Akşam saat yedi civarında, yorgunluktan bitmiş, toza toprağa batmış durumda X Kalesi'nin geniş kapılarından içeri girdik. Şiirsel bir görüntü içindeki bataryalar, kale dolaylarında çepeçevre kavak ağaçlarınca kuşatılmış bahçeler, sararmaya yüz tutmuş ekili tarlalar ve karlı dağların çevresinde, adeta onlara öykünerek zincir biçiminde toplaşan, onlar gibi tuhaf ve onlar gibi güzel bir görüntü oluşturan bulutlar, batmakta olan günün artık büsbütün yatık gelmeye başlayan son pembe ışıklarıyla yıkanıyordu. Minicik bir saydam bulutu andıran hilal, ufukta yerini almıştı. Kale kapısının hemen önünden başlayan avulda, Tatarın biri düz bir dağlı damının üzerine çıkmış, ezan okuyordu. Birliğimizin şarkıcıları büsbütün canlanmış, coşmuş gibiydiler.
Biraz dinlenip üstüme başıma çekidüzen verdikten sonra, generalle ilgili dileğimi iletmek üzere, yaverinin yanına gittim. Önceden tanışmışlığım vardı yaverle. Kalmakta olduğum Vorstadt'tan[12] generalin konutuna giderken, kırk yıl dursam bu kalede göreceğimi düşünemeyeceğim bir şey gördüm. Arkamdan gelip beni geçen iki kişilik şık bir arabadan Fransızca konuşmalar geliyordu; ayrıca, arabanın penceresinde son moda bir kadın şapkası görünüp yitmişti. Komutanın konutunun açık penceresinden, akortsuz bir piyanoda çalınan Lizanka ya da Katenka polkası duyuluyordu. Önünden geçtiğim bir meyhanede ellerinde şarap bardakları ve sigaralarıyla oturan yazıcılardan biri ötekine, "Müsaade buyurun efendim, siyaset dediniz miydi, Marya Grigoryevna'nın üzerine kimseyi tanımam!" diyordu. Redingotu eski, yüzü hastalıklı, kambur bir Yahudi, kırık dökük, cırlak sesli bir laternayı itekliyor, tüm Vorstadt Lucia'nın final sahnesinden ezgilerle inliyordu. Başlarında ipek eşarpları, ellerinde parlak renkli şemsiyeleriyle tahta kaldırımda yürüyen iki kadın, giysilerini hışırdatarak salına salına yanımdan geçip gittiler. Biri mavi, öbürü pembeli giyinmiş, başları açık iki genç kız alçak bir evin önünde duruyor, attıkları yapmacık, tiz kahkahalarla oradan geçen subayların ilgisini çekmeye çalışıyorlardı. Tiril tiril giysileri, bembeyaz eldivenleri ve ışıltılı apoletleriyle subaylar, caddelerde dolaşıp hava atıyorlardı.
Yaver tanışımı, generalin konutunun alt katında buldum; kendisine tam düşüncelerimi açıklamış, ondan da bunların pekâlâ gerçekleştirilebilecek şeyler olduğu yanıtını almıştım ki, hemen önünde oturmakta olduğumuz pencerenin dibinden deminki şık araba geçti ve seslerden çıkartabildiğim kadarıyla az ileride, bulunduğumuz binanın kapısı önünde durdu. Arabadan inen uzun boylu, zarif bir piyade binbaşı konuta girip doğruca generalin odasına yöneldi.
Yaver, yerinden kalkarak:
"Ah, bağışlayın lütfen," dedi. "Hemen gidip generale haber vermem gerek."
"Arabadaki kim?" diye sordum.
"Kontes," dedi ve ceketinin düğmelerini ilikleyerek üst kata koştu.
Birkaç dakika sonra, kısaca boylu ama son derece hoş bir adam çıktı kapıya; ceketinde apolet yoktu, yakasında beyaz haç nişanı görülüyordu. Binbaşıyla yaver, ayrıca tanımadığım iki de subay, hemen arkasındaydı. Kendi önemini bilen birinin havasını yayıyordu general; sesinden, konuşmasından, tüm davranışlarından sezilen buydu.
Elini arabanın penceresinden içeri uzatırken:
"Bonsoir, madame la comtesse,"[13] dedi.
Arabanın penceresinde sarı bir şapka altında, gülümseyen, güzel bir yüz göründü, glase eldivenli küçücük bir el generalin elini sıktı.
Birkaç dakika süren konuşmalardan tek duyabildiğim, generalin pencerenin önünden geçerken gülümseyerek söylediği şu sözler oldu:
"Vous savez, que j'aifait voeu de combattre les infidèles; prenez donc gadre de le devenir."[14]
Arabadan gülme sesleri duyuldu.
"Adieu donc, cher général."[15]
"Non, à revoir, n'oubliez pas, que je m'invite pour le
soirée de demain."[16]
Araba hareket etti.
"Amma iş ha!" diye düşünüyordum, eve dönerken. "Bu adam bir Rus insanının sahip olabileceği her şeye sahip: Şan, şöhret, para, pul... ve aynı adam, nasıl biteceğini bir tek Tanrının bilebileceği bir savaştan önce güzel bir kadınla şakalaşıyor, sonra da sanki onunla bir baloda karşılaşmış gibi, ertesi gün için ondan birlikte çay içme sözü alıyor!"
Ama şaşkınlıkla izleyeceğim şeyler henüz bitmemişti: O gün, yaver arkadaşın yanında gördüğüm K. Alayı'ndan gencecik bir teğmen aklımı büsbütün karıştırdı. Kadınsı denebilecek denli sıkılgan, ürkek biriydi teğmen; yavere dert yanmaya, kendisine oyun edip, yapılacak harekâta katılmasını engelleyen arkadaşlarından yakınmaya gelmişti. Alçaklıktan başka bir şey değildi kendisine bu yaptıkları ne arkadaşlığa, ne dostluğa sığardı. Asla, ama asla unutmayacaktı bunu vb. vb. Dikkat kesilerek kendisini incelememe karşın, yüzünde de, sesinin tınısında da en ufak bir yapmacıklık bulamadım; tam tersine, Çerkezlere kurşun sıkmasına ve Çerkez kurşunları altında bulunmasına engel olunduğu için, haksız yere dayak yemiş bir çocuğun derin üzüntüsü içindeydi. Hiç, ama hiçbir şey anlamamıştım.