik ve tahliller fazla çiğ, fazla zalim. Konuyu sonra anlatırım. “Kırmızı ve Siyah” ikinci roman. Kırmızı üniformayı, asker üniformasını temsil ediyor, siyah, papaz cübbesini. Julien Sorel’in hayatı bu iki kutup arasında geçecektir. Kırmızı ve siyah ayrıca bir tezadı belirtiyor, saadet veya felaket tezadını, olmak veya olmamak tezadını. Bir kumar istilahı kırmızı siyah. Kaderimizi kırmızı da tayin edebilirdi, siyah da. Olmak veya olmamak, hayat veya ölüm. O kadar iç içe, o kadar kucak kucağa ki. Ve insanı deli eden, olabileceğin, olması gerekenin parmaklarımızdan kayıvermesi. Trajedi bu. Kırmızıya oynayayım derken siyaha oynamak. Bir kere kırmızıya oynadınız mı, geri dönemiyorsunuz artık. Stendhal, karaya oynayan adam. On yedi yaşında mühendis mektebine girmek için Paris’e gelir ve imtihana girmez. Kahramanlarının dörtte üçü, mühendisdir.. Olmak istediğini onlar olur. Üstelik zengin ve asildirler. Stendhal, rüyada gider mektebe ve iyi numarayı rüyada çeker. Romanlarında yaşar Stendhal. Romanın ana hücresi “eğer” conjonction’u.

      Benim hayatım da bu eğerlerle dolu. Eğer isteseydim.. İstemedim. Değmezdi. Neye değmezdi? Küçülmeğe, yalvarmağa, yalan söylemeğe. Değmeyen neydi? İkbal, servet veya haz. Ama insan kaderini yaratan bu arzu. Kimin için isteyecektim. Hayatımı benimle birleştiren kadının benden başka şeye ihtiyacı yoktu. Benimle sefalet de güzeldi, açlık da. İkbale, beni kendisinden uzaklaştırabileceği için düşmandı. Kimin için neyi isteyecektim? Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras. Ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak. Zindanımda, hayır fildişi kulemde sanatın ve düşüncenin “gratteciel”lerini inşa etmek. Kader buna imkân bırakmadı. Nemesis’in parmakları gözlerime uzandı. Ne yaşayabildim ne yaratabildim. Hint, mukaddes kitaplar kadar vecit dolu bir kitap. Sanskritçe yazsam, Vedaların beşincisi olurdu. Bir adam bir mısrayla ebedileşebilir. Kaç mısra kalmış Homeros’dan. Milton’dan kaç mısra kalmış? Ama karanlıklardayım.  Ve 40 sene sonra mezarımı tavaf edecek hayvanlardan bana ne? Yaratmak yetmiyor bana. Kimin için yaratacağım. Şöhret, gerçek şöhret mezarların üstünde yükselen güneş. Ben milyonlarca kalpde değil, bir kalpde yaşamak istiyorum. Bütün olarak, rakipsiz ve bir Tanrı gibi, bir Tanrı gibi değil, Tanrı gibi.

      Kırmızı ve Siyah enerjinin romanı. Enerji ne demek? Enerji, yaşamak sevinci, yaşamak arzusu. Enerji herkesin girdiği oyuna girmek. Oyunun bütün hilelerine başvurmak. Ve kazanmak. Ben herkesin girdiği oyunun dışında kaldım. Stendhal de oyuna romanlarıyla katıldı. Stendhal’e göre, insan enerjisinin ruznamesi* mahkeme cerideleri*. Hugo’dan Balzac’a kadar bütün o çağ yazarları enerji kahramanlarını zindanlarda, kürek mahkûmlarında ararlar. Nietzsche’nin tunç bilekli, tunç yürekli “insanüstü”sü. Enerjinin alamet-i farikası cinayet. Yani cemiyetin “convention”larına metelik vermemek. Yapmak, yıkmak. Vautrin veya Julien Sorel. Ben Vautrin’i tercih ederim. Daha erkek, daha büyük ve daha dürüst. Sana Vautrin’i sonra anlatırım.

      Stendhal konuyu bir mahkeme ceridesinden almış. Evinde hocalık ettiği kibar bir kadına ateş eden bir papaz yamağının macerası. Ve bir kahramanın etrafında bütün bir 1830 Fransa’sı. Bir çağın, bir memleketin anahtar romanı. Taşra ve Paris. Eserin ilk bölümü Taşra. İkinci bölümü Paris. Paris tablosu daha az canlı. Julien Sorel, dünyayı fethetmek isteyen fakir sınıfların temsilcisi, taşranın temsilcisi. Napolyon devrinde yaşasa 30’unda albay olurdu. 40’ında kont.

      Restorasyon devrinde, ikbale kiliseden gidilir. İkbale yani iktidara. Siyahı bunun için kırmızıya tercih eder. Sonra kadınları fetih. Kadınlar yoluyla fetih. Benim Sorel’de affedemediğim bu. Kadını basamak sayması. Julien’in iki sevgilisi, Madam dö Renal ile Mathilde dö la Mole neden bu taşra türedisine ikbali unutturamamışlar.  Çünkü tanımamış onları. Julien kendi kendisiyle, yatan adam. Yatakta bile murai. Yatakta bile kendisi değil. Ve Madam dö Renal bu muhteris taşra puştunun, bu ikiyüzlü papaz yamağının kurbanı. Kırmızı ve Siyah yazıldıktan ancak yirmi yıl sonra okunur ve hâlâ okunmaktadır.

      Bunları hatıralarıma dayanarak yazıyorum. Kitabı seni tanıdıktan sonra da okumak isterdim.

      Kadın öldürülebilir. Hatta öldürülmek için yaratılmıştır. Ama kadının jigolosu olunmaz. Julien jigolodur. Sanıyorum ki, nefretimin kaynağı bu. Şöyle diyelim: Kadın küçük bir mahlûk mudur, adi midir, fani bir zevk vasıtası mıdır? Evet. O halde koklar geçersin. O halde manastıra çekilirsin. O halde homoseksüel olursun. Böyle pespaye bir yaratığa ikbalini, servetini borçlu olmak, adiliğin ta kendisi. Erkek, erkekle boğuşmalı. Kadın tanrıyı mı temsil eder, hayatın manası mıdır? O halde ondan yalnız onu isteyeceksin. Kadın bunların her ikisi de olabilir. Aynı zamanda her ikisi de. Bakacaksın. Paros mermeri kadar güzel bir göğüsde, bir hizmetçi kız kalbi taşıyorsa, yüzüne tükürür uzaklaşırsın. Uzaklaşamazsan öldürürsün. Onu öldüremezsen kendini öldürürsün. Kadın basamak olmaz. En kirlisi en molozu, en kaşalotu bile. Ama yine de, Julien’i tanımağa çalışacağım.

 

      15 Ekim 1966 / Saat 10.40

      AŞKI ISTIRABIN PRİZMASINDAN SEYRETMEK

      Zavallı Stendhal. Hayatı sevmekle geçmiş. Sevmek veya sevdiğini sanmak. Aynı şey değil mi? Ve taptığı kadınlardan hemen hiçbirine sahip olamamış. Mezar taşına şu üç kelimeyi yazmalarını vasiyet etmiş: visse, scrisse, amö. Ama konuşmuş sevgilileriyle. Sabahlara kadar konuşmuş. Stendhal’e göre aşk, ancak İtalya’da yaşanabilir. Aşkın vatanı İtalya. Fransız soğuk, yapmacıklı ve hissiz. Stendhal aşkı ıstırabın prizmasından seyretmiş. Derinlere inebilmesi bundan. Yaşayan yazmaz. Yahut yazıda yaşamak için yazar. Yaşarken yazmaz. Ama hatıralar kâğıda aktarılırken tabiiliklerinden çok şey kaybederler. Balzac da gururundan yaralıydı, Baudelaire de.

       “Aşka Dair”i yazarken kırkına yaklaşıyordu Stendhal. Ve hayatının en büyük aşkını yaşıyordu. Sevilmiyordu. Kıskançlığı ve zilleti bütün burukluğuyla tadıyordu. Mathilde bir generalin karısıydı. Ve kocasından ayrı yaşıyordu. Harikulade bir kadındı Mathilde. Vinci’nin Herodiad’ına benziyordu. Mağrurdu, muhteşemdi. Stendhalin mektuplarını okumadı Mathilde. Ve evine ancak onbeş günde bir gelmesine izin verdi. Stendhal ne olur diyordu, haftada bir görüşelim. Mathilde razı olmuyordu. Stendhal 1821’de İtalya’ya veda etti. Bu bir kaçışdı. Ve bir daha görüşmeyecekdiler.  Milanolu dilber dört yıl sonra öldü. Ve kristalizasyon, Stendhal gözlerini kapayıncaya kadar bütün ihtişamıyla devam etti. İçli bir hayaldi Mathilde. Bitmeyen bir rüyaydı. “Aşka Dair” Mathilde’in kalbini fetih için yazıldı. Her büyük kitap bir fetih için yazılır, bir reelin veya bir rüyanın fethi. Stendhal ömür boyu “Aşka Dair”i, tek eseri saydı. Tek yani başlıca, yani gerçek, yani has eseri. Zira içinde kendisi vardı, acıları vardı, mahrumiyetleri vardı, hatıraları vardı. Stendhal, hissiz ve hayâsız bir hovarda olarak tanınır. Egotizmin kurucusudur. Ama Mathilde’e âşıkken iki genç kadının iltifatlarını reddeder, Sebep? Tanrı huzurunda Mathilde’in aşkına layık olmak. Aşkın verebileceği en büyük saadet sevilen kadının ilk defa elini sıkmak. Musikinin verdiği haz gibi bir şey.

      Saat 12.25

      Server mektuplarını getirdi. Yine içindeyim. Yine içimdesin. Cumartesi yazdığın mektup, bir aşk neşidesi, bütün mektupların gibi, sana ait her şey gibi, sesin gibi, saçların gibi. Sabahleyin o meşhur gevezeliklerimden birine başlamıştım. Stendhal der ki., v.s. Stendhal bir şey demez. Stendhal bir kaçıştır. Stendhal bir iltica. Rüyadan realiteye kaçış. Stendhal bizimle bizim olmayan dünya arasında bir tampon bölge, Stendhal ve Stendhal’ler. Sana inanıyorum. Sana inanmamak kendime inanmamak. Sarhoşum. Garip bir hipnoz hali. Bu yangına ne kadar devam edebileceğim? Pazartesi yazdığım mektup bir haksızlık şaheseri. Sesinde teslimiyet bulduğum için bana kızıyorsun. Tenimde sevimli tırnaklarının dolaştığını duyar gibi oluyorum. Ne kadar garip! Bensiz akacak gözyaşlarını kıskanıyorum. Onları dudaklarımla kurulamalıyım.

      Sana ait her şey benim. Bensiz ağlamağa da hakkın yok, gülmeğe de. Hem tevekkülünü kıskanırım, hem isyanını. Efendin değil miyim? Efendin ve kölen. Yani aşıkın.

      Dün akşam sesini duyamadım. Seninkiler bizdeydiler. Kerim Sadi de geldi. Ayrılmam çok çirkin olacaktı. Bütün gece üzüntü ile kıvrandım. Bu sabah garip bir ruh haleti içindeydim. Şuurun lambalarını yak diyordum kendi kendime. Bu rüya ikinizi de mahvedecek. Şuurun lambalarını yakmak istemiyorum. Bu rüya ikimizi de mahvetsin. Sirenim benim. Dudakların dudaklarımda ölmek istiyorum. Hayat rezil. Pazartesi Babür gelecek. Felsefe okutacağım. Salı, Ayşe ile Mehmed’i İngilizceye başlatıyorum. Onları görmek karışık duygular yaratıyor içimde. Seviyorum, nefret ediyorum. Senin çocukların benim de çocuklarım. Ama senin çocukların olduğu ölçüde ve yalnız sana benzeyen taraftarıyla ve sana perestij ettikleri müddetçe.

      Lamiam bana beyaz gelinlik entarinle geldin. Bakirdin. Ve aşk bütün günahlarını yıkamıştı. Lamiam, seven kıskanır. Fakat içim şükranla dolu. Takdisle dolu. Ormanda uyuyan, güzelim benim. Bir çirkefe uzanmıştın. Şimdi göklerdesin. Gönlümün göklerinde. Şimdi benim kadar feragatsin, benim kadar az günahsız. Meleğim benim. Yalnızlığına gıpta ediyorum. Ben kapıları her tecesüse ve her tecavüze ve her muhabbete açık bir genelevim. Kovamıyorum kimseyi. Ve beni senden ayırıyorlar. Az önce bir albay arkadaş uğradı. Dörtte Prof. Ali Fuad’a gidecekmişiz. Altıda bir gazeteci gelecek. Ayın 28’ini bekleyemeyecek kadar sabırsızım. İstediğin anda, istediğin yerdeyim.

      Sen Ankara’dan ayrıldıktan sonra Fikret geldi. Ona seni anlatmak istiyordum. Kent restoranda içmeğe başladık. Şaşılacak bir anlayışsızlık gösterdi. Zil zurna sarhoş olduk. Ben bir daha görüşmemek üzere ondan ayrıldım. Ertesi sabah Mehmet’lere damladı. Üzgündü. Yaptığına hayretler içindeydi, af diledi, barıştık. Dostlarım, beni kocaları mı sanırlar, nişanlıları mı, bilmem. Sevgimi paylaşmak istemezler. Ama seni sevmeyen, kalbimden uyuz bir köpek gibi kovulur. Seni sevmeyen dünyama giremez. Fikret anladı bunu. Ve sana mektup yazıp özür dilemek istedi. Hastalandı. Vicdan azabı duydu, v.s. Şimdi yazma dedim. İzin verdiğim zaman yazarsın. Pazar günü, misafirlerim vardı, işçi partisinden iki yüksek mühendis. Maliye tetkik kurulundan Fethi.. Telefonda seni bekledim. Geç verdiler. Fethi lokantada bekleyip gitmiş. Fethi de bir arkadaşım. Biz de Mehmet’lere döndük. Kâinata kızgındım. Mühendisler o gece hicvin ne demek olduğunu öğrendiler. Bir akşam Fikret’le başbaşa içtik. Aramızdaydın. Ve aramızda olasın diye, başkasını çağırmadım. Yemekten içmekten kesilmiş Nala.. Ancak seni tanıyanlara tahammül edebiliyorum. Senin dışında her konu beni yoruyor. Cehennemim, cennetim benim. Öperek, okşayarak, (...), alçak, namussuz, rezil.

1.       Pazar günü ne yaptın? Neden mektuplarında boşluk var?

2.       Belki sevdim diyorsun. Hayır, hayır o sevgi değildi. Bu kelimeyi kirletme. Biz ilk defa sevişiyoruz.

3.       Ondört yaşında bir genç kız olarak karşına çıkardım diyorsun. Zaten öyle oldu ve yaşadığımız müddetçe öyle olacak.

4.       Server ilk defa bir mektubunu okudu. Ve hayret etti. Notlara devam.

5.       Bütün gücü, bütün zaafı, bütün sevgisi ile efendin. Yalnızım, susuzum, bana dudaklarını ver. Neden hâlâ yoksun?

        Yalnızım, susuzum ve seninleyim. Teşekkür.{5}

 

      16 Ekim 1966

      ROMANTİZM, TARİHİ ŞİİR, FELSEFİ ŞİİR

      Genç Hugo kuruculuğuna özendiği mektebi, edebiyatta liberalizm olarak tarif eder. İhtiyar Hugo için romantizm, edebiyatta sosyalizmdir. İhtilal Avrupa’yı tek kıta haline getirir. Napolyon cenkleri, İskender’in fetihleri gibi ırkları ve kültürleri birbirine katar. Elbette ki, yakın çağların en büyük duyuş ve düşünüş devrimlerinden biri olan romantizm, bir günde heybetli bir ırmak olup çıkmaz. “Voltairele bir dünya biter, Rousseau ile bir dünya başlar” diyenler haklıdırlar. Rousseau, şuur altının isyanıdır. Şuur altının, ezilenlerin, yaşamayanların. Akla karşı hissin zaferi. Mağlupların intikamı.

      Ama Rousseau romantizm ırmağına dökülen mini mini bir dere. Fransız romantizmi, Almanya’dan gelen kolla kabarır. Schlegel olmasa, Madam dö Stael olmazdı. “Almanya’ya Dair” genç romantiklerin İncil’idir. Fransız romantizmi, Britanya’dan gelen kolla kabarır. Chateaubriand bir parça İngiltere’dir.

      Avrupa romantizminin doğuşunda Asya’nın büyük payını “Batı ve Hint’te belirttim. Batı, Sanskrit edebiyatını evvela bir Fransızdan öğrenir: Anquetil Duperron. Sonra İngilizlerden: William Jones, Colebrook v.s.

      İngiltere’de de bir isyan bayrağıdır romantizm. Marazi bir hassasiyet. Yaşayan müesseselere karşı bir ayaklanış. Southey önceleri Socin’ci ve jakobendir, ilk şiirlerinden biri eski ayaklanışları kutsallaştırır (Wat Tyler). Coleridge, Amerika’da kralsız ve rahipsiz bir komünist kolonisi kurmağa kalkışır, sonra mistisizme geçer. Wordsworth bile başlangıçta krallara ateş püskürür: “asalarıyla, ihtilalin dalgalarını durdurmağa çalışan topraktan yaratıklar, hürriyetin coşkun meddü cezri hepsini süpürecek, hepsini yutacak”. Fakat bu öfke uzun sürmez. Romantizmin bu üç eknumu, çok geçmeden devletin ve kilisenin muti birer bendesi* olurlar. Birisi Pitt’in gazetecisidir, öteki hükümetten maaş alır, üçüncüsü insafsız bir muhafazakâr kesilir. Ama kalıplar ve zevkler dünyasında sonuna kadar devrimcidirler. Gelenekle göbek bağını koparmışlardır. Klasik kültüre arkalarını dönerek Ortaçağ’a ve Rönesans’a yönelmişlerdir. İçlerinden biri, Charles Lamb, Sainte-Beuve gibi, XVI. asrın kâşifidir. Marlowe’a hayrandırlar. Eski baladlar, primitif şiir, millî ve milletlerarası folklor başlıca ilham kaynaklarıdır. Hitabet üslubunu kırmak, saray geleneğine karşı koymak başlıca dertleri. Şiire konuşma dilini getirmek, orta sınıfın, hatta aşağı sınıfların kelimeleriyle yeni bir edebiyat yaratmak. Stans, sone, balad en çok kullanılan kalıplar. Araştırma, bocalama, kekeleme ve yepyeni ahenklerin fethi. Büyük zaferler, büyük başarısızlıklar. Bulanık bir edebiyat. Bu her-cümerç içerisinde iki büyük düşüncenin billurlaştığını görüyoruz. Birinci düşünce tarihî şiiri yaratıyor, ikincisi felsefî şiiri. Tarihî şiirin örneklerini Southey’de, Walter Scott’da, felsefî şiirin örneklerini Schelley ile Wordsworth’de buluyoruz. Her iki düşünce de, Avrupaşümul. Fransa’da temsilcileri Hugo, La-martine, Musset. Ama asıl ihtişamlarına, asıl ihtişamlı tecellilerine Almanya’da kavuşuyorlar: Goethe, Schiller, Ruckert, Heine. Tarihî şiirin insan düşüncesine verdiği ders çok önemli. Bir çağın ideali, idealin kendisi değildir, herhangi bir idealdir. Başka idealler de var. Her çağın, her milletin kendine göre bir güzel anlayışı var. Barbarın, derebeyinin, Ortaçağ şövalyesinin, Türkün, Arabın, Hintlinin.. Bütün bu güzellikleri tatmağa çalışalım. Genişletelim ufkumuzu. Geçen devirlerde yaşamak, yani derinleşmek ve ömrü alabildiğine uzatmak. Başka ülkelerde yaşamak, başka insanlarla acı çekmek, başka insanlarla gülmek. Damlayken denizleşmek. Ve ân’a ebediyeti sığdırmak. Kalbini bütün heyecanlara açmak. Yani sınır taşlarını devirmek, çağların ve politikaların sınır taşlarını. Bütün insanlığı aynı büyük aşk içinde birleştirmek. Sanat, en yüce sanat, bir “communion” değil midir? Sanatçının tek vazifesi vardır bence: insanları birbirine sevdirmek. İki insanı veya iki milyar insanı. Sanat bir heyecan seyyalesiyle kilometrelerin ve asırların ayırdığı kalpleri birleştiren büyüdür.

      Romantizmin bütün ülkeleri aynı sevgiyle bağrına bastığı, millî egoizmlerden kurtulduğu, bütün acılara tercüman olduğu, bütün isyanları dile getirdiği söylenemez. Ama insan, sevgileriyle, tecessüsleriyle bir dünya vatandaşıdır artık. Klasik edebiyat, bir sarayda görülen rüya, bir saray rüyası, bir saraylının rüyası. Elbette sıhhatli, sıhhatli çünkü bahtiyar, bahtiyar çünkü milyonlarca bedbahtın toprak köleliği ettiği bir cemiyet düzeninde bir avuç bahtiyarın eğlence vasıtası. Romantizm kalabalığın sesi. Romantizm, hem iktidara geçen burjuvazi, hem zincirlerini kıran proletarya. Romantizm hem şuur, hem şuuraltı. Olduğu gibi insan, kaba, çirkin, rezil ve muhteşem. Romantizm, kapılarını dünyaya açan Avrupa düşüncesi. Tarih, şiirden gündelik hayata taşar, Avrupa seyyahlaşır, arkeologlaşır. Bu çağın en büyük temsilcisi Goethe. Bütün tecessüsleri ile yaşayan bir Olemp’li, gerçek bir Faust, İranlı, Hintli, barbar, Yunan, İtalyan.. Bütün milletlerin vatandaşı ve bütün çağların insanı. Zamanın ve mekânın dilediği bölümünde yaşar. Dünya has bahçesidir. Dünya ve tarih. Ama bu ihtiras, bu fetih ihtiyacı çabucak realitenin Çin seddine çarpar. Taşmak, binlerce asır ötesine veya binlerce kilometre ötesine. Nereye taşıyoruz. Karımızı, çocuğumuzu, kendimizi anlayabiliyor muyuz ki? Ayrı dünyaların insanını nasıl tanıyacağız? Acılarımızı başkalarında görmek. Her okyanusun aynasında kendimizi seyretmiyor muyuz? Her bakışta gördüğümüz kendi bakışlarımız. Çağlar kendi gölgemizi seyrettiğimiz paslı bir ayna. Ayrı sahnelerde oynayan aynı aktör, değişen: dekor, komedya aynı. Başkasını anlamak, başkasıyla kaynaşmak, başkasında yaşamak. Bunun için Tanrı olmak lazım. Asırlar birbiriyle konuşabilir mi? Asırlar veya kıtalar.

      Tarihî şiir bir arayış, bir uzanış, bir özleyiş, bir imreniş veya iğreniş. Bir seziş. Tarihî şiir çok defa hayalî bir vuslat. Tarihî şiir yerine tarihî vesika geçecek. Tarihî vesika yani tenkit ve sabır. İngiliz romantizminin fırçasından çıkan dünya bir Opera dünyası. Dekorlar şahane: gotik katedraller, minareler, Hint mabetleri. Ama içindeki insan belli bir çağın İngilizi. Hisler yapmacık. İngiliz zekâsı seyyal bir zekâ değil. Üstelik fazla ahlakçı. İngiliz antikacı ve seyyah. Görür, fakat dışlar. Yabancının derisi içine giremez. İngiliz için aklı başında tek insan vardır: İngiliz. Kendi dininden başka din saçmadır, kendi ahlakından farklı bir görüş, hezeyan. Anlamak için sevmek lazım. İngiliz kendinden başkasını sevmez. Tarihî şiirin kanatsız bir kümes hayvanını hatırlatışı bundan.

      Scott tarihî şiirin, tarihî romanın en büyük temsilcisi. Avrupa’yı fetheden bir şöhret, Avrupa’yı hatta dünyayı. Edebiyatın gerçek sihirbazlarından biri. Ama ne kadar tarih, ne kadar şiir. Scott benim zaafım. İskoçya’yı o sevdirdi bana, İskoçya’yı ve İngiliz Ortaçağını. Aylarca onunla yaşadım. Onunla yani onun kahramanlarıyla.  Sözümü geri alıyorum, İngiliz tarihî romanı kanatsız bir kümes hayvanı değildir.

      Saat 12.00

      Evdeyim. Dışarda yağmur yağıyor. Herkes odada. Seninle başbaşa kalmak için İngiliz edebiyatına sığındım. Bu da bir sohbet. Sıkılmadın değil mi? Meşhur “Ansiklopedi Üzerine Nutuk” gibi bir şey. Zaten bugün sesini duymayacağım. Nerede olduğunu da bilmiyorum. Gözü yaşlı bir hava. Ama ben bütün rüzgâra, bütün fırtınaya rağmen yine denize gideceğim. Yanan tenimi ancak dalgalar serinletebiliyor. Serinletebiliyor mu acaba? Yangın tekrar başlıyor. Hem de daha yaman, daha zorlu, daha zalim. Yalnızlığın bir nevi saadet olduğunu takdir et. Yalnızlıkta yalnız değilsin, inşallah zatürree olmam. Olursam da ne çıkar? Yaşamadan ölmüş sayılmam. Sana birkaç yazı yolladım. Hepsi de seninle dolu, onun için güzel, hasretinle dolu, özleminle dolu. Türkçe hiçbir devrinde bu kemale erişemedi. Tanrı yazsa bu kadar yazabilir. Zavallı ben. Seni tanıyıncaya kadar zavallı, seni tanıdıktan sonra zavallı. Görüyorsun ki her satır bir feryat. Bir feryat değil, bir arzu.. Mazimle de senin olmak istiyorum, her düşüncemle, her rüyamla, hatta her düşüncesizliğimle.

      Yazılarımı bilmelisin. Beni bütün olarak tanıdıktan sonra bütün olarak sevebilirsin. Istıraplarımı, hayal kırıklığımı susuzluğumu ve sana olan ihtiyacımı anlayabilirsin. Şairler kaprisli olurlar, bazı taraflarıyla kadındırlar, kadındırlar çünkü bütündürler. Ve dikenlidirler, gül gibi. Gülü dikeni ile seveceksin, dikeniyle yani yazılarıyla.

 

      19 Ekim 1966 / Saat 10.30

      MEKTUPLARINI KISKANIYORUM

      İnsanları ikiye ayırıyorum. Seni tanıyanlar, seni tanımayanlar. Seni tanıyanları ikiye ayırıyorum. Anlayanlar, anlamayanlar. Seni tanımayanlara yabancıyım. Seni anlamayanlara düşman. Garip rüzgârlar esiyor başımda. Kavak yelleri desem değil, kasırga gibi, hortum gibi bir şey. Kendimi de, etrafımı da yok etmek istiyorum. Birden ufkum kararıyor. Daha doğrusu kızıllaşıyor. Cihan ölçüsünde bir hercümerç, bir kıyamet., insanlığı ve beni bu çıkmazdan, bu abes çıkmazından kurtaracak hailevî* bir kataklizm. Sonra seni hatırlıyorum. Birden zindanım aydınlanıyor. Kuşlar cıvıldıyor içimde. Yaşamak istiyorum. Dün sesini duymadım. Mektubun da yoktu, iki saat bekledim telefonda. Yine M., beyle karşılaşmamak için konuşmayı iptal ettim. Öğleden sonra seninkilerle İngilizce yaptık. Ayşe’nin sesi zaman zaman bana yalnızlığımı unutturdu. Arada berabermişiz gibi geliyordu bana. Sonra akşam, bütün hüznü, bütün öksüzlüğü, bütün şifasızlığıyla akşam. Ve uykunun kucağına sığınış. Kötü bir gece geçirdim.

      Pazartesi sabahı rahatsızdım. Deniz, dalgalar, rüzgâr, yağmur.. Üşütmüşüm. Ama hasta olmağa hakkım yok, dedim. Fırladım yataktan. Ve tekrar deniz. Bilirsin ki ben hastalığa inanmam. Hastalık, uzviyetin bir isyanıdır, hayata isyanı. Reelle ideal arasındaki uçurum büyüyünce ya biyoloji şuura söz geçirir, yani uzviyet karanlık ve behimî yaşayışına devam eder, şuur lambalarını söndürür, delirir insan. Yahut şuur bütün lambalarını yakar, uzviyet isyan eder, bir nevi greve, harakiriye geçer. Hastalık gerçekten seven, gerçekten sevilen, rüyalarıyla, yaşadığı hayat arasında korkunç ve halledilmez tezatlar bulunmayan insanların semtine uğrayamaz. Hastalık gerilen tellerin kopuşu, hastalık limana sığınış, hastalık... Bize ne hastalıktan. Pazartesi sabahı her zamanki gibi yataktan fırladım. Ve doktorun tavsiyesine rağmen yine dalgalarla cenkleştim. Akşam sesiniz bulutları büsbütün dağıttı, minnacık parazitlere rağmen. İki gün mektup yazmadım size. Ama bu ihaneti çok pahalıya ödedim. Mektup yazmadım, çünkü mektuplarımı kıskanıyorum. Kelimeler gönlümü dile getiremiyor. Küçümsüyorum kelimeleri, onlar senin dudaklarında, senin kaleminde güzel. Yalnız senin kullandığın kelimeleri seviyorum, yalnız senin kullandığın kelimeleri okşamak istiyorum, bitmeyen bir şarkı gibi, tekrarlamak istiyorum. Büyücüm benim.

      On gün sonrayışündükçe kalbim göğsümden fırlayacak gibi oluyor. Ve sonra diyorum, sonra.. Cennetim, cehennemim benim, ne zaman büsbütün, ne zaman yalnız, ne zaman ebediyen benim olacaksın? Garip bir korku içindeyim. İnanıyorum ki yapacağımız herhangi bir falso, mikroskopik bir ihanet bu muhteşem rüyayı sona erdirecek. Hiçbir kadınışünmüyorum. Hiçbir kadın sesi, içimi gıcıklamıyor. Yalnız seni yaşıyorum, yalnız seni istiyorum. Bütün zerrelerimle sadık kalmak istiyorum sana, sana yani aşka. Biliyorum ki, küçük bir aldatış senfoniyi kakafoniye çevirir. Dindarane bir riyazet içinde melikemi bekliyorum.

 

      21 Ekim / Saat 10.30

      HER ÂŞIK BÎR OTHELLO’DUR

      Kelimelerin birer buse, dudaklarınla yazıyor gibisin. Birer ateş kelimelerin, kalbinle yazıyor gibisin. Kelimelerin birer iksir, usarenle yazıyor gibisin. Kelimeler sensin. Tenin, sıcaklığın, kokun. Kelimeler senin gibi pasaklı ve pasakları içinde harikulade. Sen perişanlığı besteye, çirkini kutsiye kalbeden füsunkâr. Sen levisleriyle, faziletleriyle kadın..

      Önce sarhoş oluyorum. Mektubun bir beste. Rüyada dinlenen, çocuklukta dinlenen, başka bir dünyada dinlenen bir beste.. Neler söylüyor? Anlamıyorum. Bir kuş cıvıltısı, bir derenin sesi, bir ninni. Sonra yudum yudum tadıyorum satırları, kelime kelime, hece hece tadıyorum. Avuçlarıma alıyorum kelimeleri, okşuyorum. Kimi bir elmas gibi sert, kanatıyor, kimi kadife gibi yumuşak, gözyaşı gibi ılık. Bütün acılarımı takdis ediyorum.

      Yazdıklarımı okumuyor musun? Bana gelinlik entarinle geldin diyorum, el değmemiştin, Himalaya’nın karlarından daha bakirdin. Seni ben keşfettim, seni ben yarattım, seni ben mühürledim. O mührü ancak ölüm çözebilir. Yazdıklarımı okumuyor musun? Benimsin diye bağırıyorum sana, seninim diye bağırıyorum. Dünyada tek kadın var, tek erkek var dememiş miydin? Dememiş miydim? Marion veya Maria, daha doğrusu hem Marion, hem Maria. Dünün Marion’u, bugünün Maria’sı. Etin, iskeletin, sermestin. Cehennem de olsan, şeytan da olsan, fahişe de olsan, ölüm de olsan, günah da olsan, levis de olsan, benimsin. Seni seviyorum. Elbette zaman zaman kuduracağım. Elbette kelimelerim hançerleşecek. Sen benim yalnız cennetim değilsin ki.. Kâinat gibi bütünsün. Benimle bütünsün, benim göğsümde bütünsün. Öldüren ve yaşatanım benim. Kanatlandıranım. Kanatanım. Her âşık bir Othello’dur. Kızmayan erkek, sokak köpeğinden haysiyetsizdir. Sana kendim kadar güveniyorum. Kendimden çok diyecektim. Diyemem. Biz bir elmanın iki yarısıyız.

      Kelimeler bir bahar rüzgârı gibi, içime doldu. Evet, ben de hayaletle avunacak yaşta değilim. Seni tırnaklarınla, derinle, bütününle istiyorum. Susuzum. Çöldeyim. Ve bu kanma bilmez, bu muhteris, bu açgözlü vücudu sana adadım. Senden ayrıldım ayrılalı Pafnüs gibi riyazetteyim. Canavarı dizginledim. Kadından kaçıyorum. Dalgalar dinlendiriyor beni. Seninim, bütün arzum sen, göğsümde kıvranırken dudaklarım dudaklarında, parmaklarım tenine kenetli, tek vücut halinde ateş olmak, kül olmak, saadet olmak, ışık olmak, masal olmak. Kadınım benim, canım benim, cariyem ve sultanım benim.

      Saat 1.45

      Dudaklarının tutuşturduğu yangını ancak dudakların söndürebilir. Dudakların veya ölüm. Kızgın bir mızrak gibiyim. Deniz, hangi deniz? Benim denizim sensin. Suyundaki tuz olmak istiyorum, sen kıyımsın. Suyun olmak istiyorum...

      Bana bak... o kadar güzel yazıyorsun ki kalemimi kırmak, kitapları yakmak, yalnız seni okumak istiyorum. Benim biricik kitab-ı mukaddesim ve mülevessim.

      Dudaklarını (...).

 

      22 Ekim 1966/Saat 17.30

      BUGÜN SESİNİ DUYAMAYACAĞIM

      Tatsız bir sonbahar akşamı. Bugün sesini duyamayacağım. Bugün, yarın, öbürgün ve bir hayvan gibi yaşayacağım, hasta bir hayvan gibi. Kuşlar cıvıldayacak pencerenin önünde, ben küfredeceğim. Kuşlara, güneşe, bahara. Karanlıklardayım, hayat kör bir kuyuya benziyor, sonu olmayan kör bir kuyuya. Yuvarlanıyorum. Sen, tutunduğum dal. Sen, dinlendiğim vaha. Sen, kaybettiğim ışık. Ve bu akşam sesini duymayacağım, bu akşam yine bitip tükenmeyen karanlıklardayım. Zift gibi, beddua gibi, ümitsizlik gibi. O kadar ıstırap çektim ki! Coğrafî kader, siyasî kader, biyolojik kader. Karanlıklarıma alışmıştım. Neden karşıma çıktınız? Dünyayı tekrar sevmek, dünyaya tekrar bağlanmak...

      Bu akşam yine sesinizi duymayacağım. Ve uğultular ve gıcırtılar ve zırıltılar ve dırıltılar. Radyodan şarkılar kanatlanacak, kahkahalar taşacak pencerelerden. Odamdayım. Kitaplarımı tanıyamıyorum, onlar da beni tanımıyorlar. Hepsi dilsiz. O kadar sizinle doluyum ki, seni terennüm edemiyorum.

      Senin terennümünle doluyum... Düşüncelerimi kâğıda geçirememek. Daima bir başkasına el açış. Buffon adında kayıtsız ve kaygusuz biri “deha uzun bir sabırdır” demiş. Ne kadar uzun? Yarım asır yetmez mi?

      Sonra? Çağdaş bir Fransız “deha, uzun bir sabırsızlıktır” diyor.

      Ne kadar uzun? Yarım asır yetmez mi? Sonra? Kitaplarım somurtuyor. Biliyorlar ki dargınım. Yıllarca aldattılar beni ve ihsan ettikleri bir zerre ışık karşılığı nelerimi aldılar... Zaten kim aldatmadı beni?

 

      YİRMİ BEŞ YIL ÖNCE YİNE BERABERDİK

      Lâl Ded okyanusda yüzen bir sandal. Okyanus, aşk. Üryan, yollara düşş Lâl Ded. Sevgiliye: “Gök de sensin, yerde sensin! Hem alansın, hem verensin! Hem çiçeksin, hem derensin!” diyor.

      Mektubunu okurken o Keşmir’li dilberi hatırladım.

      Kelimelerinde ezelî Nur’un en muhteşem lem’aları*. Birden bir vahada buldum kendimi; bir çöl akşamı ve gök kubbede gülümseyen yıldızlar. Kelimelerin mektupdan gök’e uçtu, gök’e, yani gönlüme. Kelimelerin musiki oldu. Tevrat haklı: önce kelam vardı, kelam, yani sen.

      Bütün kitaplar yavan, bütün şiirler soluk, bütün şarkılar ahenksiz. Zirvelerdesin, büyük mustariplerin, büyük ermişlerin, büyük ruhların kanat çırptığı zirvelerde. Ve kendimden utanıyorum, ben toprağım, sen arş. Ben ten’im, seni gönül. Ben alev’im, sen ışık. “Ben sen’im” diyorsun. Saçlarımı okşamak istediğin zaman, kendi saçlarını okşa. Lâl Ded’i hatırladım, gerçekde Lâl Ded sensin, her asırda başka bir adla tecelli etmişsin.

      Leyla bir tomurcuk, sen bir muhteşem gül. Leyla bir mısra,; sen bir destansın. Leyla bir kıvılcım, sen bir şafaksın. Leyla bir tecessüs, Leyla bir masal, Leyla yaşamayan, Leyla bir yarım.

      Hangi sevgili seninle boy ölçüşebilir? Lamiam benim. Sen doyulmayan, sen kanılmayan, sen rüya, sen gerçek. Romeo’yu düşündüm ve güldüm. İmtihandan geçmeyen bir sevgi, bir saman alevi. Artık yirmi beş yıl önceye dönmek istemiyorum. Senin yanında zaman yok. Elest bezminden beri dudak dudağayız, seni kaburgamdan yarattım, hayır, gönlümden yarattım, kafamdan yarattım, belki de ben senin kaburganım. Cennette beraberdik ve ismin Havva’ydı. Yirmi beş yıl önce yine beraberdik. Ad’ın bilinmeyen’di, özlenen’di. Yirmi beş yıl önce yine beraberdik, geceleri rüyalarımı süslüyordun, gözyaşlarımda sen vardın. Her kadında seni arıyordum. Yirmi beş yıl önce ad’ın hasret’ti, sonra ümit oldu. Seni bulmadığım için, seni bulamadığım için gözlerim kapandı. Seni düşünerek intihar etmedim. Yirmi beş yıldan beri senin için yaşıyorum Lamiam.

      Her kitabımda sen varsın. Hind’i ben yazmış olamam. Bende güzel olan ne varsa, senin ilhamın. Bende büyük olan ne varsa senin eserin. Sen günahlarınla bensin, ben faziletlerimle sen. Levislerini takdis ediyorum. Onlar olmasa insandan çok tanrıya benzerdin ve sana yaklaşamazdım. Teninle kadınsın, sesinle Tanrı. Istıraplarımı takdis ediyorum. Senin bende sevgiye layık bulacağın tek büyük taraf ıstıraplarım, ıstıraplarım yani sensizlik.

      İki gündür çocuklarınla beraberim. V. çalışıyor, yarın gelecek. Hepsi iyi. Onlarla beraber olmak içime su serpiyor, dinleniyorum, öksüzlüğümü unutuyorum ve hayat geçiyor. Evet, Lamiam, benimki nankörlük. Onbir gün, onbir gecede bütün hazları yaşadıkdan sonra yanıp yakılmak; ama cennetten kovulan Âdem’in şikâyeti bu.

      Arzularımı susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor, seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassırım, yine de.....Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık, gözbebeğim.

      Sana yolladığım kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku. Muhammed’e nasıl iman ettiklerini anlıyorum. Tek mucize kelam. Kelam, yani sen. Sabahleyin uyandığım zaman ezanı dinliyorum, sonra şarkılar söylüyorum sana. Öperek...

 

      9 Kasım 1966 / Saat 7.30

      SEVGİ KAHRAMANLAŞTIRMALI İNSANI

      Dün sabah kafasına tokmak yemiş bir hayvan şuursuzluğuyla koltuğa yığılmıştım. Düşünmüyordum, düşünemiyordum. İçimde yakın bir zelzeleyi haber veren korkunç uğultu. Arada bir sızıyordum. Yemek yedim mi bilmiyorum, yanımda kimler vardı, hatırlamıyorum. Kimdim? Nereye gidiyordum? Niçin gidiyordum? Bir tren koltuğuna bırakılmış cansız bir eşya. Nihayet oğlumun sesi: hoş geldiniz. Sahi gelmiştik, bu karanlık, bu soğuk, bu kasvetli, bu ıslak şehir İstanbul’du. Korkunç bir sarsıntı ile ruh haritamdan silinen garip bir toprak parçası. İstanbul’da insanlar vardı, uğurlarına her şeyimi feda ettiğim insanlar; kitaplarım vardı, yıllarca onlarda gülmüş, onlarla ağlamıştım; İstanbul’da rüyalarım vardı, yaprak yaprak açılan, yaprak yaprak dökülen rüyalar; İstanbul’da zaferlerim, bozgunlarım, ümitlerim, hayal kırıklıklarım vardı; ben vardım İstanbul’da. Ama bu dilber şehir tufan öncesi bir hatıraydı artık, bu ben yaşamıyordu. Hazin bir kavuşma. Trende yalnız sizi düşünüyordum, yoldaydınız ve ağlıyordunuz, trende yalnız sizi düşündüm, hayır düşünmedim, yaşadım.

      Sabahleyin 4.30’da uyandım ve sizi aradım. Neden bu trajediyi sona erdirmemiştik? Dudak dudağa ölmek ebedileşmekti. Dün kollarımdaydınız,  yine ağlıyordum ama bir başka ağlayıştı bu, gözyaşlarımı siz siliyordunuz, gözyaşlarınızı ben içiyordum, daha beraberdik, hep öyle kalacakmışız gibi geliyordu bana, ayrılacağımıza inanmıyordum, inanamıyordum. Nasıl ayrılabilirdik? O kadar iç içe, o kadar tek insan, o kadar kaynaşmıştık ki. Başkalarınışünmeden ağlıyorum, evdekiler eğlenceden dönen bu garip insana hayretle bakıyorlar, hayret ve üzüntüyle. Kahvaltı yapamıyorum.

      Soğuk bir İstanbul sabahı. İstanbul’dan ayrılırken ne kadar şuhtu İstanbul, çünkü size koşuyordum ve her şey güzeldi. Meraktan çatlayacağım, telefon etmemi istemediniz. Niçin ayrıldık?

      Kendini alışkanlıkların ağına fırlatmak ve kurtulmak. Neden kurtulmak? Hayattan. Keşke ölseydik.

      KitapçıDildeki Gelişmeler”in tashihlerini yollamış; yarım saat oyalandım, okunanları anlamıyorum. Gece karaladığım sayfaları yırttım. Şimdi biraz daha iyiyim. Yakında yine kavuşacağız değil mi canım? Sana, yani aşkımıza layık olmaya çalışmalıyım. Seven her acıya katlanır. Vuslat bir mükafattır, hak etmeli. Bir arada geçen her dakika için katlanmayacağımız çile mi var? Nankör olmayalım, istikbal göstereceğimiz sabra bağlı. Sevgi kahramanlaştırmalı insanı. Ebediyen ve yalnız senin.

      Saat 16.35

      Karanlıklardayım. Ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı... Karanlıklardayım. Zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim. Ve uzaklardasınız.

      Saat 21.00

      Mehmet’e telefon ettim, defalarca otelde aramış, döneceğinizi söylemişler, bekliyormuş. Telefona küfrettim, hayata küfrettim. Duymak istemediğim bütün sesler emrimdeydi, yalnız sizi arayamazdım, aramayacaktım, öyle istemiştiniz; sesinizi kilometrelerce uzaktan duymak bile yasaktı bana. “Merhaba”nıza bu akşam öyle susamıştım ki. Plajda ıstırapla dolaştım, yağmur yanan alnımı bir kat daha tutuşturuyordu. Her akşam sesinizi beklerdim burada. Memeden kesilen bir çocuk gibiyim.

      Sana ait hiçbir maddi hatıram yok. Keşke saç fırçanı alsaydım. Öpecek, üzerine kapanıp ağlayacak bir mendil, bir... Satırlar karıştı. Karışsın...

      Dudaklarını içerim, canım Lamiam. Vecit ve takdisle.

 

      10 Kasım 1966 / Saat 7.00

      HER TESELLİ BİR İHANET GİBİ

      Alışmak, öksüzlüğe, ümitsizliğe, sensizliğe alışmak! Minarelerde ezan okunuyor, yatakta doğruluyorum, sen hep öyle yapardın. Şimdi boş bir yataktasın, elinde bir mendil, benim mendilim yok, gözyaşlarımı pijamama siliyorum. Dışarda kuşlar cıvıldıyor, içimde öfkenin diş gıcırtısı. Ne zaman buluşacağız? Buluşacak mıyız? Yaşayabilecek miyim? Karım, doktora gidelim diyor, hastasın. Evet hastayım. Her teselli bir ihanet gibi geliyor bana. Her eğlenceden kaçıyorum, her zevke düşmanım. Herkes için nesiniz? Hiç. Bir gölge, bir isim, bir siluet ve herkesinsiniz. Sıcaklığınız yalnız benim için hayat kaynağı, saçlarınız yalnız benim için bir kucak ışık. Ve uzaklardasınız. Dudaklarınızın pınarından uzağım. Sizi ben yarattım, kozanızı benim için yırttınız, aşk oldunuz, arzu oldunuz, kayıtsız ve kaygusuz. Hatta küçümseyen, hatta düşman bakışların sümüklüböcekler gibi üzerinizde dolaştığı bir dünyadasınız. Ve ben, cehennemdeyim. Geçecek bunlar. Ama... Şimdi daha sakinim. Bu, baş başa kahvaltı yaptığımız saat. Kahvaltı yapıyor musun? Parmaklarım alev alev yanıyor, elini tutamıyorum; ayaklarım ayaklarına dokunamıyor. Saadeti fethetmek lazım, ne yaparsın? Seni kazanmak için senden uzaklaşmak!  Seninkileri bugün bekliyorum.  Geldiğimi Ümit’ten öğrenmişler.

      Şimdi kahvaltıyı bitirdiğimiz saat, sen çay istiyorsun. Ah bu senin çayların! “Arka sokak.” Hiçbir isim, güzel dudaklarından acı bir tebessümle dökülen bu çift kelime kadar beni yaralayamaz. Sevgilim benim, ruh dünyamda biricik sokak var, sokakta tek saray veya kulübe; o sarayın tek sahibesi sensin.

      Saat 10

      Mektupların içimi yaşamak sevinciyle doldurdu. Bir haftadan beri ilk defa gülüyorum. Dağlarla güreşecek kadar kuvvet var içimde. Dün sana kocaman bir kitap postaladım: “Edebiyat Ansiklopedisi.” Hayata karıştığına, fildişi kuleni yıktığına öyle memnunum ki. Güller dikenli. Bilirim. Ama yaşamak yaralanmaktan korkmamaktır. Fildişi kulen bir mezardı sevgilim, bu bir diriliş. Fildişi kuleyi Kaya’ya{6} bıraktın. Kaya ne oldu, yandı kül oldu. Talebelerini sev. Geçici de olsa, mektebe bağlan. Tanıdığım insanların en kuvvetlisisin, ama bu kuvveti kendini yıkmak için kullanmışsın, şimdi bu kuvveti benim için, bizim için kullanacaksın.

      Dua bir kanatlanıştır. Namaz kıldığına sevindim. Her sabah ben de seninle beraber ezan dinliyorum. Öksüzler yurdunu ihmal etme. Ama herşeyden önce sıhhatına itina. Erken yat, erken kalk. Konferanslara gelince, bunu sen tayin edeceksin. Mesela İngiliz romanı hakkında, İngiliz romantizmi, İngiliz şiiri hakkında konuşabilirsin. Yani mesele, lisede böyle bir gelenek kurmak. Konuları meslektaşlarınla öğrencilerinin tecessüsü tayin eder. Freud ile Shakespeare’i almışsındır. Uzun mektuplarını bekliyorum. Seyahatnamen fazla satirikti. Zaman zaman hainlikten vazgeçemiyorsun. Biliyorum ki bu bir parça da beni eğlendirmek için. Ama çok zalim olma. Bu humour tırnaklarını gösteren bir humour. İngiliz humour’u. ikinci mektubun bütün mektupların gibi şiir. Lamiam benim, insanları anlamağa, hiç olmazsa onlardan iğrenmemeğe alış. O kadar zavallılar ki. Biz bahtiyarız artık. Bahtiyarlığın ilk vazifesi acımaktır. Bu, Scott’u kıskandıracak, Dickens’i hayran bırakacak realizminden şikâyet manasına gelmez. Ama seyahatnamemde...  Ben baştan ayağa ümit, arzu, heyecan, bekliyorum, seni getirecek yarınları, seni bekliyorum. Nezle olmağa hiç niyetim yok. Tabii mektupların sisli havayı sık sık dağıtır, zindanımı aydınlatırsa ve beni yalnız bırakmazsan. Kendini Meryem’e adayan bir keşiş gibi seninim. Çok sıkıntı çekiyorum, sen çekmiyor musun? Kendime senden fazla hürriyet vermek istemiyorum.

 

      12 Kasım 1966

      HÂLÂ SENİ YAŞAMAKTAYIM

“O fairest of creation, last and best

Of all God’s works! creature in horn excell’d

Whatever can to sight or thought be form’d,

Holy, divine, good, amiable, or sweet!

How art thou lost! how on a sudden lost,

Defac’d, deflower’d, and now to death devo te!”

      Milton ne güzel söylüyor! Hayatı kucaklamak isteyen, yeni ufukları fethe koşan, tecessüsü memnu bölge tanımayan kadının ezelî macerası... Zavallı Havva!

      Konya’dan gelen mektup bir buse kadar okşayıcı, coşturucu, dinlendiriciydi.

      Seninkilerin dünyasında değişiklik yok. B. eskisi gibi soğuk, güdük, heyecansız, bir kin fıçısı. Hasta adamın bütün çarpık ve çapraşık hisleri ile malul. A. o cenin-i sakıtın her telkinine ruhunun kapılarını açmış. Bu adamla konuştukça taşlaştığımı hissediyorum. Mezar taşı gibi, kasap satırı gibi garip bir soğukluğu var. Serinletmeyen, üşüten ve ürperten bir soğukluk. Damarlarımdaki kan alevlendikçe ona koşmalıyım. Benim antitezim. Bu sabah da bizdeydi. Üç saat medeniyet tarihi okuttum. Sonra asistan Ali Bey geldi.

      Dün akşam misafirim vardı. Şarapçı Tevfik beyle 23 yaşındaki arkadaşı, içmek zorunda kaldım. Tabii votka.

      Senden hâlâ mektup yok. Endişe içindeyim. Ben perhize ve çileye devam ediyorum, iki gündür ağlamaz oldum. B.’nin mucizesi. Ama hâlâ seni yaşamaktayım. Kulaklarımda cıvıltın, tenimde teninin alevi, dudaklarımda lezzetin. Bir haftaya kadar yeni bir kitabım çıkıyor, yollarım. Sana Freud’le Shakespeare’i gönderdim. Yakında onları başka kitaplar takip edecek. Freud’u oku. Anlamadığın yerleri sor. Hangisinden başladığını yaz. Aramızda telepatiden başka komünikasyon imkânı yok. Bari bir telgraf çekseydin. Bugün çok yorgunum. Yorgun ve mütehassir. Yarına. Mesut yarınlara. Seni getirecek olan yarınlara. Perestişle.

      Saat 19.30

      Sana birbirinden kötü iki mektup. Biri son karşılaşmamızdan önce yazılmıştı. İkisi de aynı acıyı, aynı hasreti haykırıyor. Sesini duyamamak! İkisi de aynı saatlerde yazıldı. Bir parça şımarmış olduğumu da itiraf zorundayım. İnsan, yaşattığın o binbir geceye bedel on bir gün on bir geceden sonra sadece şükran neşidesi yazmalı. Hele bir mektubun gelsin, kolay. Yara henüz taze, kanıyor. Kapanmasını da istemiyorum, istersen çabucak kapanır.

      Aşk ıstıraplarıyla büyüktür. Öperek.

 

      14 Kasım 1966

      ACILARIM İÇİNDE MESUDUM

      Hâlâ mektup yok, ama henüz ümitvarım. Dün seninkilerle beraberdik. Üçü de iyi. V’nin yaptığı iş gözleri için çok yorucu, buna üzüldüm, bir çözüm yolu arayacağım. Çocukların üçü de dostluğa ve ilgiye layık. Benim için onları yetiştirmek, onlara faydalı olmak bir vazife olmaktan çok gerçek bir zevk, ama daha önce de söylediğim gibi hislerimi tayin edecek olan sana karşı davranışları. Fazla hoşlanmadığım, B.

      Dün akşam albaylara davetliydim. Prof. Tanyol’la karısı da vardı, bir edebiyat hocası. Tatsız bir akşam. Sabahleyin 3’de uyandım, seninle uyandım, zaten seninle yatmıştım.

      Kendini Meryem’e adayan keşişler gibi korkunç ve yıpratıcı bir çile içindeyim. Pınarın yanında bile susuzdum, ya şimdi! Bu on bir gün on bir gece kendini bütün zerrelerinle, bütün vücudunla esirgemeden verişin aşkımız için tehlikeli olabilirdi, artık benim için bir tecessüs değilsin. Tırnaklarından saçlarına kadar bütün anatomini biliyorum, hatta ruh dünyan da birçok bölgelerini ezbere çizebileceğim bir harita gibi aşina bir ülke, ama gerçek sevgi bu imtihandan zaferle çıktı. Seni eskisinden çok seviyor, eskisinden çok istiyorum. Bu tek-vücut halinde yaşayışın sendeki akislerini merak ediyorum. İlk ayrılık devrindeki coşkunluğun devam ediyor mu? Ben acılarımın azalmasını dahi istemiyorum. Bu bir nevi ihanetmiş gibi geliyor. Seninle doluyum, sen’im, seninim.

      Seni tanıdıktan sonra yazdığım birkaç yazıyı yolluyorum. Yarına, bahtiyar yarınlara, seni getirecek yarınlara. Dudaklarını (…).

 

      Jurnalimden bir paragraf, tarih 18 Eylül 1963.

       “Olemp’e tırmanan adam yarı yolda kaldı. Cinler çelme taktılar, yılanlar kesti yolunu. Olemp’e giden adam, başını göklere kaldırdı. Sevdikleri oradaydılar. Musa’nın gözlerini kamaştıran ışık onun gözlerini kör etti. Olemp’e yalnız gidilmez. Yoldaş gerek. Senin yoldaşın korkuların, acıların, utançların. Olemp’e yalnız gidilmez, kervanla çıkılır yola.

      Bin çıkılır, bir varılır. Bir çıkılıp, bir varılmaz... Olemp’e giden adam burada gömülüdür, bir türbede değil, bir gönülde değil, bir sayfada. Bir sonbahar yaprağında. Olemp’e giden adam... Böyle bir adam yok, olsa tanımaz mıydınız?

      Size bütün Asya’yı, bütün Avrupa’yı getirdim. Asya Himalaya’dır, biliyor muydunuz? Veda’lar tanrıların ilk şarkıları. Onları kendilerinden dinledim... Size her hangi bir kitap değil, bir Kitab-ı Mukaddes getirdim... Havarilerini halkedemeyen İsa’nın yeri tımarhanedir, çarmıh değil, oysa ben çarmıhtayım. Ve domuzlar mukaddes kitaplarla beslenmez. Olemp’e giden adam, dinleyin dedi çocuklarına, Valmiki konuşuyor. Çocuklar elleriyle kulaklarını tıkadılar. Aşağıda çok çok aşağıda, zenciler hora tepiyordu. Avrupa. Hangi Avrupa? Bu senin Avrupa’n kusmuk ve kazurat kokan bir domuz ahırı. Ahırını Avrupa sanan bedbaht.

      Bu Hint belki bir kitabın ilk yaprağı idi. Bir vahyin ilk heceleri. Belki tamamlanırdı, belki tamamlanmazdı. Her kitap yarımdır; kitabı insanlık yazar. Ne mutlu ona bir hece ekleyebilene. Homer bir mısra, Vyasa bir mısra, Firdevsî bir mısra. Çağdan çağa akseden bu ulu, bu layemut ilahiye senden bir nida karışmış, karışabilirmiş ne mutluluk! Ama çağdaşların boğazına sarılıyor, istemiyorlar. Rüyalarını dile getirmeni, kalbini konuşturmanı, kelimelerden bir fecir yaratmanı, istemiyorlar. Konuşamıyorsun,  konuşamayacaksın.  Olemp’e giden adam: önünde iki yol var: cinnet ve ölüm.”

      Bir başka paragraf, tarih 7 Şubat 1963. “Uzviyi ulvileştirmek, bakırdan altın imal etmek gibi hayal... Şuurun karanlık bölgelerinden yükselen çığlığı susturamıyoruz...  Saint-Augustin, kendini kırkından sonra Tanrı’ya vakfedebildi. Muhammet, Haticetülkübra ile geçirdiği yılların acısını, torunu yerindeki Ayşe’nin kollarında çıkardı... Belki inananlar uzviyetin çığlıklarını dualaştırabilirler. Ama Pafnüs’ü cinnete kanatlandıran bu gayrı insanı inat oldu...

      Tabiat yaratmak için yıkmak zorunda. Fırtınalar, zelzeleler, seller. Yaşamak öldürmektir, ya kendini öldüreceksin, ya başkalarını. Dördüncü kişinin hayatını kurtarabilmek için üç kişiyi öldürebilmek. “This is the question.” Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da kendine kıymak değil mi?.. Her ölenle bir parça ben de ölürüm...”

 

      Yine Jurnal’den, tarih 2 Şubat 1963.

       “(...) Önünde bütün kapılar çoktan kapanmıştı. Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri kesebilirdi, ya cinnetin. Heyhat, gözlerini kaybetti. Çok muvakkat, çok yarım bir hal suretiydi bu. Evet, bazı gurur yaralarını unutturacak, bazı hezimetleri meşrulaştıracak, bazı çirkinlikleri gizleyecek, tahrikleri azaltacak bir felaket!..” 6 Şubat 1963.

       “Tantal ne kadar bahtiyardı, gözleriyle yiyordu meyveleri, suyu gözleriyle içiyordu. Sisyphe ne kadar bahtiyardı: şahikalara çıkardığı bir kaya vardı kucağında, saçlarında rüzgâr. (...)

      Bir yangından kaçar gibi hatıralara koşuyor. Ama mazinin loş ormanında tutunduğu her dal elinde kalıyor, tozlaşıveriyor birden ağaç. (...) 8 Şubat 1963.

      Linda, Emine ve sonrakiler., tutunmak istediği birer daldı. Düşen tutunacağı dalları seçmez. Ve hepsi de kuru bir dal kadar duygusuzdular...” 1 Mayıs 1964. “Bu kâbus şuurla başladı. Mektep bahçesinde oynayan çocuklar vardı. Ben yalnızdım ve yabancıydım. Yabancı yani düşman. Dilim başkaydı ve gözlüklerim vardı. Kör dediler. Ben bu kelimenin kuduz köpek dişlerine benzeyen temasını ruhumda kırk yıl önce duydum. Ve bağlanmak ihtiyacı, tedavisiz bir sıtma nöbeti gibi benliğimi sardı. Sevmek.. Kimi ve nasıl? Geçti yıllar.. Meyhane masalarında, sokaklarda. Mefisto’ya satar gibi izdivaca sattım kendimi. Bir parça et, ve bir parça şefkat. Geçti yıllar. Zilleti Dejanire’in gömleği gibi çıkartamadım sırtımdan. Daima kendimden utandım. Yaratmak mümkün değildi. Gürbüz çocukların ana karnında boğulduğu bir ülke. Sonra Paris. Ve kâbusun ecel terleri döktüren safhaları. Acı hafızayı çatlatıyor. Ve buharlaşıyor hatıralar...”

      Saat 11.30

      Sen üçüncü yolsun. Üçüncü yol yani saadet. Kâbusdan hemen kurtulunmaz. Zaman zaman şımarık, zaman zaman nankör, zaman zaman bedbin görünüyorsam bu 48 yıllık ıstırapların eseridir. Aradığımı, istediğimi buldum, ama şimdi yine yalnızım. Trajedi burada. 48 yıl ve 15 gün. Beklemek, kaç yıl yaşayacağım daha? Kaç ay yaşayacağım? Mektubunda rezil bir kelime var, kapris olarak başlayan bu sevgi., diyorsun. Kapris olarak değil, bütün bir ömrün kaçınılmaz sonucu ve manası olarak. Aşkımızın herhangi bir merhalesi için böyle bir kelime kullanırsan ilk karşılaşmada tokatlarım seni.

      Benden çılgın bir neşe bekleme. Acılarım içinde mesudum. Saadet çatık kaşlıdır ve ciddidir. İkimiz de kasırgaya tutulmuşuz, aşk bu. Hele kırkından sonraki aşk. Yanlış anlama.

      Ben kuvvetliyim, metinim ve istikbali hazırlıyorum, hazırlayacağım. Bundan sonra acılarımdan söz ettiğimi duymayacaksın. Çok naz âşık usandırır. Az sonra seninkiler gelecek, İngilizce yapacağız.

      İşte karşındayım. Bir aşk heykeli gibi. Alev alev arzu ve hasret. Bahtiyar mektup! Parmaklarına, dudaklarına dokunacak. Ama ben de kâğıda kalbimi koyuyorum ve öpeceğin yerleri öpüyorum.

      Canım kadınım.

 

      15 Kasım 1966

      SEVMEK VE SEVİLMEK

      Alkol kokan bir isimdi bu. Kaskatı, donuk üşüten bir isim. O iki hecede bir kaçış gizliydi, bir utanç gizliydi, bir isyan gizliydi. Genelev kokan bir isim. Bir savaş ismi, yani bir maske. Hayat bir cehennemdi senin için, anlaşılmamıştın, sevilmemiştin. Ve bir maske takmıştın suratına: Kaya.

      Tanıştığımız ilk akşam, başka ismin yok mu diye sordum. Sesin berrak bir pınarın sesiydi, o mezbelede bir kuş gibi cıvıldıyordun. Bir çocuk sesiydi bu, ümidin, rüyanın sesi. O isimle, bu ses aynı insana ait olamazlardı, ikisinden biri yalancıydı. Lamia dedin ve ben Hind’i Lamia’ya verdim, Hind’i ve gönlümü. Lamya değil, Lamia. Bütün saffeti, bütün şirinliği, bütün ismeti’yle şark. Bir yıldızın ismi. Benim yıldızımın.

      Lamia kayadan fışkıran pınar, Lamia kozayı yırtan kelebek.

      Kayaya teşekkür ederim, bana bir kaynak sundu. Kayaya teşekkür ederim, yıllarca bekçilik etti o kaynağa. Kaya kaynağı bekleyen canavar. Kaya yılanın derisi. O derinin içinden sen çıktın. Sen yani hayat. Şafak kadar temiz, gözyaşı kadar içten bir kadın. O deriyi aşkımın alevinde yaktım. Lamiam benim. Kaya bütün zilletleri, bütün yaraları, bütün levisleriyle mazi. Seni kirli bakışlardan ve hoyrat temaslardan koruduğu için o kaskatı, o cansız heceleri hürmetle yadederim. Bu bir doğum neşidesidir. Kaya Kortan’da Lamia oldu. Ankara’ya giderken içimden Kortan’ı tersine çeviriyordum “natrok”(not rock). Evet, not rock.

      Lamia zindanımı aydınlatan ışık. Dünya kapkaranlıktı, bir kâbusu yaşıyordum. Bir akşam sen belirdin ufkumda. Önce sesdin, ışıl ışıl bir ses. Kelimeler ateş böceklerine benziyordu. Sonra alev oldun. Şimdi şafaksın, Lamiam. Çamurlu libaslarını kapımda bıraktın, kapımda yani hayatın kapısında. Janus’ün iki yüzü var, biri maziye bakar, biri yarınlara. Seni maziden kopardım. Artık bir kâbus değil, bir realitesin.

      Mektupların bulutları dağıttı. Sana perestiş etmekte ne kadar haklı olduğumu gördüm. Kaya bir safra idi, bir zincirdi, bir beddua idi. Şimdi ümit dolusun, hayat dolusun. Büyü bozuldu. Canım benim, Lamiam, sevgili çocuğum. Başın dimdik. Ve alnın bir bayrak kadar mağrur. Güzel günlerin, aydınlık günlerin, sıcak günlerin fethine çıkıyorsun. Bütün kinlere, bütün kızgınlıklara, bütün zilletlere veda. Sevmek ve sevilmek. Kalbine bu iki kelimeyi işledim. Kalbine, tenine, dudaklarına.

 

      18 Kasım 1966

      HATIRAN SONSUZ BİR HAZİNE

      Bu sabah ilk defa yıkandım. Tenimde teninin kokusu vardı, saçlarımda saçlarının. Yıkanmak, kirlenmekti. İhanetti yıkanmak. Vücuduma suların temasını bile tecavüz sayıyordum. Beraber ne güzel yıkanırdık! Elinde o devlere mahsus bornoz, sudan çıkmamı beklerdin...

      Dün karanlık günlerimden biri. Senden mektup yokdu. Akşam, eski talebelerimden biri geldi. Üçel’de içtik, Üçel İstanbul’da seninle son içtiğimiz lokanta.. Bir cuma günüydü. Doktordan idam kararıyla dönmüştüm, Ümit seninkileri almaya gitmişdi, başbaşaydık, içiçeydik...

      Dış dünya seni oyalayabiliyor, kendi kendine yetiyorsun, çok zenginsin, hudutsuz bir hayal gücün var. Ben yalnızım ve boşlukdayım. Seni elli sene bekledim, daha ne kadar bekleyeceğim? Niçin mektuplarını ihmal ediyorsun?

      Her dakikanı beraber yaşamak isterim, her düşüncen benim, günlerini kâğıda işleyebilirsin. Ben bir suç işler gibi mektup yazıyorum, gizlenerek ve çok defa en kötü, en bedbin, en ilhamsız zamanlarımda. Bana daha çok ver kendini, daha bütün olarak ver, tereddütlerinle, gözyaşlarınla, sevinçlerinle, bütün sıcaklığınla ver. Sana yaralarımla görünmek istemiyorum, ama onları saklayacak zamanım yok. Bugün çocuklarımız gelecek. Mesih bekler gibi onları bekliyorum, onları, yani seni.

      Shakespeare’in 29. sone’sini hatırladım, aşağı yukarı şöyle diyor: “Bakışlarda küçümseyiş okuyorum Yalnızım, bedbahtım, tesellisizim.

Gökler sağır, sesim boğuk

Ve lanet okuyorum talihime

Kıskançlıktan kuduruyorum

Kiminin ikbalini kıskanıyorum

Kiminin istikbalini

Aczimden utanıyorum.

Hazlarım iğrendiriyor beni.

O zaman sen geliyorsun aklıma,

Ve birden kanatlanıyorum,

Bir tarla kuşu gibi, mest

İçim aydınlıkla doluyor, yükseliyorum, yükseliyorum

Neşideler söylüyorum hayata,

Göklerin eşiğinden,

Bana ne toprağın çirkinliğinden

İnsanların zilletinden bana ne?

Hatıran öyle sonsuz bir hazine

Ve sevgin öyle büyük bir mutluluk ki dostum!

En mağrur hakanların tacını

Hor görüyorum.”

 

     Shakespeare daha güzel söylüyor:

      “For thy sweet love remember’d such wealth brings, That then I scorn to change my state with kings”. .

 

      20 Kasım 1966

      BEN EZELÎ BİR MAĞLUBUM

      Mektuplarını üzülerek okudum. Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun., acılarımla hıınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukça? Onları senden de mi gizleyeceğim? Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim. Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim anda yokum. Acılarımın kaynağı sensin, evet ama hayatımın kaynağı da sensin, senin için ve seninle yaşıyorum. Sen uçuruma yuvarlanırken tutunulan dal, sen vaha, sen bütün hayal kırıklıklarımın dudaklarında ümitleşdiği kadın.

      Haklısın, insan yaralarıyla çıkmamalı ortaya. Sevgi bir oyun, ama benim oyunla ilgim yok. Söylemiştim, hayatta hep bröton savaşçıları gibi çıplak dövüştüm, yaralandım, yaralandım, yaralandım. Bir ömür ki yalnız on beş gün dilber, yalnız on beş gün yarasız. Ben ezelî bir mağdurum, coğrafî kader, siyasî kader, biyolojik kader. Başka bir ülkede doğmalıydım, başka bir ülkede veya başka bir çağda, en iyisi hiç doğmamalıydım. Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım. Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiçbir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezelî bir mağlubum. Ama tarihi yaratan bu mağluplar, bir ülkeyi onlar ebedileştirir. Sen, tek mükâfatım benim.

      Realite o kadar çirkin ve ben o kadar yaralıyım ki! Önümde iki yol var: biri sana giden yol, öteki ölüme. Elli yıl sonra belki de masallaşacağım. Hint’in bir sayfasını kaleme almak 20. asırda pek az faninin başarabileceği bir mucize, benim bir sayfam bir insana ebediyetin veya Akademinin kapısını açar. Çağdaşlarıma bakınca Lilliput’lar ülkesindeki Güliver gibi kendimi tanrılaşmış hissediyorum. Duymayan, düşünmeyen bir alay robot, duymayan düşünmeyen ve düşündürmeyen. Saint-Simon dosyada bekliyor, böyle bir kitap bir millet için değil, bir devir için şeref. Batı’yı Fetheden Hint dosyada bekliyor. Fildişi Kule dosyada bekliyor, Quinz-Vingts Geceleri dosyada bekliyor. Neyi? İsrafil’in Sur’unu mu? Yazdıklarım okunmadı, Hind’i sen bile okumadın, kimin için yazacağım? Ne yazacağım? Bir başka dil konuşuyorum. Deliyim veya dahiyim. Derslere henüz başlamadım, çünkü başlamamı istemiyorlar. Kürsü profesörü Londra’da, vekili Cahit Tanyol. Oda arıyoruz diyorlar, dinlen diyorlar, keyfine bak diyorlar. Herkesi rahatsız ediyorum. O kadar yalnızım ki! Başka bir seyyareden gelmiş gibiyim ve nesli münkariz* olmuş Tufan öncesi bir ucube.. İşte seni de üzüyorum, seni de utandırıyorum...

      Acılarımın kaynağı sensin. Yani: sensizlik. Bütün bu dengesizlik, tattırdığın saadetle yokluğun arasındaki tezattan doğuyor. Sonra, öleyim diyorsun. Bir daha böyle söz istemem. Ölmek ancak beraber. Sevgilim, Lamiam, canım benim, bir tanem. Yakında zafer haberleri ile dolacak mektuplarım. Biraz naz, biraz şairlik, biraz sarhoşluk ve hasret. Beni hoşgör. Herkül kadar kuvvetli, Eyüp kadar sabırlıyım. Ve her dağı devirecek bir Ferhat gücü var içimde.

      Bana bak. Sen daima neşeli ol. Mademki ikimiz bir bütünüz. Sen güzelsin, ben çirkinim. Sen akıllısın, ben çılgın. Sen neşesin, ben... Hezeyanlarımı hasrete ver. Ama fırtına geçti, tipi dindi.

      Seninim. Koruyucun, baban, dostun, sevgilin, şuurun, vicdanın, iraden, sultanın, efendin ve kölen. Yalnız senin olduğum, yalnız sen olduğum, yalnız senin için yaşadığım unutulmasın.

      Okşayarak.

 

      21 Kasım 1966 Pazartesi

      SANA KAVUŞMAK İÇÎN SENDEN AYRILMAK

      Sabahtan beri çalışıyorum, İnsan Değiştirilebilir mi?” diye bir kitap. Ocak başında çıkacak. Çalışmak, sana yakınlaşmak; çalışmak, seni fethetmek; çalışmak, geleceği kurmak. Nikbinim ve sabırlıyım.

      Dün akşam seninkileri yemeğe alıkoydum, tatlı saatler geçirdik.

      20 tarihli mektubumu hoş gör. Bunu, iradesizliğime, aczime yorma. On bir gün seninle o kadar doluydum ki, ayrılınca, beyni çıkarılmış, kalbi koparılmış, ciğeri sökülmüş bir insan gibi üzüntü duydum. Anla beni. Senden başka bir şey düşününce kendimi suçlu görüyordum, çalışmak bir ihanet gibi geliyordu bana. Elim bir insan eline temas edince kirlenmiş gibi ürperiyordum. Sen de öyle değil misin? Ama sana kavuşmak için senden ayrılmak gerekiyor. Ne hazin mecburiyet!

      Bir daha fildişi kuleden bahsetmeyeceksin. Bu bir emirdir. Ölümden bahsetmeyeceksin.  Beraber yaşayacak veya beraber öleceğiz. Uğursuzluk getirdiğinden bahsetmeyeceksin.  Onbir gün, onbir gece o kadar bahtiyardık ki! Bu saadetin elbette gölgesi olacaktı.

      Yavrum benim, korkunç bir dilemma: senden kurtulmak için başka konularla, başka insanlarla ilgilenmem lâzım. Ama bu bir nevi ölüm benim için. Sensiz yaşamaktansa yaşamamak bin kere iyi.

      Mektuplarını bekliyorum, uzun mektuplarını. Günlerinle, sıcaklığınla, hasretinle dolu mektuplarını.

      Mektuplarım her zaman huzur içinde yazılmıyor. Seninle başbaşa kakmayınca kuduruyorum. Yoksa silahlarını atıp, kavgadan kaçan korkak bir mücahite benzer tarafım yok. Her geçen gün bizi birbirimize yaklaştırmıyor mu?

       “İnsan Değiştirilebilir mi?”yi bazı notlarla hafta sonunda teslim edeceğim. Eser Jean Rostand’ın. Seni eğlendirebileceğini umduğum için zevkle çalışıyorum.

      Bir hafta içinde “Dillerin Gelişmesi” adlı kitabım yayımlanıyor. Onu “Saint-Simon” takip edecek, Saint-Simon’u “Kadın ve Sosyalizm”. Görüyorsun ki boş durmuyorum. Ama susuzum. Bu kadar çileye, bu kadar riyazete dayanmak çok güç. Vücudunu düşündükçe alevler içinde kıvranıyorum. Varlığım yay gibi gergin, seni istiyorum. Dudaklarını uzat bana, (...).

     Veysi’ye Üsküdar’da ev arıyoruz, sen Üsküdar’ı falan bilmezsin ya! Onu da İngilizceye başlattım, ilerliyor. Ayşe’yle Mehmet bayağı ilerlediler. Babür’le felsefe ve Fransızca yapıyoruz. Veysi’nin bir an evvel bir eve yerleşmesi lazım. Haftada iki üç gün beraberiz. Şubat’ta bir sertifika vermesi lazım.

      Bugün yine mektubunu bekliyorum. Zaman zaman coşkunluğumu hoşgör. Bahtiyarım, sevildiğim için bahtiyarım ve çalışmalarımla, günlük çalışmalarımla yuvamıza bir taş daha eklediğim için bahtiyarım.

      Kuvvetliyim, kuvvetli ol. Acılara paydos. Yakında ayrılmamak üzere birleşmek için Allahaısmarladık sevgilim. Perestiş, şefkat, şehvet.

 

 

 

 

 

      22 Kasım 1966

      BU ACILAR SAADETİN GÖLGESİ

      Çöldeki kumlar gibi susuzum, canım benim, çatlayan topraklar gibi susuzum. Ve mektupların nisan yağmuru. Hindin turnaları gökkubbeden dökülen damlacıkları toprağa düşmeden içerlermiş. Kelimeler alnımı, ruhumu serinleten birer buse. Onları senin ellerin yazmış, güzel ellerin. Bir afyonkeş gibi akşamı bekliyorum. Postacı geç uğruyor Server’lere ve yolda, bir elektrik direğinin altında vuslatın hazları ile sermest, seni içiyorum. Bu acılar saadetin gölgesi, bu acılar vuslatın dikenli yolu. Bu acılar Araf. Sabahtan beri çalıştım. Saat üç buçuk. “İnsan Değiştirilebilir mi”nin notlarını yazıyorum.

      Kitaba seni eğlendirsin diye, yeni bir bölüm ekledim: “Eski ve Yeni Robotlar.” Hafta içinde teslim edeceğim. On beş güne kadar da “Saint-Simon” matbaaya verilmiş olacak. Onu da yer yer çok seveceksin. Bundan emin olmasam bastırmam. Seni kayıtlı şartlı sevdiğimi söylüyorsun. Hanımefendi, türk dilinde iddianızın cevabı, “halt ediyorsunuz”dur. B.’ye gelince şimdilik gayet hürmetkâr, uysal ve terbiyeli. Onu sen başıma sardırdın, seninle münasebeti var diye tahammül ettim. Şimdi birden söküp atmak çok güç. Sebep yok, vesile yok. Çocuklarını seviyorum. Zaman zaman senin gibi konuşuyor, senin gibi gülüyorlar. Kendilerinden zevk aldığım tek insan onlar. B.’yi feda edince onlardan da ayrılacağım. Oysa vazifelerim var, onlara karşı. Senin ihmalini telafi etmek, ingilizce öğretmek istiyorum. Öğreniyorlar da. Bahsin pek geçmiyor, ben hiç açmıyorum. Aleyhinde hiç kimsenin en küçük bir imada bulunmasına tahammül edemem. Bununla beraber sen istediğin yahut seninle ilgili en küçük bir terbiyesizlik yaptıkları anda benim için realiteden hatıraya intikal ederler.

      Bercis hanımla Hint okuduğuna memnun oldum. Belki kendi başına da okumaya başlarsın. Ama “Hernani” daha zevkli bir lektür olmaz mı? Daha zevkli, yani daha kolay. Hadi seni biraz kızdırayım. Dün bir kitap için B.’lere uğramıştım. Valide hanım pür tuvaletti. Nefis bir parfüm sürünmüştü. Ve harikulade iltifatkârdı.

      Canım benim seninle doluyum. Ve yalnız seninim. Başka bir kadının sesini duymak bile benim için bir vicdan azabı oluyor. Bu kadarı da fazla. Sanıyorum ki, minnacık bir ihanet, manevi de olsa aşkımızı gölgeleyecek. Kaçıyorum. Kadın meclislerinden, zevkden ve eğlenceden kaçıyorum. Bazan güldüğüm oluyor, utanıyorum. Ondan uzaktayım diyorum, acaba unutmaya mı başladım, sadakat bu mu diyorum; bu bir hastalık bende. Tedavisi gayet kolay, ama istemiyorum. Freud’ü oku ve bana sual sor. Ansiklopedi ile Lükres’i aldın mı? Yakında sana yine kitap yollayacağım. Yarına.

      Bir avuç ışıktı saçların. Karanlıklardayım şimdi. Vakit ikindi, yarın yine beraberiz- Ne zaman ayrıyız ki? Şefkat, sevgi.

 

      23 Kasım 1966

      ASIRLAR KADAR UZUN, RÜYA KADAR KISA

      Yalnız sende yaşamak, yalnız senin için yaşamak... Bütün dostlardan, bütün düşmanlardan, bütün yabancılardan uzak bir dünyada, senin için konuşmak, senin için yazmak, senin için yaratmak.

      Sen dokunduğunu altına kalbeden büyücü. Krezüs’ün dilsiz oğlu savaşta babasını kurtarmak için birden dile gelir. Sen dilsizleri konuşturacak kadar dilbersin.

      Yılların levsi iskarpinlerini yalayıp geçmiş, yaşamamışsın ki kirlenesin. Benim gözyaşlarından temiz sevgilim. Aynalar yalan söylüyordu sana ve kıskanç bir tanrı, aşk için yaratılan gönül sultanımı Sodom’un kucağına fırlatmışdı. Sen bir anne sütü kadar temizsin, bir dua kadar temiz. Yalnız seni okumak istiyorum, yalnız seni dinlemek istiyorum. Lamiam benim.