Hesiodos Pandora efsanesini bir yerde yetersiz buluyor olmalı ki, şöyle sürdürüyor anlatımını (İşl. 106 - 107):
İstersen bu sözlere başka sözler katayım da,
Daha düzenli, daha bilgince olsun söylediklerim.
Ve girişiyor Çağlar - Soylar mythos'u diye adlandırdığımız efsaneye. Çok ilginç bir parçasıdır bu, İşler ve Günler yapıtının, belki de en meraklısı, en düşündürücü bir bölümü. 106'dan 201'inci dizeye kadar uzanır, konusu şudur: insanlık yaratıldığından bugüne dört ya da beş çağ yaşamıştır, beş soy izlemiştir birbirini; birincisi altın soyu, ikincisi gümüş soyu, üçüncüsü tunç soyu, sonuncusu da demir soyudur ki, üçüncü ile beşinci soylar arasına adları madenle nitelenmeyen bir kahramanlar kuşağı gelir. Madenler burada yalnız bir nitelik, bir değer belirtisi olarak alınmıştır, yoksa herhangi bir soyun gerçekten madenle yoğurulmuş olarak meydana getirildiği düşünülmez; altın madenlerin en değerlisi, gümüş ondan sonra gelen, tunç gümüşten de daha az güzeli, demir ise en sert ve en az değerlisini simgeler. Madenlerle nitelendirilmeleri soyların salt değer ölçüsü bakımlından yozlaşıp gerilediklerini dile getirir. Soyları madenlere verilen değer ölçülerine göre biçmek Hesiodos'un bir buluşu mu? İlyada'dan yukarda sözünü ettiğimiz parçada Akhilleus Priamos'a: "Demirden bir yürek varmış göğsünde" der (İl. XXIY, 521), birçok oğlunu öldüren bir adamın barakasına gelmeyi göze aldığına şaşarak. Homeros da, başka şairler de Aphrodite'ye "altın" sıfatını takarlar, böylece tanrıçalar arasında en güzeli, en seçkini olduğunu belirtmek isterler.
Hesiodos'un metnini şimdi daha yakından izleyerek, bu Soyları nasıl nitelendirdiğini görelim: birinci, yani altın soy Kronos'un egemen olduğu çağa rastlar, bu dönemde insanlar kaygısız, acısız ve dertsiz yaşarlar, her türlü nimetten ve toprak bereketinden yararlanırlar. Bu soyun insanları -ne kadar yaşadıkları belirtilmiyor- göçtükten sonra birer "daimon" olurlar. Bizim "cin" diye çevirdiğimiz -ki cin yunanca daimon'un lâtince karşılığı olan "genius" tan türemedir- daimon sözcüğü kökeni iyice bilinmeyen ve genellikle tanrı, tanrısal varlık anlamanda kullanılan bir kavramdır. Homeros destanlarında "daimon" "theos" yani tanrı ile eş anlamlıdır, sonraları, özellikle Platon'un felsefî bir içerik kazandırdığı bu kavram kimi insanın ölümden sonra da sürdürdüğü bir varlık, iyilikçi bir ruh olarak anlaşılmalı; netekim tunç soylularla demir soylular arasında yerleştirilen kahramanlar öldükten sonra "dünyanın sınırlarında, Mutlu Adalarda yaşamlarını sürdürüyorlar" (İşl. 167 - 173). Gümüşten diye nitelenen ikinci soy bir azmanlar soyudur; boyları ve akılları ile altın soylulara hiç benzemediklerini söylemekle birer dev olduklarını mı belirtmek ister Hesiodos (İşl. 129)? Yüz yıllık bir ömrü çocuk olarak geçiren, erginlik çağına gelince de çok yaşamadan göçen bu yaratıkların yukarda sözünü ettiğimiz "hybris" yüzünden yok olup gittiklerini vurguluyor ozan. Hybris'in burada tam bir tanımı da yapılıyor: ölçü tanımamak, tanrıları saymamak, din görevlerini yerine getirmemektir "hybris". Bunların yaşamı Zeus'un egemenlik dönemine rastlamış olsa gerek ki, Kronosoğlu kızıp yeraltına gömüyor onları, ama bunların da birer cin olarak yaşamlarını sürdürdükleri belirtiliyor (İşl. 127 - 142). Acaba bu gümüş soylulardan Hesiodos Theogonia'da sözünü ettiği Titanları mı kasılediyor? Bu konuya değineceğiz. Altın ve gümüş soyluların "Olympos'ta oturan ölümsüzlerce" yaratıldığı, üçüncü tunç soyunu ise Zeus'un yarattığı söyleniyor (İşl. 143), bunlar da öbürleri gibi kendilerinden öncekilere benzemez deniyor, oysa azmanlıkta, güç ve küvette, korku salmakta onların daha ileri bir aşamasını simgeliyorlar sanki. Ağaçtan doğma (İşl. 145) oldukları söylenen bu korkunç yaratıklar bize Theogonia'da sözü geçen Yüzkollu devleri anımsatır (İşl. 145 -151):
İşleri güçleri azıtmak, saldırmak, öldürmekti,
Bunlar ekmek yemiyordu, taş gibiydi yürekleri,
Korku salıyorlardı gittikleri yere.
Önünde durulmuyordu güçlerinin,
Yenilmek nedir bilmiyordu
Gürbüz omuzlarına çakılı kolları.
Tunçtandı silâhları, tunçtandı evleri,
Tunçla kazıyorlardı toprağı,
Çünkü kara demir yoktu henüz.
Kendi elleriyle yok olup Hades'e göçtükleri ve hiçbir ad bırakmadıkları ekleniyor. Dördüncü ara soy -besbelli ki ozan büyük destan kahramanlarını bu saydığı uğursuz soylar arasına koyamadığı için- ayrı bir yer almaktadır. Daha doğru, daha yürekli olarak nitelendirdiği bu kahramanların ölüp ölmediklerinden emin değilmiş gibi, onlara insanlardan ırak adalarda bir çeşit altın çağı yaşatmaktadır (İşl. 166 - 173).
Beşinci soy Hesiodos'un kendi soyudur. Dövünür bu soydan olduğuna, bu belâlı çağda yaşadığına (İşl. 174 - 201). Hali tanımlarken geleceği de öngörür ve kötülüklerin daha da çoğalıp erdemlerin alt edileceğini, ne kadar suç ve günah varsa hepsinin yeryüzüne yerleşeceğini, bu yüzden de tanrıların kendi kaderlerine bıraktıkları insanlardan Aidos ve Nemesis gibi ar, namus ve cezayı simgeleyen tanrısal varlıkların bile dünyadan ayrılacaklarını, kötümserin kötümseri, karamsarın karamsarı bir öngörüyle bildirir. Kıyameti haber verir gibidir. Ne var ki burada birden keser sözü ve onanmaz gibi gösterdiği duruma bir çare gösterir: Dike, yani Adalete bir övgü düzer (İşl. 202 - 285). Hem yargıç-krallara, hem de kardeşi Perses'e seslenerek dile getirdiği bu hymnos belki de eserlerine serpiştirilmiş bulunan övgülerin en içteni, en anlamlısıdır. Ölümsüz bir anıt sayılabilir belli bir sınıfın din ve ahlâk görüşüne. İlerdeki bölümde inceleyeceğiz bu uzun ve anlamlı övgüyü.
Şimdilik Pandora ile Soylar efsanesini ayrıntılarıyla hem incelemeye, hem de başka efsanelerle karşılaştırmaya çalışalım. Pandora'ya Theogonia'da 19 dize (Theog. 570 - 589), İşler ve Günler'de ise 30 dize (İşl. 59 - 89) ayrılmıştır. Her iki parçada da kadının yaratılması ve Epimetheus'a götürülüp verilmesi anlatılır. Pandora Zeus'un buyruğuyla demirci tanrı Hephaistos eliyle yaratılır; İşler'de Zeus bu konuda buyruğunu dile getirmektedir:
Namlı şanlı Hephaistos'u çağırdı hemen:
Bir parça toprak al, suyu karıştır, dedi,
İçine insan sesi koy, insan gücü koy,
Bir varlık yap ki yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin,
Bedeni güzelim genç kızlara.
Daha başka tanrılara da seslenerek, bu yaratmaya katılmalarım söyler. Theogonia'da Pandora'yı yaratmak yalnız Hephaistos ile Athena'ya düşüyorsa, İşler'de bu işe Aphrodite, Hermes, Kharit'ler, Peitho, Hora'lar da katılır ve her tanrı kendi yetki alanına göre birşeyler verir kadına. Her iki parçada da Pandora’nın süslenmesi özenle betimlenir. Böylece hem yaratılmakta olan varlığın nitelikleri ve karakteri ortaya çıkar, hem de çekiciliği daha bir canlanır gözümüzün önünde. Betimlemede böyle bir özenmeye ancak İlyada'da Akhilleus'un gene Hephaistos eliyle yapılan kalkanının anlatımında rastlarız (İl. XVIII, 468 - 617). Nefretle andığı, dünyada ne kadar dert ve acı varsa hepsinin kaynağında gördüğü bu belâlı yaratığı ne büyük sevgiyle anlatıyor Hesiodos, o kuru ozan, o bağnaz düşünür, o somurtkan adam nasıl da coşmuş, şaşarsınız. Güzelin güzeli birkaç dizesini yazalım aşağıya (Theogonia'dan):
Gökgözlü tanrıça Athena da urbalar giydirip
Bağladı belini ve alnından aşağı
Öyle bir duvak düşürdü ki,
İşlemeleri bir şenlikti gözler için.
Pallas Athena bir çelenk koydu başına
Çayırların taze çimenleriyle bezenmiş.
(Hephaistos) bir de altın taç koydu başına...
Bu taçta neler vardı görülesi, neler:
Toprağın, denizlerin beslediği bir sürü yaratıklar...
Büyülü, pırıl pırıl bir iklildi bu
Canlanacak, konuşacak gibi nakışları.
Kharit'lerin altın gerdanlıklarla, Hora'Iarın saçlarını bahar çiçekleriyle donattıkları, Hermes'in de göğsüne yalan dolanı doldurduğu bu güzele Pandora adını takmış tanrılar, "Pandora demek bütün tanrıların armağanı demekti" diye açıkkyor Hesiodos. Epimetheus da kardeşi Prometheus'un ihtarına karşın alıyor armağanı ve "alınca da anlıyor başına belâ aldığını".
Tekvin'de sözü geçen Havva anamız ise hiç böyle özenle yaratılmıyor. Tanrı Âdem'i topraktan yoğurup içine can üfledikten, Aden bahçesine yerleştirdikten ve hayat ağacını ona gösterip bu ağacın meyvasından yemeyi kendisine yasakladıktan sonra, ona yardımcı olarak bir yaratık meydana getirmek üzere, uyutur Âdem'i, kaburga kemiklerinden birini alır ve ondan bir kadın yapar. O kadar. Âdem kadını kendisine eş bilir, dolaşırken Aden bahçesinde yılan gelir, kadını kandırır, o da yasak ağacın meyvasından bir tane koparır yer. Bu sırada Âdem nerdedir, belli değil, o da duymuş mudur yılanın söylediklerini, duymamış mıdır bilinmez, ne ki Havva'nın uzattığı meyvayı o da yer. Sonra olan olur, Tanrı ikisini de kovar cennet bahçesinden. Bu arada savurduğu korkunç tehditler ilerde uygulanacak gerçeklerdir: toprak lânetli olmuştur, insan artık alnının teriyle ekmek yiyecektir, insan topraktır ve toprağa dönecektir. Hesiodos'un anlattığı mythos'ta cennetin adı geçmiyorsa da, Pandora’nın suçundan önce insanların yeryüzünde dertsiz kaygısız yaşadıkları ve toprağın kendiliğinden bereket saçtığı vurgulanıyor.
Tekvinle Hesiodos'un eseri arasında ne gibi bir ilinti kurulabilir? Aynı kaynak ve geleneklere mi dayanıyor ikisi de? Bu konu üstüne ele geçmiş bazı ipuçlarını ilerde değerlendirmek yolunu arayacağız. Doğrudan ilişki bir yana, Hesiodos'un tutum ve davranışında Kutsal Kitabı anımsatan noktalar bulmuştuk. Ozanımızın tarihsel akış görüşü, çağların, soyların birbirlerini izledikleri ve genel evrimde iyiden kötüye doğru bir gidiş olduğu kanısı Kutsal Kitabın ana görüşü ve kuruluşunda kullanılan yöntemle kıyaslanabilir. Bir benzerlik olduğu kuşkusuz, özellikle böyle bir görüşe Yunan yazınında, hele kendinden önce biç bir yerde rastlanmadığı göz önüne alınırsa. Homeros destanlarında tüm insanlığı kapsayan bir gelişim sürecinden iz yoktur, hoş tanrılardan ve efsanelik kahramanlardan başkalarının pek sözü geçmez biliyoruz bu destanlarda. Ama kaderi ne kadar ak ya da kara olsa insanların kötüye giden bir akım içinde yaşadıklarını aklından bile geçirmez destan yazarı. Tanrılarla insanların al takke ver külâh, neşe içinde ömür sürdükleri bir yaşamı betimlemeyi amaçlayan ozan ekmek kavgası diye bir şey bilmez, biliyorsa da ona değinmeyi düşünmez. Ne karamsardır, ne iyimser, daha doğrusu kendi çağını, kendi yaşantısını ya da çağdaşlarının yaşantısını söylemez ki, bu konuda duygusal ya da düşünsel bir tavır takınmak zorunluluğunu duysun.
Hesiodos'un karamsarlığı kendinden sonraki ozanlara bulaşmıştır. İonya'da gelişen lirik şiir, özellikle eleji bu tutumu sürdürür. Ne var ki bunların kötümserliği ya kişisel bir eğilimin, ya da işledikleri türün bir gerekçesidir, bir tarih ya da dünya görüşünü içermez. Netekim Hesiodos'tan sonra Yunan yazınında Hesiodos'un ele aldığı efsanelerden iz bulmak olanaksız gibidir. Hesiodos'u Yunan şiirinden çok Lâtin şiiri sürdürdü diyebiliriz. Büyük şairler izinden yürümüşlerdir: Vergilius, Ovidius en parlak temsilcileridir bu akımın. Hesiodos belki şiirden çok felsefeyi etkilemiştir, ama o alanda da ozanın somut örneklerle canlandırdığı görüşünün ancak soyut bir yankısı bulunabilir, insanların üstüne üstüne yürüyen, onların aydınlatılmasını, eğitilmesini amaçlayan inançlı, eylemci davranışı kimde var? Kimsede yok. Neden yok, çünkü o sınıf bir daha dile gelmemiştir Yunan yazınında diyesim geliyor. Evet, Hesiodos bir sınıfın, köylü sınıfının felsefesini açımlar, savunur ve yayar. Gelecek bölümde ele alalım bu konuyu.
Hesiodos'u tanıdık bir dereceye kadar: denizüstü alış verişe ayak uyduramamış, bir kıtadan öbür kıtaya geçerek ekmeğini topraktan çıkarmaya çabalayan bir göçmen ailesinin çocuğudur. Çevresi tümüyle sevimsiz ve yabancı görünür gözüne. Yaşamının tatsızlığını imgelem gücüyle süslemeye uğraşırken, bir yandan da kapkara gerçekleri, doğa ve insan yasalarının sırlarına ermeğe çalışmakla hem anlamaya, hem de çaresizliğine çare bulmaya girişir. Yetilerinin sınırlarını zorladıkça zorlar, düşünme ve imge kurma olanaklarını son kerteye dek kullanarak, geleneksel verilerle birleştirmeyi, böylece kendine özgü bir öğreti yaratmayı başanr. Ozandır, düşünürdür karşımıza koyduğu yapıtlarda, düşünürlüğü ozanlıkla bağdaştırmayı denediği içindir ki, bu çift yönlü işlevini ancak tanrı vergisi bir esinin ürünü sayar, kendini de bir peygamber olarak değerlendirir. Zordur giriştiği iş, rahatsız ve sıkıntılıdır her attığı adımda. Bu nedenle açıklanabilir şiirinin kimi yerde hantallığı, beceriksizliği ve genellikle eşdüzeyde, eşdeğerde olamayışı. Homeros'un tam tersi bir ozandır Hesiodos. Konu edindiği dünya öylesine başka bir dünyadır ki, iki ozanı karşılaştıran bir yarışma olduysa gerçekten, Hesiodos'a bağımsızlık ve özgürlük ödülünü vermemek elden gelmez. Koca Homeros'un biçim kurallarına tıpatıp uyduğu, bir bakıma din ve dünya görüşünü paylaştığı halde, bu kadar farklı bir toplum anlayışı ortaya çıkarabilmesi şaşılacak şeydir, iki ayrı sınıfın insanı olmıyabilir Homeros ile Hesiodos, Homeros da meslekten bir ozandı herhalde, ama betimlemeye giriştikleri sınıf bambaşka: biri tanrılarla kahramanları, ikisini de aynı toplum katında canlandırarak anlatır, öbürü tanrılarla insanları ele alır, aralarında kesin, düşmanlığa varan bir ayırım yaparak.
Theogonia’nın ozanı bu dünyaya geldi geleceğine bin pişmandır. İnsanlık tarihinde çeşitli evrelerin birbirlerini izlediklerine, tıpkı tanrılar gibi insanların da çağlara ve kuşaklara göre ayrılabileceklerine inanır. Değişim ve gelişimi ilke olarak benimser. Felsefe ile, örneğin felsefî düşüncenin en başta gelen kurucusu Herakleitos ile atbaşı gitmektedir bu görüş ve anlayışta. Evrensel bir yasayı yakalamıştır: herşey değişir ve gelişir, ama Herakleitos gelişime değer ölçüleri biçmediği halde, ozanımız düşün sürecine duyarlığı ve duygusallığı da kattığı -bu bakımdan ozanca bir yaklaşıma giriştiği- için yan tutmakta ve tam bir karamsarlığın sözcüsü olmaktadır. Ne ki bu görüşü tüm evrene uygulamaya kalkıştığında ikircikli bir tutumdan da kurtulamaz: ister istemez bir ayrım yapar tanrılarla insanlar arasında. Kötüye gidiş yalnız insanlar içindir, evrenin kuruluşundan bu yana tanrılar da evrimler yaşamış ama son bir düzene, yani Zeus ve Olympos'luların egemenliğine varmışlardır. Bunun kötü olduğunu söylemesi elbette beklenemezdi Hesiodos gibi dinsel inançları sapa sağlam yerleşmiş, ayrıca da geleneksel değerlere insanları eğitmeyi görev edinen bir ozandan. Tersine yapıtlarının ikisinde de tanrılar arasında mevcut düzeni var gücüyle savunur, çelişkilere düşmeyi göze alarak ya da onları bile bile gözden uzak tutarak. Tanrılar katında ne olmuşsa iyi olmuştur, düzenin gelişme sürecini aydınlatmak için, yerleşme nedenlerini açıklamak için biçbir çabayı esirgemez, bu yolda mantığını kullandığı gibi, akıl yürütme yöntemlerinin hepsine baş vurur, üstelik sanat yetilerinden alabildiğine yararlanır. Düzensizliğin ta kendisi kaos'tan düzenin simgesi kosmos'a varmıştır tanrılar, özellikle Zeus ve Olympos'lular kuşağı, oysa insanlık tam tersine cennetten cehenneme yol almıştır. Neden, nasıl oldu bu ve bugünkü durumda ne yapmak gerekir bir düzene varmak için yeni baştan? Hesiodos'un bu sorunları açımlamak için görkemli bir ödevi yüklenmesi yapıtlarına en yüksek düzeyde öğretici-eğitici niteliklerin tanınmasına yeter.
Kendi çağını betimlemeye girişti mi yerden yere vurur ozan kendini: beşinci ve son çağa varılmıştır, demir çağına (İşl. 174 vd.):
İnsanoğullarının beşinci soyuna gelince,
Keşke o soydakilerden biri olmasaydım ben,
Keşke daha önce ölsem, ya da daha doğmasaydım!
Neden derseniz, pek açık değildir yanıtı: gündüzleri didinip ezilirler, geceleri kıvranıp dururlarmış demir soylular, tanrıların yolladığı türlü dertlerle. Bu dertlerin kaynağını da, türlerini de yeterince aldattığı için, artık üstünde durmaz, hemen geleceğe yönelir ve daha da tüyler ürpertici bir tablo çizer (Işl. 179 vd.):
Ama bir gün gelecek, Zeus, Kronos'un oğlu.
Bu insan soyunu da yok ediverecek.
O zaman ak saçlı insanlar soyu gelecek...
bununla insanın yaşlı olarak doğacağını mı söylemek istiyor Hesiodos? Bu soy için yaptığı tanımlamalar baba oğlun birbirine benzememeleri, ana baba saygısının, kardeşliğin ve dostluğun yok oluşu, her türlü erdemle birlikte tanrı korkusunun da yitirileceği, sonunda da kötülüğe boğulacak dünyadan ar namus ve vicdanı simgeleyen iki tanrıçanın Aidos ile Nemesis'in de insanları bırakıp tanrılara sığınacağıdır. Besbelli ki ozan bu karanlık geleceği kesinlikle tasarlamak istememiş, hemen kendi zamanına dönerek, günün dertlerine bir çare aramayı yeğlemiştir. İşte burada toplum felsefesi diye nitelendirebileceğimiz bir öğretiyi dile getirmeyi başarmaktadır Hesiodos.
Her öğreti gibi toplumsal düzenin eleştirisi ile işe girişir. Aile biriminden başlar: erkek ve kadın; kadın yaratılışından bu yana bir belâdır, yukarda da saydık, kusurların hepsini kişiliğinde içermektedir. En iyisi kadına biç yanaşmamak, bu derde hiç bulaşmamaktır. Netekim akılsız Epimetheus ağabeysi Prometheus'un Zeus'tan armağan alma öğüdünü hiçe saymış bu yüzden hem kendinin hem insanlığın başına belâ getirmişti. Hesiodos aynı öğüdü kardeşi Perses'e yineler (İşl. 373-75):
Takıp takıştırıp kıçını sallayıp
Aklını çelmesin kadının biri.
Gözü ambarındadır diller dökerken sana,
Ha kadına güvenmişsin, ha bir hırsıza.
Böylesi bir genelleme, bir suçlama karşısında apışıp kalsak da ozan mizojindir deyip geçemeyiz. Netekim kendi de kadın ve evlilik sorununa değinmek zorunluluğunu duyar ilerde. Evet kadın bir belâ, ama onsuz olamıyacağına göre, bu konuda kardeşine pratik öğütler vermeden de yapamaz. Her zaman her yerde söylenegelen beylik görüşleri sıralar -hoş bunlar Hesiodos'tan önce beylik değildi belki kendi buluşları ise iyi tutundular, kutlamalı- erkek zamanı gelince kendine bir eş almalı, karısı kızoğlan kız ve çok genç olmalı ki erkek onu istediği gibi yetiştirebilsin; akralıadan kız almak iyidir, ama erkek karısını seçerken iyi düşünmeli ki komşularına rezil kepaze olmasın. Sonunda şöyle bağlar (İşl. 702 - 3):
Erkek için en büyük nimet
İyi bir karısı olmaktır bu dünyada,
En büyük mutsuzluk da kötü bir karısı olmak...
Filân falân. Çocuk bahsine gelince, Hesiodos hemen miras meselelerini düşünür, ağzı sütten yandığı için... (İşl. 376 - 80):
Bir tek oğlun olsun baba mirasına konan.
Ancak böyle çoğalır evin zenginliği.
Sen yaşlanıp ölünce oğlun tutar yerini.
Ama çocuğun bol olursa, Zeus'un yardımı da bol olur.
Çok kişi çok iş görür, ona göre de artar kazancı.
Tipik köylü görüşüdür bu, bugünde de dünyanın ber köyünde, özellikle Türkiye'de savunulan. Çevresi ile ilişkilerinde de aynı tutum ve davranışı savunur Hesiodos. Komşuluğa çok önem verir: komşu ve komşuluk konusunda çokluk tek dizeye sığdırdığı düşünceler başka dillerde, özellikle türkçede karşılığı bulunan özdeyişlerdir. Birkaçını buraya almaya değer (İşl. 342 ile 351 dizeleri arası):
Komşunun kötüsü belâdır, iyisi bir hazine
. . .
Ne mutlu iyi bir komşusu olana
. . .
Komşun kötü olmazsa öküzün ölmez
. . .
Seni seveni çağır sofrana, sevmiyeni değil,
Çağırdığın daha çok komşuların olsun.
. . .
Komşudan ödünç aldığını tanesi tanesine say,
Tastamam da geri ver, mümkünse fazlasıyla.
Çağlarüstü ve uluslararası halk usunu, köylü görüşünü yansıtan bu deyişler Hesiodos'un geleneksel kaynaklardan nasıl beslendiğini göstermekle kalmaz, insanlığın ortak malı olan düşünceleri ne büyük rahatlıkla dile getirdiğini de açığa vurur.
Hesiodos köylünün tüm özellik ve niteliklerini taşır kişiliğinde: tutucu ve tutumludur, cömertliği ölçülü, ilişkilerinde kuşkucudur. İşte size İşler ve Günler'den derlenmiş birkaç örnek:
Seni seveni sev, sana gelene git;
Verene ver, vermeyene verme,
Verene herkes verir, vermeyene kimse vermez.
. . .
Dostuna vereceğini anlaştığın gibi ver.
Kardeşinle bir anlaşma yaparken bile
Şakaya vurup bir tanık çağır yanına.
Güven de güvensizlik de yıkar insanları.
. . .
Az üstüne az koyar, koydukça da koyarsan
O az dediğin çok olabilir.
. . .
Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün.
Karını parayla satın al ki
Gereğinde yürüsün öküzlerin ardından.
. . .
Aracın, avadanlığın evinde olsun,
Olsun ki başkasından istemeyesin.
Vermedi mi, mevsim geçer, işin yüz üstü kalır.
Hiçbir işini ne yarına bırak, ne öbür güne.
. . .
Arkadaşına kardeşim deme biçbir zaman,
Dersen, kötü davranamazsın artık ona karşı.
. . .
Ölçülü ol, neyi ne zaman yapacağını bil.
Örnekleri alabildiğine çoğaltabiliriz. Yapıtlarının, özellikle İşler ve Günler'in didaktik, öğretici türe girmesi bundandır. Hesiodos bilgisi, yaşantısı ve deneyleri ile öğrendiklerini birbirine karıştırarak aktarmayı iş edinmiştir kendine. Ama bununla kalsaydı, dünya yazınının bilgi derleyici birçok yazarları arasında yerini alır, böylelerinin çokluk kuru ve sıkıcı yapıtlarının ötesinde bir etkenlik edinemezdi. Oysa öğreti yaratmış bir düşünür sayılmalıdır Hesiodos. Bakalım nasıl?
Kaynağım nerden alırsa alsın -bu soruna ilerde değineceğiz-Theogonia'da bir kral soyunun öyküsünü anlatır Hesiodos: tanrılar egemenliği ele geçirmek, kral olmak için savaşırlar kuşak kuşak. Bu çatışma baba oğul arasında olmakta, baba oğlunun tahta çıkmasını önlemek için onu türlü çarelerle ortadan kaldırmaya çalışmakta, oğul ise babasının düzenini boşa çıkararak onu devirmeyi ve yerine geçmeyi başarmaktadır. İlkin Uranos kraldır, sonra Kronos babasını alt eder, sonunda da Zeus Kronos'u yenip gökte ya da göğü simgeleyen Olympos'ta kral olur ve krallık yetkilerini kardeşleri ile paylaşır. Bu süreçte kaba kuvvete, kimi zaman da devler, azmanlar gibi doğaüstü güçlerin yardımına dayanarak elde edilen üstünlük belli bir değer yargısına vurularak eleştirilir mi, eleştirilmez mi? Çoğu ozanlarda böyle bir eğilim ya da çaba görülmez. Homeros örneğin tanrıların ve tanrıların babası olarak Zeus'un egemenliği üstüne kafa yormaz, bu neden böyledir, böyle olması iyi midir değil midir diye bir soru sormayı aklından bile geçirmez. Kimi yerde Zeus'un üstünde daha üstün bir güç bulunduğunu belirtse bile, Zeus'un ve öbür tanrıların Troya savaşına duygusal nedenlerle karışmalarına, gelişi güzel yan tutmalarına ses çıkarmaz. Olup bitenleri biçbir sağtöre kaygısı gütmeden olduğu gibi betimler. Sağtöre deyince insan akla gelir, töre, hak hukuk, iyi kötü, güzel ya da çirkin düşüncesi insan aklıyla sıkı sıkıya bağlı, insanca yargıların ürünü değil midir? Bu çeşit ölçüler tanrılara uygulanmaz destan çağında, netekim insanların değeri de tanrılara orantılı olarak biçilir: Helene'nin güzelliği "tanrısal" diye nitelenir, Akhilleus ya da başka bir yiğidin yiğitliği "tanrıya denk" diye belirtilir. Tanrı herhangi bir değerin simgesi, ta kendisi olduğuna göre, onu insansal ölçülere göre ölçmek yoluna gidilmez, gidilmez ama onu betimlerken insan gibi davranışı da önlenemez. Destan şairinin bu tutumu ister çağının, ister yaklaşımının bir sonucu olsun, sonraları sert eleştirilere yol açmıştır. Felsefe bu yüzden Homeros'un iler tutar yerini bırakmamıştır.
Hesiodos'un yaklaşımı başkadır. Krallık sürecinin çeşitli aşamalarını izlerken bir ilkellikten, bir düzensizlikten bir uygarlığa, bir düzene doğru evrimi izler, bu evrimi insansal ölçülere göre değerlendirmeyi ödev bilir. Theogonia’nın ta başında Musa'lara övgüsünü düzdüğünde, hemen tanrı kralı ile insan kralı arasındaki ilişkiyi vurgular: krallık Zeus'tan gelmedir, ama kral ancak "haklı ve dosdoğru yargılar verdiği zaman" kraldır, tanrısal niteliğini de ancak bir çaba sonucu haklı davranışı ile elde eder. Zeus'un kızları Musa'lar -esin perilerinin Theogonia'da Apollon ile değil, daha çok Zeus ile ilintili gösterilmeleri dikkati çeker- tanrı ile insan arasında birer araçtır, krallara doğru yolu gösteren, ozanlara gerçekleri esinleyen bir araç (bkz. Theog. 75 - 103). Evrenin kuruluşunda Zeus'un kral olarak yerleşmesine değin izlenen süreçte oluşum belli bir "isteme" göre gerçekleşmektedir, bu istem Zeus'tan gelmedir. Kronos bu istemi sezindiği içindir ki döllerini yutmayı yeğler (Theog. 46İ - 465):
Korkuyordu Uranos'un mağrur torunlarından biri
Ölümsüzler arasında kral olacak diye.
Gaia ve Uranos bildirmişlerdi ki ona
Ne kadar güçlüler güçlüsü de olsa
Kendi oğluna yenilmekti kaderi.
Buydu çünkü büyük Zeus'un istediği.
İlginçtir bu dizeler: ilk kral kuşağından olan Uranos ile Gaia'nın kader sözcülüğü yaparak Zeus'un istediğinden -bu istem ortaya çıkmazdan çok önce- söz etmeleri Homeros'un tersine Hesiodos'un Zeus'u Kader'den de üstün tuttuğunu kanıtlar. Khaos'tan çıkışta Gök'ün karşıtı yeryüzü olarak görülen Gaia ise Zeus'un doğuşuna ve sonra da Titan'ları yenmesine yardımcı olmakla evrenin gizlerini bilen ve yöneten büyük Toprak Ana aşamasına erişir (bkz. Theog. 479 vd. ve 881 vd.). Gök'le Toprak Zeus'un egemen olmasında onu öğütleriyle adım adım yöneltirler, Olympos tahtına kurulup kardeşleri ile yetkileri paylaştıktan sonra da, dişi tanrıçalarla evlenmelerini bu amacı pekiştirmek üzere düzenlerler: birinci evlenmesi Metis iledir. Metis bir kavramdır, akıl ve bilgeliği içerir; Zeus Akıl ile birleşmeseydi, kendinden önceki kral-tanrılar gibi kendinden sonra doğacak varlıklara alt olacaktı. Bu ilk evlenmeyi öğütleyen Uranos ile Gaia kral-tanrının bunu önlemek için Metis'i yutmasını -üstün gücü içermek için yutma motifini ilerde başka mythos'larda da göreceğiz- ve onun ürünü olan tanrıça Athena'yı kendi kafasından çıkarmasını planlarlar (Theog. 886 - 900). Zeus böylece Aklı hem içine almış, hem de kafasından dışarıya ışınlanmış olur. İkinci evlenmesi Themis iledir. Themis soy ağacına bakılırsa, bir dişi Titan'dır, Uranos ile Gaia'nın birleşmesinden doğmuş (Theog. 135), ama Titan'ların hiçbir eylemine karışmadığı, yalnız Zeus ile birleştiği ve ona verdiği döllerle ancak nitelik kazandığı için Metis kadar kavramsal, simgesel bir varlık olarak karşımıza çıkar, şu farkla ki onu bir tek sözcükle tanımlayamayız. Themis tanrısal yasa mı, doğruluğun tanrı katandaki belirtisi mi, evrendeki düzen mi? Zor bizim için kapsadığı simge alanını sınırlamak. Döllerine bakmalı: Hora'lar -ki bunlara Saat'ler mi diyeceğiz?- bir zaman ölçütünü belirlemekle kalmazlar, madem biri Eunomia yasaların iyisini, öbürü Dike insan katında doğruluğu ve töreyi, üçüncüsü Eirene barışı; üç tanrıça olan Moira'lar ise insan yazgısını simgelerler. Bu ikinci birleşmeden insanların evren ve yaşamını doğrudan doğruya etkileyecek tanrısal varlıklar doğar (Theog. 901 - 906). Hele Dike: Hesiodos'un düzen ve toplum anlayışı tümüyle bu kavram üstüne kuruludur. Zeus simgesel bir anlam taşıyan iki evlilik daha yapar: güzellik ve sevimlilik tanrıçası ile Kharit'Ieri, yani Üç Güzelleri üretir, bellek tanrıçası Mnemosyne ile Musa'ları, dokuz esin perisini. Baştanrının bundan sonraki evlenmeleri insan evlenmelerinden farksızdır; doğan tanrı ve tanrıçalar Olympos'luların ikinci kuşağını oluşturur. Hesiodos onları pek önemsemez olacak ki, adlarını birkaç dize ile sayıp geçiştirir Theogonia'nın sonunda.
Ama Dike önemlidir: Dike Zeus'a doğrudan doğruya, içten ve özden bir bağ ile bağlıdır. Şöyle tanımlanır bu ilişki (İşl. 256 - 59):
Bir kız vardır, Zeus'un kızı, adı Dike,
Olympos'lu tanrılar sayarlar, severler onu.
Biri saygısızlık etmesin ona haksızlık edip,
Hemen gider oturur dizleri dibine
Babası Zeus'un, Kronosoğlunun,
Ve dert yanar ona, insanların haksızlığından.
Ozan bu sözleri kral-yargıçlara ihtar olarak söylemektedir: rüşvet yeyip haksızlık etmekten sakınmalıdırlar, çünkü baştanrı kızı Dike'nin yakınmalarını dinlemekle kalmaz, simgelediği gücün uygulanıp uygulanmadığını denetlemek için bir çeşit kolluk örgütü vermiştir emrine. Şaşılacak bir parçadır, aşağıda okuyacağınız dizeler, böylesi bir düşünceye bildiğim kadarıyla Hesiodos'tan başka hiçbir ilkçağ ozanında rastlanmaz (İşl. 248-272):
Ey krallar siz de düşünün bu haklı düzen üzerine:
Yanı başınızda insanlarla sarmaş dolaş olmuş ölümsüzler vardır
Hep gözetler dururlar o insanları ki
Haksız yargılarla insanı insana ezdirirler,
Ve aldırmazlar yukardan bakan tanrılara.
Otuz bine varır sayısı, ölümlüleri gözetlemek üzere
Zeus'un bizi besleyen topraklara yolladığı ölümsüzlerin.
Bunlar sisler içinde dolaşırlar dünyayı,
Kollarlar insanların iyi kötü işlerini1.
1 Bu parçayı okurken, insan Berthold Brecht'in "Sezuan'ın iyi insanı" oyununu da anımsamadan edemez.
Tek tanrılı dinlerin meleklerini anımsatmıyor mu insanlar arasında hak ve haksızlığı gözetlemekle görevli bu ölümsüzler ordusu? Hesiodos böyle bir tasarımı nerden edinmiştir? Uydurmuş olabilir mi? Yunan mythos'unda Erinys'ler, öc alma perileri, suç kokusu alıp suçlunun peşine düşerler, ama bir köpek sürüsüne benzetilen Erinys'lerle burada adları söylenmeyen, yalnız "ölümsüz" diye nitelenen bu kolluk kuvveti arasında bir ilinti göremiyorum. Ozan derin bir inanç, dinsel bir esin sonucu kendi kendine tasarlamış olmasın bu hak bekçilerini? Birkaç satır daha okursak, konu belirttiğim yönden daha da aydınlanır:
Başkasına haksızlık etmek kendine haksızlık etmektir:
Kötü düşünce düşüneni yakar herkesten önce.
Herşeyi bilen Zeus'un herşeyi gören gözü
Bunu da görür, görmek dilerse,
Haklı haksız ne varsa kentte gözünden kaçmaz.
Burada bambaşka bir ses çınlamaktadır kulağımıza. Zeus, Olympos'luların baş tanrısı, destanlarda gelişi güzel "tanrıların ve insanların babası" diye tanımlanan göktanrı eşsiz boyutlar kazanmaktadır. Titan'lara, doğanın ilkel, kaba, güçlerine karşı savaşı düzen uğruna verilmiş, uygarlığın ana kuralları olan hak ve hukuk, iyilik ve doğruluk yolunda kazanılmış bir savaş olarak dikilir karşımıza. Zeus'un Theogonia'da sözü geçen "istemi" bu utkuyu gerçekleştirmekti demek. Dike ve kolluk kuvveti Zeus'un elinde birer araçtı demek. İlyada'nın "şimşek savuran" Zeus'undan ne kadar uzaklaştık! Gücünü fizik ve fizikötesi alanda duyuran tek tanrı kavramına ne kadar yakın geldik!
Bir tek çelişki: Hesiodos Zeus'u evrende düzeni kurmuş, yaratılışın bir birimi olan insanı böyle bir düzenin yasalarını uygulamakla görevlendiren, üstelik bu yolda yürüyüp yürüyemediğini sıkı sıkıya denetleyen bir tektanrı olarak görüyorsa, Prometheus efsanesi nedir? Neden insanlığa uygarlığı getiren bu kişiyi tanrı yasalarına karşı ayaklanmanın simgesi diye tanımlar ve niçin bu efsaneyi eserlerinin ikisinde de hem ballandıra ballandıra anlatır, hem de bu öyküde işlenen suç ve verilen ceza üstüne fikir yürütmeye hiç girişmez? Oysa Aiskhylos örneğin Zeus'a karşı Prometheus'tan yanadır tragedyasında. Onun gözünde Zeus kaba gücü araç edinen bir zorbadır, Prometheus ise ezilen insanlık uğruna kendinden güçlüye baş kaldırmayı göze alan bir insan-kahraman. Aiskhylos da bu yargıyı sağtöre kurallarına dayanarak verir. Aralarındaki görüş ayrılığı neden? Hem Hesiodos niçin Prometheus efsanesini bir sürü ek ve yan söylencelerle özanlamından saptırır, bulandırır, yozlaştırır? Bu bölüme bir sınıfın felsefesi başlığını koyduk ya, bir sınıf açısından bakacak olursak açımlayabiliriz sanırım ozanımızın bu konudaki tutum ve davranışını.
Hesiodos bir düşünür olabilir, geleneksel dinin çeşitli inanışlarını yorumlamakta kendinden önceki ozanlardan daha ileriye gitmiş, daha tutarlı bir inanç ortamı kurmuş, ortaya koyduğu ilke ve kurallara derinden derine inanmış olabilir. Ama düşüncesi amaçtan bağımsız değildir. Peygamber-ozan işlevinde pratik bir amaç güder, öğretici olacaktır, bilgilerini, görgülerini belli bir eğitimin hizmetinde kullanacaktır. Görevini gerçekleştirdikçe görüşleri belirginlik kazanır. Theogonia'daki Zeus yorumu ile İşler ve Günler'deki Zeus yorumu arasında önemli bir gelişme sezilir. Gelişmenin asıl nedeni de ikinci yapıtında yaşamını iyiden iyiye etkilemiş bir deneye dayanarak etkin bir davranışa girmek zorunda kalışıdır. Başına bir kötülük gelmiştir, bu tür kötülüklerden sakınmasını hemcinslerine öğretmeye kalkışmaktadır. Tüm düşüncesi bu amaca yöneliktir, iyilik kötülük anlayışı yaşantısının etkisinde, bildirisi içinde yaşadığı çevreyedir. Görüşleri, yorumları, savları bu açıdan değerlendirilebilir ancak.
Tam bir nesnellik beklenemez Hesiodos'tan: Prometheus'u bir "idea" mertebesine çıkarması, bir ülkünün simgesi olarak görmesi göstermesi ne işine yarayacaktı ? Ama rüşvet yeyip doğruyu çarpıtan yargıçlara karşı Zeus'u bir hak hukuk bekçisi olarak dikmek, sorunlarını paylaştığı topluma gerçek çıkarları konusunda aydınlatır, uyarabilirdi. Sınıfına seslenmektedir ozanımız, sınıfı da gördük, daha da göreceğiz, belli bir kırsal yörede yaşayan köy halkıdır. Yaşam kavgasında bu halka faydalı olabilecek tüm bilgileri ozan büyük bir özenle derler toplar ve sıralar, kimi yerde halkın kendi deyimleri, atasözleri ile, kimi yerde de destandan esinlenerek dile getirir. Kuşkusuz, halk dilini konuştuğu zaman açık seçik ve anlamlıdır deyişi, destan dilinin inceliklerinde yer yer tökezler, meramını anlatmakta güçlük çeker. Ama ne olursa olsun yeteneklerini ve becerilerini iyi kullanarak özgün bir yaratıcılığa ulaşır. Asıl başarısı da, karşısına eğitici olarak geçtiği topluluğa öğretim konularını sıralamakla kalmayışı, bütün düşüncesini yüce bir düzeyde özetleyip özümleyen bir sağtöre ve bir din anlayışı ortaya çıkarmasıdır. Hesiodos'un felsefesi dediğimiz budur, elbette ki bir sınıf fesefesidir bu, evrenselliği yoktur, bütün insanlığı kapsayacak bir çözüm getirmez varlık soranuna, kuramsal değil kılgındır, belli bir zümreye gerçek yararlarını öğretmek gibi belli bir ereği gözetir. Ama bu düzeye erişmek için harcadığı düşün çabası, yaşantısını genelleme eğilimi küçümsenmeyecek değerdedir. Bu tutum ve davranışıyla Hesiodos felsefe tarihlerine, felsefe el kitaplarına girmiştir. Girmeyi de hak etmiştir.
İçeriğinin anlamını, kapsamını betimleyip yorumlamaya çalıştığımız bu tanrılar dünyasını nasıl sunuyor Hesiodos? Bunu incelememiz gerekiyor şimdi de. Okuyucu farkına varmıştır: tanrı soylarının, tanrı kuşaklarının sayım dökümünü yapan Theogonia bir çeşit katalogdur, bir dizin diyebiliriz. Bu dizinin arasına ozan ikide birde öyküler sıkıştırır, kimin kiminle birleşip hangi tanrıları ürettiğini çokluk kısaca ve kuru kuru izlendiği katalog bölümleri aslında birer soy ağacı niteliğindedir; en iyisi bizim Mitoloji Sözlüğünde yapıldığı gibi bunları tablolar, cetveller biçiminde vermek olurdu. Ne var ki böyle bir yapıtın kuruluşunu gerek dizin gerekse öykülerin yerlerini belirterek özetlemek, özünün anlayışına varmayı sağlayabilir bize.
Dize 1'den dize 115 e uzanan Musa'lara Övgü bölümünden hemen sonra asıl konuya girişilir: evrenin yaratılışına. Üç öğe ya da ilke sayılır: Khaos, Gaia ve Eros. Boşluk, açıklık anlamına gelen Khaos üstüne ilkin, herşeyden önce var oluşundan başka tanımlama yapılmamakta, yer, toprak'ı belirten Gaia içinse "eurystemos", geniş göğüslü, engin kucaklı, sağlam tabanlı denilmektedir. Eros'a gelince, en başta sayıldığına göre, birleştirici unsur olarak alınması beklenirken, "tanrıların en güzeli", "canlıların elini ayağını çözen" sıfatları ile tanrı ve insanlarda görülen sevi anlamına alınmaktadır. Khaos, Gaia, Eros, bu üç varlık nasıl oluştu: belirtilmez, hemen Khaos'tan çıkanlara geçilir. Khaos'tan iki karanlık ilkesi çıkar: Nyx ile Erebos; Nyx yeryüzündeki geceyi, Erebos ise yeraltındaki karanlığı simgeler. Nyx'ten de iki ışık ilkesi çıkar: Aither (Esir) ve Hemera (Gündüz). Doğurma süreci Gaia ile başlar, bu da "parthenogenesis" kendi kendine üretme yoluyla olur: Gaia ilk batında Uranos, Gök'ü doğurur. Uranos yıldızlıdır, Gaia'yı büsbütün örtecek, kaplayacak kadar yaygındır ve Yer nasıl tüm canlıların sağlam tabanı ise, Gök de ölümsüz tanrıların sağlam yurdudur. Aynı süreçle Gaia yüksek dağları, dağ perilerini ve sonunda Pontos'u, yani Deniz'i doğurur. Derken üretme biçimi değişir: Gaia ile Uranos sevi yoluyla birleşirler: üç türden dev ve canavar ürer bu birleşmeden: Titan'lar, Kyklop'lar, Hekatonkheir'ler. Titan dev anlamında girmiştir dillere, ne ki "titainein" (germek) fiilinden türediği ileri sürülen Titan sözcüğü kesinlikle açıklanmış değildir. Trakya kaynaklı olabilir. Ozan altı erkek Titan ile altı dişi Titan adlarını verir: Okeanos, Koios, Krios, Hyperion, İapetos ve Kronos (erkek); Theia, Rheia, Themis, Mnemosyne, Phoibe ,ve Tethys (dişi). Bu dizide Kronos son döl olarak sayılır, Kyklops "yuvarlak gözlü" demek; adları Brontes, Steropes ve Arges diye gösterilen bu üç devden herbirinin alnında tek bir büyük göz bulunur; adları simgeseldir: Brontes: gök gürlemesi, Steropes: şimşek, Arges ise yıldırım ışını ile ilgilidir. Uranos ile Gaia'nın dölleri bu üç ilksel devi -ki adları daha sonraki bölümlerde Zeus'a gök ateşini bağışlamaları ile ilintili olsa gerek- Poseidon'un dölleri sayılan Odysseia'nın Tepegözleri ile karıştırmamalı. Yer ile Gök çiftinin son üçlü dölü yukarda sayılan azmanlardan daha da beter yaratıklardır; adları üstünde yüzer elli, ellişer başlı üç dev bunlar. On iki Titan, üç Kyklop ve üç Hekatonkheir'i adları ve nitelikleri ile saydıktan sonra, birinci öyküsüne girişir Hesiodos: ilk tanrı kuşağının devrilmesini anlatır. Uranos ürettiği azmanlardan ürküp onları doğar doğmaz Gaia'nın içine gömer. Gaia şiştikçe şişer, patlayacak gibi olur, kocasının bu uygunsuz eylemini cezalandırmak yoluna gider ve kurduğu düzeni son oğlu Kronos'un eliyle gerçekleştirir, ikinci kuşak tanrısı Kronos'un, anasından aldığı tırpanla babası Uranos'u iğdiş etmesi, kesilen hayalardan fişkırıp denize dökülen köpüklerden Aphrodite'nin, toprak üstüne sıçrayan kanlardan da öc perileri Erinys'lerin, başka bir tür dev olan Gigant'ların ve; ağaç perilerinin doğması, ozanın renkli, çarpıcı bir anlatımla dile getirdiği bir efsânedir. Yaratılışın birinci bölümü burada biter. (Theog. 116-210).
Ozan, tanrıların kral soyunu kesip beş ara bölümde başka tanrısal varlıkların sayım dökümüne geçer:
I. Nyx'ün (Gece'nin) tek başına ürettikleri; hepsi olumsuz, karanlığı simgeleyen varlıklar; ölüm tanrıları: Moros (ecel), Ker (dişi tanrı, çoğu zaman Keres, yani çoğul olarak andır), Thanatos (ölüm), Moira'lar (kader tanrıçaları, Klotho, Lakhesis ve Atropos adlarıyla bilinirler); Hesperid'ler (Batı kızları); Nemesis (öç alma tanrıçası), Eris (kavga), Lethe (unutma) ve Limos (açlık), Ponos (çaba, zahmet), Algos (acı), Ate (yukarda anlamı açımlanmışlar), Horkos (yalan yere yemin) ve daha başka soyut kavramlar (Theog. 211-232).
II. Pontos'un (Deniz'in) dölleri; Pontos erkektir, ilk oğlu Nereus'u nasıl ürettiği söylenmez, ancak sonra Gaia ile birleşerek Thaumas, Phorkys (ikisi de erkek) ve Keto ile Eurybie (ikisi de dişi) adlı tanrıları üretir. Bu ara bölümde Nereus'un döllerine geçilir: Nereus, tanrı Okeanos'un kızı Doris ile birleşip Nereuskızları denilen deniz kızlarını üretir. Nereuskızları elli diye bilinir, Hesiodos'un bu bölümde verdiği katalogda ancak otuz üçünün adı sayılmaktadır. Çoğu denizin bir niteliğini ya da bir durumunu simgeleyen varlıklardır; iki üçü efsanede yer almışlardır: örn. Amphitrite, Thetis gibi (Theog. 233-264).
III. Üçüncü ara bölümde ejderler soyu sayılır; bunlar Pontos'un iki oğlu Thaumas ile Phorkys'ten doğma varlıklardır:
1. Thaumas Okeanoskızı Elektra ile birleşir ve uçan yaratıklar üretir: İris (gökkuşağı), Harpya'lar ve Aello ile Okypetes (yeli simgeleyen iki varlık).
2. Phorkys kendi kızkardeşi Keto ile birleşir; bu birleşmeden Graia'lar (Kocakarılar) ile Gorgo'lar diye iki grup dişi yaratık, doğar; Graia'lar ikidir: Pemphredo ile Enyo; Gorgo'lar üç: Sthenno, Euryale ve Medusa. Ozan Medusa'nın öyküsüne geçer: kafası Perseus'un eliyle kesilince, akan kanlarından Khrysaor ile Pegasos doğar; Khrysaor, adı "altın kılıç" anlamına gelen bir canavar, Pegasos ise bilinen kanatlı attır. Bundan sonra Khrysaor'un döllerine geçilir: Khrysaor Okeanoskızı Kallirhoe ile birleşerek canavarlar üretir: üç kafalı Geryoneus (ya da Geryon, Herakles'in eliyle nasıl öldürüldüğü anlatalır) ile Ekhidna (gövdesinin yarısı kadın, yarısı yılandır); Ekhidna'nın. Typhon ile birleşmesi anlatılır; dölleri korkunç canavarlardır: Orthos, Kerberos, Hydra ve Khimaira (kısaca tanımlamaları ve öyküleri verilir). Ekhidna bir de kendi dölü olan Orthos ile birleşir ve Phix (ya da Sfenks) ile Nemea arslanını üretir. Son olarak Phorkys'ün Keto ile sevişmesinden korkunç bir yılan daha meydana geldiği söylenir ama bu yılanın adı verilmez (Theog. 265 - 336).
IV. Dördüncü ara Bölümde Titan'Iardan Okeanos ile Teyhys'ün dölleri sayılır :
1. Irmaklar (Theog. 337-345): yirmi beş ırmak adı veriliyor, yarısı Anadolu ırmaklarıdır.
2. Okeanoskızları (Theog. 346 - 370): bunların üç bin olduğu söylendiği halde, yalnız kırk birinin adı veriliyor; bunların birkaçı efsanede tanınmış kişiler: Metis (Zeus'un ilk karısı), Elektra, Doris, Kalypso, Asia, Dione, Tykhe, Styx vb. Ozan Okeanoskızlarını şöyle tanımlar: ince topukludurlar, dünyayı dört bir yandan sararlar, ışık saçarlar, gençliği beslerler deniyor, ama ne biçimsel, ne de simgesel nitelikleri belirtiliyor. Bölümün sonunda Okeanoskızları gibi ırmakların da üç bin oldukları söylendiği halde, bu iki grup tanrısal varlık arasındaki ilişkiye de değinilmiyor.
V. Beşinci ara bölümde Güneş Soylulardan söz edilir (Theog. 371 -450). Erkek ve dişi Titan'lar arasında Hyperion, Krios ve Koios ile Theia, Eurybie ve Phoibe ürettikleri varlıklardan bu ulama girerler; dölleri göksel tanrılardır:
1. Hyperion ile Theia birleşip Helios (Güneş), Selene (Ay) ve Eos (Şafak) tanrılarını meydana getirirler.
2. Krios ile Eurybie'nin birleşmesinden Astraios, Pallas, ve Perses doğar; Astraios Şafak tanrıça Eos ile birleşip Yelleri (Zephyros, Boreas, Notos), bir de yıldızları üretirler. Pallas, Okeanoskızı Styx ile birleşir; ürettiği varlıklar Zelos (çaba, kıskanma, yarışma özlemi), Nike (zafer) ve gücü kuvveti simgeleyen Kratos ile Bie'dir. Bu iki tanrı Zeus'a yandaş olup hem Titan'lar savaşını kazanmasında, hem de tanrılar arasında krallığını pekiştirmekte yardımcı olduklarından, anaları Styx baştanrıdan üstün bir onur payı alır yetkilerin dağıtım işleminde. Tahta çıkınca kendisini kutlamaya ilk gelen Styx'ü ; Zeus yeraltı ırmağı olarak Hades'e yerleştirir ve tanrıların bundan böyle Styx üstüne and içmelerini kararlaştırır.
3. Koios ile Phoibe çiftine de Hesiodos önemli bir yer ayırır, iki kızları olur: biri Leto (ki Zeus Leto'yu eş edinip onunla iki büyük Olympos tanrısını, Apollon ile Artemis'i üretir), öbürü Asterie'dir. Asterie, yukarda (2'de) adı geçen Perses ile birleşip Hekate'yi doğurduğu için önemli bir yer tutmaktadır Güneş Soylular dizininde. Ozan burada konudan bir dereceye kadar ayrılıp Hekate'ye uzunca bir övgü düzmektedir (Theog. 411-452). Başlangıçtaki Musa'lara övgüyü andırır bu parça. Zeus, deniyor, Hekate'yi "herkeslerden üstün tuttu" ve karalarda, denizlerde ve göklerde bir yetki payı ayırdı ona. Hekate'ye Hesiodos pantheon'unda tanınan ayrıcalığın nedeni bilginleri epey düşündürmüştür. Homeros destanlarında sözü bile edilmeyen bu tanrıça Theogonia'da ancak Ana Tanrıça Kybele ile kıyaslanabilecek evrensel bir nitelik taşımaktadır. Burada yüceltilen tanrıça kimi yerde Artemis, kimi yerde Dictynna ya da Britomartis diye anılan Anadolulu Ana Tanrıça'nın kendisi olmasın? Hesiodos'un yaşadığı Boiotia’nın Thespiai kasabasında bir Hekate tapımı olduğu belgelenmiş, bu yörede bulunan ve İ.Ö. 8 inci yy. olarak tarihlendirilen bir amfora metnimizde olduğu gibi yerde, gökte ve suda egemen bir tanrıçanın imgesini vermektedir. Kolları iki arslan üstüne uzanmış, çevresinde bir sığır, kuşlar ve balıklar bulunan bu tanrıça imgesi besbelli ki "Potnia theron" yani hayvanların ecesi Ana Tanrıça'yı simgelemektedir. Hekate tapımının Anadolu'dan geldiği konusunda artık kuşkusu kalmayan bilginler Hesiodos'un yalandan ilişkisi olduğu bu tapımın belki de Kyme'li göçmenlerle, özellikle ozanın soyu ile birlikte Boiotia'ya yerleştiği savını ileri sürmüşlerdir. Hekate ile Kybele arasındaki özdeşliğe gelince, Hesiodos'un Theogonia'sındaki bu övgü, üstünde önemle durulacak bir kanıttır1.
1 Hekate'nin eski Karia'da Stratonikeia'nın kuzeyinde, bugünkü Yatağan'a yakın olan Lagina'da (Lagina kalıntılarına en yakın ilçe Turgut'tur) çok önemli bir tapınağı bulunduğu G. Bean'in "Turkey beyond the Maeander", London 1971, başlıklı kitabının "Lagina and Panamara" bölümünde vurgulanmaktadır. Hekate kültünün Karia kökenli olabileceği ve olağanüstü büyüklükte ve görkemde olan bu tapınağın kalıntılarından, özellikle kabartmalarından birkaçının İstanbul Arkeoloji Müzesine taşındığı dikkati çekmektedir. Lagina'daki tapım yerinde Hekate'nin yalnız Efes'li Artemis'le değil, Anadolulu Zeus tapımı ile ilişkili olduğu da görülmekte ve bu koşutluklardan ötürü gerek Hekate, gerekse Karia'lı Zeus imgeleri üstüne ayrıntılı bir araştırmayı gerektirmektedir. Böyle bir araştırma Hesiodos'ta gizi daha aydınlatılamamış Hekate tapımı üstüne belki ışık tutucu olabilir.
Bu ara bölümlerden sonra, gene asıl kral soyunun ardışım (genealogia) öyküsüne geçilir. Üçüncü kuşak tanrılarının kendilerinden önceki kuşağa karşı savaşı anlatılır (Theog. 453 - 506). Birinci kuşak kralı Uranos'u nasıl ikinci kuşaktan oğlu Kronos alt etmişse, üçüncü kuşağın savaşını da babası Kronos'a karşı Zeus yürütür. Titanlardan Kronos, kızkardeşi Rheia ile birleşip döller üretir. Bunlar, üçü kız, üçü erkek altı tanrıdır: Hestia, Demeter, Hera ve Hades, Poseidon, Zeus. Tıpkı Uranos gibi Kronos da döllerini yok etmek yoluna gitmektedir; yalnız yöntemi başkadır: çocuklarını doğar doğmaz yutmaktadır Kronos. Nedeni, Uranos ile Gaia’nın kendisine açıkladıkları yazgısıdır: kendi oğluna yenilecektir. Rheia doğan çocuklarının hemen yutulmasına üzülür ve altıncı çocuğunu doğurmak üzereyken Uranos ile Gaia’nın yardımım ister. Birinci kuşağın iki tanrısı bu kez kızlarına destek olurlar: Rheia'yı doğurması için Girit'in bir mağarasına götürüp saklarlar. Zeus doğduktan sonra Gaia Kronos'a bezlere sarılmış bir taş sunar, Kronos da bunun ne olduğunu anlamayarak taşı midesine indirir. Zeus'un Girit mağarasında büyümesi, sonra da babasına yuttuğu taşla birlikte öbür kardeşlerini de kusturması birkaç dize ile anlatılır. Ne var ki bu eylemle krallık elde edilmiş değildir, Kronos kuşağından olan Titanları yenmek daha sonraki bir anlatıma bırakılarak, Zeus'un amcalarından iki bölüğü: Kyklop'larla Hekatonkheir'leri, babaları Uranos'un kapattığı yeraltından kurtarır; bu iyiliğine karşılık Kyklop'lar Zeus'a gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımı bağışlarlar. Gök ateşi Zeus'a bundan sonra ölümsüzlerle ölümlüleri buyruğu altına alma olanağını sağlar.
Ama bunun öyküsü burada birden kesilir ve araya Prometheus efsanesi girer (Theog. 507 - 616). Belirttiğimiz gibi, hem Theogonia, hem de İşler ve Günler'de ayrıntılarıyla anlatılan bu mythos neden burada yer almakta? Gerçi buraya kadar on iki Titan tanrının ardışım öyküsü verilmiş, soy ağaçlan çizilmişti; çiftler şunlardır: Okeanos/Tethys, Koios/Phoibe, Hyperion/Theia, Krios/Eurybie, Kronos/Rheia; yalnız İapetos ile Themis kalıyordu sayılmadık; Themis kendinden sonraki kuşaktan Zeus'la, yani yeğeniyle evleneceğine göre, bir İapetos'un soy ağacını belirtmek kalıyordu. Onun da buraya alınması, Zeus'un doğumuyla krallığı elde etmek için giriştiği eylemlerin araşma sıkıştırılması İapetosoğullarının yazgısında ve serüvenlerinde üçüncü kuşak baştanrının önemli bir rol oynadığındandır. Bu Titan soyunun azgınlığını cezalandırmak Zeus'a düşmüştür her nedense. Titanlara özgü nitelikler İapetos'tan üreme dört tanrıda da görülür, hepsi "hybris"in, kendine ve gücüne aşırı güvencin kurbanıdır. İapetos eş olarak Okeanoskızı Klymene'yi seçer -başka bir efsane kolunda bu eş Klymene değil, Asia'dır- onunla Atlas, Menoitios, Prometheus ve Epimetheus'u üretir. Dördünün de başına belâ gelir Zeus elinden. Atlas ile Menoitios'un suçları nedir ki, birinin omuzlarına gökü yükler, öbürünü de yeraltındaki kapkara Erebos'a gönderir? Bildirilmez. Hemen Prometheus'un suçuna geçilir. Mekone'deki kurban töreninde baştanrıyı nasıl aldattığı anlatılmadan, bu İaptosoğlunun zincirlerle bir sütuna vurulduğu, karaciğerini kemirmesi için üstüne bir kartal salındığı bildirilir, ama sonunda da Zeus'un Alkmene'den olan oğlu Herakles'in şanını artırmak amacıyla Prometheus'u bu işkenceden kurtarmasına izin verdiği de eklenir. Ancak sonra, demin sözünü ettiğimiz iki suç eylemi: kurban töreninde Zeus'un bile bile aldatılması ve ateşin çalınması betimlenir, buna da Pandora'nın yaratılıp, yarım akıllı olmaktan ve Prometheus'un sözünü dinlememekten başka suçu olmayan Epimetheus'a armağan edilişi eklenir. Parça şu ibretle biter:
Böylece kolay değildir biçbir zaman
Zeus'un isteğine yan çizmek, karşı komak.
İapetosoğlu iyiliksever Prometheus bile
Belâlı öfkesinden kurtulamadı onun,
Bütün bilgileri kıramadı korkunç zincirlerini.
Krallar soyu ardışımının son bölümünde Titanomakhia denilen Zeus'un Titan'lara karşı savaşı betimlenir. Theogonia'da 617'nci dizeden 735'inci dizeye kadar uzanan bu parça yapıtın ana öyküsünü oluşturur. Ozan burada kuru ad sayımından vaz geçip destansı bir üslûpla savaşı olanca devinimi, ayrıntıları, renkleri ile canlandırmaya çalışır elinden geldiğince. Bölüm Yüzkollu devlerin yeraltından çıkarılmaları ile başlar, Zeus bu azmanları kurtarınca, onlara seslenip -ki bu yöntem destan yöntemidir- yardımlarını ister. Devler yanıt verir ve on yıl sürdüğü önceden bildirilen savaş başlar. Savaşın yeri de şöyle geçer ayak belirtilir: İki taraf iki dağ üstünde karşı karşıya gelmiştir, Titan'lar Othrys'ün, Kronosoğulları Olympos'un doruklarında yer almışlardır. Yüzkollu devlerin devinmesi, bir dağdan bir dağa fırlatılan kayaların gümbürtüsü, savaş naraları doğaya karışıp depremler doğurur. Zeus bir yandan Kyklop'ların armağanı göksel ateşi savurur, yangınlar sarar karaları ve denizleri. Yelleri de işe karıştırmakla ozan evrensel bir kaynaşma izlenimi vermeye uğraşır. Bütün bu oluşum tutarlı bir zaman sürecine göre değil de, tek tek imgeler biçiminde verilir, savaşın sonucu da birkaç dize ile şöyle betimlenir:
Ama ön saftaki Kottos, Briareus, Gyes,
Savaşa doymayan bu yüz kollu devler
Azdırdılar yeni baştan savaşı:
Üç yüz taş birden fırladı
Bu devlerin güçlü kollarından,
Kapkara saldırılarla ezdiler Titan'ları,
Yol yol toprağın altına tıktılar onları,
Vurdular zincire yendiklerini
Ve gökler ne kadar uzaksa topraktan
Toprağın o kadar altına gömdüler onları.
Uranos'un dev ve azman oğullarına reva gördüğü cezayı bu kez Zeus Titanlara uygular: onları Tartaros'a kapatır. Zeus'un istemi böylece gerçekleşmiş olur deniyor ve bölüm kapatılıyor. Oysa biz bundan sonra Zeus'un krallık tahtına nasıl oturduğu, egemenliğini nasıl kurduğu, savaş ortaklarını nasıl ödüllendirdiğinin açıklanmasını beklerdik. Bu sorulara yanıt verilmiyor, yapıtın daha önceki bölümlerde tek tük ayrıntılarla değinilen onur paylarını tanrılar arasında dağıtma konusuna bir daha dönülmüyor. Tartaros sözcüğü ozanı büyülemiş olacak ki Titânomakhia’nın bitiminden hemen sonra yeraltı ülkesinin anlatımına geçiliyor. Ama Hesiodos'un kendi midir bu işe girişen? Theogonia'nın eleştirili metinlerinde 735'inci dizeden sonra gelen parçalar hep birer ayraç arasında gösterilmiştir. Çoğu bilginler bundan sonraki dizeleri "interpolatio" yani sonradan ekleme sayarlar. Öyle midir, değil midir? Buna karar vermek yetki sınırlarımızı aşar, ama yeraltı dünyasının çarpıcı renklerle ve Titanlar savaşından aşağı kalmayan bir canlılıkla anlatıldığı parçadan (Theog. 736 - 880) sonra yukarda kesilen konuya şu dizelerle dönülmesi gerçekten dikkati çekmektedir:
Mutlu tanrılar bitirince bu işlerini,
Şereflerini zorla kurtarınca Titanlardan
Uydular Toprak Ana'nın öğütlerine,
Engin bakışlı Zeus'a baş vurdular,
Ölümsüzlerin başına geçmesini,
Olympos'un kralı olmasını istediler ondan
Ve Zeus geçip başına tanrıların
Yetki paylarını dağıttı her birine.
Bu beş dizeden sonra (Theog. 881 - 885) Zeus'un evlenmeleri kuru dizin biçiminde anlatılarak, yapıt sonradan eklenme olduğu kuşkusunu tam anlamıyla veren bir başka dizin daha gelmekte, burada (Theog. 965 -1022) kimi tanrıçaların evlilikleri, özellikle ölümlü insanlarla evlenmeleri sayılmaktadır. Yapıt da böylece bitmemiş olarak sona ermektedir.
Sonradan ekleme olsun olmasın, Tartaros'Ia başlayan yeraltı ülkesinin betimi gerçekten ilginçtir: Hesiodos'a özgü ilgi alanlarını eşine bir daha rastlanmayan bir ustalıkla serer gözümüzün önüne. Antik çağlar boyunca ozan ve yazarların hepsi Hesiodos'un bu betimlerinden esinlenmişler, faydalanmışlardır. Giderek diyebiliriz ki, Theogonia'nın bu yeraltı imgesi Homeros'un Odysseia'da çizdiği Hades tablosundan daha canlı değilse de, hem daha ayrıntılı, daha tamam, hem de daha somut, daha nesneldir bir yerde. Harita gibi izlenip okunabilir. Bu yüzden Vergilius'a da, Dante'ye de ilk kaynak olmuştur kuşkusuz.
Tartaros'un yerinin ve yeryüzünden uzaklığının saptanması ile başlayan bu betimleme (Theog. 772) yeraltı ülkesinin görüntüleri ile sürdürülür; yeraltını konut edinmiş yaratıklar geçirilir göz önünden: Gece ile Gündüz, ölüm ile Uyku, cehennem köpeği Kerberos, yeraltı ırmağı Styx -yukarda sözü geçen ve önemi orada da belirtilen and tanrıçası- nefis bir anlatımla tanımlanır, yeraltı kapıları ve bu kapıların ötesinde bulunan Khaos'tan kalma azman yaratıklar, ki buralarda Zeus'un yardımcıları Yüzkollu'lara da rastlamaktayız; sonunda da Gaia'nın son doğurduğu oğlu diye tanımlanan Typhon yanardağı simgeleyen bir dev olarak uzun ve tüyler ürpertici bir gerçeklikle tanımlanmakta, Zeus ile Typhon arasında ikinci bir savaş canlandırılmaktadır. Typhon'dan doğma azgın yellerin toprak ve deniz üstündeki etkilerinin betimlenmesi ile biter bu ilginç ve, ne denirse densin, Theogonia'nın biçimine de, havasına da pek uygun olan ara bölüm (Theog. 772 - 880).
Böylelikle yapıtı bölümleri ve ayrımları ile özetlemiş olduk. Özet bize yapıtın kaynaklarını araştırırken çeşitli öğelerin karşılaştırılması, kıyaslanması, eleştirilip yorumlanmasında yararlı olabilecektir.
Hesiodos eski Yunan yazınında kendine özgü bir sestir. Herodotos, tanrılar dünyasını Homeros ile Hesiodos yaratmıştır demekle bir doğruyu dile getirmiş olabilir, ne var ki iki büyük ozanın yarattıkları tanrılar arasında belirgin bir ayrılık da göze çarpmaktadır. Hesiodos'un tanrıları Homeros'unkilere biç benzemez, başka bir kaynaktan, Yunan olmayan bir kaynaktan geldikleri hemen sezilir ve işin daha düşündürücü yanı, Homeros'un temelini attığı gelenek Yunan yazını boyunca tutunduğu, az çok farkla sürdürülüp geliştirildiği balde, Theogonia'da tanımlanan tanrısal kişi ve olayların kesintiye uğradıkları, kimi geç dönemler dışında Yunan kültürünce benimsenmedikleri gerçeğidir. Homeros'un kaynaklarını pek aramayız, yalnız İlyada ve Odysseia'dan daha önce yazılı kaynak bulunamıyacağını bildiğimizden ötürü değil de, bu iki destanın tutarlı bir evrim süreciyle tek ve belli bir geleneğin çeşitli aşamalarını yansıttığı için araştırmak gereksinmesini duymayız. Daha doğrusu bilginler pek duymamış böyle bir gereksinmeyi. Homeros'un kendi içinde, kendi binbir gizi ile çözümlemeye girişmişler, akıllarına gelmemiş İlyada ve Odysseia'ya konu olan ne tanrı, ne de kahraman kişilerin başka, Yunana yabancı bir uygarlık alanından esinlenebilmiş olabilecekleri. Hata etmiş olduklarına hiç kuşkunuz olmasın. İlyada’nın özellikle Anadolu'nun eski kültürleri, yerel boyları üstüne verdiği değerli bilgilerin gereğince ve zamanında değerlendirilmemiş olması, örneğin İlkçağ bilginlerinin iki destana ekledikleri bunca "scholia" (not ve açıklama) arasında Lykia gibi önemli bir yöreyi yeterince incelememiş olmaları bizim bugün eldeki buluntuları yazın kaynaklarına dayandırmamızı güçleştirmektedir. Yunan deyince Yunanla başlayıp Yunanla bitirmek Batı biliminin bugüne dek kurtulamadığı bir sapkıdır. Homeros üstüne bunca kitap yazılması, Hesiodos'un son zamanlara dek hemen de hiç incelenmemiş oluşu bunun bir sonucu olsa gerek. Hesiodos esin kaynağını doğudan alıyor, gözle görülen bir gerçektir bu, ama kaynakla ürün arasında bağlantıyı kurmak, ya da kaynaklararası bir kıyaslamaya girişmek klâsik filologlar için çetin ve az çekici bir işti, çünkü kendi alanları gibi herkesin malı olmamıştı o bilgiler. Ne demeli, klâsik İlkçağ bilginleri tembel olur, çünkü işledikleri konular açık seçik ve öteden beri geniş, genel bir ilgi toplamaktadır. Bir zamanlar Yunan deyince akan sular dururdu, öyle de olmuş, akan sular durmuş. Tâ ki Ankara'da 1945 - 46 sularında Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesinin Hititoloji profesörü Dr. Hans Gustav Güterbock ile doçenti Dr. Sedat Alp Türk Tarih Kurumu yayınları arasında "Kumarbi efsanesi" diye küçük bir kitap yayınlamışlar. Prof. Güterbock Hurri kaynaklı bu Hititçe metnin çeviri ve açıklamasını sağlamakla kalmamış, Kumarbi efsanesinin Hesiodos'un Theogonia'sına kaynak olduğunu kanıtlama görevini de yüklenmiş, bunu daha sonraki yayınlarında da sürdürmüştür. Oysa asıl ödev klâsik filologlara düşerdi. Utanarak söyleyeyim ki o zaman pek ilgilenmemiştim, ancak şimdi iki metnin karşılaştırılmasından ne engin ufuklar açıldığını görüyorum.
Bugün aradan bunca yıl geçtikten sonra, üç ana yayına dayanarak1 Kumarbi efsanesi üstüne bilgilerimizi şöyle özetleyebiliriz.
1 a) M. L. West, Hesiod Theogony, Edited with Prolegomena, and Commentary. Oxford, Clarendon Press, 1966.
b) H. G. Güterbock - Sedat Alp, Kumarbi Efsanesi, T. T. K. Yayınlarından VII. Seri, No. 11. Ankara, 1945.
c) Mythologies classiques, Librairie Larousse, Paris 1963.-La mythologie en Sümer, à Babylone et chez les Hittites, par M. Vieyra.
Kumarbi destanı Hitit krallığının başkenti Hattusas'ta, bugünkü Boğazköy'de bulundu. Hitit çivi yazısı ile yazılmış bu destanın metni Hattusas saray arşivlerinin tabletleri arasında ortaya çıkarıldı. Bilginler bu tabletleri İ.Ö. 13'üncü binyıl sonu olarak tarihlendirirler, çünkü saray o tarihten sonra yıkılmıştır. Yazıya dökülen efsane ise Hurri kaynaklıdır. Hurri'ler İ.Ö. 16'ncı ve 15'inci binyıllarda Anadolu'nun güney doğusundan kuzey Mezopotamya ve Syria'ya uzanan bölgede yaşamışlar ve Hitit uygarlığı ile yarışan parlak bir uygarlık kurmuşlardı. Hitit kralı Suppiluliumas I. (1375 - 35) bu ulusu alt edip topraklarını ele geçirince, Hititlerin Hurri kültürünün etkisi altında kaldıkları Hititçe metinlerde rastlanan Hurri kaynaklı birçok ad, tapım ve efsanelerden bellidir. Kumarbi destanı diye adlandırdığımız -metinde destan adı belirtilmemiştir- bu metin, kimi yerleri kırık dökük parçalar halinde elimize geçmişse de, okunabilmiş ve bir bütün olarak çağdaş dillere aktarılmıştır. Yukarda saydığımız yayınları, ayrıca Güterbock'un başka dergi ve kitaplarda ingilizce olarak verdiği çevirileri de karşılaştırarak2 Kumarbi efsanesi üstüne yeterli bir bilgi edinebileceğimiz gibi, Hesiodos'un bu efsaneden ne denli yararlandığını da saptayabiliriz.
2 H. G. Güterbock, The Hittite Version of the Hurrian Kumarbi Myths: Oriental Forerunners of Hesiod. In: American Journal of Archaeology, Vol. LII, No. 1,1948 - Hittite Mythology, In: Mythologies of the Ancient World, edited and with introduction by S. N. Kramer, Anchor Books, New York 1961, s. 141 -179.
Elimizdeki parça gökteki ve yeraltındaki tanrılara bir seslenişle başlar. Birçok tanrı adları sayılır ve onlara "işitin" denir. Bu tanrılar arasında sonradan adı geçecek Anu da vardır. Anlatım şöyle başlar: "Bir zaman, geçmiş yıllarda Alalu gökte kral idi. Alalu tahtta oturur ve tanrıların birincisi olan Anu onun önünde dururdu. Onun ayaklarına kapanır ve maşrabaları içmek için eline verirdi." Alalu'nun krallığı dokuz yıl sürer, dokuzuncu yılda Anu'nun ona karşı savaş açtığı, onu yendiği ve önünde kaçan Alalu'yu karanlık toprağa sürüp tahtına oturduğu söylenir. Bu kez Anu nasıl Alalu'ya kulluk ettiyse, Kumarbi de Anu'ya kulluk eder: "Anu tahtına oturur ve güçlü Kumarbi ona içecek verirdi. Onun ayaklarına kapanır ve maşrabaları içmek için eline verirdi." deniyor. Anu'nun krallığı da dokuz yıl sürer ve Kumarbi de ona karşı savaş açar. Şöyle denir: "Anu artık dayanamadı Kumarbi'nin gözlerine. Anu, Kumarbi'nin elinden kendini sıyırdı ve kaçtı. Anu, kuş gibi uçtu. Arkasından Kumarbi saldırdı ve onu, Anu'yu ayaklarından yakaladı, ve onu gökten aşağıya çekti." Bundan sonra efsanenin asıl can alıcı olayı anlatılır: "O (yani Kumarbi) onun (yani Anu'nun) "diz"ini ısırdı; ve onun (Anu'nun) erkekliği (Kumarbi'nin) içine döküldü. "Kumarbi Anu'nun erkekliğini içine aldığına sevinir ve güler, ama Anu geri döner ve Kumarbi'ye şöyle seslenir: "İçini düşünerek seviniyorsun, çünkü benim erkekliğimi yuttun. İçinde olana sevinme. İçine ağır bir yük koydum." Bu yükün ne olduğu açıklanır: Kumarbi Hava-tanrıya gebe kalmıştır, ondan başka Aranzah (Dicle) ve Taşmişu'ya da gebe bırakılmıştır. Bu üç korkunç tanrının tohumlarının içine döküldüğünü öğrenince, Kumarbi büyük bir telâşa kapılır, yuttuğunu tükürmeğe çalışır. Tükürdüğünün Kanzura dağının üstüne düştüğü söylenir. Ama tükürdüğü nedir, tüküremediği nedir? Metin bunu bildirmez ve elimizdeki fragment Kumarbi'nin öfke içinde Nippur'a gitmesiyle son bulur.
Bundan sonrası kırıktır, okunamıyor. Ne anlatıldığını toplamaya çalışalım: Hava-tanrı, Kumarbi'nin içinde kalmış olacak, Hava-tanrının adı söylenmiyor, bir ideogram'la, yani çivi yazısında bir ad belirtisi ile gösteriliyor. Güterbock bu ideogram'a Hurri Hava-Tanrısı Teşub'un adı verilebilir kanısındadır (Mythologies of the Ancient World, s. 158). Bundan sonra Anu ile Hava-tanrı arasında bir konuşma geçer. Anu ona Kumarbi'nin neresinden çıkması gerektiğini öğütler. Kumarbi de akıl, us tanrı diye bilinen Ea'ya gider. Ea'dan içindeki Hava-Tanrıdan kurtulmak için bir öğüt mü, bir büyü mü ne ister. Ağız, dişler ve yakınmalardan söz edilir. Sonunda bir büyü ile Hava-Tanrının doğumu sağlanır olsa gerek. Derken Hava-Tanrı Anu'ya baş vurur: Kumarbi'nin ölümünü planlarlar. Savaş hazırlıklarına tanık oluruz: bir savaş tanrının adı geçer ve Şeri diye Teşub'un kutsal boğalarından birinin. Burada yer alması gereken savaş metinde yitiktir. Bundan sonraki metin içeriği varsayımlara dayanmaktadır. İki çocuktan söz edilir, bunlar metinde adı geçen tanrı Taşmişu ile ırmak Dicle mi, yoksa Anu ile Toprağın ürettikleri başka tanrılar mı? Bu doğum Larousse'daki çeviride şöyle yorumlanır ve sahneye Ea, akıl tanrı girer: "Ea, akıl kralı saymaya koyuldu: birinci ay, ikinci ay, üçüncü ay geçti, dördüncü ay, beşinci ay, altıncı ay geçti. Yedinci ay, sekizinci ay, dokuzuncu ay geçti. Onuncu ay geldi. Onuncu ayda Yer inlemeye başladı. Yer inleyince dünyaya iki çocuk getirdi." Bir ulak gidip haberi Ea'ya bildirir. Bunlar Taşmişu ile Dicle olsa gerek deniyor. Sonunda Hava-Tanrı bu savaşı kazanır, böylece gök krallığını ele geçirir.
Bu metinle Theogonia arasındaki benzerlikler açıkça görülür. Bunları özetleyip sıralamakta kuşkusuz fayda vardır. Kumarbi efsanesine "gökteki krallığı ele geçirme mythos'u" diye bir ad verildiğine rastladım. Elimize geçeni kadarıyla bu efsanenin özünü yansıtmaktadır bu ad. Gök krallarının ardışımında şöyle bir sıra izlenmektedir: Alalu - Anu - Kumarbi - Hava Tanrı. Bu sıra aşağıdan başlamak üzere Zeus - Kronos - Uranos üçlüsüne uygun düşer, şu farkla ki Alalu'nuh Theogonia'da karşılığı yoktur. İlerde değineceğimiz bir geç İlkçağ yazan, Byblos'lu Philon (İ.S. 2'nci yy.) Finike geleneğinde dört kuşak saptamakta, Yunan mythos'unda bu kuşaklara ancak ikincisinden başlandığını vurgulamaktadır. Ne olursa olsun, doğulu kaynaklarla Hesiodos'un eseri arasındaki benzerlikler çok ve çeşitlidir. İlkin bir ardışım efsanesi ile karşı karşıyayız, konu krallık kavgasıdır. Theogonia'da bu kavganın tek bir soyun kuşakları arasında sürdürüldüğü görülür: Uranos Kronos'un babası, Kronos da Zeus'un babasıdır. Baba oğul arasındaki çatışmaya geçilmeden, her babanın kendi oğlunu -ya da çocuklarını- nasıl ürettiği, sonra da yerine geçmesini önlemek için nasıl yok etmeğe çalıştığı, oğlun da ne gibi çarelere baş vurarak babasını alt ettiği ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Kumarbi efsanesinde soy ilişkileri belirlenmiş değildir: Alalu Anu'nun babası mı, Anu Kumarbi'nin babası mı değil mi, söylenmiyor, yalnız Kumarbi'den sonra, onu alt edecek Hava-Tanrı bir dereceye kadar Kumarbi'nin oğlu sayılır, çünkü Kumarbi Anu'nun erkekliğini kendi bedeninin içine, almakta ve doğal - insansal bir doğum süreciyle olmasa da, kendi, gövdesinden çıkarmaktadır. Yunan efsanesinde soy ilişkileri tam anlamıyla insancadır, biçimleri bile daha imgelenmeyen, doğa öğelerinden ayıramıyacağımız bu tanrısal varlıklar tıpkı insan gibi davranırlar. West (bkz. not 1. a) "family planning" yani aile planlamasından söz ediyor bunlar için. Gerçekten de bu çağdaş yöntemi uyguluyor gibidirler: baba çocuk istemiyor, ana yavrularını korumak için çırpınıyor, çocuklar ise baba baskısından kurtulmaya çahşıyorlar. Aile planlaması kadar Freud'un öğretilerini de anımsatabilir bize Theogonia'da betimlenen süreç, ama bu tür çağrışımlara sapmadan da birçok kıyaslama noktaları bulabiliriz iki efsane arasında.
Her ikisinde de ana konum üretme gücünün ve genellikle o gücü simgeleyen erkeklik uzvunun kesilmesi ya da koparılmasıdır. Ne var ki ek tema olarak bunu izleyen atmık ve atmıktan doğma varlıklar motifi iki efsanede de yer almakla birlikte, çok değişik biçimlerde işlenmiştir. Uranos'un hayalarını Toprak Ana'nın yaptığı bir çelik tırpanla oğlu Kronos keser. Kesilen erkeklikten iki türlü sıvı akar: kan ve atmık. Kanın toprağa, atmığın ise denize aktığını vurgular ozan. Kan ve atmık tohum işlevini görür ve toprak de deniz bunlardan doğrudan doğruya döllenmiş olurlar, şu farkla ki toprak kan tohumunu uzun süre korur, deniz ise atmıktan doğma Aphrodite'yi hemen gün ışığına salar. Denize yayılan atmığı dalga köpüklerine benzeterek aşk tanrıçasının doğumunu şair şiir havasına bürüyerek anlatır. Bu anlatımı herhalde efsanenin kaynağına değil de Hesiodos'a borçluyuz. Yunan ozanı kendi geleneklerine yabancı düşen bu efsane motifini ancak bu yoldan benimsemiş ve okuyucusuna benimsetmiş olabilir. Öyküsünün inanırlığını daha'da pekiştirmek için, Aphrodite'nin adı Üstüne bir "aitia" uydurduğu da gözümüzden kaçmamaktadır. Tanrıçanın adı "köpükten doğma" anlamına gelir, o halde anlattığım efsane doğrudur demek ister okuyucusuna. Erkekliğin koparılması konumu Theogonia'da Uranos efsanesine sınıtlı kalır, bir daha ele alınmaz. Kumarbi'de ana konum ile birleştirilen erkekliği yutma, gövdeye indirme motifine gelince, bunun Kronos efsanesinde gene çok değişik bir biçimde, işlendiğini görüyoruz, ikinci kuşağın kral-tanrısı babasını iğdiş ettikten sonra, kendisinin de aynı yazgıya uğrayacağından korkar, bunun için yutar ürettiği tüm dölleri. Mythos'un içerdiği anlam şudur: tohumdan doğacak varlık tohumun gücünü taşır, o gücü yok etmek ancak onu içinde bulunduğu çevreden ayırmakla, örneğin erkekliği ait olduğu kimseden kesip koparmakla gerçekleşemez, netekim Kronos Uranos'u iğdiş etmiştir ama kanından ve atmığından döller üremesine engel olamamıştır. Kronos sanki bu gerçeği anlamıştır, iyisi mi kendinden doğma varlıkları kendi içine almakta hızlı davranır: çocuklarını doğar doğmaz yutar. Hitit efsanesi ile Yunan efsanesindeki benzerlik burada en yüksek doruğuna varmaktadır. Hemen şunu da belirtelim ki, erkekliği kesmek, erkeği iğdiş etmek teması Yunan mitolojisinde pek yer etmemişse de - bu motife bildiğim kadarınca yalnız Kybele-Attis mythosunda rastlanır, Kybele ise Anadolu'ya özgü bir tanrıça olup, öyküleri Yunan mythos'una girmemiştir- tohumu bir güç öğesi olarak yutma motifi epey tutunmuş, gelişmiş ve örneğin bir insanın, başka bir insandan öc almak amacıyla çocuğunu kesip kendisine yedirmesi konulu efsanelerde sürdürülegelmiştir. Bu konuda Tantalos-Pelops, Atreus-Thyestes ve Medeia efsanelerini anımsayabiliriz. Burada dölünü yeme temasının ilkelliği çeşitli kanıtlar, öykü eklentileri ve bezekleri ile örtbas edilmek istenmişse de, kökenindeki derin anlam gene de sırıtmaktadır.
Bu simgesel anlam Kumarbi efsanesinde bütün açıklığıyla ortadadır: önce birinci kral Alalu'nun, sonra ikinci kral Anu'nun gökte kaç yıl krallık ettikleri kesinlikle belirtilir: herbiri dokuz yıl tahtta oturmakta ve o yıllar sürece önce Anu Alalu'ya, sonra Kumarbi Anu'a kulluk ederler. Ne var, ki Anu Alalu'ya savaş açıp onu devirdiği gibi, Kumarbi de dokuzuncu yılda Anu'nun tahtına göz diker. Bu savaş açmanın nedeni belli değildir. Theogonia'da bunca özenle vurgulanan nedenlilik ilişkilerine Hitit destanında hiç önem verilmez. Olgular kuru bir günlük üslubuyla yalnızca sayılıp sıralanır. Ancak Anu ile Kumarbi arasında savaş başlayınca işler çatallaşır, bir dram havasına girilir. Anu'nun Kumarbi'nin gözlerine dayanamayıp -bu ne demekse- göğe uçar, o anda Kumarbi saldırır, Anu'yu ayaklarından yakalar, gökten yere çeker ve metindeki deyimle "dizini" ısırır. Bu edimle Anu'nun erkekliği Kumarbi'nin içine dökülür. Kumarbi yuttuğuna sevinmek üzereyken, Anu geri dönüp düşmanına korkunç açıklamalarda bulunur: Hava-tanrıya gebe kalmıştır; üç ağır yük vardır içinde, biri Hava-Tanrı, öbürü Aranzah (Dicle ırmağı) üçüncüsü de Taşmişu. Hava-Tanrının ilerde Kumarbi'yi alt edeceğini hemen anlıyoruz, ama Aranzah ile Taşmişu niçin ürkütüyorlar Kumarbi'yi bu kadar? Belli olmuyor, her neyse Anu bu sözleri söyleyip göğe uçtuktan sonra, Kumarbi'yi yaptığına bin pişman görüyoruz. Bir sürü çareye baş vurup yuttuğunu kusmaya uğraşıyor, bir şeyler de tükürüyor olmalı, sonunda da tıpkı Kronos gibi çıkarıyor içindekini; ama metin buralarda çok bozuk, neler olup bittiğini pek kestiremiyoruz, bir anladığımız Hava-Tanrının doğduğu ve Kumarbi'ye karşı savaş açıp onu yendiği, dördüncü kuşaktan kral-tanrı olarak gök tahtına kurulduğudur.
Anu burada tıpkı Uranos ile Gaia gibi falcılık yapmakta, geleceği bildirmekten de ayrıca kıvanç duymaktadır, çünkü gelecekte kendi öcünün alınacağını bilir. Kumarbi'nin birdenbire büyük bir hayal kırıklığına uğraması ancak şöyle açıklanabilir: Anu'nun erkekliğini yutmakla yalnız gücüne ve krallık yetisine sahip çıkacağım sanmıştı, kendi üstesinden gelecek bir ya da üç varlığa gebe kaldığını öğrenince, öfkelenir, üzülür, yazgısını tersine çevirmeye uğraşır ama başaramaz.
Kumarbi ile Kronos efsanelerinde birbirlerine hemen tıpatıp denk düşen bu yutma - kusma motifinin izlerine Hesiodos'ta sözü geçen başka efsanelerde de rastlamaktayız. Babasından daha güçlü bir çocuk doğuracağını bildiği Metis'i Zeus bir iki demeyip yutar, kafasından da us ve akıl tanrıçası Athena'yı tam silâhlı olarak çıkartır. Uranos -Kronos mythos'ları Yunanistan'da Hesiodos'tan sonra ne kadar tutundu, işlendi, sürdürüldü, pek bilmeyiz, çünkü elimizde belge yoktur, ama Athena'nın doğuş biçimi epey benimsenmiş olacak ki heykel de konuyu işlemiş ve Atina'nın kent koruyucusu tanrıçayı bu biçimde yontmaktan geri kalmamıştır.
Hitit destanında boyuna savaştan söz edilmektedir: besbelli ki gök krallığını elde etmek için ardışım ancak savaş sonucunda gerçekleşmekte, Anu'nun Alalu'ya, Kumarbi'nin de Anu'ya savaş açtıkları söylenmektedir. Ama birinci savaşın açılması ile bitmesi bir olur, Alulu hemen yenilip kaçar ve yeni kral Anu yer altına sürer onu. Kumarbi Anu'ya karşı savaş açınca, Anu da uzun zaman dayanamaz, kaçar, ama bu kez göğe uçmaya yeltenirken, düşmanı onu yakalar ve dizini ısırmakla -diz sözcüğünden burada erkeklik uzvu anlaşılır herhalde- atmığını içine alır. Buraya dek savaş diye bir olgu canlandırılmış değildir, daha sonra metnin çok bozuk olduğu yerlerde Hava - tanrının. Kumarbi'yi alt etmek için bir takım savaş hazırlıkları yaptığı, kutsal boğaları bu işe koştuğu sanılabilir. Gene de bu metinde bizim anladığımız biçimiyle savaş betimlenmiş değildir. Savaş Hitit destanında soyut bir kavram olarak kalmaktadır. Bir kralı tahtından atmak için bir girişimde, bir çatışmada bulunulur, savaş denince bu anlaşıhyor herhalde. Kaldı ki kral devirmeye kalkışan iki kuşak tanrının da önce o krala davranışlarıyla kul köle olarak betimlendiği görülür: Anu da, Kumarbi de tahtlarına göz diktikleri Alalu'nun ve Anu'nun daha önce "ayaklarına kapanır ve maşrabaları içmek için ellerine verirlerdi" deniyor. Bu böyle olunca iki düşman arasında savaş değil de, daha çok kölenin efendisine karşı ayaklanması söz konusu olabilir bizim anlayışımıza göre. Her ne hal ise, somutlaşmasa bile çatışma bir süreç olarak ortada vardır. Hesiodos'un tasarladığı tanrı krallığı düzeninde bu süreci benimseyerek, ilke edindiği bellidir. Nedenleri ve tüm ayrıntılarıyla betimlemeye giriştiği savaşı eserinin ana konumu yapmıştır Yunan ozanı. Titanomakhia Theogonia'nın orta direğidir, eserin var oluşu, destan oluşu onsuz düşünülemez. Şimdi bir sorun, çözümlemeyi hiç umamıyacağımız bir sorun çıkmaktadır karşımıza: Hesiodos bir örneğini Kumarbi destanında gördüğümüz doğulu yazın kaynaklarından nasıl ve ne kadar esinlenmiştir? Bilgi ve belgelerimizin bugünkü durumunda doğrudan ya da dolaylı bir ilinti kurmak olanağı bulunmadığına göre, en doğru ve en sağlıklı inceleme yöntemi iki metni karşılaştırmaktan ileri gidemez. Bunu da yapınca, Kumarbi'nin Theogonia'nın ana efsanesine örnek olduğu apaçık ortaya çıkar. Giderek iskeletidir denebilir, öyle bir taslağı ki oluşum süreci ilke diye benimsenerek üstüne alabildiğine işlenmiştir. Böyle bir oluşuma Yunanın başka hiçbir efsanesinde rastlanmadığına göre savımız da kanıtlanmış olur. Kumarbi efsanesi Hesiodos'a ne yoldan varmış olursa olsun, onu Theogonia'nın kaleme alınmasında esinlemiş, derinden etkilemiştir. Bu olguyu iyice saptamak kaynakların ulaşım araştırmalarına da yararlı olur. Bir elli yıl öncesine değin Hitit metinleri biliniyor muydu, bilinmiyordu, ola ki elli yıla kalmaz Hitit ile Yunanın yapıtları arasındaki ilintiler kesinlikle saptanabilir, açıkça ortaya serilir. Neden olmasın?
Ama bugün bile Kumarbi'den başka kaynaklar var elimizde. Biri, Kumarbi'nin devamı sayılan Ulliukmmi'dir. İngilizce "The Song of Ullikummi", fransızca "Le chant d'Ullikummi" diye adlandırdan bu destan -ezgi diyemeyiz biz- çok uzundur. Kumarbi destanının ikinci yapıtı olmakla birlikte, aslında ondan bağımsızdır, ama gökteki krallık teması ile ilintili sayılabilir. Konu şudur: Kumarbi krallığı ele geçirmiş olan Hava-Tanrı Teşub'u devirip yerine taştan bir azman olan Ullikummi'yi getirmeye uğraşır, yani Kumarbi'nin Hava -tanrıya kaptırdığı krallığı geri almak için girişimi diye özetlenebilir bütün yapıt. Ayrıntılarma girmeden, hemen diyebiliriz ki Theogonia'da kıyaslamada Ullikummi bir yerde Titanomakhia'nın karşılığı sayılabilir.
Yapıtın birinci tabletinde Kumarbi'nin söz konusu edileceği belirtilir. Kumarbi bir şeyler düşünmektedir: "Kumarbi düşünceler geçirdi aklından, boncuk taneleri gibi dizdi onları. "Bunun üzerine ayağa kalkar, eline değneğini alır, ayaklarına hızlı yelleri takar ve kenti olan Urkiş'ten yola çıkarak, Serin Batak diye bir yere varır. Orada çok beklenmedik, bizi oldukça şaşırtan bir olay olur: "Serin Batak'ta koca bir kaya yatar, kaya üç fersah boyundadır, eni de bir buçuk fersahtır." Kumarbi'nin düşüncesi atıldı ileriye, yattı kaya ile, akıttı erkekliğini içine, beş kez aldı onu, ve on kez aldı onu gene.... Bundan sonra epey uzun bir boşluk görülür metinde. Kumarbi'nin kenti olan Urkiş kuzey Mezopotamya'dadır, Hurri'lerin merkezidir. Bir boşluktan sonra Kumarbi'nin Deniz'den bir çağrı aldığını okuyoruz. Önce veziri Mukişanu, sonra elçisi İmpaluri aracılığıyla Deniz ile konuşur, çağrıya uyarak Deniz'in evine gider, şölende yer içer. Bu kez vezirini Sular'a gönderir. Sular Deniz'den ayrı olsa gerek. Kumarbi'nin Deniz'le ilişkilerinin nedenini bilginler şöyle açımlamak eğilimini gösteriyorlar: Kumarbi'nin Kaya'dan olan çocuğu doğacaktır, Deniz'le olan karşılaşmada doğacak olan yaratığın denizde büyümesi kararlaştırılır belki. Bundan sonraki fragment çok kırık döküktür, ama burada Kumarbi'nin çocuğunun doğumu anlatılmaktadır herhalde. Çocuk doğduktan sonra şöyle deniyor: "Kadınlar yardım ettiler doğmasına, Gulşeş ile Mah tanrıçalar aldılar çocuğu, verdiler onu Kumarbi'nin dizlerine. Kumarbi oğluna sevindi, bağrına bastı, başladı okşamaya, uğurlu bir ad vereceğim dedi." Sonra düşünür: "Ne ad takayım bu çocuğa, bir ok gibi gövdeden, fışkıran bu çocuğa? Varsın Ullikummi olsun adı! Varsın gitsin göğe dek ve alsın krallığı. Yok etsin Kummiya'yı, görkemli kenti, alt etsin Hava-Tanrıyı." Bu sözlerden sonra Kumarbi kendi kendine konuşmaya başlar, oğlunu kime emanet edeceğini ve asıl Güneş - tanrı ile Ay - tanrıdan nasıl saklayacağını kurar: "Sakın Güneş - tanrı ile Ay - tanrı görmesinler onu! Hava-Tanrı, Kummiya'nın güçlü kralı görmesin ve öldürmesin onu sakın! İştar, Ninive'nin kraliçesi görmesin onu ve kırmasın bir kamış gibi. Kumarbi bundan sonra İmpaluri'yi çağırır ve o da yelleri sandal gibi ayağına geçirdikten sonra Kumarbi onu İrşirra tanrılara gönderir, herhalde İrşirra'ları, çocuğunu onlara emanet etmek için seçmektedir.
Yukarda doğuma yardım eden kadınlar ebe tanrıçalar olsa gerek. Bunların Gulşeş ile Mah diye adları Hititçedir; Güterbock'a göre Hurrice adları Hudenna ve Hudellura'dır. Kendisi çeviride bu tanrıçaları "Fate godesses" (kader tanrıçaları) ve "Mother godesses" (Ana tanrıçalar) diye tanımlamaktadır (Mythologies of the Ancient World, s. 165). Doğan çocuk Kumarbi'nin dizlerine verilir, tanrı tıpkı bir insan gibi baba olduğuna sevinir ve çocuğuna bir ad koymaya girişir. Bir ara düşünür, sonra koyduğu Ullikummi adının ard anlamlı olduğu anlaşılır. Çocuk Hava-Tanrının yok edilmesi amacıyla üretilmiştir, Kummiya ise Hava-Tanrının kutsal kentidir. Ulli-kummi acaba Kummiya'yı yok edecek anlamına mı gelir? Kumarbi'nin dile getirdiği dilekler bu olumsuz yoldadır çünkü. Burada bir özellik dikkatimizi çekmektedir: Kumarbi kendi kendisiyle konuşmaktadır; destan üslubunun ikili konuşmaları anlatım boyunca vardır, ama iki kez Kumarbi'nin içinden geçen düşünceleri kendi kendine dile getirdiği vurgulanmakta, tıpkı Homeros destanlarında -özellikle en dramatik sahnelerde- olduğu gibi burada da "iç tartışma" (monologue interieur) denilen anlatı biçimine rastlamaktayız. Kumarbi için çok önemli bir andır bu: oğlunun doğumu, adının gerçekleştireceği göreve göre takılması ve başına belâ gelmesin diye korunması. Kumarbi'nin bir kaygısı çocuğunun bazı tanrılara görünmesidir. Elimizdeki parçadan Ullikummi'nin nerde doğduğunu anlamayız, ama önceki fragmentlerden biliyoruz ki çocuğun denizde ya da sularda doğması için tedbir alınmıştır. Bu kez Ullikummi'yi emanet alacak ve kara toprağa götürecek biri aranmaktadır. Çağrı elçi İmpaluri aracılığıyla İrşirra tanrılara ulaştırılıyor. İrşirra tanrıların bir çeşit kader tanrıçaları ya da yardımcı periler olduğu metnin kendisinden ve daha sonraki parçada Enlil'in onları tanımlamasından anlaşılıyor, İrşirra'ların çocuğu Kumarbi'nin kucağından alıp "bir giysi gibi göğüslerine bastıkları" söyleniyor. Çocuk kundaktadır besbelli. Bu imge bana Xanthos'ta Harpya'lar Anıtındaki kabartmayı anımsatıyor. Orada da Harpya'lar ölü ruhları kundakta birer bebek gibi göğüslerine basmış olarak yeraltına taşır gösterilirler. İrşirra denilen tanrıçalar bir çeşit Harpya olmasın? Dikkat edilirse, tıpkı Homeros destanlarında olduğu gibi, baber göndermek için bir ulak kullanılmakta ve tanrıların özel ulağı Hermes gibi İmpaluri de ayağına yellerden sandallar bağlamaktadır. Hermes'in sandallarındaki kanatlar da herhalde yeli simgeler, tanrı da Olympos'tan yeryüzüne ya da başka yerlere uçar gösterilir (Bkz. Odysseia, Y, 43 vd.). Ullikummi'nin Hava - tanrıdan saklanması doğaldır, Güneş - tanrı ile Ay - tanrıya görünmemesine çalışması, ber şeyi gören bu tanrıların gidip de Hava-Tanrıya baber vermelerini önlemek içindir. Netekim sonunda Kumarbi'nin korktuğu olur. Taşmişu, Teşub'un kardeşidir, Hava-Tanrı da Teşub'un başka bir adı olduğuna göre, burada sözü geçen bütün tanrılar gök tanrıları ve birbirleriyle akrabadır; daha sonra da adı geçecek olan Hepat Teşub'un eşi, İştar ise kız kardeşidir. Bâbil - Akad pantheon'unun birçok önemli tanrıları kaynağı Hurri olan bu Hitit destanında işlev görmektedir demek.
Ama biz metni özetlemeye devam edelim: İrşirra'lar çocuğu alıp Enlil'e götürürler: "Aldılar onu ve koydular Enelil'in dizleri üstüne. Tanrı gözlerini kaldırdı ve gördü ki bir çocuk duruyor tanrısal varlığı önünde. Gövdesi diorit taşındandı." Enlil sorar: "Kim bu? Kader tanrıçaları mı yetiştirdi bunu gerçekten? O mu görecek büyük tanrıların yaman savaşlarını? Bu belâyı salan Kumarbi'den başkası değil. Hava-Tanrıyı yetiştirdiği gibi, şimdi de bu taşı yetiştiriyor ona hasım diye." İrşirra'lar bu kez taşı Upelluri'nin sağ omuzuna yerleştirirler ve Kumarbi'nin öngördüğü olur: "Taş büyüdü, güçlü sular büyüttü onu: Bir günde bir arış boy attı, bir ayda bir dönüm boy attı. On beşinci gün geldi, taş büyümüştü. Denizin üstünde duruyordu, dizleri ok gibi, duruyordu taş suların üstünde direk gibi, deniz belini sarıyordu peştemal gibi. Bir kule gibi yükseliyordu taş, gök tapınaklarına ve kunturra'lara erişiyordu. "Derken Güneş-Tanrı bu azmanı görür, şaşar ve hemen Hava - tanrıya haber vermeğe gider. Olacakları sezer gibidir: "Yaman bir çatışma olacak, yaman bir savaş, göklerin altını üstüne getirecek, toprakları aç susuz bırakacak." metinde bunun üzerine Teşub Güneş - tanrıyı oturup yemek yemeğe çağırır, Güneş -tanrı nazlanır her nedense, sonra yiyip içtikten sonra göğe döner, iki kardeş Teşub ve Taşmişu denizdeki azmanı gidip görmeye karar verirler. Kız kardeşleri İştar da katılır onlara, üçü birden Hazzi dağına çıkarlar. Hazzi kuzey Syria'da bir dağdır. Klâsik coğrafyada adı Mons Cassius diye geçermiş.
Gördükleri manzara korkunçtur. Hava-Tanrı göz yaşları dökerek şöyle seslenir: "Bundan böyle kim dayanacak bunun zorbalığına, bundan böyle kim açacak buna savaşı, kim dayanacak bunun dehşetine?" İştar da eline galgaturi denen bir çalgıyı alıp yakınmaya koyulur. Sonra da savaş hazırlıklarına başlar tanrılar. Burada metinler epey bozuktur, öyle ki Titanomakhia ile karşılaştırabileceğimiz bu savaş sahnesi üstüne pek az bilgi edinebiliyoruz. Kutsal boğaların, savaş arabalarının getirildiği söylenir, ama savaşın kendisi canlandırılmadan, Hava-Tanrının yenilgiye uğradığı anlaşılır. Ullikummi boy atmağa devam etmektedir: "Gökleri ve toprağı titretti, (bir kule gibi) büyüdü ve kunturra'ya vardı. Diorit taşının yüksekliği dokuz bin fersahtı, dokuz bin fersaha varıyordu boyu, Kummiya kentinin önünde yükseliyordu..." Sonra ne olursa olur, ama neticede Ullikummi'nin yenildiği anlaşılır. Hava-Tanrının yenilgisi diye tanımlanacak bir parçadan sonra "Tanrıların Toplantısı" diyebileceğimiz bir sahneden kırık dökük bölümlerle karşılaşırız. Ea ile Enlil tanrıların adları geçer ve işin bizce daha ilginç yönü, insanlığı yok etmek diye bir konu çıkar ortaya. Şu sözleri söyleyen Ea mıdır: "Niçin yok edecek mişiniz (insanlığı?). İnsanlar kurban kesmiyorlar mı tanrılara? İnsanları yok ederseniz, kimse kalmaz tanrılara adak adayacak, hiç kimse kurban ekmeği sunmaz onlara ve de saçmaz sunuları!" Bu kez Upelluri de işe karışır ve anlaşılır ki omuzundaki yükü atmış, Ullikummi'nin gücünü kırmıştır. Azmana karşı yeniden savaşa çağırır tanrıları, onlar da yüreklenirler, savaşa katılırlar ve savaş Ullikummi'nin yenilgisi ile biter. "Ea Taşmişu'ya yeniden seslendi: "Önce onu, diorit taşını yendim. Gidin ve onunla savaşın yeniden: ok gibi durmasın artık." Taşmişu da sevinir, hep birden saldırırlar, Ullikummi son bir kez meydan okur: "Göklerde krallığı ele geçireceğim, yok edeceğim Kummiya'yı Kunturra'yı alacağım, kovacağım tanrıları göklerden..." Ama istemini yürürlüğe koyamadan elimizdeki metin sona erer. Ullikummi herhalde yenilmiştir ve onunla birlikte Kumarbi'nin gök tanrılarına karşı kurduğu plan suya düşmüştür.
Bu metni özüyle, tümüyle anlamak kolay değildir bizim için. Kırık parçalardan meydana geldiği, öykünün en can alıcı yerlerinde boşluklar bulunduğu bir yana, tamam olarak yazıya dökülmüş bölümlerinde bile kesin anlama varmak güçtür. Çünkü biçiminde de bir sorunla karşılaşırız: metin düzyazı ile yazılmıştır, oysa içeriği de üslubu da şiirdir. Güterbock bu çelişkiyi vurgulamakla birlikte1, sunduğu çeviride2 metni dize dize ayırmaktadır. Gerçekten de edinilen izlenim Ullikummi destanının başı ve sonu olan bir bütün meydana getirdiğidir.Kurgusu üç ana bölüme göre ayrılabilir: birincisi Ullikummi'nin üretilmesi ve doğumu, ikincisi doğduktan sonra başkalarının gözünde canlanması, özel nitelikleriyle betimlenmesi ve bu duruma karşı uyanan tepkiler, üçüncüsü Ullikummi ile öbür tanrılar arasındaki savaş ve bu savaşın sonuçları. Batılı yazın mantığına göre ayırmaya çalıştığımız bu üç ana bölüm ne boyutta, ne içerikte birbirine denk düşüyor, bunun nedeni ise yalnız metin bozukluğu olmasa gerek. Ama biz, metni bir dereceye kadar kavramak istiyorsak, incelememizi böyle bir plana göre yürütmek zorundayız.
1 in: American Journal of Archaeology, s. 133 vd.
2 In: Mythologies of the Ancient World, s. 164 vd.
Ullikummi'nin asıl konumu Kumarbi'nin Hava - tanrıdan öc almasıdır. Bilindiği gibi, Hava-Tanrıyı Kumarbi doğal bir yöntemle değilse de, kendi üretmiş ve tahtını bu oğluna kaptırmıştır. Bu kez "kötü bir varlık" yaratarak Hava-Tanrıya karşı bir hasım meydana getirmeyi kurar. Kumarbi bu planı önce tasarlar, sonra eyleme geçip bir kaya ile birleşir. Kayanın yeri ve nitelikleri ayrıntılarıyla belirtildiği gibi, birleşmenin kaç kez yinelendiği de bildirilir. Metin burada kesilir, ama Kumarbi erkekliğini kayanın içine akıttığına göre, kayanın gebe kaldığı ve bir döl vereceği belli edilmektedir. Tıpkı Kumarbi efsanesinde olduğu gibi, burada da doğadışı bir olguyla karşılaşıyoruz destanın ta başında. Hesiodos destanı ile kıyaslamada Theogonia'da olağanüstü varlıkların söz konusu olduğuna dikkati çekeriz: yüz kollu, elli başlı devler, tepegözler ve daha başka birçok yaratıklar doğada rastlanmayan azmanlardır, ne var ki doğadışı üretim konusunda tek bir yönteme yer verildiği -parthenogenesis, tek başına üretme- bunun da ancak yaratılışın ta başında Khaos, ya da Nyx gibi ilksel öğeler söz konusu olunca uygulandığı görülür. Ullikummi'de kaya ile yatma edimi ancak üretilecek varlığın doğadışı olması istemiyle açımlanabilir. Hava-Tanrıyı alt edebilecek varlık eşi görülmedik bir azman - canavar olmalı, doğurucusu da bu amaca göre seçilmeli; netekim durmadan büyüyen diorit taşından Ullikummi anasına özgü nitelikleri daha da abartılmış olarak taşımaktadır.
Doğum öncelerini anlatan bölümler çok eksiktir. Doğumun kendisi de şaşırtıcı: bir gece yarısı atmosferinde taş ya da kaya birdenbire bir çocuk ortaya çıkartmaktadır, dişi tanrıçalar bu doğuma yardımcı olmakta, gün ışığına çıkan çocuk ise tıpkı bir insan bebeği gibi babasının kucağına verilmekte. Kumarbi sevinir, oğlunu sever, okşar, ona ne ad takacağını düşünmeye koyulur. Aile saadeti içinde yüzüyor gibiyiz. Kumarbi'nin oğluna ad koyarken dile getirdiği dilekler epey olumsuz da görünse, kucakta pişpiş edilen bu kundaktaki bebekten ilerde yeri göğü titretecek korkunç bir taş direk yetişeceğine olasılık veremeyiz. Bu böyle süregider: Kumarbi oğlunu emanet edecek birini arar -anasız bir çocuğa dadı arıyor gibidir- onu saklıca Kara Toprağa götürmek söz konusudur, Güneş, Ay ya da İştar tanrıçalarının çocuğu görmemeleri gerekir. Bir kamış gibi kırmamaları için. Bu kamış sözcüğünden fazla bir anlam çıkaramayız, ama bundan sonraki olgular da hep insan/tanrı çerçeveleri içinde kalır. Kumarbi'nin ulağı İmpaluri İrşirra tanrılar kimse, onları çağırır; bunların kolları, göğüsleri vardır, bebeği emanet alıp giderler. Ancak Kumarbi'nin onlara buyrukları bir tuhaftır; çocuğun geleceği üstüne kuşkular uyandırır okurda: çocuk Upelluri'nin omuzlarına bir ok gibi konmalıdır, bu ok bir günde bir arış boy atacak, bir ayda bir dönüm boy atacaktır deniyor. Upelluri'ye gelince, Theogonia’nın Atlas'ı gibi göğü omuzlarında taşıyan bir varlık olduğunu sonradan öğreniyoruz. Ama çocuğun gerçek kimliği ancak tanrı Enlil'e göründüğü zaman açıklanır: Ullikummi, gövdesi diorit taşından bir azmandır, Hava -tanrıya hasım yetiştirilen bir belâ, bir âfet. Derken Kumarbi'nin öngördüğü ve diledikleri hemen gerçekleşir: taş denizin suları içinde büyüdükçe büyür. Eşsiz bir şiir parçası ile betimlenir bu olgu:
Denizin üstünde duruyordu, dizleri ok gibi,
duruyordu Taş suların üstünde direk gibi,
deniz belini sarıyordu peştemal gibi.
Bir kule gibi yükseliyordu Taş,
gök tapınaklarına ve kunturra'lara erişiyordu.
Akıllara durgunluk verecek bir görüntü, ama unutulmayacak canlılıkta çarpıcı bir imge. Ullikummi bütün gerçekliğiyle dikilir bundan sonra gözlerimizin önüne. Güneş'in, Ay'ın ve Ullikummi'yi görmemeleri gereken bütün öbür tanrıların onu gördüklerine biç şaşmayız. Buraya kadar Ullikummi'nin ana karnına düşüşü, dünyaya gelişi ve yetişip kimliğine kavuşması betimlenmiş, anlatılmıştır. Bundan sonra onun tanrılar arasında yarattığı telâşa geçilir.
Ama burada bir duraklama yapalım ve izlenimlerimizi saptamaya çalışalım: kayadan doğma, boyu uzadıkça uzayan bir dev, suların içinde göklere dikilen bir azman, bu imgeler gözümüzde canlandıkça sanki analarımızdan, ninelerimizden çocukluğumuzda duyduğumuz masallar bize anlatılıyor gibidir. Bunlar Mythos kahramanları değil sanki, mitolojiden değil de, masaldan çıkmalar. Doğunun Binbir Gece masallarında, Batının Cermen kökenli saga'larında rastlıyoruz bu gibi tiplere. Ama bunlar doğrudan halkın imgeleminden fışkırma gözükür bize. Mitolojiyle, daha doğrusu Yunan mitolojisi gibi bir efsaneler bütününden çıkma kişilerle ilintili değil. Çünkü Yunan'da da devler, azmanlar vardır, ama bunlar dinsel bir görevi bulunan bir tapım bütününün içinde belli amaçlarla canlandırılan tiplerdir. Kaynakları da dinsel çevrelerdir herhalde, ozanlar bunları alır kendi görüş ve anlayışlarına göre süslerler, tıpkı Theogonia'da yapıldığı gibi, ama simgesel varlıklarını yitirmezler. Oysa bir Ullikummi'nin simgesel varlığı nedir? Bizce pek belli olmuyor. Bu konuda Hitit -Hurri mitolojisini inceleyen bilginler ne denli görüşler ileri sürdüler bilmiyoruz, ama özellikle bu Ullikummi destanında doğrudan halk imgelenimden gelme ve sürekliliği bu yüzden uluslararası bir nitelik taşıyan temalar, motifler görüyoruz biz. İncelenmeye değer konulardır bunlar.
Ullikummi'ııin doğumunu Zeus'un Girit mağarasında gizlice dünyaya gelmesi ile kıyaslamak doğru olur mu, olmaz mı? Benzer noktalar yok değil: önce bu taş konumu. Kronos son dölü yerine bir taş yutmaktadır, taş motifi ise bildiğim kadarınca başka hiçbir Yunan mythos'unda görülmez. Yutma motifi gerçi Kumarbi'de yalnız Anu'nun erkekliği ile ilintili olarak yer alır, ne var ki taş ile yutma başka başka anlarda, başka başka bağlantılarla karşımıza çıkıyorsa da, bu konuda Hitit ile Yunan efsaneleri arasında yadsınmaz bir ilişki saptanabilir. Ullikummi tıpkı Zeus gibi öc alma amacıyla meydana getirilir, öc almama aksamadan gerçekleşmesi için de saklılık ilkesine önem verilir. İki efsanenin tek tük ayrıntılarında da benzerlikler göze çarpmaktadır: Ullikummi'nin doğumunda ebelik eden tanrıçalar, Theogonia'nın kendisinde değilse de, Zeus'un dünyaya gelişi ile ilgili başka efsanelerde sözü geçen dağ ve orman perilerini anımsatabilir: mağarada gözünü açmış tanrı bebeğini keçi sütü ile besleyen Amaltheia böyle bir peridir, Zeus'un doğduğu duyulmasın diye kalkanlarını yere vurarak gürültülü oyunlar oynayan Kuret cinleri aynı sahnenin kişileridir. Koşutluk burada efsanelere özgü genel benzerliklerle açımlanamaz. Bağımlılık daha öteye gider, daha derinden, kaynaktan bir etkileşme sezilir bu iki efsane arasında.
Ullikummi'ye karşı tanrılar arasında uyanan tepki Hitit destanında çok büyük bir yer tutmaktadır, önce Sümer - Akad pantheon'unun en büyük tanrısı Enlil karşımıza çıkıp Ullikummi'nin yaratılmasıyla ne hedef güdüldüğünü açığa vurmakta, sonra araya Güneş - tanrının gidiş gelişleri uzun uzun anlatılmakta, daha sonra da birçok başka tanrılar işe karışıp Ullikummi'nin varlığından duydukları korkuyu dile getirmektedirler. Bu olumsuz tepkiye öylesine çok tanrı öyle derin bir duyarlıkta katılmaktadırlar ki, bütün tanrılar dünyası etkilenip ayaklanmış gibidir. Theogonia'da ne Titan'lar savaşından önce, ne de sonra Olympos tanrılarının eyleme karıştıkları görülmez, gerçi hepsinin "azgın bir cenk havası estirdikleri" belirtilir, ama aslında edilgen kalırlar, çatışmada yalnız Zeus'un Yüzkollu devlerin yardımıyla devindiğine tanık olunur. Adlarıyla sanlarıyla yokturlar Hesiodos'un destanında, oysa Ullikummi tanrıların her birini ayrı ayrı canlandırarak olayın daha geniş boyutlu bir destan havasına sokmakta, tutarlı, gerçekçi ve etkili bir anlatımla oluşturmaktadır. Kimi tanrıların tüm kişilikleri ile canlandırılmalarına olanak sağlanıyor: örneğin aşk tanrıçası İştar -metni çok bozuk olan bir parçada- ne sevimli bir davranışla kardeşi Hava-Tanrının başına gelen belâya yakınır! Durmadan büyüyen dev karşısında tanrılar birbirine soy bağları ile bağlanmış, kardeş olmuşlardır. Teşub, Taşmişu, İştar ve Hava-Tanrının eşi Hepat başka fırsatlarda da bu kadar yakın mıdırlar birbirlerine? Bilmiyoruz, ama buradaki aile havası insanlara onca benzeyen Olympos tanrıları arasında görülmez. Günleri dırdır ve kavga içinde geçen Yunan tanrılarına karşın Hitit'in bu göksel varlıkları daha tarihöncesi çağlardan bu yana Anadolu'nun onurlu dayanışmasını mı simgeliyor yoksa? Bunu şaka olsun diye söylemiyorum: okurlarımdan Telepinu efsanesini duymamış yoktur sanırım, doğa olgularını yarı alaycı bir görüşle algılayıp, mizâhlı bir dille betimleyen bundan tatlı, bundan sevimli bir efsane yoktur dünyada! Tuhaftır ama Anadolulu olmakla birlikte -bilindiği gibi Bandırma'lıdır- epey somurtkan bir yazar olarak karşımıza çıkan Aisopos'un değil de, daha çok Nasrettin Hoca’nın atası sayılmalıdır Telepinu.
Çeviride "Savaş Hazırlıkları", "Tanrıların Savaşı", "Tanrıların Toplantısı" başlıklarıyla tanımlanan bölümler ne yazık ki metin saptaması bakımından güvenilmez parçalardır. Eldeki satırlardan çıkan izlenim şu: Theogonia'nın /Titanomakhia bölümündeki devinim yoktur burada, buna karşılık gene destana özgü bol konuşmalar ve burada, nasıl diyeyim, gevşek bir hava var; kadınlar karışıyor bu savaşa, Hepat heyecanından damdan aşağıya düşecek gibi oluyor, kadınları zor tutuyorlar onu, savaşın kahramanı Hava-Tanrı -savaşı seyr etmek için olacak- hangi dağın tepesine oturacağını şaşırıyor, bir sürü tanrı karışıyor bu işe, her kafadan bir ses çıkar gibidir. Boyuna yükselen diorit taşı karşısında kimse ne yapacağım, ne edeceğini bilemiyor. Omuzuna UUikummi'nin ok gibi oturtulduğu Upelluri bilgisizlik ve şaşkınlık içindedir. Bu arada Prometheus efsanesini andırdığı için buraya "Tanrılar Toplantısı" başlığıyla nitelenen parçada Kumarbi Zeus rolünde, insanları yok etmek istemiyle suçlandırılmakta; bu arada önemli iki motif çıkıyor karşımıza: gökle yerin bir bıçakla ayrılması -ki Uranos ile Gaia arasındaki kavga ve Gaia'nın yaptığı bir çelik tırpanla Uranos'un erkekliğinin kesilmesi- evrenin yaratılışında yerle göğün ayrılmasını simgeler deniyor, ikincisi de kuşaklar ardışımını dile getiren "eski tanrılar" deyimi. Sonra ne oluyorsa oluyor Ullikummi ve onunla birlikte tanrılara tuzak kuran Kumarbi de yeniliyor besbelli. Elimizdeki metin bir yandan yeni kuşak tanrılarının sevinç çığlıkları, öte yandan Ullikummi'nin son bir kez meydan okuması ile sona ermektedir. Sanırım ki bütün parçadan çıkan karışıklık ve gevşeklik havası yalnız metnin bozukluğuna verilemez, Hitit destanının özünde vardır. Ullikummi besbelli Theogonia gibi kurgusu bir elden çıkmış, kesin bir tutarlılık yöntemiyle kurulmuş bir sanat eseri değildir. Ama bu görüşe bir değer yargısı katmak yanlış olur. Her iki destan da nasılsa öyledir. Yaratılış ya da yazılış tarihleri arasında en azından bir altı yüzyıllık ayrım bulunduğuna göre, Hitit'in Yunan'a kaynak olduğu su götürmez bir olgu sayılabilir.
Theogonia'daki yaratılış efsanesine etkisini inceleyeceğimiz bir başka doğulu kaynağa geçmeden, Kumarbi - Kronos Mythos'ları ile benzerliği vurgulayan, yukarda sözünü ettiğimiz Byblos'lu Philon'a değinmeliyiz. Sankhuniaton adlı bir Finikelinin tarihini yunancaya çevirdiğini ileri süren bu Philon sekiz dokuz kitaplı bir eser bırakmış, bunun da günümüze dek ulaşımı Hıristiyan yazarlarınca sağlanmıştır. Sankhuniaton bir tarihçinin adı mıdır yoksa genellikle tarihçi anlamana mı gelir, pek belli değil, Philon bu Sankhuniaton'un Troya savaşından önce yaşadığını vurguluyor. Bu eserde evrenin bir çeşit bataktan ortaya çıkışı, sonra da tanrı kuşaklarının egemenliği ele almak için birbirleriyle çatışması anlatılıyormuş. Ve tıpkı Theogonia'da olduğu gibi Finike'nin efsane-tarihinde de dört kuşağın birbirini izlediği belirtiliyor. Philon bu dört kuşağın adlarını verirken, onların Yunan karşılıklarını da sayıyormuş:
Eliun – Hypsistos..........Alalu
Epigeios – Uranos.........Anu
El – Kronos.................Kumarbi
Demarus – Zeus............Hava - tanrı
Hurri - Hitit efsanesindeki kuşak ardışımının da eklendiği bu soy ağacı1, önce de belirttiğimiz gibi, Yunan efsanesindeki bir boşluğu doğrulamaktadır: Theogonia'da Uranos'tan önceki kuşak adlandırılmış değildir; Philon'un Finikeli Eliun'a gösterdiği Hypsistos "en yüksek" anlamına gelen ve hiçbir Yunan kaynağında sözü geçmediği için kendi buluşu ya da çevirisi sayılabilecek soyut bir kavramdır.
1 Bkz. West, op. cit. s. 27.
Çağdaş bilginler bu Philon'a Ras Şamra metinlerinin ortaya çıkışına değin inanmadılar, güvenmedilerdi. Yani Yunan ardışım mythos'unun Finikeli bir kaynaktan gelebileceğine olasılık tanınmamıştı. Oysa bizim Antakya'nın biraz güneyine düşen eski Ugarit kentinin yerinde, bugün Ras-Şamra diye anılan bir kazıda ortaya çıkarılmış Sâmî alfabeli metinler Boğazköy tabletleri ile bir araya getirilip yorumlanınca, Philon'un tanıklığını yabana atmamak gerektiği bilginlerce onaylanmıştır. Hiç kuşkusuz Hurri - Hitit - Finike ve Yunan efsaneleri arasında belirgin bir kültür alış-verişine dayandırılması gereken bir koşutluk vardır. Asıl kaynağın hangisi olduğu ve çeşitli inançların ne yoldan, hangi araçlarla Doğudan Batıya geçtiği Bilimi daha çok uğraştıracaktır kuşkusuz. Bizim bu konuda söz söyleme yetkimiz yoktur, ama özenle incelediğimiz West'in Theogonia açıklamalarına1 dayanarak, aynı Akdeniz çevresinde yaşamış Hurri - Hitit - Bâbil -Finike - Yunan ulusları arasında bunca kültür ilişkileri saptanmışken, Hesiodos'un Theogonia'yı yazmak için doğulu kaynaklardan yararlanmadığını söylemek olanaksızdır diye düşünürüz.
1 Bkz. West, op. cit. s. 28 - 31
Yunan alfabesinin Finike'den geldiği artık herkesçe bilinen bir gerçektir. Finikeliler Sâmî kaynaklarına olduğa kadar, daha önceki Sümer, Hurri, Hitit ve Bâbil gelenek ve göreneklerine aracı olmuş olabilirler. Özellikle denize açık, Akdenizi enine boyuna dolaşan bir denizci ulus oldukları da göz önünde tutulursa bu görevi yaptıkları şüphe götürmez. West, Forrer adlı bir bilginin bizce çok ilginç bir savına değinmektedir2: Hesiodos'un Theogonia'sı doğrudan doğruya Hitit metinlerinden gelmedir, diyor Forrer, kanıt olarak da şunu ileri sürüyor: Hitit mythos'ları Midas'ın krallığı sırasında Phrygia'da süregelmiştir, Hesiodos'un soyu ise -yukarda yeterince vurguladığımız gibi- Anadolu'dan, Midas'ın egemenlik yöresine hem çok yakın, hem de Phrygia kültüründen etkilendiği birçok efsanelerle kanıtlanmış Ege kıyılarından göçmüştür Yunanistan'a.
2 H. Forrer, Eine Geschichte des Götterkönigsttun aus dem Hatti - reiche. In: Melanges F. Cumont, iv. 1936. s. 687 - 713.
Hesiodos Theogonia kaleme alırken Anadolulu atalarından miras aldığı bir geleneği işlemiş olabilir. Forrer'in kanısı bu, ne var ki West buna katılmıyor, katılmamasının nedenlerini de şöyle sıralıyor: Theogonia'da doğulu kaynak izleri görülse bile, bunlar tümüyle yunanlaştırılmıştır, yabancı sayılabilecek görüşler Yunan kavram ve terimlerine aktarılmıştır. Etkiler varsa da, bunlar doğrudan doğruya kaynaktan alınmış değildir, aracı olmuş bir Yunan, örneğin İonyalı kaynağın varlığını şart koşar. Görüşler özetle bunlar, bilginler Giriti, Minoen Mykenien kültürünü de hesaba katarak bu kültürün doğu ile batı arasında oynadığı bağlantı rolünü değerlendirmek zorundadırlar, ancak bu sorunda hiçbir yazdı kaynağa dayanılamaması işi güçleştirmektedir. Biz bu çeşitli görüş ve savları özetlerken, Finike ile İonya arasındaki ilişkileri aydınlatmak bakmandan Homeros'un Odysseia'sına değinmek isteriz.
Odysseus Troya savaşı dönüşünde yıllarca denizlerde perişan süründükten sonra varır sonunda yurdu İthake'ye, kendini tanıtmaz, bir dilenci kılığında domuz çobanı Eumaios'un kulübesine sığınır, orada başından geçmiş bir sürü uydurma olay anlatır: yok Girit'li bir kralın oğluymuş da korsanlarca kaçırılmış, Mısır'a varmış, orada epey para yaptıktan sonra Finike'li madrabazlarca aldatılarak önce Finike'ye, sonra Libya'ya köle olarak satılmak üzere götürülmüş de fırtına param parça etmiş Finike'lilerin gemisini, falan filân (Od. XIV, 287 vd.) İlk kez Finikelilerin sözü geçtiği bu masaldan sonra, gene Finike'lilerin rol oynadığı bir öykü dinleriz Odysseia'da, bu kez çoban Eumaios'un ağzından (Od. XV, 415 vd.): Odysseus'un babası İthake kralı Laertes'in konağına köle düşen çobanın kendi yaşam öyküsüdür bu; Eumaios Ege'nin Kyklad adalarından Syros'ta kral oğlu iken dadısı Finikeli bir esir kadınmış, günün birinde limana gelen bir Finike'li madrabaz gemisinin tayfalarından biriyle ilişki kuran bu dadı, saraydan kucak dolusu altın çalmış, kral çocuğunu da yanına alarak gemiye kaçmış. Ama kadın yolda ölmüş, o ölünce de Finike'liler Eumaios'u Laertes'e satmışlar. Odysseia'da epey yer tutan bu öyküyü özetlemekten amaç, deniz serüvenlerinin anlatımında Finike ve Finike'lilerin ne denli önemli bir rol oynadıklarını belirtmektedir. Bu öykülerin destan geleneğiyle, ya da efsane ile biçbir ilintisi yoktur besbelli, doğrudan gerçek yaşamı yansıtan olayların dile getirilmesidir. Bunlar Homeros çağında (destanların kaleme alındığı dönem tartışma konusu olmakla birlikte İ.Ö. dokuzuncu - sekizinci yüzyıl suları en akla yalan tarihlendirme sayılmaktadır) Yunan dünyasının Finike ile doğrudan doğruya ilişkisi bulunduğunu kanıtlar. Yaşamın kendisinden yansıyan bu kanıtlar ise bence yazdı belgeler kadar önemli sayılmalı, belki daha da değerli ve gerçekçi. Akdeniz üstünde Finike ile Yunan denizcileri bunca yakın alış verişte bulundukları bir dönemde masal ve efsane geleneklerini birbirlerine aktarmaları doğal değil de nedir? Bu çeşit belgelerin bilimce gereği kadar değerlendirilip değerlendirilmediği ayrı bir konudur.
Gelelim Theogonia ile ilişkisi saptanabilecek başka bir yapıta. "Enuma Eliş" diye anılan bu yapıt Bâbil kaynaklı bir yaratılış destanıdır. "Bir zamanlar yukarda" anlamına gelen "enuma eliş" sözcükleri ile anlatıya girişmek Sami'lere özgü yazınsal bir gelenekmiş.
Yaratılış destanı da aynı deyimle başladığından, adı Enuma Eliş olarak kalmış, bilgin çevrelerinde. Enuma Eliş üstüne bilgi edinmek, kalan tek tük metinlerin çevirisini yapabilmek için yukarda yararlandığımı bildirdiğim eserlerden başka bir de Orhan Hançerlioğlu'nun "İnançlar Sözlüğü"nü (Remzi Kitabevi, istanbul 1975) kullandım. Yapıtta geçen adları bu Sözlükte bir bir izlediğim gibi, soy ağaçlarının çizilmesi için de Sözlüğü kılavuz edindim.
Enuma Eliş yedi tablet üstüne yazılmış uzun bir şiirdir, aşağı yukarı 1050 dize olarak hesaplanan bütününden 910 dize elimize geçmiştir. Bunlar ayrı ayrı yerde bulunan birçok parçalar halinde olup her parça için ayrı bir tarih saptanmaktadır. En eskisini, İ.Ö. 1000 sularında yazılmış olsa gerek, ama eserin ilk kaleme alınış tarihi daha eski, yani Birinci Bâbil Hanedanı zamanına (İ.Ö. 1895 - 1595) ait sandır. Enuma Eliş'in dili West'e göre1 Akadçanın destan lehçesidir, uzun konuşmaları ve tekrarlamaları ile Homeros'un destan diline benzetilebilir.
1 Bkz. West, op. cit. a. 22
Yapıt şimdiye kadar incelediğimiz metinlerden ayrı bir nitelik taşımakta, şu bakımdan ki dinsel olduğu kadar siyasal bir belge olup Bâbil'in baş tanrısı Marduk'u yüceltmek amacını gütmektedir. Bu yüzden de Mezopotamya'nın başlıca din merkezlerince benimsenmiş ve tapımda resmî metin olarak kullanılmıştır. Enuma Eliş Bâbil'in yılbaşı bayramında yapılan törenlerde okunan bir metindi.
Aşağıda vereceğimiz birkaç çeviriden de anlaşılacağı gibi, Enuma Eliş'te de tanrıların birbirini izlemesi söz konusudur, bir kuşak kendisinden öncekini alt edip krallığı ya da baş tanrılığı elde etmek amacıyla savaşlara girer. Ne var ki Enuma Eliş'te ki bu çatışma yalnız bir efsane sürecini din anlayışı ve tapım törelerinde yer alan bir değişmeyi, bir gelişmeyi efsaneye dayalı belgelerle kanıtlamaya çalışır. Daha ileri gitmeden Hesiodos'un tutumuyla doğulu örneklerin benzerliğine dikkati çekmek isteriz: Theogonia'da Hesiodos ardışım efsanelerini anlatırken Zeus'un hak üstüne kurulu düzen anlayışına parmak basar, kendinden önceki kuşakların yaşadıkları evren ya khaos'un ta kendisi, ya da khaos'tan bir az ileri karmakarışık sistemlerdir, daha doğrusu sistemsizliklerdi. Zeus doğanın dizginsiz güçlerini dizgine vurmakla ölçülü, dengeli akıl düzenini kurmuş oluyor. Hesiodos bu süreci Theogonia'da efsanelik öğeleri işleyerek dile getirmekle yetinmemiş, Zeus'un simgelediği hak hukuk düzeninin kendi çağında insanlar arasında tutunması gereğini vurgulamıştır İşler ve Günler'de. Bütün eseri Zeus tapımının üstünlüklerini, faydalarını belirlemek amacıyla yazılmıştır. Amaç güden eser Yunan sanat anlayışıyla ters düşer, Hesiodos'un öğretici olmaktan öte bir tapıma hizmet havasını taşımakta, yadırgatıcı havası da buradan ileri gelmektedir belki. Bu özelliktir bence Hesiodos'un doğulu kaynaklarına yakınlığını, hem de eserinin Yunan yazınında tek başına kalışının nedenlerini açımlayan. Resmî bir Zeus tapımı olsaydı Yunan sitelerinde, Hesiodos'un yapıtları onun hizmetinde bir kutsal kitap olarak okunmalıydı, oysa böyle bir durum hiçbir zaman gerçekleşmemiştir İlkçağ Yunan dünyasında, onun için de Theogonia değil, tanrıları hiç de ciddiye almayan İlyada örneğin Atina'nın Panathenaia bayramında okunan ana kitap olmuştur. Özgürlükçü, bireyci anlayışın izleri görülebilir bu olguda. Ama Hesiodos'un başka bir geleneğin, ruhuyla Yunan törelerine yabancı bir dünya görüşünün simgecisi olduğunu da açığa vurur. Bu sorun üstüne bilimin daha çok durması gerekir kanısındayım.
Bu aradan sonra dönelim gene Enuma Eliş'e. Edindiğimiz bilgiler şu: yukarda tarihleri belirtilen Birinci Bâbil Hanedanı zamanına değin Bâbil ufak bir taşra kentiymiş. Mezopotamya'da Asûr, Ninive, Kiş, Şipar, Nippur, Ur, Uruk gibi başka merkezler varmış, kimisi Sümer, kimisi Asûr - Babylonia yani Sâmî uygarlık geleneğini sürdürürlermiş, eski tapınak merkezlerinde, örneğin Nippur'da Enlil, Ur'da Sin (ay-tanrı), Uruk'ta Anu baştanrı olarak tapım görür. Hamurabi (İ.Ö. 2003 -1961) gibi büyük kralların giriştikleri atılımla Bâbil başkent olunca gelişen siyasal öğretinin yanında bir de dinsel öğreti oluşturmak gerekmiş, bu da tanrı Marduk odak alınarak yapılmıştır. Ne var ki Enlil, Anu gibi tanrılar da dışarda bırakılmayarak yeni öğretiye katılmış, karıştırılmıştır. Burada dinsel bir karışım ve bileşim (synthèse et syncrétisme religieux) söz konusudur1. Enuma Eliş'te rastlayacağımız Sümer asıllı tanrı ve efsanelerin varlığı bu yoldan açımlanabilir.
1 Gerek özet, gerekse çeviriler için Larousse'ta bu konuya ayrılmış bölümü (op. cit. s. 68 - 71) kılavuz edindik.
Enuma Eliş şöyle özetlenebilir: "Bir zamanlar yukarda gökler daha adlandırılmamış altındaki toprağa da bir ad verilmemişti", işte o zaman sular vardı. Bu ilksel sular iki cinstendir: biri Apsu (sümercesi Ab-zu) erkek olan yeraltı sularını, yani tatlı suları simgeler, öteki Tiamat dişidir ve yeryüzünün tuzlu sularını simgeler. O zamanlar "daha hiçbir tanrı oluşmamış, ad ve yazgı almamıştı". Tatlı ve acı suların birbirlerine karışmasından varlıklar meydana gelir: bunlar erkek ve dişi birer çift olarak yaratılırlar; birinci çift Lakmu (sümercesi Lagma) ile Lakamu (sümercesi Lagama) erkek ve dişi birer yılandır; onlardan da gökyüzü tanrı Anşar ile yeryüzü tanrı Kişar ürer; üçüncü kuşakta üç adla karşdaşıyoruz: Anu (sümerce An: gök anlamına gelir), Enlil (toprak tanrı) ve Ea (yahut Enki, o da suyu simgeler). Anşar ve Kişar adlarının başında bulunan An - ve Ki - örnekleri, birincisi gök, ikincisi toprak kavramını içerir. Bundan sonra üreyecek olan tanrıların başında aklı ve yaıatıcılığı simgeleyen Ea gelir. Ea, Damkina adlı bir dişi tanrı ile birleşerek yaratıcılık işlevini sürdürecektir. Enuma Eliş'ten bu süreci dile getiren parçanın türkçesi şudur:
Ne zaman ki Apsu ile Tiamat'ın içinde tanrılar yaratıldı
Lakmu ile Lakamu ortaya çıkıp bir ada kavuştular.
Çağlar uzadı, yayıldı,
Anşar ile Kişar doğdular, onları her şeyde aşarak.
Günler geçti, yıllar çoğaldı:
Oğulları Anu doğdu, babasına eşit.
Anşar ilk oğlu Anu'yu kendine özdeş yarattı,
Ve Anu da Nim - dim - mud'u üretti, kendine benzer bir
tanrı olarak,
Nim - dim - mud atalarının efendisi oldu...
Burada Nim - dim - mud adı ile gösterilen tanrı Ea, yani Enki'dir. Bazı metinlerde Ea - Enki Anu'nun oğlu olarak tanımlanır. Doğrusu, gök - toprak - su üçlüsünü aynı kuşakta görmek ve ilksel dönemlerde nasıl herşey sudan doğuyorsa, tanrıların yaratılıp birer ad ve yazgı ile donatıldıkları uygar dönemlerde de yaratılışın su unsurundan çıktığını belirten metni özümsemektedir.
Tanrı kuşaklan arasında çatışma bundan sonra başlar: genç tanrılar Apsu ile Tiamat'ın rahatını kaçırmaktadırlar. "Davranışları beni üzüyor, diye yakınır Apsu. Gürültü patırdılarından gündüz rahat edemiyor, gece uyuyamıyorum. Onlan yok etmek, devinmelerine son vermek istiyorum." Ne var ki çocuklarını yok etmeye Tiamat’ın gönlü razı olmaz. Apsu gene de vaz geçmez kararından, veziri Mummu'nun yardımıyla pusu kurar çocuklarına, Ea bunun haberini alır ve bir büyü yaparak "uyku döker" Apsu’ının üzerine, uyurken onu zincire vurup öldürür. Sular üstüne egemenliğini kurar. Damkina'yı kendine eş alır ve bütün görkemiyle krallık tahtına kurularak Marduk'u üretir. O sırada Anu Yelleri yaratıp Dalgaları salar Tiamat'ın üstüne. Bu kez Tiamat da rahatsız olmakta ve eski kuşaklara danışarak genç kuşaklara karşı savaşa hazırlanmaktadır. Düzensiz güçlerin anası Tiamat çeşitli dölleri arasında Kingu adlı birini seçer, onunla birleşir ve genç tanrılara karşı savaşı sürdürmesini buyurur. -Titanomakhia'yı andıran bir savaş hazırlanmaktadır. Üçüncü kuşak tanrıları dehşete düşerler, önce Ea'yı, sonra da Anu'yu komutayı ele almaya çağırırlar, ikisi de çekinir1, sonunda tanrılar toplanır ve Marduk'u başlarına getirirler. Marduk krallığa karşılık tanrıların savunmasını üzerine alır. Savaş başlar:
1 Aynı çekingenlik Uranüs'ün dölleri arasında görülür. Gaia onlara Uranos'u iğdiş etmelerini önerince yalnız Kronos bu işe gönüllü çıkar (Theog. 164 vd.)
Tiamat ile Marduk arasında karşılıklı bir saldırı olur. Marduk'un Tiamat'a yaptıkları şaşılacak şeylerdir: "Kral - tanrı ağını gerdi, bağladı onu, suratına Kötü Yeli saldı. Tiamat Yeli yutsun diye açtı ağzını. (Marduk) ağzını kapatmasın diye daha da itti Kötü Yeli, azgın yeller gövdesini (Tiamat'ın) şişirdiler. Karnı şişti, ağzı açık kaldı." Marduk bir okla Tiamat’ın karnını deler, sonra ölüsünü yere sererek üstüne çıkar. Bundan sonra "Tiamat'ın sürüsünü" de yener ve hepsini zincire vurup tutuklar. Önderleri olan Kingu'yu da bağlayarak, "ölü tanrılar" arasına koyar. Sıra gelir Tiamat'ın leşine. Marduk Khaos'un ölüsünden kosmos'u, yani düzenli evreni biçimlendirecektir. Yaratılış şöyle betimlenir: "Acımasız silahı ile yardı kafasını, kesti damarlarını, kuzey yeli uzaklara serpti kanını. Rahatlamış oldu tanrı, gözledi ölüyü: Azmanı ikiye bölerek bir eser yapmaya karar verdi, ikiye böldü onu kurumuş balık gibi; Bir yarısını sağlamlaştırdı, gökleri "sermek" için. Çekti sürgüyü, bekçiler dikti ve suları akıtmasınlar diye buyrak verdi. Gökü dolaştı, bölgelerini denetledi..."
Kral-tanrı yaratıcılığını insana da uygular, insanın yaratılması şöyle betimlenir: "(Marduk) bir şaheser yapmaya karar verdi. Söz alarak seslendi Ea'ya: "Kanı yapmak istiyorum, kemikleri olsun istiyorum, bir yaratık (Lullu) yapmak istiyorum, adı insan olacak, insan diye bir yaratık yaratmak. Tanrılara hizmet etmek ona düşsün, ki dinlensin tanrılar..."
Ea’nın verdiği öğüt Mezopotamya teolojisinde çok rastlanan bir tasarımı yansıtır: insanlığın kurban edilmiş bir tanımın kanından yaratıldığı inancı. Burada kurban olarak Tiamat'ın baş komutanı Dingu seçilir:
Bağladılar onu sımsıkı ve Ea’nın önüne diktiler.
Cezasını verdiler: kestiler damarlarını.
Kanından insanlığı yarattı,
Tanrıların hizmetini yükledi ona,
Bu zahmetten tanrılar kurtulsun diye.
* * *
Theogonia ile kıyaslamak için bundan daha ilginç bir belge düşünülemez. Çünkü burada bir ozanın sanat biçimine sokarak dile getirdiği bireysel görüşleri ile değil, birçok ulusların ard arda ve etkileşerek oluşturdukları bir kültür toplamının ürünüyle karşı karşıyayız. Enuma Eliş dinsel amaçlarla kullanılan bir efsaneden öte, bilimsel bir dünya görüşünü içeren bir kosmogoni, bir kosmolojidir. Ayrıntılara girmeden daha ilk bakışta önemli bir fark saptanabilir iki eser arasında: Theogonia'da bir ozan çeşitli kaynaklardan derleyip topladığı bilgileri kendi kafa süzgeçinden geçirip bir biçime sokar ve okuyucusuna sunar, oysa Enuma Eliş öyle değildir, bu eser çevresel ve toplumsal gerçeklerin bir sonucu, bir ürünü olarak doğup gelişmiştir, üstünde yetiştiği topraklardan bir bitki gibi fışkırmış gibidir. Yazarı aranmaz, aranamaz, onun yazarı Mezopotamya'nın kendisidir: binlerce yıl iki ırmak arası bu toprakta yaşamış insan doğa koşullarının kendisine esinlediği değil, âdeta dikte ettiği gerçekleri ve gereksinmeleri dile getirmiştir bu eserde. Değinmek istediğim başlıca konu SU'dur, anlamış olacaksınız, asıl sorun su'dur Mezopotamya insanı için, öyle bir yaşam ölüm sorunudur ki, bu sorunun karşısına geçip de örneğin İonya düşünürleri gibi, ilke mi değil mi diye soyut tartışma konusu yapamaz suyu. Somut gerçektir, onunla boğuşur, kanallar açar, bentler kurar, toprak ve gök bilgisini, iklim deneylerini elden gelen aşamaya dek geliştirir, bunları yaptıktan sonra, tutar bu gerçekleri yücelten bir şiir yapıtı kurar, onu yapınca da çeşitlemelerini dinsel ve tapımsal törenlerinde kullanır. İşte Enuma Eliş budur sanırım. Şunu hemen ekleyeyim ki, bu yapıt gibi daha birçok yaratılış şiirleri bulunmuştur Mezepotamya'da. Hepsini ele alamayız ya. Enuma Eliş bize yeter de artar da.
Birkaç dizesini okur okumaz insan. Hesiodos'un bu eserden esinlendiği kanımına varır. Bu esinleme büyük çapta, yüksek düzeyde olmuştur. Hesiodos'un örnek aldığı yazılı ya da sözlü başka bir eser, bir kaynak aramak boşunadır: ortada bir orman varken tek bir ağacını bulup çıkarmaya benzer. West'in görüşü çarpıktır bence -yüzyıllardır batı biliminin genel tutumunu yansıtır üstelik- Doğu kaynakları ile Hesiodos arasında aracılık etmiş Yunanca bir eser aramak yersizdir. Aynı şey Homeros destanları için de söylenebilir. Homeros destanları besbelli ki uzun bir gelişme sürecinin ürünü ve sonucudur, gelişmenin ön aşamaları bulunamadı, ama bulunamadı diye onları yok saymak ve destan türünü Homeros ile başlatmak mı gerekir ? Yahut ta bilimin romantik çağlarında olduğu gibi İlyada ve Odysseia'yı parçalayıp şu dizeler Homeros öncesi sözlü geleneğin, şunlar Homeros adını verdiğimiz büyük ozanın, berikiler de kendinden sonrakilerin eklemesidir diyerek, metinleri avcı gözüyle taramak1, sözüm ona bir estetik açısından ya da geçersiz bir tarihçilik titizliğiyle yetkin eserleri kesmek, budamak mı gerekir?
1 Bkz. Üyada önsözü, s. 18
Klâsik denilen filoloji bugüne bugün hep kendi alanının içinde kendi verilerinin ayrıntıları üzerinde çalışmıştır dense yeridir sanırım. Yunanı Yunan diye görmekte direnmiş, Yunan mucizesine gözü kamaşarak bu olguyu hep belli bir çerçeve içinde incelemeye, yorumlamaya gitmiştir. Oysa Yunan ürünlerini, içinde doğup geliştiği Akdeniz çevresinden ayırmaksızın, onun hinterlandı olan Anadolu ile Mezopotamya ile birlikte değerlendirmeye özen vermek daha doğru olmaz mı? Bundan böyle bir Hesiodos metnini yayımlarken onu Kumarbi ve Ullikummi efsaneleri, Enuma Eliş destanı ile birlikte sunmak gerekir sanıyorum okuyuculara. West'in kitabında olduğu gibi, Hesiodos'un Theogonia'sına metnin iki misli uzunluğunda bir açıklama ve bu açıklamada kıyaslamak incelemeler vermek de yetersizdir. Enuma Eliş, Ullikummi, Kumarbi ve Asûr-i Bâbil kaynaklarından elimize geçen Yaratılış konulu daha ne kadar metin ve metin parçası varsa, hepsi bir bütünün oraya buraya serpilmiş, çeşitli dillerle kaleme alınmış kültür öğeleri ya da kırıntılarıdır. Kimi daha uzun, daha tamam, daha şiirseldir; din, tapım ya da sanat amaçları başka başka olabilir, ama hepsinin ruhu, özü birdir, hepsi ayrı ayrı biçimlerde aynı şeyi söylüyorlar. Bunları birbirinden ayıramayız, ayırırsak bütünü parçaladığımız için ve asıl bu nedenden ötürü hiçbirinin tam anlayışına varamayız. Akdeniz çevresi bir bütündür. Halikarnas Balıkçısı "Akdeniz uygarlığı" diye özgün bir uygarlık algılamış, bu yüzden Akdeniz'e "altıncı kıta" adını vermiştir. Altıncı kıta bir gerçektir. Bugün "Akdeniz Oyunlarının" düzenlenmesi ile sporda tanınan bu bütünlük bilim alanında yadsınacak mı? Bütün bilim dalları toplanmak, Akdeniz bilimi diye kocaman, kapsayıcı ve kimbilir ne denli aydınlatıcı bir toplu bilim dalı kurulmalıdır. El ele versin artık Klâsik Filologlar, Ön Asyacılar, Hititologlar, Sümerologlar ve daha birçok "logos" yani bilgiye hizmet eden sayın ve değerli bilginler!
Enuma Eliş'te yaratılış tıpkı Theogonia'da olduğu gibi dört aşamalı bir oluşum süreciyle, gerçekleşir. Ne var ki evrenöncesi khaos hiçbir içeriği olmayan bir boşluk değil, erkek ve dişi cinsinden doğa öğelerinin kaynaştığı bir birleşim olarak düşünülmüştür. Suyun Mezopotamya için önemi üstünde durduk. Yunan khaos'una kıyasla çok daha somut bir evren tasarımı ile karşı karşıyayız; ilksel aşamada erkek ve dişi diye doğanın kaçınılmaz bir yasasını saptayan doğulu görüş soyut khaos'tan varlıkların nasıl doğduğunu açımlamak için ya doğadışı bir sürece (parthenogenesis) ya da beceriksizce devreye konan bir sevi ilkesine baş vurmak zorunda kalan batılı görüşten çok daha geçerli ve üstündür. Doğa ile sıkı sıkıya ilişkili zaman kavramı da Bâbil destanında hemen karşımıza çıkar, oysa Yunan'da zaman doğal bir süreç olarak değil, Gece, Gündüz, Saatler, Ölüm gibi simgesel varlıklar halinde gösterilir, bunlar birer tanrı kılığına sokulduktan sonra insan üstündeki etkileri açısından bir takım niteliklerle donatılır (örn. karanlık, korku vs.). Bu yan bezeklere Enuma Eliş'te hiç yer verilmiş değildir. Söz konusu varlıkların tanrı oldukları belirtilir, ama nasıl kişilerdir söylenmez. Bu yüzden Tiamat'ın suratına yeller salınınca ağzından, gövdesinden, karnından, barsakları ve yüreğinden söz edilmesi okuyucuda beklenmedik bir şok etkisi yapar. Çizilen imge o derecede şaşırtıcı, çarpıcı ve görkemlidir ki, gözlerimiz bir şiir gerçeği görür gibi olur. "Kurumuş balık gibi" ikiye bölünen, bir parçasından gök, bir parçasından da dünya yaratılan evren tasarımı okurun bir daha unutamıyacağı evren çapında bir imgedir. Uranos ile Gaia ancak birer ad olarak kalır bu Tiamat'tan doğma kosmos yorumu karşısında. Gerçi Uranos'un erkekliğinin kesilmesi ya da Gök -tanrının Yer - tanrı üstüne inip onu döllendirmesi birer simgedir, ama doğa boyutuna erişememiş insan çapında, zayıf tasarımlardır bunlar. Böyle büyük bir imgeye ancak Dante'de rastlarız bir daha. Kaldı ki gök yörelerinin burç ve yıldızlara göre bölünmesi Bâbillilerin epey ilerlettikleri gök biliminin bir öğesi olmuştur.
Üstünde önemle durmamız gereken bir başka nokta ad ile yazgının birbirine bağlılığı görüşüdür: yaratılış öncesi zamanlarda varlığın daha var olmamasının nedeni, adının daha konmamış, yazgısının daha saptanmamış olmasından ileri gelir. "Nomen est omen" diye bir atasözleri vardı Romalıların, adın bir işmar, bir yazgı taşıdığını belirtir. Yuhanna İncil'inin başlangıcını anımsayalım: "Kelâm başlangıçta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi." deniyor.
İnsanın yaratılış efsanesine gelince, evrenin yer ve gök diye ikiye bölünmesinden sonra baştanrı Marduk'un ilk işi olarak ortaya çıkar. Demiurgos, yaratıcı tanrı, bir şaheser yaratma fikrini akıl-tanrı Ea'ya danışır, kan ve kemik diye özle biçimini tasarladıktan sonra, adını da koyar: Lullu. İşlev ve görevini de saptar: tanrılara hizmet edecektir, tanrılar artık dinlenmek isterler. Bu düşüncenin izleri Prometheus mythos'unda da bulunur: aslında Zeus'un Prometheus’a bu kadar çok kızması Mekone olayı ile açıklanmaktadır: insan tanrı için çalışacak, kurbanı ile tanrıyı beslemesi gerekirken, Prometheus araya girip hem tanrıları gerçek besinlerinden yoksun kılar, hem de baştanrının yetisi olan ateşi de tutar insanlara götürür verir. Kulluk diye bir şey kalmaz ortada, Bâbil efsanesinde insan kul yaratılır, kul kalır, bir baş kaldırma söz konusu değildir. Bir başka ayrıntı da dikkatimizi çeker: insanlığın Dingu'nun kanından türetilmesi. İsa'ya kadar varan bir tasarım bu: İsa da insanları kurtarmak için kanını döktüğünü ileri sürmekteydi, yanılmıyorsam Hıristiyan tapımlarının başlıcalarında (vaftiz ve ölüm döşeğindeki takdiste) İsa'nın eti ve kanı diye bir parça ekmekle bir damla şarap verilir insanın ağzına. Sâmî inanç ve töreleri böylece sürdürülmüş demektir.
Bu iki metni karşılaştırdığımızda edindiğimiz izlenim bunca koşutluk ve benzerliğe karşın, Yunanın kaynaktan aldığı esini hemen efsaneye çevirmesi, hayal gücüne tam özgürlük tanıyıp uydurdukça uydurmasıdır. Hiçbir Yunan metni dinsel ya da tapımsal bir töreye bağlı değildir, belki böyle metinler vardı, örneğin Demeter myster'leri ile ilintili olanlar, ne var ki hiçbiri elimize geçmiş değildir. Elimize geçenler yalnızca bireyin elinden çıkmış, sanat kaygısı ile biçimlendirilmiş yapıtlardır. Bu yolda elbette Yunan önemli bir çığır açmıştır denebilir. Ama bu çığırın kökenleri, nerden geldiği ve neyle beslenip geliştiği araştırılmaz, giderek yadsınır da hepten ve hiçten doğma bir mucize gözüyle bakılırsa bu olguya, yüzyıllar boyunca karanlıkta kalınır, tek yanlı, tek yönlü ve önyargılı bir bilgi oluşturulur ki, böylesi birçok başka bilgi alanlarına gölge düşürdüğü için bilim sayılmaz.
"Erga kai Hemerai" Hesiodos'un ikinci eserinin adıdır. Romalılar bu başlığı "Opera et Dies" diye çevirmişler lâtinceye. Kimi bilimsel yayınlarda bu eserden söz ederken kısaltılmış adı Op. diye gösterilir. Adının üstünde epey durmuş bilginler her nedense, nedeni de şu: eseri bir bütün olarak görmemişler, görememişler ve yahut avcılık yöntemiyle adını bile budamaya kalkışmışlar. "Erga" tarım işlerini belirtir, eserde bu var, kalsın demişler, ama "Hemerai", yani tarım işlerine elverişli günler ve mevsimler Erga bölümünün içinde gösterilmiş zaten, o halde yapıtın sonlarına doğru altmış kadar dizelik bölüm ne oluyor, sonradan eklenmiş olsa gerek, atalım demişler. Bir tartışmadır gitmiş, kimi yayınlar da Günler'siz basılmış. Oysa Hesiodos'un bu yapıtı öyle derin bir iç mantık gereğince kurulmuştur ki, daha tutarlısı düşünülemez. Bizim türkçe çevirisi en çok yararlandığımız yayımcı Mazon1 önsözünde bu yersiz tartışmalara yanıt olarak yapıtın düşünce sürecini ortaya seren bir özet vermiş, Fransız kafasının yalın aydınlığıyla kaleme alınmış bu özeti, gösterdiği dize numaralarıyla, buraya aktarıp öyle geçeceğim kendi incelememe.
1 Hésiode, Théogonie - Les Travaux et les Jours - Le Bouclier. Texte établi et traduit par Paul Mazon. Les Belles Lettres, Paris 1960.
(op. cit. s. 83): "Olympos dağının Musa'ları, Zeus'un adaletini söyleyin, ya da söyletin bana; esinleyin beni, çünkü kardeşim Perses'e kimi gerçekleri açımlamak istiyorum (1-10). Dünyada iki tür kavga vardır: biri insanı çalışmaya iteler, öbürü adaletsizliğe (11-26) ikinci yoldan giden birinciyi hor görür: vaktini davâlarla geçirip çalışmaz (27 - 41). Oysa çalışma insan için doğa yasasıdır, Zeus'un koyduğu yasalardan kaçınılmaz, Prometheus efsanesi buna örnektir. Çalışmayan haksızlığa, ölçüsüzlüğe baş vurmak zorunda kalır, bunun sonuçları ise insanlığı yıkıma götürür: soylar efsanesi kanıttır (42 - 201). Hak ve ölçü dışına çıkmamak insan için baş kuraldır, yalnız hayvanlar uymaz bu kurala. Kral - yargıçların ve Perses'in kulaklarına küpe olsun bu sözler: haksızlık yolu suç yoludur, suç işleyen cezasını bulur (202 - 285). Ben sana söylüyorum, kardeşim Perses, aklını başına topla. Kötü yolundan dön, gel kendini çalışmaya ver. Çalışmanın doğru yolu yordamını öğrendin mi, kolay olur, çalışma insana saygınlık ve zenginlik sağlar (286 - 341). Ama nasıl çalışacağını bilmeli insan, gel sana kendi bilgi ve görgülerime dayanarak öğreteyim bunu. Önce genel kurallar: komşularınla iyi ilişki kur, tutumlu ve ölçülü ol, aşırılıktan sakın, her işi zamanında yap (342 - 382); tarım işlerine elverişli mevsimler şunlardır (383 -617); denizciliğe elverişli aylar ve günler şunlardır (618-694); evlenme çağı da şudur (695 - 705). Dinsel kurallara saygılı ol, gelenek ve görenekçe saptanmış töreleri uygula (706 - 764) ve uğurlu uğursuz günleri bilerek davran (765 - 821). Böyle yaptın mı mutlu olursun (822 - 828)."
Düşünceler doğal bir akış içinde birbirine eklenmiyor mu? Tutarlı bütüne zarar getirmeden neyi atar, neyi budarsın burada? Ama kimi yerde betimlemeler ya da açıklamalar daha uzun, kimi yerde daha kısaymış, işler ve günler bilgisi yinelemelere yol açarak karışıyormuş birbirine. Tuhaftır bilginler -hoş bugün uslanmaya yüz tuttular- kendi görüşlerine göre yetkin bir sanat eserinin metnini saptamak amacıyla sanatçıyı kendi bilim çerçeveleri içine sıkıştırmaya uğraşırlar, sanatçının sanatçı olduğunu ve bilgin mantığıyla değil, sanat mantığıyla çalıştığını unuturlar. Her ne hal ise, bu kısa özetten -ki okuyucu verdiğimiz dize numaralarına göre metni denetleyip özetin doğruluğuna kanım getirebilir- anlaşılacağı gibi, işler ve Günler'de Hesiodos tam tutarlı, kendine özgü bir yol izlemektedir. Düşüncesinin özgünlüğü eşine az rastlanan düzeyde ve yetkinliktedir. İlk kez dünya yazınında bir ozan gelenekle kendi yaşantısını birleştirmek çabasına girişmektedir, öğrendiğini yaşadığı ile, bilgilerini deneyleri ile karıştırarak ikisinin karışımından bir öğreti çıkarmayı denemekte ve başarmaktadır. Hesiodos'un ne denli ırak kaynaklara dek uzanıp onlardan yararlandığını Theogonia'daki birçok örneklerle gördük. Ama bu kaynakları kendi günlük yaşamının ışığında değerlendirmek, dünü ile günü birleştirerek yarına uygulanabilecek bir görgü uzantısı çizmek saygı ile anılacak özgün bir uğraştır. Daha açılmamış bu yolu döşemekte ozan kimi taşı büyük, kimini daha küçük tutmuş, sorun mu bu? Keyfi nasıl istemişse öyle yapmış. Bizim görevimiz döşediği taşların üstüne eğilip herbirini dikkatle incelemektir.
İşler ve Günler iki ana bölüme ayrılabilir. Toplamının, dize sayısı 828'dir. Theogonia'nınki 1022 idi, nedir ki Theogonia tamamlanmamış ve yapıta eklenmiş olduğu her haliyle belli uydurma bir katalog ile biter, oysa İşler ve Günler tam amacını vurgulayarak ve ilk dizesi ile son dizesi arasında sapasağlam bir bağlantı kurarak bir bitim noktalaması ile kapanır. Ne istiyordu ozan: yanlış yollara sapan kardeşini uyarmak, ona doğru yolu çizmek; niçin istiyordu bunu: kardeşinin ve onun gibi insanların yararı için, mutluluğu için. Ereğine varmıştır, varınca da işi bitmiştir, yazışma bir nokta koyar ve geçer. Ötesi bize düşer artık. 828 dize Homeros destanlarının bir kitabı kadardır deniyor, öyle; İşler çok uzun bir yapıt değil, Theogonia da değildi. Ama kendi içinde Theogonia'dan çok daha tutarlı bir eserdir İşler ve Günler. Görelim: iki ana bölüm dedik, birinci kavramsal bir nitelik taşıt, eserinin düşün temelini atmaktadır ozan, birşeyler öğretecek, faydalı bilgiler verecek ama neye dayanarak verecek bunları, onu sayıp döker önceleri. Bu işlevi de iki Kavga'nın betimlenmesi ile başlayan 11'inci dizeden Tarım İşlerinin sayılacağı 383'üncü dizeye kadar yapar. Birinci bölüm budur, içine neler girdiğini daha sonra gözden geçirir. İkinci ana bölüm Tarım İşleri ile başlar, Denizcilik bölümünü de içine alarak uğurlu ve uğursuz günlerin sayılması ile sona erer (383 -828). Pratik bilgileri bir toplum görüşüne dayandırarak vermek, çağdaş diyebileceğimiz bir düşünce yöntemidir bu, daha ne diyelim.
Theogonia gibi İşler de Musa'lara seslenişle başlar. Ama birincisi ne kadar uzunsa ikincisi o kadar kısa: 10 dizelik. Buna da diyecek bulmuş sayın bilginler, hem daha İlkçağda: Ozanımız tanrısal yapıtında bunca bağlılığını dile getirdiği kendi yerel dağı Helikon'un esin perilerine seslenirken, neden burada Pieria yani Olympos'un yöresel Musa'lardan medet umuyor? İşte bir soru! Buna dayanarak bu kısacık sesleniş Hesiodos'un kaleminden çıkmadı mı diyelim? Oysa on dizede herşeyi söylüyor bu giriş, yapıtın bütün konumlarını özetlediği gibi, ilk dizeden son dizeye kadar özünü de veriyor eserin. Eser, yukarda da belirttiğim gibi, bir dünya görüşünü, bir felsefeyi yansıtmakla birlikte, yaşanmış bir gerçeği de içermektedir. Zor bir işi, günlük gerçeklerle cebelleşerek oluşturulup geliştirilen bir değerler yargısını hemen eyleme dökmek girişimine dönüştürmektedir. Hesiodos dinsel bir inancın baştanrısı diye benimsediği Zeus'tan gelme Dike, hak-hukuk, doğruluk, düzen ve erdem kavramım kardeşi Perses'Ie sürdürdüğü kavga süresince bilince erdirmiştir. Hem bu kavgayı, hem kavga sonucu edindiği deneysel bilinci, hem de aldığı bu dersten çıkardığı bilgileri atalarından kalma geleneksel, göreneksel verilerle birleştiren bir yapıtı dile getirmeye hazırlanıyor. Kavramla gerçeği söyliyecek ya, hepsini söylemiştir bu on dizede. Musa'ları Zeus'a bir övgü düzmeye çağırıyor ("övmeye gelin babanızı"), burada övülecek Zeus da güçsüze güç veren, mağrur başları eğip, alçak gönülleri yücelten, kamburu dimdik, dimdiki kambur eden erdem tanrıdır. Pek alışılmamış bir Zeus imgesi, Theogonia'nın kendinden önceki kuşakları tahttan indiren kral-tanrıdan ayrı, destanın keyfine düşkün, savaş yöneticisi, tanrılar ve insanların babasından apayrı bir tanrı. Hesiodos'un düşüncesine özgü bir tanrı, eşine başka bir eserde rastlamadığımız bir Zeus.
Bu tanrı iki simgesel varlıkla ilişkide görülüyor, biri Dike, öbürü Eris'tir. Onları erdem yolunda denetliyor, yönetiyor gibidir. Onlarla ilişkileri artık bir baba kız bağlarından öte, fiziküstü bir ilintiden doğmadır, soyut ve salt kavramsaldır. Tasarımındaki bu tutumu ortaya serdikten sonra, eserinin iki ana konumunu işlemeye girişir: iki yönlü Kavga ile insanlığı mutluluk yoluna iteleyen Adalet kavramını. Aslında bu iki konumla aynı ereği gözetmektedir. Kavganın biri savaşa, yıkım ve mutsuzluğa varır, çalışma ile simgelenen ikincisi bolluk, zenginlik ve mutluluğa. Düzenin hakça uygulananı insanlar arasında uyuma, haksızca uygulananı ise kardeşi ile kendisi arasında olduğu gibi toplumsal düzensizliğe götürür. Bu güçlerin, akımların iç içe giriftliğini anladığı, gerçeği yaşarken hakikate erdiği içindir ki, yüksek perdeden gür bir sesle seslenmek hakkını görmektedir kendisinde, yalnız çarpık kafalı Perses'i değil, halk meydanında çarpık yollardan türeyi çarpıtan yargı örgenlerini de karşısına alarak. Hesiodos'un bu eylemiyle ne denli yüreklice davrandığı, bir sınıf bilincini oluşturarak ne denli yeni, eşi örneği görülmemiş bir görüşü dile getirdiği konusu üzerinde yeterince durduk. Burada yapıtının iç düzenini incelerken iki ana konumu aynı biçimde işlediğini vurgulamak isteriz: her ikisini de efsaneler yoluyla kanıtlar, Prometheus-Pandora efsanesi de, Soylar efsanesi de kurulu bir düzenin dışına çıkılamıyacağına, çıkılırsa yıkıma gidileceğine örnektir. Ne var ki bu düzenin tanrısal güçler üstüne kurulu olup onun insanca yorumu yapıldı mı, yani doğruluk yolunda çalışma yönüne gidildiği mi, insanlık yazgısını bile değiştirmek gücünü elde edebilir. Netekim Soylar efsanesini anlatıp bitirdikten sonra, kötümser görünen ozan birden bir karar verme noktasında bulur kendini ve kötümserlikten ayrılıp kendi istemiyle iyimserlik yoluna sapar (İşl. 270 vd.):
Ben de oğlum da vaz geçeriz hemen bugün doğruluktan,
Eğer Hak hoş görürse haksızlığı.
Ama bir türlü inanmam
İşini bilen Zeus'un
Böyle işlere meydan vereceğini.
Bu bir dönüm noktasıdır, bu kararı verdikten sonradır ki, ozan efsaneyi, tarihi arkada bırakıp, giderek kendi geçmiş yaşantısını bir yana itip gözlerini geleceğe diker.
Sesi yumuşar, tatlılaşır, ve artık kardeşini karşısına alarak ona öğütler vermeye koyulur. Başlar hak yolunda gitmenin, dürüstçe çalışmanın, konu komşu ile iyi geçinmenin yararlarını sayıp dökmeye. Çünkü, der, kaba güce baş vurmak hayvanların işidir, hak duygusu yalnız insanlara vergidir. Bu kesin yargıdan sonra, düşüncelerini açmak, anlatmak, yaymak amacıyla bir sürü öğüt, atasözü, özdeyiş sıralar, değişik konulara, değişik alanlara şöyle bir değinip geçerek. Asıl yapıtın ikinci bölümü olan tarım işlerine varmadan yüz kadar dize tutar bu parça (İşl. 286 - 382). Eserde bilginlerin özdeyişler toplamı diye niteledikleri bu ek bölümler ikidir (ikincisi İşl. 695 - 764). Bunları halk bilimini aydınlatan değerli veriler saymakla birlikte Hesiodos'un değil diye yadırgayanlar vardır. Oysa bizim için eşsiz bir kaynaktır bu parçalar: Hesiodos'un kişiliği ötesinde binlerce yıl önceki düşünce ve deyişleri ile günümüz arasında doğrudan doğruya ve kesintisiz bir köprü kurulabileceğine kanıttır. Hesiodos da o acı, kin tutan, karamsar adam değildir artık, neden, çünkü konuşan kendisi değil, halktır. Ama bu konuya ilerde değineceğiz. Özetimize dönelim.
Eserin ikinci bölümü, önce tarım işlerini ele alır. Ekin, zamanından hasat mevsimine kadar bir çiftçinin ne gün ne işleri en elverişli biçimde nasıl görmesi gerektiği ayrıntıları ile ve eksiksiz anlatılır. Öküzü, arabası, sapanı, avadanlıkları, karısı, uşakları ile bir köylünün yaşamı olanca renkliliği ve gerçekliliği ile serilir gözümüzün önüne. Gök bilgisi, yıldızlar, yeller, yağmuru ve karı, soğuğu ve sıcağı, karakışı ve kızgın yazı, keçileri, davarları, köpeği, katırı, harmanı, ambarı, otu, samanı, asması, şarabı, fıçısı, hepsi, hepsi canlanır. Bir kural vurgulamaktadır dizeler boyunca: işi mevsiminde, zamanında görmek, bilgiyi tam bir verimlilik yasasına göre değerlendirmek ki bol ürün alınabilsin her olandan, her olanaktan. Buradan denizcilik alanına geçilir. Denize, denizciliğe bir eğilimi yoktur ozanın, unutamaz babasının başına gelenleri, ama ne yapsın ki ister Anadolu kıyılarında, ister Yunanistamn içerlek yörelerinde yaşasın, denizden rızkını almak düşüncesinden yoksun yaşayamaz Akdeniz insanı. Homeros gibi Hesiodos da tanır denizi, bilir yasalarını, ayrı amaçlarla da olsa denizcilik bilgilerini özenle uygulamaya çalışır her iki ozan da. Denizcilikte Hesiodos'un en çok vurguladığı kural doğa koşullarına uyma, her işi ayına, gününe, mevsimine göre yapma gereğidir, ikinci özdeyişler bölümü önce ahlâk sonra da din konularında öğütler vermeyi amaçlar. Burada da ikişer, üçer ya da teker dizelik deyişler ve atasözleri ile insanın tanrıyla ve insanın insanla ilişkileri sıralanır. Tadına doyulmaz bu deyişlerden yukarda örnekler verdik. Bundan sonra Günler'e geçilir, ayın uğurlu ve uğursuz günleri sayıldıktan sonra, birkaç dizelik bir genelleme, konuyu şöyle bir toplama ile esere son verilir.
İşler ve Günler, bizim Hesiodos'un iki eserini incelediğimiz açıdan ele alınınca, başka bir ilgi yönü sermektedir gözümüzün önüne. Theogonia ile tarihin en gerilerine, gitmiş, Hitit'te, Hurri'de, Finike'de, Bâbil ve Asûr'da kıyaslama noktaları bulmuş, giderek kocaman efsane ve destan metinlerini yan yana getirerek ufuklar açıcı karşılaştırmalarda bulunmuştuk, işler için ters yönde bir yöntem uygulamak ve Hesiodos'un gününden bugüne ileriye doğru bir karşılaştırmaya girişmek ilginç bir uğraş olur. Bu konuda malzeme zenginliği sonsuz gibi görünüyor gözümüze, asıl nedeni de tarım işlerinde, köylünün bilmesi ve uygulaması gereken bilgilerde o gün bugün pek fazla bir değişiklik olmadığıdır. Sanırım ki İşler ve Günler'in türkçesini okuyan kimse, özellikle kırsal yörelerin adamıysa ya da kırsal işlerden anlıyorsa, Hesiodos'un anlatımından hem zevk alacak, hem de toprağın ölümsüz gerçeklerini bu eserde bularak birçok karşılaştırmaları kendisi yapabilecektir. Ozanın bu konulardaki başarısı geleneksel göreneksel verileri olduğu gibi aktarmaktadır. Sözlü geleneği düşünce biçimine ve kendine özgü diline sadık kalarak yansıtabilmesi başarılarının en büyüğüdür. Bu alanda biricik olduğunu bilmem yeterince yansıtabildim mi? Yunan yazınında böyle bir girişime başka örnek yoktur, ya da kalmamıştır; çoban şiirinin yaratıcısı Theokritos'un eserinden az şey korunabilmiş, asıl yansıması büyük Lâtin şairi Vergilius'un aracılığıyla olmuştur. Vergilius'un "Bucolica" adlı çoban şiirlerinden çok "Georgica" adındaki tarım konulu yapıtı Hesiodos'un açtığı çığırı sürdürür ve, hiç kuşkusuz, Romalı şair Yunanlı atasından fazlasıyla yararlanmıştır. Ne var ki bir kentsoylu insandır Vergilius, Roma imparatorluğunun kuruluş dönemlerinde bir devlet politikasına destek olacak yapıtlar düzmektir amacı. Dili ise halk dilinden uzak mı uzak bir yazın dilidir. Bu yüzden tarım bilgilerinde bir koşutluk bulunsa da, havası başkadır iki eserin. Teknik düzeyi aşan konularda, insan tutumu ve davranışlarında bir kıyaslama yapmak gereksinmesini duymaz okuyucu, ya da ben duymuyorum. Asıl duyduğum eğilim, İşler ve Günler'i bizim Anadolu'nun sözlü geleneği ile karşılaştırmaktır. Ordan verim bekliyorum. Konu dışına çıkmasa, yukarda sözünü ettiğim özdeyiş ya da atasözü biçimindeki dizeleri ard arda yazmak ve bizim türkçedeki karşılıklarını arayıp bulup çıkarmak, karşılarına dizmek isterdim. Ama her yazarın bir yetki alanı vardır. Bu da benimkini aşar düşüncesiyle, İşler ve Günler çevirisini sayın İsmet Zeki Eyuboğlu'na verdim, bu konuda söz söylemeye yetkili bir insan olarak onun yazdıklarını aktarıyorum buraya. Bu karşılaştırmayla Hesiodos ile Anadolu'nun geçmişi ve bugünü arasındaki bağ yadsınılmaz bir gerçek olarak kanıtlanmış olacak inancındayım.
1 Bu bölüm ismet Zeki Eyuboğlu tarafından yazılmıştır. Burada yayınlanmasına izin verdiği için kendisine, teşekkür ederim (A. E.)
Ataları Anadolu'nun Batı yörelerindenmiş Hesiodos'un, sonradan göçmüşler Yunanistan'a, orada yerleşmişler, Hesiodos da orada büyümüş. Ancak İşler ve Günler adlı uzun şiirinin kimi yerlerinde, onun büyüdüğü toprağın değil de, atalarının yaşadığı toprağın izlerini buluruz bol bol. Özellikle tarım işlerinde: köylülerin ekip biçmekle ilgili çalışmalarında uyulan gelenekler, görenekler bütün çıplaklığıyla Hesiodos'un dizelerinde dile gelir.
Ekini biç görünce gökte
Pleiad yıldızlarını, Atlas'ın kızlarını.
Görünmez oldukları zaman da
Ek toprağını (İşl. 377 - 384)
Pleiad yıldızları, Atlas'ın kızları diye adlandırılan yıldız topluluğuna Ülker ya da Yedi Kardeşler denir Anadolu halkının tarımla uğraşan köylüsünün dilinde. Yaz ortalarında, güz döneminde bu Yedi Kardeş görününce, bütün ışıltılı, pırıl pırıl yüzleriyle ortaya çıkınca biçilen ekinlerin kuruması, harmanlanması, savrulması, sapların yığın yapılması için uygun günler başlamış demektir. Harman etmenin günüdür. Yağmurlar yağmaz, inceden inceden yeller eser, ekinler saplarında iyice kurur, ayrılacak (saptan) duruma gelir. Geceler parlak, serin olur. Özellikle Temmuz Ağustos aylarında Yedi Kardeş görününce tarımcıların ekin toplamak için aradıkları gün gelip çatmış sayılır, böyle inanılır. Bundan dolayı Yedi Kardeş uğurlu sayılır köylülerce, tarımcılarca.
Yedi Kardeş soğuklar, yağmurlar, sisli, bulutlu günler başlayınca görünmez pek. Bu da güzle kış arası aylarda olur. Bu dönem toprağın yumuşadığı, ne çok ıslak, ne de kurak olduğu çağdır. Ekin ekmeye, tarla sürmeye en elverişli aylar bu aylardır. Ondan sonra kara kış, karlı, bıçak gibi kesici soğuklar başlar Anadolu'da. Tarımcılar evlerinden çıkamaz olur. Bugün Anadolu köylüsü bu Yedi Kardeş'e bakar çokluk, onun pırıl pırıl görünüşünü uğurlu günlerin gelişi sayar.
O yıldızlar kaybolur kırk gün kırk gece .
Ama yılın çarkı durmaz döner,
Ve insanlar bilemeye başlayınca oraklarını
Gözükürler yeniden gökte (İşl. 385 - 388)
Hesiodos'un Ülker yıldızının kırk gün kırk gece görünmez dediği dönem, Anadolu'da havaların kapalı olduğu, gökle ilgili görüş alanının çok kısalıp daraldığı dönemdir. Hava sisli, bulutlu, yağmurlu, sözün kısası iyice kapalı olduğundan Yedi Kardeş görünmez pek. Bu da ekin ekmeye, ekin biçmeye elverişli günlerin olmadığını gösterir. Bu dönem genellikle yılbaşı ile Mart aylarına denk gelir. Yazın sıcak ayları ekin biçmeye, yılbaşına doğru güzün serin, ılık ayları ekin ekmeye yatkındır1.
1 İsmet Zeki Eyuboğlu, Anadolu İnançları, Koza Yayınları, istanbul, 1974 s. 84-88.
Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün (İşl. 405)
Bu dizede dile gelen düşünce de bugün Anadolu köylerinde, özellikle ev kurma konusunda, yaygındır. Bir erkeğin ev kurabilmesi için karısı, bir de öküzü olma gereği vardır. "Ahırda çiftin, yatakta karın olmalı" der Anadolu köylüsü. Yoksul köylüler ise ahırda tek öküz besler. Tarla sürerken, harman, yaparken öteki öküzü komşudan alır. Sonra, gereğinde, kendi öküzünü de komşuya verir. Buna Anadolu halk dilin de "tekçilik" denir. Komşudan tek öküz almak, komşuya tek öküz vermek anlamına gelir bu söz. Kadınlara da uygulanır. İki komşu kadın birleşerek iş görürse buna tekçilik derler. Bu kadınlar bir gün kendine, bir gün komşusuna, tekçilik yaptığı kimseye, gider çalışır.
Aracın, avadanlığın evinde olsun,
Olsun ki başkasından istemeyesin. (İşl. 408 - 409)
Köylünün tek öküzü olabilir, ancak tarım araçlarının eksik olmaması gerekir. Sapanı, boyunduruğu, sapan demiri, harman tahtaları, tırmığı, yabası, kalburu, eleği, bunlar gibi gerekli tarım araçlarının evde bulunması gelenek gereğidir. Kimi yerlerde "evin bereketi gider" diye ödünç araç verilmez, böyle bir inanç vardır. Tekçiliğe başlayan kimse insan, hayvan (öküz) alır, bu geleneğe uygundur da araç istemek, boyuna, yakışık almaz pek.
İşini tavsatanın ambarı dolmaz,
Üstüne düşmediğin işten hayır gelmez,
İşini yarım bırakan belâ çeker başına. (İşl. 411-413)
Burada da bir Anadolu inancı, halk sözü dile geliyor: "İş senin üstüne düşmez, sen işin üstüne düşeceksin. Bugünün işini yarma bırakma." Tarımcı için tarıma uygun günler bellidir, sayılır. Onlara uymak, onların elverişli kıldığı günlerde işleri görmek gereği vardır.
Azgın güneş ter döktürmez olunca insana,
Zeus güz yağmurlarını salınca dünyaya,
Daha çevik olunca elimiz kolumuz,
Seirios yıldızı ölümlülerin başı üstünde
Gündüzden çok gece dolaşır olunca,
Baltanın kestiği ağaç daha az kurtlanır,
Yaprağını dökmüş, büyümesi durmuştur (İşl. 414 - 421)
Bu dizelerde dile gelen inançların bugün Anadolu'da yaşadığını, değişik yörelerde uygulandığını biliyoruz. İlkin güz denen, ağaçların yaprak döktüğü, bitkilerin solup sarardığı dönem insanlar için de ölme dönemidir. Özellikle veremlilerin bu dönemde öleceği inancı yaygındır. Bununla ilgili halk türküleri bile vardır:
Doktor dedi zavallı kız
Yaprak dökümünü bekler.
Veremli bir kızın yaprak dökümü çağı olan güz döneminde öleceği inancı dile gelir bu türküde. Hesiodos da bu inancı söylüyor aşağı yukarı: "Seirios yıldızı ölümlülerin başı üstünde gezer" diyor. Bu dönemde, halk söyleyişine göre, ağaçlardan suyun çekildiğine inanılır. Suyu çekilen ağaç da kolay çürümez, kurt yiyemez onu, özüne giremez. Bu dönemde ağaçların daha iyi kereste olacağına, ev yapımına daha uygun düşeceğine inanılır. Genellikle ev yapımında kullanılan ağaçlar yapraklarını döktükten, biraz da acı soğukları gördükten sonra kesilir. Ayrıca yapraklı, çiçekli, yemişli ağaç kesmek de uğursuz sayılır. Bundan dolayı halk dilinde "yaş kesen baş keser" denir. Gene bu dönemde budanır, ayıklanır ağaçlar, fidanlar. Sıcakların, baharın başladığı, ya da yaprakların yeşerdiği dönemde kesilen ağaçlar ince ince sular akmaya başlayınca halk dilinde "ağaç ağlıyor" denir, buna yürekten inanılır üstelik. Yaş ağaç konan (kereste yapılan) ev uğurlu sayılmaz. "Evinde yaş ağaçtan kereste kullandı" denen bir kimse kızar. Gene halk arasında "onun ağacı yaştır" diye kimilerini kızdırırlar.
Yaş meşeden bir sap bul
En dayanıklısı odur (İşl. 429 - 430)
Meşe ağacı uğurlu sayılır, dayanıklıdır, sağlamdır, kolay kolay kurt özüne giremez, dokusu sıkıdır. Kuruyunca kolay kolay işlenmez. Bundan dolayı en uygun, işlenmeye en elverişli zamanı yaprağını döküp suyunun çekilmeye başladığı dönemdir. Meşe tahtasından ambar, kapı yapılırsa çok sağlam olur. Halk dilinde insanın kaba saba, iri yarı olanına, sağlamına alay olsun diye "meşe odunu" denir. Meşenin odunu kömürü de çok beğenilir (Tanrı Yaratan Toprak Anadolu, s. 193-201).
İşe koyulmadan turnanın sesini bekle:
Bulutların ardından gelsin her yılki çığlığı,
Ekin zamanı o haber verir,
Yağmurlu kış günleri onunla başlar.
Turnalar öttü mü gökte,
Öküzü olmayanın yüreği sızlar (İş. 448 - 453)
Turna kuşu halk arasında, özellikle Erzurum, Erzincan yörelerinde, daha da Doğuda uğurlu sayılır, oııun avlanması bile yasaktır oralarda. Alevilere göre turna Ali'nin kuşlarından biridir. Tarıma elverişli, iyi günlerde, dönemlerde görünür, öter turnalar. Acı soğuklarda, kara kışta, daha doğrusu ekip biçmeye elverişli olmayan dönemlerde turna da pek dolaşmaz ortalıkta. Onun yaşamasına, geçinmesine uygun gelen dönemler havaların değiştiği, tarım yapıldığı günlere denk geldiğinden halk turna ile ekin dönemleri arasında bir bağlantı kurmuştur.
Hazreti Şahın avazı
Turna derler bir kuştadır (Pir Sultan Abdal)
dizeleri turnaya verilen önemi, Ali ile bağlantısını gösteriyor. Anadolu'da halkın ona gösterdiği ilgi ile Hesiodos'un açıklaması arasında köklü bir inanç birliği vardır.
Beklersin guguk kuşu öter
Meşenin dalları arasında,
İnsanların yüzü güler koca dünyada:
Zeus üç gün üç gece yağmur yağdırır,
Öküzün ayağı birkaç parmak sulara batar.
Ancak o zaman son güne kalan çiftçi
İlk günde işe başlayana yetişebilir (İşl. 487 - 490).
Anadolu'da guguk kuşunun ötüşü genellikle uğurludur. Acı kıştan çıkışı, ekin ekmenin ikinci dönemini bildirir. Güz aylarının sonunda, kara kış bastırmadan, ekinini ekemeyen çiftçiler, bahar denen ilk yaz aylarına giriş günlerinde guguk kuşunun ötüşünü, yağmurlu, tarıma elverişli günlerin gelişini beklerler. Toprağın en verimli, yumuşak, don denen buzlaşmadan kurtulduğu dönemdir bu günler. Guguk kuşu genellikle baharın, iyi günlerin gelişini, keskin soğukların bitişini bildirir. Onun ötmeye başladığı günler, yaygın bir inanca göre, Mart ayının başlarıdır (eski takvime göre Mart dokuzundan sonra). Halk dilinde guguk kuşuna Gugo denir:
Gene geldi yazbaşı (ilkbahar başlangıcı)
Bağıruyi (bağırıyor) gugolar
Ananilan babani (ananla babam)
Alsun derin kuyular.
Anadolu halkının guguk kuşu (Gugo) ile ilgili inancını Hesiodos da biliyor. Tarım işlerinin uygun günlerini onun ötüşüne bağlarken, Anadolu halkı ile belli bir inanç düzeyinde birleşiyor.
Ayağını avucuna alır ovar durursun (İşl. 497)
Bu dizede anlatılan duruma bugün Anadolu'da "kış gelince ayı gibi tabanını yalarsın" derler. İşini bilmeyen, ocak başında oturup duran, beceriksiz kimselere böyle denir bugün de.
O zaman atılır ışığa doğru Pandion'un kızı
İnce, keskin çığlıklı kırlangıç:
Yeni bir baber gelmiştir artık insanlara (İşl. 566 - 569)
Kırlangıç Anadolu halkına ilkyazın (baharın) geldiğini bildirir, onun ötmesi sıcakların başladığını, ekinlerin büyümeye, toprağın içinden buğular çıkmaya yüz tuttuğunu gösterir. Bundan dolayı kırlangıç uğurlu sayılır köylülerce, tarımcılarca. Kırlangıcın kanı da kimi hastalıkların, özellikle boğmaca öksürüğünün giderilmesinde etkili sayılır.
Karlanguşi (kırlangıç) vururlar
Bir damla kanı için
dizeleriyle başlayan halk türküsü bu nedenle söylenmiştir.
Ayrıca tarlalarda, bahçelerde salyangozların ortaya çıkışı da ekinciler, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşanlar için toprağın yumuşadığını, kazılmaya, eşilmeye elverişli olduğunu gösterir. Sebzeler daha çok bu sıralarda dikilir.
Evi sırtında gezen salyangoz
Gökte Ülker yıldızı görünür görünmez
Topraktan bitkiler üstüne çıkmaya başladı mı,
Bağları çapalama zamanı gelmiştir artık. (İşl. 571 - 574)
Hesiodos'un bu dizeleri Anadolu'da salyangozla ilgili inançlara uyar.
Vakti zamanı gelince evine bir kadın al,
Bu işi ne otuzundan çok sonra yap,
Ne de çok önce, o aradadır zamanı (İşl. 695 - 697).
Hesiodos'ta evlenme ile ilgili sözler de günümüz Anadolu geleneklerine uygun düşmektedir. Anadolu halkınca evlenmek gereklidir, yalnızlık Tanrıya yaraşır ancak. "Yalnızlık Allaha mahsustur" sözü bunu gösterir. Evlenmenin belli bir çağı vardır, onu geçirmemek gerekir halk inançlarına göre. "Er davranan yol alır, er evlenen döl alır" atasözü bunun için söylenmiştir.
Kız oğlan kızla evlen ki,
Doğru bildiğin yola sokabilesin onu (İşl. 698-699).
Anadolu halkı da evlenmede kız oğlan kıza önem verir. Erkek kız alırsa onu kendine daha kolay alıştırır, dilediği yola daha kolay getirirmiş.
Erkek için en büyük nimet
İyi bir karısı olmaktır bu dünyada. (İşl. 703-704)
"Yuvayı yapan dişi kuştur" der Anadolu halkı. Ayrıca "kocanın yüzünü ak eden kadındır", "kadın var ev yapar, kadın var ev yıkar" gibi sözler evlenmede kadının etkisini, evin kuruluşunda onun başarısını, önemini koyar ortaya.
En büyük mutsuzluk da kötü karısı olmak,
Bir karı ki boğazından başka şey düşünmez,
Ve erkeği ne kadar güçlü olursa olsun,
Çırağısız yakar onu, erkenden yıpratır. (İşl. 703-705)
Bu dizelerde dile gelen düşünceler de Anadolu'da kadın konusunda geçerli olan geleneklere, göreneklere uygun düşüyor. "Evin direği kadındır" denir.
Ayakta su dökme güneşe karşı,
Hele gün battıktan sonra sabaha kadar
Ne yola işe ne yol dışına.
Soyunup dökünsen bile,
Geceler ölümsüz mutlularındır. (İşl. 727 - 730)
Anadolu'da güneşe karşı tükürmek, işemek, birine sövmek, yola işemek, tükürmek, saygısızca bir davranışta bulunmak geleneklere göre suç sayılır. Bunları yapan kimsenin çarpılacağına, başına bir yıkım geleceğine inanılır.
Yolda su dökülürse yağmur yağar diye inanır Anadolu halkı, Ayrıca yola giderken cinlerin, perilerin, kötü ruhların saldırısından korunmak için dua okumak yararlıdır (Anadolu İnançları s. 106).
Güneş batarken iş yapılmaz, çorap örülmez, dikiş dikilmez. Gene, güneş batarken uyunmaz, insanın yaşamı azalır, başına uğursuzluk, yıkım gelir. Bu tür inançların kaynağı güneşin bir tanrı olarak kutlandığı, tapıldığı dönemlerdir. Nitekim bugün Anadolu çocukları, kimi büyükler and içerken "güneş çarpsın yalan demiyorum" derler (Anadolu İnançları, s. 193 -194).
Sonra evinde, ocak başında
Ayıp yerlerini yıkanmadan gösterme sakın. (İşl. 734 - 735).
Bu dizelerde ocağa karşı duyulan saygı da Anadolu'da yaygındır. Ocak başında kirli oturulmaz (seviştikten sonra yıkanmadan oturulmaz). Ocak başında ayıp yerlerini gösterenin başına uğursuzluk, yıkım gelir. Bu inancın kaynağı eski Anadolu dinleridir. Ateşin, ocağın bir tanrı olarak benimsendiği çağlara değin gider. Nitekim İran'da Zerdüşt dinine bağlananlar da ateşe karşı büyük saygı gösterir, onun tanrısal bir özle donatıldığına inanırlar. (Anadolu inançları, s. 73 - 78).
Cenaze dönüşlerinde çocuk yapayım deme (İşl. 736)
Cenazeden sonra evde sevişilmez, yıkanmadan dolaşılmaz. Hem ölünün ruhu tedirgin olur, hem de eve bir yıkım gelir, ev kötü ruhların, cinlerin saldırısına uğrar. Bu inancın kaynağı da eski Anadolu dinleridir. Eski çağlarda Anadolu uluslarında, Hititlerde ölü olan ev bir süre kötü ruhlardan korunmak için okunur, üflenir, din görevlilerince savunulurdu (Anadolu inançları, s. 168 -170).
Durmaz akar güzelim ırmaklardan geçerken
Ayaklarını suya sokmadan önce dua et (İşl. 737-738).
Anadolu'da akar sulardan geçilirken önce "bismillah" demek geleneği vardır. Bu inanç da suların, özellikle akar suların, ırmakların birer tanrı, ya da tanrıça olarak benimsendiği dönemlerden kalmadır. Sulara saygılı olmak gerekir. "Akar su pislik kaldırmaz" diye yaygın bir halk inancı vardır. Bu akar suların an duru olduğu, pis olmadığı, bütün pislikleri, kötülükleri alıp götürdüğü anlamında söylenir. "Sular neler temizler" denir bu konuda halk dilinde. Öyle ki kapıya gelen bir dilenciye evde verecek bir nesne yoksa bir bardak su verme geleneği bile yaygındır, böyle söylemiş eskiler. (Tanrı Yaratan Toprak Anadolu, s. 156 -161).
Kurban törenlerinde tırnaklarını kesme sakın,
Hele kara demirle kuruyu yaştan ayırma. (İşl. 742 - 743)
Demir de kutsaldır Anadolu halk inançlarında. Gök gürlemeye başladığında demiri ısırma geleneği vardır. Bu inanç da eski çağlardan kalmadır. Demirciler tanrı Hephaistos ile ilgilidir. Nitekim demirci örsü kutsal sayılır. Onun üstüne oturulmaz, ona ayakla basılmaz, ona tükürülmez, sövülmez. Bunu yapan demircinin geçini sıkıntısı çekeceğine, darlığa düşeceğine inanılır. Bundan dolayı demirciler birbirlerine ödünç örs vermezler.
Ev yaparken çıkıntı bırakma hiçbir yerinde ki,
Kuzgunlar konup ötmesinler kötü kötü. (İşl. 746 - 747)
Kuzgun, karga genellikle uğursuz sayılır. Bir evin çevresinde karga dolaşır, kuzgun öterse o evde birinin öleceğine inanılır. Bu inanç yüzünden kuzgundan, kargadan sakınılır.
Oniki yaşında bir çocuğu
Kutsal şeyler üstüne oturtma, iyi değildir. (İşl. 750- 751)
Bütün kutsal nesnelerin üzerinde oturmak, çocuğu oturtmak uğursuzluktur, yıkım getirir. Bu geleneğe uymayanı cinler, periler çarpar, sanılır. Ayrıca tapınak yıkıntılarında, kutsal sayılan yerlerde uyumak, su dökmek, sevişmek insanın başına büyük yıkımlar getirirmiş, Anadolu'da bundan çok sakınılır. İnsanın çarpılacağına inanılır. Çarpılan, bir yerine inme inen bir kimsenin kutsal yerlerde suç sayılan bir işi yaptığına inanıldığından, onu okuturlar, üfletirler, dualar yazılı muskalar, hamayıllar bağlarlar boynuna, giysisinin bir yerine. Bu gibi yerleri "bizden iyiler" diye anılan cinlerin koruduğuna inanırlar. Bu cinlere "dışarı şeri" de denir halk dilinde.
Kaynak başlarında işeme sakın,
Ne de ırmakların denize döküldüğü yerde,
Oralarda yıkanmaya da kalkma, iyi değildir. (İşl. 757 - 759)
Kaynaklara, suların döküldüğü yerlere işemek, onları kirletmek, oralarda kirli (cenabet) yıkanmak insanın başına uğursuzluk, yıkım getirir, insan çarpılır. Bu inanç da suların, kaynakların kutsallığı ile bağlantılıdır, Anadolu'da oldukça yaygındır.
Birinci, dördüncü, yedinci gün kutsaldır
Leto altın başaklı Apollon'u yedinci gün doğurmuştur,
Sekizinci ve dokuzuncu günler de öyle,
Ama bu iki gün insan işleri için en elverişlidir:
Onbirinci, onikinci günlerin ikisi de iyidir
Hem koyun kırpmak, hem ekin ekmek için. (İşl. 770-775)
Dört yedi sayıları Anadolu'da, özellikle tarikatlerde kutsaldır. Ayların dördüncü, yedinci günlerinin kutsallığı da bundan dolayıdır. Yedinci gün ayrıca İbranî inançlarında tanrının evreni yarattıktan sonra dinlendiği gündür. Burada Hesiodos'la eski İbranî inançlarının birleştiği görülür. Ayın onbirinci, onikinci günleri ise gökteki ayın dolunaya yakın olduğu, çok parlak bir nitelik kazandığı dönemdir. Bugünlerde iş yapmak, yaz aylarında koyun kırpmak (Anadolu'da buna kırkmak denir), ekin biçmek, öteki dönemlerde ekin ekmek, ağaç kesmek uğurlu sayılır. Genellikle yaylalarda, koyunları ayın ortalarına doğru, gökteki ayın en parlak olduğu dönemde, onbiri ile ondördü arasında kırparlar. "Aysız koyun kırpılmaz" diye koyuncular arasında yaygın bir inanç vardır. Bu da ayın, Hesiodos'un dediği gibi, güne denk geldiği sıradır.
Ayın ortasında bir altıncı gün
Ağaç dikmeye hiç elverişli değildir. (İşl. 782 - 783)
Ayın ortasındaki altıncı gün aysız, ayın bütün parlaklığı ile görünmediği gündür. Bu gün tarımcılar, özellikle fidan, ağaç dikme işleriyle uğraşanlar için uğurlu sayılmaz. Nitekim Anadolu halkı "aysız fidan dikilmez" der. Anadolu'da ayla ilgili şu inançlar çok yaygındır: Ay yeniye geçmeden tohum ekilmez; Ay yeniye geçmeden tarla biçilmez; Aysız ağaç kesilmez, kesilirse dayanmaz, kereste olmaz; Aysız tarla gübrelenmez; Aysız soğan dikilmez; Aysız buğday ekilmez; Aysız kuluçka oturtulmaz.
Bunlar ayın eski çağlarda bir tanrı, bolluk tanrısı olduğu, öyle saygı gördüğü dönemlerden kalma inançlardır. Bugün Anadolu'da ayın doğuşundan dolunay biçimine girdiği güne değin geçen sürelerle (ayın ondördüne değin olan süre ile), ayın kesilmeye, küçülmeye başladığı, dolunayın yavaş yavaş azaldığı, sonunda battığı güne değin geçen süreler arasında uğur bakımından ayrılıkların olduğuna inanılır.
Hesiodos'ta 770-825 dizelerde dile gelen halk inançları bugün Anadolu'da olduğu gibi uygulanmaktadır:
Ay başının altıncı günü de
Kızların doğması iyi gelmez. (İşl. 785 - 786)
Anadolu'da bu gün ayın yarım aydan da küçük olduğu, iyi görünmediği gündür. Bu günlerde doğan kızların güzel olmıyacakları, geleceklerinin pek parlak geçmeyeceği, mutsuz olacakları inancı yaygındır.
Aynı ondördünde doğan bir kızın ise güzel olacağı, geleceğinin parlak, günlerinin mutlu geçeceğine inanılır. Bundan dolayı ayın ondördüncü günü, dolunay biçimine girdiği günde doğan çocuklar erkek olursa onlara "Bedr - Bedir", kız olursa "Bedriye" adı verilmesi bir gelenek niteliği taşır kimi yerlerde. Ayın yeni göründüğü gün doğan kızlara da "Hilâl" denir. Bu gün kızlar için kimi yerlerde uğurlu, kimi yerlerde uğursuz sayılır. Bunda mevsimlerin de etkisi vardır; açıkça.
Ayın başlangıcındaki dokuzuncu gün .
İnsanların bütün dertlerden kurtulduğu gündür:
Hem ağaç dikmelere iyi gelir,
Hem erkek dişi bütün doğumlara. (İşl. 811 - 813)
Bu günler ayın dolunaya yakın olduğu, yarımdan çok daha büyük olduğu günlerdir. Ayrıca dokuz sayısı da uğurludur, kutsaldır (göklerin dokuz kat oluşu inancı ile ilgilidir). Ekinlerin bu günlerde ekilmesi, sebzelerin bu günlerde dikilmesi iyi sayılır.
Hesiodos'un dizelerinde dile gelen inançların çoğu bugün Anadolu halkınca yaşatılan, özellikle tarımcılarca uygulanan günlerdir. Bu inançların kimini Hitit'lerde, Sümer'lerde, Mısırlılarda da buluyoruz. Genellikle ay'ın bir koruyucu kutsal varlık, bir bolluk kaynağı tanrı, ya da tanrıça olduğuna inandan topluluklarda bu tür inançlar yaygındır. Durum yıldızlar, güneş için de böyledir1.
1 Ay'la ilgili yerler için bkz. Anadolu İnançları, s. 187 - 188; ayrıca aynı kitap s. 39 - 47 ve 48 - 52,.