Jilin, açtığı deliğe girip Kostılin'in de geçebilmesi için biraz daha genişletti. Sonra oturup köyde bütün seslerin dinmesini beklediler.
Hiçbir yerden tek bir ses duyulmaz olunca Jilin duvarın altındaki deliğe girip dışarı çıktı, sonra Kostılin'e:
"Hadi sen de çık!" diye fısıldadı.
Kostılin de girdi deliğe, ama ayağı bir taşa takılınca gürültü çıktı. Efendisinin evini bekleyen belanın belası bir alaca köpek vardı, adı Ulyaşin'di. Jilin onu önceden doyurmuştu. Gürültüyü duyan Ulyaşin havlayıp ileri atıldı, arkasından da köyün öbür köpekleri. Jilin duyulur duyulmaz bir ıslık çaldı, önüne bir peksimet attı; Ulyaşin onu tanıdı, kuyruk salladı, havlamayı kesti.
Efendi de duymuştu gürültüyü. Kapıya çıkıp, "Ulyaşin! Ulyaşin!" diye köpeğine seslendi. O sırada Jilin köpeğin kulaklarının arkasını kaşıyor, köpekse başını onun ayaklarına sürüyor, kuyruğunu sallıyordu.
Bir süre kımıldamadan durdular. Bütün sesler dindi, yalnız ağıldan bir koyunun öksürüğü ve aşağıdan derenin çağıltısı duyuluyordu. Ortalık karanlık, yıldızlar iyice yüksekte, dağın üzerinde yeni ay kırmızımsı bir boynuz gibi. Dere yataklarının üzerine sis gibi bir sis çökmüş.
Jilin, yerinden doğruldu:
"Haydi kardeş!" dedi.
Yürümeye başladılar. Biraz sonra müezzinin dam üstünden ezan okuduğunu, herkesi camiye çağırdığını duydular. Gene duvarın altına oturdular. Uzunca bir süre, insanlar camiden çıkıp evlerine dönene dek orada öylece beklediler. Yine her yana sessizlik çöktü.
Haç çıkaran iki arkadaş "Tanrı yardımcımız olsun!" diyerek yeniden yürümeye başladılar. Avluyu geçip dağın eteğinden dereye doğru ilerlediler. Suyu geçip yürüyüşlerini dere yatağında sürdürdüler. Koyu bir sis tabakası çökmüştü dere yatağına. Başlarının üzerinde yıldızlar ışıyordu. Yıldızlara bakarak kestiriyordu Jilin, ne yana yürüyeceklerini. Sis insana canlılık veriyor, yürüyüşü kolaylaştırıyordu, ama ayakkabıları çok rahatsızdı. Sonunda çıkarıp attı Jilin ayağındaki eciş bücüş şeyi ve yalınayak yürümeye başladı. Taştan taşa sıçrayarak yürüyor, bir yandan da yıldızlara bakıyordu. Kostılin geri kalmaya başlamıştı.
"Yavaş yürü biraz," dedi Jilin'e. "Ayaklarım mahvoldu şu kahrolasıca şeyler içinde!"
"Çıkar at ayakkabılarını, yalınayak daha rahat yürürsün!" dedi Jilin.
Kostılin de yalınayak yürümeye başladı, ama sonuç daha kötü oldu: Ayaklarını taşlar kesti, iyice geri kalmaya başladı.
"Ayağının kesikleri iyileşir," dedi Jilin, "ama yetişirlerse, öldürürler."
Kostılin karşılık vermedi, ahlaya oflaya yürüyüşünü sürdürdü. Uzunca bir süre aşağıda, dere yatağında yürüdüler. Bir ara sağdan köpek sesleri duydular. Jilin durup çevresine bakındı, tepeye çıktı, elleriyle iki yanını yokladı.
"Yanlış yürüyoruz," dedi. "Sağı tutmuşuz. Burada başka bir köy var, dağın başından görmüştüm onu. Geri dönüp solu, dağ yönünü tutmalıyız. Orman olması gerekti buralarda."
"Ne olur az dur da dinleneyim," dedi Kostılin. "Ayaklarım kan içinde kaldı.
"Merak etme kardeş, iyileşir ayakların, sen en iyisi taştan taşa sekmeye bak... işte böyle!"
Ve geriye dönen Jilin, sola, ormanla kaplı dağa doğru koşarcasına ilerlemeye başladı. Kostılin sürekli geride kalıyor, ahlıyor, ofluyordu.
Jilin ikide bir ona "Şş-şşt!" diyor ve yürüyüşünü sürdürüyordu.
Dağı tırmandılar. Evet, işte buradaydı orman! Ormana girdiler. Çalılıkların dikenleri üstlerini paramparça etmişti. Bir patika çıktı karşılarına. Yürüdüler.
"Dur!" dedi Jilin, birden. Nal sesleri duymuşlardı. Durup dinlediler. Tıpkı bir atın yürüme sesleriydi duydukları. Onlar yürüyünce o da yürüyor, durduklarında duruyordu. Jilin sürünerek yolun aydınlık kesimine baktı, ileride bir şey duruyordu. At desen değil, insana da benzemiyor, tuhaf bir yaratık! Kulak kabarttı: Burun çalıyordu. "Neyin nesi bu?" Usulcacık bir ıslık çaldı Jilin, yıldırım hızıyla ormana atıldı hayvan, kuru dalları çatırdatarak bir anda gözden yitti.
Kostılin korkusundan yere düştü. Jilin ise gülüyordu:
"Geyik bu! Boynuzlarıyla nasıl da çatır çatır kırıyor kuru dalları! Biz ondan korkuyoruz, o bizden!"
Yürümeye devam ettiler. Yıldızlar soluklaşmaya başlamıştı: Sabaha pek bir şey kalmamıştı. Doğru yolda olup olmadıklarını da bilmiyorlardı. Kendisini bu yoldan getirmişler gibi geliyordu Jilin'e, Rusların bulunduğu on versta kadar bir yol olduğunu düşünüyordu. Ama buna ilişkin güven verici hiçbir belirti yoktu ortada, olsa da karanlıkta neyi nasıl ayırt edecektin! Orman içinde bir düzlüğe geldiler. Kostılin kendini yere attı:
"Sen ne yaparsan yap... ben bittim!" dedi.
Ne kadar etme, eyleme dediyse de Jilin, yararı olmadı.
"Bittim! Tek adım atacak gücüm kalmadı!" dedi Kostılin.
Jilin kızdı, söylendi, sövüp saydı. Sonunda:
"Madem öyle, ben tek giderim!" dedi. "Hoşça kal!"
Kostılin fırladığı gibi kalktı. Yeniden yürümeye başladılar. Dört versta kadar sonra sis büsbütün yoğunlaştı orman içinde. Önlerini göremiyorlardı. Yıldızlar bile zor seçilir olmuştu. Birden tam karşılarından nal sesleri duydular. Nalların taşlara çarpmasından çıkan seslerdi bunlar. Yüzükoyun yere yatan Jilin kulağını yere dayayıp dinledi.
"Doğru duymuşuz... bir atlı... doğruca bu yana geliyor!"
Yoldan ayrılıp çalıların arasına sokuldular, beklemeye başladılar. Jilin yola doğru sürünüp baktı: Atlı bir Tatar, önünde inekleri, kendi kendine bir şeyler mırıldanarak gidiyor. Tatar geçip gitti. Jilin, Kostılin'in yanına döndü.
"Tanrıya şükür, gitti. Kalk biz de yolumuza devam edelim!"
Kostılin kalkacak oldu, ama yere yıkıldı.
"Yemin ederim yapamayacağım! Gücüm yok!"
Şişman, koca bedeni ter içindeydi. Ormanı saran sisin soğuğu bir yandan, ayaklarının kan içinde kalması bir yandan, gerçekten de pek halsiz görünüyordu. Jilin onu zorla kaldıracak oldu, ama Kostılin bir çığlık kopardı:
"Ah anam! Çok acıyor!"
Jilin'in aklı başından gitti:
"Ne bağırıyorsun! Deminki Tatar daha şuracıkta! Ya duyarsa?!"
Kendi kendine de şöyle düşünüyordu: "Gerçekten hiç iyi görünmüyor. Ne yapsam acaba? Arkadaş da ortada bırakılmaz ki!"
"Pekala, hadi, kalk!" dedi sonunda. "Madem yürüyemiyorsun, seni sırtıma alacağım!"
Kostılin'i sırtına aldı, iki eliyle bacaklarından sımsıkı tuttu, yeniden yola koyuldular.
"Yalnız," dedi Jilin, "Boğacaksın beni... soluk alamıyorum... omuzlarımdan tutsana."
Yükü pek ağırdı Jilin'in, üstelik o da çok yorgundu ve ayakları kan içindeydi. Kostılinin daha yukarıda ve rahat durabilmesi için iyice eğilip olduğu yerde zıpladı, yükünü üzerine iyice yerleştirdi, yürümeye başladı.
Kostılin'in deminki bağırışını Tatar duymuş olmalıydı. Jilin arkadan birinin geldiğini, kendi dilinde bir şeyler söylediğini duydu. Hemen çalıların arasına attı kendini. Tatar tüfeğini doğrultup ateş ettiyse de tutturamadı, haykırarak atını hızla sürüp gitti.
"Hapı yuttuk, kardeş!" dedi Jilin. "Bu herif şimdi bütün Tatarları toplar ve hep birlikte peşimize düşerler. Üç versta kadar uzaklaşamazsak işimiz bitik demektir." Bir yandan da içinden şunları geçiriyordu: "Ne halt etmeye yanıma aldım bu uyuzu! Herif tam bir kütük! Yalnız olsaydım çoktan kaleyi bulmuştum!"
"Beni bırak... yalnız git!" dedi Kostılin. "Benim yüzümden niye sen de mahvolasın?"
"Olmaz! Gitmem! Arkadaş bırakılmaz!"
Yeniden sırtladı Kostılin'i, bir versta kadar daha yürüdüler. Her yan ormandı, hiç çıkış görünmüyordu. Sis dağılmaya başlamış gökte ufak bulutlar belirmişti. Yıldızlar artık görünmüyordu. Jilin yorgunluktan bitmişti.
Yol kıyısında, çevresine taşlar dizilmiş bir kaynak gördüler; Jilin durdu, arkadaşını sırtından indirdi.
"Az soluklanayım şurada," dedi. "Su içer, çörek yeriz. Fazla uzakta olmasa gerek kale."
Tam su içmek için eğildiğinde arkadan bir ses duydu. Hemen sağdaki dik yamacı kaplayan çalıların içine attılar kendilerini, yere yatıp kımıltısız durdular.
Tatarların sesleri duyuluyordu, demin onların durdukları yerdeydiler. Bir şeyler konuştular, gelen seslerden köpekleri üzerlerine saldıklarını anladılar. Hemen sonra da çalılar arasından bir çıtırdı duyuldu, bir köpek dosdoğru üzerlerine geliyordu. Durup havlamaya başladı köpek.
Köpeği Tatarlar izledi. Üç kişiydiler, üçünü de ilk kez görüyordu. İkisini de sımsıkı bağladı Tatarlar, ata bindirip götürdüler.
Üç versta kadar sonra yanında iki Tatarla efendileri Abdül çıktı karşılarına. Öbürleriyle bir şeyler konuştular, sonra ikisini de kendi atlarına atıp geri köye götürdüler.
Abdül bu kez hiç gülmüyor ve ikisiyle de konuşmuyordu.
Gün doğmak üzereyken köye vardılar. Yol ortasında ikisini de attan indiler, hemen çocuklar toplaştı başlarına ve bağrışarak dövmeye başladılar onları: Kimi taş atıyor, kimi kırbaçla vuruyordu.
Az sonra Tatarlar da toplandı çevrelerine, köyün dışında yaşayan yaşlı Tatar da geldi. Konuşmaya başladılar. Kendilerinden söz ettiklerini anladı Jilin. Onları ne yapacaklarına karar veriyorlardı. Daha içerilere, uzak dağlara gönderelim kendilerini, diyordu kimileri. Yaşlı adam:
"Öldürelim gitsin!" diyordu.
Abdül'se:
"Para saydım onlara ben... İkisi için de kurtulmalık almam gerek," diyordu.
Yaşlı adam karşı çıkıyordu:
"Onlardan para gelmez. Onlardan gelecek tek şey beladır. Hem Ruslara ekmek vermekle günah işliyorsun! Bitir gitsin işlerini!"
Tatarlar dağıldılar. Efendi, Jilin'in yanına geldi.
"İki haftaya dek," dedi, "kurtulmalıklarınız gelmezse, ikinizi de kamçılaya kamçılaya öldüreceğim. Yeniden kaçmaya kalkışacak olursanız, köpek gibi gebertirim ikinizi de. Şimdi birer mektup daha yazın evlerinize. İyi bir mektup olsun."
Kağıt getirdiler. Yeniden mektuplar yazıldı. Prangalarını vurup caminin arkasında beş arşın derinliğinde bir çukura attılar ikisini de.