Bütün gece gözlerini kırpmadı Jilin. Kısaydı geceler. Bir delikten ortalığın ışımaya başladığını görünce kalktı, çevresini kazıp deliği genişletti, dışarı baktı.
Karşıda, dağın alt yamacı boyunca bir yol uzanıyordu; sağda bir dağlı damı, hemen yanında iki ağaç vardı. Bir kara köpek eşiğe uzanmış yatıyor, bir keçiyle yavruları kuyruklarını oynata oynata yürüyorlardı. Dağın yamacından genç bir Tatar kadının geçtiğini gördü: Alaca bir gömlekle şalvar giymişti kadın, kemeri yoktu, ayağında çizmeler vardı, başının üzerinde büyükçe bir su güğümü taşıyordu. Yürürken bedeni kıvrılıyor, sırtı titriyordu; üzerinde yalnızca bir gömlek bulunan, saçları dipten kazınmış bir çocuğun elinden tutmuştu. Kadın gelip dağlı damına girdi, onun girdiği kapıdan sırtında ipek bir beşmet, kemerinde gümüş bir kamayla dünkü kızıl sakallı Tatar çıktı, kunduralarını çıplak ayağına geçirmişti. Başında, arkaya doğru yıktığı kuzu kürkü, yüksekçe bir kara başlık vardı. Çıkınca gerindi, kızıl sakalını sıvazladı; durdu, işçisine bir şeyler emretti, sonra uzaklaştı. Sonra at sırtında iki oğlan geçti, suvarmaya götürdükleri atların burun delikleri ıslaktı. Saçları dipten kazınmış, üzerlerinde bir tek mintan, donsuz başka oğlanlar da geldi, toplaşıp samanlığa yaklaştılar, kuru bir dal alıp delikten içeri soktular. Jilin "O-o!" diye bağırınca çığlık çığlığa kaçıştılar, koşarlarken küçücük, çıplak, beyaz dizleri göz alıyordu.
Jilin'in boğazı kurumuştu, su içmek istiyordu: Keşke biri yoklamaya gelse diye geçirdi içinden. O sırada anahtar sesi duydu; kapı açıldı, kızıl sakallı Tatarla, ondan daha kısa boylu, karayağız bir başka Tatar girdi. Kara gözleri ışıl ışıl, sakalı kısa kesilmiş, pembe yüzlü, neşeli bir adamdı bu Tatar, gülüp duruyordu. Giyimi de daha güzeldi: Kenarlarına şerit çekilmiş mavi bir ipek beşmet vardı sırtında, bel kemerinde kocaman bir gümüş kama asılıydı. Ayaklarında kırmızı sahtiyandan, gümüş sırmayla dikilmiş, yumuşacık yarım botlar vardı, bunların üzerine daha kalın ikinci bir ayakkabı giymişti. Başında ak koyun kürkünden yüksek bir başlık vardı.
Kızıl sakallı Tatar söver gibi, ters ters bir şeyler söyledi, sonra gidip samanlığın kapısına dirseklerini dayadı, eliyle kamasını yokladı, Jilin'e doğru kurt gibi yan yan baktı. Karayağız Tatar, sanki her yanına yaylar takılıymış gibi hızlı, canlı hareketlerle Jilin'in yanına geldi, bağdaş kurup yere oturdu, dişlerini göstererek gülümsedi, eliyle onun omuzuna vurdu, kendi dilinde çabuk çabuk bir şeyler söyledi; durmadan gözlerini kırpıştırıyor, dilini şaklatıyor ve:
"İyi Urus! İyi Urus!" diyordu.
Adamın sözlerinden hiçbir şey anlamayan Jilin:
"Su... Su içmek istiyorum! Su verin!" dedi.
Esmer Tatar gülümseyip yine kendi dilinde;
"İyi Urus! İyi Urus!" diye mırıldandı.
Jilin dudaklarıyla, elleriyle su içmek istediğini anlatmaya çalıştı.
Esmer onu anladı, gülümseyerek kapıdan yana bakıp, birine seslendi:
"Dina."
On üç yaşlarında, dal gibi bir kız koşup geldi; yüzü esmer Tatara benziyordu, besbelli onun kızıydı. Onun da kara, ışıltılı gözleri vardı, yüzü güzeldi. Şalvarının üzerine geniş kollu, uzun, mavi bir gömlek giymişti, kemeri yoktu, gömleğin etekleri, göğsü ve kol ağızları kırmızı şeritlerle süslenmişti. Ayağında terlik vardı, terliklerin üzerine yüksek ökçeli bir başka terlik daha giymişti. Boynunda Rus yarım rublelerinden oluşan bir gerdanlık vardı. Başında örtü yoktu, örülü kara saçlarında bir kurdele, kurdelesinde de metal pullar ve bir gümüş Rus rublesi görülüyordu.
Babası ona bir şeyler söyledi, kız koşup gitti, az sonra bir güğümle döndü, suyu verdi, sonra o da bağdaş kurup yere oturdu, öne doğru eğildi, o kadar eğildi ki, omuzları dizlerinin altında kaldı: Gözlerini fincan gibi açmış Jilin'e bakıyordu, onun nasıl su içtiğine, yabanıl bir hayvana bakar gibi.
Suyunu içip Jilin güğümü kıza geri uzatınca kız yaban keçisi gibi sıçradı, babasını bile güldürdü bu hali. Bir şeyler daha söyledi babası kıza. Kız güğümü alıp koşa koşa gitti, yuvarlak bir tahta üzerinde tavada pişirilmiş, mayasız mısır ekmeği getirdi, yine yere oturdu, kıvrıldı, gözlerini dikip Jilin'e bakmaya başladı.
Tatarlar çıktılar, kapı yeniden kilitlendi.
Biraz sonra Nogay işçi geldi Jilin'in yanına:
"Haydi efendi, haydi!" dedi.
O da Rusça bilmiyordu. Jilin kendisini bir yere götüreceklerini anladı.
Yürümeye başladı, ancak prangaları rahat vermiyor, ayağı aksıyordu. Nogay'la birlikte samanlıktan çıktı, baktı: On evlik, bir minareyle caminin de olduğu küçük bir Tatar köyüydü burası. Evlerden birinin önünde eğerli üç at duruyor, çocuklar da atları dizginlerinden tutuyordu. Birden esmer Tatar fırladı bu evden, el edip Jilin'i yanına çağırdı. Sürekli gülüyor, kendi dilinde bir şeyler söylüyordu. Sonra kapıyı açıp eve girdi, arkasından Jilin de girdi. Duvarları kaymak gibi çamur sıvalı, güzel bir odaydı girdiği yer. Duvar önlerine renk renk döşekler yayılmış, duvarlara birbirinden değerli halılar, halıların üzerine de gümüş işlemeli tüfekler, tabancalar, kılıçlar asılmıştı. Duvarlardan birinin önünde yerle aynı düzeyde, alçacık bir ocak vardı. Odanın toprak tabanı harman yeri gibi tertemizdi. Başköşe tümüyle keçe kaplıydı, keçelerin üzerine halılar serilmiş, halıların üzerine de yastıklar atılmıştı. Tatarlar, ayaklarında yumuşacık yarım potinleriyle halılar üzerinde oturuyorlardı: Kızıl Tatar, esmer Tatar, üç de konuk Tatar. Sırtlarını yastıklara dayamışlardı, önlerindeki yuvarlak tahtada yiyecekler vardı: Mısır ekmeği, bir tas içinde erimiş tereyağı, küçük toprak kaplarda da boza adı verilen bir Tatar içkisi. Yemeklerini elleriyle yediklerinden elleri yağ içindeydi.
Esmer Tatar fırlayıp ayağa kalktı, Jilin'i odanın halı serili bölümüne değil, üzerinde hiçbir yaygı bulunmayan, çıplak toprak bölümüne oturtmalarını istedi, sonra yeniden halı üzerindeki yerine oturup konuklarından yemeklerine devam etmelerini istedi. İşçi, Jilin'i söylenen yere oturttu, ayakkabılarının üzerindeki kalın, dışarlık bölümünü çıkarıp, herkes gibi kapının oraya koydu, sonra kendisi de geçip keçe üzerine, efendilere yakınca bir yere oturdu, ağzı sulana sulana onların yemek yiyişlerini izlemeye başladı.
Tatarlar ekmeklerini yediler, üzerinde kızınınkilere benzer bir gömlekle şalvar bulunan, başı örtülü bir Tatar kadın girdi odaya, yağı ve ekmekleri götürdü, hoş bir leğençeyle, ibiği incecik bir ibrik getirdi. Tatarlar ellerini yıkadılar, sonra diz çöküp ellerini kavuşturdular, dua edip dört bir yana üflediler. Kendi dillerinde bir şeyler konuştular. Sonra konuk Tatarlardan biri Jilin'e dönüp, Rusça:
"Seni Gazi Muhammed tutsak aldı," dedi, kızıl sakallı Tatarı göstererek, "ve Abdül Murat'a devretti." Esmer Tatar'ı gösterdi: "Bundan böyle efendin Abdül Murat'tır."
Jilin karşılık vermedi. Abdül Murat bir şeyler söyledi, sürekli gülüyor ve Jilin'i göstererek:
"Asker Urus, iyi Urus!" deyip duruyordu.
Çevirmen:
"Ailesine mektup yazsın ve kurtulmalık para yollamalarını istesin diyor senin için," dedi. "Ailen parayı yollar yollamaz seni salıverecek."
Jilin biraz düşündü:
"Ne kadar kurtulmalık istiyor?"
Tatarlar, aralarında konuştular. Çevirmen:
"Üç bin ruble," dedi.
"Yok," dedi Jilin, "o kadar veremem."
Abdül yerinden fırladı, elini kolunu sallayarak Jilin'e bir şeyler söyledi: Söylediklerini Jilin'in anladığını sanıyordu. Çevirmen, sözleri çevirdi; sonra:
"Ne kadar verebilirsin?" diye sordu.
Jilin biraz düşündü:
"Beş yüz ruble," dedi.
Tatarlar bir ağızdan, çabuk çabuk bir şeyler konuştular. O arada Abdül, kızıl sakallı Tatar'a ağzından tükürükler saçarak, öfkeli öfkeli bir şeyler söyledi. Kızıl sakalsa, gözleri süzülmüş, arada bir dilini şaklatıyordu. Sonunda herkes sustu, çevirmen:
"Beş yüz ruble kurtulmalık efendine az geldi," dedi. "O senin için iki yüz ruble ödedi. Gazi Muhammed'in ona borcu vardı ve seni ona borcuna karşılık verdi. Kurtulmalığın üç bin rubleden az olursa seni salmayacak. Evine mektup yazmazsan çukura atılıp kırbaçlanacaksın."
"Bu tehditlerinden korkarsam asıl bu kötü olur benim için," diye düşündü Jilin, sonra: "O ite söyle," dedi, "niyeti beni korkutmaksa, kendisine beş para vermeyeceğim gibi, eve mektup falan da yazmayacağım! Sizi itoğlu itler! Şimdiye dek sizden hiç korkmadım, bundan sonra da korkacak değilim!"
Çevirmen söylenenleri aktardı, Tatarlar yine hep bir ağızdan konuştular, heyecanla tartıştılar. Esmer Tatar yerinden kalkıp Jilin'in yanına gitti:
"Urus!" dedi. "Cigit, cigit Urus!"
Onların dilinde yiğit adam, korkusuz, kabadayı adam anlamındaydı, "cigit". Sonra gülmeye başladı esmer Tatar, çevirmene bir şeyler söyledi, çevirmen de:
"Bin ruble ver," dedi.
Jilin ilk dediğinden şaşmadı:
"Beş yüzden fazla veremem. Öldürecek olursanız o da geçmez elinize, hiçbir şey alamazsınız!"
Tatarlar aralarında bir şeyler konuştuktan sonra işçiyi bir yere gönderdiler; bir Jilin'e, bir oda kapısına bakarak beklemeye başladılar.
Çok geçmeden işçi göründü, ardında yalınayak, giysileri yırtık, şişmanca bir adam vardı, onun ayakları da prangalıydı. Bunun Kostılin olduğunu anlayınca Jilin'in ağzı bir karış açık kaldı. Demek onu da yakalamışlardı... Kostılin'i de Jilin'in yanına oturttular, iki arkadaş birbirlerine başlarından geçenleri anlatırken Tatarlar susuyor ve onlara bakıyorlardı. Kostılin'in atının ayağı sürçüp tüfeği de tutukluk yapınca, Abdül kendisini tutsak almıştı.
Abdül yerinden fırlayıp Kostılin'i göstererek bir şeyler söyledi.
Çevirmen, her ikisinin efendisinin de esmer Tatar olduğunu, kimin kurtulmalığı önce gelirse, önce onun salıverileceğini söyledi. Sonra Jilin'e dönüp:
"Sen sürekli kızıyor, bağırıyorsun," dedi. "Arkadaşınınsa hiç sesi çıkmıyor. O çoktan evine mektup yazdı bile. Beş bin ruble kurtulmalık gönderecek ailesi onun için. Bu yüzden de güzel yiyecekler verecekler ona ve kendisini hiç incitmeyecekler."
"Her koyun kendi bacağından asılır!" dedi Jilin. "Arkadaşım zengindir belki, ben değilim. Diyeceğimi dedim ben, söylediğim rakamın üzerine çıkamam. İsterseniz öldürün, elinize bir şey geçmez. Beş yüz rubleden fazlasını yazamam aileme."
Herkes sustu. Birden yerinden fırlayan Abdül, küçük tahta kutudan kalem, kağıt, hokka çıkardı, bunları Jilin'in eline tutuşturdu, omuzuna vurup eliyle kağıdı göstererek, "Yaz!" dedi. Beş yüze razı olmuştu.
"Bir şey daha var," dedi Jilin çevirmene. "Söyle ona, bize güzel yiyecekler, giyecekler ve ayakkabılar vermesini istiyoruz... bizi birbirimizden ayırmaması da iyi olur: Canımız sıkılmaz... bir de, şu pranga olacak kütükleri de çıkarsın artık ayağımızdan..."
Efendisinin yüzüne bakıp güldü. Efendi de güldü. Tutsak sözlerini bitirince o başladı:
"Öyle giysiler vereceğim, öyle güzel çerkezka, öyle güzel çizmeler giyecekler ki, damatlara layık! Prensler gibi yedirip içireceğim onları. Madem birbirlerinden ayrılmak istemiyorlar, samanlıkta birlikte kalsınlar. Prangalara gelince, onları çıkaramam, kaçarlar yoksa. Belki geceleri, yatarken çıkarabiliriz." Uzanıp Jilin'in omuzuna vurdu: "Sen iyi, ben iyi!" dedi.
Jilin mektubu yazdı, ancak yerine ulaşmaması için yanlış bir adres yazdı üzerine. "Ne yapıp edip kaçacağım buradan," diye düşünüyordu.
Jilin'le Kostılin'i samanlığa götürdüler, biraz kuru mısır yaprağı serdiler yere, su dolu bir testi, ekmek ve iki eski çerkezkayla, yamuk yumuk olmuş asker çizmeleri getirdiler. Öldürdükleri askerlerden çıkardıkları belliydi çizmeleri. Gece prangalarını çıkardılar ve samanlığın kapısını üzerlerine kilitlediler.