Yapabileceğim bir şey yoktu.
Hiçbir şey yapamadım. Ne bağırabildim, ne kendimi savunabildim, hiçbir şey yapamadım.
Arabadaki çocuklar onu görmedi.
Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Araba hızla gelip benden birkaç metre ötede Franco'ya çarptı. Begbie arabanın üstünden kayıp yola düştü. Öylece serilip kaldı, burnundan kanlar süzülmeye başladı.
Yanına koşarken ne bok yediğimin bilincinde değildim. Diz çöktüm, başını destekleyip fıldır fıldır gözlerinin ateşler saçarak tamtam çalışını, şaşkın bir kötülükle dolup taşmalarını izledim. Onu böyle görmek istemiyorum. Gerçekten istemiyorum. Bana vurmasını, tekmelemesini istiyorum. "Franco, abi üzgünüm... neden böyle oldu... özür dilerim abi..."
Ağlıyorum. Begbie'yi kollarımda tutmuş ağlıyorum. Eski zamanları, iyi zamanlarımızı hatırlayarak gözlerinin içine bakarken kin ve hınç dingin bir ışığı içeri almak için açılan kalın bir perde gibi o gözlerden uzaklaşıyor ve incecik dudakları şeytani bir tebessümle kıvrılıyor.
Resmen gülüyor, amına koyayım. Sonra konuşmaya çalışıyor. "Seni hep sevdim," gibi bir şeyler söylüyor ama belki de ben duymak istediğimi duyuyorum, belki de küfür ediyor. Sonra öksürmeye başlıyor ve ağzının kenarından incecik bir çizgi halinde kan akıyor.
Bir şeyler söylemeye çalışıyorum ama birden tepemizde dikilen birini fark ediyorum. Yukarı bakıp, aynı anda hem yabancı hem de tanıdık gelen bir yüz seçiyorum. Nelly Hunter olduğunu anlıyorum, yüzündeki dövmeleri sildirmiş. Tam ağzımı açacakken suratımda patlayan yumruğu çenemi çatırdatıyor.
Vücudum şok içinde sarsılırken yüzümde acayip bir zonklama hissediyorum. Ağzına sıçayım, bu neydi böyle. Sendeleyerek ayağa kalkmaya çalışırken yeniden o hortlak kalabalığının içine daldığını görüyorum. Bir el omzuma dokununca Franco'nun çetesi beni haşat edene kadar dövecek korkusuyla hemen arkama dönüyorum ama yeşil ceketli bir hastabakıcı çıkıyor. Franco'yu sedyeye koyup ambulansa taşıyorlar. Ben de peşinden gitmeye kalkıyorum ama bir polis önüme dikilip gidemeyeceğimi söylüyor. Başka bir aynasız önce hastabakıcıya sonra da benim aynasıza başıyla işaret ediyor. Polis yolumdan çekiliyor, ambulansın arkasına biniyorum, kapılar çarpılarak kapanıyor ve hareket ediyoruz. Franco'ya doğru eğilip dayanmasını söylüyorum. "Her şey yolunda Frank, ben yanındayım abi," diyorum, "ben yanındayım."
Çenemi ovuyorum, Nelly'nin yumruğu bayağı ağırmış. Leith'e hoş geldin. Eve hoş geldin, amına koyayım. Ama evim neresi ki şu anda? Leith... değil. Amsterdam... değil. Evin kalbinin olduğu yerse, şu anda benim evim Dianne. Havaalanına gitmem lazım.
Franco'nun elini sıkıyorum ama artık bilincini yitirmiş durumda, hastabakıcılar yüzüne bir oksijen maskesi takıyorlar. "Onunla konuşmaya devam edin," diye destek veriyor bir tanesi.
Bu hiç kolay değil, amına koyayım. Tuhaf olan şey, seneler boyu hep bu ânı beklemiş, hatta hayal etmiş olmam ama şu anda bunun dışında her şeye varım. Ambulansçı çocuğun beni cesaretlendirmesine gerek yok çünkü istesem de çenemi tutamıyorum. "Evet... senle bi araya gelmeyi, işleri düzeltmeyi istedim, Frank. Londra'da olanlar için sahiden çok üzgünüm ama Frank, doğru dürüst düşünemiyodum, sadece gitmem lazımdı, maldan kurtulmam gerekiyodu. Amsterdam'da yaşıyodum ama bi süreliğine buraya geldim Frank. İyi bi hatuna rasladım... seversin. Eskiden ne çok eğlendiğimizi düşünüyorum hep, Links'teki maçları; annen bana hep iyi davranırdı size geldiğimde, bana istendiğimi hissettirirdi. Böyle şeyler unutulmuyor ki. Hani cumartesi sabahları Junction Sokak'taki State'e gidip çizgi film seyrederdik veya şu Walk'un başındaki küçük salaş sinemaya, adı neydi oranın... Salon! Paramız varsa öğleden sonra Easter Caddesi'ne giderdik, sen bedavadan girmeyi becerirdin hep... Leith Akademisi'nin duvarlarına sprey boyayla isimlerimizi ve Y.L.T. yazarken yakalanmıştık, daha on bir yaşındaydık, nerdeyse ağlayacaktık, polis de bizi salıvermişti! Hatırlıyo musun? Sen, ben, Spud, Tommy ve Craig Kincaid vardı. İkimiz de Karen Mackie ile düzüşmüştük hani, hatırladın mı? Motherwell'de o koca amcığa dayak attıktan sonra senin yerine benim enselenmeme ne demeli!"
İşin acayibi bunları söylerken, hatırlarken ve hissederken, beynim başka bir şey düşünüyor. Sick Boy'un doğuştan, içgüdüsel olarak sömürücü ve çıkarcı olduğunu, kendi devrinin adamı olduğunu düşünüyorum. Ama süreçle fazla ilgili olması onun sonuca ulaşmasını engelliyor; entrikaların ve işin sosyal yönünün daha önemli olduğunu zannediyor, bunların gerçekten bir anlamı olduğuna inanıyor. Kendini öyle kaptırıyor ki durup şöyle bir arkasına yaslanmayı ve en basit şeyi yapmayı unutuyor.
Parayı alıp kaçmak gibi.
Paranın benimle birlikte ortadan kaybolduğunu görünce hiç memnun olmayacak. İki kere üst üste sikilmekten doğacak olan kendinden nefret duygusu büyük ihtimalle bir çeşit akıl hastalığının ortaya çıkışını hızlandıracak. Böylece hem zavallı Franco'dan hem ondan sonsuza kadar kurtulmuş olabilirim. Franco... oksijen maskesini çıkarırsak aynı eskisi gibi görünüyor. Üzerinden gelen bir zil sesi duyuluyor, ceketinin cebindeki telefonun çaldığını fark ediyorum. Hastabakıcıya bakıyorum, başını sallıyor. Telefonu çıkarıp açıyorum. Kulağımda bir çığlık patlıyor: "FRANK!"
Sick Boy'un sesi.
"RENTON'I YAKALADIN MI? CEVAP VER FRANK! BEN SIMON! BENİM! BENİM! BENİM!"
Hattı kesip telefonu kapatıyorum. "Galiba kız arkadaşı arıyordu," derken duyuyorum kendimi hastabakıcıya, "ben onu sonra ararım."
Hastaneye girdiğimizde ben sessiz bir bulutun içindeyim. Sıska, asabi, genç bir doktor gelip Franco'nun hâlâ bilinçsiz olduğunu söylüyor, ki bunu zaten anlamıştım. Onu yoğun bakıma alıyorlar. "Onu biraz güçlendirip aldığı hasarı anlayabilmek için testler yapmamız gerek," diyor doktor çekine çekine, baktıkları adamın kim olduğunu bilir gibi.
Yapabileceğim başka bir şey yok, yine de yoğun bakıma çıkıyorum ve bir hemşirenin koluna serum taktığını görüyorum. Hafifçe gülümsüyorum, hemşire de kısa, ekonomik ve profesyonel bir tebessümle karşılık veriyor. Dianne'le birlikte havaalanında olmayı ne kadar çok istediğimi, Nelly'nin ve Franco'nun öbür arkadaşlarının kapıdan daldıklarını görmeyi hiç istemediğimi düşünüyorum. "Kusura bakma, Frank," diyorum çıkmadan önce, sonra aniden dönüp ekliyorum, "Güçlü ol." Koğuştan çıkıp hızlı hızlı koridordan geçiyorum, mermer merdivenlerden aşağı iniyorum, üst üste iki kapıdan geçip ön avluda bekleyen taksilerden birine atlıyorum. Havaalanına çabuk gidiyoruz çünkü trafik çok sakin ama gene de geç kalıyorum. Çok geç.
Dış hatların önünde durduğumuzda Dianne'in bana el salladığını görüp yanına koşuyorum. Dianne olduğu yerde put gibi dururken ben yaklaştıkça buzları çözülmeye, ne halde olduğumu görünce haklı üzgünlüğü uçup gitmeye başlıyor. "Aman Tanrım... neler oldu? Beni eski bir sevgili için ektiğini falan düşünmeye başlamıştım."
Bir an gülecek gibi oluyorum. "Öyle bir tehlike hiçbir zaman yoktu," diyorum ona sarılarak ve titreye titreye kokusunu içime çekiyorum. Sakinleşmeye çalışıyorum çünkü o uçağa binmem lazım, şimdiye kadar hissetmediğim kadar büyük bir tutkuyla binmek istiyorum o uçağa.
Koştura koştura check-in'e gidiyoruz ama geçmemize izin vermiyorlar. Londra uçuşunu da, aktarmalı uçuşu da kaçırmışız. Orospu çocuğunu dakikalarla, hatta saniyelerle kaçırdık. Ama kaçırdık işte. Neyseki açık biletlerimiz var ve bir sonraki Londra aktarmalı San Francisco uçuşuna yer ayırtıyoruz, yani yarın öğlene. İkimiz de şehre dönmeye dayanamayacağımıza karar verip yakınlardaki bir otelde kalıyoruz ve orada ona bütün olanları anlatıyorum.
Kırmızı-yeşil örtülü yatakta Dianne'le birlikte oturuyoruz; o hâlâ şokta, eli elimde. Elinin üstündeki incecik mavi damarları inceleyerek hikâyemi anlatmaya devam ediyorum. "Çok manyaktı, o ruh hastası orospu çocuğu beni öldürebilirdi yani... donup kaldım... kendimi savunmaya çalışacağımdan bile emin değildim... En acayibi de... sonradan... sanki hâlâ arkadaş gibiydik, sanki ben onu soymamışım, böyle bir şey yaşanmamış gibi. Çok sapıkça ama bir yanım o amcık herifi hâlâ seviyor... psikolog olan sensin, nedir bu?"
Dianne dudaklarını büzüp düşünürken gözleri büyüyor. "O senin hayatının bir parçası sanırım. Kaza yüzünden kendini suçlu hissediyor musun?"
İçimde ani, keskin bir soğuk hissediyorum. "Hayır. Caddeye öyle atlamaması gerekirdi."
Odada merkezi ısıtma var ama Dianne ellerini ısıtmak ister gibi kahve fincanını avuçlarında tutuyor. Hiç tanımamasına rağmen Franco'nun başına gelenlerin onu da şoka uğrattığını fark ediyorum. Bendeki duygular ona bulaşıyor sanki.
Konuyu değiştirmeye, geleceği düşünerek kendimizi toparlamaya çalışıyoruz. Dianne porno üstüne yazdığı tezin çok iyi olmadığını ve okula bir yıl ara vermek istediğini anlatıyor. Belki de Amerika'da bir okula gideceğini söylüyor.
San Francisco'da ne yapacağız, öyle takılacak mıyız? Ben yeniden kulüp işine girebilirim ama pek sanmıyorum, çok belalı iş. Dianne'le beraber internet sitesi işine girip, Dot-com'cu oluruz belki de. Bunu yeterince uzun zamandır planladık ve hayal ettik ama şu anda bu konuyu düşünemiyorum, aklımda bir tek Begbie var, bir de Dianne tabii. Zaten hep öyleydi ama sonunda gayet havalı bir kadın olup çıktı. Eskiden doğru düzgün bir ilişkiyi yürütemeyecek kadar genç ve çocuksu olan bendim. Bu sefer aşk ya da nakit bitene kadar bunu yürüteceğiz.
Ertesi sabah erken kalkıp otelde kahvaltı ediyoruz. Hastaneyi arayıp Franco'nun haberlerini alıyorum. Bir değişiklik yok, bilinci hâlâ yerinde değil ama röntgenler yaraların derecesini belirlemiş; tek bacağı kırık ve kalça kemiği paramparça olmuş, birkaç kaburgada çatlak, tek kolunda ve kafatasında kırıklarla çatlaklar, bazı iç organlarda da hasar varmış. Hareketsiz hale gelmesi beni rahatlatmalı ama başına gelenler yüzünden kendimi hâlâ berbat hissediyorum.
Evet, şu anda kendimi suçlu da hissediyorum.
Havaalanı yolunda Dianne sonunda gidebildiği için heyecanlı, bense burada bir saniye fazla kalmanın sonuçlarından endişeliyim.