"bizimle dirilecek bir gün

Ege'nin altın çağı

yanıp yarının ateşinden

eskinin ocağı"

BÜLENT ECEVİT

ÖNSÖZ

Bu kitap Bir çeviri olarak düşünülmüştü, oysa bambaşka bir şey oldu. Çağlararası, uluslararası yazın eserlerini dilimize aktarmak, kem bilgi ve görgü dağarcığımıza katkİda bulunmak, bem de düşün ve sanatımıza yeni ufuklar açarak yeni yeni gelişmeler sağlamak için girişilen, girişilmesi gereken bir çaba saydırdı, bundan yirmi otuz yıl öncesine değin. Dünya klâsiklerinin çevirisi bu amaçla gerçekleştirildi; Ama bugün çeviri aşamasını geride bırakmış bulunuyoruz. Hesiodos gibi İlkçağ yazınının başyazarlarından birini aslından ve özenle türkçeleştirmek başlı başına bir erek olmaktan çıkmıştır. Gereksinmemiz başkadır, daha geniş kapsamlı ve çok yönlüdür. Üstünde yaşadığımız Anadolu toprağının bir kültür beşiği, bir uygarlık potası olduğunun bilincine vardık bugün : klâsik denilen eserlerden çoğunun bu topraklarda kökenlendiğini, eski, ölü dediğimiz dillerin hangisi ile yazılmış olursa olsun, bu eserlerin kaynağım Anadolu'da aramak gerektiğini biliyoruz artık. O halde, bir eserin çevirisini yapıp okurlarımıza sunmakla yetinemeyiz bundan böyle. Çevirinin tam anlayışını sağlamak için kaynaklar üstünde yapılması gerekli araştırma, inceleme ve karşılaştırma işlemlerini, olanaklarımızın sınırlarını zorlayarak, sürdürmeli ve toplu bir çalışma çıkarmalıyız ortaya. Yunan, Hitit, Sümer gibi ulamlar, ayırımlar çizmenin yeri yoktur artık, kendi binlerce yıllık kültürümüzü tanımak, özümsemek, benimsemek ve yeni, çağdaş yöntemlerle işlemek çabasına girmiş bulunan bizler için. Gözümüz yarınlara çevriktir, dibinedek uygarlıkla yoğurulmuş bir toprağın üstüne bastığımızı biliyoruz. Yurdun ber köşesinde bir gömü saklıdır. Bunları gün ışığına çıkarmak için yatay ve düşey araştırmalarımızı sonsuzca sürdürmemiz, elde ettiğimiz bulgularla gelecekte nasıl bir yapı kuracağımızı tasarlamamız gerek. Ulusal kültüre bizmet ancak bu yoldan olur. Hititler Türkmüş ya da değilmiş, ne çıkar bundan, hepsi Türkoğlu Türk oluverir eğer güzelim türkçemizle dile getirirsek onları ve hele kendi dilimize aldığımız bu yapıtların gelecekte yaşamasını, filiz üstüne filiz vermesini sağlarsak. Anadolu'da binyıllardır birbirini izleyen uluslar bu süreci kesintisiz olarak sürdürmüşlerdir. Türkiye halkı sözlü geleneğiyle atalarından kalma değerlerden hiçbir şey yitirmemeyi başarmıştır. Alt yapİda kültür sürekliliği tamdır. Kesinti olmuşsa, alt yapİda değil, üst yapİda olmuştur. Hesiodos buna belirgin bir örnek sayılabilir : Önasya geleneklerinden yararlanarak kendi dili olan İonya yunancası ile özgün bir eser meydana getirmiştir. Zaman bu eserin kökenleriyle bağlantılarını koparır gibi olmuş, aslında yalnız görünen belirtilerini örtmüş saklamıştır. Tıpkı bir taş anıtının zamanla toprak yığınları altında kaldığı gibi: yontunun başı açıktadır görünüyor, ama gövdesi nerelere dek uzanıyor acaba? Kazılar bunu ortaya çıkarır, anıtı bütünüyle göz önüne serer. Yazdı yapıtlar için de öyledir : bir bölümü değil, tümü görülmeli ki tam anlayışına varılsın, gerçek değeri ölçülebilsin. Yazın araştırıcıları tıpkı arkeologlar gibi çalışmalı. Bugün bilim bize öyle çok ve çeşitli olanaklar sağlıyor ki, hepsinden topluca yararlanmamak araştırmayı çağdışı bir düzeyde bırakmak demektir.

Yarının bilimi, eskiden kalma verileri yeni araştırma yöntemleriyle çok daha ileriye götürerek değerlendirecektir. Erek, artık belli bir bilim dalının belli bir eserini tek başına incelemek değil, eskide dal budak salmış ve kesintisiz bir gizli yaşamla süregelmiş bir bütünü topluca kavramak ve değerlendirmektir. Bu türden toplu bakışlar eskinin, bir yerde bitmediğini, yaşamım bugüne dek sürdürdüğünü ve yarın da sürdüreceğini kanıtlamaktadır. Ocak yanıyor, sönmüş değildir, ama üstünde kat kat biriken küllerden kozları göremez olmuşuz. Külleri temizlemek gerek. Kitabımız bu amaçla yazılmış bir denemedir.

Azra Erhat

İstanbul 1977

İÇİNDEKİLER

Giriş

1. Homeros ve Hesiodos

2. Hesiodos'un yurdu

3. Kişiliği

4. Bir sınıfın temsilcisi

5. Davâsı

6. Çalışma : Prometheus - Pandora efsanesi

7. Soylar - Çağlar efsanesi

8. Bir sınıfın felsefesi

9. Tanrı soyları

10. Kaynaklar

11. İşler ve Günler üzerine

12. Hesiodos ve Anadolu insanı

Theogonia

İşler ve Günler

Sözlük

GİRİŞ

1. Homeros ile Hesiodos :

"Hesiodos, Homeros'tan sonra Yunan İlkçağının en büyük ozanıdır. Tanrı soylarını sayan, tanrılar arasında yetki ve şeref alanlarını saptayan ve tanrıların kişiliklerini belirten, bu iki ozandır, der yurttaşımız Halikarnassos'lu Herodotos. Bunu söylerken de, her iki ozanın kendinden 400 yıl kadar önce yaşamış olduklarını ekler. Oysa birçok yerlerde olduğu gibi, burada da yanılmış olsa gerek tarihçimiz. Çünkü Homeros ile Hesiodos arasında yalnız çağdaşlıkta değil, yaratıcılıkta da önemli bir ayrım vardır. Besbelli ki, Hesiodos bir iki yüzyıl arayla izlemektedir Homeros'u, ama onu izlediği de su götürmez bir gerçek: Hesiodos, Homeros'un silik bir kopyası, esini doğadan gürül gürül fışkıran büyük şairin yaya yürüyen bir çömezidir."

Bu satırları birkaç yıl önce bir dergide yayımlanan "Theogonia" çevirisinden bir parçaya giriş olarak yazmıştım.O sıralarda Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte çevirisini bitirdiğimiz Hesiodos'un "Theogonia" ile "İşler ve Günler" adlı eserlerini yayımlatmak olanağını bulamamıştık. Şimdilik dursun diyerek bir köşeye attığımız bu çeviriyi okurlara sunmak için gereken hazırlık incelemesini de yapmamıştım. Ne var ki, ustamla birlikte Hesiodos'u türkçeleştirirken, onu durmadan Homeros ile karşılaştırmaktan alamamıştık kendimizi: Her an her dizede İonyalı ozanın üstünlüğü gözümüze çarpan bu karşdaştırmada Homeros'tan yana bir değerlendirme yapmamak olanaksızdı. Çıkardığımız sonuç, yalnız Homeros'un ozan olarak Hesiodos'tan üstünlüğünü saptamakla kalmıyor, Homeros'un yurdu İonya'nın Hesiodos'un yurdu Boiotia'ya, özetle Anadolu'nun Yunanistan'a kıyasla uygarlık, düşün ve sanat alanlarındaki ileriliğine de kanıt oluyordu. Yontulmamış bir öykünmeydi Hesiodos'unki, bir köylü yapıtı, taşra yazınına bir örnek. Ozanların ozanı Homeros'tan aldığı biçimleri Hesiodos başka özler, içeriklerle doldurulmuştu gerçi, destan dili ve ölçüleri ile destandan ayrı bir tür yaratmış, öğretici denilecek yeni bir türe çığır açmıştı, ama ışığı doğudan alan bu şiir bugüne dek geçerli sanıların, kanıların tam tersine Yunanistan'ın üstünlüğünü değil, geriliğini yansıtıyor, açığa vuruyordu. Homeros ile Hesiodos arasında bir iki yüzyıllık ara bulunduğu sonucuna varmıştı bilim. Bu süre uzatılabilir ya da kısaltılabilir, giderek aşağİda sözünü edeceğimiz bir yazınsal atışma konusunda olduğu gibi, yaşıt olarak da görülebilir iki ozan; su götürmez bir gerçek ise, Homeros ile Hesiodos'un Yunan yazımının ilk iki ozanı olduklarıdır. Kendilerinden önce yazılı yapıt bırakmış başka dil yaratıcıları yoktur. Homeros ile Hesiodos Yunan din ve tanrı düzenini hepten uydurmuşlardır ya da yaratmışlardır demekle yanılmış değildir Herodotos. Ama bunlar kişisel yetenek ve becerilerini ortaya seren tek birer sanatçı olabilirler, yani Homeros diye bir kişi vardır, İlyada ve Odysseia denilen yapıtlar bu adamın elinden çıkmıştır, yahut ta Homeros adında tek bir adam yoktur ve bu yapıtlar sözlü geleneği sürdüren birçok ozanların topluca ürünleri sayılmalıdır denebilir. Ne olursa olsun, iki ozan Batı yazınının kaynağında iki ulu ad olarak yer almaktadır.

Ne var ki onlarla iki ayrı çağ, iki ayrı dünya, iki ayrı insan görüşü, daha ileri giderek iki ayrı sınıf çıkıyor karşımıza diyeceğim. İlk bakışta - çevirirken izlenimimiz buydu — iki ozanın yapıtları değer ölçülerine vuruldu mu, daha yeni olanı daha eski, daha sonra geleni daha geri sayılabilir. Homeros'tan Hesiodos'a değin bir gerileme olmuştur sanki. Bir buçuk yüzyıllık önyargılı, yanlış değerlendirmelere karşın Halikarnas Balıkçısı'nın bayrak açtığını hep biliriz. Haklıydı saldırı ve direncinde. İonya'ya kıyasla Yunanistan bir çağdaş aydınlık dönemi karşısında bir Ortaçağ karanlığını simgelemekteydi. Diniyle, yaşayışıyla, töreleri ürünleri ile de kanıtlanabilir bu gerçek, hele İ.Ö. beşinci yüzyıİda Atina kentsel uygarlık ve kültür aşamasına varmazdan önceki süre için- Balıkçı'nın deyimiyle Hellenistan Asya'nın — o zamanlan kısaca Asya diye adlandırılan küçük Asya'nın, yani Anadolu'nun - silik, buğulu bir aynası gibi görünüyordu. Bu gerçeğe Homeros ile Hesiodos arasındaki ilişkiden daha iyi örnek bulunabilir miydi? Biri şairlerin şahı, öbürü hantal, soluğu kıt, becerisi az bir köylü ozanı.

Bu değerlendirme toptan yanlıştır diyemem bugün de. Ama aradan zaman geçti, iki çevirinin yayımı için gerekli incelemeleri yaptım, bu arada Hesiodos'un esinlendiği kimi kaynaklara anlayış olanaklarım oranında eğilmek fırsatım buldum, kaynaklarla ürünleri aralarında karşılaştırdım, bu çalışmalar bana ufuk açtı, daha derine indikçe daha da açacağa benzer. Diyebilirim ki - burada ileri süreceğim sav beni şaşırttığı kadar okurlarımı da şaşırtacaktır sanırım - sanat konusunda varılacak değer ölçüleri bir yana, Hesiodos Homeros'tan daha İonya'lı, onun iki yapıtı destanlardan daha doğulu, daha Asya'lı, daha Anadolu'lu sayılmalıdır. Bilimsel olgular bunu gösteriyor, duygusal diye nitelenen bir görüşü pekiştirmekte kaçınılmaz birer kanıt diye dikiliyorlar karşımıza. Bu verileri ayrıntıları ile buraya almakta yarar vardır, neden derseniz, bu yol yöntemle hem Hesiodos'un yapıtlarına yeni bir boyut kazandırılır, böylece onların kuruluğu, kimi yerde sıkıcılığı giderilmiş olur, hem de bizim Anadolu topraklarının derinlerine kök salmış efsane bütünlerinden ne denli gür ve yaygın dalların fışkırdığı görülür.

Klâsik batı yazınının büyük ünlüleri üstüne, kendilerinden birkaç yüzyıl sonraki daha kısır dönemlerde bir takım yaşam öyküleri, lâtince deyimiyle "Vita"lar uydurulmuştur. Tuhaftır ki, — örneğin bizim Yunus Emre gibi bir ulu için uydurulmuş söylentilerin tersine — bunlar eski çağların havasını vermek, ozanların kişiliğini yansıtmak şöyle dursun, akla yakın tutarlı gerçekler vermez, üstelik uyduruldukları dönemlerin düşük zevk damgasını taşır, bu masallarla elimize geçen yapıtların kendilerini karşılaştırınca aralarında hiçbir ilişki kuramayız. Bunun nedenini bulmak kolay: bizim halk ozanları üstüne dolaşan söylentilerin yaratıcısı halktır, halkın içinden çıkmış bu ozanları kimse halktan iyi anlayamaz, anlatamaz, oysa İlkçağ yazını ya da sanatının büyüklerine değgin uydurulmuş öyküler hep bilgi çevrelerinden çıkmadır. Hellenistik denilen dönemden bu yana bilginlerden başkası dile gelememiş bu konularda. Sonuçta ne olduysa ozanlara olmuş, çünkü bilimsel ya da sözde bilimsel bir çevre sözlü geleneğin ürünü olan yapıtları doğru dürüst anlayıp değerlendiremez, hele yüzlerce yıl önceki çağlardan kalmaysa bunlar, üstelik de iki akım arasında batı ülkelerinde olduğu gibi derin bir kesinti olmuşsa. Özetle diyebiliriz ki, Homeros kadar Hesiodos'u da anlamak daha çok bize vergidir yahut olabilir, yalnız bu iki ozanın kaynakları Anadolu'da bulunduğundan değil, onların dayandığı sözlü geleneğin kaynağı Anadolu'da kesintisiz süregeldiği gibi, bugün de dipdiri, canlı ve yaygın bir yaşam yaşadığından ötürü savunabiliriz bu görüşü.

Hesiodos ile Homeros hiç birbirine benzemez bir bakıma: Homeros bize adını bile vermemiştir1, Hesiodos ise özgün oldukları kesinlikle saptanabilen iki yapıtında da -Theogonia ile İşler ve Günler- kendinden söz eder, adını verir, soyunu, uğraşını, kentini bildirir, kişisel sorunlarını ve görüşlerini ayrıntılarıyla sayıp döker.

1 Bkz. Homeros, İlyada. Çev.: Azra Erhat-A. Kadir, 3 üncü baskı Sander yayınları İstanbul 1975 Önsöz s. 9 vd.

Öyle ki, tüm bir yapıtı -yani İşler ve Günler- kendi yaşantısının ortaya çıkardığı bir sorunun çözümünü sağlamak için yazılmıştır. Gene de biz Hesiodos'u kendi dışındaki yazarlarca kaleme alınmış yaşam öykülerinden tanıyalım ilkin. Bunları biri Homeros ile Hesiodos arasındaki yarışma, atışma anlamına gelen "Agon Hesiodou kai Homerou" adını taşır. Bizim özellikle Çukurova'da, ama aslında Anadolu'nun her yöresinde örneklerine rastlanan şiirsel bir atışma söz konusudur. Her karşılaşmayı bir "agon", yani ödüllü bir yarışma biçimine sokmaktan hoşlanan İlkçağ Yunan dünyası bu iki büyük ozan için böylesi bir agon uydurmuştur. Başka yazmalar arasında elimize geçen bu tartışma metni İ.S. ikinci yüzyıİdan kalma olsa gerek, çünkü Roma imparatoru Hadrianus'un adı geçmektedir burda. Ne ki böyle bir yarışmadan İ.Ö. dördüncü yüzyıl Atina'sının da haberi var: komedya yazarı Aristophanes "Barış" oyununda (İ.Ö. 421) bu Agon'dan dizeler alır. Bilginler bu yarışmanın Atina okullarında bir çeşit yazınsal alıştırma konusu olarak kullanıldığını ileri sürerler. Ola ki haklılar. Yarışmanın düşün düzeyine bakılırsa, bir okul çevresinden çıkmış olabileceği izlenimine varılır: Beylik konular tartışılmakta, örneğin "İnsanı en mutlu kılan, nedir?" ya da "Troya önünde kaç Yunanlı vardı?" gibi anlamsız sorulardan başka, hangi tür daha üstündür, destan mı, öğretici şiir, eğitsel yazın mı diye asıl tartışmaya girilir. İşin tuhafı, yarışmayı Homeros değil, Hesiodos kazanır. Gerçi iki ozan arasında halk birinciliği Homeros'a vermekten yanaymış, ama asıl yargıcı olan kral Hesiodos'u yeğ görmüş. Nedeni de şu: Homeros'un atışmaya konu aldığı dizeler savaş sahnelerini canlandırıyor, oysa Hesiodos tarım işlerinden dem vurarak barışçı bir görüşü savunuyormuş. Aynı dönemde yaşamadıkları kesinlikle saptanan iki büyük ozanı böyle bir yarışmada karşılaştırmanın amaç ve nedenleri ne olabilir? Bölgesel bir yarışıcılık (rekabet) eğilimi mi, Hellenistan'ın üstün olduğu her yönüyle, en başta Homeros gibi bir ozanı yetiştirmiş olmakla beliren İonya'nın uygarlığına, kültürüne karşı bir meydan okuma mı, yoksa Platon'un Homeros eleştirisinde bütün açıklığıyla dile gelecek değişik bir değer anlayışı mı? Bilindiği gibi, Platon Homeros'u eğitici değil, kişileri iyi ve kötü yanlarıyla canlandırır, sanatta ahlâk kaygıları gütmez diye kınamaktadır. Bu yargİda o kadar ileri gider ki, büyük ozana yer vermez "Devletinde". Bu tutmuyla kendini bizim gözümüzde gülünç ve sevimsiz kılar ama, ne olursa olsun, bir başka görüş ve anlayışın simgecisi, sözcüsü sayılmalıdır. Böyle bir görüşün bir örneğini de Homeros ile Hesiodos'un yarışmasında buluyoruz. Bu konuya değineceğiz ilerde. Şimdilik bu yarışma konumunun nerden doğduğu üzerinde durabiliriz bir süre.

2. Hesiodos'un Yurdu

Yukarda da belirtildiği gibi, Hesiodos yapıtlarının ikisinde de kendi kişiliğinden söz eder. İşler ve Günler'de kardeşi Perses'e denizcilik üstüne bilgiler verirken şöyle der (İşl. 650 - 662):

Engin denizlere açılmadım henüz

Yalnız Euboia'ya gittim bir kez, Aulis'e,

Hani o Akhaların koca bir ordu toplayıp da

Kutsal Hellas'tan kızları güzel Troya'ya giderken

Denizlerin durulmasını bekledikleri yere.

Ordan da Khalkis'e gitmiştim

Yiğit Amphİdamas'ın yarışmalarına katılmaya:

Birçok ödüller koymuştu kahraman oğulları.

Herkes bilir benim orada

Bir yiğitlemeyle birinci gelip

İki kulplu bir üç ayak kazandığımı.

Helikon Musa'larına sunmuştum onu

Onların beni günün birinde

Ozanlık yollarına düşürdükleri yerde.

Başka hiçbir görgüm olmadı

Binbir eklentili tekneler üstüne.

Ama ben yine de söyleyebilirim sana

Neler düşündüğünü deri kalkanlı Zeus'un,

Çünkü Musa'lar öğrettiler bana

Söylenmezi dile getiren ezgiler söylemesini.

Euboia Yunanistan yarımadasının karşısında uzunluğuna yayılan bir büyük adadır; haritaya bakınca, sanki karanın bir uzantısı gibi görünür bu ada, boğazın bir yakasında Aulis, öbür yakasında Khalkis vardır. Troya'ya gitmek üzere denize açılmadan Aulis'te toplanmıştı Akhaların donanması, işte orada yellerin olumsuzluğundan ötürü, yola çıkamamışlar bir türlü ve Agamemnon, Akhaların baş komutanı, bir davranışıyla gücendirdiği tanrıça Artemis'e kızı İphigeneia'yı kurban etmek zorunda kalmıştı. Hesiodos efsanenin yücelttiği bu olaya değiniyor yukardaki dizelerde. Amphİdamas'ın onuruna düzenlenen yarışmalara gelince, kimdi bu Amphİdamas, kitaplarda onunla ilgili birşey bulamadım, aramaya da gerek yok aslında, şu kadarını bilmek yeter: Yunan İlkçağında -Homeros destanlarında da bunun birçok örnekleri görülür- bir yiğit, bir kral, önemli bir kişi ölünce, cenaze töreni için oyunlar, yarışmalar, yani agon'lar düzenlenebilir: araba yarışları, güreşler, disk atmalar ve daha kaç çeşit spor dalı varsa; bu oyunlara ozanlar da çağrılır, ozanlar ölüye övgüler, ağıtlar düzer ve aralarında yarışırlar. Agon dinsel bir görevdir, atlet gibi sanatçı da hangi sanat dalında çalışırsa çalışsın, ürünlerini bu dinsel görevi yerine getirmek için verir. Netekim tragedya ve komedya belli bir tanrı, Dionysos tanrının hizmetinde, tapımına adanmış yapıtlardır. Belli bayramlarda oynanır, kaç oyun oynanırsa, aralarında bir değerlendirme yapılarak, kimine birincilik, kimine ikincilik verilirdi. Her sanat yapıtı ister kamu, ister özel yarışmalarda olsun, bu yol ve yöntemle değerlendirilirdi. Hesiodos'un da böyle bir yarışmada ödül kazanmış olması çok doğaldır. Ne var ki yukarİda sayılan nedenlerden ötürü Homeros ile yarışmış olamaz. Olsaydı söylemeden geçer miydi? Kazandığı üç ayaklı sehpayı, kendisine esin verdiklerine inandığı Helikon Musa'larına sunmuş olması da törelere uygundur. Ödülü anıtlandırmanın, düşünce ya da sanat düzeyinde bir üstünlüğü ölümsüzleştirmenin, tek yolu onu bir tanrıya, özellikle Apollon ya da Musa'lara adamaktı; onun içindir ki, tarihçiler Delphoi'daki Apollon tapınağında dikilmiş bulunan sunuları saymakla bitiremezler. Hesiodos'un Helikon Musa'ları ile ilişkisinin ne olduğunu kendi ağzından dinlemeden önce, bu yarışma masalı üstüne sözü geçen kaynaklarda daha ne gibi ayrıntılar bulunduğunu görelim.

Ozanın yurduna dönüşünü anlatan öykü bir macera romanına benzer: Yola çıkarken bir tanrı sözcüsü Hesiodos'a Nemeion'dan sakınmasını, Nemeion'da can vereceğini bildirmiş. Peloponez'de ünlü bir Nemeion tapınağı varmış o zamanlar, buraya uğramamak için Korinthos körfezinin kuzeyine yönelmiş ozan, Oinoe diye bir kentte mola vermiş, zengin bir evde konuk olmuş, ama gene de kurtulamamış yazgısından; nasıl olmuşsa olmuş, evin kızını baştan çıkarmış, kızın erkek kardeşleri Nemeion adlı bir yerin orda pusuya düşürmüşler ozanı, sonra öldürüp denize atmışlar. Efsanelerde yunus balıkları ozan dostu diye gösterilir öteden beri, Hesiodos denize düşünce, yunus balıklarından bir sürü çıkagelmiş, ozanın ölüsünü sırtlarına alıp Lokris'te karaya çıkarmışlar. Tam o sırada halk bir bayram kutluyormuş, Hesiodos'un ölüsünü kutsal bir armağan saymışlar, törenle gömmüşler, sonra onu öldürenleri bulmuşlar, hepsini denize atarak cezalandırmışlar. Ne ki ozanın nerede gömülü olduğu bilinmezmiş, mezarının yeri gizli tutulmuş, iki hasım kent, Naupaktos ile Orkhomenos Hesiodos'un mezarına sahip olmakla övünürlermiş, ama bu olağanüstü serüveni anlatan yazarlar da bu konuda kesin bir şey bilmediklerini söylerler.

Bundan daha saçma bir masal düşünülemez. Hesiodos'un kendi yapıtlarında söylenenlerle tam bir çelişki içinde. Yukarda verdiğimiz parça ozanın Khalkis yarışmasından sağ salim döndüğünü, ödülünü Helikon Musa'larına adadığını söylüyor. Masalı uyduran adam bunu okumamış mı, yoksa sözü geçen yarışmadan başka bir yarışmayı mı kastediyor, belli değil, araştırmaya da değmez, çünkü beylik masal motifleriyle bezenmiş bu efsane iki kent arasında bir onur yarışıcılığını yansıtmak amacıyla uydurulmuşa benziyor. Homeros'un ya da Yunus Emre'nin mezarına birçok kentlerin sahip çıktığını görmüştük. Hesiodos'un kendisi ile hiçbir ilintisi olmayan bu masallar yukarİda da belirttiğimiz gibi anlayışsız ve zevksiz bir dönemin hayal ürünleridir.

3. Kişiliği

Gelelim Hesiodos'un kendi yapıtlarında kendisi üstüne verdiği bilgilere. Theogonia'da şöyle deniyor (Theog. 22 -25):

Bu güzel ezgiyi onlardan öğrendi Hesiodos bir gün

Ulu Helikon'un yamaçlarında koyun güderken,

İlkin şu sözleri söylediler bana

Kalkardı Zeus'un kızları, Olympos'un tanrıçaları...

Ozan burada hem adını veriyor, hem de ben diye konuşuyor; birinci kişi olarak konuşmaya Musa'lara seslenişinin sonuna dek sürdüreceği gibi, İşler ve Günler'de aynı yöntemden ayrılmamaktadır, gerek bir tanrıya, gerekse insanlara, burada özellikle kardeşi Perses'e seslenirken [İşl. 9-10: (Zeus) Dinle beni, gör beni, işit beni,/ Dike'den yana gitsin yargıların/ Ben Perses'e gerçekleri söylerken. —İşl. 274-75: Ey Perses, beni can kulağıyla dinle,/ Haktan yana ol, zorbalığı sil kafandan—. İşl. 270 - 71: Ben de oğlum da vaz geçeriz hemen doğruluktan/ Eğer Hak hoş görürse haksızlığı]. Hesiodos adının yazılışı üstüne (kimine göre Aisiodos okunmalıdır) tartışma süredursun, büsbütün adsız ve nesnel deyiş ve anlatış koşullarına dayalı epos'tan sonra birdenbire bir ozanın kendi adına, kendi görüş, inanış ve yaşantısını dile getirmesi, yazın tarihinde önemle üstüne durulacak bir yenilik, bir devrimdir. Netekim Homeros'un destansal, Hesiodos'un eğitsel şiirinden sonra lirik denilen bir tür doğup gelişmiştir. Gene Ege kıyılarında yetişen, İon ve Aiol dillerini kullanan Arkhilokhos (Paros adası), Alkaios ile kadın şair Sappho (Midilli), Mimnermos (Kolophon), Anakreon (Teos) gibi bu türün ilk ve en parlak temsilcileri Hesiodos'un açtığı çığırdan büsbütün kişisel ve bireysel bir şiir anlayışına varmışlardır.

Hesiodos'un kendi yaşantısı üstüne verdiği en ilginç bilgi biç kuşkusuz babası ile ilgili olanıdır. İşler ve Günler'de kardeşi Perses'e önce tarım işlerinin nasıl yürütüleceğini öğretir, sonra da denizcilikten açar. Deniz yolculuğundan ödü kopar, ama ne yapsın ki topraktan olduğu gibi, denizden de rızkını çıkarmak zorundadır çağının, çevresinin insanı. Şöyle der (İşl. 634-640):

Babamız gibi yap sen de, koca budala Perses,

O da bir gün daha güzel yaşama umuduyla

Aştı engin denizleri bırakıp ardında

Aiolya’nın Kyme kentini,

Geldi buralara kara gemisiyle.

Bolluktan, zenginlikten, rahattan değil,

Kör olası yoksulluktan kaçıyordu,

O Zeus'un insanlara reva gördüğü yoksulluktan.

Geldi Helikon'un eteğinde

Bu lânetli Askra'ya yerleşti,

Bu kışı sert, yazı çekilmez, tatsız kasabaya.

Böylesi gerçekçiliğe şaşmayı bir yana bırakıp, yukardaki parçayı yorumlamaya bakalım: Hesiodos ile Perses'in babası gemisiyle yük taşıyan bir denizciymiş, ama bu işle geçimini sağlayamadığı için hem yurdundan olmuş, hem de meslek değiştirmek zorunda kalmış. Bu dizeler çağın çok önemli tarihsel bir olgusunu belgelemektedir: Ege kıyılarından göçü. Hesiodos'un soyu Ege'lidir. Gerçi kendisi Anadolu kıyılarında doğup büyümüş olmasa gerek, ama dilinden tutun da, yapıtlarının bütün özelliklerine dek Aiolya ve İonya kaynaklı olduğu anlaşılır. Evet, Kyme'den Boiotia'ya göçtü babam, diyor Hesiodos. Kyme, Çandarlı körfezinde Aliağa'nın orda bulunan eski kentlerden biriydi. Bugün yerinde Namurt diye bir köy bulunur, o da Yenifoça’nın bir iki kilometre batısındadır. Demek ki Kyme ile Phokaia, birbirine komşu kentin yazgıları da birbirine benzemiş. İ.Ö. yedinci - altıncı yüzyıllarda bu kentlerin halkı uzak ülkelere göçmeye koyulmuşlar. Phokaia, Anadolu'nun kıyılarında ticaret merkezleri kurma yarışında Miletos'a alt olup Korsika'ya ve Fransa'nın güneyine akın etmiş, sonra Pers baskısı altında Marsilya'ya toptan bir göçe girişmiştir. Kyme için tarihçiler o kadar kesin bilgi vermezler, ama Khalkis'ten gelme göçmenlerce kurulduğu bildirilen Napoli yöresindeki Cumae'nin -ki Sybilla falcısı ile ünlüydü- ilk ana vatanı bizim Kyme olsa gerek. Bu olaylar gerçi Hesiodos'un zamanından epey sonrasına rastlar ama Ege halklarının tarihçe saptanmış dönemlerden çok önce de böyle bir akıma kapıldıklarını kanıtlamaya yeter. Bu göçler siyasaİdan çok ekonomik nedenlere dayanmaktadır. Hesiodos'un dediği gibi: "Bolluktan, zenginlikten, rahattan değil, / Kör olası yoksulluktan kaçıyordu" bu insanlar.

Hesiodos'un babası bir çağ ve bir yörenin ekonomik sorunlarını bize açıklayan çok önemli bir kişi sayılmalı. Adını bilmek isterdik, biliyor muyuz? İşler ve Günler'de ozan kardeşine seslenirken (İşl. 299): "Perses oğlum, aklından çıkarma söylediklerimi" diyor. "Perses oğlum" diye çevirdiğimiz deyimin yunancası: "Perse, dion genos" tur, yani "Perses, tanrı soylu" gibi bir şey; aslında bu ünlem bizim "ilâhî adam"ın karşılığı olsa gerek. Ama geç İlkçağ döneminin bilginlerinden -belki bu ipsiz sapsız masalları uyduranlardan- bu deyimi "Dios'un soyundan" diye yorumlayıp, Hesiodos'un babasına Dios adını yakıştıranlar olmuştur. Oysa adamcağızın adı değil, toplumsal açıdan serüveni, yaşantısı önemlidir. Bugün de geçerli olan bir tutumu, bir özlemi dile getirir: Anadolu'dan Yunanistan'a göçmek zorunda kalanlar hep daha çetin yaşam koşulları ile karşılaşmışlar, bir bolluk cenneti olarak gördükleri eski yurtlarının özlemini her zaman içlerinde taşımışlardır. Binlerce yıl önce de bu böyleydi demek.

Kıyı kentlerinin kolay, açık, binbir olanaklı insanı kıraç Yunanistan'a gelince, rızkını yalnız topraktan çıkarmak zorunluğu ile karşı karşıya kalır ve Hesiodos gibi kardeşi ile bölüşmek durumuna geldiği toprağından ötürü sıkıntılara, kavgalara sürüklenir. Bakın ozan, üstünde yaşadığı toprağa nasıl lânet okumaktadır:

Geldi Helikon'un eteğinde

Bu lânetli Askra'ya yerleşti,

Bu kışı sert, yazı çekilmez, tatsız kasabaya.

Hesiodos'un bu tutumu karşısında insan ister istemez Homeros'un - belki kendi yöresi olan - Maionia, yani Gediz ovasını nasıl betimlediğini anımsar (İl. II, 459 - 68):

Kanatlı kuşlar, kazlar, turnalar,

uzun boyunlu kuğular nasıl sürü sürü

Asya çayırlarında, Kaystros'un iki yakasında,

sallayarak kanatlarını kibirli kibirli,

nasıl uçarlarsa bir o yana, bir bu yana,

Çağrışarak yere konunca çayır çın çın öterse nasıl,

öylece gemilerden, çadırlardan pıtrak gibi insan

Skamandros ovasına aktı yayıldı;

insanların, atların ayakları altında inledi toprak.

Baharda yeşeren yapraklar gibi durdu binlerce kişi

çiçekli çayırlarında Skamandros ovasının.

Güler yüzlü, mutlu İonya insanıyla somurtkan, aksi, çetin Hellenistan insanını birbirinden derin bir uçurum ayırmaktadır sanki. Ama Hesiodos hep böyle mutsuz değil, yaşamının en sevinçli, en onurlu anını da anlatır bize. Bu yaşantısı ise Yunan yazınında tek, eşsiz bir örnek olarak yer alır. Theogonia'nın Prooimion denilen Giriş bölümünde Musa'lara seslendikten sonra, kendi adını verir, vermekle de kalmaz, başladığı yapıtın kendisine esinlendiği yeri de tüm ayrıntılarıyla canlandırır gözümüzün önünde. Burası bir dağdır, Helikon dağı, hani eteğinde Askra’nın bulunduğu. Askra ne kadar çirkinse, Helikon'u o kadar güzel gösterir ozan, çünkü bura tanrıların uğradıkları bir dağdır. Esin perileri Musa'lar, koro başları Apollon'un kılavuzluğunda çoğu kez Olympos dağında hora teper, çalgı çalıp ezgi söylerler. Tesalya -Makedonya sınırındaki asıl tanrı dağı Olympos'-tan gayrı Musa'ların sevdiği başka dağlar da vardır, biri Parnassos (ki onun eteğinde Apollon'a adanmış Delphoi bulunur), biri de Helikon. Aslında bu dağı Hesiodos'a öyle yüce ve güzel gösteren kendi nitelikleri değildir, gerçi "menekşe rengi kaynaklarından" dem vurup Permessos, Hippokrene, Olmeios diye adlarını da sayar bu kaynakların (Theog.7), dağ doruklarının "yoğun bulutlara sarınıp" yükseldiklerini vurgular, ama o kadar; dağ dağ olarak bir kavram, görkemli bir doğa parçası sayılmaz Hesiodos'un gözünde, nesnel değil de, yalnızca öznel bir değer taşır: kendisinin bu dağda ozanlığa ermesi önemlidir. Gerçekten üstünde durulacak bir olaydır bu.

Çarpıcı yanı, tanrı ile insanı yüz yüze getirmesi, bu olağanüstü karşılaşma sonucunda insanın çok alçak bir düzeyde iken birdenbire çok yüksek bir düzeye erişmesidir. Din tarihinde buna "epiphaneia" denir, tek tanrılı dinlerde tanrının insana görünmesi peygamberlere vergi bir ayrıcalıktır. Homeros destanlarında da tanrılar insanlara görünür, ama çokluk dolaylı olarak, insana düşünde seslenirler, bunu kılık kıyafet değiştirerek ve kendilerini elden geldiğince gizlemeye çalışarak yaparlar. Oysa aşağİda vereceğimiz parçada öyle bir çabası yoktur Musa'ların, açık konuşurlar, dobra dobra söylerler söyleyeceklerini (Theog. 24 - 34) :

İlkin şu sözleri söylediler bana

Kalkanlı Zeus'un kızları, Olympos'un tanrıçaları:

"Siz ey kırlarda yatıp kalkan çobanlar,

Dünyanın yüz karası zavallı yaratıklar,

Sizler ki hep kanarsınız sadece,

Biz yalan söylemesini biliriz gerçeğe benzer,

Ama istersek dile getiririz gerçekleri de."

Böyle konuştu ulu Zeus'un kızları

Ve çiçek açan bir defneden koparıp

Güzel bir dal verdiler bana âsa diye,

Sonra tanrısal sesler üflediler içime

Olacakları ve olmuşları yüceltmek için,

Ölümsüz mutlular soyunu kutlamak için

Ve hele övmek için kendilerini

Her söylediğim destanın başında ve sonunda.

Bir görümü de aşan bu yüz yüze gelmede, bu karşılıklı konuşmada ozanın lâtince deyimiyle "vates", yani Musa'ların sözcüsü, tanrı sırlarına ermiş bir bilge düzeyine çıkarılması, bu pâyenin simgesi olarak da kendisine defne dalından bir asânın verilmesi olgusunu aşağİda yorumlamaya çalışacağız. Şimdilik dağ doruklarında tanrı ile insanların buluşması sahnelerini örneğin Homeros destanlarında anımsayalım.

Tanrılar insanlara görünmek için dağ tepelerini ya da yamaçlarını seçerler her nedense, belki gökten ya da Olympos'tan uçarak oralara konmak daha kolay olduğu, belki de bu ıssız yerlerde görünmek istedikleri kimseden başkasına rastlamıyacaklarını bildikleri için. Dağda bayırda kim gezer? Çobanlar. Görümlerin çokluk çobanların başına gelmesi raslantı değildir demek. Tanrı sofrasına Eris'in attığı altın elma ortalığın karışmasına yol açınca Zeus üç güzel tanrıçanın başına Hermes'i koyar ve onları İda dağının çobanı Paris'e gönderir güzeller güzelini seçmesi için. Ne yazık ki, bu ilginç serüveni Homeros bize anlatmaz, anlatsaydı, renkleri, biçimleriyle gözümüzün önünden bir daha silinmezdi bu tablo. İda dağında olup biten başka olaylar anlatır, örneğin Aphrodite'nin Ankhises ile sevişip, Aineias'tan nasıl gebe kaldığını. Ne var ki çok kısaca değinir bu konuya (İl. II, 819-21):

Dardanie'lilerin başında Aineias var, Ankhises'in oğlu,

tanrısal Aphrodite doğurdu onu Ankhises'ten;

bakmadı tanrıçakğına, birleşti İda eteklerinde bir ölümlüyle.

Anadolu efsanelerinde Latmos (Beşparmak) dağının çobanı Endymion da bir tanrıçanın konukluğuna erer: ay tanrıça Selene'dir her gece gelip de yanında uzanan. Tanrıların kendi aralarında sevişmek için dağ doruklarını seçmelerine İlyada'da parlak bir örnek bulunur (İl. XIV, 283 - 351) Zeus ile Hera'nın İda doruğunda sevişmeleri sahnesini okumakla doyamaz insan, bakın, bizim güzelim Kazdağı nasıl canlanıyor gözümüzde Homeros'un şu dizeleriyle, tıpkı bugün oralara gittiğimiz zaman nasıl görürsek koca dağı:

Böyle dedi, aldı karısını koynuna, sarıldı,

Tanrısal toprak yumuşak bir çimen saldı,

taptaze lotos bir halı serdi toprakla aralarına,

safranlardan, sümbüllerden, tatlı bir halı,

uzanıverdi ikisi de halının üstüne,

sardı onları güzel bir altın bulut,

buluttan çiğ damlaları akıyordu pırıl pırıl.

Hesiodos'un Helikon'a öznel sevgisi, Homeros'un İda'ya olan nesnel sevgisinden aşağı olmasa gerek, Boiotya'lı ozan en yüksek mertebeye eriştiği dağı herhalde şiiriyle yüceltmek amacını gütmektedir, netekim bunu yapmaya yeltenir. Musa'lara Helikon'a bir övgüdür Theogonia’nın başlangıcına yazdığı, ama hem soluğu Homeros'un soluğu değil, hem de kendisi başka bir geleneğin izlerinde yürümektedir. Bu geleneğin ardına düşelim.

Hıristiyanların Kutsal Kitabını karıştırırsak, orada adları geçen peygamberlerin çoğunun çoban olarak dağlarda Tanrının "niyetiyle" karşılaştıklarını, kimi zaman Tanrı ile uzun boylu konuştuklarını, en önemli buyruklarını da Tanrı’nın bu yoldan kendilerine ilettiğini görürüz. Amos, İşaya, Yeremiah, Hezekiel gibi Tevrat'ta birer kitabı olan İsrail uluları hep bu dekor içinde sözleşide bulunurlar Tanrı ile. Bu sahnelerin en belirgini, Hesiodos'un anlattığı serüvene en yakın düşeni Çıkış kitabında Musa'nın başına gelen olaydır. Bap 3'te şöyle deniyor: "Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetronun sürüsünü güdüyordu; ve sürüyü çölün arkasına götürdü, ve Allahın dağına, Horebe geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü; ve gördü, ve işte, çalı ateşle yanıyor, ve çalı tükeniyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve o: Işte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allahı, İbrahimin Allahı, İshakın Allahı, ve Yakubun Allahıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allaha bakmağa korkuyordu". Bunun Üzerine Allah Musa'ya İsrail kavmini Mısır'dan kurtarmayı ve "geniş bir diyara, süt ve bal akan diyara" götürmesini buyurur. Önce Musa kendini bu göreve lâyık görmez: "Ben kimim ki, Firavuna gideyim ve İsrail oğullarını Mısır'dan çıkarayım" yanıtını verir. Tanrı kanıtlar getirir. Musa: "Fakat, işte, bana inanmıyacaklar, ve sözümü dinlemeyecekler, çünkü: Rab sana görünmedi, diyecekler." der. O anda Tanrı Musa'nın elindeki değneği, çoban değneğini bir yılana dönüştürür, daha başka tansıklar (mucizeler) belirtir. Gücünün, görevinin belirtisi, simgesi oluverir değneği. Söylevini de şöyle bitirir Tanrı: "Ve alâmetleri onunla yapacağın bu değneği eline alacaksın." Musa'nın ermişliği tamamdır, büyük görevini yerine getirmek için işe girişir.

İşte bu skeptron sözcüğünü Hesiodos'un yukardaki dizelerinde de bulmaktayız. Aslında esin perilerinin ozana defne dalından -defne olması anlamlı, bu ağaç tanrı Apollon'a adanmıştı- koparıp verdikleri değnek skeptron sözcüğü ile değil, rhabdos sözcüğü ile verilmeliydi diye düşünebiliriz bizler, çünkü rhapdos'u ozana özgü bir âsa biliriz ve Homeros gibi epik şairlere rhapsodos denirdi. Ama bu terimi kullanmamış Hesiodos, acaba kendi şiirini destan saymadığı için mi, yoksa İonya'da yaşadıkları söylenen rhapsodos adlı ozanları tanımadığından mı? Belki rhapsodos yoktu daha onun zamanında. Neyse, Hesiodos - Musa'lar buluşmasını iyice yorumlamak için ikiye bölmeliyiz: birinde Musa'lar Hesiodos'a seslenir, ikincisinde şiir yazma becerisini bağışlarlar ona. Bize bu Musa'ların sözleri bir tuhaf gelir. Esin perileri bir az sonra şiir becerisiyle donatıp kendi aralarına alacakları bu adamı niçin bu denli aşağılarlar? Daha doğrusu Hesiodos kendisini neden bu kadar alçak görür, hele çoban olarak içinden geldiği sınıfı, köylüyü, kırsal yörenin insanını ne diye dünyanın yüz karası diye tanımlar? Homeros destanlarında Ankhises gibi kral soyundan gelme kişiler de çoban değil miydi, Tevrat'ta çobanlar değil mi boylarının başına geçip de onlara önder olan? Çobanın değneği ile kralın asası arasında pek o kadar fark olmadığını görmedik mi bir az önce? Bunlar hep iyi doğru, ama Hesiodos'un derin, kaplayıcı, kemirici bir iç bunalıma, bir komplekse tutulmuş insan olduğu da su götürmez, yapıtları boyunca apaçık görülür. Nedir bu adamın rahatsızlığı, karamsarlığının asıl nedeni? Bir nedenine yukarda değindikti: Hesiodos soyunun İonya - Aiolya yöresinden Yunanistan'a göçmek zorunda kalmış olmasını yıkım olarak görür ve görmekte haklıdır. Yaşamın tüm güler yönü yitirilmiştir bu göçmenler için, denizci iken çiftçi olmak zorunda kalmışlardır. Günlük güneşlik, bed bereket saçan bir yöreden, geri, kapkara, kasvetli, kapalı insanların birbirlerini çekemedikleri, türlü düzenlerle birbirlerinin kuyusunu kazdıkları, kardeşin kardeşe düşman olduğu bir ülkeye gelmiş yerleşmiştir Hesiodos'un babası olacak, adı Dion mu neyse, o bahtsız adam. Bir dağın eteğinde, kıraç bir toprak üstünde ter dökmektedir ozan niteliklerini kendi özünde taşıyan oğlu. O toprak da nice nice dertler açar başına, bunca övdüğü, sevdiği, karanlığını aydınlatan esin perilerinin kendisine bağışladıkları becerileri bile bu dertleri başından savmak için öğretici, eğitici yapıtlara dökmek zorunda kalır. Homeros gibi kahramanlıklar, Troya gibi uygarlık incisi kentler, o kentlerde gezen, oynayan, devinen mutlu insanları söylemek varken, onların tapındıkları insan yüzlü, insan huylu, hem iyi hem kötü, hem melek hem şeytan -daha doğrusu ne melek ne şeytan, çünkü o uç kavramlar daha doğmamış ve de doğmayacaktı insancıl ölçülü o güzelim ülkelerde- sevişen, gülüşen, doğa yasalarıyla uyum içinde olmayı tek kural bilen o canım pıtrak gibi tanrıları renk renk, biçim biçim canlandırmak varken, salt insansal sorunların, dertlerin çokluğu yüzünden ve onlara çözüm bulmak amacıyla git sen Dike - Adalet gibi soyut kavramı tanrılaştır, baba tanrı Zeus'u kadılar kadısı, abus suratlı bir yargıç haline getir, bir de yeryüzündeki salgın ve hastalıkların açıklanmasını bir meraklı kadın öyküsüne bağla, kadınlardan alabildiğine kork ve tiksin üstelik, tanrı ile insan arasında yetkiler davâsı diye ortaya bir ikilik at, bunun kahramanlığına Prometheus diye insan yanlısı bir kişi tasarla, ama zorbalığın simgesi baştanrı Zeus ile zorbalığa karşı ayaklanan mazlum insanlığın temsilcisi Prometheus arasında kimden yana olduğunu pek belli etme... işte bu birkaç çizgi ile ozanımız Hesiodos'u betimlemeğe çalıştım. Ama daha nice nice özellikleri var, ilerde değineceğiz onlara da. Evet, demek istediğim şu: ozan kimdir, nerelidir derken ve demeğe kalmadan bambaşka bir dünya açılıyor gözümüze. İlk dikkatimizi çekmiş nokta: Hesiodos Ege kıyılarından gelme bir göçmendir, onca acılığı -ki karakterinin başlıca özelliğidir-bu kaynak olguya bağlanabilir. Anadolu'dan göçen adam acı bir insandır ve öyle kalır.

Burada göçün son aşaması olan yöre üstünde de durmaya değer. Hesiodos'un babası Boiotia'ya göçmüş, Askra'ya. Bir haritaya bakalım, bir de yazına kulak verelim. Askra ufacık bir kasaba olsa gerek, pek adı geçmez Hesiodos'tan sonra, Korinthos körfezinin kuzey - doğusunda, Helikon dağı ile Kopais gölü arasında bir yerde. Bugün arasanız adına bile rastlıyamazsınız sanırım. Ama bölgenin başkenti Thebai durur, ünlü bir savaşa sahne olan Plataia durur, Hesiodos'un yapıtları vesilesiyle adlarından söz edilen Thespiai ve Eleutherai da durur. Thebai ünlü bir kenttir, koca bir efsane dizisinin ocağıdır: Thebai'ya karşı Yediler, iki düşman kardeş Eteokles ile Polyneikes'in amansızca çekişmeleri, Antigone adlı bir genç kızın kentte zorbalık rejimine karşı koyması, kavgalar, çekişmeler, öldürmeler ve hele hele hepsinin kaynağı olan o korkunç, o iğrenç, tüyler ürpertici yanılgı: Oidipus'un dillere destan, bilimlere kaynak o bilinçsiz, yüz kızartıcı suçu, erdemli insanın erdemle alay eden kaba güçlerin, acımasız yazgıların elinde yıkıma sürüklenmesi ve soyunu, sopunu da lânete uğratması, bir yılan hikâyesi ki, sonu sonucu yok, suç üstüne suç, belâ, yıkım, hep daha derine çöken yıkıntılar. İşte Thebai efsanelerinin niteliği. Nerden geliyor bu kadar çok korkunç olay diye soracak olursanız: Thebai'ın kuruluşunda bir yanılgı var: Anadolu'dan gelen Dionysos tanrıya kapılarını açmamış. Bu yüzden yıkımlar birbirini kovalamış. Tragedyanın baş tanrısı Dionysos kendisini kovan bu kentten öc almak için faciaların en büyüğünü reva görmüş ona. Şairler, tragedya yazarları alabildiğine kullanmışlardır Thebai kökenli efsaneleri, nedir ki Thebai'lı tek bir şairin adı anılmaz Yunan yazınında. Boiotia'nın tek ozanı Hesiodos mudur yoksa? Atina'lılara bakılırsa -Aristophanes komedyalarında iyice sömürür bu konumu- Boiotia halkı kaba, ahmak, hantal, görgüsüz, eğitimsizdir. Atina ile Sparta, demokrasi ile oligarşi çatışmasından Thebai Sparta'dan yana çıkmıştır, birkaç ünlü komutan da yaratmıştır, ama tarih boyunca adı tutucu ve gerici diye anılmaktadır. Bu görüşün izlerini Hesiodos'ta da bulabiliriz sanki.

4. Bir Sınıfın Temsilcisi

Şimdiye dek Hesiodos üstüne öğrendiklerimizi özetleyecek olursak, kırsal bir yöreye yerleşmiş bu göçmen çocuğunun bir başka niteliği de dikkatimizi çekmektedir: ozan o güne dek dile gelmemiş -yani Homeros destanlarında sözü geçmemiş- bir başka zümrenin, bir başka sınıfın temsilcisidir. Çoban, çiftçi, küçük toprak sahibi bir insana ilk kez onun yapıtlarında rastlıyoruz. Homeros kim olursa olsun, toplumsal kökeni ne olursa olsun, üstün bir soylu sınıfının yaşantısını, üstelik destan gibi yüceltici bir biçimde anlatmaktadır. Kişileri krallar, kraliçeler, kral oğulları ve kızlarıdır, bunların nitelikleri tanrı gibi gösterilen, ölümsüz diye bilinen insanüstü varlıklarınkinden farksızdır nerdeyse, kiminin anası ya da babası tanrı olduğuna göre kendileri de yarı tanrı sayılır, tutum ve davranışları da ona göredir, güncel alış veriş içindedirler tanrılarla, herbiri ayrı bir tanrının koruyuculuğu altında yaşar ve devinir; olaylar iki düzeyde oluşur, Troya savaşı örneğin Olympos tanrılarının da derdi günüdür, en ufak ayrıntılarına dek tanrılar yöneltir ve yönetir olayları, Öyle ki insan dünyası nerde biter, tanrı dünyası nerde başlar kestirilemez, etkenlerle edilgenler birbirine karışır, soylular çevresi nerdeyse bir tanrılar çevresi olur. Destansal kentler, ünlü kaleler, saraylar, konaklar çevresidir bu. Gerçi soylular arasında başka, daha alçak toplum katlarından gelme kişiler yok değil, örneğin ulaklar, arabacılar, tanrı sözcüleri, düş yorumcuları, duacılar; kadınlardansa ya kâhya kadınlar, hizmetçiler, ya da kral komutanlara verilmiş tutsaklar var, ne var ki bunların da özgür bir istemi yoktur, köledirler; efendi ya da hanımlarına bağlıdır hepsi, netekim Odysseus sarayına döndüğünde, sadık davranmadılar diye bir düzine hizmetçisini asar öldürür. İlyada'da bir tek kez dile gelmeye, düşüncesini özgür bir insanmış gibi söylemeye yeltenen avamdan Thersites'in Odysseus'un kral değneğiyle nasıl dövüldüğünü gördüktü. Her sarayın soytarısı vardır ayrıca, bir de o roldeki dilencisi vardır İthaka sarayının (Od. XVIII, 6 - 393), adı İros: Andromakhe'nin talipleri onu dilenci kılığına girmiş Odysseus ile güreştirmeye kalkışırlar; yürekler acısı bir oyun oynanır gözümüzün önünde. Homeros da öyle acımasız bir gerçeklikle betimler ki, köpekmiş gibi önüne etler atdan o zavallı İros'u! Evet, Homeros destanlarında yalnız bir sınıfa yer verilmiştir: soylular sınıfına ve bunlar öylesine yüceltilir ki tanrılarla bir tutulurlar nerdeyse. Avamdan insanların tek kaygısı bedenleri gönülleriyle sımsıkı bağlı oldukları efendilerine yaranmak, onların sıkıntılarını paylaşmak, onlarla birlikte sevinmek, acınmaktır. Odysseus'un sütninesi Eurykleia'yı bir düşünün! (Od. XIX, 385 - 507) Emzirdiği, yetiştirdiği efendisini nasıl sever, o ne düşkünlüktür o, hem anası, hem kölesidir Odysseus'un, ömrü ona hizmetle geçmiştir, ama Eurykleia’nın bir kişiliği yoktur ki yaşamından söz edilebilsin. Bir insan gölgesidir yalnızca. Efendisini ayağındaki yara izinden tanıyınca, onun coşkulu kıvancına karşılık Odysseus'un tutumuna bir bakın: ne gaddar, ne insafsız! Ağzını tutmazsan, ses çıkarırsan, şuracıkta gebertiveririm seni der, buz gibi bir duygusuzlukla. Eh, Odysseus pek duygulu bir adam değildir, çıkarcılığı ve kurnazlığı baskın gelir, ama burada o değil, buradaki davranışı sütninesini insandan saymadığından ötürüdür. Köle ya, insan değildir o. Hesiodos'un yapıtlarında öyle mi? Homeros destanlarını ne kadar sevsek, onları okurken ne kadar öğrensek, faydalansak, zevk duysak, birkaç dizenin dışında, kendimiz gibi insanlara, küçük insanlara rastlamayız bu yapıtlarda. Yiğidin, yarı tanrının, üstün insanın dışında, orta halli insanın güncel yaşamını derdi, acısı, sevinci, sorunu ile dile getiren ilk ozan Hesiodos'tur, hem de bunları kendi yaşantısı içinde ele alarak, inceleyerek. Burada ister İonya'dan, ister Yunanistan'dan, nerden olursa olsun ozanımız, devrimcidir.

5. Davâsı

Theogonia’nın uzun seslenişinden sonra, işler ve Günler'in on dizelik kısa girişi de ozan üstüne bilgiler vermektedir bize:

Ey dillere destan Pierie Musa'ları,

Sözünü etmeye gelin Zeus'un,

Övmeye gelin babanızı!

Odur ünlü kılan, ünsüz bırakan insanları.

Zeus diledi mi şanslısın, dilemedi mi şansız.

Güçsüze güç verir, güçlüyü ezer,

Eğiverir mağrur başları, yüceltir alçak gönülleri,

Kamburu dimdik eder, dimdiki kambur

Yücelerde oturan, göklerden seslenen Zeus.

Dinle beni, gör beni, işit beni,

Dike'den yana gitsin yargıların,

Ben Perses'e gerçekleri söylerken.

Biçim olarak iki yapıtın seslenişinde önemli bir ayrılık göze çarpar: gerçi esinini gene Musa'lardan istemektedir ozan, ama bu kez övgünün konusu Musa'ların kendileri değil, baştanrı Zeus'tur. Yalan söylemesini bildikleri balde, ozana gerçekleri öğretecek, "olacakları ve olmuşları yüceltmek için" gereken soluğu bağışlayacak olan Musa'lar burada yalnız bir araç gibi görünürler. Ozan onlara iki dize ayırdıktan sonra, asıl esini Zeus'tan ister. Dile getirmek istediği gene "gerçeklerdir”, ama besbelli ki başka türden bir gerçektir bu kez açığa vurmaya uğraştığı. Nedir bu gerçek? Girişin tonundan, kısacık övgünün niteliğinden ve burada ele alınan çelişkili değerlerin sayılmasından kemen anlarız ne olduğunu: ünlü - ünsüz, şanlı - şansız, güçlü - güçsüz, mağrur - alçak gönüllü, kambur - dik, yani bir kavramın olumlu ve olumsuz belirtisi arasında bir ayırım yapmak, iyiyi kötüden ayırmak, bir yargıya varmaktır söz konusu. Bu işlevi Zeus'tan istemektedir ozan, bunu yaparken de bir simge - kavram dikmektedir karşımıza, soyut bir ülkü, kendine kılavuz edindiği bir tanrıça, adı Dike. Dike, doğruluk, adalet anlamına gelir. Bu tanrıça nerede ve ne zaman çıkar karşımıza, ozanlar, düşünürlerce ne denli rağbet görür, bu sorunları yanıtlamasını sonraya bırakalım da, ilkin son düzede BEN ve PERSES diye adlandırdan iki kişi arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışalım. Ben dediği Hesiodos'un kendisidir, Theogonia'da geçmişi geleceği ile tanıdığımız kişi: zavallı bir çoban iken Musa'ların bağışı ile ozanlığa yükseltilen ve önünde parlak bir yaratıcılık alanı açılmış bulunan ozan. İşler ve Günler'de ozan bu yoldan yürüyerek daha da ileri gideceğine inanmaktadır besbelli. Bu kez aklını Zeus'a dayamış, Dike'yi kendine kılavuz almış, ne diyecektir bakalım. Perses ise kardeşidir. Bu ada Theogonia'da rastlarız. Bir Perses, Titan çifti Krios ile Eurybie'nin oğlu olarak çıkar karşımıza (Theog. 377), "bilgisiyle ün salan" diye de nitelenir. Uranos ile Gaia’nın dölleri arasında Güneşsoylular bölüğünden olan bu Titanoğlu ve onun "bilgisi" üstüne herhangi bir açıklama yapmaz Hesiodos, yalnız Perses'in Asterie ile evlenerek Hekate'nin babası olduğunu ekler (Theog. 409 -10). Hekate adlı tanrıça ozanın yapıtlarında üstün bir yer tutar, Theogonia'da kırk bir dizelik bir övgü ayrılmıştır ona (Theog. 411 - 452); önemi bakımından Musa'lara övgüden hemen sonra gelen, Hekate'nin evrensel bir tanrıça olarak gösterildiği bu parça üstünde bilginler çok durmuş ve Hesiodos'un Anadolulu kaynakları konusunda bazı aydınlatıcı yorumlarla şaşırtıcı sonuçlar çıkarmışlardır. Bunlara değinmeden şu kadarını söyliyelim ki, Hekate kültü Hesiodos soyunun Kyme'den getirmiş olduğu bir tapım sayılabilir, ozanın kardeşi Perses'e de bu yüzden adı takılmış olabilir. Perses'in bu adı hak edip etmediği de ayrı bir konu.

İşler ve Günler'den anlaşlıdığına göre, babaları ölünce Hesiodos ile kardeşi Perses'e miras olarak bir toprak kalır. Bu toprak nasıl bir topraktır, nerden gelmedir Hesiodos soyuna? Göçmendi ya Hesiodos'un babası -kolaylık olsun diye Dion diyelim ona- Yunanistan kıtasından Anadolu'ya, Anadolu'dan Yunanistan'a ne çok göç olmuştur dünyamız var olalı, nice mutsuz insanlar oradan oraya sürülmüş, göçmenliğin acısını çekmişler ve çekmektedirler. Bu yönden Hesiodos'a bu büyük, bu sonu gelmeyen dramın, ilk yazarı olarak bir selâm, bir merhaba çakmak. Bu dramı İstiklâl Savaşından sonra biz de yaşamadık mı? "Mübadil", "gayrımübadil" sözcüklerinin gevelendiği bir ailede geçmişti benim ilk çocukluğum, Selanik'te koca bir apartmana karşılık dedemin Büyükada'da bir ev bile alamadan kahrından öldüğünü anımsarım. Dion denilen adam da o uğursuz Askra dolaylarında bir toprak edinmişti belki, önemli bir toprak değildi herhalde bu ki, oğulları arasında paylaşılınca, hiçbirini doyurmamış ve kavgaya yol açmıştır; İşler ve Günler yapıtının doğmasına işte bu kavga etken olmaktadır. Hesiodos'un kendi ağzından dinleyelim (İşl. 27 - 41):

Ey Perses, bu öğütler girsin kafana,

Kötü kavgaya kapılıp işinden olma,

Pazar yerindeki döğüşlere kaptırma kendini.

Toprağa ektiğini vaktinde biçmemiş,

Ambarını Demeter'in buğdayıyla doldurmamış adamın

Nesine gerek onunla bununla itişmek, tartışmak?

Önce karnını doyur, sonra göz dikersin elin malına,

Sonra cenkleşirsin onunla bununla.

Bir daha zor geçer bu fırsat eline.

Ama gel şu davâmızı halledelim seninle

Zeus'tan gelme doğru yargılarla.

Mirası paylaştık bitti, sen alacağını aldın

Yargıçlara bol rüşvet yedirerek,

O yargıçlar ki hak yemeğe can atarlar.

Bilmez o kafasızlar ki,

Yarım daha büyük olabilir bütünden,

Bir tutam ebegümecinde, bir ot yapracığında

Bilmezler ne hazineler saklı olduğunu.

Ozan söylemiyor, ama belli: kendisi Dion'un büyük oğlu olduğundan mirasın daha önemli bir payını hak ediyordu, oysa Perses yargıçlara, o zamanın kadılarına rüşvet yedirerek, eşit pay almış, gene de rahat vermemiş, kavga çıkarmış, yeni bir davaya girişmenin yollarını aramaktadır. İşte onu bu kararından vaz geçirmek için yazmaktadır Hesiodos İşler ve Günler'i. Perses bu tutumuyla aslında akılsızdır, budaladır ozanın gözünde (İşl. 286: "Koca Perses budalası, ben senin iyiliğin için konuşuyorum"), çünkü kadılara rüşvet yedirmekten hayır gelmez fakir fukaraya (İşl. 213 -224):

Ama sen Perses, doğruluktan yana ol,

Aşırılığa kaptırma kendini.

Biz zavallılara iyi gelmez aşırılık,

Büyükleri bile yıpratır azgınlık,

Başlarına belâ geldi mi, ezilirler altında.

Hak yoluyla daha çok kazanç edinilebileceğini savunur ozan, ama gene de deneylerinin ışığında fazla güvenmenin de ne denli zararlı olduğunu, her işte bir tanık bulmak gerektiğini vurgular (İşl. 371 -72):

Kardeşinle bir anlaşma yaparken bile

Şakaya vurup bir tanık çağır yanına.

Miras işlerinin güçlüğünü, göz önüııde tutarak, şöyle bir görüş atar ortaya (İşl. 376 - 78):

Bir tek oğlun olsun baba mirasına konan

Ancak böyle çoğalır evin zenginliği.

Sen yaşlanıp ölünce oğlun tutar yerini.

Çünkü deneyleri göstermiştir ki hem kardeşe bile güven olmaz, hem de bu dünyada kaba kuvvet ağır basmaktadır. Burada yargıç - krallara seslenerek Hesiodos'un anlattığı mesel bu türün Batı yazınında ilk örneği olmak bakımından da, hayvan masallarının doğup geliştiği Aisopos gibi büyük, bir yaratıcıyı yetiştirdiği —Aisopos Bandırma’lıdır— ve bugün de bu türü canlı canlı sürdürdüğü için Anadolu'yu anımsatmak bakımından önem taşır; aşağıya alıyoruz (İşl. 202-212):

Şimdi krallara bir sözüm var,

Ne kadar söz bilir kişiler olsa da krallar:

Atmacanın biri alaca boyunlu bülbüle demiş,

Ama ne zaman demiş, göklerde bulutlar arasında

Bülbülü sıkarken yaman pençelerinde,

Zavallıcık inlerken keskin tırnaklar gövdesinde,

Şöyle demiş atmaca bizimkine bütün hışmiyle:

"Ne bağırıyorsun be, pis ufaklık?

Senden daha güçlü birinin elindesin.

Ne kadar güzel türkü söylersen söyle,

Seni ben götüreceğim istediğim yere, ;

Orada ya yiyeceğim seni kıtır kıtır,

Ya da, dilersem, koyuvereceğim seni.

Kendinden güçlüsüne ayak direyen zırdelidir:

Acı çeker, kepaze olur boşuna."

Böyle demiş rüzgâr kanatlı atmaca,

Yüce göklerde uçan kuş.

Bu masal La Fontaine'in "Kurt'la Kuzu"sunu andırır: hiçbir suçu olmayan körpe kuzuyu kurt yedikten sonra, "kim daha güçlüyse o haklıdır" deniyor Fransız meselinde tıpkı yukarda "kendinden daha güçlüsüne ayak direyen zırdelidir" diyen atmaca gibi kaba güce hakla, mantıkla, akılla karşı gelinemiyeceği savı ileri sürülerek. Ne var ki, bu görüşü Hesiodos paylaşıyor değildir, yargıç - krallara kendi çarpık görüşlerini bir meselle dile getirdikten sonra, kardeşi Perses'e şöyle seslenir (İşl. 213-18):

Ama sen. Perses, doğruluktan yana ol,

Aşırılığa kaptırma kendini.

Biz zavallılara iyi gelmez aşırılık,

Büyükleri bile yıpratır zorbalık,

Başlarına belâ geldi mi, ezilirler altında.

Doğru işlerden yana gidendir güzel yol,

Hak alt eder zorbalığı önünde sonunda,

Çeke çeke aklı başına gelir budalanın.

Aşırılık, zorbalık diye çevirdiğimiz "hybris" Yunan düşününün önemli bir kavramıdır, hiçbir dilde tam karşılığı bulunmadığından, onu biz de Türkçenin olanakları oranında yakın ya da özdeş kavramlarla vermeğe çalıştık. Asıl anlamını başka kaynaklara baş vurarak aydınlatmaya girişmeden önce, Hesiodos'un düşüncesinde bir görecelik var mı yok mu diye araştıralım: yani hybris krallara, güçlülere — yukarda atmaca örneği — yarar da zavallılara, güçsüzlere fayda getirmez mi? Böyle görece bir savı paylaşıyor değildir ozan; gerçi Perses budaladır, haddini bilmeyerek aşırılığa kaptırmıştır kendini, çeke çeke aklı başına gelecektir ve görecektir ki zorbalığı sonunda hak yener. Hesiodos kardeşine söylüyor gibidir, ama aslında yargıç - krallara vermektedir talkımı: güçlü ya da güçsüz herkesin Hak'a boyun eğmesi gerek.

Yukardaki dizelerde altları çizili kavramlar önemlidir dedik. Biri "hybris", öteki "dike", bir de belâ diye çevirdiğimiz "ate" sözcükleridir bunlar. Onları büyük harfle de yazabilirdik, çünkü herbiri simgesel birer varlığı olan özel adlar sayılabilir. Theogonia'da köken ve soyları belirtilir bu varlıkların: Dike, tanrı Zeus ile tanrısal adaleti simgeleyen Themis'in Hora'lar adlı üç kızından biridir (Theog. 902); Ate (yahut Aate) Khaos boşluğundan çıkmış Nyx (Gece) tanrıçanın kızı olan Eris'ten (Kavga) doğmadır (Theog. 230). Hybris'in soyuna sopuna Hesiodos değilse de, başka yazarlar değinir. Bu kavramları Mitoloji Sözlüğü1 adlı kitabımızda izlemelerini dileriz okuyucularımızın (Ate: s. 80; Dike: s. 113 -114; Hybris: s. 186).

1 Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1972.

En ilginç kavram kuşkusuz Hybris'tir, insanın kendine aşırı güvenini, kendinden üstün varlıklarla, yani doğa, kader ve tanrılarla boy ölçüşmeye varan çılgınlığını simgeler. Tragedya'da faciayı oluşturan bir etken olarak çıkar Hybris karşımıza. Aiskhylos'un "Persler" oyununda Serhas koca ordusunu Boğazlardan geçirmekle doğal yasalara karşı gelmek suçunu işlemiştir, bu yüzden ordusu kırılmış, tüm varlığı yitip gitmiştir. Nedeni "hybris"tir, kendini bilmeme, olanaklarının sınırlarım gereğince tanımama, çağdaş düşüncemizde "bilinçsizlik" diye tanımlayacağımız bir yanılgı. Hybris ile Ate arasında kaçınılmaz bir ilinti vardır: bilinçsizlik yanılgıyı doğurur, yanılgı ise insanı doğrudan yıkım ve belâlara sürükler. Aiskhylos ne çarpıcı sözlerle dile getirir bu ilişkiyi! Persler tragdeyasımn 881 inci dizesini şöyle çevirmiş Güngör Dilmen:

Zorbalık çünkü açılıp serpilince

Bir felâket ürünü biçilir göz yaşından.

Kelime kelime ele alırsak bu tümceyi, şöyle bir anlam çıkar yunancasından: Hybris geliştikçe Ate'nin başağını oluşturur, ondan biçilen hasat da göz yaşlarıdır. Yani ölçüsüzlükten suç doğar, suçun ürünü ise pişmanlıktır.

6. Çalışma : Prometheus - Pandora Efsanesi

Ölçüyü insanlığın en büyük erdemi saymakla Hesiodos ilkçağın öbür Yunan ozanları, düşünürleri ile birleşmektedir. Homeros da aynı şeyi söyler, çok sonraları Sokrates de. İnsanlığa özgü ölçü ve sınırları çizmekte, ber durum ve gerçeğe göre bunları saptayarak, bilgiyi bilinç düzeyine çıkarmakta Yunan düşününün ilk ve önemli bir evre aştığı yadsınamaz. Bn görüşe Hesiodos'un katkısı, bu konuda ozanımızın eserinde dile gelen düşüncenin rengi nedir diye araştıracak olursak, Hesiodos'a Yunan yazınında kendine özgü, apayrı bir yer vermek gerekir. İnsan ölçüsünü aşmamalı görüşündedir, ama bu ölçünün ne olduğunu saptamaya gelince, pek az düşünürde rastlanan yeni bir olguyu da besaba katar: Çalışma.

Bundan sonraki bölümde bir sınıf felsefesi olarak tanımlayıp betimlemeğe çalışacağımız bu kavram, sanırım ki, Hesiodos'a özgüdür. Başka bir örneğini bulamıyorum İlkçağ yazınında Roma klâsik çağına dek; bu tek örnek de Hesiodos'un tarım üzerine yazdığı eserini kendine kılavuz edinen Vergilius'tur. Bu bakımdan ozanımız gerçekten yol göstericidir, rehberdir, yukarda değindiğimiz tanrı esinli bir "vates", bir çeşit peygamberdir. Eseri de tam anlamıyla öğreticidir, öğretinin çağdaş anlamında pratik niteliğini taşır, kuramsal olmakla kalmaz, öğretinin uygulanmasını da gösterir.

Ozanın çalışma üstüne öğütlerini dinlerken, gene La Fontaine'in bir masalı gelir aklımıza: Çiftçi ile Oğulları. Herkes bilir bunu: çiftçinin biri ölüm döşeğinde çağırmış oğullarını, tarlalarında bir define saklı olduğunu söylemiş, çocuklar da kazmışlar, kazmışlar, birşey bulamamışlar ama toprak parlak ürün vermiş o yıl.

Akıllı adammış baba:

Anlatmak istemiş ki gider ayak

Define bulmanın yolu çalışmak1.

1 La Fontaine, Bütün Masallar, Türkçesi: Sabahattin Eyuboğlu, 2 nci Basım, Cem Yayınlan, İstanbul 1975.

Hesiodos'un tutumu da, söylediği de aynı. İşler ve Günler'de (İşl. 298 - 316) gene kardeşi Perses'e seslenerek şu öğütleri dile getirir:

Çalış ki açlık bulunduğun yerden kaçsın

.....

Tanrılar da insanlar da kızar o kimseye ki

Hiçbir işe yaramadan yaşar,

Bal yapmaz yaban arılarına benzer,

İşten kaçıp başka arıların balını yer.

.....

Çalışanların sürüleri de olur altınları da,

Çalışmakla sevdirirler kendilerini tanrılara.

Çalışmak değil, çalışmamaktır ayıp olan.

Çalışırsan, çok geçmez çalışmayan imrenir kazancına,

Şan şeref hep kazancın ardından gelir.

.....

Taştan ekmeğini çıkarmaya bak, dinle beni.

Görüşlerini gelişi güzel bilgi ya da deneylerine dayandırarak söylemez, bir doğa yasasının sonucu olarak tanımlar. İşler ve Günler'de Musa'lara Sesleniş'inde Eris'e bir övgü düzer. Kavga - tanrıça Eris'i kim bilmez, Theogonia'da Nyx'in dölleri sayılırken şöyle denir (Theog. 225):

...doğurdu azgın yürekli Kavga'yı.

Bu şirret kavga tanrıçası Eris de

Birçok tanrılar doğurdu sonradan...

ve sayar bir sürü. olumsuz simgesel varlığı, hepsi yitim ve ölümle ilişkili, çoğu ise söz kavgası, çekişme, didişmeye değgin kavramlar; bu sayım dökümün sonunda da Dysnomie (ki kötü yasa, yasasızlık, yâni anarşi anlamına gelir) ve Ate'nin adlarına geçer. Eris'in Theogonia'da olumlu hiçbir yanı yoktur, nerede vardır ki! Eris'in belleğimizde yer etmiş tek efsanesi Altın Elma ve Üç Güzeller'le ilgili değil midir? Hani Thetis ile Peleus'un Olympos'ta yapılan düğünlerinde hırgür çıkarmasın diye çağrılmayan Eris masaya bir elma atar da üstünde "en güzeline" yazılmış olduğundan iş açar tanrılar babası Zeus'un başına. Çoban Paris'in yargıcı olarak seçilmesi, onun gaflete düşerek ödülü Aphrodite'ye vermesi, sonra da Helene'yi kaçırması ve koca bir Troya savaşı bu Eris yüzünden çıkmamış mıydı? Kimse Eris'in olumlu bir yönünü görememiştir Hesiodos'tan gayrı. Ozanımızsa Musa'lara Seslenişinden hemen sonra, şöyle tanımlar Eris'i (İşl. 11 - 26):

İki türlü Kavga vardır dünyada,

Biri övülmeye değer, öteki yerilmeye.

Özden apayrıdır bu iki Kavga,

İnsanı kanlı savaşa götürür birisi,

...

Öteki Kavga'yı daha önce doğurdu Karanlık

Göklerdeki tahtında oturan Kronosoğlu

Toprağın özüne kattı onu.

İnsanlara yararlıdır o Kavga,

O Kavga ki eli tutmaz insanları bile işe sürükler.

Eris insanları çalışmaya itelediği gibi, aralarında yarışmaya, birbirine imrenerek daha çok kazanmaya da özendirir:

Başkası çift sürerken, ekin ekerken,

Evini barkım düzenleyip zengin olurken

Sen yerinde boş oturabilir misin?

Mal mülk edinen komşuna imrenirsin.

İşte bu Kavga'dır insanlar için hayırlı Kavga!

Çanakçı çanakçıya imrenir, dülger dülgere,

Dilenci dilenciyi kıskanır, ozan ozanı.

Perses'e bu Kavga'dan yana olmasını salık verirken, kötü kavgadan sakınıp, pazar yerlerinde onunla bununla tartışacağına, ambarını buğdayla doldurmaya bakması ve önce karnını doyurmağa önem vermesini öğütler. "Hak yemeğe can atan" yargıçlara rüşvet dağıtmakla bir sonuca varılamıyacağını vurgulayarak, yargıçlara şöyle çatar (İşl. 40-41):

Bilmez o kafasızlar ki

Yarım daha büyük olabilir bütünden,

Bir tutam ebegümecinde, bir ot yapracığında

Bilmezler ne hazineler saklı olduğunu.

Toprağın hazineler sakladığı görüşünde La Fontaine ile birleşen Hesiodos ekmeğini topraktan çıkaran köylünün dünyanın her yerinde benimsediği yasa ve kuralları dile getirmektedir. Bunları eseri boyunca sayıp dökerken, hem kırsal yaşamın canlı bir görüntüsünü çizmekte, hem de daha ileri giderek bunun nedenlerini de araştırmaktadır. Prometheus ile Pandora efsaneleri -ki iki eserinde de yer verir bu efsanelere- yalnız masal anlatmak, geleneksel inanışlarla eserini süslemek amacı ve destansal bir tutumla anlatılmış değildir. Burada Homeros'tan apayrı bir yol tutmaktadır Hesiodos. "Etiolojik" bir nitelik taşır bu efsane anlatıları: "aitia" sebep, illet anlamına geldiğine göre, anlattığı efsaneler -hepsi değilse de, asıl vurguladığı en önemlileri- bir olguyu, bir gerçeği açııkamak amacını yansıtır. Gelenekte yer etmiş inanışları, dilden dile dolaşan söylenceleri kendi açıklama gereksinimlerine göre değerlendirip yorumlar. Ozanımıza özgü bu davranış yüzünden, ele aldığı efsanelerin kimi zaman başka anlatılardan çok farklı olduğu, kimi yerde de çelişkili ya da karanlık kaldığı görülür. İki eserinde de en ilginç efsane yorumu, çalışmanın nedenini açıklamaya yarayan Prometheus - Pandora efsanesi ile Çağlar - Soylar efsanesidir kuşkusuz.

Evet, toprağın içinde defineler saklıdır, insan bunları gün ışığına çıkartmak zorundadır, bunun için de tek yol Kavga'nın iyisinden yararlanıp çalışmaktır. Bu böyle, ama neden böyle? Neden çalışmak, didinmek zorunda olsun insan? Bu soruyu sorar Hesiodos kendi kendine, yanıtını bulup çıkarmak için de çok yönlü açıklamalara girişir, iki katlı bir alanda araştırma ve yorumlama yapar, bu alanların biri efsane, öbürüne tarih diyebiliriz biz. Böyle bir ayrım yoktur elbet ozanın gözünde, ama Prometheus - Pandora efsanesi ile Çağlar - Soylar efsanesi arasında öz ve yöntemdeki farkı sezmemek elden gelmez. Tek birleştikleri nokta ozanın kaynaklara dek inme çabasıdır. Prometheus - Pandora bir inancın kaynağı, Çağlar - Soylar bir sürecin kaynağıdır denebilir. Açalım düşüncemizi.

Hesiodos Theogonia’nın yazarıdır: tanrıların kimden, nerden, nasıl doğduklarını tanımlarken, yalnızca insanca dayanan simgesel varlıklara bir köken göstermek, bir soy ağacı çizmek amacını gütmez, gütse de bu ödevi yerine getirirken evrenin kuruluşuna değinerek, bir "kosmogonia" düzmek, doğayı simgeleyen, doğanın içerdiği tüm varlıkların bir oluş, var oluş ve gelişim göstergesini tasarlayıp onu göz önüne sermek amacındadır. Her din böyle bir başlangıç tasarımını özümser, kutsal kitapların hepsi böyle bir girişimin ürünüdür. Hesiodos da uyar bu kurala. Yokluktan varoluşa adım adım ilerleyerek izlediği yolu kanıtlar. Dünya nasıl kuruldu, tanrılar nasıl doğdu, derken üçüncü soru: evrenin en önemli bir öğesi olan insana sıra gelir. İnsan nasıl yaratıldı, insanı kim yarattı? Bu soruya bir yanıt bulmak kolay değildir Hesiodos'un eserinde. Bir "Tekvin" gibi açık seçik konuşmaz bu konuda. Oysa insan çok büyük bir yer, baş yeri tutmaktadır yapıtlarının ikisinde de. Ereği kuşkusuz insan yaşamının nedenlerini ortaya sermektedir. Bu yaşamın koşullarını bilir, betimler, kimi yerde karamsar bir görüşle kınar ve yerer, ama bu böyledir der ve neden olduğunu açıklamayı, olgulara da elden geldiğince çare arayıp göstermeyi görev edinir. Evet, insan nasıl yaratılmış, kim yaratmış, buna değinmez ozanımız, ama insanlığın ortaklaşa gerçeklerini derinliğine araştırır, sorunlarım uzun uzun niteler, tanımlar, eleştirir. İlk ele aldığı konu deminden beri üstünde durduğumuz çalışma sorunu, insanın geçim sorunu. İnsan niçin çalışmak zorundadır? İşler ve Günler'in hemen başlangıcında girişir bu tartışmaya (İşl. 42 vd.):

Tanrılar yer altına gizlemiş besinleri:

Yoksa insan bir gün çalışıp rızkını sağlar,

Sonra bir yıl sırtüstü yatardı,

Asar bırakırdı sapanını ocak başında,

Çözerdi çiftini çubuğunu, öküzlerini.

Zeus kızınca Prometheus'a,

Kendisini aldatan o sivri akıllıya,

Sakladı varını yoğunu insanlardan,

O gün bugün dertlere boğdu insanoğlunu,

Zeus gizledi ateşi insandan.

Ama İapetos'un güçlü oğlu Prometheus

Çaldı Zeus'un ateşini insanlar için,

Sakladı onu narthex kamışının içinde.

Zeus Prometheus'a kızmış; niçin kızmış: kendisini aldattı diye -tanrılar aldatılmağa hiç gelmiyorlar, aldatmayı başaranları korkunç cezalara çarpıyorlar, örneğin Tantalos, Sisyphos vb.- Bu yüzden insanlara ateşi vermez olmuş, Prometheus da ateşi tanrılardan çalıp insanlara götürmüş. Anlatılan süreç bu, ama olup biteni anlamakta güçlük çekiyoruz. Zeus, Prometheus kendisini aldattı diye Prometheus'a kızabilir, ancak öfkesini niye insanlara yöneltip onları cezalandırıyor? Prometheus ile insan arasındaki ilişki nedir ki, bu Titan tanrı hem insanlardan yana çıkıp eylemlere girişiyor, hem de baştanrı bu eylemlere karşılık hıncını insanlardan alıyor? Birinci aşamada insanları ateşten yoksun ediyor, ikincisinde kadın belâsını sarıyor başlarına. Peki, Pandora'dan önce kadın yok muydu? İnsan yaratılınca tek cins olarak mı yaratıldı? Yunan mythos'unun Havva'sı rolündeki Pandora ilk kadın mıdır? Bu sorulara yanıt bulmak olanaksız Hesiodos'un yapıtlarında. Metin şöyle sürdürülüyor:

Kızdı bulut devşiren Zeus, dedi ki ona:

"İapetosoğlu, sivri akıllı kişi,

Seviniyorsun ateşi çaldın, beni aldattın diye,

Ama bil ki dert açtın kendi başına da:

Çaldığın ateşe karşılık bir belâ,

Öyle bir belâ salacağım ki insanlara,

Sevmeye, okşamaya doymayacaklar bu belâyı."

Sonra da tanrıların Pandora'yı nasıl süsleyip püsledikleri anlatılıyor uzun uzun. Prometheus'un tanrıya karşı işlediği ilk suç neydi? Bunu bulmak için Theogonia'ya baş vurmamız gerek. Oradaki Prometheus bölümünde şöyle deniyor (Theog. 535 vd.):

Ölümsüz tanrılarla ölümlü insanların

Mekone'de çatıştığı zamanlardı o zamanlar,

O günlerden bir gün, Prometheus yaranmak için

Koca bir öküzü ikiye böldü getirdi sofraya:

Zeus'u aldatmak istiyordu aslında;

Öküzün yarısı yağlı etler ve barsaklardı

Karın derisi altında saklı,

Öbür yarısı yalın kemiklerdi sadece

Ak yağlar altında kurnazca saklanmış...

Zeus bu paylaşmanın hakça olmadığını hemen sezer ve çıkışır Prometheus'a, ama her nedense kemikli payı alır, Prometheus'un düzenini açığa vurur:

Ve başladı için için kurmaya

Ölümlülerin nasıl hakkından geleceğini...

Zeus ile Prometheus arasındaki içten pazarlıklı konuşmanın sonucunda da şöyle denir:

İşte bu yüzdendir dünyada insanoğullarının

Kurbanların yalın kemiklerini yakmaları

Duman duman sunaklarda tanrılar için.

Burada metin yayımcıları ve çevirmenler gene bir "aitia" yani neden açıklamasına baş vurulduğunu belirtirler: kurban törenlerinde tanrılar için kurbanın butları ile öbür örgenlerinin kemikleri yağlara sarılıp yakılır ya, bu töreye atıfmış yukardaki açıklama, törenin kökenini bildiriyormuş böylece. İyi ama asıl açıklanmasını beklediğimiz yönler karanlık kalıyor. Şöyle: Mekone'de tanrılarla insanların çatışması varmış, böyle bir çatışmadan söz edilmez başka metinlerde, ama bırakalım onu da Mekone'ye bakalım; Mekone Argolis yöresinde, Korinthos'un bir az batısında, Sikyon kentinin bir başka adıdır. Mekone sözcüğü ise, haşhaş anlamına gelen "mekon"dan türemedir, bu çok eski ve kutsal bir kent olan Sikyon haşhaşı tanrıça Demeter'in elinden armağan almış olmakla övünürmüş, çünkü haşhaş da tahıl gibi tanrıçanın imgelerinde görülen bir bereket simgesiymiş. Mekone'deki bu çatışmanın nedeni haşhaş sorunu olmasın asıl ? Yani bet bereket kimin elinde, tanrının mı, insanın mı diye ekonomik bir egemenlik kavgası olarak mı yorumlamalı bu işi? Allah allah, bunca yüzyıl sonra ABD ile Türkiye arasındaki haşhaş sorunu tartışmasını, ambargoları filân mı anımsayacağız şimdi?... Tarih bir tekerrürdür derler, masalla gerçek de mi öyle? Geçelim, çünkü açıklama vermiyor Hesiodos, veremiyor belki de. Tanrıların üstünlüğü sürüyordu ne de olsa. Şu var ki, Prometheus, Theogonia'da başta Zeus olmak üzere Olympos tanrılarına karşı çıkan soyundan gelme Prometheus bir ayaklanmanın, bir direnmenin simgesidir. Kurnazdır, sivri akıllıdır ve tanrılar düzenine boyun eğmeyip başka bir düzenin savunucusu olarak dikilir karşımıza. İnsanlar yararına ateşi çalması başka bir eserde, Aiskhylos'un "Zincire vurulmuş Prometheus" tragedyasında çok daha derin anlamlarla yorumlanır, orada Mekone ve kurban töresinden söz yoktur, ama ateş uygarlığın simgesidir, Prometheus aracılığıyla insanlara geçmesi ise evrensel büyük bir devrimin başlangıcı olarak gösterilir. Baş kaldıran Titan insanın bilince ermesini simgeler (Prom. 107 -113):

Evet, ben, karabahtlı ben başımı bu dertlere soktum

insanlara iyilik edeyim derken.

Bir gün bir narthex kamışı içinde

Çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu.

Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu,

Bütün yolları açtı insanlara.

Suçum bu benim tanrılara karşı,

Bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.

Aiskhylos'un tragedyasında Pandora ve ateşe karşılık baştanrının kadını belâ olarak insanlara yollaması diye bir konum yoktur, tanrı-insan çatışması çok daha düşünsel bir anlamda yorumlanır, ama Hesiodos'un Mekone'deki "zamanlar" diye andığı güne atıf vardır ve şöyle yorumlanır o kavga (Prom. 228 - 239):

Zeus baba tahtına oturur oturmaz

Başladı her tanrıya bir şeref payı vermeye,

Devletinin katlarını önem sırasına koymaya.

Bu arada zavallı ölümlüleri düşünmek

Aklının ucundan bile geçmedi,

Tersine, soylarını ortadan kaldırmak,

Bambaşka, yeni bir soy yaratmak istiyordu.

Bu tasarıya kimse karşı çıkmadı benden başka,

Bir tek ben göze alabildim bunu

Ve kurtardım insanları, önledim

Hades'in karanlıklarında yok olup gitmelerini.

İşte bunun için çekiyorum bugün

Bu çekilmez, bu görmeye dayanılmaz acıları.

İnsanlara acıdım diye bana acımaz oldular.

Theogonia'da da şeref paylarının dağıtılmasına değinilir, Titanlarla Olympos'lular arasındaki savaş bittikten, devlerin soyu yenik düşüp yeraltına atıldıktan sonra sıra gelir o işe, ama. epey demokratik bir yöntemle uygulanmaktadır bu dağıtım Hesiodos'un eserinde (Theog. 881 - 85):

Mutlu tanrılar bitirince bu işlerini,

Şereflerini zorla kurtarınca Titan'lardan

Uydular Toprak Ana’nın öğütlerine,

Engin bakışlı Zeus'a baş vurdular,

Ölümsüzlerin başına geçmesini,

Olympos'un kralı olmasını istediler ondan.

Ve Zeus başına geçip tanrıların

Yetki paylarını dağıttı her birine.

Bunca kavgaya neden olup ölümsüzlerle ölümlüler arasında derin bir uçurum açan, insanlar kendinden üstün varsaydığı güçler arasında sonsuzluğa dek ayrılığı perçinleştiren bu ateş kavramına gelelim. Hesiodos burada kendine meslek edindiği şiir akımından ayrı bir akımla birleşerek peygamber-ozan rolünü belirginlemekte, felsefe kitaplarında kendisine atılan yere hak kazanmaktadır. Ateş, İonya'nın fizikçi düşünürlerinin ilke olarak benimsedikleri maddelerden biridir. Epbesos'lu Herakleitos dostumuz gerçi Hesiodos'a yukardan bakar: "Hesiodos, der, çoğunluğun öğreticisidir. Sanır ki çok şey bilmektedir, oysa gece ile gündüzü bile bilmez: Bir olduklarını bilmez." Işıkla karanlık bir ve özdeştir, diyor Herakleitos. Haklı, onun doğanın özünde gördüğü yasa, özdeklerin (maddelerin) birbirinden oluşmasını gerektirir, en devinekli bir özdek saydığı ateş ise oluşumun kaynağında, kökenindedir. Ama aynı görüşü ozanımız da dile getirmiyor mu ? Çoğunluğun inançlarını "logos" yani akıl yasalarına göre değil de, geleneksel söylentilere dayanarak dile getirdikleri için ozanları böylesi sert bir dille kınayan filozof değil mi asıl sınırlı kalan, doğanın engin yasaları karşısında görece düşünmesini beceremeyen? İlle de ozanı hor görmek, çok sonraları Platon'da da aynı tutum izlenir, oysa ozan insana daha yakın, bu yönden de doğanın baş yasası canlılıkla daha bir haşır neşir. Neyse, elbette ki Hesiodos'un ateş kavramı oldukça ilkel: Zeus'un elindeki ateş yıldırımdır, Prometheus Mekone'de kurbanın asıl yararlı payını, yani besleyici etleri insanlara, kuru kemikleri tanrılara ayırınca, Zeus öc almaya girişir (Theog. 562 - 67):

Ve o günden sonra, unutmayıp bu oyunu

Kayın ağaçlarının üstüne salmaz oldu

Dünyalıların, işine yarayan ateşi.

Ama İapetos'un yaman oğlu bir oyun daha etti:

Bir kumaşın içinde aldı kaçırdı

Coşkun ateşin pırıl pırıl kıvılcımını.

Ateş, yunanca "narthex" denilen içi lifli kamışın içinde saklanır mı saklanmaz mı? Masal bu, deyip geçmeyelim. Halikarnas Balıkçısı dikkatimi çekerdi de, yanlışını bir kez olsun çıkaramadım: Bak, derdi, narthex Dionysos alaylarında Bakkha'ların ellerinde salladıkları bir simgeydi, nenin simgesi, herhalde "enthousiasmos"un, tanrısal coşkunun, ama Ege kıyılarında çeşitli adlarla anılan bu kamış yalnızca örenlerde, antik çağlardan kalma anıtların, yapıların, kentlerin bulunduğu yerlerde biter bugün de, bir narthex gördün mü, bil ki altında, çevresinde, yöresinde bir kalıntı yatar; başka yerde yoktur, bulunmaz narthex. Haklıdır, şaşmaz bir belirtidir bu. Düşünür doğa gerçeklerini bulur belki de, ama onları yanılmaz dille simgeleyen kim? Ozandır, dün de öyle bugün de öyledir. Ozanlar ateşin uygarlık simgesi olduğunu kanıtlamışlar, söyledikleri gerçek ise bin yıllar sonra da hep gerçek, somut gerçek. Onun için, ateşin ilke olduğunu ne kadar düşünüp kavramış olsa da Herakleitos, ateşi bize ölümsüzleştiren filozof değil, ozandır, Hesiodos'tur.

Kaldı ki, düşüncesini ne büyük özenle sürdürmeye, açımlamaya, kanıtlara kanıtlar katmaya uğraşır Hesiodos! İnsanca, insanın içine işleyen bir araştırıcılıkla. Bakıyor insanlık dertten, hastalıktan kırdıyor? Peki niçin? Nedeni ne ola ki bu yürekler acısı halin? Ya uyduruyor ya da sürdürüyor Pandora efsanesini: aldatmacaya aldatmaca diye kadını insanlığa baş belâsı olarak yaratmış tanrılar, öyle güzel de yaratmışlar ki, Epimetheus -Prometheus ne kadar kurnaz, sivri akllıysa, kardeşi Epimetheus o kadar bön ve budaladır, yarım akıllıdır; birinin adı "öngören", ötekinin adı "sonradan düşünen" anlamına gelir ya- Zeus'tan armağan alma öğütünü unutup kapılmış güzel kadının büyüsüne. Pandora’nın betimlendiği iki parçayı (Theog. 570 -616 ve İşl. 43 -105) önceki metinde okumuştur okurlarımız, değerlendirmişlerdir. Birkaç dizesini birlikte okuyalım gene (Theog. 585 - 89):

Ve Zeus bir nimete karşılık

Böylesine güzel bir belâyı yaratınca,

Götürdü onu tanrıların ve insanların önüne

Tanrı kızı gökgözlü Athene'nin bütün süsleriyle.

Ölümsüz tanrılar ve ölümlü insanlar

Şaşakaldılar görünce bu aldatıcı güzelliği,

İnsanları baştan çıkaracak olan

Bu derin, bu sonsuz büyü kaynağını.

Kadınsanız, bundan sonrasını okumak güç: kadın asalakmış, tembelmiş, kötülükten gayrı bir şey gelmezmiş elinden, yoksulluğa bir türlü alışamaz, hep bolluğu özlermiş, diyor Hesiodos olacak ozan. Kadının, bu kusurlarına bir de merak eklenince, açmış açma dedikleri küpün kapağım, böylece dertler, belâlar yayılmış dünyaya. Bu motif bize İlyada'daki bir parçayı anımsattı: Priamos, Akhilleus'un öldürdüğü oğlu Hektor'un ölüsünü geri almak için yiğidin barakasına geldiğinde, Akhilleus önce ihtiyar kralın yürekliliğine şaşar, sonra insanın kötü yazgısı üzerinde düşünmeğe başlar, şöyle der (İl. XXIV, 525 - 33):

"Talihsiz ölümlülere tanrılar şu kaderi dokudu:

Yaşayacak insanlar acı içinde.

İki tane küp durur Zeus'un eşiğinde,

biri kötü, biri iyi bağışlarla dolu.

Zeus karıştırır bunları, sunar ölümlülere,

İyisinde de, kötüsünden de pay alır insanoğlu,

Ama yalnız kötü bağıştan pay alırsa bir adam

yoksul olur, hor görülür,

zorlu açlıkla sürünür tanrısal toprak üstünde,

tanrılar, insanlar dönüp de bakmaz yüzüne.''

Ama benzerlik bu kadardır: Pandora ya da Prometheus'tan söz edilmez Homeros destanlarında.

Pandora Yunanın Havva Anasıdır dedik, benzer yönleri de çok: söz dinlememesi, merakı, dik kafalılığı. Kadına özgü bu nitelikleri iyi yakalamış denebilir Hesiodos için, giderek salgın ve hastalıkların içinde bulunduğu küp motifi bir bakıma elma ve yılan motifinden daha anlamlı sanki. Bütün insanlığın bir sorununu dile getiriyor, bireysellikten çıkıyor. Hesiodos Pandora efsanesini nerden aldı? Hiçbir izi bulunmaz örneğin Homeros'ta. Bu sorunun tartışmasını sonraya bırakalım da şimdilik ne kadar kadın düşmanı olursa olsun, ozanın Pandora'yı betimlediği parçaların ikisine de tüm eserinde eşine az rastlanan bir tat vermiş olduğuna dikkati çekelim. Özenmiş de yazmış, besbelli kendisi de kapılmış kadının "o sonsuz büyüsüne."