Jilin, arkadaşıyla birlikte koca bir ay kaldı bu samanlıkta. Efendi durmadan gülüyor, "Sen İvan iyi, ben Abdül iyi," diyordu. Ne var ki tavada pişirilmiş mayasız mısır ekmeğinden başka bir şey vermedi onlara, onun da çoğu kez içi iyi pişmemiş oluyordu.
Kostılin evine bir mektup daha yazdı; hep gelecek parayı bekliyor, sıkıntıdan patlıyordu. İşi gücü mektubun geleceği günü hesaplamak ve uyumaktı. Jilin'se yazdığı mektubun yerine ulaşmayacağını biliyordu, bir başka mektup da yazmamıştı.
"Nereden bulsun annem bu kadar parayı!" diye düşünüyordu. "Kadıncağız zaten benim kendisine gönderdiğim parayla yaşamını sürdürüyordu. Beş yüz ruble toparlamak onun için mahvolmak demektir. Tanrının izniyle kendim sıyrılıp çıkacağım bu işin içinden."
Sürekli inceliyor, soruşturuyordu: Aklı fikri kaçmaktaydı. Avulda dolaşıyor, ıslık çalıyor ya da oturup birtakım el işleriyle uğraşıyordu: Kilden bebekler yapıyor, hasır sepet örüyordu. El işlerinde üzerine yoktu.
Bir gün yüzü gözü, elleri, ayakları olan bir bebek yaptı, üzerine bir Tatar gömleği giydirip bebeği dama koydu.
Tatar kızları suya gidiyorlardı. Efendinin kızı Dina bebeği gördü, arkadaşlarını çağırdı. Kızlar testilerini yere bırakıp bebeğe bakmaya başladılar: Bakıp bakıp gülüyorlardı. Jilin bebeği alıp kızlara uzattı. Kızlar gülüyorlar ama bebeği almaya cesaret edemiyorlardı. Jilin bebeği oracığa bırakıp samanlığa girdi ve neler olacağını oradan gözledi.
Dina koşarak geldi, iki yanına bakındı, sonra bebeği kaptığı gibi kaçıp gitti.
Ertesi sabah şafakla birlikte, Dina'nın elinde bebeğiyle kapıya çıktığını gördü Jilin. Kırmızı kumaş parçalarıyla süslediği bebeğini kolunda sallayıp ona ninni söylüyordu. Az sonra kapıda görünen yaşlı bir kadın Dina'ya kızdı, bebeği yere çalıp parçaladı, Dina'yı da iş için uzak bir yerlere yolladı.
Jilin, ilkinden daha güzel bir bebek daha yapıp Dina'ya verdi. Dina da bir gün küçük bir testiyle geldi, testiyi yere bıraktı, kendisi de oturdu, Jilin'e bakıp gülüyor, testiyi gösteriyordu.
"Niye gülüyor acaba?" diye düşündü Jilin. Testiyi alıp ağzına götürdü: Su var sanıyordu testide, oysa süt vardı. Sütü başına dikti:
"Güzel!" dedi.
Dina'da bir sevinç, bir sevinç!
"Güzel İvan, güzel!" dedi o da, sonra fırlayıp kalktı, ellerini çırptı, testisini kaptığı gibi gitti.
O günden sonra her gün gizli gizli süt getirdi Dina Jilin'e. Keçi peynirinden yapıp damda kuruttukları böreklerden de getirdi gizlice. Bir gün efendi bir koyun kesti, Dina bir parça eti yenine gizledi, getirip Jilin'in önüne attığı gibi kaçtı.
Bir gün yer gök birbirine karıştı, korkunç bir yağmur yağdı. Bütün dereler boz bulanık aktı, suyun sığlaştığı geçit yerlerinde bile neredeyse üç arşın yükselen dereler koca koca kayaları çakıl taşı gibi sürüyüp götürdü. Derken fırtına dindi, köyün her yanında sular şırıldıyordu. Jilin efendisinden bir bıçak istedi, küçük küçük tahtalar kesip bir çark yaptı, çarkın ortasından geçirdiği çubuğun iki ucuna yaptığı iki bebeği tutturdu.
Kızların getirdiği bez parçalarından giysiler yapıp bebekleri giydirdi: Biri köylü adam, biri köylü kadın oldu bebeklerin. Sonra yaptığı oyuncağı suya bıraktı: Çark dönmeye, onunla birlikte iki yandaki bebekler de dönmeye başladılar.
Oğlanlar, kızlar, kadınlar, erkekler, bütün köy oyuncağın başına toplandı. Cık cık ettiler, dillerini şaklattılar:
"Hey Urus! Hey İvan!" dediler.
Abdül'ün bozuk bir Rus saati vardı. Jilin'i çağırıp saatini gösterdi, cık cık etti.
"Ver, onarayım," dedi Jilin.
Saati bıçağıyla söktü, parçalarını temizleyip takınca çalışmaya başladı saat.
Efendisi bu işe çok sevindi. Getirip lime lime olmuş eski beşmetlerinden birini armağan etti Jilin'e; ne yapsın, Jilin de aldı, en azından geceleri üstüne örtmeye yarardı.
Böylece Jilin'in adı ustaya çıktı, ünü her yana yayıldı; uzak köylerden bile onarması için ona kimi tabancasını, kimi tüfeğini, kimi de saatini getirmeye başladı. Efendisi ona pense, burgu, eğe gibi küçük el aletleri getirdi.
Bir gün adamın biri hastalandı. Hemen Jilin'e koştular:
"Git, iyileştir," dediler.
Hiç anladığı bir iş olmadığı için Jilin ne yapacağını bilemiyordu. Gitti, adamı gördü, "Umarım kendiliğinden iyileşir!" diye geçirdi içinden. Samanlığa döndü, bir tas suya biraz kum karıştırdı. Tatarların açıklıkla görecekleri şekilde suya eğilip bir şeyler mırıldandı, sonra içmesi için hastaya uzattı. Şansı varmış: Adam iyileşip ayağa kalktı. Jilin yavaş yavaş onların dilinden anlamaya başladı. Tatarlardan kimi Jilin'e alıştı, bir işleri düştü mü hemen "İvan, İvan!" diye seslenirlerdi, kimiyse hiç sevemedi onu, hep ters baktı.
Kızıl yüzlü Tatar da Jilin'i sevmeyenlerdendi. Jilin'i görmesiyle yüzü asılır, başını öte yana çevirip homurdanırdı. Bir de yaşlı bir adam vardı: Köyde oturmaz, dağların oralarda uzakça bir yerlerden gelirdi köye. Jilin de kendisini camiye namaz kılmaya geldiğinde görürdü. Kısa boyluydu. Kürk başlığının üzerine beyaz bir sarık sarardı. Sakalı, bıyığı bembeyazdı ve kısa kesilmişti, kıpkırmızı yüzü kırış kırıştı. Şahin burunluydu, mavi gözleri kötücül bakardı, sivri ve uzun iki köpek dişinden başka diş adına bir şey yoktu ağzında. Koltuk değneğiyle, bir kurt gibi sağına soluna bakınarak yürürdü. Jilin'i görür görmez homurdanarak başını öte yana çevirirdi.
Bir gün Jilin ihtiyarın yaşadığı yeri görmek için dağların oraya gitti. Keçiyolundan inince taş duvarla çevrili küçük bir bahçe gördü; bahçede vişne, şeftali ağaçlarıyla düz damlı bir kulübecik vardı. Yaklaştı, baktı, samandan örülmüş kovanlar gördü: Arılar uçuşuyordu, ortalığı bir uğultu kaplamıştı. İhtiyar kovanların arasına diz çökmüş bir şeyler yapıyordu. Daha iyi görmek için Jilin az daha yükseğe çıkmak istedi ama bu sırada prangası şıngırdadı. İhtiyar işini bırakıp çevresine bakındı, sonra da belinden tabancasını çektiği gibi Jilin'e ateş etti. Jilin zor bela kendini bir kayanın gerisine attı.
İhtiyar gidip Jilin'i efendisine şikayet etti. Efendi Jilin'i çağırdı ve gülerek sordu ona:
"Neden gittin ihtiyarın oraya?"
"Ona bir zarar vermek istemedim," dedi Jilin. "Nerede, nasıl yaşar, onu görmek istedim yalnızca."
Efendi bu sözleri yaşlı adama aktardı; ama o iki sivri, uzun dişini göstererek ve elini kolunu sallayarak, öfkeli öfkeli bir şeyler söyledi. Jilin onun ne dediğini tam anlayamadıysa da, efendisine elindeki Rusları hemen öldürmesini, köyde tutmamasını söylediğini çıkardı. Yaşlı adam gidince Jilin efendisine onun kim olduğunu sordu.
"Büyük bir adamdır o ihtiyar," dedi efendisi. "Bir zamanlar köyün en yiğit adamıydı, çok Rus öldürmüştür. Varsıldı: Üç karısı, sekiz oğlu vardı. Bunların yaşadığı köye Ruslar geldiler, bütün köyü yaktılar, yıktılar, karısını ve yedi oğlunu öldürdüler. Sağ kalan tek oğlu da Ruslara teslim oldu. İhtiyar da gitti ve Ruslara teslim oldu. Üç ay yaşadı onların arasında, bu süre içinde oğlunu buldu, elleriyle öldürdü, sonra da kaçıp geldi. O günden sonra savaşı bıraktı, Mekke'ye gitti, hacı oldu. Başlığına o yüzden sarık sarar. Siz Rusları hiç sevmez. Seni öldürmemi istedi benden. Ama nasıl öldürürüm seni, o kadar para verdim senin için. Hem ben seni sevdim de İvan: Söz vermemiş olsaydım seni bırakmazdım bile. Nerde kaldı öldürmek!" Bunları söyleyip güldü, sonra Rusça: "Sen İvan iyi, ben Abdül iyi!" dedi.