Kalk, Lazarus.

Louis, aylardan beri ilk kez Pascov/un ölümünden sonra gördüğü rüyayı hatırladı. Uyandığında ayaklan ve yatak toprak içindeydi.

Ensesindeki tüyler diken diken oldu.

«Rüya bunlar,» dedi Ellie'ye. Sesi kendi kulağına normal ge liyordu hiç olmazsa. «Geçer hepsi.»

«Sen de bizimle gelseydin, baba. Yada bizde gitmeseydik Burada kalabilir miyiz, baba?

Büyükbabamlara gitmek istemi yorum ben... Okuluma dönmek istiyorum. Olur mu, ha?»

«Az bir süre için, Ellie. Benim... benim yapacak bir iki işim var burada, sonra ben de sizinle olacağım. Ondan sonra ne yapacağımıza o zaman karar veririz.»

Louis bir tartışma ya da Ellie'ye özgü öfke nöbetlerinde ı birini bekliyordu. Buna sevinirdi belki de... o bakışa kıyasla tanıdığı, bildiği bir şeydi bu. Ama kızda yalnızca o huzursuzluk verici sessizlik vardı. Louis ona daha başka şeylerde sorabilirdi ama kendisinde soru soracak cesareti bulamadığını farketti. Ellie kendisine belki de duymak istediğinden daha çok şey anlatmıştı.

Ellie'yle Bekleme salonuna dönmelerinden az sonra uçaklan anons edildi. Biniş kartlan çıkanldı, kuyruğa girdiler. Louis karısını kucaklayıp öptü. Rachel bir an sımsıkı sarıldı kocasına.

Ellie ciddi bakışlarla baktı babasına. «Gitmek istemiyorum,» dedi. Ama yürüyen yolculann ayaksesleri ve konuşmalan arasında bunu bir tek Louis duymuştu. «Annemin de gitmesini istemiyorum.»

•Haydi Ellie,» dedi Louis. «Her şey yoluna girecek, görürsün.»

«Belki, ama sen ne olacaksın, baba? Ya sen ne olacaksın?»

Kuyruk ilerlemeye başlamıştı. Rachel, Ellie'nin elini çekti, kız bir an gözlerini babasından ayırmadan direndi.

— 256 —

«Baba?» Git artık, Ellie. Lütfen.» -

Rache). Ellie'ye bakınca kızın yüzündeki o karanlık, hayalci bakışı ilk kez farketti. Korkuyla,

«Ellie?» dedi. «Kuyruğu engelliyorsun, kızım.»

Ellie'nin dudakları titredi. Annesinin kendisine çekmesine ses çıkarmadı Dönüp bakınca Louis kızın gözlerindeki çıplak Korkuyu gördü. Sahte bir neşeyle elini kaldırdı.

Ellie el sallamadı.

44

Louis havaalanından çıkarken beyni üzerine soğuk bir örtü gerilmiş gibiydi. Aklında olan şeyi yapmaya kararlı olduğunu farketmişti. Tıp öğrenimi yıllarında aldığı burslar ve karısının haftada altı gün sabahın beşinden on birine kadar bir kahvehanede garsonluk yaparak kazandıklanyla geçinmesirii sağlayan keskin zekâsı sorunu alıp parçalarına ayırmıştı. Sanki şimdiye dek girdiği en büyük sınavdaymış gibi. Ve bundan tam numarayla geçmek niyetindeydi.

Peobscot Nehri Üzerinde Bangor'un karşısında olan küçük Brewer kasabasına sürdü arabayı.

\Vatson Hırdavatçılık Mağazasının hemen karşı kaldırımında bir park yeri buldu. •

«Ne istiyordunuz?» diye sordu tezgâhtar. . .

«Büyük bir elfenen dört köşe olanlarından, bir, de ışığını örtecek bir başlık.»

Tezgâhtar ufak tefek, çıkık alınlı, keskin gözlü bir adamd . Pis pis gülümsüyordu Louis'e bakarken. «Avlanmaya mı çıkacaksın, Ahbap?» diye sordu.

«Anlamadım.»

«Geyiklerin gözüne ışık tutup avlanacak mısın bu gece?»

«Öyle bir niyetim yok. Avlanma ruhsatım bile yok zaten»

Tezgâhtar gözlerini kırpıştırdı, sonra gülmeye karar verdi. "Kısacası, işime burnunu sokma diyorsun, öyle değil mi? Pekâla öyle olsun. O büyük fenerlerin üstüne başlık yok. ama ister-

— 257 —

Hayvan Mezarlığı — F : 17

sen üzerini keçeyle kaplayıp ortasına bir delik delersin, o zaman ipincecik bir ışık elde edersin.»

«Teşekkürler.»

«Başka bir şey ister miydin?»

»Evet Bir kazma, bir kürek, bir bel. Kürek kısa saplı olacak. Sağlam bir ip. Bir çift iş eldiveni.

Bir de iki metreye iki metre bir branda.»

«Tamam.»

( «Fosseptik deposunu çıkaracağım,- dedi Louis. «KomşuU-rım şikâyet ediyorlar da. Işığı

örtmemin bir yarar: olup olmad.-ğım bilemiyorum ama bir deneyeceğim. Yoksa esaslı bir ce^a yerim yakalanırsam.»

«Çalışırken burnuna bir de mandal takman gerekecek.»

Louis kendisinden beklenildiği üzere güldü. Hesabı 59 dolar altmış sent tuttu. Parayı nakit olarak ödedi.

Benzin fiyatları arttığından bu yana steyşın vagonu çok az kullanmışlardı. Direksiyon milinin bir arızası vardı, ama LOUİSJ en az iki yüz dolar tutacak onarımı hep erteleyip durmuştu.^ Şimdi arabaya tam ihtiyacı varken kullanamayacaktı işte. Hon-j da'mn arkası açılıyordu. Ludlow'a kazma kürekle dönmek pek hoş olmayacaktı. Jud Crandall'ın gözleri keskindi, kafası da iyi çalışırdı. Ne yapmak üzere olduğunu bir bakışta anlayacaktı.

Birden eve dönmek için hiçbir nedeninin olmadığı geldi ak-î ima. Tekrar Bangor'a dönüp Odlin Caddesindeki Howard John-, son Moteline gitti. Şimdi yine hem havaalanına, hem de oğlunun gömüldüğü mezarlığa yakındı. Dee Dee Ramone adıyla mo^ tele kaydını yaptırıp oda ücretini nakit olarak ödedi. >

Ertesi sabahtan önce biraz dinlenmek'iyi gelecekti, önündeki gece boyunca epey zorlu bir işi vardı.

Ama beyni bir türlü sakinleşmiyordu.

Planı durmadan dönüp duruyordu kafasının içinde. Her açı-; dan yeniden kontrol ediyordu, zayıf noktalannı arıyordu. Ger-j çekte bir çılgınlık ırmağının üstünde daracık bir tahtadan geç-f meye çalıştığının farkındaydı. Çevresini çılgınlık kaplamıştı. Dört yanını. Sıkıştırıyordu durmadan.

Bu gece saat on bir sularında oğlunun mezarını kazacak, cesedi tabuttan çıkaracak, Gage'i brandaya sanp arabanın arkasına, yerleştirecekti. Tabutu kapatıp mezarı yeniden doldura-

— 258 —

çaktı. Sonra Ludlo\v'a dönecek, cesedi arabadan çıkaracak... ve bir yürüyüşe çıkacaktı. Evet, bir yürüyüşe çıkacaktı.

Gage dirilirse, önündeki tek yol ikiye ayrılıyordu. Gage, belki biraz ağır hareketli, hatta geri zekâlı olarak dönecekti. Ama yine oğlu olarak, Rachel'm oğlu, Ellie'nin kardeşi olarak.

Öteki yoldaysa evin arkasındaki ağaçların arasından çıkan bir canavar vardı. Louis o kadar çok şeyi kabullenmişti ki, artık canavarlardan, cinlerden, ruhu uçup gitmiş bir ölünün cesedine giren öteki dünya yaratıklarından korkmuyordu artık.

Her ne olursa olsun, oğluyla yalnız olacaktı. Ve...

Bir teşhis koyacağım.

Evet, yapacağı buydu işte.

Yalnız vücudu için değil, ruhu için de bir teşhis koyacağım. Kazanın getirdikleri için bir pay ayıracağım kuşkusuz. Kendisi kazayı hatırlamayabilir de. Church örneğinde olduğu gibi bir peri zekâlılık bekleyebilirim. Gage'i yirmi dört saatle yetmiş iki saat arasında bir sûre izleyerek tekrar ailemize katıp katmama konusunda bir karara varacağım. Eğer kayıp çok büyükse, Timmy Baterman gibi kötü bir şey olarak dönerse .. onu öldüreceğim.

Bir doktor olarak Gage'i öldürebileceğini hissediyordu. Hele Gage başka bir varlık taşıyan bir araçsa, işi daha da kolaylaşacaktı. Çocuğun kandırmalarına yalvarmalarına kanmayacaktı.

Veba mikrobu taşıyan bir fareyi öldürür gibi öldürecekti onu. Melodramatik olmaya gerek yoktu. Su içinde bir hap ya da gerekirse bir iki hap Veya bir iğne. Çantasında morfin vardı.

Sonra cesedi yeniden Pleasantview'e götürüp gömecekti. Hayvan Mezarlığını da düşünmüştü.

Orası daha güvenli olurdu kendisi için. Ama oğlunu oraya gömemezdi. Birkaç nedeni vardı

bunun. Beş yıl, on yıl, • yirmi yıl sonra hayvanını gömen bir çocuk Gage'in kemiklerini bulabilirdi. Ama gerçek neden bu değildi. Hayvan Mezarlığı... çok yakın olabilirdi.

O işi de bitirdikten sonra uçakla Chicago'ya gidip ailesiyle buluşacaktı. Ne Rachel'in, ne de Ellie'nin ne yaptığını bilmele rine gerek kalmayacaktı.

Sonra öteki yola baktı yine, oğluna olan sevgiyle körükörü-ne istediği öteki yola. Muayene dönemi sona erince Gage'le bi likte gece yola çıkacaklardı. Yanına bazı belgeler alacak ve b

— 259 —daha oraya dönmeyecekti. Gage'le bir motele -belki de bu mott le- gelirlerdi.

Ertesi sabah butun parasını bankadan çekip American Express seyahat çeki alacaktı. (Dirilen oğlunla evden çıkarken onları yanına almayı unutma, diye düşündü). Bolca da nakit bulunduracaktı yanında. Gage'le Florida'ya giderlerdi belki. Oradan Rachel'e telefon edip nerede olduğunu bildirecek, annesiyle babasına bir şey söylemeden kızı alıp hemen yanına gelmelerini isteyecekti. Louis, Rachel'i bunu yapmaya ikna edebileceğinden emindi. Hiçbir şey sorma, Rachel. Gel yalnızca. Şu anda, şu dakika gel.

Ona nerede kaldığını (kaldıklarını) söyleyecekti. Bir motelde herhalde. Rachel'le Ellie kiraladıkları bir arabayla geleceklerdi. Kapıyı vurulduklarında Gage'le birlikte açacaktı. Gage in üzerinde mayosu olacaktı.

Sonra...

Ondan sonrasını düşünmeye cesaret edemiyordu. Planın y niden başlangıcına döndü. Eğer işler yolunda giderse îrwı Goldman'ın o şişkin çek defteriyle izlerini bulamaması için ye; yeni yaşamlarının ayrıntılarım düşünmek zorundaydı. Boy,ı. şeyler çözümlenirdi nasıl olsa.

Ludlow'daki evlerine yorgun, gergin ve biraz da ürkmüş olarak gelişini hatırlıyordu. Yolda arabayı Orlando'ya sürüp Disney Dünyasında doktor olarak bir iş aramayı düşünmüştü bir ara.

Belki de sanıldığı kadar uzak bir hayal olmayabilirdi bu.

Kendisini beyazlar içinde, Tılsımlı Dağa çıkmış ve sonra korkudan bayılmış bir kadını muayene ederken görebiliyordu. Geri çekilin, biraz hava alsın, dediğini duyar gibi oluyordu. Kadın gözlerini açıyor, minnetle gülümsüyordu kendisine.

Louis hoş sayılabilecek bu tür düşünceler içindeyken birden uyuyakalcü. Kızı da o sırada Niagara Cavlanırım üzerinden geçerken telaşla kızm yanına koşarken uyuyordu Louis; sinirleri tümüyle bozulan Rachel kızını avutmaya çalışırken uyuyordu. Gage bu, anne! Gage! diye Ellie bağırırken uyuyordu. Gage yaşıyor! Babamın çantasından bıçağını almış! Beni öldürmesin n'olur, anne! Babamı öldürmesin!

Sakinleşen Ellie hıçkırarak annesinin göğsüne yaslanıp, (iri ve yaşlı olmayan gözlerle çevresine bakarken, Dory Goldman

— 260 —bu olanların. Ellie için çok kötü olduğunu, kızın kendisine Rac-hel'in Zelda öldükten sonra halini hatırlattığını düşünürken Louis uyuyordu.

Saat beşi çeyrek geçe uyandığında, gün yavaş yavaş karar* maya başlamıştı.

Çok iş var, diye düşünerek kalktı.

45

United Havayolarının 419 sefer sayılı uçağı O'Hare Havaalanına inip yolcularını üçü on geçe boşalttığında, Ellie Greei hafif bir isteri nöbetine kapılmış, Rachel ise korku içindeydi.

Ellie' nin omzuna dokunulursa sıçrayarak dönüp iri ve anlamsız gözleriyle insanın yüzüne bakıyor, vücudu hiç durmadan yaprak gibi titriyordu. Sanki elektrik yüklüymüş gibi. Uçaktaki karabasan yeteri kadar kötüydü zaten, ama bu,.. Rachel ne yapacağını bilemiyordu.

Terminale girerken Ellie'nin ayakları birbirine dolandı, yere düştü. Rachel kızı kucaklayıp kaldırana kadar da yerden kalkmadı. Uçaktan inenler kızın çevresinden dolanıyorlar ya da transit geçen yolculara özgü o ilgisiz ama hafifçe acıyan bakışlarla bakıyorlardı.

«Neyin var, Ellie?» diye sordu Rachel.

Ama Ellie cevap vermedi. Lobiden geçip bagaj yerine doğru yürüdüler. Rachel annesiyle babasının kendilerini beklediklerini gördü. Elini salladı. Yaşlı kan koca kızlarının yanına geldiler.

Dory, «Sizi kapıdan bekleyemeyeceğimizi söylediler,» dedi. «Biz de... Rachel? Eileen nasıl?»

•İyi değil.»

«Anne, tuvalet var mı burada? Kusacağım galiba.»

«Tanrım!» Rachel şaşkın bir halde tuttu kızının elini. Karşıda' bir tuvalet görmüştü, oraya gittiler.

«Ben de geleyim mi?< diye seslendi Dory.

— 261 —

«Hayır. Siz bavulları alın.»

Tuvalet boştu neyse. Rachel çantasında bozukluk para ararken tuvaletlerden birinin kilidinin kınk olduğunu görüp kızı hemen oraya soktu. Ellie çimdi inleyerek karnını tutuyordu. İki kere öğürdü ama kusmuk gelmiyordu.

Ellie biraz daha'iyi olduğunu söyleyince Rachel kızını musluğa götürüp yüzünü yıkadı. Eliie kâğıt gibi beyazdı, gözlerinin altında halkalar oluşmuştu.

-Ellie, ne var? Neden söylemiyorsun bana?»

-Bilmiyorum,» dedi kız. «Ama babam bana bu yolculuğa çıkacağımızı söylediğinden beri bir şey var. Onun bir şeyi vardı çünkü.»

Louis, ne saklıyorsun benden? Bir şey saklıyordun. Görüyordum bunu. Ellie bile görüyordu.

Rachel birden kendisinin de o gün sabahtan beri sinirli olduğunu farketti, sanki hep bir şeylerin olmasını beklermiş gibi. Aybaşılanndan iki üç gün önce olduğu gibi sipirli ve gergin hissediyordu kendini, gülmeye ya da ağlamaya hazır veya her an başının ağrımasını beklermiş

gibi.

«Ne?» diye sordu aynadan Ellie'ye: «Babanın nesi olabilir, yavrum?»

«Bilmiyorum. Bir rüya gördüm. Gage vardı galiba rüyamda ya da Church. Hatırlamıyorum.

Bilemiyorum.»

«Ellie, rüyanda ne gördün?»

-Hayvan Mezarlığındaymışım,» dedi Ellie. «Paxcow beni o-raya götürdü ve babamın da oraya gelip korkunç bir şey yapacağını söyledi.»

«Paxco-w- mu?» Hem keskin, hem de pek belirli olmayan bir korku bıçak gibi saplanmıştı

Rachel'e. Neden yabancı gelmemişti bu ad? Bu adı ya da buna benzer bir adı bir yerlerde duymuştu ama nereden duyduğunu anımsayamıyordu. «Paxcow diye birinin seni Hayvan Mezarlığına götürdüğünü mü gördüa rüyada?"

«Evet. Adının öyle olduğunu söyledi. Ve...» Kızın gözleri birden irileşti.

«Başka bir şey mi hatırladın?»

«Kendisinin uyarmak için gönderildiğini ama işe kanşama-yacagını söyledi. Bir... bir şeymiş...

babama yakınmış, çünkü

— 262 —ruhları... hatırlayamıyorum işte!-

«Ellie. Gage'i düşündüğün için rüyanda Hayvan Mezarlığını gördün Babanın da iyi olduğundan eminim. Biraz daha iyisin ya şimdi?-

•Hayır,- diye fısıldadı Ellie. «Korkuyorum, anne. Sen korkmuyor musun?-

•Yoo," dedi Rachel başını sertçe sallayıp gülümseyerek. Korkuyordu ama. Paxcow adını bir yerden anımsıyordu, aylar belki yıllar önce kötü bir şeyle birlikte duymuştu bu adı.

İçind3 giderek büyüyen, patlamaya hazır bir şey vardı sanki. Kaçınılması gereken bir şey. Ne ama? Ne?

«Eminim her şey yolundadır.- dedi. «Büyükbabanlann yanına gidelim mi?»

«Gidelim.» dedi Ellie isteksizce. . «Yürü haydi, büyükbabanın evinden babana telefon ederiz.-

«Üzerinde şdrt vardı.» dedi birden Ellie.

«Kimin, yavrum?»

«Paxcow'un. Ruyamdaki adam kırmızı şort giymişti.»

Yine o ad... Rachel'in dizlerinin bağı çözülür gibi oldu yine...

Babası bavullarını alırken annesi duvar kenannda iki koltuk tutmuştu kendileri için. O yana yürüdüler.

«Şimdi biraz daha iyi misin, yavrum?» diye sordu kadın.

«Biraz,» dedi Ellie. «Anne...»

Rachel'e baktığı anda sustu kız. Rachel dimdik oturuyordu koltukta, eliyle ağzını kapatmıştı, yüzü bembeyazdı. Bulmuştu! Sanki küt diye bir şey inmişti kafasına. İlk duyduğunda hatırlaması gerekirdi, ama onu kafasından atmak için az çalışmamıştı.

•Anne?»

Rachel ağır ağır döndü kızına, Ellie annesinin boyun kemiklerinin çatırdadığını duyuyordu.

Rachel elini ağzından çekti.

«Rüyandaki adam sana i!k adını söyledi mi. Eileen?»

«Anne, bir şey mi...»

«Rüyandaki adam ilk adını söyledi mi?»

Dory kızıyla torununa ikisi de çıldırmışlar gibi bakıyordu.

«Evet, ama hatırlamıyorum.. Anne. canımı acıtıyorsun...Rachel başını eğince Elüe'nin kolunu mengene gibi sıktığını farketti.

— 263 —

«Victor muydu?»

Ellie derin bir soluk aldı. «Evet, Victor'du. Adının Victor olduğunu söyledi, ama. Sen de mi onu rüyanda gördün?»

«Paxcow değil, Pascow,» dedi Rachel.

«Ben de öyle dedim ya. Paxcow.»

«Rachel, ne oluyor?» Dory kızının elini tutunca buz gibi olduğunu farkederek irkildi. «Ellieen'in nesi var?»

Ellieen'in değil, Louis'in başı dertte galiba. Bir şeyler oldu. Ya da olacak. Ellie'yle otur sen, anne, ben eve telefon etmek istiyorum.»

Rachel e\-e ödemeli bir telefon açtı, ama karşı tarafta cevap veren yoktu.

«Daha sonra bir daha denemek ister misiniz?» diye sordu santral memuru.

«•Evet,» diyen Rachel telefonu kapattı.

Durup baktı telefona.

Uyarmak için gönderildiğini ama işe karışamayacağım söyledi. Babamın yanındaymış, çünkü

ruhu... hatırlayamıyorum işte!

Çünkü ruhu bedeninden ayrıldığında birlikteydiler, diye düşündü Rachel.

Düşüncelerini toparlamaya çalıştı. Başka bir şeyler mi vardı Gage'in ölümü karşısında bu doğal kederlerinin ve bir kaçışı andıran bu yolculuğun altında? Ellie, Louis'in işteki ilk gününde ölen genç hakkında neler biliyordu?

Hiçbir şey, diye kendi kendini yanıtladı, ölümle ilgili her şey gibi onu da sakladın çünkü ondan.

Günün birinde o aptal kedisinin de ölebileceğim sakladığın gibi. Kilerdeki o aptalca tartışmayı

hatırlasana. Sakladın kızdan. Çünkü sen kendin korkuyor-dun. Şimdi de korkuyorsun. Adı

Pascow'du. Victor Pascow. Durum ne acaba şu anda, Rachel? Ne demek bunlar? Neler oluyor Tanrı aşkına?

Elleri öyle titriyordu ki, parayı telefona ancak üçüncü keresinde atabildi. Bu kez üniversite dispanserini aramıştı; Charl-ton ödemeli konuşmayı biraz da şaşkınlıkla kabul etti. Hayır, Louis'i görmemişti, zaten o gün gelmiş olsa şaşardı. Rachel, Charlton'dan Louis geldiği takdirde kendisini annesinin evinden aramasını rica etti. Evet, kocasında numara vardı, Charltoa'

— 264 —un sorularına karşılık verdi (hemşire annesinin evinin yarım kıta ötede olduğunu söylemek istemiyordu)...

Titreyerek kapattı telefonu.

Pascovv'un adını bir yerden duymuş olacak, hepsi bu. Tanrım, insan çocuğunu akvaryumdaki balık gibi büyütemez ya, Radyoda bir şey duymuştur. Ya da okulda biri bir şey söylemiş, aklının bir köşesinde kalmıştır.

Kolejdeyken bir psikoloji dersinde öğretmenin belirli koşu'-lar altında insan zihninin yaşam boyunca tanıştığı bütün insanların adlarını, yediği her yemeği, tüm günlerin tek tek hava durumunu sayabileceğin! anlatmıştı, insan zihni akıl almaz bir yeteneğe sahip bir bilgisayardı.

Belki de bir milyar bellek hücresi vardı ve bunlardan her birinin ne kadar bilgi alabildiği bilinmiyordu. Bellek hücreleri bu kadar çok olduğundan, yeni bir bilgiyi kafaya sokmak gerekince, bunlardan herhangi birinin silinmesine gerek yoktu. Gerçekte insan çıldırmamak için bir korunma önlemi olarak bildiği şeylerden bazılarını unutur, üstünü örterdi.

İyi ama şimdi parlak floresan ışıkları altındaki sınıfta değiliz ve öğretmen de son on beş

dakikayı eğlenceli geçirmeye çalışmıyor. Kötü bir şeyler var ortalıkta, bunu biliyorsun, hissediyorum. Pascow'la. Gage'le ya da Church'le ne ilgisi var bilmiyorum, ama Louis'le...

Birden bu gibi bir şey çarpmıştı yüzüne sanki. Telefonu açarken çantasında bozukluk aradı.

Louis intihan mı düşünüyordu yoksa? O yüzden mi kendilerini kapı dışarı atarmış gibi aceleyle kovalamıştı evden? Ellie her nasılsa... psikolojinin de canı cehenneme! Bir önsezi miydi bu?

Bu kez Jud Crandall'ı ödemeli arıyordu. Beş kere çaldı zil. . altı... yedi... Tam kapatacakken yaşlı adamın soluk soluğa se.si duyuldu. «Alo?»

«Jud, Jud! Ben...»

«Bir dakika, hanımefendi,» diye santral araya girdi. «Bayan Louis Creed'den ödemeli kabul ediyor musunuz?

«Evet,» dedi Jud.

«Teşekkür ederim. Devam edebilirsiniz, hanımefendi.»

«Jud, bugün Louis'i gördün mü?»

«Bugün mü? Görmedim, Rachel. Brewer'e alışverişe gitmiş-

— 265 —tim. Öğleden sonra da hep arka bahçedeydim. Neden sordun?^ «Bir şey değil belki .ama Ellie uçakta kötü bir rüya gördü, c yüzden kızın içinin rahat etmesini istiyordum.»

«Uçak mı?" Jud'un sesi birden sertleşmişti sanki. -Neredesin. Rachel?»

•Chicago'dadım. Ellie'yle birkaç haftalığına annemde kalmaya geldik. >.

«Louis sizinle gitmedi mi?»

•Haftasonunda gelecek.» Jud'un sesinde Rachel'in hiç hoşuna gitmeyen bir şey vardı.

-Oraya gitmenizi o mu istedi?»

-Şey... evet, Jud. Bir şey var, değil mi? Ve sen de biliyorsun... "

Jud uzun bir duraklamadan sonra, -Bana kızın rüyasını an-latsan iyi olur,» dedi.

46

Jud telefonu kapattıktan sonra pardosüsünü giydi -hava bulutlanmış, rüzgâr da sertleşmişti-karşıya, Louis'in evine gitti. Yoldan geçerken iki yanına iyice bakmıştı geçen kamyon var mı

diye. Bütün bu işi başlatan o lanet olasıca kamyonlar olmuştu.

Aslında öyle değildi tabii.

Hayvan Mezarlığının ve onun da ötesinde bir şeyin kendisini çektiğini hissediyordu. Bir zamanlar uyutucu bir ninni, huzur veren bir ses ve buğulu bir güç şimdi giderek kötüleşiyordu

-sert ve tehdit ediciydi. Sen bu işe karışma.

Ama karışmadan olamazdı. Sorumluluğu o kadar hafif değildi.

Louis'in Honda'sının garajda olmadığını gördü. Ford steyşm vagon ise çoktandır kullanılmamış

gibiydi. Arka kapıya gidince açık olduğunu gördü.

•Louis?» Ama Louis'in cevap vermeyeceğini biliyordu. Yine de bu ağır sessizliğini kırmak istemişti. Yaşlılık başına iyice dert

— 266 —oluyordu. Bacaktan, kollan kütük gibi ağırlaşmıştı. Bahçede iki saat çalıştıktan sonra sırtının ağnsı dayanılır gibi değildi.

Evi dikkatle araştırmaya başladı. Aradığı şeyleri biliyord1,. Dünyanın en yaşlı hırsızı, diye neşesizce düşündü. Kendisini gerçekten rahatsız edecek şeylerden hiçbirini görmemişti, saklanmış bir kutu oyuncak, bir dolapta ya da bir kapı arkasında küçük bir çocuk için birkaç

parça giyecek... yada en kötüsü Gage'in odasında yeniden kurulmuş olan küçük karyola. Bu işaretlerden hiçbiri yok'u, ama evde-yine de hoş olmayan bir ^py vardı... sanki bir şeyle doldurulmayı bekliyormuş gibi

Pleasantview Mezarlığına kadar bir uzansam iyi olur belki de. Bakalım aralarda bir şey var mı.

Louis Creed'le bile karşılaşabilirim. Bir yemek falan ısmarlarım ona.

Ama tehlike Bangor'daki Pelasantview Mezarlığında değildi, buradaydı, bu evdeydi ,evin ötesindeydi.

Jud evine döndü. Mutfaktaki buzdolabından altı şişe bira çıkarıp oturma odasının Creed'lerin evine bakan penceresinin önüne oturdu, birayı açtı, bir de sigara yaktı. Öğleden sonra çevresine yerleşirken, son birkaç yıl olduğu gibi zihninin gerilere doğru gittiğini hissetti. Rachel Creed'in aklından geçenleri bilseydi ona psikoloji öğretmenin haklı olduğunu söylerdi, ancak insan yaşlandıkça belleğin o örtücü işlevi azalıyor ve insan çok eski günleri, yüzleri, olayları

inanılmaz bir kesinlikle anımsıyordu. Donuk renkli anılar yeniden renklenip canlanıyor, sesler zamanın o tenekemsi yankısını kaybedip kendi özgün tınılarına kavuşuyorlardı. İşte bunun adı

bunama, diyebilirdi Rac-hel'e.

Şimdi de Lester Morgan'ın boğası Hanratty'yi görüyordu. Gözleri kan çanağı gibi. Gördüğü her şeye, hareket eden her şeye saldıran boğayı. Rüzgâr yapraklannı salladıkça ağaçları saldırırdı.

Lester hayvanın işini bitirene kadar Hanratty'nin içinde bulunduğu çitle çevrili çayırlıktaki bütün ağaçlar boynuz darbelerinden parçalanmış, hayvanın boynuzlan yarılmış, ba?ı kan içinde kalmıştı. Lester, Hanratty'yi öldürdüğü zaman art!» korku içinde yaşıyordu; aynen Jud'un şimdi kendini hissettiği gibi.

Jud birasını içti, sigarasını tüttürdü. Gün sona ermişti. Işığı yakmadı. Sigarasının ucu giderek kızıl bir nokta oldu karanlık

— 267 —ta. Bira içiyor, sigara tüttürüyor, gözlerini Louis Creed'in evinden ayırmıyordu. Louis her neredeyse, eve döndüğünde gidip biraz konuşacaktı. Yapması gereken bir şeyi yapmayı

planlamadığından emin olacaktı.

Yine de o şeytani yerin içinden gelen gücün kendisini çektiğini hissediyordu.

Sen karışma, buna. Karışma yoksa çok pişman olacaksın.

Jud sese kulak vermemeye çalışarak birasını yudumladı. V-.j de bekledi.

47

Jud Crandall hasır arkalıklı sallanır koltuğunda oturmuş kendisini beklerken, Louis de Howard Johnson'un yemek salonunda lezzetsiz bir yemek yiyordu.

Yemek bol ve tatsızdı, tam da vücudunun istediği şey. Dı-şarda hava kararmıştı. Geçen arabaların farları parmaklan andırıyordu. Yemeği tadını almadan yiyordu. Bir biftek, haşlanmış

bir patates. Doğada hiç olmadığı kadar parlak yeşil bir tabak fasulye. Üzerinde dondurma olan bir parça elma turtası. Bir köşede oturmuş, geleni geçeni seyrederek yiyor, tanıdığı birinin çıkıp çıkmayacağını düşünüyordu. Belli belirsiz, böyle bir şeyin olmasını umuyordu. Sorular sorulacaktı -Rachel nerede? Burada ne işin var?- bu sorular karışıklığa yol açardı ve belki kendisi de karışıklıkları istiyordu. Bir kurtuluş yolu.

Pastasıyla ikinci fincan kahvesini bitirirken gerçekten tanıdığı bir çift içeri girdi. Bangor'lu bir doktor olan Rob GrineU'le sevimli kansı Barbara. Louis onlann kendisini tek kişilik masasında otururken görmelerini istedi, ama garson onlan salonun öteki ucunda bir bölmeye sokunca Louis ancak Grinell'in erken beyazlaşmış saçlarını görebiliyordu.

Garson Louis'in hesabim getirdi. Louis kâğıdı imzaladı, odasının numarasını yazdı, yan kapıdan çıktı.

Dışarda rüzgâr fırtınaya dönüşüyordu. Elektrik telleri ho-

— 268 —murdanır gibi sesler çıkarmaktaydılar. Louis yıldızları göremi-yordu ama başının üstünden bulutlann hızla geçtiğini hissed!-yordu. Bir an kaldınm kenannda, elleri ceplerinde, yüzünü

rüzgara çevirmiş olarak durdu. Sonra dönüp odasına çıktı, televizyonu açtı. İşe girişmeyecek kadar erkendi, birdenbire çıkan bu rüzgar da yeni olasılıklar getiriyordu. Heyecanlanmıştı.

Dört saat televizyon seyretti. Sekiz tane yarım saatlik komedi filmi. Böyle kesintisiz televizyon seyretmeyeli çok olmuştu.

Chicago'da Dory Goldman neredeyse ağlıyordu, döneceksin, kızım? Neden ama? Daha yeni geldin0»

•Geri mi

Ludkrvv'da Jud Crandall pencere önünde oturmuş bira içiyor, sigarasını tüttürüyor, Louis'in evine dönmesini beklerken geçmişi düşünüyordu. Louis ergeç gelecekti, o eski filmdeki Lassîe gibi. Hayvan Mezarlığına ve ötesine başka yollar da vardı ama Louis onların hiçbirini bilmezdi.

O işi yapacaksa, yola kendi arka kapısından çıkacaktı.

Saat on bir haberleri başlayınca Louis televizyonu kapattı ve belki de Gage'in beyzbol kasketini kanlar içinde yolun ortasında gördüğü zaman aklına gelen şeyi yapmaya koyuldu. Her yanı buz gibiydi ama içinde garip bir sıcaklık vardı, istek, tutku, belki de ihtiras. Önemli değildi. Soğuğa karşı koruyordu kendisini, içini ısıtıyordu. Honda'nm motorunu çalıştırırken Jud' un o yerin gücü konusunda belki de haklı olduğunu düşündü. Şimdi bunu çevresinde duyuyor, kendini ittiğini hissediyordu.

Durabilir miyim artık? İstesem bile durabilir miyim artık?

48

«Ne dedin?» diye Dory bir daha sordu. «Rachel... yorgun sun... sabaha kadar uyursan...»

Rachel başını salladı. Annesine neden geri gitmesi gerektiğini anlatamazdı. Bu duygu içinde rüzgârın doğuşu gibi doğ

— 269 —muştu, önce çimenlerin gözle farkedilmeyecek kadar ağır kıpıı tısı, sonra havanın hareketinin artması, sakinliğin bir anda yo& olması, ardından rüzgânn uğultulu sesi... insan o zaman evm sallandığını hisseder, biraz daha artarsa bir şeylerin uçup kırılacağından korkardı.

Chicago'da saat altıydı. Bangor'da Louis lezzetsiz yemeğine başlamak üzereydi. Rachel'le Ellie iştahsızdılar, şöyle bir çatal değdirmişlerdi önlerindeki tabağa. Rachel tabağından gözlerini her kaldırışında kızının bakışlarını üzerinde hissediyordu. Ellie babasının başında dolaşan deri her neyse, ne yapacağını soruyordu.

Rachel telefonun çalmasını, Jud'un Louis'in eve döndüğünü bildirmesini bekliyordu. Telefon gerçektende bir kez çaldı -Rachel yerinden fırlamıştı, Ellie de az daha süt bardağını

deviriyordu- ama arayan annesinin briç kulübünden bir arkadaşıydı.

Kahvelerini içerken Rachel birden önündeki peçeteyi fırlatarak. «Baba... anne... kusura bakmayın ama benim evime dönmem gerek,» dedi. «Uçak bulabilirsem bu gece gideceğim.»

Annesiyle babası kulaklarına inanamayarak baktılar kızlarına, Ellie ise bir yetişkinin rahatlama ifadesiyle gözlerini kapatmıştı. Derisinin o gergin, balmumu gibi hali olmasaydı insan gülebilirdi de

-•Rachel. yavrum.» Babası ağır ağır, geçici ama tehlikeli bir isteri nöbetine tutulmak üzere olan biriyle konuşur gibi konuşuyordu. «Bütün bunlar oğlunun ölümüne karşı tepkilerin. Sen de, Ellie de çok şiddetli tepki gösteriyorsunuz, bunun için kimse kınayamaz sizi. Ama birden yıkıhverirsin eğer...»

Rachel babasına cevap vermeden koridordaki telefona gitti, rehberde havayollarını bulup Delta'nın numarasını çevirdi. Dory kızının yanı başında durmuş şunu düşünmeleri, bunu düşünmeleri gerektiğini, bu konuyu bir kez oturup sakinlikle konuşmalarını, belki de bir Üste yapmalarını söylüyordu. Arkasında Ellie vardı... yüzü hâlâ karanlıktı, ama şimdi Rachel'e cesaret verecek bir umut ışığı vardı gözlerinde.

Telefonun ucundaki ses, «Delta Havayolları, adım Kim, buy-run efendim,» dedi.

«Bu gece Chicago'dan Bangor'a gitmek istiyorum... Çok

— 270 —

önemli. Acil bir durum. Acaba bir bağlantı sağlayabilir miydiniz?»

«Olabilir, hanımefendi. Ama pek zamanımız yok.»

«Lütfen bir kontrol edin.» Rachel'in sesi titriyordu. «Bekleme listesine de razıyım.»

«Pekâla, hanımefendi. Lütfen bekleyin.»

Rachel gözlerini kapattı, bir an sonra kolu üzerinde soğuk bir el hissetti. Gözlerini açınca Ellie'nin yanına gelmiş olduğunu gördü. Invin'le Dory ise kendilerine bakarak alçak sesle konuşuyorlardı. Çıldırdığı sanılan insanlara bakıldığı gibi, diye düşündü Rachel. Ellie'nin hatun için hafifçe gülümsedi.

«Sakın sana engel olmalarına izin verme,» diye fısıldadı Ellie. «Lütfen, anne.».

«Sen hiç korkma, ablacıgım.» Rachel kızına göz kırptı. Gu-ge'in doğumundan sonra kıza böyle derlerdi. Ama artık kimsenin ablası değildi.

«Teşekkür ederim,» dedi Ellie.

-Çok önemli, değil mi?» Ellie başını salladı.

-Sana inanıyorum, yavrum. Ama bana daha fazla anlatsay-dın daha çok yardımcı olurdun.

Yalnızca rüya mı?»

«Hayır. Şimdi... her şey gerçek artık, içimden geçtiğini hissediyorum. Sen hissetmiyor musun, anne? Sanki... sanki...»

«Rüzgâr gibi mi?»

Ellie başını salladı.

«Ama ne olduğunu bilmiyorsun, değil mi? Rüyada başka neler gördüğünü hatırlamıyor musun?»

Ellie biraz düşündü, sonra istemeye istemeye başını salladı. «Babam. Gage. Church. Yalnız bunları hatırlıyorum Ama nasıl birarada olduklarım anımsamıyorum.»

Rachel kızı kucakladı. «Her şey yoluna girecek, ya- um.» Ama yüreğindeki ağırlık kalkmamıştı.

«Alo?» dedi havayolları memuru.

«Alo?»

«Sizi Bangor'a götürebiliriz sanırım, hanımefendi, ama ora ya çok geç varacaksınız.»

-Önemli değil,» dedi Rachel.

«Kalem kağıdınız var mı? Biraz karışıktır da.»

— 271 —

«Var.- Rachel çekmeceden bir kalem aldı. bulduğu bir zar-fm arkasını çevirdi-Adamın söylediklerini dikkatle yazdı. Memur sözünü bitirirken kızına dönüp sessiz bir TAMAM

dedi. Sonuna kadar bir aksilik çıkmazsa, diye düşündü. Bağlantılardan bazıları pek kısa süreliydi Hele Boston'da...

«Lütfen biletleri kesin,» dedi. «Teşekkür ederim.»

Memur Rachel'in adını ve kredi kartının numarasını aldı. Rachel yorgun ama rahatlamış olarak kapattı telefonu. Babasına baktı. «Baba. beni havaalanına götürür müsün?-

«Belki de hayır demem gerekir. Bu çılgınlığı sona erdirmek sorumluluğu benim belki de.-

«Bunu yapamazsın!» diye bağırdı Ellie. «Çılgınlık değil bu' Değil işte!»

Goldman bu öfke patlayışı •karşısında geri çekildi.

Araya çöken sessizlikte Dory Goldman, «Arabayla götür. İnvin,* dedi. «Ben de heyecanlanmaya başladım. Louis'in iyi olduğunu öğrenince içim rahatlayacak.-Goldman bir süre karısına baktı, sonra Rachel'e döndü. «Pekâlâ, ille de istiyorsan götürürüm.

Rachel, ben... istersen seninle de gelirim oraya...»

Rachel başını salladı. «Teşekkür ederim, baba. Ama son yerleri de ben kapattım. Sanki Tanrı

benim için ayırmış gibi.-

İrvvin Goldman içini çekti. O anda çok yaşlı görünüyordu. Rachel birden onun Jud Crandall'a benzediğini farketti.

«Bir tek çanta alacak vaktin var,» dedi babası. «Havaalanına kırk dakikada gideriz, annenle ilk evlilik yıllarında geçtiğimiz yollardan geçersek. Dory, senin el çantasını ver ona.»

«Anne,» dedi Ellie. Rachel kızına döndü. Ellie'nin yüzünde hafif bir ter tabakası vardı şimdi.

«Efendim, yavrum?»

«Dikkatli ol, anne.»

— 272 —49

Pek uzakta olmayan havaalanının ışıklarının yansıdığı bulutlar altında ağaçlar yalnızca hareket eden şekillerdi. Louis arabasını Mason Sokağında park etti. Plesantvievv Mezarlığının güney sınırım oluşturuyordu bu sokak. Rüzgâr arabanın kapısını elinden koparacakmış gibi sert esiyordu. Kapatmak için. epeyce zorlandı. Honda'nın arka kapağını açıp içine aletlerini sardığı

brandayı çıkarırken rüzgâr ceketim savuruyordu.

iki sokak lambasının ortasındaki karanlık bölgedeydi şimdi. Brandaya sanlı aletlerini kolunun altına sıkıştırıp karşıya geçmeden önce iyice bakındı iki yanına. Görülmek istemiyordu. Görüp de kendisini bir an sonra unutacaklar tarafından bile. Çok korkuyordu. Çılgınlıktı bu yaptığı.

Sokakta trafik yoktu. Mason Sokağı tarafında sokak lambaları dümdüz bir sıra halinde beyaz ışık halkalarını diplerine yayıyorlardı. Şimdi boş olan sokakta gündüzleri Fairmont ilkokulu boşaldıktan sonra oğlan çocukları bisiklete binerler, kızlar ip atlarlar, seksek oynarlar, yanı

başlarındaki mezarlığın farkında bile olmazlardı.

••Gage.» diye mırıldandı Louis. Gage oradaydı, o demir kapının ardında, kapkara bir toprak tabakasının altında haksızca tutuklanmış yatıyordu. Seni oradan çıkaracağım Gage. diye düşündü. Seni oradan çıkaracağım, evlat yada bu yolda canımı vereceğim.

Louis ağır yükünü kucaklayıp karşı kaldırıma geçti, yeniden iki yanına baktıktan sonra brandayı

duvarın öte tarafına attı. Sonra yürüdü. Yeri kafasında işaretlemişti. Unutsa bile içerden duvarı

izleye izleye yürürse nasıl olsa bulurdu.

İyi ama kapı bu saatte açık olur muydu?

Lou-s. Pleasant Sokağı köşesini döndü. İlerde araba farla' • görününce bir ağacın arkasına saklandı. Gelen polis arabası değildi. Hammond Sokağına doğru giden bir kamyon. Kamyon uzaklaştıktan sonra çıktı ağacın gölgesinden.

— 273 —

Hayvan Mezarhğ, — F : " •

Elbette kilitli değildir. Öyle olması gerek.

Dökme demirden bir katedrali andıran ve sokak ışıklan altında ince ve zarif görünen kapıya gidip kolu çevirdi.

Kilitliydi.

Aptal herif, kilitli olacak elbette. Herhangi bir Amerikan kasabasında gece saat on birden sonra mezarlığın kapısını açık bırakacaklarım mı sanmıştın? Kimse artık o kadar güvenmiyor bir başkasına. Şimdi ne yapacaksın bakalım?

Louis. Pleasant Sokağı boyunca yürüdü, ilk köşeden sağa saptı. Yüksek demir parmaklık da acımasızca uzanıp gidiyordu önünde. Rüzgâr alnında biriken ter damlalarını buharlaştırıyor, gölgesi sokak ışıklan arasında uzanıp kısalıyordu. Arada bi^ durup parmaklığa bakıyordu. Bir ara durup kendini parmaklığa iyice bakmaya zorladı.

Buna tırmanacaksın, öyle mi? Güldürme beni allahını seversen.

Louis Creed bir seksen beş boyundaydı ama parmaklık en az iki yetmiş vardı ve demirlerden her biri sipsivri bir ok ucuyla son buluyordu. Evet, süstü bunlar, ama bacağını üzerinden atarken yüz kilo ağırlık birden aşağı doğru bastırınca demir ok bir girdi mi. insanın hayalan paramparça olurdu. Şişe geçirilmiş domuz gibi bağınr dururdun sonra orada biri polisi çağırana kadar.

Terler sırtından aşağı boşanıyor, gömleği derisine yapışıyordu. Hammond Sokağındaki trafik gürültüsü dışında hiç ses yoktu ortalıkta.

Oraya girmenin bir yolu olmalıydı.

Olmalıydı.

Haydi haydi, Louis, gerçekleri görmezlikten gelme. Çılgın olabilirsin, ama okadar da değil. O

parmaklığın üstüne tırmanırsın belki, ama sivri uçlara dokunmadan öteki tarafa atlamak için insanın usta bir jimnastikçi obuası gerek. Girdin diyelim, peki Gage'in cesediyle nasıl geçeceksin bu yana?

Louis yapıcı hiçbir şey düşünmeden mezarlığın çevresini adımlamakta olduğunu farketti.

Pekâlâ, işte sana çözüm: Ludlow'a eve döner ve yarın öğ-ledensonra gelirim buraya. Saat dört sularında içeri girer ve gece yansına kadar saklanacağım bir yer bulurum. Kısacası akıl-

— 274 —h olsaydım bugün başaracağım işi yarma bırakırım.

Çok esaslı fikir, Louis Efendi... peki bu arada duvarın öte yanına fırlattığım şeyler ne olacak?

Kazma, kürek, elfeneri... bari bir de üstüne MEZAR SOYGUN ARAÇLARI diye yazsaydın...

Çalıların arasına düştü nasıl olsa. Kim bulur, allahını seversen?

Bir bakıraa^ mantıklıydı bu. Ama yaptığı mantıklı bir iş değildi, kalbi kendisine ertesi gün oraya gelemeyeceğini söylüyordu, tşi bu gece yapamazsa hiç yapmayacaktı. Bir daha bu kadar çılgınlığa kapılması olanaksızdı. Eğer işi yapacaksa bunun zamanı ancak ve ancak şimdiydi.

Sokağın başından bir araba dönüyordu. Çok ağır hareket eden arabanın ön sağ tarafından bir el uzandı, mezarlığın parmaklığını bir fener aydınlattı. Louis'in yüreği duracak gibi oldu saklandığı ağacın ardında. Polis arabasıydı bu, mezarlığı kontrol ediyorlardı.

Louis yüzünü ağaca dayayıp bekledi. Ağacın kendisini saklayacak kadar geniş olduğunu umuyordu. Elfeneri kendisina doğru uzanıyordu şimdi. Louis yüzünün beyazlığını saklamak için başını öne eğdi. Işık ağaca erişti, bir an kayboldu, sonra Louis'in sağında belirdi yine. Louis ağacın öteki yanına kaydı. Stop lambalarının biraz daha kızıllaşmasını, kapılana birden açılmasını, fenerin büyük beyaz bir parmak gibi kendisini kovalamasını bekledi. Hey, sen!

Ağacın arkasındaki! Çık da yüzünü görelim bakalım! Ellerin de boş olsun! ÇIK dedik sana!

Polis arabası yola devam etti. Köşeye gelince dönüş işareti verdi, sola saptı. Louis soluk soluğa yaslandı ağaca. Ağzı kupkuruydu. Honda'nm yanından geçeceklerini düşündü. Ama önemi yoktu bunun. Akşamın altısından sabahın yedisine kadar Mason Sokağında park etmek serbestti. Kendisininkiden başka bir sürü araba vardı orada. Sahipleri herhalde sokağın karşı

tarafındaki apartmanlarda oturuyorlardı.

Louis ardına saklandığı ağaca baktı. '

Başının hemen üstünde bir dal vardı. Oraya bir çıkarsa..

Daha fazla düşünmeden dalların çatal yaptığı yere çıktı Polis arabası dönmüş olsaydı ağacın üstünde pek garip bir kuş .göreceklerdi şimdi. Acele etmeliydi.

— 275 —

Daha yukardaki bir dala tutundu. Dalın ucu parmaklığın öte yanına kadar uzanıyordu. On iki yaşındaymış gibi hissediyordu kendini. Ağaç da sert esen rüzgârda sallanıyor, yapraklar hışırdıyordu. Louis durumunu bir an 'gözden geçirdi, sonra korkuya kapılmayı beklemeden dala eliyle tutunup ayaklannı aşağı sarkıttı, iriyarı bir adamın kolundan daha kalın olmayan dalın parmaklık ucuna doğru ağır ağır ilerledi. Dal bükülmüştü ama kırılacak gibi değildi. Louis altındaki kaldırımda kendi gölgesini görüyordu. Rüzgâr sıcak koltukaltlarını dondurmuştu, yüzünden ve sırlından akan terlere rağmen tirtir titriyordu. Tek eliyle asılıp öteki elini bir kanş

öteye koyduğunda dal sallanıyordu. Elleri ve bilekleri yorulmuştu artık. Islak avuçiçlerinin kayacağından korkuyordu.

Parmaklığa varmıştı. Tenis ayakkabıları ok uçlarının bir kanş altındaydılar. Bu açıdan bakıldığında uçlar sipsivri görünüyorlardı. Sivri olsa da olmasa da, tehlikede olanın yalnızca haya !an olmadığını düşündü. Şimdi düşüp de tüm ağırlığıyla o sivri uçlardan birine çarparsa demir ciğerlerini delerdi. Devriye gezen polisler Pleasentvievv parmaklığında asılı korkunç bir ceset bulurlardı.

Parmakuçlanm demirlere değdirmeye çalıştı. Biran boşlukta kaldı. Ayaklarıyla uzanıyor, havada sallanıyor, ama dokunacak bir yer bulamıyordu.

Bir ışık parladı üzerinde.

Tanrım, bir araba bu, bir araba geliyor...,

Dalın üstünde ellerini kaydırmaya çalıştı, ama dal parmaklan arasından kayıp gidiyor, parmakları açılıyordu.

Hâlâ sıkı sıkı tutunmaya çalışarak başını sola çevirdi, kolunun altından baktı. Gelen bir arabaydı, ancak hiç yavaşlamadan geçip dört yol ağzına varmıştı bile. Talihi vardı. Eğer...

Elleri kaydı yine. Ağaç kabuklarının saçlarına düştüğünü hissetti. '

Ayağının biri bir yere değdi, sonra öteki paçası ok uçlarından birine takıldı. Daha fazla asılı

duramayacaktı. Louis umutsuz bir hareketle bacağını salladı. Dal biraz daha eğildi. Bir kumaş

yırtılma sesi duyuldu. Birden kendini iki demir uç üzerinde hissetti. Sivri uçlar lastik ayakkabılarını deliyorlardı, ayağı-

— 279 —mu acısı dayanılacak gibi değildi, aıvak ellerinin ve kollarının rahatlaması çektiği acıdan önemliydi.

Louis biran daha durdu sivri uçlar üstünde, sonra ellerini dalın ilerisine kaydırdı. Dal şimdi incelmiş olduğundan parmaklarını daha sıkı sarabiliyordu çevresine. Tarzan gibi ileri attı

kendini. Dal epeyce eğrildi, bir çatırtı duydu, ellerini bıraktı.

Kötü düşmüştü. Dizinin biri bir mezar taşına çarpmış, kasıklarına kadar bir sancı yayılmıştı.

Dizini tutarak otlar arasında yuvarlandı. Dizkapağmın parçalanmamış olduğunu umuyordu.

Sonunda acısı biraz azalmaya başladığında dizini bükebildiğim farketti. Katılaşmasına izin vermeden hareket ettirirse bir şey olmazdı.

Louis kalkıp parmaklık boyunca brandayı bıraktığı yere doğru yürüdü. Dizi çok sancı veriyordu ilk başlarda, topallıyordu, ama biraz yürüyünce açıldı. Honda'nm ilk yardım çantasında aspirin vardı. Çantayı da almayı unutmaması gerekirdi aslında. Çok geçti artık. Gözünü yoldan ayırmıyor, yaklaşan arabaları duyduğunda mezarlığın içlerine doğru çekiliyordu.

Daha çok trafiğin olduğu Mason Sokağında, arabasının karşısına gelene kadar hep içerlerden yürüdü. Parmaklığın altına koşup torbasını alacaktı ki, birden kaldırımda ayaksesleri, bir kadın kahkahası duyuldu. Louis büyük bir mezartaşının ardına oturup bir çiftin ağır ağır yürümesini seyretti. Kadınla erkek kollarını birbirlerinin beline dolamışlar, yürüyorlardı. Arabasının hemen ötesindeki ışığın altında durup öpüştüler. Louis on-ian seyrederken garip bir şaşkınlık ve kendinden iğrenme içindeydi. Kendisi adi bir resimli roman kahramanı gibi mezar taşının ardında durmuş sevgilileri seyrediyordu. Aradaki çizgi bu kadar ince mi. diye düşündü. Fazla bir telaşa kapılmadan öte tarafa geçebileceğin kadar ince demek. Bir ağaca tırman, bir dala tutunup ilerle, mezarlığa atla, sevgilileri seyret... çukur kaz... Bu kadar basit demek? Çılgınlık mı bu? Sekiz yıl okudum doktor 'olmak için... ama tek bir adımda mezar soyguncusu oldum...

İçinden gelen bir çığlığı bastırmak istercesine yumruğunu ağzına soktu. O iç soğukluğunu aradı. O uzaklaşma duygusunu... Evet, oradaydı işte. Louis bunu minnetle sardı çevresine.

~277 —

Çift yollarına devam ederken Louis artık sabırsızlıkla bakıyordu arkalarından. Apartmanlardan birinin kapısı önünde durdular. Erkek cebinden anahtarını çıkardı, bir an sonra da gözden kayboldular. Sokak rüzgânn uğultusu dışında sessizdi yine. Yapraklar hışırdıyor, terden ıslanmış saçlan alnında sav-ruluyordu.

Louis parmaklığa koştu, çalılar arasında branda paketini aradı. Evet, oradaydı işte. Paketi aldı, kapının önünden uzaklaşan geniş yola çıktı nerede olduğunu anlamak için. Buradan doğru gidecek, sonra sapakta sola sapacaktı. Bir sorun değildi.

Yolun kenanndan yürüyor, mezarlık bekçisi falan varsa her an gölgelere dalmaya hazır bekliyordu.

Yol ayrımında sola saptı. Gage'ın mezarına yaklaşıyordu. artık. Birden oğlunun yüzünü

hatırlamadığını farketti. Durup sıra sıra mezarlara baktı, oğlunu anımsamaya çabşu. Bölük pörçük bir şeyler geliyordu gözlerinin önüne: Sarı saçlan, çekik gözleri, küçük ve beyaz dizleri, çenesindeki Chicago'da düştüğü zamandan kalma o yara izi. Bunları tek tek görüyor ama anlaşılır bir bütün içinde toplayamıyordu. Gage'i yola, Orinco tankeriyle randevusuna koşarken görüyordu. Ama yüzü dönüktü. Uçurtma Uçurduklan günün gecesinde yatağında nasıl yattığını

hatırlamaya çalıştı, ama gözlerinin önünde yalnızca karanlık vardı.

Neredesin, Gage?

Louis, oğluna bir iyilik yapıyor olmadığını düşündün mü hiç? Belki de olduğu yerde mutludur.

Belki de palavra değildir bütün o şeyler. Belki meleklerin yanındadır ya da uyuyordun Uyuyorsa eğer... acaba nasıl bir şeyi uyandıracağını biliyor musun?

Neredesin, Gage? Senin bizimle birlikte, evimizde obuanı • istiyorum.

Peki ama hareketleri gerçekten kendisinin kontrolünde miydi bakalım? Neden Gage'in yüzünü

gözlerinin önüne getiremiyordu? Neden herkesin uy ansına karşın -Jud'ın, Victor Pas-cow rüyasının, kendi sıkıntılı yüreğinin dehşetle titremesinin-yoluna devam ediyordu?

Hayvan Mezarlığındaki o mezartaşlannı. o kaba halkaJan, bilinmeyen'e doğru giden o sarmalı

düşündü, yeniden bir soğuk

— 278 —dalgası kapladı vücudunu. Neden b'i'ad'i durmuş Gage'in yüzünü hatırlamaya çalışıyordu ki?

Yakında görecekti nasıl olsa.

Mezartaşı karşısındaydı şimdi: GAGE VVILLIAM CREED. altında da iki tarih. Biri o gün mezan ziyarete gelmiş olmalıydı. Taze çiçek vardı mezarın üstünde. Kim olabilirdi? Missy Dand-ridge belki.

Kalbi ağır ağır atıyordu göğsünde. Eğer gerçekten yapacaksa işe başlama zamanı gelmişti işte.

Gecenin de belirli bir süresi vardı, ardından gündüz gelecekti.

Louis kalbini son bir kez yokladı; evet, bu işe devam edecekti. Başını belli beliniz sallayıp cebinden çakısını çıkardı. Brandayı seloteyple bağlamıştı, onu kesti, sonra mezarın önünde yatak gibi açıp araçlarını ameliyattaymış gibi düzenle dizdi.

İşte keçe bir başlık yapılmış elfeneri. Keçeyi de seloteyple tutturmuş, ortasında küçük bir delik bırakmıştı, işte kısa saplı kazması, ama bunu her ihtimale karşı getirmişti, yoksa kullanmaya niyeti yoktu. Yeni kazılmış mezarda taş falan olmazdı, tabutun kapağı da kilitli değildi nasıl olsa. tşte beli, ipi ve eldivenleri. Louis eldivenleri giyip beli kavradı ve işe başladı.

Toprak yumuşaktı. Mezarın sınırlan da belliydi, kendisinin küreklediği toprak kenarlarındakiden daha yumuşaktı. Burasıy-la, işler yolunda giderse oğlunu yeniden gömeceği taşlı toprağı

kıyasladı. Orada kazmaya ihtiyacı olacaktı. Sonra hiç düşûn-memeye çalıştı. Düşünmek çalışmasını aksatıyordu.

Toprağı mezarın soluna yığıyor, çukur derinleştikçe güçle-şen sürekli bir tempoyla çalışıyordu Mezarın içindeydi artık, taze toprağın ıslak kokusunu duyuyordu. Cari Amcasının yanında çalıştığı günlerden bilirdi bu kokuyu.

Kazıcı, diye düşündü durup alnına biriken terleri silerken. Cari Amcası Amerika'da bütün mezar kazıcılarına böyle dendiğini söylemişti. Arkadaşları onlara hep -Kazıcı» derlerdi.

Yeniden işe başladı.

Bir kere daha durup saatine baktı. On ikiyi yirmi geçiyor du. Yağa bulanmış bir şey gibi kayıyordu zaman avuçları arasından.

Kırk dakika sonra bel sert bir şeye sürtündüğü anda Louis'

— 279 —in dişleri üst dudağına öylesine sert bâttı ki, dudağından kanlar süzüldü. Feneri alıp ışığı yaktı.

Yerde toprak, toprağın arasınds da enlemesine gri bir çizgi görünüyordu. Louis toprağın çoğu nü attı. ama bir yandan da fazla gürültü yapmaktan korkuyordu. Küreğin demirinin çimentoya sürtünmesinden daha gürültülü bir ses de olamazdı gecenin sessizliğinde.

Mezardan çıkıp ipi aldı. Mezar kapağını oluşturan çimentonun kenarlarındaki demir halkalara geçirdi. Sonra mezardan çıktı, brandayı yayıp üzerine oturdu, ipin uçlarını kavradı.

Louis, son an geldi işte. Son şansın bu.

Haklısın. Son şansım ve ben de bunu kullanacağım.

İpi bileklerine dolayıp çekti. Beton, parçası kolaylıkla kalktı, karanlık çukurun kenarında dimdik durdu. Yatay bir mezar kapağı değil de, sanki dikey bir mezartaşıydı şimdi.

Louis ipi çekip halkalardan kurtardı, bir yana fırlattı. Diğer kapağı çıkarmak için ipe ihtiyacı

yoktu. Mezarın kenarlanna basıp ötekini kaldırabilirdi. •

Yeniden mezara indi. Ayaklarının altında ufak taşlar yuvarlanıyordu, bir iki tanesinin Gage'in tabutuna çarptığını duydu.

Eğilip mezarın öteki kapağını tuttu, yukarı çekti. Parmaklan arasında soğuk ve yumuşak bir şey hissetmişti. İkinci yan da diğeri gibi dik olarak dururken avucuna baktı, iri bir solucanın parmaklan arasında kıvrandığını gördü. Boğuk bir çığlık atarak elini oğlunun mezarının kenarına* sildi.

Feneri mezarın içine doğrulttu sonra.

En son cenaze töreni sırasında, yapay çimenliğin yanında gördüğü tabuta baktı. Oğlu için umutlarının tümünü gömmesi beklenen kutu buydu işte. Akkor halinde bir öfke yükseldi içinde.

Az önceki soğukluğuyla Utm bir çelişki oluşturan bir öfke. Saçma! Cevabı hayırdı!

Louis küreği aldı, tabutun kilidine birkaç kez vurdu. Dudakları öfkeli bir çizgi halinde gerilmişti.

Kırıp çıkaracağım seni. Gage! Görürsün bak!

Kilit ilk darbede kırılmıştı, daha başkası gerekmezdi, ama Louis tabutu yalnızca açmak için değil, ona bir zarar vermek için de vuruyordu. Sonunda aklını başına toplar gibi oldu. küreği havaya kaldırmışken durdu.

— 280 —

Kürek eğrilmiş ve çizilmişti. Louis onu bir yana atıp tutmayan dizleri üstünde doğrularak mezardan çıktı. Midesi bulanı» yordu, öfkesi geldiği gibi gitmişti. Şimdi o soğuk duygu doldurmuştu içini, hayatında kendini hiç bu kadar yapayalnız ve her şeyden kopmuş

hissetmemişti. Uzay gemisinden çıkan ve karanlıkta boşlukta uçan bir astronot gibi hissediyordu kendini. Bili Baterman da böyle mi hissetmişti, diye düşündü.

Devam edecek durumda olup olmadığını anlamak için bu kez sırtüstü toprağa uzandı.

Ayaklanndaki o uyuşma geçince doğrulup mezara indi yine. Feneri kilide doğrultunca kilidin kırılmış değil paramparça olduğunu gördü. Çevresindeki tahtalar bile unufak olmuştu.

Louis feneri kolunun altına sıkıştırdı. Hafifçe çömeldi. £1-leri ip cambazı gibi uzanmıştı.

Tabutun kapağındaki oyuğu bulup parmaklarım arasına soktu. Bir an durakladı, sonra oğlunun tabutunu açtı.

50

Eachel Creed az daha Boston - Portland arasında uçmayı başarabilecekti. Az daha. Chicago uçağı zamanında kalkmış (bu bile başlı başına bir mucizeydi). La Guardia'ya zamanında inmiş

(başka bir mucize) ve New York'tan ancak beş dakika gecikmeli hareket etmişti. Boston'a on beş dakika geç gelmişti, saat 23.12'de. On üç dakikası vardı aktarma yapmak için.

O uçağa da yetişebilirdi belki, ancak Logan Havaalanının terminal binaları arasında sefer yapan otobüs geç kalmıştı. Sim* di ağırlığını bir ayağından diğerine aktararak, sanki- hep helaya gitmek ihtiyacındaymış gibi, annesinin verdiği çantasını bir omzundan diğerine asarak bekliyordu.

Otobüs 23.25'te de gelmeyince koşmaya başladı. Topuklan alçaktı ama yine de rahat koşamıyordu. Bileği burkulunca durup çıkardı ayakkabılarını. Çıplak ayakla koştu. Allegheny ve Doğu Havayolları binaları yanından.

Soluğu alev gibi yakıyordu boğazını, yan tarafına da bir sana saplanmıştı, ilerde görünüyordu Delta'mn üç köşeli işa-

— 281 —reti. Rachel bomba gibi daldı içeri. Bir ayakkabısı elinden fi ladı, onu da düşmeden yakaladı.

Saat 23.37'diydi.

Nöbetçi memurlardan biri başını kaldırdı.

«104 sefer sayılı uçuş,» dedi Rachel soluk soluğa. «Port-lan uçağı. Kalktı mı?»

Memur arkasındaki ekrana baktı. «Hâlâ kapıda, ama beş dakika önce yolcuları çağırdılar.

Telefon edip haber veririm. Bagajınız var mı?»

-Yok.» Rachel terden ıslanmış saçlarım geri itti. Kalbi fırlayacakmış gibi çarpıyordu.

Çok hızlı koşamıyordu artık. Ama elinden geldiğince koşuyordu yine de. Gece olduğu için yürüyen merdiven kapatılmıştı. Merdivenlerden koşarak çıkarken ağzında berbat bir pas tadı

vardı. Güvenlik kontroluna geldi, elindeki çantayı röntgen aletinin altındaki yürüyen kayışa attı, koşup öteki tarafa geçti, çanta aletin içinden çıkar çıkmaz omzuna atıp koşmaya devam etti.

Koşarken ekranlardan birine baktı.

SEFER 104 PORTLAND KALKIŞ 23.25 KAPI 31

Kapı 31 binanın öteki uçundaydı, Rachel ekrana bakarken birden KALKTI yazısının belirdiğini gördü.

Bir çığlık koptu içinden. Kapıya vardığında memur BOSTON-PORTLAND yazısını kaldırıyordu.

«Gitti mi gerçekten?» diye gözlerine inanamayarak sordu. «Gitti mi?»

Memur acıyarak baktı yüzüne. «Saat 23.40'ta harekete geçti. Özür dilerim, hanımefendi. İyi bir çaba gösterdiniz.» Geniş camı işaret etti. Rachel, Delta amblemi büyük 727'yi görüyor-du, uçuş pisti Noel ağacı gibi aydınlanmıştı.

«Peki, size benim geldiğimi söylemediler mi?-

-Telefon ettiklerinde 104 hareket etmiş, piste doğru gidiyordu. Geri çağırsaydım pilot beni öldürürdü. Kusura bakmayın. Dört dakika önce gelebilseydiniz...»

Rachel adamı dinlemeden yürüdü, güvenlik kontroluna geldiği anda hafif bir baygınlık hissetti.

Başka bir bekleme salonuna girip başının dönmesi geçene kadar bekledi. Çorabının yırtılmış

parmak kenarından bir izmarit çıkardı. Ayaklarım pis ve umurumda bile değil, diye düşünerek ayakkabılarını giydi.

— 282 —

Terminal binasına doğru yürüdü.

Güvenlik memuru, «Kaçırdimz mı?» diye sordu.

«Kaçırdım.»

«Nereye gidiyordunuz?»

«Portland'a. Oradan da Bangor'a-.

«Neden araba kiralamıyorsunuz peki? Gerçekten orada olmanız gerekiyorsa yani? Normal olarak size havaalanına yakm bir otel önerebilirdim ama gitmek istediğiniz yerde olması

gereken bir insana benziyorsunuz.»

«Çok doğru,» dedi Rachel. Bir an düşündü. «Evet, bu olabilir, değil mi? Eğer kiralama şirketlerinin arabaları varsa.»

Güvenlik memuru güldü. «Vardır. Logan'da sis varken araba kalmaz. O da pek sıktır ya.»

Rachel adamı duymadı bile. Kafasının içinde hesaba başlamıştı.

Otoyolunda cehennemi bir hızla gitse bile Portland'a Bangor içağına yetişecek zamanda varamazdı. Dümdüz gittiğini düşün-rneliydi. Ne kadar sürerdi? Kaç kilometre olduğuna bağlıydı

bu. iki yüz elli mil. Jud öyle demişti bir seferinde. Yola çıkana kadar saat on ikiyi.çeyrek geçerdi, hatta yanm bile olabilirdi. Saatte altmış beş mille giderse ve trafik ekibine yakalanmazsa... eh, dört saat tutardı. Yolda bir kez tuvalete gitmesi gerekecekti. Pek uykusu geleceğini sanmıyorsa da, bir kahve içmek için de dururdu. Yine de sabah şafak sökmeden Ludlovr'da olurdu.

Bunları kafasında hesaplayarak araba kiralama şirketlerinin bulunduğu alt kata yöneldi.

«Talihin açık olsun, hanım,» diye güvenlik görevlisi arkasından seslendi. «Kendine dikkat et.»

«Teşekkür ederim.» Rachel talihe ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.

51

Louis yüzüne çarpan kokudan boğulacak gibi oldu. Mezarın kenarına tutunup bir iki kez derin soluk aidi; midesini kontrol

—283—altına aldığını sandığında birden yediği o lezzetsiz yemek t müyle boşandı içinden. Mezann öteki yanına kustu, sonra solukj soluğa başını toprağa dayayıp bekledi. Bulantı geçti sonunda.) Dişleri kenetlenmiş bir halde feneri koltukaltından çekip açıkf tabuta çevirdi.

Birden müthiş bir dehşete kapıldı, insanın en kötü karaba-J sanlarında olduğu gibi, uyandığında anımsayamadığın korkunç] rüyalarda olduğu gibi.

Gage'in başı yoktu.

Louis'in elleri öylesine titriyordu ki, feneri iki eliyle tutmak j zorunda kalmıştı. Polislere atış

talimlerinde öğrettikleri gibi.] Yine de ışık sağa sola kayıyordu. İnce ışığın mezarın içine doğ-f rultuiması için bir iki dakika geçmesi gerekti.

Olamaz, diye düşünüyordu. Gördüğünün olanaksız bir şey j olduğunu hatırla.

Işığı Gage'in ayaklanndan, pantolonundan, ceketinden (iki i yaşında bir çocuğa ceket giydirilmemeliydi), açık yakasında yukarı...

Soluğu birden boğazında tıkanır gibi oldu, Gage'in ölümüne duyduğu öfke birden içini doldurdu, doğaüstü korkulannı silip attı.

Arka cebinden mendilini çıkardı, feneri bir eliyle tutarak yeniden mezann içine eğildi. Mezar kapaklarından biri şimdi düşseydi boynunun kırılması içten bile değildi. Mendille Gage' in yüzünü kaplamaya başlamış olan ıslak yosunlan hafifçe sil-_ di. Yosunlar öylesine karaydı ki, bir an için "çocuğun başının yokolduğunu sanmıştı.

Bunu beklemeliydi, yağmur yağmış, mezarda su sızdırmaz biçimde yapılmış değildi. Feneri iki yana tutunca tabutun bir su birikintisi içinde yattığını gördü. Oğlunu gördü sonra. Böylesine korkunç bir kazadan sonra tabutun açılmayacağını bildikleri halde cenaze evinde ellerinden geleni yapmışlardı. Kötü yapılmış bir bebek gibiydi oğlu. Başında garip şişler vardı. Gözleri şişkin çukurlar içinde kaybolmuştu. Ağzından bembeyaz dil gibi bir şey uzanıyordu. Louis bir an çok fazla tahnit sıvısı kullandıklarını düşündü. Pek kolay çalışabilen bir şey değildi bu, hele bir çocuk sözkonusuysa ne kadarının yeterli, ne kadarının fazla olduğu kolay kolay kestirilemezdi...

— 284-

Sonra bunun pamuk olduğunu f anketti. Uzanıp çocuğun ağzından çekti pamuğu. Gage'in gevşek dudakları hafif ama yme de belirli bir plip sesiyle kapandı. Louıs mezarın içine fırlattı

pamuğu. Su birikintisi içinde iğrenç beyaz bir parıltıyla yüzmeye başladı pamuk parçası.

Gage'in yanaklarından biri şimdi yaşlı bir insanmış gibi çökmüştü.

«Gage, seni şimdi çıkaracağım, tamam mı?'

Louis gece yansı nöbetine çıkan bir bekçinin falan oradan geçmemesi için dua etti. Artık yakalanmaktan korkusu yoktu. Eğer kendisi mezarın içinde çalışırken başka biri fenerini üzerine doğrultacak olursa, küreği kaptığı gibi gelenin kafasına indirmeye kararlıydı.

Kollarını Gage'in vücudunun altına soktu. Küçük vücut sanki kemiksiznıiş gibi iki yana sallanırken korkunç bir şey geldi aklına: Gage'i kaldırırken oğlanın vücudu parçalanacak, elinde yalnızca birkaç parça kalacaktı. İki ayağı mezarın iki yanında çıldırmış gibi çığlıklar atarken bulacaklardı kendisini..

Haydi korkak herif, haydi!

Gage'i költukaltlanndan tuttu, akşamlan banyosundan çıkardığı gibi tutup kaldırdı. Gage'in kafası arkaya düşmüştü. Louis oğlanın başım omzuna bağlayan dikişleri gördü.

Cesedi tabuttan çıkardı, kucağından bırakmadan mezarın kenanna oturdu. Bacakları mezarın içine sarkıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı, gözleri kara delikler gibiydi, ağzı dehşet, acıma ve kederle gerilmişti. ,

-Gage,- diye oğlunu kollan arasında sallamaya başladı. Gage'in tel kadar cansız saçlan bileğine sürtünüyordu. «Her şey düzelecek, Gage. Hepsi sona erecek bunlann. Bir gece hepsi... Gage.

Seni seviyorum. Baban seni seviyor, yavrum.»

Louis oğlunu kollarında salladı bir süre.

Louis saat ikiye çeyrek kala mezarlıktan çıkmaya hazırdı, işin en güç yanı cesedi taşımak olmuştu, içindeki o astronot işte o anda en karanlık boşluğa uçmuş gibiydi. Şimdi sırtının yorgun kaslan açılıp açılıp kapanırken geri dönmenin mümkün olabileceğini düşünebiliyordu artık.

Gage'in cesedini iyice sardı brandayla. Kalın yapıştırıcı bantla yükünü bağladı, sonra ipini kesip iki ucunu da sıkı sııu sardı. Artık durulmuş bir halı olabilirdi elindeki. Tabutu kapat-

— 285 —ti, bir an duraksadıktan sonra açıp beli içine koydu. Bu da bir anı olarak Pleasantview'e kalsındı. Oğlunu veremezdi o mezarlığa. Tabutu kapattı, kapaklardan birini yavaş yavaş indirdi.

Diğerini de itmeyi düşündü bir an, ama kırılacağından korktu. Belinden kemerini çıkarıp demir halkalardan geçirdi ve beton kapağı yerine yerleştirdi. Sonra çıkardığı toprağı doldurdu.

Mezarın içine doldurduğu toprak yetmemişti, mezar çevresindeki topraktan biraz daha aşağı

düzeydeydi. Gündüz gözüyle farkedile-bilirdi, belki de farkedilir ama umursamazdı. Bunu düşünecek, bunun için endişelenecek değildi. Çok iş vardı önünde. Çılgınca işler. Çok da yorulmuştu.

Rüzgâr ağaçlar arasında çığlıklar atarak estikçe Louis huzursuzlukla çevresine bakıyordu.

Kazmayı, eldivenleri ve feneri yaptığı dengin yanına bıraktı. Işık kullanmak isteğini yendi, cesedi ve aletleri bırakıp arabayı park ettiği yerdeki parmaklığa doğru yürüdü. İşte arabası

karşısındaydı. Kaldırım kenarına, park edilmiş bekliyordu. O kadar yakın ama aynı zamanda öylesine de uzak.

Louis arabaya bir an daha baktıktan sonra bambaşka bir yöne doğru yürüdü.

Demir parmaklık boyunca Mason Sokağının sonuna kadar dönüp sağa saptı. Burada bir kanalizasyon hendeği vardı. Louis hendeğe bakınca ürperdi. Üst üste atılmış çürüyen çelenkler vardı burada. Mevsimler boyunca yağan yağmur ve kar çiçekleri kokuşturmuştu.

Ey tsa.

Hayır, İsa değil. Bu kalıntılar Hıristiyan Tanrısından daha eski bir tanrıyı yatıştırmak için bırakılmıştı. İnsanlar Ona çeşitli zamanlarda çeşitli adlar vermişlerdi. Ama en güzeli sanırım Rachel'in kız kardeşinin verdiğiydi: Büyük ve Müthiş Öz. Toprağa bırakılan ölü şeylerin tanrısı.

Kanalizasyon hendeklerinde çürüyen çiçeklerin tanrısı. Bilinmezin tanrısı.

Louis ipnotize olmuş gibi bakıyordu çukura. Sonunda güçlükle ayırdı gözlerini, ona kadar sayılmış da, on sayısını duyar duymaz uyanmış gibi.

Yola devam etti. Çok geçmeden aradığını bulmuştu. Gage'in gömüldüğü gün buraya bilinçsiz bir şekilde dikkat etmiş olmalıydı.

— 286 —

Rüzgârlı karanlıkta karşısına bir yapı dikilmişti. Mezarlığın <ieposu.

Kışın toprak iş makinelerince bile kazılamayacak kadar sertken tabutları burada saklarlardı. İş

çok olduğu zaman da depo aynı amaçla kullanılırdı.

Bu meslekte de -iş mevsimleri» vardı. Herhangi bir insan toplumunda insanlar kimi zaman anlaşılmayan bir nedenle sık aralıklarla ölürlerdi.

«Hepsi bir değildir,» demişti Cari Amca. «Mayısta hiç kimsenin ölmediği iki hafta geçirirsem, kasımda iki hafta on kişinin öleceğini bilirim. Ama çoğunlukla kasım değildir bu ay, hele Noel zamanı hiç değildir. Oysa insanlar genellikle ölümlerin Noel'lerde çok olduğunu sanırlar. Noel bunalımı falan denilen o şeyler palavradır. Noel'de çoğu insan mutludur ve ölmek istemez.

Bunun için yaşarlar, işler şubatta açılır Yaşlılar grip va zatürreeden ölürler. Ama yalnızca bunlar değil. Bir yıl, bir buçuk yıl kanserle savaşmış olanlar da şubat gelince birden pes etmiş gibi oluverirler. 31 Ocakta hastalığı yenmiş gibidirler, 24 Şubat gelince ise gümülmüşlerdir artık.

Şubatta kalp krizleri, felçler, böbrek yetmezlikleri ortaya çıkar. Çok kötü bir aydır şubat.

İnsanlar şubatta yorulurlar. Biz bu meslekte buna alış-mışızdır. Ama bir de bakarsın ki, hiçbir neden olmadan haziranda ya da ekimde de aynı şey oluvermiş. Ağustosta olmaz aran. Ağustos çok ağır geçen bir aydır. Bir gaz borusu patlamadıkça ya da köprüden aşağı bir otobüs uçmamışsa ağustosta mezarlığı dolduramazsın. Ama öyle şubatlar olmuştur ki, deliler gibi beklemişizdir toprağın yumuşamasını kucak dolusu para verip bir dondurucu kiralamamak için.»

Deponun çifte kapısı bir kadın memesini andıran (Louis bunun doğal olmayıp Özellikle böyle yapıldığından emindi) hafif bir tepenin altındaydı. Tepe demir parmaklığın bir kanş altına kadar yükseliyor, parmaklığı aşacak yerdeyse düzleşiyordu.

Louis çevresine bakındıktan sonra tepeye tırmandı. Parmaklığın öte yanında iki dönüm kadar boş bir alan vardı. Hayır pek boş denilemezdi. Bir kulübe falan gibi bir yapı vardı ilerdi Herhalde burası da mezarlığındır, diye düşündü. Araç gereçle .rini falan orada saklıyor olmalılardı.

Bu bölüm Mason Sokağından yolun kenarındaki ağaçlarla

— 287 —ayrılıyordu. Ortalıkta hareket eden hiçbir şey yoktu.

Louis dizkapağım incitmekten korkarak kıçüstü gerisin geriye kayıp oğlunun mezarına döndü.

Az daha brandaya çarpıp düşüyordu. İki sefer yapması gerekecekti. Biri ceset, diğeri aletler için. Sırtının ağnsına yüzünü buruşturarak eğilip brandayı aldı. İçinde Gage'in cesedinin kaydığını hissediyordu. Kafasının içinde artık tümüyle çıldırmış olduğunu söyleyen sese kulak bile vermedi.

Cesedi tümseğe kadar taşıdı. Deponun iki yana kayarak açılan çifte kapısı bile iki arabalık bir garaja benzetilmişti. O dik yamaçtan yirmi kiloluk yükü taşımanın kolay olmayacağını düşündü.

Artık kendisine kolaylık sağlanacak ipi de yoktu. Kucağında yük olduğa halde geriledi, öne doğru eğilip ileri koşta. Tam tepeye varıyordu ki. ayağı kaydı, geri geri gidecekken elindeki brandayı kollarının olanca gücüyle ileri fırlattı, kendisi de tümseğin altına kadar kaydı. Branda tepedeki düzlüğe düşmüştü. Louis bir kez daha tırmandı tepeye kadar, brandaya sanlı yükünü

parmaklığa dayadı. Sonra öteki eşyaları almaya gitti.

Sonra bir daha tepeye çıkıp eldivenleri giydi, feneri, kazmayı brandanın yanına yerleştirdi.

Sonra sırtını parmaklığa dayayıp ayaklarını uzatarak dinlendi. Rachel'in Noel armağanı olarak verdiği saate bakınca ikiyi bir geçmekte olduğunu gördü.

Birkaç dakika daha dinlendikten sonra küreği parmaklığın öte yanına attı. Küt diye yere çarptı

kürek. Elfenerini cebine saklamaya çalıştı ama büyük geldi, girmedi. İki parmaklık demiri ardından aşağı kaydırdı onu da, bir taşa çarpıp kırılmayacağını umarak. Yanına bir çanta almamakla hata etmişti.

Sonra cebinden kâğıt bandı çıkanp kazmanın sapını brandanın üstüne bağladı. Band bitene kadar çepeçevre sardı brandayla kazmayı. Sonrada yükü kaldırıp parmaklığın öte tarafına bıraktı. Ardından kendisi de bacağını parmaklığın öte tarafına yere indi.

Otlar arasında attığı yerde hemen buldu küreği. Feneri eliyle koymuş gibi bulamayınca bir an yüreği ağzına geldi, otlar attı, sivri uçlardan ikisine tutundu, parmaklıktan aşağı kaydı, arasında nereye kadar yuvarlanmış olabilirdi ki? Kalbi kulakları içinde zonklayarak atarken diz çöküp onu da aramaya başladı.

Sonunda buldu, düştüğünü sandığı yerin bir iki metre öte-

— 288 —sinde uzun kara bir gölge. Feneri a..j, camını eliyle kapatıp düğmesine bastı, avcunun içi aydınlanmıştı, kapattı yine. Sağlamdı.

Çakısıyla kazmayı tutan bandı kesti, aletlerini ağaçlatın dibine taşıdı. En geniş gövdeli ağacın arkasında durup Mason Sokağına baktı. Sokak bomboştu şimdi. Bir tek ışık vardı sokak boyunca, yukarı katlardan birinin tek bir penceresinde san bir ışık. Uykusuz biri belki ya da bir hasta.

Koşmadan, ama yine de hıy.h adımlarla kaldırıma çıktı. Mezarlığın karanlığından sonra sokak lambalarının altı gündüz gibi geliyordu. Bangor'un ikinci büyük mezarlığından birkaç adım ötede kolunun altında kazma, kürek ve fenerle görülecek olursa ne iş yapmakta olduğunu fazla düşünmeye gerek kalmaydı.

Hızlı adımlarla geçti karşıya. Arabası elli metre ötedeydi. Beş,kilometre ötedeymiş gibi geliyordu oysa. Her an bir motor sesi, kendisininkiler dışında bir ayak sesi, hatta açılan bir pencere gıcırtısı duymayı bekleyerek yürüdü.

Honda'sına vardı, kazmayla küreği arabanın kenarına dayayıp anahtarlarını aradı. Her iki cebinde de değildi anahtarları. Birden yüzünden terler boşandı. Kalbi yine kopacakmış gibi atmaya başladı, içinden kopup fırlayacak paniği önlemek istor-miş gibi çeneleri kenetlenmişti.

Herhalde dizi mezartaşına çarptığı zaman düşmüştü cebinden anahtarlar. Şimdi orada çimenler arasında yaüyor olmalıydı. Fenerini bulmakta o kadar güçlük çekmişken anahtarlarını nasıl bulacaktı? Her şey bitmişti işte. Bir kez talihi kötüye gitmeye görsün insanın...

Dur bir dakika, dur hele. Ceplerini bir daha ara. Bozukluk paraların cebinde, paralar düşmediyse anahtarlar da düşmemiştir.

Bir kere daha ağır ağır aradı ceplerini, paralan çıkardı, hatta ceplerinin içini dışına çıkarıp baktı.

Anahtarlar yoktu.

Louis arabaya yaslanıp ne yapması gerektiğini düşündü. Yeniden içeri girecekti, başka yolu yoktu. Oğlunu orada bırakacak, feneri alacak ve geceyi boşu boşuna...

Birden bir kıvılcım yanıp söndü kafasında.

— 289— Hayvan Mezarlığı — F 1)

Eğilip arabanın içine baktı. Anahtarlar motorun üstündeydi Hemen koşup anahtarları aldı, arabanın arkasına gidip arka kapağın' açtı, kazmayı, küreği ve feneri içine koyup kapağı kapattı. Kaldırımda yirmi metre kadar uzaklaşmıştı ki, anahtarları

hatırladı. Bu kez arka kapağın üstünde bırakmıştı.

Aptal, diye söyledi. Bu kadar aptal olacaksan, bari unut bu işi!

Dönüp anahtarlarım aldı.

Gage'i kucaklamış. Mason Sokağını yarılamıştı ki, bir yerde bir köpek havlamaya başladı.

Havlamak değildi bu, başka bir şeydi. Köpek hırlıyor, hırıldaması giderek artıp sokağı

baştanbaşa dolduruyordu. RRRRUUUUU! AURRRRUUU!

Louis ağaçlardan birinin ardında durup ne olacağını, ne yapacağını düşündü. Sokağın bütün ışıklarının yanmasını bekliyordu.

Yalnızca bir ışık yandı. Kendisinin durduğu yerin hemen karşısındaki bir evde. Kısık bir ses,

«Sus, Fred!» diye bağırdı.

AARRRRRUUUUU! diye karşılık verdi Fred.

«Sustur şunu, Scanlon, yoksa polis çağırırım!» diye biri Lo-uis'in bulunduğu taraftan seslendi.

Louis korkuyla sıçradı olduğu yerde. Boşluk ve terkedilmişlik duygusunun ne kadar sahte olduğunu anlamıştı. Çevresi insanlarla doluydu, yüzlerce göz... ve köpek de kendisinin tek dostu olan uykuya saldırıyordu. Lanet olsun. Fred, diye düşündü. Lanet olsun.

Fred yeniden ulumaya başladı Ama birden sert bir tokat sesi duyuldu, hayvan sesini alçalttı.

Bir evin çarpılan kapısının ardından yine sessizlik çöktü. Fred'in tarafındaki evin ışığı bir dakika kadar daha yanık kaldıktan sonra söndü.

Louis gölgeler arasından çıkmak istemiyordu, biraz daha beklemesi çok daha iyi olacaktı

kuşkusuz. Ama zaman da giderek azalıyordu.

Kucağındaki yükle karşıya geçti, yoluna kimse çıkmadan arabaya kadar yürüdü. Fred de hırlamamıştı. Arabanın arka kapağını açtı.

Gage içeri sığmıyordu.

Louis brandayı yatay, dikey, sonra da eğik koymaya çalıştı. Ama Honda'nın arka bölmesi çok küçüktü. Gage'i ikiye bük-

— 290 —

/nesi gerekecekti oraya sığdırmak için. Gage'in umurunda bile olmazdı bu. ama Louis yapamıyordu işte.

Oğlunun cesedi kucağında olduğu halde aklına hiçbir şey gelmeden durdu bir süre. Birden uzaktan bir araba sesi duydu, daha fazla düşünmeden sürücünün yanındaki kapıyı açtı, yükünü

koltuğa yerleştirdi.

Kapıyı kapattı, arkaya koşup kapağı da kapattı. Sesini duyduğu araba kavşaktan geçip gitti.

Louis direksiyona oturdu, motoru çalıştırdı, tam -elini far düğmesine uzatıyordu ki, birden korkunç bir şey geldi aklına. Ya Gage'i ters oturtmuşsa, dizleri tersine bükülmüşse, çökmüş

gözleriyle ön cam yerine arka camdan dışarı bakıyorsa?

Önemi yok, diyordu yorgunluktan doğan bir öfkeyle kafasının bir yanı. önemi yok işte! Kalın kafan almıyor mu bunu?

önemi var elbette, önemi var. Gage oradaki, bir havlu yığını değil.

Uzanıp elleriyle brandayı yoklamaya, altındaki girintileri çıkıntıları kestirmeye çalıştı. Belirli bir nesnenin ne olduğunu anlamaya çalışan bir kör gibiydi. Sonunda ancak burun olabilecek bir çıkıntıya dokundu. Gage doğru yöne bakıyordu.

Ancak ondan sonra arabayı vitese takıp Ludlow'a olan yirmi beş dakikalık yola koyulabildi.

52

O sabah saat birde Jud Crandall'ın telefonu çaldı. Boş ev.a içinde çınlayan ses adamı

uyandırmıştı. Rüyasında yirmi üç yaşındaydı ve arkadaşlarıyla demiryolu kenarında bir sırada oturmuş konuşuyorlardı... '

Telefon çalınca oturduğu koltukta birden doğruldu, boynunun kasılıp kalması nedeniyle yüzünü

buruşturdu, içine bir taş düşmüş gibi olmuştu, öyle de, diye düşündü. Yirmi üçle seksen üç

arasındaki o atmış yıl. Ardından da, uyuyakaldın, diye düşündü. Bu iş böyle yapılmaz, hele bu gece hiç yapılmaz.

Arayan Rachel'di.

—291-

•Jud? Geldi mi?»

«Hayır. Rachel, neredesin? Sesin daha yakından geliyor.»

«Daha yakındayım.» Kadının sesinin yakından gelmesine rağmen hatta bir uğultu vardı, iki hat arasında rüzgar var demekti bu. Jud bu sesi duyunca hep koro halinde şarkı söyleyen ölü

sesleri hatırlardı. «Ben Maine otoyolu üzerinde Biddeford' dayım.»

«Biddeford mu?»

«Chicago'da kalamadım. Bana da bir şeyler oluyordu... Ellte ye olan her neyse... Sen de hissediyorsun bunu. sesinden anlıyorum.»

«Öyle.» Jud paketten bir sigara alıp ağzının köşesine yerleştirdi. Kibriti yakarken eli titriyordu.

Bu karabasan başlamadan önce hiç titremezdi elleri. Dışarda rüzgar uğultularla esiyordu Evi kavrayıp sallıyordu sanki.

Güç giderek artıyor. Hissediyorum bunu.

Yaşlı kemiklerinde belli belirsiz bir korku. Cam gibi ince, kırılabilir bir şey.

«Jud, lütfen bana neler olduğunu söyler misin?»

Bilmek hakkıydı kadının... bilmesi gerekirdi. Söyleyecekti nasü olsa. Gün gelecek hik&yenin tümünü anlatacaktı. Ona hai-ka halka düğümlenen zinciri gösterecekti. Norma'nın kalp krizi, kedinin ölmesi, Louis'in sorusu -oraya hiç insan gömen oldu mu?- Gage'in, ölümü... Tann bilir Louis"-şimdi daha başka ne halkalar hazırlıyordu. Evet, sonunda söyleyecekti, ama telefonda değil.

«Rachel, nasıl oluyor da uçakta değil de kara yolundasın?»

Rachel Boston'da aktarma yapacağı uçağı nasıl kaçırdığını anlattı. «Bir araba kiraladım ama sandığım kadar çabuk gelemiyorum. Londra'dan otoyola gireyim derken yolumu kaybettim, Maine'e de ancak şimdi geldim. Sabahtan önce orada olamayacağım bu gidişle. Jud... lütfen bana neler olup bittiğini söyler misin? öyle korkuyorum ki... üstelik neden korktuğumu da bilmiyorum.»

«Rachel, iyi dinle beni, Portland'a gir ve orada kal, anlıyor musun? Bir motele git ve biraz...»

«Jud, bunu yapamam...»

«Biraz uyu. Korkma, Rachel. Bu gece burada bir şeyler ola-

— 282 —bilir, olmayabilir de. Eğer düşündüğüm olacaksa zaten burada olmaman daha iyi olur. Olacak şeyin sorumlusu ben olduğum için gerekeni ben yaparım. Hiçbir şey olmuyorsa, o zaman öğledensonra buraya gelirsin. Louis'in seni gördüğüne sevineceğinden eminim.»

«Bu gece uyuyamam, Jud.-

«Evet.» Kendiside aynı kanıdaydı; kimbilir. belki de İsa tutuklandığında Aziz Peder de aynı

şeye inanıyordu. Nöbette uyumak. «Uyursun, Rachel. O kiralık arabanın direksiyonu basında uyuyakalıp da ölürsen ne olur sonra Louis'e? Ellie'ye neler olur?'

«Orada ne olup bittiğini söyle bana! Jud, eğer bunu söyle-ycbilirsen sözünü dinlerim belki.

Ama bilmem gerek.»

«Ludlovv'a gelince doğruca buraya gelmeni istiyorum. Evine gitme. Önce buraya gel, sana bütün bildiklerimi anlatacağım. Louis'in dönmesini bekliyorum zaten.-

«Şimdi söyle,, dedi Rachel.

«Olmaz. Telefonda söyleyemem. Söyleyemem diyorum. Rac-he'. Haydi, sen şimdi Portland'a git ve yat biraz »

Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu.

• Pekâlâ. Belki do sen haklısın, Jud. Bir tek şey söyle bana. Ne kadar kötü?»

• Ben gereğine bakabilirim,- dedi Jud. «Kötü olabileceği katlar kötü i^te.»

Dışarda bir arabanın farları göründü. Araba çok ağır geliyordu. Jud ayağa kalktı, araba Creed'lerin evinin önünden geçince yine oturdu.

«Peki,» dedi Rachel. «Zaten bu yolun seri kalan kısmı bir taş gibi oturmuştu kafama.-

«Bırak o taş yuvarlanıp gitsin, canim. Lütfen. Kendini yarın .•cin hazırla. Her şey yolunda gidecek burada.»

«Hikâyenin tümünü anlatacağına söz veriyor musun?» x «Evet. Bir bira içeriz, hepsini anlatırım sana.»

«Hoşçakal öyleyse,» dedi Rachel. «Şimdilik."

«Şimdilik. Yann görüşeceğiz, Rachel.»

Kadın başka bir şey söyleyemeden Jud telefonu kapattı.

Jud ilaç dolabında kafein tabletleri olduğunu sanıyorchı

— 293 —ama ne kadar aradıysada bulamadı. Geri kalan bira şişelerini esefle yeniden buzdolabına yerleştirip bir fincan koyu kahve hazırladı. Kahveyi alıp pencere önüne gitti yine.

Kahve ve Rachel'le konuşması hemen hemen üç çeyrek saat uyanık kalmasını sağlamıştı.

Ondan sonra yine başı öne düğmeye başladı.

Nöbette uyumak yok, moruk. Bir iş açtın başına, şimdi de bedelini ödemen gerek. Onun için nöbette uyumak yok.

Bir sigara daha yaktı, derin bir nefes çekti, yaşlıların o hırıltılı öksürüğüyle sarsıldı. Sigarayı

küllüğe bırakıp iki eliyle gözlerini ovuşturdu. Dışarda on tekerlekli bir kamyon ışıklarıyla geceyi yararak geçiyordu.

Bir kez daha başı önüne düştü, irkilerek uyandı, yüzüne, alnına vurdu eliyle. Yüreğinde bir korku uyanmıştı şimdi. O gizli yere sinsice biri girivermişti.

Beni uyutuyor... ipnotize ediyor... bir şey. Uyanık durmamı istemiyor. Yakında gelecek de ondan. Evet, bunu hissediyorum. Yolundan çekilmemi istiyor.

«Hayır,» dedi. «Olamaz. Duydun mu? Bir son vereceğim buna. Çok ileri gitti artık.»

Rüzgâr evin çevresinde uğulduyor, yolun karşısındaki ağaçların yapraklan insanı ipnotize eder gibi tekdüze sallanıyordu. Jud, Brew'de o eski demiryolu kulübesinde soba başında oturdukları

geceye döndü yine. Kendisi, George ve Rene Michaud sabaha kadar konuşmuşlardı. Şimdi hayatta bir tek kendisi kalmıştı. Rene 1939 Martında iki vagon arasında ezilerek ölmüştü.

George Chapin ise geçen yıl kalpten gitmişti. O kadar çok insandan bir tek kendisi kalmıştı ve yaşlılar ise yaşlandıkça ap-tallaşırlardı. Bu aptallık kimi zaman iyilik, kimi zaman da gurur biçiminde ortaya çıkardı. Eski sırlan açıklamak ihtiyacı...

Küllükte sigaranın külü gittikçe uzuyordu.

Jud ise uyumaktaydı.

Dışarda stop ışıklan görünüp de Louis arabasını kırk dakika kadar sonra garajına soktuğunda Jud hiçbir şey duymadı, uyanmadı, kıpırdamadı... Romalı askerler*ise adındaki dilenciyi tutuklamaya geldiklerinde Peter'in uyanmadığı gibi...

— 294 —

53

Louis mutfak çekmecelerinden birinde yeni bir rulo yapış-tınc. bant buldu, garajda da geçen kışın kar lastiklerinin yanında bir kangal ip vardı. Bantla kazmayla küreği sıkıca sardı, ipten de sırtına bir askı yaptı.

Aletler askıya. Gage kucağına.

Askıyı sırtına attı, arabanın kapısını açıp yükünü çıkardı. Gage, Church'den daha ağırdı. Oğlunu Micmac Mezarlığına götürdüğünde . yorgunluktan sürünecekti yerlerde. Üstelik ondan sonra o taşlı, bağışlaması toprağı büyük bir mücadele vererek kazması gerekecekti.

Nasıl olsa bir yolunu bulur, başarırdı.

Louis Creed garajdan çıkarken ışığı dirseğiyle söndürdü, asfaltın bitip çimenli yolun başladığı

yerde bir an durakladı. Karanlığa iağmen önünde Hayvan Mezarlığına giden yolu görüyordu.

Kısacık kesilmiş çimenler bir tür ışıkla parlıyor gibiydi.

Rüzgar parmaklarını saçları aratma sokarken bir an için o eski, çocuksu karanbk korkusunu hissetti. Zayıftı, küçüktü ve korkuyordu. Gerçekten kucağında bir cesetle ormana mı

gidiyordu? Rüzgânn karanlıktan karanlığa dolaştığı ağaçlann altında mı yürüyecekti? Ve bu kez tek başına?

Düşünme. Yap sadece.

Louis yürümeye başladı.

Yirmi dakika sonra Hayvan Mezarlığına vardığında kollan ve bacakları yorgunluktan titriyordu.

Kucağındaki brandayı dizlerine indirerek çömeldi. Yirmi dakika kadar dinlendi orada, hafifçe uyukladı. Artık korkmuyordu, yorgunluk korkuyu sürüp atmıştı.

Sonunda bir daha ayağa kalktı. O kuru ağaç yığınına tır inanabileceğim sanmıyordu, ama bir kere denemesi gerektiğim de biliyordu. Kollarındaki yük yirmi kilo değil de yüz kiloydu sanki.

•—295 —

Ancak daha önce olan yine oldu. Ansızın bir rüyayı hatırlar gibiydi; hayır, hatırlama değil, yeniden yaşama. Ayağını ilk kütüğe değdirdiğinde içinde o garip duygu bir daha dolaştı. Coşku denilebilecek o duygu. Yorgunluğu kaybolmamıştı, ama artık önemsizdi, katlanılabilir bir şeydi.

Beni izle yalnızca. Beni izle ve önüne bakma. Louis. Duraksama, önüne de bakma. Ben yolu biliyorum. Ama çabuk ve kendinden emin olarak geçmek gerek.

Çabuk ve kendinden emin... Jud'un arının iğnesini çıkarması gibi.

Ben yolu biliyorum.

Ama yalnızca bir tek yol yar, diye düşündü Louis. Geçmene ya izin verir ya da vermez. Bir kere kendi başına yığına tırmanmaya çalışmış, başaramamıştı. Bu kez çabuk adımlarla, kendine güvenle tırmanıyordu. Jud'un o gece yol gösterdiğinde olduğu gibi.

Yukarı, hep yukan, hiç önüne bakmadan, oğlu brandanın içinde... Rüzgar saçlarının diplerinde gizli yollar bulurken hep yukarı...

Tepede bir an durdu, sonra sanki merdivenden aşağı ini yormuş gibi hızla indi. Kazma ve kürek sırtına çarpıyordu. Bit dakika sonra yeniden patikanın çam iğneleriyle kaplı düzlüğün deydi.

Kuru ağaç yığını, mezarlığın parmaklığından daha yük sekti arkasında.

Ağaçlar arasında rüzgârın iniltisini dinleyerek yürüdü. Ses kendisini korkutuyordu artık. İşi bitmek üzereydi.

54

Rachcl ÇIKIŞ 8 - POHTLAND VVESTBROOK SAĞA yazan levhayı gördü, dönüş işaretini verdi, arabayı çıkış yoluna sürdü. Karanlık göğü aydınlatan yeşil bir HOLIDY INN yazısı görüyordu ilerde. Bir yatak ve uyku. Bu sürekli, sarsıcı ve kaynağı belirsiz gerileme bir son. Artık yaşamayan bir çocuğa duyulan o büyük boşluğa -hiç olmazsa bir süre için- bir son. Acısı diş

çek-

— 296 —

ürmeye benziyordu, önce bir uyuşukluk ama uyuşukluk içinde bile acıdan kuyruğunu sallayan kıvrılmış bir kedi gibi bekleyişi, acının başlamasını bekleme. Novokai'nin etkisi geçince insan düş kırıklığına uğramazdı.

Uyarmak için gönderildiğini söyledi Ellie'ye... ama ise karışamazdı... Ruhu uçtuğu zaman birlikte oldukları için yakındı babasına...

Jud biliyor ama söylemiyor. Bir şeyler oluyor. Bu- şey. Ama ne?

İntihar mı? Louis kendini öldürmez. Buna inanamam. Ama bir şey konusunda yalan söylüyordu. Gözlerinden okunuyordu bu... bütün yüzünden hatta... sanki yatanını görmemi istermiş gribi, görüp de ona engel olayım diye... çünkü bir yanıyla çok korkuyordu... öyle korkuyordu ki...

Korkmak mı? Louis hiç korkmazdı ki!

Arabanın direksiyonunu birden sola kırdı. Araba küçük araba lann âdeti olduğu üzere lastiklerinden çığlıklar atarak döndü Bir an devrileceğini sandı Rachel. Ama devrilmedi, şimdi yine kuzeye doğru gidiyordu, Holiday Inn işaretiyle 8 numaralı çıkış arkasında kalmıştı. Yeni bir levha çıkmıştı şimdi önüne. İLK ÇIKIŞ YOL 12 CUMBEBLAND - CUMBERLAND MERKEZ - JERUSALEM'S LOT - FALMOUTH - FALMOUTH FORESIDE, Je-rusalem's Lot, ne garip bir yer adı.

Her nedense hoş bir ad değil .. Gelin Jerusalem'de uyuyun...

Ama o gece kendisi için uyku yoklu. Jud'a söz vermesine karşın hiç durmadan yola devam etme kararındaydı. Jud neler olduğunu bildiğini ve olacakları önleyeceğini söylemişti. Ama adam seksenini geçmiş ve daha üç ay önce karısını kaybetmişti. Rachel, Jud'a güvenemezdi.

Louis'in kendisini kandırıp evden göndermesine izin vermeyecekti, ama Gage'in ölümüyle zayıf düşmüştü işte. Gage'in resmiyle Ellie... bir kasırgadan çıkmış ya da masmavi gökyüzünde birdenbire belirip bombalar yağdıran bir uçak saldırısından kurtulmuş bir çocuk yüzü vardı

Ellıe'de.

Arabanın göstergesi saatte altmış milin üzerinde duruyordu Dakikada bir mil, Ludlow'a iki buçuk saat. Belki de güneş doğmadan yetişebilecekti.

Radyoyu açıp Portland'da rock and rol çalan bir istasyon

— 287 —buldu. Uyumamak için sesi sonuna kadar açıp kendisi de birlikte söylemeye başladı. Yarım saat sonra istasyon hafiflemişti. Augusta'da bir istasyon bulup onu dinlmeye başladı bu kez.

Camını indirip huzursuz gece havasını arabaya doldurdu. Bu gecenin sona erip ermeyeceğini merak ediyordu.

55

Louis yeniden rüyasını yaşıyordu artık; iki adımda bir durup brandanın içinde taşıdığının bir ceset olup olmadığına bakıyordu. Yeşil plastik torba mıydı yoksa kucağındaki, Jud'un Church'le kendisini oraya götürdüğü gecenin sabahı uyandığında neler yaptıklarını hayal meyal hatırladığını düşünüyordu. Ama duygulanma ne kadar canlı olduğunu, sanki uzanıp ağaçlara dokunur gibi olduğunu anımsıyordu.

Patikada yürürken yolun kimi zaman bir otoyol gibi geniş, kimi zaman da kucağındaki yükün çalılara takılmaması için dikkat etmesini gerektirecek kadar dar olduğunu yeniden görüyordu.

Bazı yerdeyse ağaçlar bir katedral gibi yükseliyordu başının üstünde. Çam reçinesi kokusu duyuyor, ayaklarının altında çam iğnelerinin yumuşaklığını hissediyordu.

Yoi artık aşağı doğru inen bir yokuşa dönüşmüştü. Az sonra ayağı sığ bir suya girdi, çamurlara gömüldü... bataklıktı bu, Jud'un sözüne inanmak gerekirse. Louis önüne bakınca sazlar ve tropikal denecek kadar geniş yapraklı bitkiler arasında suyu gördü. Bu gece ışığın da öteki geceden daha parlak olduğunu hatırladı. Daha elektrikle yüklü gibi.

Yere bakarak yürürken birden ilk çimenli tümseği gördü. Adımlarını artık tümsekten tümseğe atıyordu... Micmac Mezarlığının ölüleri diriltme gücüne inanarak yürüyordu oğlu kollan arasında olduğu halde. Bataklık şimdi ağustos sonunda olduğundan daha gürültülüydü. Kamışlar arasında kuşlar ötüyordu. Louis bunun yabana ve itici bir koro olduğunu düşündü. Bir kurbağa boğazmdaki esnek bir teli titretiyordu zaman zaman.

— 298 —

Şimdi çevresini bir sis bulutu sarmıştı, sis önce ayakkabılarını, sonra dizlerini örtmüş, sonunda kendisini parıltılı beyaz bir kapsüle hapsetmiş gibiydi. Işık daha parlaktı. Garip bir yüreğin atışı

gibi hareketli. Doğanın gücünü böyle canlı olarak hiç görmemişti. Bataklık canlıydı, ama müzik sesiyle değil. Bu canlılığın yapısını ya da duygusunu tanımlaması istense yapamazdı.

Olasılıklardan yana zengin ve güç dolu olduğunu söyleyebilirdi ancak. Doğanın içinde kendisini çok küçük ve çok ölümlü hissediyordu.

Son geldiğinden hatırladığı gibi bir ses vardı, iniltiye dönüşen bir kahkaha. Bir an sessizlik oldu, ardından kahkaha yeniden duyuldu, Louis'in kanını donduran bir çılgınca çığlığa dönüştü. Sis çevresinde ağır ağır dönüyordu. Kahkaha zayıfladı, yerini yalnızca duyulan ama hissedilmeyen bir rüzgâr uğultusuna bıraktı. Çevresi kapalı bir yerde olmalıydı, yoksa rüzgâr buraya dolar ve sisi paramparça ederdi... Louis o zaman ortaya çıkacak olan şeyleri görmek isteyeceğinden emin değildi.

İnsan sesi gibi gürültüler işiteceksin, dalgıç kuştandır onlar. Ses buraya kadar gelir tft Prospect taraflarından.

«Dalgıç kuşları,» dedi Louis. Kendi boğuk sesini tanıyamadı.

Bir an duraksadıktan sonra yoluna devam etti. Bu duraklamanın cezasıymış gibi ayağı

tümsekten kaydı, sığ suyun altındaki çamurun içinden ayağım çekerken az daha ayakkabısını

düşürüyordu.

Ses -eğer sesse- şimdi soldan gelmişti. Birkaç dakika sonra da arkasından... tam arkasından...

sanki geri dönüp baksa bir adım gerisinde kanı çekilmiş, dişleri ortada, parlak gözlü bir şey görecekti. Ama bu kez yavaşlamadı Louis. önüne bakıp yürümeye devam etti.

Sis birden parlaklığını kaybedince Louis önünde havada asılı sırıtan bir yüz gördü. Klasik bir Çin resminde olduğu gibi gözleri çekik, sarımtırak gri, çökmüş ve parlaktı. Âğız kuş gagası gibiydi, alt dudağı ileri fırlamış, diplerine kadar erimiş ve kararmış dişleri görülüyordu. Louis'i en şaşırtan şey kulakları o'-du... bunlar kulak değil kıvrımlı boynuzlardı... şeytan boynı> zu değil ama, keçi boynuzu...

Bu korkunç ve havada yüzen baş konuşuyor gibiydi... gü lüyordu. Ağzı oynuyor, ama o aşağı

kıvnk alt dudağı hiç yerim-

— 299 —gelmiyordu. Burun delikleri kalkıp iniyor, beyaz buharlar salıyordu. N

Louis yaklaşınca uçan başın dili dışarı çıktı. Uzun ve sivri, kirli sanydı. Üzeri kabuk kabuktu, Louis bakarken kabuklardan biri kalktı, içinden beyaz bir solucan sürünerek çıktı. Dilin ucu.

boynunun olması gereken yerden aşağı sarkmıştı... gülüyordu.

Lpuis, Gage'i sıkıca kucakladı korumak istercesine.

Aziz Elma Ateşini görebilirsin, gemici nuru denilen bataklık gazlarının yonması yani. Çok garip şekiller çıkar ortaya, ama önemli değildir. Onları görecek olursan ve bunlar seni rahatsız ediyorsa, başını öte yana çevirirsin...

Kafasının içindeki Jud'un sesi kararlılığını bir ölçüde arttırmıştı. Daha hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Başını cevir-memişti, ama önündeki yüzün -eğer bir yüzde, sisin ve kendi hayalinin bir ürünü değilse- hep aynı uzaklıkta kaldığına dikkat etti. Biı- iki saniye ya da dakika sonra yüz sislerin arasında kayboldu.

Aziz Elma Ateşi değildi o.

Değildi .elbette. Ruhlarla doluydu burası. Çevrene bakınca göreceğin şeyler karşısında çıldırman işten bil edegil. Düşünmeyecekti bunları. Düşünmesine gerek yoktu. Hiç gerek...

Bir şey geliyordu.

Louis yaklaşan sese kulak vererek durdu. Ağzı açıldı birden, çene kaslan gevşemişti.

Hayatında böyle bir şey duymamıştı. Büyük bir sesti bu. canlı bir ses. Çok yakında, daha da yaklaşıyor, dallar kınlıyordu. Hayal edilemeyecek kadar büyük ayaklan altında dallar parçalanıyordu. Louis'in ayaklarının altındaki çamurlu toprak titremeye başlamıştı. İnlemekte olduğunu farketti.

(Tannm. Tanrım nedir bu gelen sislerin arasından, Tanrım?) Gage'i göğsüne bastırdı yine. Kuşlar ve kurbağalar susmuştu. Islak, rutubetli hava şimdi bozulmuştu, sıcak domuz eti kokuyordu.

Gelen her neyse, dev gibiydi.

Louis'in başı uzaya fırlatılan bir roketi izlermiş gibi havaya çevrildi. O şey üzerine doğru geliyordu, yakınlarda bir yerde devrilen bir ağaç -dal değil, ağaç- gürültüsü duyuldu.

Louis bir şey gördü.

— 300 —

Sis bir an için açık griye dönüşmüştü. Karşısındaki belli belirsiz şey en az yirmi metre boyundaydı. Gölge değildi, hayal değildi, geçerken havanın yanldığını hissediyordu, ayaklan yere bastıkça çamurların vıcık vıcık emişini duyuyordu.

Bir an yükseklerde bir çift sarı turuncu kıvılcım görür gibi oldu. Göze benzeyen kıvılcımlar.

Ses uzaklaşmaya başladı. Bir kuş öuü. Bir diğeri ona karşılık verdi. Bir üçüncüsü konuşmaya katıldı. Dördüncü, beşinci, alüncı araya girdiler. Şey'in yürümesinin sesleri kuzeye doğru uzaklaşıyordu. Daha azalmıştı şimdi... daha uzaklaşmıştı .. kaybolmuştu...

Louis yeniden yürümeye başladı. Sırtı ve omuzlan donup kalmış bir ağrıydı sanki. Boynundan ayakbileklerine kadar terden bir ç?.maşır vardı sanki üzerinde. Mevsimin ilk sivrisinekleri üstüne üşüştüler.

"VVendigo'ydu o, kuzey ülkesinde dolaşan, insana dokunduğu anda yamyama çeviren yaratık.

Oydu işte. Wendigo yirmi metre ötemden geçti.

Gülvnç olmamasını söyledi kendine, Jud gibi olmalı ve Hayvan Mezarlığının ötesinde görülen ya da işitilen şeyleri ciü-s.ünnıenîüliydi. Dalgıç kuşîanydı onlar, Aziz Elmo Ateşiydi, başka şeylerdi.

İki dünya arasında sıçrayan, sürünen, dolanan yaratıklardan başka her şeydiler. Başka şeyler olsunlardı. Tanrı olsundu, pazar sabahı olsundu, bembeyaz cübbeler içinde gülümseyen Episkopal papazları olsundu... ama evrenin karanlık tarafındaki bu korkunç şeyler elmasındı...

Louis oğlunu kucaklamış yürürken ayağının altındaki toprak sertleşmişti. Az sonra devrilmiş bir ağaca rastladı. Ağacın tepesi yavaş yavaş kaybolan sisin arasında bir devin hizmetçisinin, elinden attığı grili yeşili tüy süpürgeye benziyordu.

Ağacın gövdesi o kadar taze kırılmıştı ki. Louis üstünden geçerken içinden hala ılık olan özsuyu akıyordu. Ağacın öte yanında da içine dabp öteki tarafından çıkmasını gerektiren derin bir çukur vardı. Çalılar ve çiçekler toprağın içine gömülmüşler di. Louis bunun bir ayakizi olduğunu düşünmek istemedi. Çu kurdan çıktıktan sonra arkasına dönüp bir ayakizine benzeyip benzemediğine bakabilirdi, ama bunu da yapmayacaktı.

Ayağının altındaki yapışkan çamur az sonra yok oldu. Btr

— 301 —süre çam iğnelerine bastı, sonra kayalara. Sonuna yaklaşmıştı

Şimdi yokuş yukan yürüyordu. Dizini bir kaya parçasına çarptı. Ama bu sıradan bir kaya değildi. Elini uzatıp dokundu.

Basamaklar var burada. Kayalara açılmış. Beni izle. Tepeye varınca geldik sayılır. Tırmanırken coşku başlamıştı... yorgunluğu yeniden geri plana itiliyordu. Kafasının içinde basamakları

sayarak yükselirken hava serinlemişti, şimdi yine o dur d<ı-rak bilmeden akan rüzgâr nehrindeydi. Rüzgâr elbiselerini savuruyor, Gage'in sanlı olduğu brandanın ucunu yelken gibi havalandırıyordu.

Başını bir kez daha geriye atıp yıldızların o çılgıncasına yayılmasına baktı. Tanıdığı yıldızlar değildi bunlar, huzursuzluk duyarak başını'çevirdi. Yanı başındaki kayadan duvar girintili çıkıntılıydı, kâh bir kayık biçimi, kâh bir insan yüzü, kâh bir hayvan başı görür gibiydi. Yalnızca kayalığa oyulmuş olan basamaklar dümdüzdü.

Louis tepeye çıktı, başını eğip derin derin soluk alarak dur du. Ciğerleri paramparça olmuş

gibiydi, böğrüne iri bir şey sokulmuştu sanki.

Rüzgâr bir dansöz gibi saçları arasında kıvrılıyor, bir canavar gibi kulaktan içinde uğulduyordu.

Bu gece ışık da daha parlaktı, geçen geldiğinde hava daha kapalı mıydı, yoksa dikkat mi etmemişti? Önemli değildi. Görebiliyordu ve bu da sırtında yeni bir ürpertinin başlamasına yol açmıştı.

Tıpkı Hayvan Mezarlığı gibiydi burası da.

Bunu biliyordun elbette, diye içinden söylendi bir zamanlar mezarların başına yığılı olan taşlara bakarken. Bunu biliyordun ya bilmen gerekir... Tek merkezli daireler değil, sarmal...

Evet. Burada, bu kayanın yüzü soğuk yıldızlara çevrili dümdüz tepesinde dev bir sarmal vardı.

Ama taş yığınları yığın halinde. Sanki altlarında gömülü bir şey toprağın içinden çıkarken onlan patlatıp atmış gibi yayılmışlardı çevreye. Ancak taşlar öyle biı- biçimde düşmüşlerdi ki. sarmal yine kesin olarak görülüyordu.

Burasını havadan gören olmuş mudur hiç, diye düşündü. Aklına Güney Amerika'daki kızılderili kabilelerden birinin çölde

— 302 —

çizdkleri biçimler gelmişti. Burasını hiç havadan gören oldu mu, olduysa ne düşündüler acaba?

Çömelip Gage'in cesedini yere bıraktı.

Bilinci yerine gelmeye başlamıştı artık. Çakısını çıkanp sı.--Jına asılı duran kazmayla küreği bağlayan bantları kesti. Küt diye yere düştüler ikisi de. Louis dönüp bir süre sırtüstü yattı.

Ağaçlar arasındaki o şey neydi? Louis, oyuncuları arasında öyle şeyler bulunan bir oyunun sonundan hayır gelir mi hiç?

Ama artık geri dönülmeyecek kadar geçti, bunu da iyi biliyordu.

Üstelik her şey iyiye de gidebilir, diye saçmaladı kendi kendine. Rizikosuz kazanç olmaz, sevgisiz de riziko belki de. Çantam var hâlâ, aşağıdaki değil de yukan banyonun rafında-ki.

Norma kalp krizi geçirdiğinde Jud'u alması için yolladığım. Şırıngalar var... Bir şey olursa...

kötü bir şey../benden başkasının bilmesi gerekmez.

Düşünceleri sesle ifade edilemeyen dualara dönüşürken Lo-uis'in eli kazmaya uzandı... hâlâ

dizleri üstünde çökmüş olarak toprağı kazmaya başladı. Kazmayı her indirişinde kılıcının üstüne kendini atan bir Romalı asker gibi öne yıkılıyordu. Ancak çukur giderek bir biçim alıp derinleşmeye başladı. Taşlan elleriyle çıkanyordu, çoğunu toprakla birlikte bir yana itiyor ama bazılarını da saklıyordu.

Mezann başına yığmak içim

56

Rachel yüzünü acıtana kadar tokatladığı halde hâlâ başı önüne düşüyordu. Bir keresinde tüm uykusu dağılmış gibi gözleri açıldı (şimdi Pittsfield'deydi ve otoyolda kendisinden başka kimse yoktu), yüzlerce gümüş rengi acımasız gözün, aç ve soğuk bir ateş gibi pırıldayarak kendisine baktığını gördü.

Gözler birden yol kenarındaki korkulukların üstündeki küçük yansıtıcılara dönüştüler. Araba yolun iyice sağına kaymıştı.

— 803 —

Direksiyonu sola çevirirken hafi/ bir çatırdı duydu. Belki de sağ çamurluğu korkuluklardan birine çarpmışta. Kalbi duracak gibi oldu, sonra öyle bir kuvvetle çarpmaya başladı ki, gözlerinin önünde kalbinin atışlarıyla küçülüp büyüyen lekeler görmeye başladı. Yine de bir dakika sonra, o korkusuna, ölümden bu kadar ucuza kurtulmasına ve radyoda bangır bangır bağıran Robert Gordon'a rağmen yine uyukluyordu.

Çılgın bir düşünce takıldı kafasına. Hem de nasıl, diye duşundu rock and roll temposuna uyarak. Gülmeye çalıştı, ama gülemedi. Düşünce kafasına takılmıştı bir kez, gecenin karanlığında ürkütücü bir inanılabilirliğe bürünmüştü. Dev bir sapanın lastiğine çarpan kartondan bir kukla gibi hissediyordu kendisini. Zavallı ileri gitmenin her an biraz daha güçleştiğini far-keder... sonunda lastik bantın potansiyel gücü koşucunun gerçek gücüne eşit olur ve... bir şey kendisini ileri gitmekten alıkoyuyordu... buna kanşma sen... Bu kere lastiklerin kopardığı çığlık daha yüksek, kazadan dönüş daha güç olmuştu. Araba bir süre korkuluklara sürtündü, maden madene değdi, direksiyona hakimiyeti kayboldu sonra frene bastı... hıçkırıklarla ağlıyordu şimdi. Bu kez gerçekten uyumuştu, saatte altmış mil hızla giderken hem uyumuş, hem de rüya görmüştü. Korkuluk olmasaydı...

Rachel arabayı kenara çekip başını elleri arasına aldı, uzun uzun ağladı.

Bir şey beni Louis'den uzak tutmaya çalışıyordu.

Kendini toparladığından emin olunca yeniden yola koyuldu. Küçük arabanın direksiyonuna bir şey olmamış gibiydi, ama yine de ertesi güa arabayı şirkete teslim etmeye gittiğinde söyleyecek çok soy bulacaklardı kuşkusuz.

Boşver. Her şey sırasıyla, önce bir kahve içmem gerek, tik yapacak şey bu.

Pittsfield çıkışı gelince hemen sağa saptı. Bir mil kadar ilerde ışıklar vardı, diğer motorlarının tekdüze homurtuları duyuluyordu. Rachel arabayı benzinciye çekti, depoyu doldurttu. sonra yağ, yumurta ve kahve kokan lokantadan içeri girdi.

Birbiri ardından üç fincan bol şekerli kahve içti. Tezgahın önünde ve masalarda oturan birkaç

kamyoncu garson kızlarla dalga geçiyorlardı. Gecenin bu geç saatinde floresan ışıkların

— 304 —altındaki kızların hepsi de kötü haber getiren yorgun hemşireleri andırmaktaydılar.

Rachel kahve parasını ödeyip arabasına döndü. Motor çalışmıyordu. Anahtarı çevirince bir çıt sesi çakıyordu, hepsi o kadar.

Rachel direksiyon simidini yumruklamaya başladı. Bir şey kendisini engellemeye çalışıyordu.

Bu yepyeni, daha beş bin kilometre yapmış olan arabanın birdenbire bozulması için hiçbir neden yüktü, ama bozulmuştu işte. Her nasılsa bozulmuştu ve kendisi de evinden yaklaşık eilı

mil beride, Pitsfield'de kalakal-mışü

Bujuk kamyonların tekdüze homurtusunu dinlerken oğlunu oiduren kamyonun da onların arasında olduğu duygusuna kapıldı... ama onunki homurtu değildi, gülüp alay ediyordu kendisiyle.

Rachel başını direksiyona dayayıp ağlamaya başladı.

57

Louis'in ayağı bir şeye takıldı, yüzüstü yere yuvarlandı. B'r an yerinden kalkamayacağını sandı, orada yatacak ve arkasında küçük Tann Bataklığından gelen kuş sesleriyle vücudunun içindeki sancıların korosunu dinleyecekti. Uyuyana kadar orada kalacaktı, ölene kadar ya da. Daha doğrusu ölene kadar.

Kazdığı çukura brandayı ittiğini, toprağın büyük bir bölümünü elleriyle çukura doldurduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Sonra taşlan üst üste dizdiğini hatırlıyordu, geniş bir tabandan başlayıp sivri bir uçla bitirerek...

Ondan sonrasını pek anımsamıyordu. Basamaklardan aşağı inmiş olmalıydı, yoksa şimdi burada olmazdı... burası nere iiydi ki? Çevresine bakınca devrilmiş ağaç yığınının berisinde ki büyük çam ağaçlarının arasında olduğunu anladı. Farkına varmadan Küçük Tann Bataklığını

geçmiş olabilir miydi? Olabilirdi elbette. Her «ey olabilirdi.

— 305—

Hayvın Mt:«rit£ı — f

Bu kadar yeter. Burada uyuyacağım artık.

Ancak kendisini ayağa kaldırıp harekete geçiren yine bu sahte huzur verici düşünce oldu.

Orada kalırsa o şey kendisini bulabilirdi... ağaçlar arasında kendini arıyordu şu anda belki de...

Elinin içini yüzüne sürüp ovuşturdu, elinde kan görünce şaşırmıştı... bir yerde burnu kanamış

olmalıydı. «Kimin umurunda?» diye söylenerek sağına soluna bakındı, kazmayla kürefti bulup yola düştü.

On dakika sonra ağaç yığınına gelmişti. Tökezleyerek ama hiç düşmeden tırmanıyordu, bir ara ayaklarına baktı, bakar bakmazda bir dal kırıldı (önüne bakma, demişti Jud), bir dal daha kırıldı, ayağı büküldü, küt diye yan tarafı üstüne düştü bu kez.

Bu gece düştüğüm, ikinci mezarlık bu... iki tane yeter de artar artık...

Yine el yordamıyla kazmasıyla küreğini aradı, buldu. Yıldızların ışığında çevresine bakındı.

Yakınında SMUCKY'nin me-zan vardı. Söz dinlerdi, diye düşündü bitkin bir halde. OTOYOLDA ÖLDÜ TRDCIE. Rüzgar olanca gücüyle esiyordu, bir teneke parçasının takırdaması duyuluyordu

-belki de zamanında bir konserve kutusuydu bu, hayvanı ölen yash bir çocuk tenekeyi babasının nıakasıyla kesmiş, çekiçle vura vura düzeltmiş ve tahtaya çivilemişti. Bu düşünce korkusunu geri getirdi yine. Ancak şimdi korkuyu bir zonklamadan fazla hissetmeyecek kadar yorgundu. Karanlıktan gelen o tın tın diye ses her şeyden çok korkuyu yanı başında hissetmesine neden oluyordu.

Hayvan Mezarlığı içinde yürüdü, l MART 1965'te ölen SEVGiLi TAVŞANIMIZ MARTA'mn yanından, POLYNESLVnın son dinlenme yerini işaretleyen tahta parçasının üstünden geçti.

Teneke- takırtısı daha artmıştı şimdi. Louis durup yere baktı. Toprağa yan yarıya gömülü bir tahta parçasının üstüne bir parça teneke çakılıydı, sesi çıkaran buydu. Louis tenekeyi düzeltmek için eğildi... birden korkuyla yan yolda durdu.

Hareket eden bir şey vardı. Yığının öte yanında bir şey hareket ediyordu.

Sinsice bir yürüyüş, çam iğnelerinin hafif çatırtısı, bir da-

— 30e —lın sessizce kırılması... Ağaçlar arasından esen rüzgarda kaybolan sesler.

Ne yaptığını farketmesiyle -karanlıkta durmuş ölü oğluna sesleniyordu- tüyleri diken diken oldu. Elinde olmadan titremeye başladı. Öldürücü bir ateşli hastalığa yakalanmış gibiydi.

-Gage?v

Sesler kesilmişti.

Daha olmaz çok erken daha. Nasıl bildiğimi bilmiyorum, ama biliyorum işte. Gage değil oradaki. O... o başka bir şey.

Ellie'nin anlattıktan geldi aklına Lazarus kalk, dedi... adını söylemeseydi mezarlıktaki herkes kalkardı.

Ağaç yığınının öteki tarafında gürültüler yeniden başlamıştı. Engelin öte tarafında. Rüzgârın uğultusu ardına saklanır gibi. Sanki görmeyen bir şey eski içgudüleriyle izliyordu kendisini.

Louis sırtını yığına çevirmeden geri geri yürüyüp çıktı. Hayvan Mezarlığından. Patikaya girdi.

Sonra hızlı hızlı yürümeye başladı... koşacak gücü ancak evini gördüğü zaman bulmuştu.

Louis garaja girince kazmayla küreği bir yana fırlatıp bir an kapının önünde durdu, önce geldiği yola, sonra gökyüzüne baktı. Saat sabahın dördüydü, şafak çok geçmeden sökerdi herhalde.

Atlantik'in üzeri şimdi aydınlık olmalıydı, ama Lud-Icrvv da hâlâ geceydi. Rüzgâr da hiç

durmadan esiyordu.

Eliyle garajın yan duvarına tutunarak arka kapıdan evine girdi. Işık yakmadan mutfaktan geçti, yemek odasıyla mutfak arasındaki küçük banyoya girdi. Burada ışığı yakınca ilk gördüğü şey klozetin üstüne oturmuş çamurlu san gözleriyle kendisine bakan Church oldu.

•Church, seni biri dışan çakardı sanıyordum.» Church klozetin üstünden bakmaya devam etti.

Evet. biri Church'ü dışarı çıkarmıştı. Kendisi. Çok iyi hatırlıyordu. Bodrumun camını takıp da bu işin çözümlendiğini kendi kendine söylediği zaman olduğu gibi. Ama kimi kandırıyordu ki?

Church içeri girmek isteyince girerdi. Çünkü Church değişmişti artık önemli değildi ama. Bu yorgunluğun sonunda artık hiçbir şey önemli değildi. Şimdi kendini insandan aşağı bir şeymiş, gibi hissediyordu. O filmlerdeki yavaş hareket eden zombile? gibi. «Kafam saman dolu sanki.

Church,» dedi kısık sesiyle

— 307 —

Gömleğinin düğmelerini çözüyordu. «İnan bana, hiç farkım yok »

Sol tarafında, kaburgalarının hemen altında bir morluk vardı, pantolonunu çıkarınca mezartaşına vurduğu dizinin de balon gibi şişmekte olduğunu gördü. Daha şimdiden mosmor olmuştu, dizini bir süre düz tutacak olursa, betondan kalıba sokulmuş gibi kaskatı

kesileceğinden hiç kuşkusu yoktu. Hayatının, sonuna kadar yağmurlu günlerde kendisiyle konuşmayı sürdürecek türden bir yaraya benziyordu.

Church'ü okşamak için elini uzattı, ama kedi oturduğu yerden atladı, o sarhoş ve hiç de kediye yakışmayan salınmasıyla başka bir yere yürüdü.

İlaç dolabında Ben Gay vardı. Louis tuvaletin üstüne oturup merhemden biraz dizine, biraz da sırtına sürdü.

• Sonra yemek' odasına gitti, koridorun ışığını yakıp bir an merdivenin başında durdu, sersem bakışlarla çevresine bakındı. Her şey ne kadar garip görünüyordu! Noel gecesi Rachel'e safir yüzüğü verirken burada durmuştu. Yüzük cebindeydi. Norma Crandall'm ölümle sonlanan kalp krizinden sonra Ellis'ye hayatın gerçeklerini şu koltukta anlatmıştı. Noel ağacı o köşedeydi.

Ellie'nin kartondan hindisini şu camın önüne asmışlardı. Daha önceyse odada yalnızca tâ

Ortabatı'dan getirdikleri eşyalarının bulunduğu United Van Nakliye Şirketinin kutuları vardı.

Eşyalarının öyle ambalajlanmış olarak pek önemsiz göründüğünü düşündüğünü anımsıyordu.

Adlarının ve aile geleneklerinin bilinmediği dış dünyayla ailesi arasında küçük bir engeldi bu kutular.

Ne kadar garipti her şey... Maine Üniversitesini hiç duj-mamış olmayı, Ludlow'u, Jud'u ya da Norma Crandall'ı hiç tanımamış olmayı ne kadar isterdi.

Yukan banyoya çıktı, ilaç dolabının üstünden küçük siyah çantasını aldı. Çantayı yatak odasına taşıyıp karıştırmaya başladı. Evet, gerek olursa şırıngalar hurdaydı, bantlar, cerrah makaslan ve ameliyat iplikleri arasında da öldürücü etkisi olan birkaç ampul vardı.

Gerekirse.

Louis çantayı kapatıp yatağın yanına bıraktı. Tavan lambasını söndürdü, yatağa uzanıp ellerini'

başının arkasına koydu. Böyle yatmak, dinlenmek zevk verici bir şeydi. Disney Dünyasını

— 308 —düşündü sonra. Kendini beyaz bir önlük içinde, beyaz bir kamyoneti sürerken görüyordu.

Kamyonetin dışında bir ilkyardım birimi olduğunu gösteren, müşterileri korkuya scvkedecek olan hiçbir şey yoktu.

Cage de güneş yanığı teniylc yanı başındaydı. Gözlerinin beyazlan sağlıklığmı gösteren hafif maviye dönüşmüştü. Goofy küçük bir oğlanla el sıkıyordu. Oğlan zevkten donakalmıştı. Winnie The Pooh iki büyükanneyle resim çektiriyordu. Resmi çeken de üçüncü bir büyükanneydi.

Hepsi kahkahalarla gülüyorlardı. En iyi elbisesini giymiş küçük bir kız, «Seni seviyorum. Ti ger!

Seni seviyorum! Tiger!» diye bağırıyordu.

Oğluyla devriye geziyordu Louis. Bu tılsımlı ülkenin nöbel-çisiydiler. Beyaz arabalarıyla parkın içinde dolaşıp duruyorlardı. Bir bela anyor değillerdi, ama belalı bir şey olduğunda da hazırdılar. Böyle masum zevklere adanmış burada bile kötü şeyler olurdu: Anacaddede film satın alan güleç yüzlü bir adam birden göğsünü tutardı bir kalp krizi gelince, hamile bir kadının sancılan başlardı, kapak kızı kadar güzel bir kız birden bir sara nöbeti geçirebilirdi. Güneş

çarpardı insana, sıcak dokunurdu hatta bir yaz günü sonunda yıldınm düşerdi. Büyük ve Müthiş

Öz da buradaydı. Tılsımlı Kralbğın kapısında ya da uçan Dunı-bolardan birinin üstünde görülebilirdi. Louis'le Gage onun Goofy, Miki, Donald ya da Tigger gibi bir eğlence parkı

gösterisi olduğunu bilirlerdi. Ama kimse onunla resmini çektirmen istemez, kimse kızını ya da oğlunu onunla tanıştıramazdı. Louis'le Gage onu daha eskiden tanırlardı, New England'da tanışmışlardı. İnsanı boğmaya, bir plastik torbayla soluksuz bırakmaya, bir parça elektrik akımıyla kızartmaya hazırdı. Bir torba fıstıkta, bir dilim biftekte, bir paket sigarada ölüm vardı.

Öz hep çevresindeydi insanın, ölümüyle sonsuzluk arasındaki bütün yollan o kesmişti. Pis iğneler, zehirli böcekler, ucu açık teller, orman yangınları. Küçük çocukları trafiğin aktığı dört yol ağızlarına uçuran kontroldan çıkmış patenler. Duş yapmak için banyoya girdiğinde Öz da girerdi seninle... Arkadaşınla birlikte du$ ysp. Uçağa bindiğinde biniş kartını Öz toplardı, içtiğin sudaydı, yediğin yemekteydi. Öz. Kim var orada, diye yapayalnız ve korkuyla karanlığa seslendiğinde duyduğun yalnızca onun yanıtıydı: Korkma, benim. Nasılsın? Barsak kanserin var! Kole-

— 309 —ran var! Kan zehirlenmen, kan kanserin, damar sertliğin var! Gece yarısı bir telefon. Kuzey Carolina otoyolunun bir çıkışında kaportanın üstünde kan. Avuç dolusu hap, iç hepsini yut.

Boğulmanın sonunda parmakların o garip morluğu. Beyin son bir çabayla vücuttaki bütün oksijeni kendisine çeker, tırnak diple-nnkini bile. Selam dostlar, benim adım Büyük ve Müthiş

Öz, ama isterseniz siz sadece Öz diyebilirsiniz, eski dost sayılırız artık.

O ince ses: «Seni seviyorum, Tigger! Seni seviyorum! Sana inanıyorum! Seni hep sevdim ve hep seveceğim. Genç kalacağım hep. Kalbimde yaşayan tek Öz, o Nebraska'lı iyi yürekli sahte Öz olacak. Seni seviyorum...

Oğlumla devriye geziyoruz... çünkü işin aslı savaş ya da seks değil, yalnızca Büyük ve Müthiş

Oz'a karşı o insanın midesini bulandıran, soylu ve umutsuz savaş. Florida güneşi altında, bembeyaz kamyonetimizle dolaşıyoruz... kırmızı yanardöner ışığımızın üstü örtülü, ama gerekirse hazır orada... bizden başkasının onun orada olduğunu bilmesi gerekmez... çünkü

insanın yüreğinin toprağı daha taşlıdır; insan yetiştirebilâiği-ni yetiştirir ancak...

Louis Creed uyanıklığa olan bağını ağır ağır çözerek, bütün düşünceleri sona erip de yorgunluğu kendisini kapkara, rüya-sız bilinçsizliğe çekene kadar bunlan düşündükten sonra birdenbire uyudu.

Şafağın ilk ışıklan doğuda gökyüzünü aydınlatmadan az önce merdivende ayaksesleri duyuldu.

Ağır, güçlükle ilerleyen ancak amaç dolu ayaksesleri. Koridorun gölgeleri arasında bir gölge yürüdü. Bir koku da birlikte geliyordu gölgeyle... kötü bir koku. Derin uykuda olan Louis bile uykusunun arasında mırıldanarak başını çevirdi koku yüzüne çarpınca. Bir soluk alıp verme sesi duyuluyordu.

Gölge hiç kıpırdamadan durdu yatak odasının önünde. Sonra içeri girdi. Louis'in yüzü yastığa gömülüydü. Beyaz eller uzandı, yatağın yanındaki doktor çantası çıt diye bir ses çıkararak açıldı.

Çantanın içinde dolaştı bir. el, aletler hafifçe şangırdadılar.

El ampulleri, şırıngaları, kapsülleri ilgisizce bir yana itti. Sonra bulduğu bir şeyi çıkardı

çantadan. Sabahın ilk soluk ışıklarında bir gümüş parıltısı görüldü.

Gölge odadan çıktı.

^—310—•

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BÜYÜK VE MÜTHiŞ ÖZ

O vakit İsa yine içinden inleyerek kabre geldi. Bu bir mağaraydı; önüne bir taş

yerleştirilmişti. «Taşı kaldırın.» dedi İsa. Ölünün kız kardeşi Marta, «Efendim, artık kokmaya başlamıştır. Öleli dört gün oldu,» dedi... x İsa bir süre dua ettikten sonra yüksek sesle «Lazarus, çık!» diye seslendi, ölü de, elleriyle ayaklan sargılarla bağlanmış ve yüzü

mendille sarılmış olarak kalktı. İsa onlara, «Onu çözün ve bırakın, gitsin,» dedi.

YOHANNA İNCİLİ

«Benim şimdi aklıma geldi.» dedi kadın.

•Neden daha önce düşünmedin sanki? Neden senin aklına gelmedi?»

•Ne?» diye sordu adanı.

•Diğer iki istek. Yalnızca bir istekte bulunduk.»

•Yetmez miydi?» diye sordu erkek öfkeyle.

•Hayır! Bir istekte daha bulunacağız. Git ve çabuk getir, oğlumuzun dirilmesini isteyelim»

W. W. JACOBS (MAYMUN PENÇESİ l

58

Judden Crandal ansızın, irkilerek uyandığında az daha koltuktan aşağı düşüyordu. Ne kadar uyuduğunu bilemiyordu, on beş dakika da olabilirdi, üç saat de. Saate bakınca beşi beş

geçtiğini gördü. Odanın içindeki her şeyin ustaca değiştirilmiş olduğu gibi bir duygu vardı

içinde. Oturmuş uyumaktan sırtı ağrıyordu.

Aptal moruk, şu yaptığına bak hele!

Ama kalbinde, ta kalbinde işin aslını biliyordu. Yalnızca kendisi değildi sorumlu. Nöbette uyuyakalmak d.eğüdi bu-, uyu-tulmuştu.

Bu düşünceden korktu, ama kendisini korkutan, daha ÇOK korkutan bir şey daha vardı: Ned;?n uyanmıştı? Bir ses, bir..

Soluğunu tuttu, kalbinin kâğıt gibi hışırtısına aldırış etmeden kulak verdi...

Bir ses... kendisini uyandıran ses değil, ama yine de bir ses... Menteşe gıcırtısı.

Jud evinin her gürültüsünü bilirdi, hangi tahtanın oynadığını, hangi basamağın gıcırdad'ğını, rüzgârın nereden eserken düdük çalar gibi ses çıkardığını. Bu sesi de onlar kadar iyi biliyordu.

Evin ön kapısı açılmıştı. Bunu anlayınca kendisini uyandıran sesi de hatırladı, ön kapının dışındaki verandaya açılan tel kapının yayının ağır ağır gerilmesi.

«Louis?» diye seslendi pek fazla bir umut beslemeden. Lo uis değildi oradaki. Oradaki her neyse, yaşlı bir adamı boşboğazlığı ve gururu için cezalandırmaya gelmişti.

Ayaksesleri koridordan oturma odasına yaklaşıyordu.

— 313 —

Jud sonunda ayağa kalkabildi. «Gage?» Gözünün ucuyla kü! lükteki upuzun, kıvrık külü

gördü, «Gage, sen mi...»

Çirkin bir miyavlama duyuldu. Jud'un bütün kemikleri bir anda donmuş gibiydi. Mezardan dönen Louis'in oğlu değil, bir canavardı.

Hayır, İkisi de değildi.

Church'tü gelen. Kapının önünde durmuş o sesi çıkarıyordu Kedinin gözleri kirli lambalar gibi parıldıyordu. Louis'in bakış-. lan öteki yana kaydı, kediye gelen şeye dikildi.

Jud gerilemeye başladı, düşünmeye çalışıyor, o koku karşısında mantığını kaybetmemeye çalışıyordu. Öyle soğuktu ki içersi... o şey soğuğunu da birlikte getirmişti.

Jud ayaklan üstünde sallanıyor, bacaklan arasına giren kedi dengesini kaybettiriyordu. Jud kediye bir tekme atıp yanından uzaklaştı. Hayvan dişlerini göstererek tısladı.

Düşün! Seni moruk seni. düşün hele! Çok geç değildir belki, halâ çok geç olmayabilir... geri döndü ama yine öldürülebi lir... bir yapabilsen... bir yolunu düşünebilsen...

Jud mutfağa doğru geriledi, birden mutfaktaki çatal bıçak çekmecesini ammsamıştı.

Çekmecede bir et satın vardı.

İnce bacakları mutfağa açılan kapıya çarptı. Kapıyı itti. Evine gelen şey hâlâ belirsizdi, ama soluklannı işitebiliyordu İleri geri sallanan beyaz bir el görünüyordu, el bir şey tutuyordu ama bunun ne olduğunu anlayamadı Jud. Mutfağa girince yaylı kapı yeniden kapandı. Jud hemen arkasını dönüp çekmeceye koştu. Satınn iyice yıpranmış tahta sapını kaptığı gibi yine kapıya doğru döndü. Hatta bir iki adım bile attı. Cesaretini az da olsa bulmuştu.

Onun bir çocuk olmadığını unutma. Canına okuyacağını anladığında bağırabilir, hatta ağlayabilir de. Ama sakın kanma ona. Şimdiye kadar çok şeye kandın, moruk. Son fırsatın bu.

Kapı yine açıldı; ama bu kez yalnızca kedi girmişti içeri. Jud hayvanı gözleriyle izledi bir süre, sonra başını kaldırdı.

Mutfak doğuya baktığı için pencerelerden şafağın ilk sütbe-yazı ışığı giriyordu.. Çok değil, ama yeterli. Hem de fazlasıyla yeterli.

Gage Creed üzerinde gömüldüğü elbise olduğu halde içeri girdi: Ceketinin yakalarında ve omuzlarında yosunlar vardı. Yo~

— 314 —sun beyaz gömleğini de kirletmişti. San saçları toztoprak içindeydi. Bir gözü duvara dönüktü, müthiş bir dikkatle boşluğa bakıyordu. Diğer gözüyse Jud'a çevriliydi.

Gage sırıtıyordu.

«Merhaba, Jud.» dedi çocuksu ama anlaşılabilir bir sesle. «Kokmuş ruhunu cehenneme göndermeye geldim. Bir kere sıç-nuştın ağzıma. Ergeç dönüp benim de senin ağzına sıçacağımı

düşünmedin mi?»

Jud satın kaldırdı. «Gel ulan öyleyse, her neysen, gel b*-kalım. Kimin kimin ağzına sıçacak görürüz.»

«Norma öldü. ardından yas tutacak kimsen yok artık.» dedi Gage. «Ne ucuz orospuydu o ama.

Arkadaşlarının hepsiyle yatmıştı, Jud. En çok da o işi arkadan severdi. Şimdi romatizmu-sıyla falan cehennemde cayır cayır yanıyor. Onu orada gördüm. Jud. Onu gördüm orada.»

Gage iki adım ilerledi, ayakkabıları muşambanın üstünde çamurlu izler bırakıyordu. "Bir elini sanki Jud'un elini sıkmak istermiş gibi öne uzatmıştı, öteki eli arkasındaydı.

«Dinle, Jud.» Gage'in ağzı açıldı, küçük süt dişleri göründü. Dudaktan kıpırdamadığı halde şimdi Norma'nın sesiyle konuşuyordu.

«Seninle öyle çok alay ettim ki! Hepimiz alay ettik seninle! Nasıl da güldük...»

.«Kes artık!» Satır titriyordu Jud'un elinde.

«Bizim yatakta yaptık, Herk'le ben. George'la da yattım, hepsiyle yattım, ben senin orospularla yattığını biliyordum ama sen hiçbir zaman bir orospuyla evlendiğini bilmedin. Nasıl da alay ederdik seninle, Jud! Hem ciftleşlr, hem de kahkahalarla...

«KES ARTIK!» diye bağırdı Jud. Kirli elbisesi içindeki küçük şekle doğru atıldı. Tam o anda kedi saklandığı tezgahın altından ok gibi fırladı. Kulaklarını kısmış tıslıyordu... Jud'un ayaklarına çarptı. Satır adamın elinden fırladı, eskimiş muşambanın üstünde kayıp dönmeye başladı.

Sonra bir kenara çarpıp buzdolabının altında kayboldu.

Jud yeniden oyuna getirildiğini anlamıştı, tek avuntusu bu nün son olduğuydu. Kedi bacaklannı

tırmalıyordu şimdi, ağzı açık, gözlen parıl panldı, fokurdayan bir çaydanlık gibi tıshyoı du. Gage de yanındaydı artık, suratında mutlu bir sırıtma, k<

— 315 _

narları kızıl, ay biçimindeki gözleriyle... sağ eli arkasından y vaş yavaş çıktı. Jud çocuğun elinde Louis'in siyah çantasından

çıkma bir neşter gördü.

-Tanrım,- diye mırıldanarak darbeyi önlemek için sağ elini kaldırdı. Optik bir oyun olmalıydı, aklını kaçırmıştı herhalde, çünkü neşteri aynı anda elinin hem içinde, hem dışında görüyordu.

Birden yüzünden ılık bir şey akmaya başladığında ne olduğunu anladı.

«Canına okuyacağım senin, moruk!» diye Gage'e benzeyen şey zehirli soluğunu yüzüne üfledi.

«Canına okuyacağım senin! Canına!»

Jud elini uzatıp Gage'in , bileğini yakaladı. Cage'in derisi kâğıt gibi kaldı elinde.

Neşter yaşlı adamın elinde dikey bir ağız bırakarak çekilip alındı.

«Canına okuyacağını senin...l .

Neşter bir daha indi.

Bir daha.

Bir daha.

59

«Bir kere de şimdi deneyin, hanımefendi,» dedi kamyon su rücüsü. Adam Rachel'in kiralık arabasının kaputunu açmış, motora eğilmişti.

Rachel kontak anahtarını çevirdi. Arabanın motoru birden çalıştı. Kamyoncu kaputu kapattı, ellerini kocaman mavi mendiline r.ilerek Rachel'in yanındaki cama yaklaştı. Hoş, kırmızı bu*

suratı vardı.

Ağlamak üzere olan Rachel, «Çok teşekkür ederim,» dedi. «Ne yapacağımı bilmiyordum doğrusu.»

«Bir çocuk bile yapardı bunu canım. Garip bir şey. Böyle yeni bir arabada bu tür anza olacağı

aklıma bile gelmezdi.»

«Neden? Ne vardı?»

— 316 —

«Akü kablolarından biri çıkmış. Bir oynayan falan olmadı ya?»

«Hayır.» Rachel dünyanın en büyük sapanının lastiğine çarptığını düşünüyordu yine.

«Yolda sallantıdan gevşemiş olacak. Ama bundan sonra bir şey olmaz, iyice sıkıştırdım artık.»

«Acaba borcum ne kadar?» diye sordu Rachel utanarak.

Kamyoncu gürültülü bir kahkaha attı. «Ne münasebet, hanımefendi! Bizler yolların şövalyeleriyiz, unuttunuz mu?»

Rachel gülümsedi. «Teşekkür ederim öyleyse.»

«Bir şey değil.» Adam sabahın bu saatinde güneş ışığı dolu bir gülümsemeyle baktı kadına.

Rachel de gülümseyerek arabayı parktan çıkarıp otoyola giden dar yola soktu. İki yanına dikkatle baktı. Beş dakika sonra yeniden otoyola çıkmış kuzey yönünde ilerliyordu. Kahve tahmin edemeyeceği kadar iyi gelmişti. Şimdi uykusu falan kalmamıştı artık, gözleri kapı

tokmaklan gibi irileşmişti. O huzursuzluk duygusu, sanki biri tarafından yönetiliyormuş gibi o saçma duygu bir-kez daha yokladı kadını. Akü kablosunun öyle birden çıkışı...

Zaman tanıyacak kadar gecikmesi için...

Sinirli sinirli güldü kendi kendine. Neye zaman tanıyacak kadar?

Geri alınamayacak bir şeyin yapılmasına kadar.

Saçmaydı bu. Gülünçtü. Ama Rachel yine de arabayı biraz daha hızlandırdı.

Saat beşte, Jud iyi dostu Dr. Creed'in çantasından çalınan neşterden korunmaya çalışırken, Ellie neyse ki hatırlayamadığı karabasanından çığlıklar ata ata uyanırken, Rachel otoyoldan çıkıp Hammond Sokağı kavşağına girdi. Burası oğlunun, içinde yalnızca bir bahçıvan beli bulunan tabutunun bulunduğu mezarlığa çok yakındı. Rachel saat beşi çeyrek geçe 15

numara'.ı yolda Ludlovv'a doğru ilerliyordu.

Önce doğruca Jud'a gidecekti, hiç olmazsa verdiği bu sözü tutmaya kararlıydı. Zaten arabaları

evin önünde değildi; kuşkusuz arkada garajda olabilirdi, ancak evin uykuda, bomboş bir hali vardı. Louis'in evde olacağına dair hiçbir önsezi yoktu içinde.

— 3U —

Rachel arabayı Jud'un kamyonetinin arkasına park edip çevresine dikkatle bakarak dışarı çıktı.

Bu tertemiz, yeni ışıkta otlar çiyle panldıyordu. Bir yerde bir kuş öttü, sonra sustu.

Çocukluğundan bu yana herhangi bir zorlayıcı neden olmadan şafak sökerken ancak birkaç kez uyanık ve yalnız olmuştu. Yaı-mzlıkla birlikte bir yücelme duygusu da hissetmişti o zamanla*.

Yenilik ve devamlılık gibi çatışan bir duygu. Bu sabah öyle temiz ve iyi şeyler hissetmiyordu.

İçindeki sürekli huzursuzluğu da dehşet dolu son yirmi dört saatiyle daha çok yeni olan kaybına bağlayamıyordu tümüyle.

Basamakları çıkıp tel kapıyı açtı. Ön kapının eski biçim çıngıraklı zilini çalacaktı. Oraya Louis'le ilk geldiğinde bayılmıştı zile, saat yönünde çevirince gürültülü ama müzikal, hoş bir ses çıkarırdı.

Yere bakarak zile uzandı. Birden kaşlan çatıldı. Yerde çamurlu ayakizleri vardı. Arkasına bakınca ayakizlerinin telli kapıdan içeri doğru geldiğini gördü. Çok küçük izler. Çocuk izlen belki de. Ama kendisi bütün gece yoldaydı ve hiç yağmur yağmamıştı. Rüzgâr vardı evet, ama yağmur yağmamıştı.

Uzun bir süre baktı ayakizlerine... çok uzun hem de... zili çevirmek için güç harcaması

gerektiğini farketti. Zili tuttu. . sonra yine bıraktı.

Zilin sesini duyar gibi oluyorum, hepsi bu. Bu sessizlikte zil sesi duyuyor gibiyim. Sonunda uyumuştur herhalde, ben zili çalınca da korkarak uyanacak...

Ama korktuğu bu değildi. Uyanık durmanın ne kadar güç olduğunu anladığında endişelenmiş, garip bir korkuya kapılmıştı, ama bu yeni korku bambaşka bir şeydi, yalnızca o küçük ayakizleriyle ilgili bir şey... O boy izler„_

Aklına gelen düşünceyi engellemeye çalıştı, ama çok yorgundu, kafası çok ağır çalışıyordu.

Gage'in ayakizleri...

Yeter! Kes artık!

Rachel uzanıp zili çevirdi.

Zilin sesi hatırladığından daha kuvvetliydi, ama hatırladığı kadar müzikal de değildi, sessizlikte keskin, boğuk bir çığlık. Rachel hiç de neşe işi taşımayan kesik bir kahkahayla geri çekildi.

Jud'un ayakseslerini bekledi. Ama Jud'un ayaksesleri du-

— 318 —yolmuyordu. Sessizlik vardı içerde, sonra yine sessizlik, o demirden kelebek biçimli zilin anahtarını bir daha çevirip çevirmemeyi düşünürken kapının ardından bir ses duyuldu. En çılgın hayallerinde bile aklına getiremeyeceği bir ses.

Miyav... miyaaav.... miyaaaav.,

«Church?» diye şaşkın şaşkın seslendi, öne eğildi, ama içersini görmesi olanaksızdı. Kapının camı beyaz bir perdeyle örtülüydü. Norma'nın elişi. «Sen misin, Church?-Miyav!

Rachel kapıyı açmayı denedi. Açıktı. Church holde, kuyruğunu ayaklan çevresine sarmış, oturuyordu. Tüyleri koyu renkli bir şeyle boyanmıştı. Çamur, diye düşündü Rachel.

Sonra hayvanın bıyıklarındaki sıvı damlacıklarının kırmızı olduğunu farketti.

Kedi ayağının birini kaldırıp yalamaya koyuldu, gözlerini Rachel'in yüzünden bir an olsun ayırmamıştı.

Şimdi gerçekten korkan Rachel, «Jud?» diye seslendi. Kapıdan içeri girdi.

Evden çıt çıkmıyordu. Yalnızca sessizlik...

Rachel düşünmeye çalışıyordu, ama kız kardeşi Zelda'nın hayali zihnine giriyor, düşüncelerini bulanıklaştınyordu. Ellen nasıl da bükülmüştü. Kızdığı zaman nasıl da kafasını duvara vururdu, başını vurduğu yerde duvar kâğıdı yırtılmış, sıvalar hep dökülmüştü. Ama şimdi Zelda'yı

düşünmenin zamanı değildi. Jud'a bir şey olmuştu belki de. Ya düşmüşse? Yaşlı bir insandı ne de olsa.

Onu düşün, çocukluğunda gördüğün rüyaları değil. Bir dolabın kapağını açıp da Zelda'nın kararmış, sırıtan yüzüyle üstüne sıçradığını, banyonun deliğinden onun sana bakan gözlerini gördüğünü, Zelda'nın bodrumda kalorifer ocağının ardına saklandığını gördüğünü değil...

Church ağzını açtı, keskin dişlerini gösterdi ve bir dah* Miyav! diye bağırdı.

Louis haklıydı, onu hiç kısırlaştırmayacaktık, o günden beri bir daha eski Church olamadı. Ama Couis onun tüm sald> gan içgüdülerinden kurtulacağını söylemişti. Yanıldı oysa, Chu» eh hâl*

avlanıyor. Halâ...

Miyav! diye bağıran kedi dönüp merdivenden yukarı çık f

\

— 318 —

«Jud!» diye seslendi Rachel, «Orada mısın?»

Miyav! diye bağırdı. Church merdivenin üst basından Rac-hel'in sorusuna karşılık verirmiş gibi, sonra koridorda gözden kayboldu.

İçeri naşı! girdi acaba? Jud mu içeri aldı yoksa? Neden?

Rachel ne yapması gerektiğini düşünerek ağırlığım bir ayağından diğerine aktardı. İşin en kötü

yanı... bütün bunlann önceden düzenlenmiş1 gibi gelmesiydi... sanki bir şey onun burada olmasını istiyordu...

Birden bir inilti duyuldu yukardan... alçak sesli, ıstırap dolu... Jud'un sesi. Banyoda düşmüş

olmalı, belki bacağını kırmıştır, ya da kalçası çıkmıştır, yaslıların kemikleri gevrek olur. Çişin gelmiş gibi ne sallanıp duruyorsun burada. Church'un •üzerindeki kandı kan... Jud yaralanmış

olmalı, sense burada duruyorsun öyle kazık gibi! Nen var senin?

••Jud!» İrultı yeniden duyulunca Rachel koşa koşa yükün çıktı.

Daha önce buraya hiç çıkmamıştı, koridorun tek penceresi batıya, nehre baktığından içersi hâlâ

karanlıktı. Koridor, merdiven boşluğunun yanından evin arkasına kadar uzanıyordu, merdivenin kiraz ağacından korkuluğu yumuşak bir zariflikle parlamaktaydı. Duvarda Akropol'ün bir resmi asılıydı.

IZelda bu kadar yıldır peşini bırakmadı, şimdi de kapıyı açmasının zamanı geldi, kapının ardında olacak kamburuyla, çiş ve ölüm kokusuyla, Zelda'mn günü geldi sonunda, yakaladı

seni sonunda işte...)

İnleme bir daha duyuldu, sağdaki ikinci kapının ardında. .

Rachel topukları tahtalar üzerinde takırtılar çıkararak kapıya doğru yürüdü. Bir değişim geçiriyor gibiydi. Küçülüyordu sanki. Duvardaki Akropol resmi giderek yükseliyordu, kapının kesme kristalden tokmağı neredeyse gözü hizasına gelecekti. Elini .uzattı... ama tokmağa dokunamadan kapı içerden hızla açıldı.

Zelda duruyordu karşısında.

Kamburdu, eğri büğrüydü, gövdesi öyle çarpılmıştı ki, iki kanş boyunda bir cüceden farksızdı, üzerinde her nasılsa Gago' in gömülürken giydirdikleri elbise vardı. Ama Zelda'yı, hiç kuşkusuz, gözleri çalgın bir neşeyle panldıyordu, kırmızıydı yüzü.

— 320 —bağırıyordu. «Sonunda geldim işte sana, Rachel. Senin belini de benimki gibi bükeceğim, bir daha yataktan hiç çıkamayacaksın yataktan hiç çıkamayacaksın YATAKTAN HİÇ

ÇIKAMAYACAKSIN...»

Church, Zelda'nın bir omzuna oturmuştu. Zelda'nm yüzü bulanıklaşıyor, değişiyordu. Rachel müthiş bir dehşetle onun Zelda olmadığını gördü. Böylesine aptalca bir yanlışlığı nasıl yapmıştı? Gage'di bu. Yüzü kara değil pisti, kana bulanmıştı Şişmişti, sanki çok ağır yaralanmış

da sonradan kaba, beceriksiz ellerle bitiştirilmiş gibi.

Rachel oğluna seslenerek kollarını uzattı. Gage annesine koştu, kollarına atıldı. Bir eli hep arkasmdaydı, sanki bir başkasının bahçesinden topladığı bir demet papatya sakhyormuş gibi.

«Sana bir şöy getirdim, anne!» diye bağırdı. «Sana bir şey getirdim, anne! Sana bir şey getirdim! Sana bir şey getirdim!»

60

Louis Creed gözlerine dolan güneş ışığıyla uyandı. Doğrulmaya çalışırken sırtındaki ağrıyla yüzünü buruşturdu. Müthiş bir ağrıydı bu. Yastığa yaslanıp baktı. Üstünde hâlâ elbisesi vardı

Kaslarının katılaşmış olmasına karşın kendini iyice gererek uzun bir an yattı öylece. Sonra doğruldu.

«Tüh!» diye söylendi. Oda bir iki saniye döndü gözlerinin önünde. Sırtı çürük bir diş gibi zonkluyordu. başını oynatmaya çalıştığında boynundaki sinirler yerlerini paslı testere bıçaklarına bırakmışlardı sanki. Ama en kötüsü diziydi. Ben Cay hiçbir işe yaramamıştı. Melhem falan sürmek değil, en iyisi bir kortizon iğnesi yapmalıydı. Dizkapağındaki şiş pantolonunu germişti, bacağında bir balon vardı sanki.

«Vay vay vay!»

Yatağın kenarında oturabilmek için dizini ağır ağır büktü ısırmaktan bembeyaz kesilmiş

dudaktan.

— 321 —

Hayvan M*zerlı$ı — F

Göğe! Gage döndü mü?

Duyduğu sancıya rağmen kalktı ayağa. Kapıdan güçlükle çıkıp Gage'in odasına girdi.

Dudaklarında oğlunun adı titreyerek çılgıncasına baktı çevresine. Oda boştu. Topallaya topallaya Ellie'nin odasına gitti. O da boştu. Yandaki oda da. Yola bakan odada da kimse yoktu.

Ama...

Yolun karşısında yabancı bir araba vardı. Jud'un Kamyonetinin arkasında.

Ne çıkardı bundan?

Oradaki bir yabancı araba bir sorun demekti, işte bu çıkardı.

Louis perdeleri aralayıp daha bir dikkatle baktı arabaya. Küçük mavi bir Chevette'ti bu.

Arabanın üstünde de Church kıvrılıp yatmış, belki de uyuyordu.

Perdeyi kapatmadan uzun bir süre bekledi Louis. Jud'un konuğu vardı demek! ne çıkardı

bundan? Üstelik Gage'in durumu hakkında endişelenmek için de çok erkendi henüz. Church saat birde falan dönmüştü, oysa şimdi saat dokuzdu daha. Güzel bir mayıs, sabahının dokuzu.

Şimdi aşağı inip kahve yapacak, elektrikli yastığı çıkarıp dizine saracak ve...

Church o arabanın tepesinde ne arıyordu?

«Haydi canım sen de,» dedi yüksek sesle. Aksak adımlarla koridorda yürümeye başladı.

Kediler her yerde yatıp uyurlardı, huylan böyleydi.

İyi ama Church artık yolun, öte yanına geçmiyor ki, unuttun mu?

«Boşver.» diye mırıldandı trabzana yaslanarak aşağı inmeye çalışırken. Birden durdu. Kendi kendine konuşmak iyi bir şey değildi. .

Dün gece ağaçlar arasındaki o şey neydi?

Hiç istemeden, düşünmeden aklına gelmişti bu, yataktan bacağını atarken duyduğu acıdan yaptığı gibi yine dudakları gerildi. Dün gece rüyasında görmüş olmalıydı o şeyi. Disney Dünyası

rüyası arasında onu da görmesi doğaldı. Rüyasında o şeyin kendisine dokunduğunu, bütün iyi rüyalan sonsuza dek berbat ettiğini, bütün iyiniyetleri çürüttüğünü görmüştü. Wendigo' ydu o, kendisini yalnız yamyama değil, yamyamlann babasına da çevirmişjti. Rüyasında yine Hayvan Mezarlığına gitmişti, ama yalnız değildi bu kez. Bill'le Timmy Baterman da oradaydılar.

•322-

Jud da çamaşır ipinden yaptığı bir knyışla bağladığı köpeği Spot'la oradaydı. Lester Morgan da boğası Hanratty'yi bir araba çekme zinciriyle bağlamıştı. Hanratty yere yan yatmış, aptalca, sersemce bir öfkeyle çevresine bakmıyordu. Her nedense Rachel de oradaydı. Yemek yerken bir kaza yapmış olmalıydı, salça kutusunu ya da kirazh pastayı dökmüştü galiba, çünkü

elbisesinde kırmızı lekeler vardı.

Ağaç yığınının ardında derisi çatlamış bir sürüngen şansı, gözleri sis lambaları gibi iri, kulaklarının yerinde büklüm büklüm boynuzlan olan VVendigo vardı. Bir kadının doğurduğu dev bir sürüngen. Hepsi başlarını kaldırmış kendisine bakarlarken o da nasırlı, tırnaklı parmağını

onlara doğru uzatıyordu...

«-Yeter!» diye mırıldandı. Kendi sesini duyunca bile ürper-mişti. Sıradan bir günmüş gibi mutfağa gidip kahvaltı hazırlamaya karar verdi. Bir bekâr kahvaltısını, şöyle gönlünce kolesterol dolu. İki yumurtalı sandviç, üzerlerine biraz mayonez ve bir dilim soğan. Ter ve pislik kokuyordu, ama duşunu daha sonra yapacaktı. Şu anda soyunmak başhbaşına bir iş gibi geliyordu. Hem belki de çantasından neşterini alıp pantolonunun paçasını kesmek zorunda kalacaktı. Güzelim keskin bıçakla bu iş yapılmazdı ama evde de blucinin kalın kumaşını

kesecek başka bir şey yoktu.

Ama her şeyden önce kahvaltı.

Oturma odasına gitti, sonra yolunu değiştirip ön kapıdan Jud'un evinin önünde duran mavi arabaya baktı. Araba çiyle kaplıydı, demek uzun bir süredir orada duruyordu. Church hâlâ

üstündeydi, ama artık uyumuyordu. Çirkin yeşilimsi san gözleriyle Louis'e bakıyordu.

Louis sanki birisi kendisini dikiz ederken yakalamış gibi hemen geri çekildi.

Mutfağa girdi, bir tava çıkarıp ocağa koydu, buzdolabından iki yumurta aldı. Mutfak tertemiz, pırıl pırıldı. Islık çalmaya çalıştı -bir ısbk sabahı yerli yerine oturtacaktı- ama çalamadı. Her şey yolunda görünüyordu ama yolunda değildi. Ev bomboştu., bir gece öncesinin işleri de ağır bir yük gibi eziyordu kendi*, ni. Her şey aksiydi, kötüydü, üzerinde bir gölge hissediyordu, korkuyordu.

Topallayarak banyoya gidip bir bardak portakal suyuyla iVı

— 323 —aspirin içti. Telefon çaldığında ocağa doğru gidiyordu.

Telefonu hemen açmadan dönüp baktı. Kendini biç anlamadığı bir oyunda bulmuş gibiydi, ağır ve şaşkındı hareketleri.

Açma sakın, kötü haber olduğu için açmak istemezsin onu. ucu köşenin ardında ve karanlıkta olan ip o, o işin öteki ucunda ne olduğunu görmek istediğini sanmıyorum, Louis. Hiç

sanmıyorum, onun için açma telefonu, kaç şimdi, hemen kaç, oradan garajda, atla ve sûr gitsin, ama sakın telefonu açayım deme...

Louis odanın öteki tarafına gidip telefonu açtı. Karşısında trwin Goldman vardı. trwin daha merhaba derken Louis mutfağın yerinde izleri gördü... küçük, çamurlu izler... Kalbi göğsünde donmuş gibi oldu, gözlerinin yuvalarında şiştiğini hissediyordu. O anda kendini aynada görebilseydi onyedinci yüzyıl tımarhane tablolarından bir yüzle karşı karşıya olacağından emindi. Gage'in ayakizleriydl bunlar, Gage buraya gelmişti, gece eve gelmişti... peki öyleyse şimdi neredeydi?

«Ben învin, Louis... Alo, Louis? Duyuyor musun?-

«Merhaba, İnvin.» Louis kayınpederinin ne diyeceğini biliyordu. Mavi arabayı anlamıştı şimdi.

Her şeyi anlamıştı. İp. . karanlığa giden ip... elini ipten çekmeden hızla ilerliyordu şimdi ucuna doğru. Sonunda ne olduğunu görmeden ipi bir bıraka-bilseydi! Ama kendi ipiydi bu. Kendisi isteyip almıştı bunu. . «Bağlantı kesildi sandım.» dedi Goldman.

«Telefon elimden kaydı,- dedi Louis. Sesi çok sakindi.

«Rachel dün gece gelebildi mi eve?»

Mavi arabayı düşünen Louis, «Evet,» dedi. Church hareketsiz duran arabanın üstündeydi hâlâ.

Bakışlanyla yerdeki çamurlu ayakizlerini takip ediyordu.

«Onunla hemen konuşmam gerek,» dedi Goldman. «Eileen hakkında.»

«Ellie hakkında mı? Ne oldu Ellie'ye?»

«Bence Rachel...»

«Rachel şu anda evde değil. Ekmek ve süt almaya çıktı. Ellie'ye ne oldu? Haydi, çabuk söyle, Irvrin!»

«Kızı hastaneye kaldırmak zorunda kaldık. Kötü bir rüya ya da bir dizi kötü rüya gördü, isteri nöbetine tutulmuştu...»

«Sakinleştirici verdiler mi?»

«Ne?-

— 324 —

«Sakinleştirici ilaç.» diye Louis sabırsızlıkla tekrarladı. «Sakinleştirici ilaç verdiler mi?»

»Evet. Bir hap verdiler, kız hemen uyudu sonra.»

«Bir şey söyledi mi? Neden korkmuş biliyor musunuz?» Telefonu kavrayan ,eli bembeyazdı

şimdi.

Karşı tarafta uzun bir sessizlik oldu. Louis sessizliği bozmak istiyorsa da, bu kez hiçbir şey söylemedi.

«Dory'yi korkutan da bu oldu,» dedi İnvin sonunda. «Ne dediğinin anlaşılmayacağı kadar çok ağlamadan önce çok sayıkladı... Dory Dory de az daha...»

«Büyük ve Müthiş Oz'un anesini öldürdüğünü söyledi. Tıpkı öteki kızımız gibi söyledi bunu.

Zelda gibi. Louis, inan bana bu soruyu aslında Eachel'e sormak isterdim. Eileen'e Zelda'yı ve ölümünü ne kadar anlatmıştınız?»

Louis gözlerini kapattı; dünya çevresinde dönüyor gibiydi, Coldman'ın sesi de kalın bir sis tabakası ardından geliyordu sanki.

«•Louis, duyuyor musun?»

•Düzelecek miymiş?» Kendi sesi de uzaklardan geliyordu şimdi. -Ellie düzelecek mi? Bir teşhis koydular mı?»

«Cenazenin gecikmiş şoku dediler. Benim doktorum geldi. Lathrop, iyi bir insandır. Kızın ateşi olduğunu, ama bu öğleden-sonra uyandığında hiçbir şey hatırlamayacağını söyledi. Rachel* in buraya gelmesi gerek, Louis, ben korkuyorum. Sen de gelsen iyi olur.»

Louis cevap vermedi. Tann bir serçeyi bile görür diye yazardı İncil'de. Ama kendisi çok küçük bir yaratıktı ve gözlerini yerdeki çamurlu ayakizlerinden ayıramıyordu.

«Gage öldü artık, Louis,» diyordu Goldman. «Bunu kabul etmenin hem senin, hem de Rachel için güç olduğunu biliyorum, ama kızınız yaşıyor ve size ihtiyacı var.»

Buna inanırım. Hıyar herifin biri olabilirsin, Iruria, ama 1965' in o Nisan gününde iki kızının arasında geçen şeyin sana duygulu olmak diye bir şeyin varolduğunu öğrettiğini tahmin ederim. Ellie'nin bana ihtiyacı var, ama ben gelemem, çOnkfi kor kuyorum... ellerimin annesinin kanıyla kirlendiğinden korkuyorum...

Louis ellerine, tırnaklan arasındaki toprağa baktı. Yerdeki

— 325 —ayakizlerini oluşturanın eşi olan. toprağa.

«Anladım,» dedi. «İlk fırsatta geleceğiz. Irwin. Olabilirse, bu gece hatta. Teşekkür ederim.»

«Elimizden geleni yaptık biz. Belki de çok yaşlandık artık Belki de hep yaşlıydık, Louis.»

«Ellie başka bir şey söyledi mi?»

Goldman'ın cevabı kalbinin duvarına çarpan bir cenaze çanıydı sanki. «Çok şey söyledi ama ben ancak birini anlayabildim. Pascovv artık çok geç diyor, dedi.»

Louis telefonu kapatıp şaşkın bir halde ocağa döndü. Kahvaltıyı mı hazırlayacakta, yoksa bulaşıkları mı toplayacaktı bilemiyordu. Birden yarı yolda bir baygınlık çöktü üzerine, gözlerinin önüne bir perde indi ve baygın bir halde yere düştü. Yaralı dizi yere çarpınca elektrikli bir sancıyla birden kendine geldi. Bir an gözlerinden yaşlar boşanarak dizüstü kaldı.

Sonunda sallanarak ayağa kalkabilmişti. Ama açık seçik düşünebiliyordu artık. Bu da bir şeydi.

Son bir kez daha kaçmayı düşündü. Cebinde araba anahtarlarının huzur verici şişkinliğini hissediyordu. Arabaya atladığı gibi Chicago'ya gidecekti. Ellie'yi alıp tekrar devam edecekti yola. Tabii Goldman işin içinde bir bityeniği olduğunu anlayacaktı o zamana kadar ama kendisi gerekirse kaçıracaktı kızını.

Elini anahtarlardan çekti birden. Kaçma duygusunu yot eden şey ne suçluluktu, ne umutsuzluk, ne de ta içindeki o sonsuz yorgunluk. Yerdeki çamurlu ayakizlerine gözü ilişince birden her şeyin bittiğini anlamıştı. O izlerin kendisini önce îllino-is'e, sonra Florida'ya, gerekirse dünyanın öteki ucuna kadar izlediğini görür gibi oluyordu. Satın aldığın şey senin olurdu ve senin olan şey de ergeç sonunda yanına gelirdi.

Bir gün gelip kapısını açınca karşısında Gage'i bulacaktı. Asıl Gage'in çılgın bir kopyası, sırıtkan, gözlerinin mavisi sarıya dönüşmüş... Ya da Ellie sabah duş yapmak için banyonun kapısını

açtığında küvetin içinde görecekti vücudu geçirdiği kazadan yank yank olmuş, yara izleri henüz kapanmamış ve temiz ama mezar kokan kardeşini.

O günün geleceğinden hiç kuşkusu yoktu.

«Nasıl da bu kadar aptallık edebildim?» diye sordu boş oda-

— 328 —ya. Kendi kendiyle konuşuyordu yine. ama artık buna bile aldırış ettiği yoktu. «Nasıl?»

Aptallık değil, yas. Bir Çark var arada... küçük ama çok önemli. O mezarlığın bataryası

çalışmaya devam ediyor. Jud. gücü artıyor, demişti. Haklıydı. Sen de o gücün bir parçasısın şimdi. Senin duyduğun yasla beslendi o... hayır, bundan da öte. İki katına, dört katına, sonsuza kadar çoğaldı. Yalnızca yasla değil, akılla da besleniyor. Senin aklını yedi bitirdi. Sana karına maloldu bu, oğluna hem de, belki de en iyi arkadaşına da. Gece yansı kapını vuran şeyin gitmesini istemekte ağır davranırsan sonu bu olur işte: Saf karanlık.

Şimdi intihar edebilirim, diye duşundu. Bu da mümkün. Çantamda bunun için gerekli her şey var. Daha ilk baştan ben her şeyi o yönetti. Mezarbk, VVendigo, ya da her neyse. Kedimizin yola çıkmasını o zorladı, belki de Gage'i de. Rachel'i eve o döndürdü ama kendi istediği zaman.

Ben de yapmam gerekeni yapmak zorundayım... ve bunu istiyorum da.

Ama önce islerin düzeltilmesi gerek, değil mi?

Evet. Öyleydi

Gage vardı düşünecek. Gage hâlâ oralardaydı. Bir yerlerde Louis ayakizlerini takıp ederek salona, oturma odasına, o-radan da yukarı kata yürüdü. Kendisi aşağı inerken görmeden bastığı için merdivenlerdeki izler bozulmuştu. Ayakizleri yatak odasına giriyordu. Buradaydı, diye düşündü Louis. Sonra çantasının açık olduğunu gördü

Her zaman büyük bir özenle yerleştirdiği çantasının içi şimdi karmakarışıktı. Louis'in neşterinin kayıp .olduğunu anlamas' uzun sürmedi. Elleriyle yüzünü örtüp bir süre öylece oturdu, boğazından hafif, umutsuz bir hırıltı çıkıyordu.

Sonra çantasını bir daha açıp içini karıştırdı.

Yine aşağıdaydı sonra.

Kiler kapısının açılırken çıkardığı ses. Bir dolabın açılıp kapanması. Elektrikli konserve açacağının mırıltısı. Sonunda gara) kapısının açılıp kapanması. Sonra da ev mayıs güneşi altında bomboş... geçen yıl ağustos ayında o gün yeni sahiplerim beklerken olduğu gibi...

gelecekte başka yeni sahiplerini bek leyeceği gibi. Genç bir çift belki, çocuksuz (ama bu konuda

— 327 —planlı ve umutlu). Mondawi şarabı ve Lowanbrau birasın* düşkün yeni evliler, erkek Kuzeydoğu Bankasının kredi bölümü başkanı belki, karısı da bir diş ya da göz doktorunun yanında çalışıyor. Erkek şömine için odun keserken kadın yüksek belli kadife pantolon giymiş

Bayan Vinton'un çayırında dolaşıyor. Saçı atkuyruğu yapılmış. Başının üstündeki hava boşluklarında görünmeyen kartal uçurtmanın uçtuğundan habersiz. Kör inançları olmadığı için seviniyorlar, evin tarihçesine rağmen inad edip burayı aldıkları için memnunlar. Arkadaşlarına evi bedavaya kapattıklarını, tavanarasında hortlak olduğunu anlatacaklar, sonra bir Lovvenbrau ya da bir kadeh Mondawi daha içip tavla oynayacaklar.

Belki bir de köpekleri olacak.

61

Louis suni gübre yüklü bir Orinco kamyonunun yanından geçerken saldığı egzcstan korunmak için yolun kenannda bekledi, sonra karşıya, Jud'un evine doğru yürüdü. Elinde açık bir kutu kedi maması vardı.

Church adamın geldiğini görünce gözleri pür dikkat, yerinde doğruldu.

«Selam Church.» dedi Louis sessiz eve bakarak. «Biraz yemek ister misin?» dedi.

Tenekeyi arabanın kaputu üzerine koydu. Church arabanın üstünden atlayıp yemeye başladı.

Louis elini ceketinin cebine soktu. Church sanki aklından geçenleri okumuş gibi gerileyip çevresine bakındı. Louis gülümsedi, bir adım geri çekildi. Church yine yemeye başladığında cebinden bir şırınga çıkardı, bir ampule daldırıp 75 miligram morfin çekti içine. Ampulü yine cebine koyup çevresine yine güvensizlikle bakan Church'ün yanına gitti. Gülümsedi kediye.

«Haydi, ye bakalım, Church. Tamam mı?» Kediyi okşadı, hayvanın sırtı kamburlaştı. Ancak yeniden yemek yemeye koyulunca Louis hayvanı boynundan yakalayıp iğneyi batırdı.

— 388 —

Church parmaklan arasında çupımyor, geriliyor, pençelerini geçirmeye çalışıyordu. Ama Louic şırınganın pistonunu sonuna kaçlar itti, sonra bıraktı kediyi. Hayvan arabadan atladı, fokurdayan bir çaydanlık gibi hırlıyordu şimdi, san yeşil gözleri çılgın gibiydi. Şırınga düşüp kırıldı. Louis aldırmadı. Her şeyden çok miktarda vardı yanında.

Kedi yola doğru yürüdü, sonra bir şey hatırlamış gibi eve döndü. Yan yoldayken sarhoş gibi sallanmaya başladı. Merdivenin önüne kadar gelebildi, birinci basamağa çıktı, sonra güçlükle soluk alarak yana devrildi.

Louis arabaya baktı. Kalbinin yenne yerleşmiş olan taştan daha başka bir kanıt istiyorsa, onu da bulmuştu şimdi. Rachcl' m el çantası duruyordu ön koltukta, eşarbı, Delta Havayollan zarfından taşan bir avuç uçak bileti.

Dönüp eve doğru yürümeye başladığında Church artık ölmüştü. Bir kez daha.

Louis hayvanın üstünden atlayıp eve girdi.

-Gage?»

Hol serindi. Serin ve karanlık. O tek sözcük derin bir kuyuya atılmış bir taş gibi düştü

sessizliğin ortasına. Louis bir taş daha attı.

«Gage?»

Hiç ses yoktu. Salondaki saatin tıkırtıları bile kesilmişti. BU sabah saati kuracak kimse yoktu.

Ama yerde ayakizleri vardı.

Louis oturma odasına girdi. Çoktan sönmüş izmarit kokusu vardı odada. Jud'un koltuğu pencerenin önüne çekilmişti. Sanki birden ayağa kalkmış gibi çarpılmıştı koltuk. Pencere pervazında bir küllük vardı.

Jud burada oturup bekliyordu. Neyi? Beni elbette. Benim eve dönmemi bekliyordu. Ama kaçırdı

işte. Her nasılsa kaçırdı.

Louis yan yana dizilmiş dört bira kutusuna baktı. Uyutacak kadar çok değildi içtiği, belki de banyoya gitmek için kalkmıştı Her ne olursa olsun, bir rastlantıyla olmayacak kadar kusursuzdu her şey.

Çamurlu İzler pencerenin yanındaki koltuğa kadar gidiyordu. İnsan izlerinin arasında birkaç

kedi ayakizi vardı. Sanki

— 329 —

Church, Cage'in küçük ayakkabılarının bıraktığı çamurlar arasında gezinmiş gibi. izler sonrada mutfağa açılan kapıya yöneliyordu.

Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atan Louis o yana yürüdü.

Kapıyı açınca Jud'un iki yana açılmış ayaklarını, yeşil tulumunu, kareli pamuk gömleğini gördü.

Adam kurumakta olan bir kan gölü içinde yatıyordu.

Louis elleriyle örttü gözlerini. Ama gördüğünü görmemesi olanaksızdı. Gözler görüyordu, Jud'un gözlerini, Louis'i suçla-van, belki de bütün bunları başlattığı için kendi kendini suçlayan acık gözlerini.

Ama gerçekten o mu başlattı, diye düşündü.

Jud'a Stanny B. söylemişti, ona da babası, Stanny B.'nin oabasına da kızılderililerle ticaret yapan kendi babası...

•Çok üzgünüm, Jud.» diye mırıldandı. Jud'un bomboş gözleri kendisine bakıyordu.

•Çok üzgünüm.» diye tekrarladı Louis.

Ayaklan kendiliğinden hareket ediyordu, aklı birden geçen Şükran Gününe takılmıştı, Jud'la kediyi Hayvan Mezarlığına ve daha ötelere götürdükleri geceye değil de, Norma'mn sofraya çıkardığı hindi şölenine; hepsi masa başında gülmüş konuşmuşlardı, iki adam bira. Norma ise bir kadeh beyaz şarap içmişti. N'orma dolabın çekmecesinden beyaz masa örtüsünü çıkarmıştı, bimdi kendisinin yaptığı gibi...

Louis örtüyü Jud'un üstüne örttü. Beyaz örtü bir anda küçük kızıl lekelerle kaplanmıştı.

•Üzgünüm,- dedi üçüncü kez. «Çok...»

Bîrden başı üstünde bir gürültü işitti, bir iskemlenin çekilirken çıkardığı bir ses, sözü ağzında düğümlendi kaldı. Gürültü çok hafifti, sinsiydi, ama isteyerek yapılmıştı sanki. Evet bundan emindi. Duyması için çıkarılmış bir ses.

Elleri titremek istiyordu, ama buna izin veremezdi. Mutfak masasının yanına gidip cebinden her biri kapalı kâğıt ambalajı içinde üç şınnga daha çıkardı. Ambalajlarım açıp şırıngaları masaya dizdi. Yine-cebinden üç tane morfin ampulü daha çıkardı/ şırıngaları bir atı, hatta boğa Hanratty'yi bile öldürecek dozda morfinle doldurdu. Üçünü de cebine yerleştirdi sonra.

Mutfaktan çıktı, oturma odasından geçti, merdivenin altında durdu.

— 330 —

-Cage?»

Yukarda gölgeler arasında bir kakırdama işitildi, Louis'in tüylerini ürperten soğuk ve neşesiz bir kahkaha.

Yukan çıkmaya başladı.

Çok uzun yoldu yukarıya kadar. Elleri arkasında bağlı bir idam mahkûmunun idam sehpasına doğru yürürken yolun ne kadar uzun ya da kısa geldiğini anlayabilirdi.

Sonunda bir eli cebinde olarak yukarı çıktı. Duvara bakmaya başladı orada. Böylece ne kadar durduğunu bilemiyordu. Yavaş yavaş aklını kaybetmekte olduğunu hissediyordu. Gerçek bir duyguydu bu. İlginçti. Korkunç bir fırtınada tümüyle buz kaplamış bir ağacın da kendini böyle hissedeceğini biliyordu, devrilmeden az önce.

«Gage, benimle Florida'ya gelmek ister misin?-

Yine o kıkırdama.

Lcuis dönünce bir zamanlar kendisine dişleri arasında bir gül sunduğu karısıyla karşılaştı.

Rachel koridorun ortasında ya-ııyordu. Ölmüştü. Jud gibi onun da bacakları iki yana açılmışt; Sırrı ve başı duvara dayanmıştı. Yatakta kitap okurken uyuyu-kalmıs bir kadına benziyordu.

Louıs karısına doğru yürüdü.

Nasılsın sevgilim, evine döndün artık, diye düşündü.

Kan garip biçimler yaratmıştı duvar kâğıdı üzerinde. On kere, belki yirmi kere bıçaklanmıştı

kansı. Onun neşteriyle...

Birden gördü kadını Louis, gerçekten gördü ve bağırmaya başladı.

Şimdi yalnızca ölümün yaşadığı ve yürüdüğü evde çığlıkları çınlıyordu. Gözleri fırlamış, yüzü

kıpkırmızı, saçlan diken diken olmuş olan Louis bağırıyordu; şişen boğazından cehennem çanları gibi çıkan sesler sevgisinin değil akhbaşındalığın sonunu ilan etmekteydi. Kafasının içinde bütün o çirkin sahneleri bir an yaşıyordu. Dispanser halısının üstünde ölen Victor Pascovv, Church'ün tüyleri arasında yeşil naylon parçalarıyla dönüşü, Gage'in yol kenarında yatan içi kan dolu beyzbol kasketi, Küçük Tann Bataklığında gördüğü o şey, san gözlü Wend.

go, kuzey ülkesinin o yaratığı, dokunuşu ağza alınmayacak iştahlar uyandıran ölü şey.

Rachel yalnızca Öldürülmemişti.

— 331 —

Bir şey olmuştu... bir şey saldırmıştı üstüne...

(KLİKJ)

Kafasının içindeydi bu klik sesi. Bir sigortanın hiç onarıl-mayacak biçimde atmasaydı, bir yıldırımın bir yere tam isabet dûşmesiydi, bir kapının açılmasıydı.

Çığlığı boğazında titreyerek başını kaldırdığında karşısında ağzı kan içinde, çenesinden kanlar akan, dudakları iğrenç bir sırıtmayla gerilmiş Gage duruyordu. Bir elinde Louis'in neşteri vardı.

Çocuk neşteri indirirken Louis pek fazla düşünmeden kendini yana attı. Neşter yüzünün yanından geçti, Gage dengesini kaybeder gibi oldu. Church kadar dengesiz, diye düşündü

Louis. Bir tekme savurdu bacaklarına doğru. Gage düştü, Louis çocuk kalkmaya fırsat bulamadan üstüne oturdu, bir diziyle neşterli elini yem bastırdı.

«Hayır,» diye soluyordu altındaki şey. Yüzü kasılmıştı. «Hayır, hayır...»

Louis şırıngalardan birini çıkardı. Çabuk davranması gerekecekti. Altındaki şey yağlı bir balık gibiydi ve üzerine ne kadar bassa da elini açıp, neşteri bırakmıyordu. Yüzü de değişiyordu sanki. Jud'un ölü yüzüydü; Victor Pascovv'un parçalanmış yüzüydü. Louis'in kendi yüzüydü, sapsarı ve çılgın. Sonra Fine değişti, ormandaki o yaratık oldu, kalın kaşlar, ölü sarı gözler, uzun ve sivri dil.

«Hayır hayır hayır...»

Şey altında debeleniyordu. Şırınga Louis'in. elinden uçup koridorun ilersine doğru yuvarlandı.

Louis bir tane daha çıkardı, fazla düşünmeden Gage'in sırtına sapladı.

Gage çılgınlar gibi debeleniyor, Louis'i sırtından atmaya çalışıyordu. Louis üçüncü şırıngayı da çıkarıp. Gage'in kçluna batırdı. Sonra kalkıp ağır ağır yürüdü. Gage de sallanarak kalktı, babasına doğru yürümeye çalıştı. Daha beşinci adımda neşter elinden düşmüştü. On adım sonra gözlerinde o san ışık solmaya başladı, fici adım sonra da dizüstü düştü.

Gage kendisine bakınca Louis oğlunu, gerçek oğlunu, gördü; yüzü mutsuzluk ve ıstırap doluydu oğlanın.

«Baba!» diye bağıran Gage yüzüstü yuvarlandı.

Louis bir an olduğu yerde kaldı, sonra bir oyun bekleyerek

— 332 —dikkatle yürüdü Gage'e doğru. Ama bir oyun yoktu pençe nailine gelmiş elleriyle birden üzerine sıçramak yoktu. Parmaklarım Gage'in boynuna götürüp damarının aüp atmadığına baktı.

Hayatında son kez doktorluk yapıyor, nabız dinliyordu... hiçbir şey kalmayana kadar.

Oğlanın artık yaşamadığına kanaat getirince kalkıp uzak bir köşeye yürüdü, orada çömeldi, sırtını duvara dayadı, kendi içine girmeye çalışıyordu sanki. Parmağını ağzına sokarsa daha küçüleceğini sandığı için onu da yaptı.

İki saat kadar öyle kaldı... sonra hafiften hafiften kapkara ve kapkara olduğu kadar inanüabilir bir fikir geldi aklına. Başparmağını ağzından çıkardı. Yeniden ayağa kalktı.

Gage'in saklandığı odada yataktan çarşafı çıkarıp kanamı iyice sardı. Çalışırken bir şarkı

mırıldanıyordu, ama bunun farkında değildi.

Jud'un garajında bir teneke benzin buldu. Jud'ıra Şükran Günü örtüsünün altında yattığı

mutfakta başlayarak benzini boşaltmaya başladı, oradan oturma odasına geçip halının, kanape-nln, iskemlelelerin üzerine benzin döktü. Oradan aşağı koridora ve arka yatak odasına girdi. Evi benzin kokusu sarmıştı şimdi.

Jud'un kibritleri nöbet tuttuğu koltuğun yanındaki sigara paketinin üstündeydi. Louis kibrit kutusunu aldı, evin ön kapısından çıkarken bir tane yakıp omzu üzerinden içeri attı. Sıcak dalgası ani ve korkunçtu, boynunun derisi büzülür gibi olmuştu. Louis kapıyı dikkatle kapatıp bir an durdu. Norma'nın perdelerinin ardındaki turuncu gölgelere baktı. Sonra da yürüdü.

62

Louis'in evinden hemen önceki dönemeci dönen Steve Mas-terton dumanı görmüştü. Louis'in evi değildi yanan, karşıdaki moruğun eviydi.

Louis için çok endişe duyduğundan o sabah arabasına, at-layıp gelmişti. Charlton, Rachel'in bir gün önceki telefonundan söz edince Louis'in nerede olduğunu merak etmişti. Bunun içinde buraya gelmişti işte.

— 333 —

Gidip kendi gözüyle neler olup bittiğini göremezse içi rahat etmeyecekti.

Bahar havası dispanseri tılsımlı bir değnek değmiş gibi boşaltmıştı. Surrendra da gitmesini söylemişti, bir iş çıkarsa Hintli idare ederdi. Steve de Honda motosikletine atlamış ve Ludlovv yoluna düşmüştü. Belki de fazla hızlı gelmişti, gerek yoktu belki de buna, ama içinde kendini yiyip bitiren bir endişe vardı. Sanki çok geç kalmış gibi aptalcasına bir duygu. Geçen sonbaharda o Pascovv işi olduğunda da aynı şeyi duymuştu, anlamsız bir şaşkınlık ve kurşun gibi ağır bir düşkınklığı... Dindar bir insan değildi (kolejdeyken Dinsizler Derneği üyesiydi; ancak profesörü bunun ilerde bir burs alabilme olasılığını yokedeceğini söylediğinde ayrılmıştı

dernekten), ama yine de insanlarda önsezi yerine geçen biyolojik ya da biyoritmik tempodan kendisi de nasibini almıştı, Pascow'un ölümünün ertesi yılın nasıl geçeceğini belirttiğine inanıyordu, iyi bir yıl geçmeyecekti. Surrendr?.' run akrabalarından ikisi ülkelerinde tutuklanmışlardı, Surrendra onlardan en sevdiği amcasının ölmüş olduğuna inandığını

söylüyordu. Surrendra ağlamış, Hintlinin bu durumu Steve'i korkutmuştu. Charlton'un annesi de ağır bir ameliyat geçirmişti. Hemşire annesinin geleceğini hiç de parlak görmüyordu. Vic-tor Pascow'un ölümünden bu yana Steve dört cenazeye katılmıştı; karısının kız kardeşi bir trafik kazasında, bir kuzeni saçma bir iddianın üstüne elektrik direğine tırmanırken elektrik çarpmasından ölmüştü, sonra büyükbabası, ardından da Louis'in oğlu.

Louis'i çok severdi, çok şey geçmişti başından son zamanlarda, ona bir şey olmasını istemezdi.

Dumanlan uzaktan görünce Victor Pascow'a bağlanacak bir şey daha diye düşünmüştü. Victor Pascow ölümüyle bu sıradan insanlarla kötü talih arasındaki engeli yıkmıştı sanki. Ama saçmaydı bu, Louis'in evine bir şey olmamıştı işte.

Steve motosikletini Louis'in evi önüne çekerken komşular da yaşlı adamın evine doğru koşuyorlardı. Steve birinin evin kapısına kadar geldiğini, ancak sonra birden geri çekildiğini gördü. İyi ki, böyle yapmıştı, bir an sonra kapının ortasındaki cam olduğu gibi patlayarak dışan uçtu, açıklıktan alevler akmaya başladı. Adam kapıyı açmış olsaydı şimdi ıstakoz gibi haşlanmıştı.

— 334 —

Steve bir an unutmuştu Louis'i. Yangının o hep Süregelen esran çekiyordu kendisini. Beş altı

kişi toplanmıştı şimdi, kahramanlığa niyet eden ve Crandall'lann bahçesinde duran biri dışında diğerleri epey gerideydiler. Şimdi pencereler de birer birer patlıyordu. Havada cam kırıkları

uçuşuyordu. Kahraman eğilip ileri doğru koştu. Steve kapının önündeki hasır koltuklan n önce dumanlar içinde kalıp birden alev alev yanmasını seyretti.

Steve itfaiyeye haber verilip verilmediğini sormak için ağ-zuıi açtığı anda. uzaktan siren seslerini duydu. Haber verilmişti demek. Ama evi kurtarmak olanaksızdı. Alevler şimdi bütün kırık camlardan dışan uzanıyordu. Louis'i hatırlayıp döndü Stev<\ Ama Louis evde olsaydı

şimdi sokağın karşısında duranların arasında bulunması gerekmez miydi?

Tam o anda gözünün ucuyla bir şey görür gibi oldu.

Louis'in asfalt-kaplı otomobil yolunun ötesinde bir çimenlik, onun ardında da alçak bir tepe vardı. Bu mayıs ayında epey yükselmiş olan otlar arasında bir golf alanında olduğu gibi dümdüz kırpılmış bir patika görünüyor, patika ufuk çizgisinin hemen altında başlayan ormana doğru kıvrılarak uzanıyordu. İste soluk yeşilin koyu yeşille birleştiği bu noktada hareket eden bir beyazlık görür gibi olmuştu Steve. Sırtında beyaz bir yük taşıyan bir adam sanki.

Louis'di bu, dedi aklı mantıksız bir kesinlikle. Louis'di o ve kötü şey olduğu için onu çabuk bulman gerek. Eğer onu önleyemezsen daha da kötü bir şey olacak.

Steve kararsız bir halde durdu yolun başında, ağırlığını bir ayağından diğerine aktarıyor, ne yapacağını bilemiyordu.

Steve yavrum, korkudan ödün bokuna katışıyor, değil mı?

Evet, korkuyordu. Korkudan ödü bokuna karışıyordu ve bunun için hiçbir neden yoktu. Ama yine de belirli bir...

(Çekicilik)

Evet, çekici bir şey vardı. O patikanın, tepeye kadar giden ve belki daha ötelere de uzanan patikanın çekici bir yanı vardı Herhalde sonu bir yere varıyordu, bütün patikaların sonu bir yere varırdı.

Louis, Louis'i unutma, aptal. Buraya Louis'i görmeye gelin:, ün, değil mi? Ludlovr'a lanetli ormanlarda gezmeye gelmedi n

— 335 —

«Nedir o, Randy?» diye bağırdı yangının kahramanı.

Randy'nin sesi yaklaşan sirenlerin sesi ardında koyboluyor-du. «ölü bir kedi.»

«Yanmış nü?»

«Yanmışa benzemiyor, ölü işte.»

Bu konuşma gördüğü ya da gördüğünü sandığı şeyle ilgiliymiş gibi geldi Steve'e-. Louis'ti o.

Yangını ardında bırakıp patikaya yöneldi. Ağaçların yanına vardığında iyice terlemişti. Gölgelik serin ve hoştu. Çam kokusu sarmıştı her yanı.

Ormana girince koşmaya başladı, neden koştuğunu, kalbinin neden öyle hızlı attığını

bilmiyordu. Soluk soluğaydı. Yokuş aşağı inerken adımlarım daha da açmıştı. Sonunda Hayran Mezarlığının girişini belirten kemere geldiğinde böğrüne bir sancı saplanmıştı.

Gözleri halka biçimindeki mezarları görmüyordu bile. Açıklığın öteki tarafındaki garip görüntüye takılmıştı bakışları. Lo-uis yerçekimi yasalarına karşı koyuyormuş gibi bir ağaç yığınına tırmanmaktaydı. Gözleri ilerde, uykuda yürüyen bir insan gibi adım adım çıkıyordu yığının üzerine. Kollan arasında Ste-ve'in gözucuyla gördüğü beyaz şey vardı. Bu kadar yakından bunun ne olduğu anlaşılıyordu, bir ceset. Alçak topuklu siyah bir ayakkabı görünüyordu bir ucundan. Steve, Louis'in Rac-hel'in cesedini taşıdığından emindi.

Louis'in saçları bembeyaz kesilmişti.

.Louis!»

Louis duraksamadı, duraklamadı. Yığının tepesine vanp öteki tarafına inmeye devam etti.

Düşecek, diye, düşündü Steve. Talihi var, hem de çok taliki var, ama az sonra düşecek ve yine talihlidir yalnızca iy-n^ft"1" kırana...

Ama Louis düşmedi. Yığının öte yanına indi, bir an gözden kayboldu, sonra ormana doğru yürürken yeniden ortaya çıktı

«Louis!» diye bağırdı Steve.

Louis bu kez durup döndü.

Steve'in gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Saçlarının ağarmasının yan sıra Louis'i yüzü yaşb bir insan yüzüydü şimdi.

— 336 —

İlk başta Steve'i tanıdığını belirten hiçbir şey yoktu yüzünde. Sanki bir kafasında bir düğme çeviriyormuş gibi yavaş yavaş farketti olanları sonra. Louis'ın ağzı titriyordu. Steve ancak bir sure sonra anladı Louis'in gülümsemeye çalıştığını.

«Steve. Merhaba, Steve. Gömeceğim onu. Çıplak ellerimle yapmam gerek sanırım. Geceye kadar sürer artık. Orada toprak çok taşlıdır. Bana yardım etmek istemezsin, değil mi?»

Steve ağzını açtı, ama hiçbir şey söylemedi. Şaşkınlığına, duyduğu dehşete rağmen Louis'e yardım etmek istiyordu. Burada, bu ağaçlar arasında, çok... çok doğaldı bu sanki...

«Ne oldu, Louis?» diye sorabildi sonunda. «Neler oldu, Lo-uıs? Rachel... yanan evde miydi?»

«Gage için çok beklemiştim. Çok beklediğim için bir şey oldu ona. Ama Rachel için öyle olmayacak. Bundan eminim.»

Steve, Louis'in çıldırmış olduğunu görüyordu. Louis ölesiye yorgun ve çılgındı Ama her nasılsa yalnız yorgun olması ilgilendiriyordu Steve'i.

«Doğrusu yardıma ihtiyacım var,» dedi Louis.

«Louis sana yardım etmek istesem bile bu ağaç yığınına tır-manamam ki.-

»Tırmanırsın Hiç önüne bakmadan emin adımlarla çıkarsan. Işın sırrı bu, Steve »

.

Lcuis bundan sonra dondu ve Steve'in kendisine seslenmesine aldırmadan ağaçların arasına girdi. Steve bir sûre ağaçlar arasında gördü çarşafın beyazlığını. Sonra gözden kayboldu.

Steve ağaç yığınına koşup hiç düşünmeden ellerini, ayaklarını kullanarak tırmanmaya başladı.

Sonra ayağa kalktı. Bir coşkuya kapılmıştı birden Sanki saf oksijen çekmiş gibi içine. Bunu yapabileceğine inanıyordu Yapıyordu da. Einin adımlarla ilerleyip tepeye varmıştı bile. Bir an durup ileri baktı. Louis öte yanda da devam eden patikada yürüyordu.

Louis dönüp Steve'e baktı. Kanlı çarşafa sanlı karısının cesedi kollan arasındaydı.

• Sesler duyabilirsin,» dedi Louis. «İnsan sesi gibi. Ama bunlar Prospect tarafındaki dalgıç

kuşlarının sesidir. Sesler buraya kadar geliyor. Garip bir şey.»

«Louis...»

Ama Louis dönmüştü bile.

—337— Hayvm Mturlıty — F . J.

Steve bir an adamın ardından gidecek gibi oldu...

Ona yardım edebilirim, eğer istediği buysa... yardım ederin, elbette. Ama burada insanın görebildiğinden başka şeyler de oluyor, ben de bunu öğrenmek istiyorum. Çöle., çok önemli şeyler sanki. Bir sır belki de. Esrarlı bir şey.

Birden ayağının altında bir dal catırdadı. Tabanca sesi gibi kupkuru bir gürültü. Steve nerede olduğunu, ne yapmakta o'-dugunu farketti o an. içi korkuyla doldu, kollarım iki yana açıp arkasına döndü, korkudan dili damağına yapışmıştı, uykusunda gezerken uyanıp da kendisini bir gökdelenin tepesinde bulmuş bir insan gibiydi.

Rachel öldü, sanırım Louis öldürdü ona, Louis çıldırdı, ama...

Burada çılgınlıktan da öte bir şey vardı... çok daha kötü bir Şey. Sanki o ormanda bir mıknatıs vardı da, beyninin bir bölümünii çekiyordu. Louis'in Rachel'i götürdüğü yere çekiyordu.

Haydi, patikada yürü de nereye gittiğini gör... Sana gösterecek şeylerimiz var. Lake Forest'de Dinsizler Derneğinde hiç anlatılmayan şeyler.

Belki de bir gün için yeterli olduğundan ya da kendisine olan ilgiyi kaybettiğinden beynindeki o yerin çağrısı birden kesildi. Steve ağaç yığınından inmek için iki adım at ü. Ayağının altındaki dallar kaydı, bir ikisi catırdadı, sol ayağı dallann arasına girdi, sivri çubuklar lastik ayakkabısını

ayağından ittiler, kurtulmaya çalışırken bacağına uçlan girdi. Steve yüzüstü Hayvan Mezarlığına doğru düşerken karnını delebilecek olan bir portakal sandığını sıyırarak geçti.

Sendeleyerek ayağa kalktı, şaşkın şaşkın bakındı çevresine ne olduğunu anlamak için. Ya da bir şey olup olmadığını. Başından geçenler daha şimdiden bir rüya gibi geliyordu.

Bir ayakkabısı ayağında olduğu halde hem koşuyor, hem bağırmaya çalışıyordu. Ama ağzından ses çıkmıyordu. Louis'in evine vardığında hâla koşuyor, motosikletini çahştınp yola çıktığında hâla bağırmaya çalışıyordu. Brevrer'den gelen bir itfaiye arabasıyla çarpışıyordu az daha.

Miğferi içinde saçları diken dikendi.

Orono'daki dairesine döndüğünde LudloVa gittiğini bile ke-

«in olarak hatıruyamıyordu. Dispansere telefon edip hasta olduğunu bildirdi, bir ilaç alıp yattı.

Steve Masterton o günü hatırlamadı bir daha... sabahın er-ken saatlerinde insanın üzerine çöken o derin rüyalar dışında. Rûyalannda dev gibi bir şeyin kendisine sûrtünecek kadar yakın geçtiğini, dokunmak için elini uzattığını... ama en son saniyede elini geri çektiğini görüyordu.

Sis lambaları gibi parıldayan iri san gözlü bir şey.

Steve kimi zaman çıtlıklar atarak uyanırdı bu rüyalardan. Gözleri fırlayacak gibi olurdu.

Bağırdığını sanıyorsun, diye düşünürdü, ama yalnızca Prospect tarafındaki dalgıç kuşlarının sesi bu. Sesler buraya kadar geliyor. Çok garip.

Ama bunun ne demek olduğunu bilemiyordu, anımsayamı-yordu. Ertesi yıl ülkenin öteki ucundaki St. Louis'de bir işe girdi.

Louis Creed'i son görüşüyle.Ortabatı'y» göç ettiği süre içinde bir daha Ludlow kasabasına hiç

gitmedi Steve.

—330 —

SONSÖZ

Polis o öğleden sonra geç saatlerde geldi. Sorular sordular ama herhangi bir şeyden kuşkulandıklarını hiç belirtmediler. Küller sıcaktı hâlâ, kanştırılmamıştı Louis sorularına cevaplar verdi. Adamlar tatmin olmuş görümdüler Dışarda konuşuyorlardı. Louis'in başında şapkası vardı. İyiydi bu. Ağarmış saçlarını görselerdi belki daha çok şey sorarlardı. Bu da kötü

olurdu. Elinde bahçıvan eldivenleri vardı. Bu da iyiydi Elleri çizik çizik ve kan içindeydi.

O geceyansına kadar iskambil kâğıtlarıyla fal açtı durdu.

Arka kapının açıldığını duyduğunda yeni bir el dağıtıyordu.

Louis ağır, topraklı ayak sesleri yaklaşırken başını çevirmedi. Önünde maça kızı vardı. Elini kâğıdın üstüne koydu.

Ayak sesleri tam arkasında durdu.

Sessizlik.

Soğuk bir el dokundu Louis'in omzuna. Rachel'in sesi gıcırtılıydı topraklıydı.

«Sevgilim,» dedi ses.

Şubat 1979 — Aralık 1982