General, atlılarla önden gidiyordu. Benim X Kalesi'nden birlikte geldiğim tabur artçı olmuştu. Yüzbaşı Hlopov'la Teğmen Rozenkrants'ın bölükleri birlikte çekiliyorlardı.
Yüzbaşının öngörüsü tümüyle gerçekleşti: Onun sözünü ettiği orman açıklığına adım attığımız anda iki yandan birden atlı ve yaya dağlılar görünüp yitmeye başladılar. Bunlar o kadar yakınımızdan geçiyorlardı ki, ben birkaçının, elinde tüfeğiyle iki büklüm olmuş, ağaçtan ağaca sekişini kendi gözlerimle gördüm.
Yüzbaşı şapkasını eline alıp haç çıkardı, birkaç yaşlı asker daha aynı şeyi yaptı. Ormandan haykırışlar yükseliyordu: "Vay gavur! Vay Urus!" Kısa, boğuk tüfek çatırtıları birbirini izliyor, iki yanda kurşunlar vızıldıyordu. Bizimkiler, çığlık falan atmadan, seyrek atışlarla karşılık veriyorlardı. Arada bir saflardan şu tür yakınmalar duyuluyordu: "O[32] nereden ateş ediyor? Ormana gizlenmiş... O'nun durumu çok iyi! Şimdi topçumuz bir başlayacak ki..."
Topçular saf tutup, atış düzeni aldılar ve birkaç peşrev atışından sonra düşman hafiften çözülür gibi oldu, ama çok geçmeden, bizimkilerin her ileri adımına karşılık haykırışlar, çığlıklar, tüfek takırtıları yeniden birbirini izlemeye başladı.
Avuldan üç yüz sajen kadar uzaklaşmıştık ki, başımızın üzerinden düşman gülleleri uçmaya başladı. Askerlerimizden birine gelen bir güllenin onu nasıl paramparça ettiğini gördüm. Bu korkunç sahnenin ayrıntılarını anlatacak değilim, çünkü insan unutmak istediği bir şeyi yinelemez. O sahneyi unutabilmek için neler vermezdim!
Teğmen Rozenkrants, sıra neferi gibi elinde tüfek durmamacasına ateş ediyor, hırıltılı bir sesle askerlere emirler yağdırıyor, soluk soluğa zincirin bir o ucuna, bir bu ucuna koşturup duruyordu. Biraz solgunlaşmış gibiydi, ama savaşçı yüzüne hoş bir hava vermişti bu.
Çocuksu, temiz yüzlü asteğmen tam anlamıyla coşmuştu. Dudaklarında hafif bir gülümseme; güzel, kara gözlerinde canını hiçe sayan atılganlık kıvılcımları, ikide bir yüzbaşıya gelip, askerlerine hurra emri vermek için iznini istiyordu.
Yüzbaşının aklını çelmek için neler söylemiyordu ki:
"Ezer, perişan ederiz onları! İnanın, mahvederiz hepsini!"
Yüzbaşınınsa yanıtı çok kısaydı:
"Olmaz. Geri çekilmemiz gerek."
Yüzbaşının bölüğü orman ağzını tutmuştu; bütün bölük yere yatmış, düşman üzerine püskürtme atışı yapıyordu. Yüzbaşı, beyaz maştakının üzerindeydi; atın dizginini biraz salmış, kısa üzengilere soktuğu ayaklarını hafifçe titreterek konuşmadan, kıpırdamadan, çarpışmayı izliyordu. Askerler ne yapacaklarını öyle iyi biliyorlar ve işlerini öyle iyi yapıyorlardı ki, onlara karışması, herhangi bir emir vermesi gerekmiyordu. Yalnız, çok seyrek olarak, ihtiyatsızlık edip başını fazla yukarı kaldıran askerlere bağırıyordu.
Pek öyle savaşçı denilebilecek bir görünümü yoktu yüzbaşının; ama duruşundaki, tavırlarındaki sahicilik, sadelik beni dehşetli etkiliyordu. "Kahraman dediğin böyle olur işte!" diye geçiriyordum içimden.
Kendisini her zaman nasıl gördüysem, burada da aynen öyleydi. Davranışlarındaki sakinlikle, sesinin hiç yükselmeyişiyle, güzel sayılmayacak ama saf, sahici yüzündeki kurnazlıktan uzak ifadeyle... bir tek, duru, aydınlık bakışlarında, sakin bir şekilde işini yapmakta olan bir insana özgü dikkatin belki biraz daha yoğunlaştığı görülebilirdi. Her zaman nasılsa, yine öyle olmak kolay iş değildir! Başkalarında öyle değişimler görüyordum ki... Kimi her zaman olduğundan daha sakin, kimi daha katı, kimi daha neşeli görünmeye çalışıyordu. Yüzbaşınınsa, niçin gibi görünmek gerektiğini bile anlamadığını anlamak mümkündü yüzünden.
Waterloo'da Fransızların söylediği bir söz var: "La gadre meur, mais ne se rend pas."[33] Başka halkların olsun, özellikle de Fransızların olsun, belleklerden silinmeyecek özlü sözler söylemiş kahramanları hiç kuşkusuz yiğit insanlardı ve söyledikleri sözler de gerçekten unutulmaz güzellikte sözlerdi; ama onların yiğitlikleriyle yüzbaşının yiğitliği arasında bir fark var: Herhangi bir zamanda ve durumda yüreğinde yüce bir söze ilişkin birtakım kıpırtılar duyumsayacak bile olsa, benim kahramanım, eminim, o sözü söylemezdi: İlkin, söyleyeceği yüce sözle, yapmakta olduğu yüce işi berbat etmekten korkacağı için; ikincisi de kendinde yüce bir şeyler yapma gücü duyan birinin, büyük ya da küçük herhangi bir söz söylemesine gerek olmadığı için. Bence Rus insanının kahramanlığının yüce ve çok kendine özgü bir özelliğidir bu. Durum böyle olunca, Fransızların eski şövalye mertliğini yansıtma savı taşıyan ucuz birtakım Fransızca lakırdıların bizim genç subaylarımız arasında yinelendiğini görmek, doğrusu Rus insanının yüreğini burkuyor.
Birden, temiz yüzlü asteğmenle takımının bulunduğu yandan, dağınık, kopuk kopuk ve cılız birtakım "hurra!" sesleri duyuldu. Seslerin geldiği yöne baktığımda ellerinde tüfekleri, sırtlarında torbalarıyla otuz kadar askerin yeni sürülmüş tarlada güçlükle adım atarak ileri atıldıklarını gördüm. Ayakları keseklere takılıyor, ama bağırarak koşmayı sürdürüyorlardı. Hepsinin önünde de, yalın kılıç, genç asteğmen koşuyordu.
Birden, hepsi ormanda kayboldu.
Birkaç dakika süren çığlıklardan, tüfek çatırtılarından sonra ormandan ürkmüş bir at fırladı; onun ardından da ölü ve yaralıları taşıyan askerler göründüler. Genç asteğmen de yaralılar arasındaydı. İki asker koltuk altlarından destek oluyordu kendisine. Yüzü kireç gibiydi, yüzünde birkaç dakika önce kendisini durduğu yerde duramaz hale getiren cenk coşkusunun gölgesinden başka bir şey görülmüyordu; korkunç bir şekilde iki omzu arasına gömülmüş gibi duran o güzel başı göğsüne düşmüştü. Redingotunun düğmeleri açıktı, beyaz gömleğinde küçük bir kan lekesi görülüyordu.
Gözümü bu iç karartıcı manzaradan öteye çevirerek, hiç farkında olmadan:
"Ah, yazık oldu!" diye mırıldandım.
"Öyle... yazık oldu!" dedi, hemen yanımda asık bir yüzle tüfeğine dayanmış duran yaşlı asker. "Korku nedir bilmezsen, olacağı budur," diye ekledi sonra, yaralıya dikkatle bakarak. "Üstüne bir de aptal olursan, adama işte böyle ödetirler!"
"Yoksa sen korkuyor musun?" diye sordum.
"Yok korkmayacaktım!"