Şehir Tiyatrosu, Hernani’yi temsil etmeğe karar verdi. Rejisör Minecke defalarca evime geldi. Yanında Hamit Akınlı da vardı. Bazı bölümlerden birkaç mısra çıkarmamı rica etti. Anlaştık. Provalar başladı. Cumhuriyet gazetesinde o mevsimin Hernani ile açılacağı ilan edildi, afişler yaptırıldı. Temsiller başlamadan birkaç gün önce, Meinecke imzalı bir tezkere aldım, eserin oynanmasına imkân olmadığını üzülerek bildiriyordu. Niçin’ine hâlâ akıl erdiremediğim bu korkunç haber beni çok sarstı...
13 Eylül 1981
YAKUP KADRİ VE AYDIN ÜZERİNE
Fransız aydınları, üzerinde uğraşılacak başka konu kalmayınca kirli çamaşırlarını döküyorlar ortaya. Narsisizm her çağda ve her ülkede bir entelektüel hastalığı. Hoş, bakışlarını kendi göbeğine çivileyip, temaşa ettiği harikuladelikleri çağdaşlarının sağır kulaklarına fısıldamağa çalışan hergeleler kendi dünyamızda da eksik değil. Yani narsisizm yalnız entelektüellere musallat değil. Fransa’da her zaman bir “entelokrasi” mevcuttu. Bizde olsa olsa “obskürantokrasi”den söz edilebilir. İçtimaî talep, sıfır. Yazar ne üretecek? Sağ matbuat ya bütün bütün ümitlerini Humeyni’ye bağlamış, ya şifa kabul etmez bir Humeyni düşmanlığına. Keşfedilen son büyük numara Humeynî’nin mason olduğu. Ne masonluğu bilen var, ne Humeyni’yi tanımak isteyen.
“Sanat Olayı” dergisi Ağustos 1981 sayısında nefis bir inceleme yayımlamış: “Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Aydınlarımız”. Yakup Kadri, Cumhuriyet devri aydınları içinde en kalitelilerden biri. Çok okumuş, çok yaşamış, çok hissetmiş. Tanıyor muyuz? Hayır. Önce Nazım’ın insafsız ve düşman polemiği: “Behey Karamaca beyi!..” Bu manzumeyi 34’lerde okumuştum. Çarpıcı ve zalimdi. Bahtiyarlara karşı duyulan hıncı körüklüyordu. Sonra “Erenlerin Bağından”ı okudum, hayran kaldım, şapşal ve cahilce bir hayranlık. “Sodom ve Gomore”, “Hüküm Gecesi”, “Kiralık Konak” ve “Panorama”., hepsi de erişemeyeceğimiz kadar yüksek birer üslup, birer bilgi, birer düşünce zirvesi olan bu kitaplar kıskanç, ezilmiş taşra delikanlısını ümitsizliğe düşürdü. Yakup imtiyazlı idi. Ben onun bulunduğu zirveye tırmanamazdım. Hasan Ali, “Edebiyat Tarihimizden” başlığı ile yayımladığı Yakup Kadri biyografisinde, üstadı layık olduğu makama oturtuyordu. Çok güzel yazılmış bir hal tercümesi. Yakup’un çok sığ birkaç makalesini okudum, Gustave le Bon’dan söz ediyordu. Konuyu ondan daha iyi bildiğimi görerek garip bir memnuniyet duydum. Sabih bey tanıştıklarını söyledi. Aleyhinde bir iki hatıra nakletti. Sevindim. Daha önce, Refik Halil’in “Kalburüstü” başlıklı bir dizi yazısını hatırladım. Orada da üstat pek yüceltilmiyordu. Garip bir haz duydum. “Zoraki Diplomat”, içimdeki küçüklük duygularını biraz daha yatıştırdı. Dev, bir cüceydi. Sedat, “Yaban”ı kötüleyen bir hicviye kaleme almış, romancının halktan ne kadar koptuğunu anlatmağa çalışmıştı. Hak vermiştim. Kısaca, benden önceki neslin bütün yazarları gibi, Yakup’u da tanımıyordum, daha doğrusu birbiriyle münasebeti olmayan bir sürü Yakup yaşıyordu kafamda. Haşim’in sevgilisi olan Yakup, “Nur Baba”nın Yakup’u, “Panorama”nın birinci cildinde çok beğendiğim, ikinci ciltte kızdığım Yakup. Fecr-i Ati’nin o çok beğenilen hikayecisi zamanımızda unutulmuştu. Unutulmuştu, çünkü çağımız onu anlayacak seviyede değildi. Çağdaşları anlamış mıydı ki? Hasan Âli’nin kitabı hiçbir aksi şada yaratmamıştı. Karaosmanoğlu çölde vaazlar veren bir düşünce adamı idi. Bütün sevgi taarruzları, halkı ile arasında bir kaynaşma sağlayamamıştı.
Dergideki yazı alâkamı çekti. Çünkü yaşadığım dönemde aydın deyince Yakup geliyordu aklıma. Çetin Yetkin, kahramanını iyi seçmiş. Le Monde’un aydınla ilgili makalelerini dinlemiştim az önce. Kafam alt üst olmuştu. Yakup’un bu konuda neler düşündüğünü merak ettim. Yazı Yakup’un 1921’de kaleme aldığı bir feryatla başlıyor. “Yunan Barbarlarının Yıktığı Köyler Ahalisine” sesleniyor romancı. Çığlıktan çok, retorik. “Türk Sazı”ndan bir şiir kadar soğuk. Çetin Yetkin, aydının hüviyetini aydınlarımızın yazılarında aramış. Ve onun da aklına ilk gelen isim Yakup olmuş. Karaosmanoğlu, aydını Tanzimat’tan bu yana ele almış ve en çok mütareke aydınları üzerinde durmuş. Aydın’ın zaaflarını, içinde yetiştiği kente, yani ortama bağlıyor. Tanzimat aydını İstanbulludur, İstanbullu ise, “insanlığın nazenin ve çelebi bir cinsi”dir. “Kış bahçelerinde, saksılar içinde, yapma bir hararetle yetişip gelişen” bir nebat. Kötümser, halkını tanımaz ve neredeyse bozguncu. “Sodom ve Gomore”, işgal altındaki İstanbul’un işbirlikçi burjuvazisini tüm sefaletiyle sergiler. Vatan haininden aydın olamaz.
İnsanlık haysiyetini bütünü ile kaybeden bu zavallılar hiçbir devrin ve hiçbir medeniyetin ölçüleriyle aydın sayılamazlar. Karaosmanoğlu, daha sonra halkla aydın arasındaki anlaşmazlığın sebeplerine eğilerek şu cevherleri yumurtlayacaktır: “Tanzimat, medresenin yanı başında mektebi açmakla taassup ve irtica zihniyetine yeni bir şekil vermiş oldu. Klasik softa tipine bir rokoko softa tipi daha ilave etti. Bunlardan birinin yüzü şarka, öbürününki garba dönüktür. Biri, sarıklı, cübbe ve şalvarlı; öbürü fesli, setre pantolonludur. Biri, hadisten, ayetten misaller getirerek konuşur. Öbürü, frenkçe tabirler kullanmadan meramını ifade edemez”. Ciddi bir teşhisten çok, ideolojik bir müşahede. Yazarın romanlarında şüphesiz ki çok yerinde tespitler var. Fakat bize sunduğu aydın portresi, daima, irfanı, terk-i tâbiyet etmiş bir müstağrip silvetidir. İnançlarından kopan, sırtını belli bir içtimaî sınıfa dayamayan, yaşamak için politika talihlilerine yaranmak zorunda kalmış bir fetret devri münevveri. Sodom ve Gomore’nin çamurlu ve karanlık hayatını anlatan şair hikayeci, kendi fikir macerasını ifşa ederken de daha az gerçekçi değildir. On sekiz yaşında iken bir anarşisttir. Sonraları kitleleri ayaklandıran bir devrimin önderi olmak özlemi içindedir. Otuz yaşında hiçbir değere inanmayan, cismanî hazlar peşinde biri.
Denilebilir ki bu hassas, bu çıtkırıldım “entelektüel”in bütün i| metrukat-ı kalemiyesi haşin ve insafsız bir hicviyeden ibaret. Kendi aydınımızın hicviyesi. Gerçi arada bir bu gayya kuyusundan bir ümit çığlığı yükselmektedir, ama çabucak feryada dönüşen bir sayha. “Biz, Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlak ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı, tehlikeli bir ilacı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi..”
Çetin Yetkin’e göre, “Yakup Kadri, 19 Mayıs 1919’da başlayan Türk Devriminin sözcülüğü görevini üstlenmiş bir yazardır ve ona göre, Türk aydını ancak, “Atatürkçü” olan kişidir. “İyi ama inkılap üstadın bu emellerini gerçekleştirmiş mi?” Panorama’da, Halil Ramiz şöyle konuşur: “... Biz tepeden inme bir inkılabın köksüz öncüleriyiz ve sayımız o kadar azdır ki, her an milyonların içinde kaybolup gitmek tehlikesine maruz kalabiliriz. Yazık ki aramızda böyle bir tehlikeyi önlemek için muhtaç olduğumuz birlikten de eser yok”.
Peki, Atatürkçü aydının vasıfları neler olmalı? Önce anti-emperyalist olmak, mazlum milletlere öncülük etmek; sonrada gerçekçilik. Bu ideolojinin fikir kaynağı: pozitivizm. Ne yazık ki Atatürkçü aydına yakıştırılan bu hususiyetler, belli bir zümrenin bayrağı haline gelmiştir.
Bugün, Karaosmanoğlu’nun müjdelediği Atatürkçü aydın gerçekten yaşıyor mu? Yazara göre, şüpheli: “mesele iktisadî inkişaf noktasına gelince dayanıp kalmıştır. Yani bu kapital dava önünde Türk inkılapçısının iradesi sarsılmıştır.” Romancının şikâyetleri sona ermemiştir: “..Etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye.. Millî mücadele ruhundan hiçbir iz bulamıyorum..”
Batının bütün ideolojilerini reddettikten sonra, ideolojilerin en müphemine sığınarak pozitivizmden millî bir ideoloji inşa etmeye çalışan 1919 sonrası aydınının içler parçalayıcı tezatlarına şahit olmuyor muyuz? Karaosmanoğlu, entelektüeli tarihî çerçevesi içinde ele almıyor. Entelektüelden ne anladığını da sarih olarak kestiremiyoruz. Hiçbir Batılı, entelektüeli, belli bir fikir veya aksiyon adamına bağlayarak tarif etmez. Çeşitli mizaç ve kabiliyetteki bütün yazarlarımızın altına sığındığı bir bayraktır Atatürkçülük. Bir nevi paratoner, bir nevi cins isimdir. Tezatların bahtiyar bir ahenk içinde kaynaştığı, son derece seyyal bir fikirler haritası. Türk aydını Atatürkçü olmalıdır temennisi daha genişletilerek, her Türk Atatürkçü olmalıdır temennisiyle yer değiştirebilir. Başka bir deyişle bir aydın tarifi ile karşılaşmıyoruz Yakup Kadri’de.
18 Ekim 1981
DİLDE İSTİKRAR DÜŞÜNCEDE İSTİKRAR
Celal Nuri 1926’larda “Türk İnkılabı”nı belirlemeye çalışırken İkinci Meşrutiyet intelijansiyasının entelektüel boyutlarını da tespit etmiş oluyordu. İnkılap en az İkinci Mahmut’tan beri gelişen tarihî bir hareketin kaçınılmaz neticesiydi. Avrupalılaşma çabaları çeşitli engellerle karşılaşmış, “yeniciler” nihaî başarıya ulaşamamışlardı. İnkılap, teceddüt hamlelerini köstekleyen her maniayı yıkmıştı nihayet. Zemin tesviye etmişti. İstikbalin Türkiye’sini rahatça kurabilirdik artık. İnşaata nereden başlayacaktık? Dilden, yani irfandan. Medeniyetimizin talihsizliği temellerdeki kifayetsizlikti. Dilimiz de, düşüncemiz de istikrardan mahrumdu. Ne bir sarfımız vardı, ne ele alınacak bir lügatimiz. Fakat gramer kurallarını tespit etmeden önce lisanımızın mahiyeti hakkında ilmî bilgilere ihtiyaç vardı. Henüz ana kavramların bile cahili idik. Filoloji ne idi, lengüistik ne ile uğraşırdı, bilmiyorduk. Demek ki önce dilimizin yapısını, hangi dil ailesine mensup olduğunu vs. öğrenmek zorundaydık. Sonra da kelimeleri bölümlere ayırmak, gramerdeki yerlerini tespit etmek gerekecekti. Lügat bu çalışmalar tamamlandıktan sonra hazırlanabilirdi. Kelimelerin mufassal* bir sicil defteri tutulduktan, her lafız emsal ve şevahid ile vuzuha kavuştuktan sonra elde edeceğimiz müsveddeyi medenî bir dilin (Fransızca veya İngilizce gibi) tanınmış bir sözlüğü ile karşılaştırmak, noksanlarımızın şuuruna varmak, yani kendimizi bir nevi imtihandan geçirmek doğru olurdu. Celal Nuri, aydınlatmak istediği her mefhum için Doğunun en tanınmış sözlüklerinden biriyle (Firuz Abadi tercümesiyle) Batının en muhteşem dil abidesine (Littre’ye) başvurur.
Bugün Firuz Abadi tercümesinden herhangi bir kelimeyi bulup okuyabilecek bir düzine aydınımız yoktur. Littre’nin hâlâ bir benzeri yaratılamayan kamusu ise, ışığı bize yetişmeyen garip bir seyyare. Türkçenin ilk lügatini İskoçyalı bir maceraperest, Redhouse İngiliz kaleme almış. Osmanlı, konuştuğu dilin kelimelerini yıllarca “Müntehibat-ı Lügat-ı Osmaniye” den öğrenmeye çalışmış. Rıza Tevfik’e müşküllerimizi aydınlatacak bir kamus sormuştum, Redhouse’un Türkçeden İngilizceye Lexicon’unu tavsiye etmişti. Geçen asrın sonlarında tamamlanan bu kamustaki kelime sayısı 90.000 civarındadır. “Türk İnkılabı’ndan bu yana 55 yıl geçti. Yeni Redhouse’lar nerede?
Lastik Sait vaktiyle Larousse’un kamusunu çevirmeğe kalkmış. Ancak “Ampul’e kadar gelebilmiş. Oysa istikrar kazanmış ve az çok aşinası olduğumuz bir dilin büyük bir kamusu Türkçeye kazandırılmadan ciddi bir lügat tertip edilemez kanaatındayım. Yani Celal Nuri gibi düşünmüyorum. Yapılacak ilk iş: Fransızcanın büyük kamuslarından birini çevirmek olmalı. Aşağı yukarı bütün Avrupa milletleri aynı yoldan ilerlemiş. Fransızlar, önce Yunanca ve Latince kamusları çevirmişler. Bizim Yunanca ve Latincemiz: Fransızca ile İngilizce.
Bana bu satırları ilham eden: Littre’nin yüzüncü ölüm yılı (1881) oldu. Aşağı yukarı kırk yıldır, üstadın kamusunu tavaf ederim. O ummanın derinliklerine her dalışımda hayret ve dehşet duymaktan kurtulamadım. Avrupa irfanı bütün heybeti, bütün diriliği ve canlılığı ile o dört buçuk ciltte ziyaretçisini beklemektedir. Bir yazar (Gabriel Matznef), Ali Baba’nın Mağarası bize yeni hazineler, hayalimizden geçmeyen zevkler sunacaktır diyor. “Littre, Harikalar Diyarında Alis’tir, ona dalmak, kırmızı gözlü beyaz tavşan’ın ardından gitmektir, aynanın öbür tarafına geçmektir. Littre’yi okumak, her sıkıntıdan kurtarır insanı, yapışkan ve sırnaşık lafızların tasallutundan korur. Kişiliğimizi yapan: hafızadır. Littre, Fransız dilinin büyük tutanağı. Köklerimizi, geçmişimizi, en ölümsüz duygularımızı onda buluruz. Güvendiğiniz dağlara kar mı yağdı, ihanete mi uğradınız, toprak ayaklarınızın altından mı kayıyor, uyuşturucu almayın sakın, açın Littre’yi, ölümsüzlük kaynağına dalın, aradığınız hayat usaresini orada bulacaksınız”.
1982
3 Ocak 1982 Pazar/Saat 11.00
BİR YILIN OTOPSİSİ
Korkular, vehimler, vesveseler... Takvimden koparılan yapraklarla yok olan bir yıl. Dış âlemde hiçbir değişiklik yok. 981 sisler arasında tarihe karıştı. Ebediyete şöyle bir otopsi raporu takdim edebilirim: büyük ümitlerle başlatılan İslam Ansiklopedisi tasavvuru, yalnızlıktan kurtulmak için katıldığım bir teşebbüstü. Üç ayımı harcadım. Neler yazdım, hatırlamıyorum. Bildiğim şu: amelelikle yaratıcılık bağdaşmıyor. Sonra Ekrem Tahir bir rüya gibi hayatıma karıştı ve bir rüya gibi kayboldu. Başka türlü olabilir miydi, bilmiyorum. Ne gelişinde irademin dahli var, ne yok oluşunda. Yeni Devir gazetesinin teklifi ve istemeyerek kaleme alınan bir avuç yazı. Nihayet Selahattin Yıldırım’ın ısmarladığı “aydın”, “batılaşma”, “kültür ve ideoloji” makaleleri. Hudutlu sayfalar içinde çok şey söylemek mecburiyeti. Kısaca, 981 büyük fetihler getirmedi. Kırk Ambar’a girmeyen tercüme hakkındaki müsveddelerim ile “Dostoyevski” ve “Pareto” yazılarını tamamlayamadım. Kırk Ambar, 15.000 liralık ödülle taltif edildi. Yeni dostlar karıştı hayatıma, göçebe kuşlar uçup gittiler, Mehmet Paksu, Ahmet Kanlıdere... hiçbiri tek iz bırakmadı. Dostlarımızı tesadüfler seçiyor. Ama hayatımızı tanzim eden onlar. İzzet olmasa ne Hint yazılabilirdi, ne Jurnal. Her ibda sayılamayacak kadar çok âmillerin eseri.
Bunlardan bazısı tayin edici, bu tayin edici âmillerin başında İzzet var. Ali beyle çalışamıyorum, ilham pınarları kuruyuveriyor. Fuat’ın gelişi hiçbir heyecan yaratmadı. Mazinin o kısmı küllenmiş artık. Sadık, bir iyi niyetler deposu. Nurcular sıkıntımı arttırıyor, hoş, göründükleri de yok ya! Ruh bahçemde ümit başakları bir bir kuruyor. Ne akla inanıyorum, ne ilme. Tevekkül güç, isyan vahim. Yoksa yaşayışımın tek tesellisi istikbale bir şeyler aktarmak. Bu da elimde değil. Sabih beyi hatırlıyorum zaman zaman, gıpta ile imrenerek hatırlıyorum. Salih Zeki’yi hatırlıyorum... Hepsi de güçlü insanlarmış. Benim neslim, nesillerin en talihsizi. Ne fert olarak ayakta durabiliyor, ne toprak olarak. Celal Sılay, Kemal Tahir efsane söyleyip uykuya daldılar. İskender Fikret nerede? Salâh Birsel ne oldu? Akbal dünyanın en tatsız yazılarını karalamakla meşgul. Kemal Sülker Kırk Ambar’ın ödül kazandığını okumuş, telefonla tebrik etti, uğramak ihtiyacını duymuyor. Yazko’da Ulunay ve Sabiha Zekeriya hakkında hatıralarını yayımladı. Beni anılmağa layık bulmuyor. Haklı mı acaba? Ben dünyaya gelişiyle gelmeyişi arasında hiçbir fark olmayan fanilerden biri miyim? Enver Naci Gökçe’nin şiirlerini okudum. On beş yaşındayken bu kadar değersiz manzumeler yazmaktan hâyâ ederdim. Gökçe, belli bir kesimin büyük adamlarından biri. Şöhretin sırrına akıl erdiremiyorum. Sılay’la Gökçe, devle cüce. Ama Sılay çoktan unutuldu. Akbal budalası Cumhuriyet gazetesinin en gözde yazarı. Esat Adiller, Cami Baykurtlar dünyaya gelmemiş gibi. Kemal Sülker olmasa, Refik Halit’in, Ulunay’ın, Sabiha hanımın ismi de unutulacak. İnsanın bütün vehimlerini alt üst edecek bir kadirbilmezlik. Millî Kültür Vakfı, Mehmet Kaplan’ı, Türk kültürüne hizmetinden dolayı ödüle layık gördü. Yerinde bir karar. Türk burjuvazisi kendini temsil edecek kanatsız, heyecansız yazarlar arıyor. Kaplan’dan iyisini mi bulacak? Ama bu elli yıllık üniversite hocası, okuyan gençliğe hangi davayı telkin etti, daha doğrusu, yalan veya doğru hangi hakikatlerin haykırıcısıdır, bilmiyorum. Burjuvazi Tanpınar’ı tanımaz, Yahya Kemal’e sözde âşıktır. Rüyada taaşşuk.
17 Ocak 1982 Pazar
AŞİNA OLMAK İSTEDİĞİM ÇEVRE
15 Ocak, “Akademi Kitabevi”nde imza günü. iyi niyetleri cevapsız bırakmamak için katlanılan bir tören. Anonim bir Cemil Meriç, anonim müşteriler. Bir anonimler randevusu. Sosyal hayatın bütünü de aşağı yukarı öyle değil mi? Vedat Türkali ile konuşuyoruz. Nazik ve sevimli. Beni Balzac tercümelerimden tanımış. Sonra okuyamamış. Sıcak ve dost bir ses. Sağdaki anlayışsızlıktan şikâyetçi. Haksız değil. Ama bu anlayışsızlık siyasî tercihlerden çok, sosyal tarihin mirası. Unsurları arasında hiçbir kaynaşma olmayan geniş bir imparatorluk.
Diller başka, gelenekler ayrı, ferdî veya zümrevî bazı menfaatlerin zorladığı geçici dostluklar. Yalnız bu geniş topluluğun bazı ortak değerleri, alışkanlık veya zaafları vardı. Bunlardan biri de edebiyattı. Eskileri bilemiyorum. Bir Hamit, bir Nazif, bir Haşim her okur yazar’ın sevgi ile andığı isimlerdi. O kadar uzağa gitmeyelim. Yakup, Reşat Nuri, Ömer Seyfettin, hatta Nazım, hatta Necip Fazıl birer bayraktılar. Vedat Türkali yıllarca hocalık yapmış, sinema ile uğraşmış ve ülkenin belli başlı ödüllerinden birine layık görülmüş, kalbur üstü bir yazar. Kaç kişi tanıyor? Daha doğrusu belli bir dünyanın insanı, minnacık bir dünyanın.
Benden imza isteyenlerin biri de bir astsubaydı. Okumak ve okutmak isteyen “uyanık” bir tecessüs. “Arkadaşlara Minyeli Abdullah’ı tavsiye ediyorum, siz yolumuzu aydınlatır mısınız?” diye soruyordu. Ne yazık ki karşıda bir binbaşı duruyordu ve astsubayın fısıltısını işitmemiş gibi davrandım. Zavallı Denizer! Karısına, kızına kitaplarımdan bir çoğunu imzalattı. Vefat Türkali’nin adını duymuş muydu acaba? Onun gibi edebiyattan hoşlanır görünen kaç genç için Vedat Türkali bir meçhul, daha doğrusu bir düşmandı. Bu yamyamca kini bir parça da kendimiz yaratmamış mıydık? Balzac tercümelerimden sonra beni okumadığını söyleyen Vedat Türkali ile okuyucularına ondan söz etmeyen Cemil Meriç büsbütün suçsuz muydular? Bir mühendis Yalova’dan kalkıp beni tanımak için “Akademi Kitabevi”ne gelmişti. Bana hayrandı. Neden kitaplarımı bu kadar ücra bir yerde imzalamağa kalktığımı serzenişle soruyordu. Müessese sahibi, Kitabevi’nin herkesçe tanındığını, bu serzenişin yersiz olduğunu ihtar ederken galiba binbaşı kendisinin Oktay Akbal’ı tanımak için Eskişehir’den kalkıp İstanbul’a geldiğini anlatıyordu. Önce Hadi Bey yüzümü görmek istemeyen dört beş Cumhuriyet okuyucusunun kitaplarını imzalattı, “Sayın falan gibi tabirlerden hoşlanmazlar” diye de ilave etti. Opera’da artist olan bir hanım bir “Köprüden Düşenler” aldı, Neşe Akar bütün kitaplarımdan birer nüsha istedi. Sadık beyden öğrendiğime’ göre, “mesture” imiş. Akar’ı eski yeni bir çok aşina takip etti. 6’ya doğru Vedat Türkali ile Emil Galip Sandalcı şeref verdiler. Sandalcı, üç dört kitap imzalattı. En sonunda Hilmi Yavuz göründü. Şerif Merdin, “Saint-Simon”u okutuyormuş seminerlerde. Ne yazık ki altı tane gönderebilmiştik. Çabucak tükendi. Ben kitapları imzalarken Sadık Göksu ile Vedat Türkali ve Sandalcı konuşuyorlardı. Arada ben de birkaç söz söylüyordum. Göksu konferansıma davet ettiği üstatları. “Kubbealtı”nda konuşacağımı öğrenince itizal ettiler. Orada insanlar tespit edilir, sonra da başlarına çeşitli belalar getirilirdi. Lüzumsuz birtakım izahlara giriştim. Yarı kabul, yarı red ettiler. Hilmi Yavuz pek konuşmadı. Ben ne de olsa şüpheli bir misafirdim, onlar ev sahibi. Tesadüf bizleri bir araya getirmişti. Herkes nazik olmağa çalıştı. O dost iklim içinde tanışmamız ne kadar gerçekleşti, bilemiyorum. Muhakkak olan şu ki “Kubbealtı”ndan daha çok kendi dünyamdı burası bir paravana. Ben her paravanayı yok etmek istiyordum. Bu arzum ne kadar başarıya ulaşabildi, bilmiyorum. Vedat beyi çok sevdim. Önceden de seviyordum, bir nevi Kemal Tahir, belki daha samimi ve daha dağınık. Mahiyeti bir içişte kestirilemeyen lezzetli bir içki. Sandalcı daha kapalı, aradaki paravanayı daha titizce korumak isteyen bürokratik bir mizaç. Birincisi sanatçı, ikincisi diplomat. Yıllardan beri ilk defa olarak aşinası olduğum, daha doğrusu aşina olmak istediğim bir çevredeydim. Dostlar geldiler, hayalete benzeyen dostlar.
Coşkun, İsmail Kanlıdere, Cevat.. Hepsi de iyi çocuklar. Ama hiçbirini tanıyamamıştım, daha doğrusu hiçbiri beni tanımıyordu. Birlikte bir otobüs yolculuğu yapmıştık. Otobüsteki ne kadar bizdik. Bana gerçekten yakın olanlar bu anonim hayranlardan fazla, ilk defa karşılaştığım Vedat Türkali’ler, Sandalcılar, Hadi beylerdi. Acaba neden? Belki aynı çileleri yaşamış, aynı anlayışsızlıkla karşılanmıştık da ondan. Şair Ebulala’yı hiç unutamam, bütün reybîliğine rağmen rahatsız edilmemişti. Bu, İslamiyet’in tesamuhundan mı ileri geliyordu? Biraz öyle. Ama sağlam bir zırhı da vardı: felaket. Kör şair çağdaşlarının kıskançlığım tahrik etmiyordu. Sağın gösterdiği nisbî muhabbetle böyle bir saygı, daha doğrusu saygısızlık yok mu? Türkali’ler kavganın içindeler, dostları da, düşmanları da kavganın içinde, çünkü yaşıyorlar. Benim yazdıklarım adeta mezarların ötesinden sesleniş. Zaafım da, gücüm de şuradan geliyor: gündelik tutkulardan uzağım.
PEŞİN HÜKÜMLER
Abdullah Cevdet hakkındaki doktora tezinden hiç hoşlanmadım. Son derece adi ve yavan bir kitap. Polis raporlarına dayanarak çiziştirilmiş, seviyesiz bir polis romanı. Yazar ne dilini biliyor, ne Cevdet’in dilini anlayacak hazırlıkta. Tezi yönetenler de kara cahil. Önce garip bir küçüklük duygusuna tutuluyorsunuz. Görmenize imkân olmayan bir sürü vesika. Yabancı ülkelerin arşivleri taranmış, bizim arşivler elekten geçirilmiş, ne hatıralar unutulmuş, ne özel mektuplar. Gül hanım dahil, bütün tanıdıklar sığaya çekilmiş. Dehşet ve hayranlık içinde sarılıyorsunuz kitaba. Tam bir kepazelik! Önce bir biyolojik materyalizm sloganı. Cevdet İslamiyet’i araç olarak kullanmak istemiş. Obskürantizm ile düşüncenin ezelî boğuşması. Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet veya Celal Nuri, zamanlarında yobazlar tarafından tekfir edildiler. Sonra hücumlar daha zararsız bir hedef üzerinde teksif edildi: Tevfik Fikret. Bunların hepsi de hiçbir zaman küfr-ü mutlak içinde değildiler. Olsa olsa agnostiktiler. Çağdaşlarının bağışlamadığı, bu dürüstlük, bu samimiyet. Kabuklu hayvanlar, her düşünen insanın karşılaştığı bu beşerî tereddütleri anlamak istemedi. Abdullah Cevdet politikaya bulaşmış her yazar gibi zaman zaman namussuz olmuştur, namussuzluğun kanun olduğu bir devirde ve bir cemiyette hiç kimseden bir heykel-i fazilet olması beklenemez. Ama ölümünden aşağı yukarı yarım asır sonra, iliklerine kadar şair bir düşünce ve duygu adamının İslamiyet’e karşı bir bayrak olarak kullanılması da çok rezil bir teşebbüs.
Abdullah Cevdet Müslüman değildi belki. Fakat kendisine çatanlardan çok daha mümindi. Bize göre dava şu: bir yanda kafası işleyen, kainatın muammalarını anlamak için hem dinlerin hem felsefelerin ışığından faydalanmak isteyen, bütün bilgilere, bütün düşüncelere açık birkaç kişi... Ötede mutlak hakikati belli sloganlara irca ederek Müslümanlığı fıtrî bir imtiyaz olarak kendilerine mâl eden bir iki oportünist. Ve ikincilerin etrafında kümelenen adsız ve şuursuz yığın. Dün Abdullah Cevdet’i tekfir edenler onun geniş irfanını affedemiyorlardı. Yazar yasak bölge tanımıyordu, kelimenin en iyi manasıyla hümanist ’ti. İhvan-ı Safa yazarları ile o çağın Sünni Müslümanları veya İbn Haldun’la İbn Arabi arasındaki anlaşmazlık. İhvan-ı Safa Risaleleri vahiyle ne kadar uyuşuyordu, bilmiyoruz. Abdullah Cevdet’i tekfir edenlerin elinde başlıca delil Dozy’nin “Tarih-i İslamiyet” tercümesi ile Bahaîlik hakkındaki risalesi. Bu deliller zamanımızda inandırıcı olabilir mi? Cevdet düşmanlarının en yamanı Necip Fazıl. Yazı hayatına “İçtihat”ta başlamış olmasının günahını unutturmak isteyen “Kaldırımlar” şairi, eski hamisini her vesile ile tartaklar. Sait Nursi de Dozy mütercimine tabiî olarak düşmandır. . “Kahriyat” yazarını İslamiyet’i araç olarak kullanmakla suçlayan genç doktor bu gibi peşin hükümlerin etkisi altında mıdır acaba? Yani çağdaş bir araştırıcı olarak kaleme sarılırken, düşman cenahın telkinlerinden ne dereceye kadar kurtulmuştur? Vedat Türkali’leri tanımak veya tanıtmak istemeyen sağcı ve solcularla bay Hanioğlu ve arkadaşlarının zihniyeti arasında herhangi bir fark göremiyoruz.
14 Şubat 1982 Pazar
DİNLE AKLI UZLAŞTIRAN BİR DAVRANIŞ
Şehbenderzade 49’unda ölmüş, Ziya Gökalp gibi, Galatasaray’da okumuş. Kenan Rifai ile tanışmış mı? Neden tanışmasın? Bütün çağdaşları gibi Abdülhamit’e düşman. Bu yüzden Fizan’ı boyluyor. Sonra Mısır. Esmeri tarikatı.
Hürriyet ve İstanbul’da devam eden istibdat aleyhdarı mücadele. Şehbenderzade’yi tanımıyorum, çok meçhullü bir muadele. “İslam Tarihi”, Dozy’yi tashih için yazılmış. Oryantalistler umumiyetle vur abalıyaları. Bununla beraber hiç de yobaz değil, Renan’a karşı çok yumuşak. Yazdıklarında çevrenin baskısı ne kadar mevcut? Yani karşımızda çırılçıplak
Bir Şehbenderzade var mı? Yoksa o da belli bir rolü oynamak için mi sahnede, bilemem. Muhakkak olan şu ki asrımızın yobazlarına benzemiyor. Zaman zaman aşırılığa kaçsa da çabucak topluyor kendim. Belli ki ilmî bir inzibattan mahrum değil. Dozy’yi tenkit ederken zaman zaman ölçüyü kaçırıyor. Fakat Dozy’nin uyandırdığı düşmanlık öylesine hudutsuz ki, zamane yobazlarını yatıştırmak için sesini fazla yükseltmiş olabilir. Nihayet karşımızda bir polemist var. Sait Nursi’nin çok daha sonra kaleme aldığı risalelerde Dozy hâlâ yok edilmesi gereken bir düşmandır. Dozy, mütercimin de itibarını sarsan lanetli bir isim olmuş. Dozy’den önce Osmanlı dünyasında okunan mazbut bir İslam Tarihi var mıydı, sanmıyoruz. “Kısas-ı Enbiya” ve siretler, belli bir görüşü tekrarlayan yani halk kitlelerine anne sütüyle birlikte edindikleri telkinleri, daha doğrusu bir inançlar manzumesini aşılayan yarı dinî yarı dasitanı eserler. Cürci Zeydan’ın “Medeniyet-i İslamiye Tarihi” Dozy’den daha sonra çevrilmiş. Dozy çevrilmese Şehbenderzade’nin İslam Tarihi de yazılmayacaktı. Nitekim Şehbenderzade, kitabında Dozy’nin fasıl başlıklarını kullanacaktır. Bir kelimeyle Filibeli’nin “islam Tarihi” bir nevi Anti-Dühring. Francesco Gabrieli’nin Muhammet ile ilgili kitabını birkaç ay önce karıştırdım. Gabrieli, Dozy’den daha hürmetkar, daha ihtiyatlı. Fakat aralarında çok büyük bir anlayış farkı bulunacağını sanmıyorum. Şehbenderzade de, Namık Kemal gibi, Hıristiyanların İslamiyet’i anlayamayacaklarını vurguluyor, ilim adamları ise, dini, laik bir menşurdan görmeğe mecburdurlar. Demek ki onlar da İslam’ı anlayamaz.
Şehbenderzade önce ilmin, felsefenin ve dinin yetki sınırlarım çiziyor. Bununla beraber ve bu çerçeve içinde İslami nasların akılla çatışmadığını ve çatışamayacağını iddia etmekten de çekinmiyor. Son tahlilde dinle aklı uzlaştıran bir davranış. Böyle bir teşebbüs başarı ile sonuçlanabilir mi? Sonuçlansın veya sonuçlanmasın, çok önemli. Yazar inançların arkasına sığınmıyor, her meseleyi tek tek ele alıyor ve tartışıyor. Yani inançlarını aklın muhakemesine çekiyor. İslam Tarihi rasyonalist bir kitap, İslam camiası tarafından büyük bir muhabbet görmeyişini başka türlü izah etmek imkânsız. İslamiyet cihan ölçüsünde kabule şayan olmak için böyle bir imtihandan geçmek zorundadır, İslam filozofları, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt İslamiyet’i Yunan felsefesiyle karşılaştırmış ve hikmetle dinin ayniyetini iddia etmişlerdi. Çağımızın hikmeti de ilimdir. Yirminci asır Müslüman yazarları böyle bir karşılaştırmayı göze almak zorundaydılar. Nitekim Sait Nursi İslami nasların çağımız ilmi ile uzlaştığını ispat için risale üstüne risale yazdı. Fakat Şehbenderzade çağının düşüncesini Sait’ten daha iyi tanıyor, ikinci Meşrutiyet aydınlarının tereddütlerini, şüphelerini, bir kelimeyle dillerini çok iyi biliyor. Tek kusuru üslubundaki derbederlik. Akifler, Abduh’lar, Efgani’ler zincirinin bir halkası Şehbenderzade.
Hâlâ bir İslam tarihi yazamadık, ikinci Meşrutiyet intelijansiyası, bir Abdullah Cevdet, bir Rıza Tevfik, bir İzmirli, bir Sait Halim, bir Şehbenderzade, teker teker incelenmedikçe böyle bir işi başarmamız düşünülemez. Batı oryantalizmi irfanımızda böyle bir dönemin varlığından habersiz veya habersiz görünmek istiyor. Şöyle diyelim.. Ahmet Midhat, İkinci Meşrutiyet’teki İslami düşüncenin en toplayıcı, en selahiyetli temsilcisi. Fakat Şehbenderzade’den daha geveze ve daha derbeder. Arkasında bir Galatasaray yok. Kendi kendini yetiştirdiği için sesini kalınlaştırmak zorunda. “Draper Reddiyesi” lüzumundan fazla kabarık, sarahat bol, vuzuh yok. Zamanenin güdük tecessüsü üstadın serseri ve serezat cevelanlarını takip edemiyor.
Anti-Draper, Draper’i ve o çağın Batı düşüncesini incelemiş kimseler için cazip. Efendi’nin üslup derbederliği kitabın okunmasını bir kat daha güçleştiriyor. Ali Şeriati’yi okumak hem daha kolay, hem de günümüzün ihtiyaçlarını daha çok karşılıyor. Esefle kaydederim ki milletlerarası fikir turnuvalarına çıkamıyoruz. Daha doğrusu çeşitli sebepler yüzünden sesini duyurabilenler, çağımız Türk düşüncesini aksettiremiyorlar. Muzaffer Özak’ın son kitabı İngilizceye çevrilmiş. Aşk hakkında tasavvuf! bir eser. Hollandalı bir Müslüman, hazretin öteki kitaplarını da çeviriyormuş. Belki İslam düşüncesinin ezelî yönlerinden birini dile getiriyor kitap. Amerikan Müslümanları İslamiyet’in bu yönlerini merak ediyorlar belli ki. Fakat sırf oryantalizm ne kazanıyor? Daha doğrusu oryantalizmin değeri ne? İnsanlık, daha doğrusu bir avuç aydın için herhangi bir zihin temrininden mi ibaret? Galiba öyle. Öyle sanıyorum ki İslami düşünce -buna millî düşünce de diyebilirim- yakın tarih içinde tetkik edilmek isteniyorsa, Şehbenderzade’nin İslam Tarihi’ni ele almak şart. Mesele sanıldığından daha güç. Şehbenderzade o tek kitapla bitmiyor. Daha sonraki yayımları da incelemek lazım. En azından bir Francesco Gabrieli’yi, bir Rodinson’u, bir Watt’i tanımak lazım. Kısas-ı Enbiya ile Şehbenderzade’nin İslam Tarihi arasındaki farkları tesbit etmek, Şehbenderzade ile daha sonraki İslam tarihlerini, mesela bir Miquel’in “İslam Medeniyeti”ni karşılaştırmak lazım. Şehbenderzade’nin bir başka kusuru da İbn Haldun’u tanımaması. İbn Haldun, asırlarca evvel yaşamış bir İslam rasyonalisti olarak Filibeli’ye geniş ilhamlar verebilirdi. Üstat, Carra de Vaux’yu, Muir’i ve daha birçok oryantalistleri karıştırmış, Renan’la ilgili görüşleri çok isabetli. Kitapta İbn Haldun’un adı geçmiyor. Ne kadar hazin! Çünkü Galatasaraylı, Dozy ile uğraşırken, Fransa’nın tecessüs alanı İslam dünyasından uzaklaşmıştı. Kitap mutaassıp çevrelerde hiçbir yankı uyandırmadı. “Kel Memiş gelmemişe döndü cihane, sathayf!” Şehbenderzade’den söz eden tek insan Hilmi Ziya.
16 Mart 1982
ÇEVİRİ ÜZERİNE KAFA YORMAK
Ferit Edgü Beyefendi,
Sizi, zaman zaman da olsa zevkle okudum. “Kültür Emperyalizmi” adlı broşürünüz vesilesiyle bir tenkit, daha doğrusu bir polemik yayımlamıştım, bilmem tarafınızdan görüldü mü? Bir dergide basıldıktan sonra, “Mağaradakiler” adlı kitabıma alınmıştı. Elli yıldan beri çeviriler yapar, eserler neşrederim. Fransız lisesinden, sonra da Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldum. Telif, tercüme, yirmiye yakın kitabın üstünde imzam var. Arapça ve Farsçayı anlar, Fransızcayı bilir, İngilizceyi okurum. Yirmi beş yıldan beri karanlıklardayım. 1974’de Fransızca rektörlüğünden emekliye ayrıldım.
Bir zamanlar Balzac’ı dilimize kazandırmak istemiştim. “Altın Gözlü Kız” Üniversite Kitabevi tarafından bastırıldı, tarih 1942 sonu. “Onüçlerin Romanı” Yüksel Kitabevi, “Otuzundaki Kadın” Arpad Yayınları’ndan çıktı. “Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti” İnkılap. İki eserim de kitapçılar tarafından kaybedildi: “La Duchesse de Langeais” ile “La Rabouilleuse”. Hugo’dan vekaletçe yayımlanan iki manzum tercümem var: Biri ödül aldı. Son tercümelerim İngilizceden: Uriel Heyd’in “Ziya Gökalp”i ile Thornton Wilder’in “Köprüden Düşenler’i. Yarım asırdır çeviri üzerinde kafa yormaktayım. Aramızda tek pürüz var: sizin eski dediğiniz dile bağlı oluşum ama bu da bir engel değil. “Ada” yayınlarının yöneticisi olarak size şu önerilerde bulunacağım: “Altın Gözlü Kız”, “Ferragus”, “La Duchesse de Langeais”yi “Paris Hayatından Sahneler” adıyla basar mısınız? “Duchesse de Langeais”yi yeniden çevireceğim.
Rousseau’nun “Emil”ini M.E.B. için çevirmeğe başlamıştım, sonra vazgeçtim. Altıda biri büyük bir özenle aktarıldı. Tamamlamamı ister misiniz?
“Fahişeler”i (ikinci baskısı 1973) veya “Otuzundaki Kadın”ı yayımlamak istemez misiniz? Maalesef Fransızca okuyan bir sekreterim yok, temine çalışacağım.
Tekliflerim sizi ilgilendiriyorsa, aşağı yukarı bitmiş bir tercümem daha var: “Siyasî Düşünceler”. Adresim aşağıdadır. Teşrif ederseniz görüşebiliriz de.
27 Mart 1982 Pazar
ÇEVİRİ SORUNLARI ÖZEL SAYISI
Tanzimat edebiyatının belli başlı temsilcileri Tercüme Odası’nda yetişmiş. Türk aydını o günden beri tercümeyle uğraşıyor. Celal Nuri doğru söylüyor: “Batı’nın belli başlı şaheserlerini dilimize kazandırmadıkça, yaratmağa geçemeyiz.” Tercüme için yerleşmiş, olgunlaşmış bir dile ihtiyaç var. Hazineleri nasıl bir kalıp içinde aktaracağız? Bence Cumhuriyet hükümetlerinin büyük talihsizliği, Batı edebiyatını Türkçeleştirirken Türkçeyi yok farz edip yeni baştan kurmağa çalışmaları. Uydurma dil özentisi en büyük zekâlarımızı abesle uğraşmağa mahkûm etti. Önümde Türk Dili Dergisi’nin “Çeviri Sorunları Özel Sayısı” (Sayı 322, 1978). Aşağı yukarı yarım asırdan beri tercüme ile uğraşırım. Derginin yazarları, konunun en tanınmış uzmanları. Önyargılardan sıyrılmağa çalışarak, en çok bildiğimi sandığım bu konuda neler söylendiğini merak ediyorum. Önce Nedim Gürsel’in “Çeviri Etkinliği ve Kültür” başlıklı yazısı. Gürsel, iyi şeyler söylüyor:
“Kısacası, Pleiade Okulu başka dilleri öğrendikten, bu dillerde yazılmış yapıtları okuyup sindirdikten sonra sevmiştir Fransızcayı... Bir toplum kabuk değiştirirken, daha doğrusu bir üretim tarzından başka ve görece daha ileri bir üretim tarzına geçiş sürecini yaşarken, üstyapıda, özellikle kültür alanında, çeviri etkinliği yoğunlaşıyor... Hıristiyan Avrupa’ya oranla devrimci bir sıçrama yapan İslam toplumları, Kuran’dan kaynaklanan ideolojilerini dizgesel bir düşünceye dönüştürmek için çeviriye başvurmuşlardır. Gerçi... Nasturiler eski Yunan kültürünün önemli bir bölümünü Süryaniceye çevirmişlerdi. Ama söz konusu yapıtların başka bir ideolojik bağlamda yeniden üretilerek, dönüşme sürecindeki bir toplumun düşünsel dayanağını sağlayabilmeleri için İslam’ın ortaya çıkması gerekmiştir...”
Gürsel, bu iddiasını kanıtlamak için Henri Corbin’in “Histoire de la Philosophic Islamique”ine başvuruyor ve maalesef kitabın adını yanlış kaydediyor: “Histoire de la Pensee Arabe”. Sonra şöyle diyor: “Çeviri, Yeni Platoncu görüşleri Arapçaya, giderek tasavvufa taşırken, İslam ideolojisinin gereksindiği düşünsel temeli de getirmiştir beraberinde..’. İslam’ın yükselme döneminde de yoğun bir çeviri etkinliğiyle karşılaşmamızın başlıca nedeni budur.” Bu hüküm pek doğru olmasa gerek. Çünkü İslam’ın yükseliş döneminde düşünsel temel Kuran’dı. Yeni Eflatunculuk bu temele belli bir ölçüde kendini ifade etmek imkânları hazırlamıştır. Kaldı ki yazarın birçok iddiaları tartışılabilir. Fakat makale bütün olarak oldukça seviyelidir. Zamanımıza gelince, ilmî ölçüler bir yana bırakılıyor, Cumhuriyet sonrası dönem anlatılırken Sabahattin bey ve arkadaşlarına verilen yer ilmî olmaktan çok, hissidir. Bununla beraber genelde kaldıkça hükümler yerindedir. Mesela “çeviriyle beslenmeyen, dünya kültürüne kapalı bir yazın, salt kendi olanaklarıyla gelişemez”.
Berke Vardar’ın “Dilbilim Açısından Çeviri” başlıklı makalesi, okunması da, anlaşılması da çok güç bir yazı. Herkesin bildiği şeyler âlimane bir dille sunulmak isteniyor. Bu yeni ifadenin konuya ne gibi aydınlık getirdiğini anlayamadım...
11 Nisan 1982 Pazar
HAMMER HAYRANLIĞI
Sarıçalı Ahmet Efendi, yazı ile kitapla hiçbir ilgisi kalmamış veya olmamış bir topluluk içinde nasıl ve neden zuhur ettiği güç anlaşılır bir fenomendi. Belki kulakları ağır işittiği için hatıralara ve kitaplara ihtiyaç duymuştu. Doğu’da meczuplar saygı gören bir zümredir. Ahmet efendi belki asil bir ailenin adını taşıdığı, belki okur yazar olduğu, belki de ağır işittiği için yaşamasına göz yumulan bir Tanrı kuluydu. Hammer ismini ilk defa ondan duydum. Hazret Türkmenlerin yaşayışını merak ediyordu, hayatını bu konuyu tetkike adamıştı, araştırmaları ne oldu, bilmiyorum. “Devlet-i Aliyye Tarihi”nin birinci cildini bana getirip büyük bir hayranlıkla önsözünü ve kaynakları okumuştu.
Bu tesbitin mucip sebepleri: Hammer, Reyhaniye’nin bilmem hangi köyünden Ahmet efendi tarafından okunacak kadar yaygındı. Sarıcalı’nın tecessüsüne borçlu olduğum Hammer hayranlığı aradan geçen yarım asır içinde ne kadar küllenmiş olursa olsun bugün de bütün canlılığını korumaktadır. Fransızca Hammer tercümesi sahaflara bir iki defa düştü, ama alamayacağım kadar pahalı idi. Ata bey tercümesini bütün olarak ancak birkaç sene evvel bulabildim. Okşadım, kokladım ve kütüphaneye yerleştirdim. Yer yer okuttum da. Osmanlı tarihlerini millet olarak tanımıyorduk. Naima’nın Müteferrika baskısını Adanalı Ata Bey’in kütüphanesinden elde ettiğini söyleyen meçhul bir zattan satın almıştım. Yolda Mükrimin Halil gördü, yıllardan beri peşinde koştuğunu, fakat bir türlü elde edemediğini söyledi, talip oldu, üstadı bu vesile ile tanıdım. Naima’yı roman gibi okumağa başladım, az zaman sonra gözlerimi kaybettim, muarefemiz* uzun süremedi. Cevdet Tarihini de Reyhaniye’de görmüştüm. Ona da çok sonra sahip olabildim. Okumağa teşebbüs ettim. Fakat arada Batı tarihçilerini tanıdığım için değerini anlayamadım. Parça parça karıştırmak ve ukalaca tenkitlerle sahifelerini kirletmekle yetindim. Sonra, Paşa’ya tekrar dönecek ve o büyük gayreti yeniden değerlendirmeğe çalışacaktım. Şahname’cilerin, vakanüvislerin karaladığı metotsuz kâğıt tomarlarına kıyasla gerçek bir abideydi Cevdet Tarihi. Arada, bir Hammer gelmiş, bütün vesikaları taramış, o dağınık bilgileri zapt-u rapt altına almış ve Osmanlı’yı medenî dünyaya tanıtmıştı. Cevdet paşa, Encümen-i Dâniş’in teklifini kabul ederek Osmanlı tarihinin 1774’den sonraki vukuatını kaleme alacaktı. Paşa mevcut vesikaları büyük bir titizlikle taradı, bu arada İbn Haldun’u okudu ve üçte birini çevirdi. Hammer’den muhakkak ki haberdardı, ama eserini okumamıştı sanıyorum. Lamartine’in “Osmanlı Tarihi”, Hammer’in soluk bir kopyası. Fransız şairi çeşitli sebeplerle alaka duyduğu Osmanlı İmparatorluğunu tabiî olarak Hammer’den öğrenecekti. Bizim tarih meraklısı aydınlarımız Lamartine’i daha kolay ve daha şairane bularak asıl kaynağa eğilmediler. Mesela Refik Halit’in mazimize ait bilgileri, daha çok Lamartine’den devşirilmiştir. “Tarih-i Ebul Faruk” yazarı Mizancı Murat bey de, Hammer’i ciddi olarak tetebbu etmiş midir, sanmıyorum. Kamil paşa, “Tarih-i Siyasisini kaleme alırken büyük bir sezişle kaynağı keşfetmiş ve çekinmeden işine gelen kısımları Türkçeye aktarmış. “Netayüc-ül Vukuat”, Hammer’den habersiz yazılamaz. Fakat Mustafa paşa iktibaslarını titizce ifşa eden bir yazar değil, onun için neler aldığını, ne kadar aldığını tayin edemiyorum.
Osmanlı tarihleri hakkında okuyabildiğim tek yazı Mükrimin Halil’in, renksiz, kokusuz, metotsuz bir karalama. Mükrimin, Murat Bey tarihini tenkit, daha doğrusu tahrip için zamanenin temayüllerine uyarak yazmışa benzer makalesini. Akçora’nın derslerinde de Hammer’in değerlendirilmesine rastlayamadım. Kaldı ki Hammer yalnız Devlet-i Aliyye’nin klasik diyebileceğimiz tarihini tertip etmekle kalmamış, Osmanlı müesseseleri hakkında müstakil eserler de yazmıştır. Onların ise yalnız isimlerini biliyoruz. Siyasal Bilimler Fakültesinin Hammer için yaptığı toplantı bu meselelerin kaçta kaçına aydınlık getirdi, bilemiyorum.
Konu ile ilgili tek yazı görebildim. Vehbi Belgil’in Cumhuriyette çıkan (10/4/1982) makalesi. Zaman zaman çok haklı, çok yerinde hükümlerle zenginleşen bu yazı, bize seminerle ilgili geniş bilgi vermiyor. İki yıl önce Midhat paşa hakkında milletlerarası bir seminer daha yapıldığını öğreniyoruz, “demokrasi babamız Midhat paşa”. Midhat paşanın demokrasi ile münasebeti şüphe yok ki tahkike muhtaç bir meseledir. Seminerden haberdar olmadığımız için bu konudaki tereddütlerimizi sergilemeye lüzum görmüyorum.
Belgil, “doğu bilimcisinin yapıtlarının tam bir listesini ve bunlardan hangilerinin bizi ilgilendirdiğini maalesef bildiren olmamıştır” diyerek seminerin bir unutkanlığını vurguluyor. Sonra da Hammer’in bir ajan olmadığını belirtmek ihtiyacını duymuş: “Bir elçilikte yerel dili bilenlerin bulunmasından doğal bir şey olamaz. Avusturya, İstanbul Büyükelçiliğine, gayet yerinde olarak, Osmanlıca bilen bir memur göndermiştir... Hangi casus, Hammer’in yaptığını yapmıştır ve yapmaktadır?”. Bu dürüst müdafaanın arkasından anlaşılması güç bir ifade geliyor: “...Yapıtın Fransızca çevirisinin ilk on cildi rahmetli Nurullah Ataç’ın babası Ata bey tarafından, 11. cildi de Mehmet Ata bey tarafından çevrilmiştir, ondan ötesine kimse el sürmemiştir”. Hammer tarihinin on birinci cildi de, diğer on cildi gibi Mehmet Ata bey tarafından dilimize kazandırılmıştır, yani iki Ata bey yoktur. Sayın yazar bu vesile ile dilimizin gramerine de dokunarak, Cevdet Paşa’nın (Paşa, Osmanlı sarf ve nahvim Vefik efendi ile beraber kaleme alırken henüz paşa olmamıştı) kitabı “Karabaş tecvidine göre Arapça kekelerken” gibi insafsız bir tenkide maruz kalmış. Zaman ve zemin düşünülmeden ileri sürülen bu hükmü pek yerinde bulamadım.
Hammer’in oryantalizmin kurulmasında gerçek yerli belirtilmiş midir? Bu yeni ilmin başlıca mimarları arasında bir Jones, bir Sacy, bir Meninski, bir d’Herbelot... var. Hammer, Batı düşüncesini ne kadar etkilemiş? Osmanlı Tarihinin diğer milletlerin tarihleri arasındaki değeri nedir? Esefle söyleyeyim ki Avrupa kaynaklarında bu suallere cevap veren bir aydınlık bulamadım. Britannica Ansiklopedisi de, Sosyal ilimler Ansiklopedisi de Hammer’e pek az yer ayırmış. Tarihin tarihini anlatan kitaplarda da Hammer yok. Mesela Henri See’nin “Tarih İlmi ve Felsefesi” adlı nefis incelemesinde veya P.Lacombe’un “İlim olarak Tarih” başlıklı kitabında Hammer’in adı bile geçmez. Hammer İbn Haldun’u okumuş muydu, Tabari’den, Mesudi’den haberdar mıydı, yani kendine mahsus bir tarih görüşü var mıydı, bilmiyoruz. Bence Hammer için yapılan seminer 1- Hammer’in İslam tarihçileri arasındaki yerini, 2- Batı tarihçileri arasındaki değerini belirtmekle işe başlamalıydı, 3- Batı ve Osmanlı düşüncesi üzerinde ne gibi etkiler yapmıştı Hammer? 4- Osmanlı tarihine karşı gösterilen ilgisizliğin sebepleri nelerdi? Neden mazimize karşı bu kadar ilgisiz kalabiliyorduk? Siyasal Bilimler Fakültesi bu hayırlı teşebbüsü ile bir meçhulü örten perdeyi aralamıştır, tartışmayı sürdürmek artık Türk basınının görevi.
“Asya Cemiyeti”nin ömür boyu kâtipliğini yapan Jules Mohl, Hammer’in ölümü dolayısı ile çok güzel şeyler söylemiş. Ama üzerinde durduğu, daha çok, Hammer’in “Arap Edebiyatı Tarihi”, Osmanlı, Mohl’u fazla ilgilendirmiyor. Bence, Ata beyin Hammer tercümesine yazdığı önsöz yeni harflere bir an önce kazandırılmalıdır. Ata bey kitaba ne gibi haşiyeler yazmış, nerelerde konuya karışmak ihtiyacını duymuş, neden 1913’lerde kitabı çevirmek istemiş? Bu serseri satırlar münzevî bir aydının Hammer meselesine amatörce yaklaşmasından ibaret.
Zavallı Hammer! “İslam Ansiklopedisi” ne de girememiş! Şimdi de tarihçi Mükrimin Halil’in Hammer Tarihi ile ilgili mütalaalarını nakledelim: Hayrullah Efendi Tarihi’ni anlatırken yazarının başvurduğu kaynakları da anlatan Mükrimin Halil sözlerini şöyle tamamlıyor: “... Hammer’in Osmanlı Tarihinden ve De la Croix’nm vakayinamesinden istifade etmiş... tir... Namık Kemal beyin eserinde ise Hayrullah Efendi ile Hammer’in tesirleri pek barizdir... Daha evvel yazıldığı halde Meşrutiyetten sonra bastırılan Sadr-ı esbak Kâmil paşa merhumun “Tarih-i Siyasi-i Devlet-i Osmaniye” adlı eserinin ilk iki cildi Hammer tarihinin bir hulasasından ibarettir... Ahmet Midhat Efendi ise... “Mufassal” adlı büyük eserinde o zamanlar pek makbul olan Cantu’nun eserini, Avrupa tarihine ait kısımlar için esas ittihaz etmiş... Osmanlı mebahisinde Hammer’in malumatını tenkitsiz ve tahkiksiz bir şekilde kitabına geçirmiştir... Murat bey herkesin elinde bulunan Solakzade ve Naima tarihleri gibi birkaç eserle -Hammer tarihinden başka bir kitap görmemiş ve hatta mehazlarını okumadığı için Hammer’in muazzam eserini inceden inceye mütalaa ve içindeki malumatı güzelce öğrenmeğe de sabır ve tahammül göstermemişti. Bu sebepten, mehazı olan Hammer’in, - o zamanki menbalarına nazaran - yapması zaruri olan yanlışlarına iştirak eden Murat bey, bir taraftan Hammer’de doğru ve mevsuk* olarak yazılan, şeyleri de, belki dikkatsizlik saikasıyla, yanlış yazmıştı. “Tarihi Ebülfaruk”da mevcut olan intikadî ve tezyifkâr fikirlerin mühim bir kısmı eserin mehazının müellifi olan Hammer’indir ve Murat Bey kendine mâl etmiştir... Büyük eserlerden Hammer’in meşhur Osmanlı Tarihinin tercümesine iki defa teşebbüs edilmişse de akim kalmıştır” (Tanzimat, 100. Yıldönümü Münasebetiyle, 1949).
2 Mayıs 1982 Pazar
MESUT FÂNİ VE HATAY KÜLTÜR HAYATI
Neleri hatırlıyoruz, niçin hatırlıyoruz? İntihalarımızın kaçta kaçı şuura intikal ediyor? Hatırlayıp hatırlamamakta hür müyüz? Şuuraltında uyuyan ihsas ve intibalar yığınını yeniden niçin ve nasıl inşa ediyoruz? Bu inşanın sıhhati hakkında belli bir ölçümüz var mı? Bazen tam bir iyi niyetle mazideki olayları çarpıtmıyor muyuz? Aynı olayla ilgili çeşitli şahadetler nasıl kontrol edilecek? Hatıralarımızda ferdî ile sosyalin payı nedir?
Mesut Fani, yıllarca hocam oldu, ne kadar tanıdım, bilemiyorum. 39’da, “Manda İdaresinde Hatay Kültür Hayatı” diye bir kitapçık yayımlamış. Anlattıkları ne kadar doğru, daha doğrusu, doğruları takdim ederken ne kadar kendisi? Bir müdafaaname mi söz konusu? Kitapta anlatılanlar bir parça da benim yaşadıklarım, çocukluk ve gençliğimin bir nevi çerçevesi. Ama hatıralarım tuzla buz olmuş, onları ilk defa olarak yazıya geçmiş bir halde buluyorum. Mesut doğru mu söylüyor? Doğru nedir ki? Hafızama defnedilen hatıralar enkazını teker teker muayene etmek istiyorum. Bakalım bu işi ne kadar başarabileceğim.
Galiba 33 yıllarındaydı, Karagöz Gazetesi liseye yeni bir hoca geldiğini haber veriyordu. Nereden tahkik ettim hatırlamıyorum, bir sınıf arkadaşımla üstadı ziyarete gittik. Paris’ten yeni gelen üstat, yanılmıyorsam, “Hotel Imperial” de kalıyordu. Oteli ne daha önce görmüştüm, ne daha sonra tekrar gördüm. Ürkek, ama mütecessis gittik. Bir odaya aldılar bizi. Yanılmıyorsam oturduğum koltuğun yanındaki komodinde iki kitap duruyordu: Kitab-ı Mukaddesle Montaigne’in Denemeler’i. Az sonra üstat göründü, sırtında parlak düğmeli bir robdöşambr. Neler konuştuk, hatırlamıyorum. Kitab-ı Mukaddesle Montaigne’i uzlaştırmak kabil mi diye sormuştum? Pekala, kabil demişti. Geniş ufuklu, bir parça Anatole France’ı hatırlatan bir şüphecilik. Üstadı sevememiştim. Bu ilk karşılaşmada Tarık Mümtaz’ın aleyhte telkinleri müessir olmuş muydu? Mesut bey Sorbonne’dan doktor unvanı ile geliyordu. Ağabeyi Ali İlmi, bir dersinde kardeşinin ilim ve fazlını göklere çıkarmıştı. Gerçi hocamız Bazantay de doktordu, ama ilk defa olarak Batının en yüksek irfan müessesesinden diploma almış bir Türk görüyordum. O sene Mesut Bey, Türk Edebiyatı hocamız oldu. Daha önce mutasarrıflık yapmış, İstanbul Hukukundan mezun, fakat pedagojik tecrübeden mahrum bir zat. Hatırladığıma göre, Köprülü’nün Edebiyat Tarihini okutuyordu.
Lilliputlar ülkesinde bir Güliver çalımı ile konuşuyordu. O yılki derslerinden hatırladığım, Fevz-i Hindi’nin: “Ey nakd-ü asi u fer-i nedânem çi gevheri” şiiri. Bu şiiri neden ve nasıl ezberledim bilmiyorum. İkinci yıl Mesut Bey, tarih okuttu.
Isaac-Malet’nin Fransız Devrimine ayırdığı kitabı okuduk. Bu arada üstat bana bir Larousse hediye etmişti: ithaf şöyle idi: “Oğlum Cemil Yılmaz, bu kitap hayat yolunda sönmez bir ışık ve adın da en kuvvetli iki destektir. Korkma ilerle, hiç düşmezsin”. Mesut bey, Fransız İhtilalini nasıl anlatırdı? Hiçbir şey hatırlamıyorum. Yalnız bakalorya imtihanında Şam’dan gelen bir mümeyyiz hocaya beni büyük sitayişle tanıtmış, hoca da Napolyon’un Mısır’a getirdiği bilginlerin esamisini sorarak “bu parlak talebe”yi perişan etmişti. Ağlamıştım. Mesut bey, on beş sene kalmıştı Fransa’da. Fakat Fransızca teleffuzu güzel değildi. Konuşurken ufak tefek gramer hataları da yapardı. Bu hatalar o zaman affedilmez geliyordu bana. 35-36’da felsefe hocam oldu. Çalışkan, mazbut metotlu bir hoca. Felsefe kitaplarını talebeler arasında bölüştürmüştü. Her talebe, kendi kitabından, okunacak konunun bir özetini çıkaracaktı. Bana Cuvillier’nin Manuel’i düşmüştü.
Felsefeyi çok seviyordum. Türkçede ne varsa yutar gibi okumuştum. Talebeler kendi hülasalarını okuyorlardı önce. Sonra Mesut Bey, konuyu toparlıyor, sistemleştiriyordu. Tabiî talebeler Hocanın istediği hülasaları hazırlarken birçok yanlışlar yapıyordu. Mesut bey hataların altını çiziyordu. Ve bizi tenkitçi bir yaklaşıma davet ediyordu. Şüphesiz ukala ve kendini beğenmiş bir hocaydı. Ben ise, küstah ve çeşitli bunalımlar içinde kıvranan bir öğrenci. Yıldızımız hiçbir zaman barışmadı. Bazan kırlara çıkar ve Eflatun’un Akademi’sinde imişiz gibi karşılıklı, sigara tüttürerek, ders yapardık. Sınıfta en az beş altı tane felsefe kitabından bahsedilirdi. Sanıyorum ki Mesut Bey’den tek öğrendiğim bu bibliyografya zenginliği ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna varıştır. Sonunda kavga ettik. Ve ben, imtihana bir ay kala, mektebi terk ettim, İstanbul’a geldikten sonra, Mesut beyin ne kadar değerli bir felsefe hocası olduğunu anladım. Ama iş işten geçmişti. Bu arada birkaç konferans da verdi Mesut. Spor’un insan hayatında ne büyük bir rol oynadığını, kendi hayatından örnekler vererek, uzun uzadıya anlattı. Fakat ben onun bu konferansını da hiç beğenmedim.
Şüphe yok ki bu küçümseyişlerde Sarık Mümtaz’ın telkinleri de müessir oluyordu. Ne kadar gariptir: Tarık, Damat Ferit’in yaveri olarak yüzellilikler listesine geçmiş bir Çerkeş zabiti idi. Antakya’nın manda idaresinin resmî gazetesini çıkarmak için gelmişti, sonra birdenbire yer değiştirmiş, Türk milliyetçisi olarak yazı hayatına atılmış, gençlerden bir izci teşkilatı kurmuş ve lisedeki hocaların hasm-ı biamanı kesilmişti. Hayatımın akışında çok büyük fenalıkları olmuş bir Mefisto.
Mesut Bey, onun tanıtmak istediği gibi, Fransız emperyalizminin bir ajanı mı idi, sanmıyorum. Manda idaresine karşı ister istemez sempati duyacaktı, mekteplerinde okumuştu, dillerini öğrenmiş, Officier de l’Academie olmuştu. 39’da söylediğim gibi, bu idare Türk irfanını boğmak isteyen bir alay maceracı ve kötü niyetli sömürge memuru tarafından mı temsil ediliyordu, cevap vermek güçtür. Mesut bey de bu idarenin emrinde çalışıyordu, Bazantay ile sıkı fıkı dosttu. Mektebin bir numaralı hocası, felsefe sınıfının bir nevi diktatörü idi. Sancak Türkiye’ye geçtikten sonra, aşırı bir ceiadet göstermiş ve o küçük kitabı karalayarak günahlarını, şayet varsa, unutturmağa çalışmıştı. O tarihten sonra Mesut beyle iki defa daha görüştüm. Galiba 44’de karımla İskenderun’a gitmiştik, karşılaştık, bizi lokantaya götürdü ve çok sitayişkâr konuştu: ben “fezalarda dolaşan bir küre” idim, “peyk olmak için bir güneş arayan fakat kendisinin güneş olduğunu idrak edemeyen bir küre”. Sonra da bir mektubunu aldım, ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.
66’larda tekrar karşılaştık, yine mültefit ve çelebi idi, uzun uzadıya konuşmak için bir randevu verdi, fakat denize girmek için Arsuz’a gittiğinden randevusuna gelemedi, ben de Antakya’da daha fazla kalamadım. Mesut beyin doktora tezini 70’lerden sonra görebildim, Yakup Kadri’ye yollanmış bir nüsha Edebiyat Fakültesine gelmişti, iyi hazırlanmış bir çalışma, Fransız bilginlerine yani hocalarına iltifatla dolu bir ithafla başlıyordu. Burhan Felek’in Hukuktan sınıf arkadaşı imiş. 50 yaşından sonra evlendi, İstanbul’da okuyan çocuklarından söz ettiler, buraya yerleşeceğini duydum. Fakat galiba bu projesi gerçekleşmeden göçüp gitti. Zavallı Mesut Bey! Kaç gence felsefî tecessüs aşıladı. Antakya lisesinde felsefe okutan ilk ve son hoca. Paris’e gitmeden önceki hayatı da tamamen karanlık. Cebel-i Bereket mutasarrıfı olmuş, Fransız taraftarı imiş, bu yüzden yüzellilik listesine ithal edilmiş ve 15 yıl Paris’te sürünmüş. Zeki ve uyanık bir adam. Manda idaresine ısınamamış belli ki. Bazantay ile öteki Fransız hocaların aldığı bol maaşa fena halde içerlemiş. Bazantay’nin de öteki Fransızların da ilk mektep mezunu olduğunu ısrarla vurguluyor, gerçi Bazantay Nancy Üniversitesinden lisansiye imiş ama daha sonraki doktora tezi Türk hocalar tarafından hazırlanmış ve bir sömürge ajanı olduğundan kolayca kabul edilmiş. Mesut bey, Sancaktaki kültür faaliyetlerini çok yetersiz buluyor. Acaba öyle mi idi? Hâlâ benzerine rastlanmayan bir “Maarif Mecmuası” yayımlanırdı, Rıza Tevfik’in de makaleler yazdığı bu mecmuanın bir benzerini Türkiye Cumhuriyeti neşriyatında bulamıyoruz. “Yeni Mecmua’ çıkardı, o da oldukça dolgun bir dergi idi. Gündelik gazeteler de küçücük bir Sancak’ın yüzünü ağartacak yayın vasıtaları idi. Bir kelime ile “Manda İdaresinde Hatay Kültür Hayatı” çok insafsız bir kitap. 39’da yayımlanan bu polemiğin okunup okunmadığı da şüpheli. Ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış, bunları anlatacak kimse de kalmadı. Ben hadiselerin içinde yaşamış olmama rağmen kesin bir hüküm veremiyorum. Hatay’ın tarihini Ahmet Faik Türkmen isimli bir madrabaz kaleme aldı, kitabın bir çok bölümlerini ben hazırladım. Mesut Fani, Ahmet Faik’e kıyasla hem çok dürüst, hem çok bilgin bir yazar. Yarının tarihçisi bunların hangisine güvenecek, bilemiyorum. Hatay, Refik Halit’in anlattığı cennet ülkesi mi, Tarık Mümtaz’ın “Çizgiler ve Bilgiler” adlı kitabında veya “Hatay Albümü”nde dile gelen coğrafya parçası mı? Belki hepsi, belki hiçbiri. O devrin son şahitleri de bir bir kayboluyor. Yaşayanlar arasında bir Kemal Sülker kaldı. Yalanla hakikati birbirine karıştıran güvenilmesi güç bir şahit Kemal. Hacı Mistik Halep’te. Benim neslimden kaç kişi yaşıyor, bilmiyorum. Hatıraların hatıralarla karşılaştırılması şart. Hayatımın en az on sekiz yılını kucaklayan bir zaman parçası karanlıklar içinde. Yurt Ansiklopedisinden “Hatay” maddesini yazmamı teklif ettiler, yazamayacağımı söyledim. Peki, kim yazacak? Anatole France’ın “Penguenler Adası”nı hatırlıyorum. Belli yalanları gönül huzuru ile tekrarlayabilecek kadar gerçekçi yazarlarımız yaşıyor henüz. Kemal Sülker notlarını ciddi olarak değerlendirebilse onun adını verebilirdim.
1 Ağustos 1982
EKREM TAHİR
Ekrem Tahir, gördüğüm son güzel rüya. ihtiyatsız bir söz, aşırı bir tecessüs beni uyandırır korkusu ile hep kendimi tuttum, bununla beraber serap yine de kayboldu. Söylediklerine inanıyor muydu Ekrem? Samimiyetinden hiç şüphe etmedim. Ümit etmeye ihtiyacım vardı. Nasıl bir facianın kurbanı oldu, o heyecan ve hareket dolu insan neden eriyiverdi, bilemiyorum. Muzaffer Arslan, bütün sevimsizliği, bütün adiliği ile gerçek. Topçuoğlu da izah edemedi bu kayboluşu, Ülgener de.
11 Ekim 1982
SON ÇEYREK ASRIN ŞİİR HAYATI
Aziz Kardeşim Muhsin Bey{32},
Nazik mektubunuzu nezakete susamış bir insanın derin iştiyakı ile dinledim. Müşküllerinizi ne dereceye kadar halledebilirim, bilmiyorum; fakat samimiyetinize inandığım için suallerinizi cevapsız bırakmağa da gönlüm razı olmadı: Hûz mâ sefa, da mâ keder!
Şiir, şahsî zevklerin mutlak hâkim olduğu bir alan. Frenkler “aşçı olarak yetiştirilebilir insan ama kebapçılık hususi kabiliyet ister” demişler. Sanat da hususî bir kabiliyet işi.
Dünyanın hiçbir kitabında belli bir reçete yok. Bu çerçeve içinde her tercih enfüsî olmak zorundadır. Belki mucip sebepleri sıralayarak hükümlerimizi aklîleştirebiliriz. Umumîde kalmak şartıyla benim de yapabileceğim bundan ibaret olacak.
Kitaplarımı okuduğunuza göre, edebiyata nâzımla başladığımı biliyorsunuz. Bu, hem edebiyatımız, hem de dünya edebiyatları bakımından çok tabiî. Hayatı kelimeler dünyasında geçmiş bir insan olarak yazılarımda hep “güzel’i aradım. Önce bütün divanları (bulabildiklerimi kastediyorum) tarayarak başladım işe. Sonra “Hececiler”le günler ve aylar geçirdim. Bu yolculuklardan edindiğim kanaati birkaç cümleyle hülasa edebilirim: 1) Nazmın en mükemmel örnekleri aruzla yazılmıştır. Aruzun musikisinden mahrum bir nazım, klasik vasfına layık değildir. Şiir, önce musiki olduğuna göre, nazmın ahenginden kolay kolay vazgeçemez. Hececiler de hiçbir zaman aruz şairlerinin ulaştıkları irtifaı bulamadılar. 2) Muhtevaya gelince... Mükemmel bir nazmın gerçekten şiir olabilmesi için geniş bir irfan, zengin bir kelime hazinesi vazgeçilmez şartlardır. Samimiyet, yani söylenenlerin gönülden fışkırması da icap eder.
Elbette ki şiir bir yanıyla tasannudur ama tasannu kendini hissettirirse şair sadece nâzım olur. Sanat veya tasannu gülün kokusu gibi koklanacak, sezilecek fakat gizli kalacaktır. Yahya Kemal büyük bir nâzım ve zaman zaman kuvvetli bir şairdir. Abdülhak Hamit içli bir şair ve zaman zaman kuvvetli bir nâzımdır. Haşim, hemen her zaman güçlü bir şair, arada bir kusursuz bir nâzımdır. Hece şairleri içerisinde aruzu başarıyla kullanmış olanlar nadiren hece veznini de başarıyla kullanabilirler. Mesela Rıza Tevfik ve Faruk Nafiz.
Nazım Hikmet’e geçelim. Senelerce büyük bir tedirginlik duyarak okuduğum bu şairin başkalarında rastlamadığım hususiyetleri var. Bir defa, dilini çok iyi biliyor. Aruza aşinadır.
Kullandığı serbest nazım aruzun bütün imkânlarından faydalanır, orkestralaşan bir vezindir bu. Şair, çağının bütün düşünce hayatına oldukça açıktır, yani döneminin en çok okumuş insanlarından biridir. Samimiyetinin, buna cesaret de diyebiliriz, tehlikelerini uzun mahpusiyet yıllarıyla karşılamış ve hep kendisi kalabilmiştir. Şiirimizin Nazımla sona erişi şüphe yok ki çok aşırı bir iddia. Ne var ki, aydınlığa büyük ihtiyacı olan zamanımızda, şiirin büyük bir yeri olmayacağı düşünülebilir. Nitekim edebiyatını en iyi bildiğim Fransa’da Baudelaire ve Rimbaud’dan sonra büyük şair gelmemiştir bence. Hele bizde nazımperestlik ancak bir çocukluk hastalığı diye vasıflandırılabilir. Mevlana’dan, Hafız’dan, Baki, Yahya Kemal’den sonra kelimeleri aynı telakat ve aynı musiki içinde ebedileştirmeğe kalkmak mümkün müdür bir, lüzumlu mudur iki? Dilimizin bugünkü durumunda üstatlarımızın yükseldiği irtifaa çıkmak kabil değildir inancındayım. Amaç güzeli yakalamak olduğuna göre nazmın imkânlarından vazgeçerek daha bayağı ve daha az şairane olan nesire başvurmak neden caiz olmasın? Şiirde “orta” yoktur, musikide olmadığı gibi. İlham rabbani bir mazhariyet olduğuna göre, bu mevhibeden nasibedâr herkes kıyamete kadar şiire iltifat edecektir. Yalnız, büyük seleflerini tanımak, onların dolaştığı şahikalardan haberdar olmak, keşfedilmemiş kıtalar varsa o kıtaları fethetmeğe çalışmak, kendine saygısı olan her kalem sahibi için bir dürüstlük borcudur. Tekrar ediyorum, şiirleriniz büyük vaitler taşıyan birer goncadır. Bu goncaların muhteşem birer gül olması için evvela kendi edebiyatınızı, sonra da dünya edebiyatlarını çok iyi bilmeniz yetecektir sanıyorum. Şiirin dünya durdukça var olacağı, romantizmden bu yana defalarca söylendi. Buna inanmışım veya inanmamışım, hiçbir önemi yok. Her çağın kendine göre bir şiir dünyası olacaktır. Mesele Amerika’yı yeniden keşfetmeğe çalışmak değil, büyük üstatlara layık olabilmek için onları yakından tanımak ve dilimizin -kısıtlı da olsa - bütün imkânlarından faydalanarak kendi sesini duyurmağa çalışmaktır. Ben yaşlı bir okuyucunun alışkanlıklarına bağlıyım. Toplumdaki zevk değişikliklerini izleyemeyecek kadar taşlaşmış bir idrak içinde bulunabilirim.
Üzülerek itiraf edeyim ki, son çeyrek asrın şiir hayatını pek cılız buluyorum. Bu mahkumiyet kararının mucip sebepleri var şüphesiz. Önce dildeki sefalet, sonra irfan yokluğu, sonra insanı insan yapan ideallerin eski zindeliğini kaybetmiş olması.
Mektubunuzu cevapsız bırakmamak için hemen karaladığım bu satırlar elbette ki düşüncemin bütününü aksettirmiyor. İleride daha uzun konuşmak arzusuyla muhabbetlerimin kabulünü rica ederim kardeşim.
1983
6 Mart 1983 Pazar/Saat 11.30
ONSUZ BİR DÜNYA{33}
Yıllardır kelimeleştirilmesi güç korkular içindeyim. Karımın her rahatsızlığı şuurumda korkunç düşünceler yaratıyor. Ondan önce ben ölmek istiyorum. Bu arzunun tahlilini yapamayacak kadar sersemim. Onsuz bir dünya düşünemiyorum. Gözüm ne çocuklarımı görüyor, ne herhangi bir gelecek tasavvur edebiliyorum. Gözlerimi kaybettikten sonra ideal bir mutluluk düşünemezdim. Ama hayatı yine de seviyordum. Zilletleri, korkuları, bitip tükenmeyen endişeleri ile. Diyebilirim ki bütün insanlık tek kişide toplanmıştı. Onu kaybedersem her şey bitecekti. Bu, sevgiden çok hastalıktı, ama ben bu hastalığın sürmesini istiyordum. Kaçak birtakım zevkler aradığım oluyordu, fakat sonunda beni hayata bağlayan gerçek ve yeri tutulmaz insan oydu. Annem gibi, ablam gibi bir şeydi o. Nasıl hayatıma böylesine girebilmişti, bilemiyorum. Epiktetus’un öğütlerini hoşuna tekrarlıyordum: “Eşyanın mahiyetini düşünerek onlara bağlanın”. Bu çıkmazdan kurtulmanın çaresi yoktu. İntihar edemeyecek kadar korkak ve pısırıktım. Kadere kumanda etmek de elimde değildi. Ne kadar garip! İstemeyerek evlenmiştim. Fevziye günden güne büyümüş, hayatımın manası haline gelmişti. Çocuklarımı sadece onunla ilgileri var diye seviyordum, mühim olan, ağacının meyveleri değil, kendisiydi.
Güneşe de, ölüme de dimdik bakılamazmış. Bahtiyar değildim ama başka bir bahtiyarlık da düşünemiyordum.
Şeref hanım bana evlenme teklif edince derhal reddetmiştim. Acaba Alev daha anlayışlı davransa cevabım başka mı olurdu? Sanmıyorum. L. hiçbir zaman böyle bir imtihana talip olmadı, münasebetimizin bu kadar uzun sürebilmesi de onun bu akıllıca davranışından ileri gelmiş olabilir. Korku içinde düşünce selameti olamaz. Kararı Cenab-ı Hak yahut tabiat verecektir.
27 Mart 1983 Pazar
HER HAL TERCÜMESİ BİR MÜDAAFANAME
Fransızlarda, “mezar taşları gibi yalan söylemek” gibi bir tekerleme var. Kendi hayat hikâyesini anlatmak da, buna benzer. Önce, hafızamızın aynasında sadık akisler aramak ve onları infiallerimizin, egoizmimizin eklediği çizgilerden ayırt etmek kabil mi? Başka bir deyişle kendimizi ne kadar tanıyabiliriz? Belki otobiyografik bir roman kaleme almak caiz, ama birkaç sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem tehlikeli, hem abes. Her hal tercümesi bir müdafaanamedir. Kendimizi tanımak irfanın varabileceği en yüksek merhale. Çağdaşlarımızın şahadeti de emin bir kılavuz olmaktan uzak. Topluma yol göstermek gibi küstah bir macera içinde yer alan gafiller ister istemez o toplumun belli fertleri tarafından göklere çıkarılırken, menfaatleri zedelenen bir çoklarınca yok farz edilmeğe mahkûmdurlar. Bu yargıların hangilerini ciddiye alacağız?
Galiba Cemil Meriç’i bir yabancı olarak ele almak ve ondaki gerçek veya mevhum birtakım meziyetlerin nasıl ve niçin oluştuğunu tespit etmeğe yeltenmek yapılabilecek en makul davranış. Çağdaşlarım arasında övünebileceğim ilk farikam: sınıf tanımaz bir tecessüs, düşünceye karşı beslediğim kayıtsız şartsız saygı ve oldukça güçlü bir hafıza. Hem kendi yazdıklarımı, hem de başkalarının fikir ve edebiyat mahsullerini çok ciddiye almışımdır. Benim için kutsal bir iştir yazmak. Edebiyat bütün devirlere ve bütün insanlığa hitap eden bir iletişim yoludur. Sanıyorum ki mizacımın bu yönleriyle vatandaşlarımdan bir parça farklıyım. Mizaçta kalıtımın büyük payı var. Ne kadar büyük, ne kadar kesin, bilemem. Kaldı ki kalıtım zincirini sonuna kadar takip etmek de hem çok güç, hem de çok aldatıcı olabilir. Bu itibarla Cemil Meriç’in hal tercümesini yazmağa çalışırken uzak veya yakın cetlerini sahneye çıkarmak pek aydınlatıcı olmaz. En iyisi yetiştiği sosyal çevreyi tanımağa çalışmak ve kabiliyetlerini bu çevreyle izaha kalkışmak olsa gerek.
Kahramanımız 1916’da Anadolu’nun ücra bir kasabasında dünyaya gelmiş. Doğduğu tarih bile kesin olarak belli değil. Babasının Kuran kapağına kaydettiği doğum tarihi 1332, kânun-u evvel 12. Meydan Larus 1911 gibi yanlış bir rakkam veriyor. Geçelim..
Ailesi, Dimetoka’dan göçmüş. Babası çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Annesi bu yabancı dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağız. Çocuk, düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyor. Yani düşünceye ve edebiyata, hür bir tercih sonunda yönelmiyor. Yaşamak için kendine bir dünya inşa etmek zorunda. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var: babası akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablası fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşmaktadır. Amcası Hamit beyin kitapları genç tecessüsünü alevlendiren bir hazine. Anlıyor ki zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak. Okumayı “Türk Sazı”nı heceleyerek öğreniyor.
Bağıra çağıra okuduğu o manzumeler, edebiyat dünyasında ilk kılavuzu olacaktır. İlk şiirini on bir yaşında iken karalamış. Hiçbir kabiliyet müjdelemeyen bu cılız manzume yüzünden hocasından azar işitmiş ve babasına şikâyet edilmiş. İlk mektepte neler okuduğunu pek hatırlamıyor. Bununla beraber liyakatli hocaları olmuş. Bunların en anılmağa değeri, Satı beyin kurduğu Yüksek Öğretmen Okulu’nun edebiyat bölümünden mezun, şair Ömer Hilmi. Daha sonra liselerde hocalık yapacak olan bu zat sayesinde Köprülü’nün, Hıfzı Tevfik’in edebiyat tarihlerini Ali Canib’in Edebiyat’ını tanıyacaktır. Bir mukayeseye medar olsun diye arzediyorum: ilk mektepten mezun olurken Türkçeden Tevfik Fikret’in “Kılıç” şiirinin nesre çevrilmesi ve içindeki lafız sanatlarının tesbiti sorulmuştu.
“Çekiç altında muhakkar ezilir günlerce, Bir çelik parçası bir tig-i mehîb olmak için. Ne hazîn işkence.”
İlk mektepte Arapçaya ve Fransızcaya başladı. Arapça hocası eski bir medreseli idi. Ayrıca “Müsahabat-ı Ahlakiye” isimli bir kitap da okutuyordu. Müşahabat’ın hemen her saat okuyucusu bendim. Güzel mi okuyordum, bu tercihin sebebi ailemden gelen düzgün şive miydi, bilemiyorum. En çok kabiliyet gösterdiğim ders resimdi. Türkçeyi saymıyorum. Çoğu Çerkez ve Türkmenler’den oluşan arkadaşlarım arasında elbette ki müstesna bir yerim vardı.
1928’de ilk mektebi bitirdim. Talihsizlik burada da işe karıştı: mektebimiz önceleri altı sınıflı bir rüşdiye idi, ben beşinci sınıfı bitirince ilk mektep oldu, yani ister istemez bir sene kaybettim.
Sonra Antakya sultanisi. Ve başlayan yeni bir hayat. Hayatıma karışan iki yeni hoca: Lami Cankat ile Mahmut Ali. Lami Cankat, iyi bir edebiyat hocası idi. Onun da yetiştiricisi Satı Bey. Yunan mitolojisinden bazı bölümler anlatır, bir saat sonra onları kompozisyon vazifesi olarak yazmamızı isterdi. Geniş hayalli bir talebeydim. Bu yüzden çok şımartıldım. Mazhar olduğum takdirler ile büsbütün şımardım. Mahmut Ali, hatip ve geniş ufuklu bir hocaydı. Daha sonra, arkadaşım oldu. Fransızca hocam Antuan efendiyi zikretmeden geçemeyeceğim. Bu zatın da basılmış birtakım tercümeleri vardı. Tahsil hayatımın yıl yıl dökümünü yapmak lüzumsuz. Yalnız, şuurumu yoğuran bazı hocaların adlarını anmakla yetineceğim: Ali İlmi Fani, mükemmel bir edebiyat hocası ve değerli bir şairdi. Darülfünunda şerh-i mütûn hocalığı yapmış, mükemmel Farsça ve çok iyi Osmanlıca bilirdi. Kalendermeşrep bir edebiyatçı idi. Hissî ve fikrî hayatımda büyük katkıları olan bir hoca hatta bir dosttu. Şiir dünyasına onun rehberliği ile girdim. Önce Akif’i tanıdım, sonra Nabi’yi, Fuzuli’yi, Nedim’i. Ders kitabı olarak Halit Fahri’nin seçme yazılarını okuyorduk. Ama kitap bir vesileden ibaretti. Ali İlmi Bey, daha çok divan şiirini anlatırdı, imtiyazlı bir talebeydim. Hemen her imtihanda birinci çıktım. Şiir kabiliyeti hocası tarafından göklere çıkarılan “bir şiir delisi” ve “ıslah kabul etmez bir bibliyoman”. Memduh Selimle, edebiyat tarihi derslerine başladık. Memduh Selim, Abdullah Cevdet’in İçtihad’ında yazıları çıkmış, çok ciddî ve laubalilikten hiç hoşlanmayan bir hocaydı. Ondan şekle dikkat terbiyesini aldım. Ayrıca tercüme de okutuyordu.
Chateaubrian’ın “Son İbn Saraç’ın Maceraları” adlı eserini Türkçeye çevirdik. Daha sonra Memduh Selim ile de dost olacaktım. Ve hayatımın belli bir devrinde büyük etkileri olacaktı. Sonra Fransızca hocalarım. Bilhassa Moity ile Bazantay. Birincisi eski bir başçavuştu, ikincisi üniversite mezunu ve daha sonra edebiyat doktoru. Moity’nin üzerinde durduğu, bilhassa cümle yapısıydı. Phraseologie diye bir ders okuturdu. Kırkından sonra edebiyata tecessüs duymuş kalendermeşrep bir hocaydı. Yazar olarak yetişmemde oldukça önemli bir payı olmuştur. Bazantay’e gelince, mektebin müdürü ve istikbalimiz üzerinde mutlak bir rol oynayacak bir makamın sahibiydi. Gevezelikten nasıl kaçılacağını, konunun dışına nasıl çıkılmayacağını ondan öğrendim.
7 Ağustos 1983 Pazar / Saat 15.00
MÜSTEHCEN ÜZERİNE NOTLAR
Müstehcen, tarifi yapılamayan mefhumlardan biri. Frenkçede porgnografik ve obsen gibi karşılıkları var. Ama kelimelerden hiçbiri kesin olarak betimlenememiş. Mehmet Doğan “Büyük Türkçe Sözlük ”ünde şöyle demiş: “Edep ve ahlak dışı, ahlaka aykırı, çirkin, açık saçık, uygunsuz”.
Bugünün insanı için, Ahd-i Atik’in en güzel bölümleri ahlaka aykırı. Şiir, Yunandan İran’a, İbrani’den Araplara kadar müstehcen. Müstehcenin yayılmasını ne herhangi bir Devlet önleyebilmiş, ne herhangi bir ceza düzeni. Ondokuzuncu asrın başlarında yazılmış bir kitap görmüştüm: Fransa’da açılmış belli başlı müstehcen davalarını ele alarak müstehcen’in müdafaasını yapan çok zekice yazılmış hain bir kitap. “Binbir Gece”den daha müstehcen hangi kitap gösterilebilir? Nerdeyse, sıkıcı olmayan, insanın soluğunu kesen bütün büyük eserler müstehcen. Adeta müstehcenin karşılığı çirkin değil, güzel. Müstehcen, hayatın tuzu biberi.
Pınar Kür, bir dönemin, belki de bütün çöküş dönemlerinin insanlarını çok güzel anlatmış. Kişiler, bilhassa kadınlar, çok canlı. Ve hiçbiri otomat değil. Hepsi de yaşıyor. Tabiî, Kür, kendi dünyasının insanlarını daha iyi tanıyor. Çünkü yaşayan, düşünen, meseleleri olan, onlar. İşçi kadınları, daha soluk, daha renksiz, daha irreel. Hayatta da öyle değil mi? Eserin en cansız kişilerinden biri, baş kahraman: Selim. Belki kıskandığım için, hoşlanmadım Selim’den. Sonuna kadar fazla talihli, şımarık bir burjuva çocuğu. Öldürülmüş olması da sempati telkin edemiyor. Doğan, bütün kepazeliklerine, bütün adiliklerine rağmen, sevimli. Aysel, tam bir zevk kadını. Adanalı’nın Aysel’e tecavüzü çok güzel anlatılmış. Kitap, bir günah gibi sarıyor insanı. Hani devrimle ilgili birtakım ukalalıklar da olmasa, kitap değil, bir içim su. Attila’nın romanlarında daha kesif bir müstehceniyat var. Sıhhatli olmayan bir edepsizlik. Pınar Kür’de tasvirler daha sıhhatli, yani daha reel. Geçenlerde bir Fransız yazarının güzel bir romanını okudum. Femina ödülü alan romanın adı: “Gecelerin Veziri”. Harun Reşit’le Cafer’in aşklarını anlatıyor. Çok lezzetli, çok üsareli bir hikâye. Belli ki kadın yazar, Binbir Gece’yi çok iyi okumuş. Hikaye çok müstehcen, ama hiçbir şey hayali yaralamıyor. Bir kadın zarafeti. “Altın Gözlü Kız”ı, seviciliği anlatan bir roman olduğunu aşağı yukarı anlamadan çevirmiştim Türkçeye. Büyük bir yazarın şaşırtıcı inceliği. Bir kitap daha okudum: “Kör Said’in Oğlu”. Rezil bir kitap, Feyzioğlu’nun homoseksüalitesini sergilemek için kaleme alınmış. Fevzioğlu’ndan hoşlanmam. Ama son zamanlarda yaşayan en değerli Türk politikacılarının başında gelir. Yatak odalarına sokulmak, hiçbir yazara büyük bir şeref kazandırmıyor. Kaldı ki sergilenen ahlaksızlık da iç açıcı değil. İnsan, kart bir ibnenin zavallılıklarını okumak için harcadığı saatlere acıyor. Galiba, son üç kitap arasında tek müstehcen olanı, bu. Sevmediğim bir başka roman da, Erol Toy’un: “Zor Oyun”u, çok önemli bir konuyu, okunmayacak hale sokmuş. “Kör Said’in Oğlu”ndan bile tatsız. Yazko’nun başkanı, ne beceriksiz bir yazarmış!
SÖZLÜKÇE
abûs
somurtkan
âmil
emeli olan, isteyen.
bâis-i şekvâ
şikâyet sebebi.
bende (f.i.c. bendegân)
kul, köle, bağlı.
bezm-i elest
Allanın ruhları yaratıp "elestü bi-rabbiküm" (=ben sizin Rabbiniz değil miyim ?) dediği an.
birâder-âne
kardeşçe, dostça.
bîş
bîş (f.zf.) 1. artık, ziyâde.
2. i. bıldırcın otu denilen, Çin'de yetişen zehirli bir ot.
cavalacoz
değersiz, önemsiz, derme çatma.
cerbeze
1. güzel konuşma; beceriklilik.
2. kurnazlık, hilekârlık.
ceride
1. gazete.
2. zabıtname, tutanak.
cidal
karşılıklı kavga, savaş
cihâd-ı ekber
(büyük savaş)
kendi kalbi içinde, Tanrı emirlerini yerine getirmek maksadıyla Dünya’ya musallat olan benlikle savaş.
delalet-i birâder-âne-leriyle
Kardeşçe yol gösterme
deren
ur, verem, [aslı "kirlenme", "bulaşma" manasınadır].
dilemma
İkilem.
duhter
kız, kerîme
el'ân
şimdi, şimdiki halde; henüz, hâlâ, daha, bu âna kadar, şu anda.
elest
Allah'ın, ruhları yarattıktan sonra "elestü bi-rabbiküm = ben sizin Rab-biniz değil miyim?" dediği zaman, insanların yaradılış başlangıcı,
[elestü = değil miyim].?
ersatz
aslının yerine geçen taklit (madde); suni (şey). yapay, yerini tutan
fievre
Ateş yanma, Humma.
hâile
dram, trajedi
halâs
kurtulma, kurtuluş.
halkeden
Yaratan
hendese
Geometri
heveng
Kuru üzüm
hulûs
hâlislik, sâfîlik, gönül temizliği.
hüsniyyât
güzel olan hususlar.
ıstılâh
ilim sözü, tâbir, terim
içtimaî
Toplumla ilgili, toplumsal, sosyal.
ihata.
Geniş bilgi, tam kavrayış, anlayış
İhsas
Duyma. Duyurulma. Başkasına üstü kapalı anlatma.
ilhad
Tanrı varlığına birliğine inanmama, Tanrı tanımazlık
istimnâ
Abaza çekme.(Otuzbir çekme)
kâr-âzmûde
görmüş geçirmiş, görgülü
kemâlât
insanın, bilgi ve ahlâk güzelliği bakımından olgunluğu.
lafzî
kelimenin söylenişine ve yapısına ait, onlarla ilgili.
layezâl
Zevalsiz. Bitimsiz
lem'a (a.i.c. lemeât)
parıltı, parlayış.
levs
pislik, mundarlık, kir.
libâs
Elbise. Esvap
mahpes
Cezaevi, zindan
meclup
Tutkun
meskenet
1. miskinlik; fakirlik, yoksulluk.
2. beceriksizlik
mevâşî
davar (koyun, keçi) ve mal (öküz, inek) gibi hayvanlar
meveddet
sevme, sevgi
mevsuk
vesikaya dayanan, sağlam, inanılır
mevtâî
ölüye benzer, ölü gibi
mevut
Vaat olunmuş, söz verilmiş.
muarefe
bilişme, tanışma, bildiklik, birbirini bilip tanıma
muavenet
yardım, yardım etme; yardımcılık
muavenet-i cihan:
mufassal
tafsilli, tafsilâtlı, uzun uzadıya anlatılan
murâî
riâyet eden, saygı gösteren
musâb
1. isabet etmiş, rastlamış, üzerine düşmüş.
2. musibete uğramış.
mücehhez
teçhiz olunmuş, donanmış, donatılmış, hazırlanmış.
müdellel
delil, şahit ile ispat edilmiş
müeddep
Edepli
mülevves
1. telvîs edilmiş, kirli, pis.
2. intizamsız, karışık.
münekkit
Eleştirmen
münkarız
inkıraz bulan, biten, arkası gelmeyen, sönen, zürriyeti, dölü tükenmiş, kesilmiş olan
müstagrip
Şaşakalan
müstecap
İstediği kabul olunan
müşarün-aleyhe
Adı anılan
müyesser
kolayı bulunup yapılan; kolay gelen, kolaylıkla olan.
nâr-ı beyzâ
Akkor
nâşir-i efkâr
fikirler yayıcısı
Nevaz
Okşayan, okşayıcı anlamıyla sözcüklerin sonuna eklenir
obskürantizm
Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmak veya imkânsız kılmaya yönelik çabalarına, bilginin anlaşılmasını zorlaştırmalarına verilen ad.
Meşhur örneklerinden biri ortaçağ Avrupa’sında dini ve entelektüel sahada ölü bir dil olan Latincenin kullanılması. Böylelikle eski Yunan ve Roma'dan miras kalan bilgi, Katolik kilisesinin tekelinde kalmıştır, Rönesans’a kadar.
Cemil Meriç’in çok sık üstünde durduğu bir konudur.
perestiş
tapınış; şiddetli sevgi, gönül akışı.
peymâne
büyük kadeh; şarap bardağı,
remiz
İşaret
reybî
Şüpheci
rûz-nâme
1. yevmiye defteri.
2. takvim.
3. günlük hâdiselerin
yazıldığı kâğıt, gazete.
4. gündem.
salâbet
1. peklik, katılık, sağlamlık.
2. manevî kuvvet, dayanma.
Sarahat
Açık anlatım
sekîne, sekînet
1. karar; rahat, sakinlik, dinlenme.
2. gönül rahatlığı.
Semavat:
gökler.
seyyâle
su gibi akan şey; mayi, sıvı; akıntı.
sû-i tefehhüm
fena, yanlış anlaşılma.
sûret-i mahsûsa
özel olarak, özellikle, bilerek, bir gayeye dayanarak.
sürûr
sevinç.
şâdân
sevinçli, keyifli.
taharrî
arama, araştırma, araştırılma; aratma
Tahriri
Yazılı
tannân
tınlayan, çınlayan.
tasannu
l. yapmacık.
2. bir şeyi olduğundan daha süslü, daha değerli gösterme.
tecdîd
yenileme, yenilenme, tazelenme.
terettüb
1. (İş için) Düşme, gerekme.
2. Sıralanma.
Tesâmuh- tesâmuhât
1. müsamaha etme, hoş görme, hoşgörü.
2. dikkatsiz, kayıtsız davranma.
Tetebbu- tetebbuât
bir şeyi etraflıca tetkik etme, mahiyetini anlamaya çalışma, etraflıca inceleme, bir şey hakkında geniş bilgi edinme.
üstûre
1. efsâne, yalan, bâtıl söz.
2. uydurma, masal, söz.
Vait
birini iyiliğe sevk ve kötülükten uzaklaştırmak için korkutma, yıldırma.
vâzıh, vâzıha
açık, meydanda, belli, kapalı olmayan [söz, cümle].
vedîa
emanet.
Vukuf
Anlama, bilme
Yâr-ı gar
(mağara dostu) Hz. Ebûbekir; mec. çok vefalı, çok sadık arkadaş.
2. defne ağacı.