VI

Büsbütün kötüleşti hayatları. Ne ayaklarından prangalarını çıkarıyorlar, ne de dışarı çıkmalarına izin veriyorlardı. Köpeğin önüne atar gibi aşağıya çiğ hamur atıyorlar, bir de su dolu testi sarkıtıyorlardı. Çukur nemliydi, havası boğucuydu, kötü kokuyordu. Kostılin kötü hasta oldu: Bütün bedeni sızım sızım sızlıyordu, her yanı şişmişti, sürekli olarak ya sızlanıyor ya da uyuyordu. Jilin'in de iyice keyfi kaçmıştı. İşlerin sarpa sardığını görüyor ve bu durumdan nasıl kurtulacağını bilemiyordu.

Bir ara tünel kazmaya kalkıştı, ama toprağı atabileceği yer yoktu. Üstelik efendi de ne yaptığını fark etmiş ve öldürmekle tehdit etmişti.

Bir gün çukurda diz çökmüş oturur, özgür hayatın düşlerini kurarken, birden kucağına önce bir, sonra bir tane daha çörek düştü, ardından da patır patır kiraz yağdı yukarıdan. Başını kaldırıp baktı: Dina'ydı! O da aşağıya, ona bakıyordu; sonra gülerek kaçtı kız. "Peki, Dina yardım edemez mi bana?" diye düşündü Jilin.

Çukur içinde küçük bir alanı temizledi, çamur yoğurup bebekler yapmaya başladı. Küçücük köpekler, atlar, insanlar yaptı. Dina gelince ona atarım, diye düşünüyordu.

Ama ertesi gün gelmedi Dina. Jilin konuşmalar, nal sesleri, bağırışlar duydu, caminin önünde toplaşan Tatarlar tartışıyorlardı, sık sık Rus sözü geçiyordu konuşmalarında. O arada köy dışında oturan yaşlı adamın sesi de geliyordu. Jilin elbette ne konuştuklarını tam anlayamadı ama çıkarabildiği kadarıyla Ruslar o yana doğru ilerliyorlardı ve Tatarlar düşmanın köylerini basacağından korkuyor, tutsakları ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

Konuştular, sonra dağıldılar. Derken yukarıdan belli belirsiz bir ses duydu Jilin, baktı, Dina çukurun başında çömelmiş, aşağı bakıyor. Öyle çömelmiş ki, dizceğizleri başını geçmiş. Çukura doğru eğilmiş, para dizisinden gerdanlığı boşlukta sallanıyor, minik gözleri iki küçücük yıldız gibi ışıl ışıl... Yeninden çıkardığı iki peynirli çörek attı yine aşağıya.

Jilin çörekleri aldı.

"Yoktun ne zamandır?.." dedi. "Bak sana neler yaptım! Tut!" Ve bebekleri dışarı fırlatmaya başladı. Kız başını sallıyor, ona bakmıyordu.

"Oyuncak istemem..." dedi neden sonra. Sustu. Yere oturdu. Eliyle boğazını göstererek: "Seni öldürmek istiyorlar, İvan," dedi.

"Kim öldürmek istiyor?"

"Babam! İhtiyarlar böyle buyurdular ona. Ben sana acıyorum, İvan."

"Bana acıyorsan, buraya uzun bir sopa getir!" dedi Jilin.

Kız "olmaz" der gibi başını salladı. Jilin kollarını kavuşturup yalvardı:

"Lütfen Dina! Dinacığım, lütfen canım!"

"Olmaz! Evdekiler görür," dedi kız, gitti.

Akşam Jilin çukurda "Ne yapacağız, nasıl kurtulacağız buradan?" diye düşünüyor, sürekli yukarıya, yıldızlı gökyüzüne bakıyordu. Ay daha doğmamıştı. Müezzin ezanını okumuş, köyde ses seda kesilmişti. Jilin'in de gözleri kapanmak üzereydi. "Kızcağız korkuyor... haklı." diye düşündü.

Birden başına toprak döküldü. Yukarı baktı: çukurun ağzından bir sırık sarkıtılıyordu aşağı. Çukurun iki yanına sürünerek, sallanarak aşağı iniyordu sırık. Jilin sevinçle sırığı ucundan tutup içeri aldı: Daha önce efendinin damında gördüğü sağlam, sıkı bir sırıktı bu.

Yukarı baktı: yıldızlar gökyüzünde ışıl ışıldılar, çukurun başında da Dinacığın gözleri kedi gözleri gibi parlıyordu. Aşağı eğilmiş:

"İvan, İvan!" diye fısıldıyor, bir yandan da elini dudaklarına götürerek "Sessiz ol!" işareti yapıyordu.

"Ne oldu?" dedi Jilin.

"Herkes gitti. Yalnız iki kişi kaldı evde."

"Haydi bakalım Kostılin," dedi Jilin. "Bir kez daha şansımızı deneyelim. Ben sana yardım ederim."

Oralı bile olmadı Kostılin.

"Yok," dedi. "Benim buradan çıkamayacağım ortada. Şuradan şuraya dönecek halim yokken bu çukurdan nasıl çıkarım!"

"Öyleyse hakkını helal et!"

Arkadaşıyla öpüştü, sırığa tırmanmaya başladı. Prangası engel olduğu için iki kez düştü. Dina yukarıdan tuttu sırığı, Kostılin de aşağıdan destek olunca, güç bela kendini yukarı tırmanabildi Jilin. Dina minicik elleriyle gömleğinden tutmuş onu yukarı doğru çekiyor, bir yandan da kıkır kıkır gülüyordu.

Jilin sırığı çekip çıkardı ve:

"Dina," dedi, "bunu hemen yerine koy. Yoksa seni döve döve öldürürler."

Kız sırığı sürüye sürüye götürürken, Jilin de dağdan aşağı inmeye başladı. Dik yamaçtan inerken, yerden aldığı sivri bir taşla pranganın kilidine vurmaya başladı. Ama kilit sağlamdı, kırılmıyordu bir türlü, üstelik ters durduğu için taşı kilide vurmak da pek kolay değildi. Birden sesler duydu: biri hafif, uçucu adımlarla dağdan aşağı iniyordu. "Yine Dina herhalde?" diye düşündü Jilin. Dina'ydı, evet. Hemen taşı aldı küçük kız:

"Ver ben vurayım," dedi.

Küçücük dizlerinin üzerine çöküp kilide vurmaya başladı. Ama eli, kolu pek küçücük, pek incecikti, hiç kuvveti yoktu. Taşı atıp ağlamaya başladı. Yeniden Jilin girişti işe, Dina'ysa hemen yanında duruyor, onu omzundan tutuyordu. O arada Jilin çevresine bir göz gezdirdi, solda dağın ardında hafif bir kızıltı gördü, ay doğuyordu. "Ay yükselmeden dere yatağını geçip, ormanı bulmalıyım," diye düşündü. Doğrulup kalktı, taşı attı, prangayla da olsa yürümeliydi.

"Hoşça kal Dinacığım!" dedi. "Seni hiç unutmayacağım!"

Dina ona atıldı, ellerini üzerinde gezdirdi, getirdiği çörekleri sokuşturacak bir yer arıyordu. Jilin çörekleri aldı.

"Sağ ol akıllı kız!" dedi. "Kim bebek yapacak artık sana?"

Kızın başını okşadı.

Dina elleriyle yüzünü kapayıp hıçkırmaya başladı, sonra bir keçi yavrusu gibi dağa doğru koşarak sessizce uzaklaştı, bir tek saç örgülerindeki paraların sırtına çarparken çıkardığı şıngırtılar duyuluyordu.

Jilin haç çıkardı, ses çıkarmaması için prangasının kilidini eliyle tuttu, bakışları hep ayın doğduğu noktada, ayağını sürüye sürüye yürümeye başladı. Yolu tanımıştı. Hiçbir yere sapmadan dosdoğru yürürse sekiz versta kadar tutardı. Ay iyice ortaya çıkmadan ormanı bir bulabilseydi! Dereyi geçti, dağın ardı iyice ağarmıştı. Dere yatağında yürürken gözü yine yukarıdaydı: Ay henüz görünmüyordu ama ilk koyu kızıltılar gitgide açılmaya başlamıştı. Dere yatağının da bir yanı boydan boya ağarmaya başlamıştı. Dağın altından doğru bir gölge sürünerek ona yaklaşıyordu.

Jilin yürüyor, hep gölgede kalmaya çalışıyordu. Çabuk çabuk yürüyordu, ama sanki ay ondan daha hızlıydı: sağ yanda da doruklar aydınlanmaya başlamıştı. Ama o da artık ormana yaklaşmak üzereydi. Derken ay dağın ardından çıktı, her yan gündüz gibi apak, apaydınlık oldu. Ağaçların üzerinde bütün yapraklar tek tek sayılabilirdi. Dağ bütünüyle aydınlanmıştı, ama ölü gibi sessizdi. Bir tek aşağıdaki derenin şırıltısı duyuluyordu.

Sonunda ormana vardı, kimseye rastlamamıştı. Oturup dinlenmek için karanlık bir yer buldu kendine orman içinde. Oturdu. Çöreklerini yedi. Bir taş bulup yeniden pranganın kilidine vurmaya başladı. Elleri kan içinde kaldı, parmakları kırıldı, ama kilit kırılmadı. Kalkıp yeniden yürümeye başladı. Bir versta kadar yürüdü, yeniden bitkin düştü, tek bir adım daha atacak hali kalmamıştı. On adım daha attı, yeniden durdu. "Sürünerek de olsa ilerlemeliyim," diye düşündü. "Oturur kalırsam bir daha kalkamam. Kaleye varmam zor. Ortalık aydınlandı mı, günü ormanda yatarak geçiririm, geceleyin yeniden başlarım yürümeye."

Bütün gece yürüdü. Yalnız iki atlı Tatar çıktı karşısına, onların da seslerini uzaktan duydu ve bir ağacın ardına gizlenip geçmelerini bekledi.

Ay iyice solgunlaştı, toprağa çiy düştü, şafağın sökmesi artık yakındı, ama Jilin daha ormanı bitirememişti. "Ne yapayım..." dedi, "...otuz adım daha yürür, sonra kıvrılır bir yere otururum." Otuz adım daha yürüdü, baktı ki ormanın sonu! Ormandan çıktı, ortalık iyice aydınlanmıştı, bozkır ve gerisindeki kale net bir biçimde görülebiliyordu. Solda, çok daha yakın bir yerde ise yanıp sönen ateşler, havaya yükselen dumanlar, ateşlerin çevresinde insanlar görülüyordu.

Dikkatle baktı: Silahlar ışıldıyordu; Kazaklar, askerlerdi bunlar.

Sevindi Jilin, var gücünü toplayıp yürümeye başladı. "Umarım şu dümdüz bozkırda bir atlı Tatar çıkmaz karşıma!" diye düşündü. "Yakın gibi görünüyor, ama bir terslik olursa oraya ulaşamaz insan."

Tam aklından bunları geçirirken bir baktı, hemen solundaki tepede üç Tatar atlısı duruyor! Onlar da onu görmüşler ve dörtnala üzerine sürmeye başlamışlardı atlarını. Yüreği yerinden fırlayacaktı sanki. Elini kolunu sallayarak var gücüyle bağırmaya başladı:

"Kardeşler! Yetişin! Yardım edin! Kardeşler!"

Kazarlar on beş kişi kadardılar.

Tatarlar korktular. Jilin'e yaklaşamadan atlarını yavaşlattılar, durdular. Jilin Kazaklara doğru koştu.

Kazaklar Jilin'in çevresini aldılar: Adını, birliğini, nereden geldiğini sordular.

Jilin'se kendinde değildi. Yalnızca ağlıyor ve "Kardeşlerim! Kardeşlerim!" diye hıçkırıyordu.

Başka askerlerde koşup geldi, hep birden Jilin'in çevresini sardılar; kimi ekmek, kimi lapa, kimi votka uzattı, biri kaputuyla üzerini örttü, bir başkası pranganın kilidini kırdı.

Subaylar onu tanıdılar, alıp kaleye götürdüler. Askerler sevinç içindeydi. Arkadaşları Jilin'i görmeye geldiler.

Jilin başından geçenleri anlattı:

"İşte benim eve gidişim, evlenişim de böyle oldu! Yok... anlaşılan bize nasip olmayacak bu işler!"

Jilin Kafkasya'da subay olarak görev yapmayı sürdürdü. Kostılin'iyse ancak bir ay sonra, beş bin ruble kurtulmalık karşılığında alabildiler Tatarlardan, yarı ölü yarı canlı bir durumda kaleye getirdiler.