8. "... yalnızca tek bir objektif..."

Rab sinirli görünüyor. Çarşafı parmaklarında çevirip duruyor. Dolduruşa getirmeye çalıştığımda sigarayı bırakmaya çalışmakla ilgili bir şeyler anlatıp doğacak olan bir bebekten falan bahsediyor. Gizemli arkadaşı Terry hariç, üniversite dışındaki hayatına ilişkin verdiği ilk ipucu bu. Bazı insanların gerçekten böyle şeyleri olduğunu düşünmek garip; tamamen kendilerine ait, küçük küçük parçalara bölünmüş alanlar. Benim gibi. Şimdi de onun bu gizli dünyasının en azından bir bölümünün içine dalıyoruz.

Bindiğimiz taksi tıngır mıngır bir ışıktan ötekine ilerlerken taksimetre yaz mevsimi gibi acımasızca, hızla akıp gidiyor. O küçük pabın önünde duruyoruz ama mavi-gri kaldırıma içeriden sarı bir ışık dökülmesine, sigaralı gırtlaklardan gelen böğürtülü kahkahalar duyulmasına rağmen kapıdan girmiyoruz. Hayır, yandaki sidik-ve-çakıl döşeli sokağa sapıp siyaha boyalı bir kapının önünde duruyoruz ve Rab kapıda trampet çalıyor. Tak-tak, ta-ta-tak, ta-ta-ta-tak, ta-tak.

Birinin merdivenlerden paldır küldür inişi duyuluyor. Sonra sessizlik.

Rab sadece, "Rab," diyor ve yeniden kapıya vurarak başka bir futbol ritmi çalıyor.

Bir sürgü çekiliyor, bir zincir şıngırdıyor ve kapının arkasından kutudan fırlar gibi kıvırcık saçlı bir kafa çıkıveriyor. Bir çift aç, kısık göz Rab'i hemen tanıyor ve çok normal bir şey yapar gibi vücudumu öyle bir inceliyor ki, polis diye bağırmak istiyorum. Sonra bütün o tehdit ve rahatsızlık hissi, içten ve beyaz bir tebessümün sıcaklığında eriyip gidiyor, o tebessüm sanki bir heykeltıraşın elleri gibi uzanarak yüzümü kendi istediği kalıba sokuyor. Gülüşü inanılmaz, yüzünü bir anda o saldırgan, düşman bakışlı budaladan dünyanın tüm sırlarına ulaşmış bir çeşit yabani dehaya dönüştürüyor. Kafa önce bir tarafa, sonra öbür tarafa dönerek sokağı kolaçan ediyor.

"Bu Nikki," diye açıklama yapıyor Rab.

"Girin, girin," diyerek başıyla selamlıyor çocuk.

Rab bana çabucak bir "emin misin" bakışı atıyor ve ben kapıdan içeri adımımı atarak sorusunu cevaplarken "Bu da Terry," diye çocuğu tanıştırıyor.

"Juice Terry," diyerek gülümsüyor kıvırcık saçlı, koca adam ve yana çekilerek dar merdivenlerden önce benim çıkmam için yol veriyor. Sanırım popomu görebilmek için, sessizce arkamdan geliyor. Hiç acele etmeyerek, böyle bir şeyin beni kasamayacağını gösteriyorum ona. Esas o kasılsın.

"Müthiş bir götün var Nikki, hiç şüphen olmasın," diyor büyük hevesle. Onu hemen sevmeye başladım. Benim de zayıf yönüm bu; yanlış türde insanlardan çok çabuk etkileniyorum. Bunu hep duymuşumdur: annemden, babamdan, öğretmenlerden, antrenörlerden, hatta arkadaşlarımdan.

Merdivenleri çıkıp ona dönerek cool bir tavırla, "Sağ ol, Terry," diyorum. Gözleri ışıl ışıl parlıyor ve ben o gözlerin içine içine bakıyorum. Daha da genişleyen bir tebessümle bana kapıyı işaret edince açıp içeri giriyorum.

Bazen bir yerin başkalığı sizi çarpar. Yaz sonu yaklaşırken ve dönem başladığında her şey mavi, gri ve mor renklere büründüğünde mesela. Ciğerlerinizdeki temiz havanın saflığı, sonra havanın soğuyuşu ve biraz ısınabilmek için loş barlarda birbirimize sokuluşumuz; her yerde rastlanabilecek ağırbaşlı Witherspoons-Falcon'larda, Birleşik Krallık'taki tüm kentlerin ortak ve kolonize sosyalleşme merkezleri olan Firkin/All Bar'larda ya da One/O'Neill's krallıklarında. Ama çemberin biraz dışına çıkınca gerçek yerler de bulabilirsiniz. Genelde hızlı bir yürüyüş ya da birkaç otobüs durağı daha ötededirler, fazla zamanınızı almaz. Burası işte öyle yerlerden biri, sanki bir anda başka bir çağa ayak atmış gibi oluyorsunuz; böylesi bir bayağılık başınızı döndürüyor. Kendime çekidüzen vermek için tuvalete gidiyorum. Bayanlarınki Mısır usulü dikine duran bir tabuta benziyor, ancak oturulabilecek kadar alan var, klozet kırık, tuvalet kâğıdı yok, çatlak fayanslar, sıcak suyu akmayan bir lavabo ve tepesinde gene çatlak bir ayna. Aynaya bakıyorum ve patlayacağından korktuğum bir sivilcenin iyileşmeye başladığını görerek seviniyorum. Çenemde kırmızı bir nokta kalmış ama yavaş yavaş o da kayboluyor. Kırmızı şaraptan. Kırmızı şarap içme. Burada bunu yapmak çok zor değildir herhalde. Gözüme biraz kalem çekiyorum ve kırmızı-mor rujumu tazeleyip saçımı fırçalayıveriyorum. Derin bir soluk alıp dışarı çıktığımda bu yeni dünyayla karşılaşmaya hazırım.

Üzerimde bir sürü göz var; tuvalete giderken hafiften fark ettiğim ama görmezden geldiğim gözler. Sert görünümlü, kısacık siyah saçları olan bir kız, hiç saklamadan, düşmanca bana bakıyor. Göz ucuyla Terry'nin gözlerini kaldırdığını ve barın arkasındaki bir kıza işaret ettiğini görüyorum. Dükkânın yarısı boş ama Terry'yi gözümün önünden ayırmamaya çalışıyorum.

"Onları da getir o zaman Birrelll, amcık herif seni," diyor Rab'e, gözlerini benden ayırmadan. "Ee, Nikki, demek Rab'le beraber üniversitedesin. Bu çok..." Terry doğru kelimeyi bulmaya çalışıyor, sonra bulmuş da söyleyecekmiş gibi oluyor, ardından başka bir şey buluyor ve en sonunda diyor ki, "Yok, bazı şeyleri hiç düşünmemek daha iyi."

Yaptığı şov beni güldürüyor. Komik adam. Taşaklarını hemen avuçlamasam olur, bunu daha sonra da yapabilirim. "Evet, okuyorum. Sinema dersini beraber alıyoruz."

"Ben size ders olucak bi film göstericem şimdi, tamam mı! Gel, yanıma otur," diyor köşedeki sandalyeyi işaret ederek, okulda yaptıklarını bir an önce göstermeye hevesli bir ilkokul öğrencisi gibi. "Sizin okulda senin gibilerden daha var mı?" diye soruyor ama daha çok Rab'i gıcık etmek ister gibi. Terry'nin de benim gibi Rab'i sinir etmekten hoşlandığını anlamış bulunuyorum. Demek ortak bir yönümüz var.

Bir köşede gençten iki kadın, bir çift ve barmeydin yanına oturuyoruz.

Terry v-yaka bir tişörtün üstüne fermuarlı, eski bir Paul and Shark anorak çekmiş. Pantolonu Levi's ve ayağında Adidas'lar var. Parmağına altın bir yüzük, boynuna kolye takmış. "Demek meşhur Terry sensin," diye sorguya başlıyorum, cevap gelmesini umarak.

"Evet," diyor Terry hiç kasılmadan, sanki bu şöhret herkesçe tanınan ve tartışılmaz bir gerçekmiş gibi, "Juice Terry," diyor yine. "Biz de tam geçen gece burda çektiğimiz filmi göstericektik."

Yaşlı ve o kadar yaşlı olmayan adamlardan oluşan bir grup geliyor ve çoğu perdenin altına çekilerek sıralanmış olan sandalyelere oturuyor. Sanki bir futbol maçı havası var. Çoğu birbirini tanıyor ve espriler yapılıp içkiler içilirken düşman tavırlı bir kız adamlardan para topluyor. Terry bu tıknaz, etrafa hafiften tehdit havası yayan yaratığa bağırıyor, "Gina, perdeleri kapatsana, güzelim."

Kız ters ters Terry'ye bakarken bir şeyler söyleyecek gibi oluyor ama sonra vazgeçiyor.

Şov başlıyor. Filmin ucuz bir dijital kamerayla çekildiği belli; tek kamera, kurgulanmamış, sadece yaklaşıp uzaklaşan tek bir objektif. Kamera bir tripoda takılmış çünkü görüntü sabit, teknik açıdan hiçbir başarısı yok, yalnızca aynı anda bir sürü insanın sikiştiğini görebiliyorsunuz. Görüntü kalitesi iyi; Terry ile Gina'nın içki servisi yaptıkları barın tam karşısında sikiştiğini anlayabiliyorsunuz.

"Son bi yılda baya bi kilo verdim," diye fısıldıyor kulağıma Terry. Durumdan memnun olduğu belli, eskiden daha büyük olan kulunçlarını göstermek için pat pat vücudunun yanlarına vuruyor. Bakmak için dönmeye yelteniyorum ama perdede genç bir kız belirince gözlerimi ondan alamıyorum. "Melanie," diye fısıldıyor Terry. Başıyla barı işaret ediyor ve onun demin barda duran kız olduğunu hatırlıyorum. Perdede farklı görünüyor, gerçekten seksi. Şimdi Gina kıza oral yapıyor. Birisi bir şeyler söylüyor ve gülüşmeler oluyor; Melanie çekingen ve utangaç bir tavırla sırıtıyor, sonra hişt hişt deniyor ve herkes suspus oluyor. Ses kalitesi çok düşük, ancak soluma ve konuşma sesleriyle birlikte Terry'nin birkaç cılız repliğini duyabiliyorum: "hadi," "evet," "işte bu bebek." Görüntüye sarışın bir kız giriyor ve Terry kızı dillerken kız da onu yalamaya başlıyor. Sonra kızı bir kanepenin üstünde domaltıp arkadan sikiyor. Kız direkt kameraya bakıyor ve koca göğüsleri sallanıyor. Sonra omzunun üstünden Terry'nin kafasını görüyoruz, doğrudan kameraya bakıyor, göz kırpıyor ve "Hayatın Gerçek Tadı" gibisinden bir şeyler söylüyor. "Ursula, İsveçli hatun," diye açıklama yapıyor fısıldayarak, "yoksa Danimarkalı mıydı... her neyse, au pair olaraktan gelmiş, Grassmarket'a takılıyor. Çok kafa hatun," diyor. Öteki oyuncular olaya girdikçe, Terry'nin arada yaptığı yorumlar kafamın içinde uçuşmaya başlıyor: "... Craig... iyi arkadaşımdır. Vurucu timden. Siki çok büyük diil ama tam bi seks manyağı. Tuttu mu bırakmaz... Ronnie... işte bu çocuk bütün İskoçya için pompalayabilir..."

Şov herkesin herkese bir şeyler yaptığı bir orjiyle sona eriyor ve film sıkıcılaşmaya başlıyor. Bazen yalnızca pembe bir karaltı görünüyor. Sonra karaltı netleşiyor ve arka planda Gina'nın biraz kok çizdiğini görüyorsunuz; seksten sıkılmış gibi sanki. Filmin fena halde kurguya ihtiyacı var, bu düşüncemi Terry'ye açmak istiyorum ama o seyircilerin sıkılmaya başladığını hissederek filmi durduruyor. "Bu kadardı millet," diyerek gülümsüyor.

Şov bittikten sonra, Rab'le barda sohbet ederken, bu işin ne zamandır devam ettiğini soruyorum. Tam Rab cevap verecekken Terry yanıma sokuluyor, "Ne düşünüyosun bakalım?"

"Amatör işi," diye cevap veriyorum saçımı geriye atarak; alkol yüzünden sesim gereğinden daha yüksek ve havalı çıkıyor. Bir an kanım donuyor çünkü Gina'nın beni duyduğunu hissediyor, gözlerinde soğuk, jilet gibi bir parıltı yakalıyorum.

"Sen daha iyisini mi yaparsın?" diye soruyor Terry, gözlerini kısıp kaşlarını kaldırarak.

Gözlerinin içine bakıyorum. "Evet," diyorum.

Gözlerini devirip bir bardak altlığının üzerine hevesle bir numara karalıyor. "İstediğin zaman, bebek. Ne zaman istersen," diyor usulca.

"Bunu sana hatırlatacağım," demem konuşmayı en azından neler döndüğünü anlayabilecek kadar duymuş olan Rab'i tiksindiriyor.

İlk kez filmdeki diğer çocukların da orada olduğunu fark ediyorum: Craig ve Ronnie. Craig açık kumral saçları mod stili[13] kesilmiş, zayıf, sinirli, zincirleme sigara içen bir çocuk. Ronnie'nin hafif dökük sarı saçları var ve filmdeki gibi salak salak sırıtıyor; gerçek hayatta daha tıknaz.

Bir süre sonra İskandinav kız Ursula geliyor ve Terry bizi tanıştırıyor. Gereğinden fazla sıcak davransa da ilk bakışı buz gibi. Gerçek hayatta perdedeki kadar iyi görünmüyor; şişman ve kısa bir tip, hatta biraz trollere benziyor. Bana bir içki almak istiyor, parti devam edecek gibi ama ben özür dileyip eve gidiyorum. Bayağı ilginç şeyler olabilir ama Terry'nin gözlerindeki o bakış bana bütün kartlarımı bir anda oynamamam gerektiğini söylüyor. Bekleyecek. Hepsi bekleyecek. Ayrıca bitirmem gereken bir ödevim var.

Eve döndüğümde Lauren hâlâ ayakta, Dianne'le beraberler, kız eşyalarını getirmiş. Lauren çıktığım için, evde kalıp ona yardım etmediğim ve Dianne'e hoş geldin demediğim için falan huysuzluk ediyor. Aslında bir miki film gösterimine gittiğim için bana kıl olmuş durumda ama aynı zamanda neler olup bittiğini sormamak için kendini zor tuttuğunu çok iyi biliyorum.

"Selam, Dianne! Kusura bakma, çıkmam gerekti," diyorum.

Dianne bozulmuş görünmüyor. Çok cool ve hoş bir hatun, benimle aynı yaşlarda gibi; omuzlarına kadar gelen gür ve bakımlı siyah saçları var, başına mavi bir bant takmış. Gözleri fıldır fıldır ve hayat dolu; incecik, kurnaz dudakları açıldığında kocaman beyaz dişleri ortaya çıkarak yüz ifadesini tamamen değiştiriyor. Mavi bir bluz, kot ve spor ayakkabılar giymiş. "Eğlenceli bir yer miydi?" diye soruyor yerel aksanla.

"Bir pabda miki film gösterisi vardı da, oraya gittim," diyorum.

Lauren'ın utançtan kıpkırmızı kesilişini izliyorum. "Bu kadar detaya girmene gerek yoktu, Nikki," diyor, fazlasıyla acıklı, büyük görünmeye çalışırken daha da çocuk olan bir ergen gibi.

"İyi miydi," diye soruyor Dianne. Durumdan etkilenmemiş olması Lauren'ı dehşete düşürüyor.

"Fena değildi. Lauren'ın bir arkadaşıyla beraber gittik," diyorum.

"Arkadaşım falan değil! Senin de arkadaşın!" diye bağırıyor Lauren, sonra ne yaptığının farkına varıp yumuşuyor. "Yalnızca sınıf arkadaşım, o kadar."

"Çok ilginç," diyor Dianne, "psikoloji mastırım için seks endüstrisinde çalışanlarla ilgili bir araştırma yapıyorum. Fahişeler, kucak dansçıları, striptizciler, telefon seksi yapanlar, masaj salonlarında çalışanlar, telekızlar falan işte."

"Nasıl gidiyor?"

"Bu konuda konuşmak isteyecek tipler bulmak çok zor," diyor.

Gülümsüyorum. "Belki sana yardımcı olabilirim."

Dianne, "Harika," diyor ve saunadaki işim hakkında konuşmak için sözleşiyoruz, bir sonraki mesaim yarın akşam. Yarı sarhoş bir halde odama gidip McClymont için Word'de yazdığım ödevi okumaya çalışıyorum. Birkaç sayfa sonra gözüm şu salak cümleye takılıyor, gülüyorum: "Göçebe İskoçların ilişki kurdukları tüm toplumları zenginleştirmiş oldukları görüşünün göz ardı edilmesi mümkün değildir." Bu McClymont'un şerefine. Tabii ki kölelik, ırkçılık ve Ku Klux Klan'ın kuruluşunda oynadıkları rolden bahsetmeyecektim. Bir süre sonra göz kapaklarım ağırlaşıyor ve yatağa doğru çekildiğimi hissediyorum, uzun ve sıcak bir göç yolculuğuna doğru ağır ağır ve huzur içinde kayıyorum, sonra bambaşka bir yerdeyim...

...beni kavrıyo... o koku... ve arka planda kızın suratı, adam beni sanki plastiktenmişim gibi barın üzerinde domaltırken kız sapık sapık, isterik isterik gülüyor... emir veren, hükmeden bir ses... sonra kalabalığın içinde annemin, babamın ve kardeşim Will'in yüzlerini görüyorum, bağırmaya çalışıyorum... lütfen durun... lütfen... ama beni göremiyorlarmış, elleniyorum, gıdıklanıyorum...

Yaralayıcı, yetersiz ve alkollü bir uyku. Yatakta otururken kafam zonkluyor, bir kusma hissi beni ele geçiriyor, sonra geçiyor. Güm güm atan bir kalple, yüzümdeki ve koltukaltlarımdaki toksinli terle baş başa kalıyorum.

Bilgisayar açık kalmış. Mouse'u oynattığımda McClymont'un ödevi beni düelloya davet eder gibi yeniden ekrana geliveriyor. Artık bitirmem lazım. Dianne'le Lauren gitmiş, hemen kahve yapıp ödevi okuyorum, birkaç yerini değiştirip kelimeleri saydırıyorum, dilbilgisi hatalarını kontrol ettirip "yazdır"ı tıklıyorum. Bunu öğleye kadar okula bırakmam gerek; asgari üç bin kelime kâğıtlara dökülürken ben de banyoya gidip dünden kalma alkollü teri ve pis duman tabakasını vücudumdan çıkarıyor, saçımı da güzelce bir yıkıyorum.

Yüzüme nemlendirici sürüp biraz makyaj yapıyorum; elbiselerimi üzerime geçirip saunadaki mesaim için gerekli olanları büyük bir çantaya koyarak yanıma alıyorum. Soğuk ve sert rüzgârı arada bir, şiddetiyle okumaya çalıştığım ödev kâğıdını arkaya attıkça hissederek Meadows'dan hızla yürüyorum. Amerikan versiyonu Word'ün yazım hatalarını Amerikan İngilizcesine göre düzelttiğini fark ediyorum: 'z's'ler her yerde ve 'u's'ler direkt atılmış. Bu durum McClymont'u harbiden sinir edecek ve yalaka yorumlarımın kazandığı puanları büyük ihtimalle silip süpürecek. Geçer not alsam bile, ancak ucu ucuna.

Ödevi saat 11.47'de bölüm sekreterinin odasına bırakıyorum ve bir kahveyle sandviç yedikten sonra kütüphaneye yollanıp çay saatinde saunaya gidene kadar film senaryoları okuyorum.

Sauna şehir dışından akan trafiği içine alan kirli, dar ve karanlık bir anayolda.

Akşamdan kalmaysanız yakınlardaki bira fabrikasından gelen şerbetçiotu kokusu pek keyif verici sayılmaz, sanki bir gece öncesinin ufuneti yüzünüze geri püskürtülüyor gibi. Otobüs ve kamyonlardan çıkan is dükkân vitrinlerini sonsuza kadar karartırken Miss Argentina Latin Sauna ve Masaj Salonu da bundan payını alıyor tabii. Oysa içerideki her şey steril. "Her yeri silip süpürün," der mal sahibi Bobby Keats bize her zaman, başından kışkışlayarak. Salonda masaj yağından çok temizlik malzemesi bulunur, hepimiz bunları bol bol kullanmak zorundayız. Temiz havluların çamaşırhane faturası astronomik rakamlarda olmalı.

Havada sürekli sentetik bir koku var. Bayat sperm ve ter kokusunun kalıntılarını kamufle etmek için sakınmadan kullanılan sabunlar, ağız gargaraları, losyonlar, yağlar, talk pudraları ve parfümler, tuhaf ama sanki dışarıdaki boktan atmosferi pekiştiriyor biraz.

Hostesler gibi görünmemiz ve davranmamız gerekir bizim. Saunanın üzerine kurulu olduğu temayı korumak için Bobby sadece Latin görünümlü olduğunu düşündüğü kızlara iş verir. Profesyonellik böyle bir şey olsa gerek. İlk müşterim Alfred isminde ufak tefek, ak saçlı bir adam. Bol miktarda lavanta yağı kullanarak kasılmış, düğüm düğüm olmuş sırtına yaptığım aromaterapi masajından sonra ıkına sıkıla "ekstra masaj" istiyor, ben de ona "özel masajımdan yapmayı" teklif ediyorum.

Havlunun altından penisini kavrayıp yavaş yavaş okşamaya başlıyorum, otuzbir çekme konusundaki yeteneksizliğimin farkındayım. Bu işten sırf Bobby benden hoşlandığı için atılmıyorum. Yaşlı adamların kaçırılmış genç kızlara erkeklere mastürbasyon yapma sanatını öğrettiği Sade hikâyeleri geliyor aklıma. Ama benim deneyimimi düşünürsek, şimdiye kadar yalnızca ilk iki erkek arkadaşıma otuzbir çektim çünkü bir tek onlarla sikişmiyordum. O zamanlardan beri bir erkeğe otuzbir çekmeyi onunla sikişmemekle özdeşleştirmişim ve tam olarak öğrenilmeden cinsel menümden çıkmış demek ki.

Bazen müşteriler şikayetçi olur ve işimi kaybetme tehdidiyle karşı karşıya kalırım. Ama sonradan farkettim ki, Bobby bu konuda yalnızca konuşuyor, hiçbir zaman gerçekleştirmeyi düşünmüyor. Beni düzenli olarak çeşitli yerlere davet ediyor: partilere, kumarhanelere, büyük futbol maçlarına, film galalarına, boks maçlarına, at yarışlarına, köpek yarışlarına ya da sadece "bir içki içmeye" veya bir arkadaşının işlettiği "şık bir lokantada bir şeyler atıştırmaya." Her seferinde bir bahane buluyor ya da kibarca reddediyorum.

Neyse ki Alfred öyle bir kendinden geçti ki, bırakın şikayet etmeyi, neler olduğunun bile tam farkında değil. En ufak bir cinsel temas bile onu tahrik etmeye yetiyor, içinde ne var ne yoksa anında fışkırtarak minnettarlık içinde paramı ödüyor. Öteki kızların çoğu oral da yapıyor ve tam ilişkiye giriyor ama ben kötü bir otuzbirci olarak onlardan fazla kazandığımı biliyorum. Arkadaşım Jayne benden daha uzun zamandır burada, burnu havalarda bir tavırla bana çok geçmeden her şeyi yapacağımı söylüyor. "Hiç yolu yok," diye cevap veriyorum ama bazen haklı olduğunu hissediyorum, bu kaçınılmaz, yalnızca zaman meselesi.

Mesaim bittiğinde cebimdeki mesajları kontrol ediyorum. Lauren bana içmeye çıktıklarını söylüyor, ben de ona telefon ediyorum ve Cowgate pablarından birinde buluşuyoruz. Lauren'ın yanında Dianne artı okuldan iki kız daha var: Lynda ve Coral. Bacardi Breezer'lar su gibi akıyor, çok geçmeden hepimiz bir kez daha sarhoş oluyoruz. Pab kapandıktan sonra Dianne, Lauren ve ben Tolcross'daki dairemize yollanıyoruz. "Çıktığın biri var mı, Dianne?" diye soruyorum Chamber Sokak'tan geçerken.

"Hayır, önce şu tezi bitirmem lazım," diyor prensip sahibi biri gibi. Bu cevaptan çok hoşlanan Lauren başını sallıyor fakat Dianne'in söze devam etmesiyle sarsılıyor. "Ondan sonra siki olan her şeyle sikişeceğim, çünkü bu münzevi hayatı beni öldürüyor, amına koyayım!" Ben kıkırdarken Dianne başını geriye savurup kahkahalar atıyor. "Sikler! Büyük, küçük, kalın, ince. Sünnetli, sünnetsiz! Beyaz, siyah, sarı, kırmızı. Tezi bitirip verdiğimde yeni bir gün doğacak ve ben SİK-Kİ-RİK-KUU! sesleriyle sabaha uyanacağım!" Yumruklarını birleştirip müzenin önünde gecenin içine doğru bir dalış hareketi yapıyor, Lauren'ın yüzü gitgide solarken ben de gülüyorum. Bu kızla yaşamak eğlenceli olacak.

Sabah kendimi kötü hissediyorum; derslerde biraz uyuşuk ve ilgisizim. Benimle saçma sapan sohbet etmeye çalışan şu Dave denen çocuk kafamı karıştırıyor. Lauren ortalarda yok, zannettiğimden daha sarhoştu herhalde. Rab'i yakalıyorum; Square'de durmuş Dave ve Chris diye başka bir çocukla piyasa yapıyor. George Square'den kütüphaneye doğru yürürken Rab'in profili güneş ışığında daha keskin.

"Kütüphaneye gitmeyeceğim, biraz evde takılmak istiyorum," diyorum.

Biraz bozulmuş görünüyor. Hatta terk edilmiş gibi. "Peki..." diyor.

"Eve gidip biraz cigaralık içeceğim. Sen de gelsene," diye teklif ediyorum. Dianne bütün gün dışarıda olacağını söylemişti, umarım Lauren da evde yoktur.

"İyi, olur," diyor. Bu Rab biraz esrarkeş galiba.

Evdeyiz, ben cigaralığı sarıp sete bir Macy Gray CD'si koymuşum. Rab kısık sesle televizyon seyrediyor. Mümkün olduğu kadar çok referans noktasına ihtiyacı var gibi. Bu gece Chris'in yaş günü için Grassmarket'taki bir pabda buluşulacakmış. Rab diğer öğrencilerle içmekten pek hoşlanmıyor. Onlara karşı yeterince arkadaş canlısı ve samimi davranıyor ama aslında salak olduklarını düşündüğü ortada. Bence de öyleler. Rab'in yalnızca donunun değil, dünyasının da içine girmek istiyorum ben. Açığa vurduğundan çok daha fazlasını gördüğünden ve yaşadığından eminim. İçinde yaşadığı ve benim hakkında çok az şey bildiğim bir alan olduğunu düşünmek beni büyülüyor. Juice Terry gibi insanlar bana buna benzer, tuhaf bir yer olduğunu hissettiriyor. "Millet atölye çalışmasından mı çıkıp gidecekmiş?" diye soruyorum. Atölye çalışması işe yaramaz bir şey, gerçek film yapımına geçmek için verdiğimiz bir ödün. Ama Rab'in bu konuya girmesini hiç istemiyorum.

"Hı, Dave öyle söyledi," deyip derin bir nefes alıyor ve dumanı inanılmaz uzunlukta bir süre boyunca ciğerlerinde tutuyor.

"Üstümü değişsem iyi olur," diyerek odama gidip kotumu çıkarıyorum. Aynadaki görüntüme bakıp mutfağa gitmeye karar veriyorum. Sonra salona gidip arkasında duruyorum. Saçları ya da en azından bir tutam saçı biraz havalanmış. Bütün gün gözüm takıldı durdu. Seviştikten, böyle bir yakınlığa hak kazandıktan sonra, onları ıslatıp yatıracağım. Kanepede yanına oturuyorum, üstümde sadece kırmızı kolsuz bluzum ve beyaz pamuklu donum var. Rab televizyon seyrediyor. Sesi tamamen kısık kriket. "Önce ben bir nefes alayım," diyorum saçlarımı arkaya atarak.

Rab hâlâ siktiğimin sessiz kriketine bakıyor.

"Şu arkadaşın Terry var ya, tam bir canavar," diyerek gülüyorum. Gülüşüm kulağa biraz zorlama geliyor.

Rab omuz silkiyor. Bunu çok yapıyor anlaşılan. Omzunu silk gitsin. Omzundan silktiği nedir? Utanç? Rahatsızlık? Şimdi cigarayı bana uzatıyor. Bacaklarıma ve beyaz pamuklu donuma bakmamaya çalışıyor, beceriyor da. Her şeyi soğukkanlı karşılamayı çok iyi beceriyor, amına koyayım. Gay olduğu için değil, bir kız arkadaşı olduğu için beni görmezden geliyor...

Sesimin bir çatal yükseldiğini hissediyorum, bir ton çaresiz. "Bizim sürtük olduğumuzu düşünüyorsun, değil mi, ben ve Terry gibilerin? Ben gidip onlara katılmak istiyorum ya hani? Bir şey yapmadım, biliyorsun, yani, en azından şimdilik," diye kıkırdıyorum.

"Yo, yani, sen bilirsin," diyor Rab. "Ben sana neler yaptıklarını anlattım. Senin de katılmanı ister dedim. Bundan sonra n'apacağın seni ilgilendirir."

"Ama sen tasvip etmiyorsun, Lauren da etmiyor. Kız benimle konuşmuyor, biliyorsun," diyorum bir nefes daha alarak.

"Ben Terry'yi tanıyorum. Kaç yıllık arkadaşım. Nasıl biri olduğunu biliyorum, tasvip etmeseydim seni onunla tanıştırmazdım zaten," diyor Rab mantıklı mantıklı. Öyle doğal bir olgunluk sergiliyor ki kendimi genç ve aptal hissediyorum.

"Bu yalnızca sikiş, biliyorsun, eğlence niyetine. Yoksa onunla hiçbir alakam olamaz," diye açıklama yaparken bunları söylediğim için kendimi daha da aptal ve zayıf hissediyorum.

"Bu senin hayatın..." diye başlıyor, sonra susup bana dönüyor, başı divana yaslı. "Yani, kimle sikiştiğin seni ilgilendirir."

Cigarayı kül tablasına bırakırken dosdoğru gözlerinin içine bakıyorum. "Keşke öyle olsaydı," diyorum.

Ama Rab bir şey söylemiyor, yüzünü çevirip televizyona bakmaya başlıyor. Siktiğimin boktan kriketi. İskoçların kriketten nefret ettiklerini zanneder, bunu en iyi özelliklerinden biri olarak görürdüm hep.

O kadar kolay açık vermeyecek. "Keşke öyle olsaydı dedim."

"Ne demek istiyosun?" diyor hafiften titreyen bir sesle

Bacağımı bacağına değdiriyorum. "Burada donumla oturmuş senin onu çıkartmanı, beni sikmeni bekliyorum."

Dokunduğum için gerildiğini hissediyorum. Bana bakıyor, sonra ani ve şiddetli bir hareketle beni kendine çekip öpmeye başlıyor; ama çok sert, haşin, nefret dolu, öfkeli ve ihtirassız bir öpüşme bu, sonra birdenbire şiddetini kaybediyor ve geri çekiliyor. Pencereden dışarı bakıyorum. Karşıdaki dairede insanların sohbet ettiklerini görüyorum. Tabii ya. Kalkıp perdeleri çekiyorum. "Perdeler yüzünden mi?"

"Perdeler yüzünden diil," diyor çabucak. "Benim bi kız arkadaşım var. Ondan çocuğum olacak." Bir süre susuyor sonra, "Bu sana bişi ifade etmeyebilir ama benim için önemli," diyor.

Bir öfke dalgası hissediyorum; evet, haklısın, amına koyayım, demek istiyorum. Bana hiç "bişi" ifade etmiyor. Hem de hiç. "Seninle sikişmek istiyorum, o kadar. Hadi gel evlenelim demiyorum ki. Kriket seyretmeyi tercih ediyorsan sen bilirsin."

Rab konuşmuyor ama yüzünde gerilim, gözlerinde parıltılar var. Reddedilmenin acısını ta içimde hissederek ayağa kalkıyorum.

"Senden hoşlanmadığım için falan diil, Nikki," diyor. "Senden hoşlanmamak için deli olmak lazım, amına koyiim. Ben sadece..."

"Üstümü değiştireceğim," diye onu tersleyerek odama gidiyorum. Kapı açılıyor, Lauren olmalı.