Ali'yi yalnız bi kere görebildim, çocukla beraber, hiç konuşma şansımız olmadı hani. Gene de ben acayip iyiyim, iyiyim, iyiyim abi, çünkü araştırma çok iyi gidiyo ve uyuşturucudan uzak duruyorum. Ali biraz... şey... şüpheciydi abi, çünkü bu yollardan daha önce de geçti falan ama kızcağız haklı, sanırım böle davranarak beni daha da gaza getirmek istiyo. Başka bi iyi haber de Sick Boy'la aramızın yeniden düzelmiş olması. Bugün onu görücem çünkü ufak bi iş üstünde çalışıyoruz yani.
Kız kardeşim Roisin'in evinde kalıyodum, bizim Bay Begbie kadar dobra olmak gerekirse birlikte yaşamak isteyebileceğim türden bi hatun diil hani. Benden on yaş daha küçük ve Murphy klanına ait yaşam tarzını hiçbi zaman tasvip etmedi. Ama erkek arkadaşı baya kafa çocuk hani, çalışmak için İspanya'ya gitti ve sezonluk Easter Road[36] biletlerini bana bıraktı. Asırlardır hiç maça gitmemişim abi ama yeşil sahalar artık beni çağırıyo. Bu Alex McLeish bana biraz Rents'i hatırlatıyo ya da NYPD Blue'daki şu kediyi, adı neydi onun? Robinson Cruose mu? Yok ama öle bişi yani. Galiba daha çok kürklerinin rengi yüzünden. Şimdi geride şu Fransız çocuk var, ortada da şu küçük siyah kedi duruyo. Dunfermline'a karşı kendi sahamızda oynıyacağımız maça gidebilirim yani, sıkıntıyla savaşmak abi, her zaman en iyi yol budur hani. Sıkıntı ve endişe. Birincisi yüzünden speed peşine düşeriz. Sora da öle endişeli oluruz ki Salisbury Kayalıkları'na tırmanmaya başlarız.
Ama bu bizim küçük hemşireyi ilgilendirmiyen bi anlaşma abi, tamam yani. Yani, bi zamanlar aynı rahimde dokuz aylık kiracılar olmuş falan olabiliriz ama sanırım ordan çıktığımızda ikimiz de farklı zamanlara ayak atmışız abicim, farklı dönemlere hani. Bilet koçanını kuyruğuma taktığım gibi Rosh'un evinden ayrılıyorum.
Aşağıya inerken merdivenlerden acayip bağırtılar duyuyorum. Alt kata indiğimde June'la karşılaşıyorum, Franco'nun eski karısı. Yanında iki Begbie yumurcağı, birisi bağırıyo, öbürünü June dövüyo, kız kopmuş görünüyo abi, n'apıcağını sapıtmış bi durumda hani. "ONA VURDUĞUNU GÖRDÜM! SAKIN İNKÂR ETMEYE KALKIŞMA! BEN SANA NE DEDİM SEAN!"
Begbie yumurcağı orda dikilmiş tokatlara göğüs geriyo, titrek bi kukla gibi oradan oraya kıvrılıyo ama kıçında bile diil. Bu küçük kedi sanki vuruşların şiddetine göre kıvrılıp bükülen bi hip-hopçu, break dansçı gibi. Öteki küçük kedinin korkudan dili tutulmuş, öz susuyo şimdi.
"Hey selam!" diye bağırıyorum, "N'aber June!"
"Spud," diyip aniden beni selamlamaya ve kafasını sallamaya başlayınca sanki bi çeşit sinir krizi geçiriyo gibi, biliyosun mu?
Acayip bi durum tabii. Yani, onun burda yaşadığını bile bilmiyodum. "Ha ha... iyi misin..." Yanına gidip alışveriş torbalarını alıyorum, tekinin saplarından biri kopmuş.
"Evet... sağ ol Spud. Bu ikisi var ya..." diyip başıyla ufaklıkları işaret ederek hıçkırıyo.
"Bunlar senin ufaklıklar mı?" diyerek gülümsüyorum. Küçük olan ürkekçe gülümsüyo ama Begbie neslinden büyük olanı ürkünç bakışlarla bana bakıyo, böle küçük bi kedide görmeyi hiç ummayacağınız türden bakışlarla. Evet, bu çocuk Franco'nun oğlu abi, çok belli hani!
June anahtarları kilide sokup kapıyı açıyo. Çocuklar içeri dalarken büyük olanı Sky Sports hakkında bişiler haykırıyo. June onların içeri dalışını seyrediyo, iki kişilik bi tahribat bölüğü gibiler. Sora bana dönüyo, "Seni bi kahve içmeye davet etmek isterdim Spud ama evi bok götürüyo."
Sadece evi bok götürmüyo abi. June pilici de amı götü dağıtmış görünüyo hani. Bunu öle bi şekilde söylüyo ki, sanki biriyle konuşmaya ihtiyacı varmış gibi. Sick Herif ve Kuzen Dode'la buluşma sözü verdiğimi biliyorum ama biraz sohbet etmek bana da iyi gelir. Ali'den de, sırtımı görmek için can atan üst kattaki Rosh'dan da hiçbişi alamıyorum. "Bizim evden daha kötü olamaz," diyorum. June bunu düşünür gibi bana bakıyo, sora doru olabileceğine karar veriyo.
Eve girdiğimde her taraf elbiseler ve çocuk oyuncaklarıyla dolu. Lavaboda sanki asırlardır ordaymış gibi görünen bi bulaşık yığını var. Tezgâhta torbaları koyacak yeri zor buluyorum.
June tir tir titrerken ona bi sigara verip yakıyorum. Su ısıtıcısını açıyo ama temiz bardak bulamıyo. Bi tane yıkamak istiyo, içine biraz deterjan sıkmaya çalışıyo ama şişeden sadece bi osuruk sesi çıkıyo. Torbalardan birini açıp yeni bi şişe çıkarıyo ama elleri öle bi titriyo ki kapağını açamıyo. Gözyaşlarına boğuluyo, sadece hıçkırma diil, bu sefer tam olarak yırtınıyo denebilir. "Özür dilerim, sinirlerim çok bozuk, her şey ters gidiyo burda... ortalığın haline bak. Çocukları zaptedemiyorum... Ele avuca sığmıyolar... Destek olan kimse yok, yani Frank dışarı çıktı ama yalnızca bi kere uğradı, çocukları dışarı bile çıkarmadı! İçerden çıkalı on dakka bile olmadan yeni gömlekler, elbiseler, mücevherler almış... Hip-hopçu çocukların taktığı şu altın yüzüklerden... Baş edemiyorum Spud... Artık baş edemiyorum..."
Bulaşık yığınına bakıyorum. "Bak ne diycem, hadi sana yardım ediyim, mutfağa bi saldırı düzenleyelim. Bunları halletmek daha iyi hissetmeni sağlar abi, çünkü kendini bok gibi hissettiğinde, bütün enerjin akıp gittiğinde lavaboda koca bi bulaşık yığını görürsen bu en kötü şeydir, olabilecek en kötü şey budur, bütün enerjin sanki küvet deliğinden akıp gitmiş gibi olur hani, son damlasına kadar. Paylaşılan bi sorun yarıya inmiş demektir falan ya hani."
"Hayır, gerek yok..."
"Hey! Hadi bakalım!" Bir önlük takıyorum. "Saldırı başlıyo abi, saldırı başlıyo!"
Ben bulaşıklara saldırırken June itiraz ediyo ama yarım ağızla, sora o da yardım etmeye başlıyo ve beş dakkada hepsini hallediyoz abi, problem hallediliyo ve her şey yeniden tertemiz ve mümkün hani. Kafanı topla ve yap abi, sadece yap, biliyosun mu? Benim yazma işi de böle abi, git ve yap!
İşte bi iyilik yaptım abi, basit eyleme dayalı bi iyilik. Kafam çok iyi, sanki dünyadaki en iyi speed'i yapmış gibiyim. June pilici de onu ilk bulduğumdan daha iyi durumda abi, gerçekten.
Ama paba gittiğimde Sick Boy'la randevuma geç kalmış durumdayım ve herif eğlencenin kilometrelerce uzağında. Kuzen Dode beynini sikmeklen meşgulken Sick bana bakıp saatini burnuma sokuyo.