IV

Böyle böyle bir ayı doldu tutsaklıkta Jilin'in. Gündüzleri köyde dolaşıyor ya da birtakım el işleri yapıyordu; akşam olup da köy sessizliğe büründü mü, o da gidip samanlığına kapanıyor ve toprağı kazmaya başlıyordu. Taş çıktı mı zorlanıyor ve eğeyle ufaltmaya çalışıyordu taşları. Sonunda duvar dibinde içinden geçebileceği kadar bir delik kazmayı başardı. "Bir de ne yana gideceğimi bilebilsem!" diye düşünüyordu. "Ama Tatarlar bu konuda hiç ağızlarını açmıyorlar!"

Efendisinin köyden ayrıldığı bir günü seçti, öğleden sonra köyün dışına, dağlara doğru gitti: Ne yana doğru kaçması gerektiğine bakacaktı oradan. Ne var ki efendisi yola çıkmadan önce küçük oğluna Jilin'i bir an bile gözden kaçırmaması konusunda uyarmışı. Küçük oğlan ardından koşturup:

"Gitme!" diye bağırdı. "Babam köyden bir yere gitmesin dedi! Şimdi bağırır herkesi toplarım!"

Jilin oğlanı kandırmaya çalıştı:

"Uzağa gidecek değilim, şu tepeye kadar gidecektim yalnızca... sizden bir hasta için bir ot gerekti de... istersen sen de benimle gel... ayağımda bu prangalarla kaçamam ki. Hem sana yarın bir yay ve ok yaparım."

Oğlanın aklı yattı, yola çıktılar. Baktığında dağ yakın gibi görünüyordu, ama prangayla yürümek kolay değildi. Yürüdü, yürüdü, binbir güçlükle dağa çıkabildi, yere oturup çevresini izlemeye başladı. Güneyde, dağın arka yamaçlarında bir yılkı otluyor, ötelerdeki düzlüklerde ise bir köy daha görülüyordu. Köyün gerisinde bu dağdan da sarp bir dağ yükseliyor, o dağın hemen ardında ise bir başka dağ yükseliyordu. İki dağın arasında bir ormanın maviliği seçiliyor, ormanın arkasında yeniden dağlar yükseliyordu. Başı karlı dağlar hepsinin üzerinde yer alıyordu. Karlı dağlardan biri ötekiler üzerinde külah gibi duruyordu. Gün batarken de, doğarken de bu dağlar hep böyle uzanır giderlerdi. Dağ boğazlarından köylerin dumanları yükseliyordu. "Buralar hep onların toprağı," diye düşündü Jilin. Ve Rus topraklarından yana çevirdi bakışlarını. Bulunduğu yerin hemen altında dere, kendi kaldığı köy ve bahçeler görünüyordu. Derede, kadınlar, tıpkı bebekler gibi oturmuş, çamaşır yıkıyorlardı. Köyün gerisinde, aşağılarda bir dağ, onun gerisinde başka iki dağ daha ve ormanlar görünüyordu. İki dağın arasında mavimsi bir düzlük yer alıyordu; düzlüğün üzerine, en gerilere ise bir duman serilip kalmış gibiydi. Kaledeki evindeyken güneşin ne yandan doğup ne yandan battığını anımsadı Jilin, sonra, "Bizim kale tam o koyakta işte," diye düşündü. "Dolayısıyla, o iki dağın arasından kaçmam gerek."

Güneş iyiden alçalmaya başladı, dağların başındaki karlar beyazdan al renge büründü. Kara dağlar iyice karardı, dere yataklarına sis çöktü, bizim kalenin bulunduğu koyak ateşte tutuşmuş gibi kıpkızıl yanmaya başladı. Çevresine dikkatle baktı Jilin: Bacadan yükselir gibi bir dumanın yükseldiğini fark etti, iki dağın arasından. Rus kalesi oradaydı sanki.

Geç olmuştu. Akşam ezanı okunuyordu. Sürünün köye dönüş sesleri, inek böğürtüleri duyuluyordu.. Ufaklık durmadan "Gidelim!" diye üsteliyor, Jilin'se hiç ayrılmak istemiyordu.

Eve döndüler. "Artık yeri de öğrendiğime göre, kaçabilirim!" diye düşündü Jilin. Hemen o gece kaçmak niyetindeydi. Geceler karanlıktı, ay küçülüyordu. Ancak bir terslik oldu ve Tatarlar o akşam döndüler. Genellikle yanlarında pek çok hayvanla ve neşe içinde dönerlerdi. Ama bu kez yanlarında hayvan falan olmadığı gibi kızıl Tatarın kardeşinin bir atın terkisine attıkları ölüsünü getirdiler. Hepsinin canı sıkkın, öfkeliydiler, ölüyü gömmek için toplandılar. Jilin de seyretmek için çıktı. Ölüyü tabuta koymadılar, bir çarşafa sarıp köy dışındaki çınarların altında, otların üzerine uzattılar. İmam geldi. Kürk başlıklarının üzerine birer beyaz bez bağlayan ihtiyarlar gelip ölünün karşısında sıra oldular, sonra diz çöktüler. En önde imam vardı, onun arkasında sarıklı üç ihtiyar, onların arkasında da sıra sıra öbür Tatarlar vardı. Başları önlerinde oturuyor ve susuyorlardı. Uzun süre sustular. İmam başını kaldırıp:

"Allah!" dedi. Gene herkes başını eğip sustu. Uzun bir süre kimse kımıldamadı bile.

İmam yeniden başını kaldırıp:

"Allah!" dedi. Bu kez öbür Tatarlar da "Allah!" dediler. Sonra yine susuldu. Ölü, otların üzerinde yatıyor, Tatarlar da ölü gibi, kımıltısız oturuyorlardı. Bir tek rüzgarın çınar yapraklarını hafifçe salladığı duyuluyordu. Sonra imam bir dua okudu, ardından herkes ayağa kalktı. Ölüyü kollarının üzerine alıp kazdıkları çukurun önüne götürdüler. Çukur neredeyse bodrum gibi, derin bir çukurdu. Ölüyü koltuk altlarından ve ayak bileklerinden tutup iki büklüm durumda usulca çukurun içine bıraktılar, ellerini karnının üzerine koydular.

Nogay, bir kucak yeşil saz getirdi, bunları çukurun içine atıp sonra da üzerine çabuk çabuk toprakla doldurmaya başladılar, toprağı düzlediler, ölünün başına bir de taş diktiler. Toprağı ayaklarıyla çiğnediler. Yeniden sıra olup mezarın önüne oturdular. Uzun süre sustular.

"Allah! Allah! Allah!" deyip iç çektiler ve kalktılar.

Kızıl sakallı Tatar yaşlılara para dağıttı, sonra kırbacıyla üç kez kendi alnına vurdu ve evine gitti.

Ertesi sabah Jilin, kızıl Tatarın, yedeğinde bir kısrakla köy dışına çıktığını gördü, ardında üç Tatar daha vardı. Köy dışına varınca kızıl Tatar beşmetini çıkardı, mintanının kollarını sıvadı, kamasını çıkarıp bileğitaşında biledi. Öbür Tatarlar kısrağın başını yukarı kaldırdılar, kızıl sakal kamayı çalıp atın boğazını kesti, hayvanı yere yıktı, yumruğunu deriyle et arasına bastıra bastıra deriyi yüzdü. Kadınlar, kızlar geldiler, hayvanın bağırsaklarını, iç organlarını toplayıp yıkadılar, etlerini parçalayıp eve götürdüler. Sonra ölüyü anmak için bütün köy kızıl Tatarın evinde toplandı.

Üç gün boyunca kısrağın etini yiyip, boza içip ölüyü andılar. Bu üç gün süresince tüm Tatarlar evdeydi. Dördüncü gün öğleye doğru bir yerlere gitmeye hazırlandıklarını gördü Jilin. Aralarında kızıl sakalında olduğu on Tatar atlarına binip gittiler, tek Abdül kaldı evde. Gökte yeni ay vardı, geceler karanlıktı.

"Tam kaçma zamanı!" diye düşündü Jilin. Düşüncesini Kostılin'e de açtı.

Kostılin korkuyordu:

"Nasıl kaçacağız? Yolu bile bilmiyoruz!?"

"Ben biliyorum."

"Gece karanlıkta kaleye kadar varamayız."

"Varamazsak ormanda geceleriz. Peksimetlerden biriktirdim. Ne diye yatıp duracaksın burada? Parayı gönderirlerse sorun yok, ama belki de toparlayamazlar onca parayı? Ruslar aralarından birini öldürdüğü için Tatarlar iyiden diş bilemeye başladılar bize. Kulağıma geldiğine göre onlar da bizi yaşatmak istemiyor."

Uzun uzun düşündü Kostılin; sonunda:

"Madem öyle, gidelim!" dedi.