XII

Gerçekten de hemen doğrulandı varsayımım. Yüzbaşı Kraft ateş suyu yok mu diyerek votka istedi kendine, sonra da başını geriye atıp, vıraklar gibi sesler çıkararak kadehi başına dikti.

"Çeçenya düzlüklerinde fasit bir daire içinde dönüp duruyoruz galiba, baylar, ne dersiniz, ha?" diye söze başlayacak oldu, ama içeri giren nöbetçi subayını görünce, emir vermesi için binbaşıya fırsat tanıması gerektiğini düşünerek sustu.

"Ne yaptınız, birlik yerini aldı mı?"

"Evet efendim!"

"Keşif kolları çıkarıldı mı?"

"Hepsi yerlerinde efendim!"

"Pekâlâ! Bölük komutanlarına son derece dikkatli olmalarını istediğimi iletin!"

"Emredersiniz!"

Binbaşı gözlerini kıstı, derin düşüncelere dalmış gibiydi.

"Erata söyleyin, kendilerine lapa pişirebilirler artık!"

"Pişirmeye başladılar bile efendim!"

"Pekâlâ! Gidebilirsiniz!"

Binbaşı bizlere gönül indirmiş gibi hoşgörülü bir gülümsemeyle:

"Pekâlâ," dedi, "gelin hep birlikte hesaplayalım bir subaya nelerin gerektiğini burada!"

"Her şeyden önce, ceketiyle, pantolonuyla bir üniforma, öyle değil mi?"

"Öyle efendim!"

"Yani iki yıl için elli ruble! Bir yıl için yirmi beş ruble giysiye gitti. Sonra ne var? Yeme-içme! Her gün için ikişer rubleden?.. Öyle mi?"

"Öyle efendim, fazla bile!"

"Varsın olsun! Eyerli bir atın bakımı için de otuz ruble! Hepsi bu! Toplayacak olursak: Yirmi beş, yüz yirmi daha, yüz kırk beş, otuz daha, yüz yetmiş beş! Çay, şeker, tütün gibi lüks harcamalarınız için yirmi ruble daha kalıyor size. Müsaade buyurun yani! Öyle değil mi Nikolay Fyodorıç?"

Yaver, ürkek ürkek:

"Efendim, Abram İliç, izin verirseniz..." dedi. "Çay ve şeker için hiçbir şey kalmıyor efendim. Siz iki yıl için bir çift pantolon hesaplıyorsunuz, ama buradaki yürüyüşlere pantolon mu dayanır! Hele çizme! Hemen her ay bir çift çizme eskitiyorum ben efendim! Sonra iç çamaşırı, gömlek, havlu, dolama... bütün bunlar satın alınmaları gerekli şeyler. Nasıl hesaplarsanız hesaplayın efendim, geriye bir şey kalmıyor! Yemin ederim ki durum böyle Abram İliç!"

Bir dakika kadar suskun kalan Kraft, birden:

"Evet, dolama[42] dediğin güzel olmalı!" dedi, dolama sözcüğünü sevecenlikle vurgulayarak. "Yalnızca Ruslara özgü bir şey!"

"Ben size bir şey söyleyeyim mi?" dedi Trosenko. "Hesabı nasıl yaparsanız yapın, kardeşimizin kuru ekmeğe muhtaç durumda olduğu kesin. Ama uygulamadaki durum ne? Hepimiz çayımızı da yudumluyoruz, sigaramızı da tellendiriyoruz, votkamızı da içiyoruz; yaşayıp gidiyoruz kısacası." Sonra asteğmene döndü: "Bir süre benim birlikte kaldın mı öğrenirsin nasıl geçinileceğini! Baylar, sevgili asteğmenimizin emir erine nasıl davrandığını biliyor muydunuz?"

Hepimizin bin kez dinlediği bir öykü olmasına karşın, Trosenko gülmekten karnını tuta tuta, asteğmenle emir erinin öyküsünü bir kez daha anlattı.

"Ne o, kıpkırmızı kesildin, delikanlı?" dedi, o sırada gerçekten de kızarmış, terlemiş ve utangaçça gülümsemekte olan ve bu haliyle de insanın yüreğini sızlatan asteğmene bakarak. "Aldırma be kardeşlik! Ben de senin gibiydim, ama görüyorsun, şu anda koç gibiyim! Kimleri göndermiyorlar ki Rusya'dan buraya! Ne gençler!.. Spazm geçirenler mi istersin, romatizmadan kıvrananlar mı!.. Neler gördük burada, neler! Ama bak ben ne yapıyorum: Aha, şuraya oturmuşum... burası benim hem evim, hem yatağım... hem her şeyim. Bak, kendi gözlerinle görüyorsun!.."

Bu arada bir kadeh daha votka yuvarlayıp, gözlerini Kraft'ın gözlerine dikerek:

"Efendim?" dedi.

Hepimizi ite kaka Trosenko'ya doğru atılan Kraft:

"İşte ben buna saygı duyarım! İşte gerçek bir eski Kafkasyalı! Verin, elinizi sıkacağım!" dedi ve Trosenko'nun elini yakalayıp, gerçekten de çok duygulanmış bir halde salladı.

"Evet, hepimizin bir sınavdan geçtiğini söyleyebiliriz burada," diye sürdürdü sonra. "Kırk beş yılında... siz de oradaydınız herhalde, öyle değil mi yüzbaşım? Ayın on ikisini on üçüne bağlayan geceyi... dizlerimize kadar çamurun içinde geçirmiştik... ertesi gündü galiba, değil mi, düşman mevzilerine yürümemiz? O sırada ben başkomutanlıktaydım. Bir günde on beş mevzi ele geçirmiştik... öyle değil mi yüzbaşım?"

Trosenko, başıyla evet işareti yaptı, sonra alt dudağını ileri çıkarıp, gözlerini yumdu.

Kraft, binbaşıya dönüp, büyük bir heyecanla ve yersiz el kol hareketleriyle:

"Siz de tanık olmuşsunuzdur..." diye başlayacak oldu.

Ama anlaşılan binbaşı pek çok kez dinlemişti bu öyküyü; bulanık, donuk bakışlarını yöneltmesiyle birlikte, Kraft, binbaşıyı bırakıp hemen Bolhov'la bana döndü. Gözlerini bir Bolhov'a, bir bana çeviriyordu. Öyküsünü anlattığı sürece Trosenko'ya hiç bakmadı.

"Efendim, şimdi sabah daha çıkar çıkmaz, Başkomutan bana ‘Kraft!' dedi, ‘Şu, şu, şu düşman mevzilerini ele geçireceksin!' Bizim meslek, malum... öyle, olurdu olmazdı diye tartışamazsın! Selamı çakıp, ‘Emredersiniz ekselansları!' dedim. İlk mevziye yürürken dönüp askerlerime dedim ki: ‘Çocuklar korkmak yok! Çok dikkatli olun! Ve unutmayın: Kim geride kalırsa, ölümü benim elimden olur!' Bilirsiniz, bizim Rus askeriyle kısa, basit konuşacaksın. O sırada birden bir kumbara düşmez mi yanımıza! Baktım: Bir asker, bir daha, bir daha... ardından kurşunlar vızıldamaya başladı: Vzjın! Vzjın! ‘İleri çocuklar! Arkamdan gelin!' diye bağırdım. Tam mevziye vardık ki, ne göreyim... ne deniyordu ona? Hey Tanrım! Şey canım... bilirsiniz..."

Doğru sözcüğü bulabilmek için ellerini sallayıp duruyordu.

Bolhov araya girerek:

"Uçurum mu?" dedi.

"Hayır, hayır! Hey Tanrım... dilimin ucunda.... Neyse, uçurum diyelim... şimdi biz art arda tüfeklere bir asıldık... Hurra! Ta-ra-ta-ta-ta! Tek bir düşman askeri kalmadı ayakta, hepsini devirdik! Herkes şaşırıp kalmıştı. Bu iş harika oldu, haydin ikinci mevziye dedik. Düşmanın ikinci mevzisini ele geçirişimiz çok değişik bir harekâtla oldu. Artık iyice coşmuştuk. İkinci tahkimata yaklaşınca bir baktım, daha fazla ilerleyebilmek olanaksız... Çünkü orada... ne deniyordu ona?.. Of! Neydi adı?..

"Yine uçurum?" dedim ben.

"Hiç ilgisi yok!" dedi heyecanla. "Uçurum değil... Bir uçurum tutturdunuz... Hey Tanrım! Neydi o?.. Yani nasıl deniliyordu?.." Eliyle ahmakça birtakım hareketler yapıyordu. "Ah, Tanrım! Olur şey değil!"

Aradığı sözcüğü bulamadığı için öylesine acı çekiyor gibiydi ki, elinde olmadan yardım etmek istiyordu insan.

"Sakın ırmak olmasın?" dedi Bolhov.

"Hayır, yani evet, resmen uçurumdu! Yalnız öyle bir ateş altında vardık ki oraya... cehennem hiç kalır yanında!"

Çardağın dışından birinin beni sorduğunu duydum. Maksimov'du bu. İki mevzinin ele geçiriliş öyküsü bile yetmişti, ki geride daha on üç mevzi öyküsü vardı. Buradan sıvışma, takımımın yanına gitme fırsatı çıktığı için sevinmiştim. Trosenko da benimle birlikte çıktı. Çardaktan birkaç adım uzaklaşınca, "Söylediklerinin hepsi palavra!" dedi. "O mevzilerin ele geçirildiği çarpışmaların hiçbirine katılmadı." Öyle sevecen bir kahkaha attı ki, benim de gülesim geldi.