Lauren Stirling'den geri döndü. Ana ocağında ona böyle bir "yaşa ve yaşat" ruhu aşılayacak neler oldu çok merak ediyorum. İşlerime burnunu soktuğu için neredeyse özür dileyecek ama tabii kendisinin haklı olduğu savından da taviz vermiyor. Neyse ki telefon çalıyor ve Terry bizi bir öğlen içkisine davet ediyor. Ben gitmek istiyorum çünkü iki gün içinde seks yaparken filme çekileceğiz ve onu biraz daha yakından tanımanın iyi olacağını düşünüyorum. Lauren'ı gelmesi için ikna etmek zorunda kalıyorum çünkü o, öğleden sonraki derse gitmeden önce cigaralık içip televizyondaki haberlere gülerek yeni birleşmemizi kutlamak niyetinde. Ama ben ısrar ediyorum, hatta gözüne biraz kalem çekip ruj sürmesini bile sağlıyorum ve şehre iniyoruz.
Çıkmak için hazırlanırken telefon bir kez daha çalıyor ve babamla konuşuyorum. Ben bir gece önce oteldeki icraatlarım yüzünden suçluluk duygusu içinde kıvranırken babam Will'den bahsediyor; kendi oğlunun ibne olabileceği gibi bir gerçeği hâlâ kesinkes inkâr etmekle meşgul. İki çocuğu arasında ne fark var ki? İkisi de sik emiyor ama kızı bunu para için yapıyor. Telefonu kapatıp dışarı çıkmak için can atıyorum.
Business Bar, kulüple pab arası bir yer, köşede bir DJ kabini ve hoparlörler var. Adım atacak yer yok çünkü N-Sign'ın burada bir set çalacağı söylentisi kulaktan kulağa yayılmış; çocuk galiba Juice Terry'nin ve Rab'in abisi Billy'nin eski bir arkadaşı. Terry bizi bayağı yapılı bir tip olan Billy ile tanıştırıyor. Rab'e baktığımda onun aslında abisinin seyreltilmiş bir kopyası olduğunu anlayıp kopuyorum. Billy gülümseyerek, oldukça centilmence ve biraz da eski moda görünen ama hiçbir yapmacıklık içermeyen bir tavırla ellerimizi sıkıyor. O kadar formda ve sağlıklı görünüyor ki vücudum buna hormonal bir tepki gösteriyor ama o tekrar barın arkasına geçmiş bile, flörtöz tavırlar takınamayacak kadar meşgul.
Terry diken üstünde oturan Lauren'la uğraşıyor. Bir ara ellerine hakim olmasını söylüyor Lauren. "Kusura bakma bebek," diyerek ellerini havaya kaldırıyor Terry, "ama ben çok dokunsal bir adamım, anlarsın ya."
Lauren yüzünü buruşturup kalkarak biraz rahat etmek için lavaboya gidiyor. Terry bana dönüp fısıldıyor: "Konuşsana şunla biraz. Kabız mıdır nedir? Ama bence aslında makul ölçülerdeki bi uzantıya ihtiyacı var, ha? Garanti edilir."
"Sen bulaşana kadar keyfi yerindeydi," diye takılıyorum ama ona katılmamak elimde değil. Eğer birileri Lauren'ı sikiyor olsaydı, kendimi onlara borçlu hissederdim çünkü cidden rahatlardı. Önünde bir sürü zaman var ve tek yaptığı hayal kırıklığına uğramak, gerilmek ve saçma sapan şeyler hakkında kaygılanmak. Başkalarının saçma sapan şeyleri hakkında.
"Şu köşedeki masada oturan Mattias Jack, diil mi?" diye soruyor Rab Terry'ye.
"Evet, ya! Geçen hafta da Russell Latapy ve Dwight Yorke gelmiş buraya, Billy söyledi. Bi yerde futbolcular varsa kuku da vardır," diyerek sırıtıyor Terry. "Ama bu kukular da süper, diil mi Rab?" Tek kolunu belime doluyor şimdi, diğeri de yaklaşmakta olan Lauren'a sarılacak gibi uzanmış. Ama Lauren bizden uzak durarak saatine bakıyor. "Ben derse gidiyorum."
Rab'le mesajı alıyoruz. İçkilerimizi bitirip neşe içinde Billy'yle laflayan Terry'yi barda yalnız bırakıyoruz. Çıkarken, gülümsüyorum: "Perşembeye görüşürüz."
"Dayanamayacam artık," diyerek el sallıyor Terry.
"Bu bokluklar için özür dilerim," diyor Rab New Scotsman Hotel'in önünden geçip North Bridge'e doğru giderken.
Güneşli bir gün olmasına rağmen güçlü, sinir bozucu bir rüzgâr saçlarımı oradan oraya savurup duruyor. "Eğlendik işte, arkadaşların adına özür dilemekten vazgeç, Rab. Terry'nin nasıl bir tip olduğunu biliyorum, bence çok zeki," diyorum, saçlarımı aşağıya çekiştirip kulağımın arkasına tıkmaya çalışırken. Lauren'ın tombul bir gofreti götürüşünü izliyorum, kollarını kavuşturup rüzgârdan korunmak için yukarı kaldırdığı başını çevirip duruyor, gözüne bir şey kaçtığında hızlı hızlı gözlerini kırpıştırıp küfür ediyor. Aklıma Bergman seminerine gittiğimiz geliyor ve neredeyse kıvırtıp gitmekten vazgeçmek istiyorum. Ama dayanıyorum ve sıkıldığım için kendimi suçlu hissediyorum çünkü Rab ve Lauren bayağı kaptırmış görünüyor. Dersten sonra canım takılmak istemiyor; Rab gidiyor, biz de Lauren'la eve dönüp Dianne'in yaptığı makarnayı yiyoruz.
Yemek güzel, aslında mükemmel ama ben tıkanıyorum çünkü televizyonda o var. Sue Parker'ın deyimiyle, Britanya'nın Olimpiyat madalyası rekortmeni Carolyn Pavitt. Carolyn'in dişlek bir tebessümü var ve sarıya boyalı saçlarını biraz uzatmış. Tam bir şirinlik muskası gibi davranıyor ama tavırlarındaki gizli dinamizmle John Parrot ve diğer birkaç konuk futbolcunun içlerindeki kurdu ortaya çıkarıyor. Umarım Ally McCoist'in takımı bu dangalak, memesiz ineği ikiye katlar da, nasıl bir embesil olduğunu herkes görür. Spor Meselesi mi? Spor hakkında ne bilir ki bu karı? Programın adı meme meselesi olmalıydı. Seninkiler nerede bakalım, ha şekerim?
Sonra tekrar bakıyorum. Memeleri var. Dehşet içinde bakakalıyorum ve fark ediyorum: yaptırmış! Britanya'nın Olimpiyat madalya şampiyonu anti-performans-artırıcı memesiz jimnastikçi inek, boyalı sarı saçları ve porselen dişleriyle beraber, medyadaki yeni kariyerine alaycı bir hazırlık niyetine iki adet silikon protez taktırmış.
Bu ikiyüzlü yalancı ineği çok iyi bilirim ben...
Dianne o gece annesiyle babasının evine gidiyor. Lauren'la ben evde kalıp televizyon seyretmeye devam ediyoruz. Lauren bir grup entelektüelin Japon kız romancı fenomenini tartıştıkları sanat programına takmış durumda. Bayağı küçük kızları neredeyse soft porno tarzında resmeden birçok kapak fotoğrafı gösteriyorlar. "İyi ama bu kızlar yazabilir mi?" diye soruyor bilirkişilerden biri. Bir Popüler Kültür Profesörü, ciddi ciddi, sabırsızlık içinde havlıyor: "Bunun ne önemi var, anlamıyorum."
Bu mesele Lauren'ı gerçekten ilgilendiriyor! Biraz cigara içiyoruz ve ikimize de iyi geliyor. Ben bir tabak daha makarna alıyorum, Lauren da bir şişe kırmızı şarap açıyor. Benim yediğim yalnızca küçük bir kâse ama mideme oturduğuna karar veriyorum. Aklıma Severiano/Enrico'nun çektiği polaroidler gelince tuvalete gidip kustuktan sonra dişlerimi fırçalayıp midemi yatıştırsın diye magnezyum sütü tabletleri yutuyorum.
Geri döndüğümde haset içinde Lauren'ın kendi yemeğini yiyişini izliyorum; ufak tefek bir kız için çok fazla yemek yiyor. Hepsi ona benzemek isterdi: anoreksik olmadıklarını söyleyip domuz gibi yemek yiyen şov dünyasındaki kızların hepsi. Yalan söylediklerini hepimiz biliyoruz ama bizim Lauren öyle değil. Devamlı bir şeyler atıştırıp durur. Şarap çok geçmeden bitiyor ve bir şişe de beyaz açılıyor. Öylesine, sakin bir gece ve her şey eskisi gibi, ben ve o, ikimiz baş başa, evde kız kıza bir gece geçiriyoruz. Sonra kapı çalınıyor ve Lauren korkuyla yerinden sıçradıktan sonra öfkeyle kaşlarını çatıyor. "Sakın açma," diye emrediyor bana. Omuz silkiyorum ama kapı ısrarla çalınmaya devam ediyor.
Kalkıyorum.
"Of, Nikki, hayır..." diye yalvarıyor Lauren.
"Dianne olabilir, belki anahtarını falan kaybetmiştir." Kapıyı açıyorum ve gelen tabii ki Dianne değil; Simon karşımda ağzı kulaklarına varmış bir şekilde sırıtıyor. O kadar göz kamaştırıcı, öylesine hoş görünüyor ki, benimle oyun oynadığını bile bile içeri almak zorunda kalıyorum. Salona girdiğinde Lauren'ın suratı düşüyor. "Makarnanın kokusunu aldım," diyor Simon koca bir tebessümle, Lauren'ın neredeyse boşalmış olan tabağına bakarak. "İçimdeki İtalyan," diyor ışıltılar saçarak.
Ben, "İstersen yiyebilirsin. Epey arttı?" derken, Lauren başını öbür tarafa çeviriyor.
"Teşekkürler, ben yemiştim," deyip göbeğine vururken gözleri Lauren'a kayıyor Simon'ın. "Bluzun ne güzelmiş," diyor, "Nereden aldın?"
Lauren Simon'a bakarken bir an için "sana ne lan" diyeceğinden korkuyorum ama usulca mırıldanıyor: "Next'ten almıştım." Sonra kalkıp tabağını mutfağa götürüyor ama oradan dosdoğru odasına gittiğini duyuyor ve Simon bu yorumu yaparken almayı düşündüğü tepki bu muydu acaba diye merak ediyorum.
Düşüncelerimi doğrularcasına kaşlarını kaldırıp sesini alçaltıyor Simon. "Bu pilicin biraz yeniliğe ihtiyacı var," diyor yumuşak, sabırsız bir komplo havasıyla. "Çok hoş kız ama. Üstüne geçirdiği o paçavraların altından bile anlaşılıyor. Lezbiyen değil, değil mi?"
"Sanmıyorum," derken gülmemek için kendimi zor tutuyorum.
"Çok yazık," diyor Simon düşünceli, neredeyse gözle görülür bir pişmanlık içinde.
Sonra kıkırdamaya başlıyorum ama o sessiz kalınca, oyunu devam ettirmem gerekiyor. "Lauren'ı her görüşümde, George Elliot'ın Middlemarch'ının girişi geliyor aklıma."
"Hafızamı tazelesene," diyor Simon, "ben de çok okurum ama neyi kim yazdı hiç hatırlamam."
"'Kötü kıyafetleriyle daha da göze batan bir güzelliği vardı Bayan Brodie'nin, basit giysileri ona asalet katıyordu,'"[44] diyerek o cümleyi tekrarlıyorum.
Simon biraz düşünüp sonra etkilenmediğine karar veriyor. Kendimi kötü hissediyorum ve böyle hissettiğim için de kendimden nefret ediyorum. Ona siktirip gitmesini söylemem gerekirdi aslında. Kişiliği insanda kuşku ve güvensizlik duyguları uyandıran bir adamın onayı neden benim için bir anda bu kadar önemli hale geldi?
"Ne diyeceğim Nikki, sana bir teklifim var," diyor ciddi ciddi.
Şimdi başım dönmeye başlıyor işte. Ne demek istiyor bu böyle? Umursamamış gibi davranıyorum. "Bu türden teklifleri iyi bilirim," diyorum. "Terry ile bir içki içtim? Öğle yemeğinde? Perşembeye kadar bekleyebileceğini sanmıyorum."
"Ya, evet, büyük gün," diyor düşünceli bir tavırla, "ama, hayır, bu öyle bir şey değil. Bana yardımcı olmanı istiyorum, işin şey, sermaye yaratma bölümünde. Bu tamamen işle ilgili bir konu."
Tamamen işle mi ilgili? Geçen geceden sonra mı? Ne diyor bu böyle? Sonra bana şu garip planından bahsetmeye başlıyor, öyle heyecan verici, öyle ilginç bir şey ki kabul etmek zorunda kalıyorum.
Sick Boy, tabii ya.
Kafamı karıştırmaya çalıştığını biliyorum, çiçek almalar falan ama zaten ben de ona tam olarak bunu yapmak istiyorum. Bütün o yakınlık, geçen gecenin şefkati uçup gitti şimdi. Şu anda yalnızca bir iş ortağı, bir porno yıldızıyım. Bir mayın tarlasında yürüyorum ve bunun farkındayım ama hiçbir şey yapamıyorum. Haydi bakalım, Sick Boy, istediğin kadar oyun oynayacağım seninle. "Rab'in abisi Billy'ye rastladım bugün. İyi çocuğa benziyor," diyerek bir tepki gelmesini bekliyorum.
Simon'ın tek kaşı havaya kalkıyor. "Business Birrell," diyor. "Çok komik, bu miki film işine kadar onun Rab'in abisi olduğunu bilmezdim. Ama çok benziyorlar. Evet, seneler önce, Business Bar ilk açıldığında, onunla biraz takışmıştık. Terry ile oraya gittik, Terry'nin üzerinde işçi tulumu vardı. Biraz kafayı bulduk. Sonra Business'a dedim ki, 'Boks biraz burjuva sporu değil mi?' Dalga geçiyordum ama sanırım ciddiye aldı. Her neyse, sonra da bizi dışarı attı," diyerek kıkırdıyor, Rab'in abisini kıskanmaktan çok küçümser gibi.
"Çok güzel bir dükkânı var," diye laf sokuyorum.
"Evet ama sadece görüntüyü kurtarıyor orada. Business Bar Billy Birrell'in arkasındaki mafyatik adamların dükkânı," diye hırlıyor ters ters. "O sadece şişirilmiş bir barmen. Bana inanmıyorsan Terry'ye sor."
Simon Billy'yi kıskanmıyor olabilir ama barını kıskandığı kesin. Port Sunshine'dan daha havalı bir yer olduğu ortada.
"Bak Nikki..." diye başlıyor Simon, "geçen geceyle ilgili olarak... seninle bir gece doğru dürüst çıkmak isterim. Cuma günü sermaye yaratma boku uğruna eski arkadaşım Renton'ı görmek için Amsterdam'a gidiyorum. Perşembe filme başlıyoruz ve sonradan işler biraz karışacak. Yarın ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey," diyorum biraz fazla acele ederek, "seninle sikişeceğim" diye de eklemek isterdim ama kendimi tutuyorum. Cool olmam lazım. "Yani... Royal Commonwealth Havuzu'na gitmeyi planlamıştım? Saunadaki mesaim bittikten sonra?"
"Harika! Orasını ben de çok severim, spor salonunu da kullanıyorum ayrıca. Orada buluşuruz, sonra da seni yemeğe çıkarırım. Tamam mı?"
Tamam ötesi. Kalbim hızla atıyor çünkü artık onu ele geçirdim. O benim ve bunun anlamı, yani, nedir ki bunun anlamı? Bu demek ki film de benim, çete de benim, para da benim: bunun anlamı her şey.
Sonra çok geçmeden kalkıyor. Lauren salona geri dönüyor, gitmesi onu çok rahatlatmış. "Ne istedi?" diye soruyor.
"Aman, film hakkında birkaç detay işte," diyorum Lauren'ın buruşan yüzüne bakarak.
"Bu çocuk kendine cidden tapıyor, değil mi?"
"Ah, tabii. Otuzbir çekmek istediği zaman otelde oda tutar," diyorum.
Uzun zamandır ilk defa kahkahalarla gülüyoruz.
İşin doğrusu, onu hâlâ o kadar iyi tanımıyorum ama yine de özgüvenin Simon için asla sorun olmadığını düşünüyorum. Artık ben ve o varız; önlenemez ve değişmez ikili.