X

Biz topçular, topları arabalarından ayırıp, sandıkları uygun yerlere yerleştirmek ve atları bağlayacak bir yer yapmakla uğraşırken, piyade de çalı çırpı ve kuru mısır saplarından çardaklar yapmış, ayrıca ateş yakıp lapa pişirmeye koyulmuştu.

Hava yavaş yavaş kararıyordu. Gökte beyazlı mavili bulutlar süzülüyordu. İncecik, nemli bir toz perdesine dönüşen sis, asker kaputlarını ıslatıyordu; ufuk iyice daralmış, her yanı koyu gölgeler kaplamıştı. Çizmelerimin içinde ve sırtımda hissettiğim nem, hiç dinmeyen hareketlilik ve konuşmalar, her yandaki vıcık vıcık çamur ve midemin bomboş olması, yaşadığımız maddi ve manevi yorgunluklarla dolu bir günün sonunda çok tatsız bir ruh hali yaratmıştı içimde. Velençuk'u bir türlü çıkarıp atamıyordum kafamdan. Onun şu sıradan, yalın askerlik yaşam öyküsü, sırnaşıkça canlanıp duruyordu zihnimde.

Yaşamının son dakikaları da, bütün yaşamı gibiydi: Apaçık, basit, sakin. O kaçınılmaz son an geldiğinde, gelecekteki göksel yaşama duyduğu içten, saf inancında hiçbir sarsıntı, ikircim yaşamayacak denli dürüst, basit bir yaşamı vardı.

Nikolayev geldi yanıma:

"Efendim," dedi, "Yüzbaşım, lütfederlerse birlikte çay içip bir şeyler yiyelim," dedi.

Sıcak bir bardak çay ve kafamdan karamsar düşünceleri uzaklaştıracak keyifli bir söyleşi düşleyerek çatılmış tüfeklerin, ateşlerin arasından geçerek Nikolayev'in ardı sıra Bolhov'un çardağına gittim.

Mısır saplarından yapılmış barınaktan Bolhov'un sesi duyuldu:

"N'oldu, bulabildin mi?"

Nikolayev bas sesiyle:

"Geldik efendim," dedi.

Bolhov, ceketinin düğmelerini çözmüş, papağını çıkarmış, yere serdiği kuru bir kepeneğin üzerinde oturuyordu. Yanı başında bir semaver kaynıyor, onun da yanında, üzerine yiyecekler konulmuş bir trampet duruyordu. Yere saplanmış bir süngünün sapında mum yanıyordu. Konforlu "ev"ine şöyle bir göz atan Bolhov, "Nasıl ama!" dedi. Gerçekten de çardakta her şey o denli güzeldi ki, çayımı yudumlarken nemi de, karanlığı da, Velençuk'un yarasını da unuttum gitti. Moskova'dan ve savaşla da, Kafkasya'yla da ilgisi olmayan şeylerden konuşmaya başladık.

Kimi kez en ateşli konuşmaların bile arasına giren suskunluk anlarından birinde Bolhov gülümseyerek:

"Sabahki konuşmamızı tuhaf buldunuz sanırım?" dedi.

"Yo, niye tuhaf bulayım? Yalnızca, bana biraz fazla açık sözlüsünüz gibi geldi. Herkesin bildiği, ama üzerinde konuşulmayan şeyler vardır."

"Ne münasebet! Şuradaki hayatımızı en bayağı, en yoksul, ama buradakine benzer görevleri olmayan, tehlikesiz bir hayatla değiştirme olanağım olsaydı, bir an bile düşünmezdim değiştirmek için."

"Neden Rusya'ya dönmüyorsunuz öyleyse?"

"Neden mi?" diye sorumu yineledi. "Ah! Ne zamandır düşündüğüm bir konudur bu. Buraya gelirken tasarladığım gibi, boynuma Anna ve Vladimir nişanı asmadan ve binbaşı olmadan dönemem Rusya'ya."

"Madem öyle, neden buradaki görev için yetersiz olduğunuzu söylüyorsunuz?"

"Rusya'ya dönebilmem için, kendimi buraya gelirken olduğumdan daha yetersiz bulmam gerekir. Passek, Sleptsov ve benzerleri sayesinde Rusya'da yaygınlaşan bir söylence getirdi bizi buraya: Kafkasya'ya gitmeye değer, çünkü işin ucunda madalyalara boğulmak var. Bizden beklenen, istenen şey bu! İki yıldır buradayım, bu süre içinde iki harekâta katıldım, ama hiçbir şey kazanabilmiş değilim. Yine de binbaşı olup, boynuma Anna ve Vladimir nişanı takmadan Rusya'ya dönmeyi düşünmeyecek kadar kendime saygım var. Gnilokişkin'e madalya verip bana vermeyecekler; böylesi bir aşağılanmayı bile göze alacak kadar bu işe takmış durumdayım. Öte yandan, burada iki yıl kalıp da tek bir madalya alamadan Rusya'ya dönersem, milletin yüzüne nasıl bakarım: Bizim muhtarın, buğdayımı sattığım tüccar Kotelnikov'un, Moskova'daki teyzemin?.. Aslında hiçbirinin yüzünü bile görmek istediğim yok, onların da benim için ölüp dirildiklerini sanmam; ama insanoğlunun yapısı bu işte: Yüzlerini bile görmek istemediğim insanlar için hayatımın en güzel yıllarını, mutluluğumu, geleceğimi harcıyorum!"