Kıçında gezdirdiği şu kafayı yemiş patates çuvalı canki ezikle ettiğimiz kavga beni bozsa da, güzel Alison'ı yeniden görmek çok hoştu. Herif bayağı bir celallendi. Cılız şey, eroinman, küçük götlek. Çöpçüler gelip alsın ve de yaksın diye onu da öbür çöplerle beraber sokağa atmalıydım, amına koyayım.
İşler ya iyiye ya da kötüye gider ve Spud'ı düşününce en kötüsü artık bitti sanıyorum. Ama yo, daha da kötüleşiyo, amına koyayım. İçeri o giriyor.
"Sick Boy! Siktiğimin meyhanecisi! Demek Leith'de pab işletiyosun, ha? Buralardan uzun zaman ayrı kalamayacağını biliyodum!"
Herifin üstünde modası geçmiş kahverengi bir pilot montu, Levi's pantolon ve göze batacak kadar eski Paul and Shark marka çizgili bir gömlek, ayaklarında eski Nike'lar var. Tabii ki bütün bunlar avaz avaz "Hapishane Kuşu'" diye bağırıyor. Şakaklarında gümüş rengi incecik birer çizgi, suratında birkaç tane fazladan Mars çikolatası olsa da, götlek tam formunda görünüyor. En fazla bir gün yaşlanmış, sanki hapse değil de siktiğimin kaplıcalarına gitmiş gibi. Günde yirmi dört saat ağırlık çalışmıştır herhalde. Şakaklarındaki gümüş rengi çizgiler bile gerçek gibi durmuyor, film setinde bir makyaj uzmanı herifi yaşlandırmak için oraya konduruvermiş sanki. Cidden ne diyeceğimi bilemiyorum, amına koyayım.
"Bu sikindirik günü göreceğimi hiç sanmazdım! Buraya döneceğini söylemiştim sana, göt herif!" diyor yeniden, iç bayıcı tekrar etme saplantısının her zamanki gibi yerli yerinde durduğunu bana göstererek. Demir parmaklıklı serasında bu kadar zaman kuluçkaya yattığına göre geliştirmiştir bile. Şununla aynı hücreyi paylaştığımı düşünemiyorum! Önce Mars'ta yer var mı diye bir bakardım herhalde!
Çenem kasılıyor, hafifçe dişlerimi gıcırdatıyorum ve bunun tek nedeni Smörf Murf gelmeden önce yaptığım çilek değil. Zoraki bir tebessümle ağzımın içinde dilimi buluyorum. "Franco. İşler nasıl?"
Göt herif aynı eskiden olduğu gibi, kendi soracakları varsa sorulan sorulara cevap vermiyor. "Nerde kalıyosun, am biti?"
"Hemen köşeyi dönünce," diye mırıldanıyorum belli belirsiz. Gözleri bira musluğuna takılıyor, sonra tekrar bana bakıyor.
"Bira, Franco?" diyerek yüzümü ekşitiyorum.
"Hiç sormayacan sandım, göt herif," diyor yanındaki eziğe dönerek. Bu psikopatı hiç tanımıyorum. "Amcık pab işletebiliyosa eski dostu Franco'ya bi bira ısmarlayacak parası vardır heralde, amına koyiim. Bu götle zamanında ne arbedeler atlattık, diil mi Sick Boy?"
"Öyle..." diyerek zorla sırıtıyorum ve bardağı musluğa götürürken haftada kaç bedava içki götüreceğini, bu ahırın bedava yemek kuyruğundan hallice kâr oranına ne gibi bir etkisi olacağını hesaplıyorum. Franco'yla oradan buradan konuşurken araya hastalıklı beynini sikecek bilgiler ve isimler sıkıştırıyorum. İsimler ve yarı şekillenmiş projeler acil yönlendirmeye tabi olan otoyol trafiği gibi doğru yollara giriyor. Özellikle bir ismi hiç ağzıma almıyorum tabii. Franco'nun yeniden ortaya çıkışına hem kıl olduğumu hem de tuhaf biçimde heyecanlandığımı fark ediyor, zihnimde fırsat ve tehlikelerin birbirini dengelediği kabataslak bir tablo oluşturmaya çalışıyorum. Anlattığı boktan şeyleri sert ve keskin bir sessizlik içinde dinleyerek nötr kalmayı deniyorum. Begbie'nin dönüşü konusunda böyle çelişkili duygular taşımayan çok fazla insan olduğuna eminim.
Öteki yüzsüz göt, ışıklar saçarak bana bakıyor. Adam Franco'nun birazcık daha zayıf ve daha sağlıksız bir versiyonu gibi; hapishane çeliğiyle şişirilmiş bir vücut, evet ama sonradan uyuşturucu ve alkolle bilenmiş. Gözleri ruhunuzda sıkıp suyunu çıkaracak iyi bir şeyler veya kendisiyle özdeşleştirebileceği kötü bir şeyler aramak için yarasa dansı yapan, vahşi ve psikopat bakışlı iki küçük yarık. Kısa saçları bütün gün yumruklasanız bile yalnızca parmaklarınızı kırmayı becerebileceğiniz, taş gibi sert ve pütürlü bir kafatasını açığa çıkarıyor. "Demek Sick Boy sensin, ha?"
Birayı doldururken sadece adama bakmakla yetiniyorum. Umarım yüzüm sessiz bir 'ee, sonra?'nın havada asılı kaldığı o samimiyetsiz, kışkırtıcı ifadeye bürünmüştür çünkü bu irade savaşında ilk konuşan karşımdaki moron olsun istiyorum. Ama kontrolümü kaybederek adamdan sadece kabadayıvari bir tebessüm kopartabiliyorum ve kokainin etkisi azaldığı için aklım ofiste asılı duran ceketin cebindeki pakete takılıyor.
Neyse ki durumu o kurtarıyor. "Ben Larry, abi. Larry Wylie," diyor bana bir şeyler ima eder ve anlatmaya çalışır gibi. Uzatılan eli biraz isteksizce sıkıyorum. Buraya bunun gibi serseriler takılmaya başlarsa ruhsatın yakında sifonu boylayacağını görebiliyorum. "Bizim kamışların bi zamanlar aynı şişeye girdiğini duymuştum," diyor üçkâğıtçı suratını ikiye bölen, şeytani, hesaplı bir sırıtışla.
Bu göt lalesi neden bahsediyor böyle, amına koyayım?
Bu Larry denen şahsiyet bana haddimi bildirmek için aklımın karışıklığından yararlanıyor olmalı. "Louise," diyor. "Louise Malcolmson. Bana bi zamanlar onu kötü yola düşürmeye çalıştığını anlattıydı, seni göt herif."
Hmm. Geriye sıçrayıverdim şimdi. "Haa!" diyerek başımı sallıyorum, bir musluğa bir herife bakarak. Bar işinden nefret ediyorum. Bira doldurmaya yetecek sabrım yok. İyi ki şu yaramaz otuzbirci veletler grubu Guinness istemedi. Evet, sonunda bu yüz tanıdık gelmeye başlıyor, alışveriş yapmaya ya da takılmaya gittiğiniz evlerden birinin köşesinde gördüğünüz o kötülük timsali tiplerden birine ait.
"Şerefe abi," diyor gülümseyerek. "Biliyorum, çünkü zamanında ben de aynı yollardan geçtim."
Begbie bir bana bir Larry'ye bakıyor, sonra tekrar bana dönüyor. "Sizi pis çakallar," diyor gerçekten midesi bulanmış gibi bir yüz ifadesiyle. Ve bara girdiğinden beri ilk kez, eski bir korku yakama yapışıyor. Artık daha yaşlıyız ve göt lalesini asırlardır görmedim ama Franco hâlâ eski Franco. Bu hastalıklı dimağa baktığınızda onun hiç değişmeyeceğini anlayabiliyorsunuz; evlilik ve aile yaşamı onun seçenekleri arasında asla yer almayacak. Begbie için her şey ya ölüm ya da ömür boyu hapis ve bu yolda giderken mümkün olduğu kadar çok götleği kendisiyle birlikte batırmaktan ibaret. Evet, herif hâlâ inanç ötesi.
Larry avuçlarını açarak tatlı tatlı karşı çıkıyor. "Ama ben böleyim işte, Franco," diyerek gülüyor, sonra gene bana bakıyor. "Bu işler böledir, ha abicim? Bi pilici iyice düdükledikten sora, harcanan Bacardi paralarının birazını olsun kurtarmak için yapılacak tek şey ona biraz pezevenklik etmektir. Aha bu çocuk da sana söylesin, diil mi abi?"
Göt herif ikimizin aynı olduğunu sanıyor. Ama değiliz. Ben: iş adamı ve girişimci Simon David Williamson'ım. Sen ise: angut, üçkâğıtçı, geleceği olmayan bir haydut. Gülümsememeyi tercih etsem de başımı sallıyorum çünkü bu sikici karşınıza almayı pek istemeyeceğiniz bir tipe benziyor. Franco için iyi bir arkadaş, ikisi de aynı kumaştan kesilmiş. Hemen evlenmeleri lazım, çünkü kendilerine daha uygun birilerini bulamazlar. Begbie gibi, dâhi sayılmaz ama sokak sırtlanlarının kurnazlığına sahip ve kendisine tepeden bakıldığını yüz kilometre öteden anlayabilecek bir adam. Franco'ya bakıp müzik kutusunun yanındaki masada oturan spor giyimli, yüzük takıntılı, küçük ayak kirlerini işaret ediyorum. "Şuradaki durum nedir Franco?"
Gençlerin grubuna dikilen o aç gözler havadaki oksijeni anında emiyor. "Bu küçük götlekler burayı kullanıyo. Bi sürü alışveriş dönüyo burda. Buraya bazı abiler geliyo," diye açıklama yapıyo. "Ama sana bulaşan olursa, bana haber et. Bazılarımız eski dostları öle kolay unutmayız," diye laf sokmayı da ihmal etmiyor.
Dostmuş, kıçımın kenarı.
Havuç kafa Renton'la bize hiç çaktırmadan hesaplaşan Spud'ı düşünüyorum. Orospu çocukları. Acaba Francois'nın bu küçük gizli anlaşmadan haberi var mı, Bay Murphy? Ah, Danny'ciğim, gaydalar, gaydalar yakında mutlaka çalacak. Deli gibi çalacaklar, amına koyayım. Evet, şimdiden duyabiliyorum ve çaldıkları melodi Leith'li küçük bir cankinin cenaze marşını andırıyor. Evet, sırada bu var işte.
Bu herife elimi gereğinden fazla açık etmek şimdilik işime yaramaz. "Sağ ol, Frank. Leith piyasasından biraz ayrı kaldım, biliyorsun. Londra'da çok takıldım falan işte," diyerek açıklama yaparken veletlerle aynı tayfadan bir çocuğun daha içeri girdiğini görüyorum. Bir Mills and Boon[26] romanı okuyan Morag kemiklerini gıcırdatarak ayağa kalkmaya çalışıyor ama ben ondan önce koşuyorum. "Sikeceğim bu müşterileri. Daha sonra uzun uzun konuşuruz, olur mu," diyorum Begbie'ye yarı mazeret bildirir, yarı yalvarır gibi.
"Tamamdır," diyor Franco. Larry ile birlikte köşedeki kumar makinesinin yanına gidiyorlar.
Veletler birkaç bira ısmarlayıp barda içiyor. Bütün konuşmalarını duyuyorum, kafayı kırmaktan, bilmem kimi, şunu bunu aramaktan falan bahsediyorlar. Franco ve Larry'nin gitmesiyle birlikte ufaklıklar biraz rahatlıyor ve sesleri yükseliyor. Begbie amcığı siktiğimin boş bardaklarını bara getirmeye bile tenezzül etmiyor. Burada onun gibi varoşların peşini toplamak için mi duruyorum ben, amına koyayım?
Bardakları almaya gidiyorum. Seeker'dan kaptığım, yukarı ofisteki çekmecede, bir para kasasında kilitli duran şekerlemeleri düşünüyorum. Tabii ki çileği kendime saklayacağım. Bardakları siktiğimin uşakları gibi üst üste koyarak, bu küçük göt lalelerinden en fettan olanının yanına yaklaşıyorum ve adı Philip olana, "N'aber abi?" diyorum.
"İyidir," diyor şüpheyle. Ondan daha uzun, daha yapılı olan kankası, Bill Hicks'e[27] benzeyeni, ki adı Curtis mi her neyse, grubun şu bütün şakaları kaldırması gereken üyesi yanımıza yaklaşıyor. Hepsi gibi onun da parmaklarında altın yüzükler var. Koca sidik şelalesine bakakalıyorum. "Bu yüzükler çok havalı çocuklar," diyerek görüşümü bildiriyorum.
Kabız oğlan konuşmaya başlıyor. "Evet, ben de be-be-beş tane var, üç tane da-a-a-ha istiyorum, o zaman her pa-ar-r-r..."
Ağzı beş karış açık öylece dikilip gözlerini kırpıştırarak cümleyi bitirmeye çalışırken, ben cümlenin sonuna kadar bara dönüp bardakları kurulamak ya da müzik kutusunda Bohemian Rhapsody'yi çalmak istiyorum.
"...ma-mağımda bi tane olucak."
"Walk'ta takılırken işine yarar. Kaldırımlara falan sürtüp parmaklarını kırmazsın," diyorum gülümseyerek.
Gerzek, ağzını açmış aval aval bana bakıyor. Çocuk tamamen kafası karışmış bir halde, " Ha... doğru..." derken arkadaşları gülme krizine giriyor.
"Bi de bunlara bak ama," diye kasılıyor Philip götü, bana onluk, eksiksiz bir set göstererek. Bu veletlerle bu kadar yakınlaşma bana yeter. Bu küçük götlek tam bir ukala dümbeleği ve orospu çocuğunun gözlerinde o feci parıltıdan var. Bana fazla yakın duruyor, beyzbol şapkasının siperliği neredeyse gözüme girecek. Bu küçük hip-hopçu denyolar arasında çok popüler olan o pahalı ama zevksiz spor giysilere bürünmüş.
Başımla biraz müzik kutusunun yanına, köşeye gelmesini işaret ediyorum. "Umarım burada hap falan satmıyosundur," diye fısıldıyorum çocukken menenjit geçirmiş tipli götleğe.
"Yok," diyerek kavgaya hazır bir şekilde götünü kıvırtıyor.
Sesimi alçaltıyorum. "Peki bikaç tane ister misin?"
"Dalga mı geçiyosun?" derken dudakları büzülüp gözleri kısılıyor.
"Ciddiyim."
"Olur... isterim..."
"Bende güvercin[28] var, tanesi beşten."
"Uyar."
Küçük götlek parayı ayarlıyor, ben de herife yirmi tane güvercin kakalıyorum. Ondan sonra her şey bir bayram havasında geçiyor. Seeker'ı arayıp biraz daha ex yollamasını söylüyorum. Tabii ki varlığıyla barı onurlandırmıyor, yerine gelincik benzeri bir kurye yolluyor. Kapanış saatinden tam bir saat önce yüz kırk papellik satış yapıyorum. Sonra küçük götlekler pabı boşaltıp kulübe gidiyor ve köşede domino oynayan iki ihtiyar, hırlak hanzodan başka kimse kalmıyor. Torbadan altı hap alıp plastik bir poşete koyuyorum.
Morag'a bakıyorum, bardakları yıkamayı bitirip tekrar pembe dizisini okumaya başlamış. "Mo, yarım saat kadar idare eder misin? Benim bi koşu bi yere gitmem lazım."
Yardımsever ihtiyar, başını okuduğu büyük aşk hikâyesinden azıcık kaldırarak, "Olur, sorun diil canım," diye homurdanıyor.
Sallana sallana Leith Polis Karakolu'na gidiyorum. Yolda o eski, güzel tekerleme geliyor aklıma: Leith polisi bıraktı bizi. Danışmadaki kısa boylu, şişko, biçimsiz polise yaklaşıyorum. Orta sahadaki hantal bir savunma oyuncusunun yanından geçen çevik bir forvet gibiyim, herif ekşi ekşi ter kokuyor. Çürümüş gibi görünüyor, boynunda titreşip duran egzamalı cipsler sadece yağlı ve toksinli bir ter tabakası tarafından yerlerinde tutuluyor sanki. Evet, gerçek bir polis görmek her zaman güzeldir. İsteksizce, benim için ne yapabileceğini soruyor kebapçı aynasız.
Altı tane hapı tezgâhın üstüne atıyorum.
O küçük, derinlere gömülmüş gözlerde yoğun bir enerji var şimdi. "Nedir bu? Nereden buldunuz bunları?"
"Port Sunshine'ı yeni devraldım. İçmeye gelen bir sürü genç çocuk oluyor mekanda. Beni ilgilendirmez, kendi paralarını harcıyorlar. Ama birkaçının davranışlarından şüphelendim ve tuvalete kadar takip ettim. Hepsi aynı kabine girmişti. Kapıyı itip açtım, kilidi bozuk, yaptırmam lazım, dediğim gibi işletmeyi daha yeni devraldım. Her neyse, bu hapları ellerinden alıp çocukları dışarı attım."
"Anlıyorum... anlıyorum..." diyor kebapçı aynasız, bir haplara bir bana, sonra gene haplara bakarak.
"Ne diyeyim, ben bu işlerden pek anlamam ama bunlar gazetede okuduğumuz şu aşk haplarından olabilir."
"Ekstasi..."
Bu herif ekstasiyle egzamanın arasındaki farkı biliyor, aferin ona. "Neyse ne," diyorum, vergi mükellefi bir iş adamının sabırsızlığıyla. "Sorun şu ki, eğer masumlarsa bu çocukları bara almamam onlara haksızlık olacaktır ama hiç kimse benim pabımda uyuşturucu satamaz. Sizden istediğim, onları test edip bana yasa dışı uyuşturucular olup olmadıklarını söylemeniz. Eğer öyleyse bu bok torbaları barıma ilk adım attığında hemen sizi arayacağımdan emin olabilirsiniz."
Kebapçı aynasız duyarlılığımdan etkilenmiş ama aynı zamanda kendisine patlayacak zahmeti hesap ettiğinden sıkılmış gibi görünüyor. Sanki iki güç onu farklı yönlere doğru itiyor, herif ortada bocalıyor, hangi tarafına atlasam daha iyi olur, amına koyayım diye düşünürken bu arada da her zamankinden daha çok deri döküyor. "Peki efendim, eğer bize kimlik bilgilerinizi bırakırsanız bunları test için laboratuvara yollayabiliriz. Bana ekstasi tabletleri gibi göründüler. Maalesef bugünlerde bunları kullanan çok genç var."
Kendimi başkomiser gibi hissederek sertçe başımı sallıyorum. "Benim pabımda kullanamazlar, memur bey."
"Port Sunshine'ın bu konuda kötü bir şöhreti vardı," diye açıklama yapıyor polis.
"Belki de bu yüzden bu kadar ucuza devralabildim. Korkarım uyuşturucu satıcısı arkadaşlarımız bu şöhretin değiştiğini görecek!" diyorum. Aynasız beni destekler gibi görünmeye çalışıyor ama biraz abartmış olmalıyım çünkü şu anda benim kendisini uzun vadede sıkıntıya sokacak olan o "halk kahramanlarından" biri, gönüllü bir ahlak bekçisi olduğumu düşündüğünü hissedebiliyorum.
"Hımm," diyor, "bir sorun çıkarsa hemen bizi arayın efendim. Görevimiz."
Takdir eder gibi sertçe başımı sallayıp paba dönmek için yola koyuluyorum.
Döndüğümde Juice Terry bara dayanmış, bir hikâye anlatarak Mo'yu eğlendiriyor, kadıncağız gıt-gıt gıdaklarken altına kaçırma tehdidiyle karşı karşıya. Dev anırtılar duvarlardan yankılanırken bir an binanın sigortasını kontrol edeyim diye düşünüyorum.
Juice denyosunun bayağı bir pipo takıldığı belli. Yanıma yanaşıp yavaşça fısıldıyor. "Sick Boy, şey, Si, diyodum ki, hafta sonu Rab'in toplantısı için bizimle Amsterdam'a gelsene. Kırmızı-fener sokağındaki iskontolara falan bakıcaz."
Hiç yolu yok, amına koyayım. "Çok isterdim Terry ama burayı bırakamam," deyip köşedeki ölü et yığınlarına bağırarak son siparişlerini vermelerini söylüyorum. Moruk sikiciler birer bira daha ısmarlamadan yakında dönüşecekleri hayaletler misali gecenin içinde kayboluyor.
Bir erkek grubuyla Amsterdam'a falan gitmem ben. Birinci kural: sosyal olarak etrafını hatunlarla donat, "erkek arkadaş" gruplarına katılmaktan mümkün olduğunca kaçın. Barı kilitledikten sonra Terry DJ bir arkadaşının, N-Sign'ın çaldığı, şehirdeki bir kulübe gidelim diye başımın etini yiyor. Vallahi, bu N-Sign bayağı ünlü ve herhalde iyi bir şeyler yapıyor olmalı, o yüzden barı kapatıp seve seve onun peşine takılıyorum. Bir taksiye biniyoruz, sonra Cowgate'deki bir kenefin önünde bekleşen uzun kuyrukları geçip en öne yürüyoruz, Terry güvenlikleri başıyla selamlayıp göz kırpıyor. İçlerinden biri, Dexy, eski bir tanıdığım olduğu için biraz çene çalıyoruz.
Burası Edinburgh, elitist Londra değil, tabii ki VIP bar falan yok, o yüzden biz de siktiğimin varoşlarıyla göt göte durmak zorunda kalıyoruz. N-Sign denen çocuk barda, etrafına bir sürü veletle çıtır piliç toplanmış. Terry ile beni başıyla selamlıyor. Birkaç çocukla beraber kokların çizildiği ofise geçiyoruz. Artı, birkaç kasa hoş geldin birası da var burada. Terry beni birileriyle tanıştırıyor, N-Sign denen çocuğu hafiften tanıyorum zaten, Juice denyosunun eski bir arkadaşı. Bu tipler Longstone'dan, Broomhouse ya da Stenhouse'dan, aman her neresiyse artık. Jambo'ların çoğunlukta olduğu bir yer işte. Çok garip, artık Hibs'i o kadar kıçıma takmasam da Hearts'a olan nefretim hiç azalmıyor.
Terry millete o gece yaptıklarımızı anlatıyor. "Sick Boy'un yerinde uzun bi seans yaptık. Şu öğrenci hatun da vardı, amına koyayım. Rab Birrell'in okul arkadaşı olan," dudaklarını sarkıtıp bana bakıyor, "O nası bişi öle ya?"
Çenesinin düşüklüğü, özellikle de çilek yapmışken endişe verici bir düzeyde ama şovunu izlemenin keyfi bulaşıcı. "Gayet düzgün," diye onaylıyorum.
"Ama afgana dayanamadılar. Önce gözlüklü ufaklık kriz geçirdi, sora gerçekten sikişilebilir olan, şu Nikki, resmen bayıldı falan yani. Bu göt herif de onu kendi evine atıp düzdü," diyerek başıyla beni işaret ediyor.
Kafamı sallıyorum. "Ne düzmesi, amına koyayım. Gina kızı tuvalete götürdü, sonra beraber benim eve taşıyıp yatağa yatırdık. Ben tam bir centilmendim, romanlardaki gibi, yani Nikki'ye karşı öyleydim en azından. Ama sonra Gina'nın evine gidip onunla sikiştim."
"Bak sen, bence geri dönüp Nikki'yi de düzmüşündür, amcık ağız seni!"
"Yoo... Sabah bir teslimat için erken kalkmam gerekti, o yüzden kalkıp hemen paba gittim. Evi aradığımda Nikki gitmişti. Gitmemiş olsa bile örnek bir centilmen gibi davranacaktım."
"Bunlara inanacağımı mı sandın?"
"Bu işler böyledir, Tel," diyorum gülümseyerek, "bazı hatunlarla işi ağırdan almak gerekir. Kusmuklu bir cesede sikimi sokmak ilgimi çekmiyor zaten."
"Ya, kız boşa gitti desene," diye söyleniyor Terry, "çünkü ufaklık cidden de çok istekliydi," diyor N-Sign denen çocuğa, ya da Terry'nin kullandığı gerçek adıyla, Carl'a. "Baksana Carl, bence sen de kulüpteki hatunlardan birkaçını toplayıp paba gelmelisin. Taze kana her zaman ihtiyacımız var," diye takılıyor.
Bu DJ kafa çocuk ama. Bir paketi paylaşarak bayağı bir beyin hücresi katlediyoruz. Sonra bana öyle bir şey söylüyor ki kalbimi daha demin yaptığım taş gibi çizgiden daha hızlı attırmaya başlıyor. "Geçen hafta Dam'a gittim. Kulübü işleten çocukla karşılaştım. Eskiden arkadaştınız hani. Renton. Aranız limoniymiş diyolardı. Sonradan düzeldi mi?"
Ne diyor bu böyle?
Renton mı? RENTON MI? SİKTİĞİMİN RENTON'I MI YANİ?
Düşünüyorum da, vallahi belki de Dam'a gitmek isteyebilirim, amına koyayım. Porno piyasasını araştırırım. Neden olmasın? Hem ziyaret hem ticaret. Ödenmeyen siktiğimin bir borcunu da tahsil edebilirim böylece!
Renton.
"Ha tabii, şimdi iyiyiz," diye yalan söylüyorum. "Kulübünün adı neydi onun?" diye soruyorum unutmuş gibi.
"Luxury," diyor Carl N-Sign Ewart denen çocuk masum masum ve kalbim küt küt atmaya devam ediyor.
"Ha, evet," diyorum, "Luxury'ydi, değil mi?"
O siktiğimin dönek salça kafasına lüksün ne olduğunu gösteririm ben.