"Seni siktiğimin korku tüneli," diyerek aynadaki görüntümle alay ediyorum. Önce kendi çıplak vücuduma, sonra da dergideki modele bakıyorum, dergiyi yukarı kaldırıp kızı kendi boyutlarımda hayal etmeye çalışarak vücudunun şeklini ve kıvrımlarını kendiminkilerle karşılaştırıyorum. Ben hiçbir zaman o kadar kusursuz olamayacağım. Göğüslerim çok küçük. Hiçbir dergide görünmeyeceğim, çünkü ben öyle birisi değilim, ona benzemiyorum bile.
ONA HİÇ BENZEMİYORUM, AMINA KOYAYIM.
Bir erkeğin bana söyleyebileceği en korkunç şey ne kadar harika bir vücudum olduğu. Çünkü ben iyi, harika, muhteşem, güzel bir vücut istemiyorum. Dergilere çıkacak kadar iyi bir vücut istiyorum ve eğer olsaydı zaten çıkardım ama çıkamıyorum çünkü yok. Gözlerimdeki rimel gözyaşlarıyla birlikte akıyor ama neden ağlıyorum? Hiçbir yere gittiğim yok da ondan.
DERGİLERE ÇIKAMIYORUM.
Ve bana harika bir vücudum olduğunu söylüyorlar çünkü beni sikmek istiyorlar, çünkü bana bakınca sikleri kalkıyor. Ama bu dergilerdeki kızlardan biri onlarla sikişmek isteseydi bana bakmazlardı bile. İşte ben buradayım, ne yaptığımı biliyorum, beni obezleştiren medya tarafından üzerime fışkırtılan negatif kusursuzluk imajlarıyla durmadan savaştığımı biliyorum. Biliyorum ki ne kadar çok erkek benden tahrik olursa, ben de kendimi diğerleriyle o kadar çok karşılaştıracağım.
Sayfayı dergiden yırtıp top haline getiriyorum.
Şu anda kütüphanede çalışıyor ya da ödevimi yazıyor olmalıydım ama ben zamanımın yarısını hiç utanmadan W.H. Smiths'de rafları karıştırarak geçirdim: Elle, Cosmo, New Woman, Vanity Fair, hepsine baktım. Erkek dergilerine de baktım; GQ, Loaded, Maxim, hepsine ağzım açık bakakaldım; ta ki içlerinden bir tanesi, yalnızca biri, asla ama asla böyle görünemeyeceğimi düşünerek kendimden nefret etmeme neden olana kadar inatla onların fotoşoplu kusursuzluklarını seyrettim. Ha, evet, bilişsel ve entelektüel bir düzeyde bu görüntülerin aslında birer kompozisyon olduğunun farkındayım, müdahale edilmiş, fotoşoplanmış, bir tek iyi kare elde edebilmek için modelin vücuduna tonla makyaj yapılmış, bir sürü ışık ve makaralarca film kullanılmış, öyle tabii. Resimlerdeki o modelin, aktrisin, genç Pop Star'ın tıpkı benim gibi kafayı yemiş nevrotik bir orospu olduğunu da biliyorum; sıçıyor, pantolonuna kaçırıyor, stres altında yüzü iltihaplı sivilcelerle doluyor, midesindeki muhteviyatı defalarca dışarı çıkarmaktan kronik olarak nefesi kokuyor, devam etmek için yaptığı koktan artık burun kemiği erimiş ve aylık kanaması koyu ve pis pis damlıyor. Evet. Ama entelektüel olarak bilmek yeterli değil çünkü "gerçek" artık "doğru" değil. Gerçek bilgi duygusal ve duygularda yatıyor artık, gerçek duygular fotoşoplanmış imajlardan, sloganlardan ve repliklerden doğuyor.
KAYBEDENLERDEN DEĞİLİM BEN.
Yüzyılın bir çeyreği, en iyi çeyreği neredeyse geçti ve ben hiçbir şey, hiç ama hiçbir şey yapmadım...
KAYBEDENLERDEN DEĞİLİM BEN, AMINA KOYAYIM.
Ben aklı başında her erkeğin yatmak isteyeceği muhteşem Nicola Fuller-Smith'im. Çünkü güzelliğim onun benlik imgesini en iyi şekilde tamamlayacaktır.
Ve şimdi Rab'i düşünüyorum; gözlerindeki o neredeyse kehribar rengi kahverengi diskleri ve gülümsediği zaman onu nasıl da istediğimi ama onun beni istemediğini; kim olduğunu zannediyor, kendinden genç, harika bir kız onu istediği için... hayır, ÇİRKİN ÇİRKİN ÇİRKİN Bİ KIZ, İĞRENÇ OROSPUNUN TEKİ, AMINA KOYİİM...
Kapı. Sabahlığımı üzerime geçiriyorum ve anahtarlar kilitte dönerken salondaki masanın üstünde bırakmış olduğum ödevimin başına dönüyorum.
Lauren gelmiş.
Küçük, salak, ince, güzel Lauren, benden ALTI YAŞ daha küçük ve o aptal elbiselerinin ve salak gözlüğünün altında kahrolası çıtır bir tanrıça gibi duruyor ama ne o ne de çevresindeki onun kadar kör ve salak herifler bunun farkında bile değil.
O altı sene. Aptal, küçük Lauren Boşvermiş'in sahip olduğunun farkına bile varmadan harcayacağı o altı yılın bir iki senesi için bile bu yaşlı, çirkin Nicola Fuller-Smith neler vermezdi.
MOR-RUKK, siktir git başımdan, amına koyayım.
"Selam, Nikki," diyor neşeyle. "Kütüphanede harika bir metin buldum ve..." Bana bakıyor şimdi. "Ne oldu sana böyle?"
"McClymont için yazdığım şu boktan ödeve konsantre olamıyorum," diyorum. Kitap ve kâğıtlarımın haftalar önce bırakmış olduğum yerde durduklarını görüyor. Artı, masanın üzerindeki dergileri de görüyor.
"Yeni ve çok iyi bir film sitesi var, zekice yapılmış eleştiriler, kendilerini öne çıkarmadan gerçekten analitik şeyler yazıyorlar, anlatabiliyor muyum..." diye gevezelik ediyor ama ilgilenmediğimin farkında.
"Dianne'i gördün mü?" diye soruyorum.
Lauren kibirli havalarda bana bakıyor. "Son gördüğümde kütüphanedeydi, tezi üstünde çalışıyor. Çok kararlı bir kız," diye mırlıyor hayranlıkla. İşte şimdi kendine yeni bir abla buldu ve ben de bir çift inekle kapana kısılmış vaziyetteyim. Konuşmaya başlıyor, duraksıyor, sonra ne olursa olsun konuşmaya karar veriyor. "Peki McClymont'un ödeviyle ilgili bu büyük sorun nedir? Eskiden şıp diye yapıverirdin hepsini."
Ben de ona sorunun tam olarak ne olduğunu anlatıyorum. "Büyük sorun anlayış ya da zekâyla ilgili değil. Yönelim sorunu: yapmak istediğim hiçbir boku yapmıyorum. Benim yapmak istediğim şey işte orada olmak, dergilerin kapağında," diyorum Elle'i sehpanın üzerine çarparak. Birkaç çarşafla biraz tütün yere saçılıyor. "Ve bunu McClymont için on yedinci yüzyıldaki İskoç göçüyle ilgili bir ödev yazarak yapamam."
"Ama bu kendini kandırmak olur," diye bok atıyor Lauren, "Diyelim ki derginin kapağına..."
Bunu öylesine normal bir şeymiş gibi söylüyor ki düşünebildiğim tek şey: ne zaman, ne zaman, ne zaman, ne zaman? "Sence çıkabilir miyim?"
Ama cevaben duymak istediklerimi söylemiyor. Onun yerine bana acı, mutsuzluk ve sıkıntıdan başka bir şey veremeyecek şeylerle beynimi sikiyor çünkü bu dünyada ayakta kalabilmek için mutlaka göz ardı etmemiz gereken gerçeklerle yüzleşmemi sağlamak zorunda. "... bir süre için kendini iyi hissederdin, bir hafta sonra yaşlanırdın ve senden daha genç bir kız yerine geçerdi. O zaman nasıl hissedecektin?"
Ona bakarken damarlarımda bir böcek soğukluğu dolaşıyor ve bağırmak istiyorum:
DERGİLERDE YOKUM. TELEVİZYONA ÇIKAMIYORUM, REALITY TV'DE EZİK ŞİŞKO KOCASI TARAFINDAN AŞAĞILANAN ŞİŞKO BİR EZİK OLANA KADAR DA ÇIKAMAYACAĞIM. SIRF BANA BENZEYEN ÖBÜR ŞİŞKO ANGUTLAR EĞLENSİN DİYE. SENİN "FEMİNİZM"İN BU MU, HA? BU MU? ÇÜNKÜ EĞER KONTROLÜ ELE GEÇİRMEZSEK BENİM İÇİN VE BİRÇOKLARI İÇİN EN İYİ SENARYO BU OLACAK.
Ama onun yerine kendimi toparlayıp şunları söylüyorum: "Harika hissederdim çünkü en azından başarmış olduğumu bilirdim. En azından bir şeyleri becermiş olurdum. Bütün olay bu. Orada olmak istiyorum. Rol yapmak, şarkı söylemek, dans etmek istiyorum. Ben. İnsanların benim yaşadığımı görmelerini istiyorum. Nikki Fuller-Smith yaşadı, amına koyayım."
Lauren endişeyle bana bakıyor; aynı "bugün okula gidemeyeceğim..." diyen çocuğuna bakan bir anne gibi. "Ama yaşıyorsun ya zaten..."
Artık sayıklıyorum, salak saçma şeyler dökülüyor ağzımdan, gene de gerçeğin içinde saklı olması gereken türden bir sayıklama bu. "Miki filmler yaptıktan sonra da gerçek porno yapmak istiyorum, sonra yapımcı ve yönetmen olmak istiyorum. Dizginleri elinde tutan kişi olmak istiyorum. Ben. Bir kadın. Ve sana hemen söyleyeyim, dünyada böyle bir kontrole büyük ölçüde sahip olabileceğin tek sanayi pornodur."
"Saçmalama," diyerek kafasını sallıyor Lauren.
"Saçma falan değil," diyorum geri çekilmeden. Lauren pornografi hakkında ne bilir ki? Hiç seyretmemiş, yapım aşamasında hiç bulunmamış, seks işçisi olarak çalışmamış, pornografik bir internet sitesini bile ziyaret etmemiş. "Anlamıyorsun," diyorum.
Lauren çarşaflarla tütünü yerden alarak sehpaya koyuyor. "Başkası gibi konuşuyorsun. Büyük ihtimalle Rab'in şu arkadaşı gibi," diyerek somurtuyor.
"Salaklaşma. Hem Terry'den bahsediyorsan onunla daha yatmadım bile," derken, bunu itiraf ettiğim için kendimi kötü hissediyorum.
"Daha kelimesi çok önemli."
"Yatıp yatmayacağımı da bilmiyorum. Onu çekici bile bulmuyorum," diyorum bir çırpıda. Çok fazla konuşuyorum. Lauren hakkımda her şeyi, hemen hemen her şeyi biliyor ve ben onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Sırları var, evet ve onun adına umarım ki bunlar ilginç şeylerdir.
Dertli dertli bana bakarken sesinin tonu değişiyor. "Kendinle neden bu kadar uğraştığını anlamıyorum, Nikki. Sen hayatımda gördüğüm en güzel kız... kadınsın."
"Hah, sen git de bunu geçen gün beni salak durumuna düşüren çocuğa anlat," diyorum sümkürür gibi ama içten içe kendimi çok iyi hissetmeye başlıyorum. Yağcılığa karşı tepkim böyle: dudak büksem de yüz kaslarımda o mide bulandırıcı gerilmeyi hissediyorum, kendiliğinden, beni ele geçiriveriyor, sonra midemde uçuşmaya başlayan o kelebekler kollarıma ve bacaklarıma kadar yayılıyor. Acayip hoşuma gidiyor.
"Kimdi o?" diye neredeyse gıdaklıyor Lauren. Kaygıyla gözlük çerçevesini elliyor.
"Aman, çocuğun teki işte, kim olacak," diyerek gülümsüyorum, bilmediğini çok iyi bilerek. Bir şeyler söyleyecek gibi oluyor ama Dianne'in anahtarlarının kilitte döndüğünü duyuyoruz.