Artık ilkbahar geldi ama hava hâlâ soğuk ve Nikki'den ayrılabilmek hiç kolay değil. Buna ek olarak, paba gidip Mo ve Ali'yle karşılaşma düşüncesi beni dehşete düşürüyor. Bunu erteleyip Nikki'yi kahvaltıya, sonra da Paul'ü eğlenirken gösteren kasetin birkaç kopyasını çıkardığım kurgu stüdyosuna götürüyorum.
"Bu nedir?"
"Ah, ders dışı ufak bir aktivite," diyerek yeşil cepten Leith'li reklamcıyı arıyorum. Nikki derse girmesi gerektiğini ve beni sonra arayacağını söylüyor. Gitmeye hazırlanırken onu, o uzun eteğin içindeki şık göt hareketlerini izliyorum. Çok komik, insanı hasta eden şu delikanlı kültürümüzde, artık çok az sayıda kadın giydiği eteği tam anlamıyla taşıyabildiği için böylesine rastlayınca hemen fark ediyorsunuz. Uzun kapüşonlu montunu giyip fermuarını çekiyor ve el sallayıp çıkarken o göz kamaştırıcı tebessümünü kenarları kürklü kapüşonunun altından bile görebiliyorum.
Paul'e Water of Leith'in yanındaki Shore Bar'da, öğlen saat on ikide benimle acil olarak buluşmasını söylüyorum. İkimiz de tam saatinde oradayız. Paul telaşlı ve şaşkın görünüyor ama az sonra daha çok şaşıracak. Önüne bir fatura, çek defteri ve kalem atıyorum. "Pekâlâ Paul, şimdi bunları cirolaman gerekiyor."
"Çok acelecisin," diyor gözlüklerini takarken, herhalde hipermetrop, sonra faturayla çek defterini inceliyor. "Bu bekleyemez mi... ne... bu eğitim kasetine harcanacak olan para... nereye gidecek? Bu faturaları daha önce hiç görmedim. Bu Bananazzurri Film de neyin nesi?"
Ahşap kaplama duvarları ve geniş pencereleri olan yüksek tavanlı barı inceliyorum. "Bu benim kendi film yapım şirketim. İsmini köşedeki Banana sitesinden alıyor, benim doğup büyüdüğüm yer, isminde İtalyan köklerime de küçük ve şık bir gönderme var."
"İyi ama... nasıl yani?"
"Hani," diye açıklıyorum, "Sean Connery kendi film yapım şirketine Fountainbridge Film adını vermişti ya... Doğup büyüdüğü yerden esinlenerek. Bu bana çok süper bir fikirmiş gibi geldi, amına koyayım."
"Peki bunun Leith'li İş Adamları Uyuşturucuya Karşı eğitim kaseti projesiyle ne ilgisi var?"
"İlgisi yok. Bu para Yedi Kardeşe Yedi Sikiş isimli bir filmin finansmanına gidecek. Filme başlamak için biraz masraf yapmamız lazım. Yetişkinler için erotik bir film, porno da diyebiliriz."
"Ama... ama... bu da ne demek oluyor böyle, amına koyayım! Bunu yapamazsın! Hiç yolu yok!" Paul bana saldıracak gibi ayağa kalkıyor. Bunu ben istemedim.
"Bak, elime nakit geçer geçmez parayı yerine koyacağım," diye açıklıyorum sakinleştirmek istercesine. "Bu yalnızca iş. Bazen Peter'ı soyup Paul'e para vermen gerekir ya da tam tersi," diyerek gülümserken aklımda Hollandalı pornocu Peter Muhren, namı diğer Miz var.
Paul ayağa kalkıp dışarı çıkmaya yelteniyor. Sonra durup parmağıyla beni işaret ediyor. "Eğer bunu imzalayacağımı düşünüyorsan aklını kaçırmışsın demektir. Sana hemen söyleyeyim: şimdi komiteye ve polise gidiyorum ve onlara senin nasıl bir dolandırıcı olduğunu anlatıyorum!"
Bayağı yüksek sesle konuşuyor. Neyse ki bar hâlâ boş. "Garip," diyorum, "Senin bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilen bir herif olduğunu sanmıştım. Yanılmışım." Video kasetin bir kopyasını çıkarıyorum. "Bu kaset patronunun ilgisini çekebilir dostum. İstersen imha et, ben de daha çok kopyası var. Yalnızca patronun için değil, bir tane News için, bir tane de meclisteki o amcık için var. Seni çilek yaparken ve patronunun aldığı maldan bahsederken gösteriyor."
"Dalga geçiyorsun ..." diyor usulca, gözlerimin içine bakarak. Sonra gözlerinden bir ürperti geçiyor.
"Tek kelimeyle: hayır," diyerek kaseti uzatıyorum. "Bana inanmıyorsan kaseti seyret," deyip eline tutuşturuyorum. "Seyretmesen de, al işte. Şimdi yerine otur."
Biraz düşünüyor. Bir piliç elinde iki fincan cappuccino ile gelirken ezici bir itaat içinde sandalyeye yığılıyor. Shore'da cappuccinonun nasıl yapılacağını iyi biliyorlar. Paul'ünkinin boşa gideceğini düşünerek üzülüyorum, çünkü aklı başka yerde, aslında büyük ihtimalle dilindeki tat alma hücrelerini hapishane yemeğine alıştırmakla meşgul. Bu onun en kötü kâbuslarının bile ötesinde, berbat ve rezil bir durum. Ama onun ortalıkta böyle dertli tasalı dolaşmasını istemiyorum çünkü insanların dikkatini çeker ve kendini kolayca ele verebilir. "Kendine bu kadar kötü davranma. Fazla konuştuğu için sikilen ilk insan sen değilsin," diyorum Renton'ı düşünerek, "ve sonuncusu da sen olmayacaksın. Bu tecrübeden bir şeyler öğrenmeye çalış. Cüzdanı olan bir gecekondu çocuğuna asla güvenme," diyerek üçkâğıtçı bir havayla göz kırpıyorum, "çünkü o cüzdan büyük ihtimalle gerzek bir göt lalesinin cebinden çıkmıştır zaten. Gerzek göt sensin," diyorum parmağımla onu göstererek, "ama bundan sonra daha güçlü olacaksın, garanti ederim."
"Bunu bana yapma hakkını nereden buluyorsun?" diye suçlayarak yalvarıyor.
"Kendi soruna kendin cevap verdin abi. Düşün. Şimdi siktirip gitme nezaketini gösterirsen yapacak işlerim var. Yani, önce cappuccinonu bitir tabii, burada harika cappuccino yapıyorlar."
Ama hayır, içmeden bırakıyor ve ben milenyuma damgasını vurmuş olan uyuşturucuları nasıl olup da bırakmaya çalıştığımı düşünüyorum: Kafein ve kokain. Gene de o sallantıdaki kariyerini düşünerek yıkılmış bir halde arabasına ve banliyöye geri dönerken ben onun kahvesini alıp daireler çizerek, cıyaklayarak uçuşan martıları seyrediyorum ve evet, Leith yaşanacak yer, diye düşünüyorum. Sıkıcı, pis Londra'ya o kadar uzun zaman nasıl dayanmışım acaba?
Oyuncu Derek Connolly düşündüğümden daha çok işe yaradı. Kız arkadaşı Samantha ile birlikte normal seks isteyen ve kaldıkları otelde baştan çıkarılan kardeşin sahnesini oynamak istiyorlar. Links'te salaş bir yer kiralıyoruz. Rab dersi olduğunu falan söyleyip mızmızlanıyor ama biraz uğraştıktan sonra Vince, Grant, aletler ve DV kameralarla birlikte oraya gelmesi için ikna ediyorum. Baştan çıkarma bölümleriyle birlikte, normal seks sahnesi için hızlı bir gerila çekimi yapıyoruz ve sonuçlar gayet iyi. Yarım kalmış orjiyi de sayarsak yedi kardeşten ikisini "halletmiş" bulunuyorum.
Kısa bir ziyaret için paba uğruyorum. Bayağı kalabalık. Suratı avcı-katil modunda kilitlenmiş Begbie ile Larry'nin yan kapıdan girdiklerini görüyorum ve Nikki ile Glasgow'a gitmeden önce Terry'yi ziyaret etmeye karar veriyorum. Mo gene tek başına bırakıldığı için küplere binmekle meşgul. Ali geldiğinde kötü görünüyor. Morag'a benim yapabileceğim bir şey olmadığını ve büyüme potansiyelini araştırmak için Glasgow'a gittiğimi söylüyorum. "Büyüme? Glasgow? Ne diyosun sen ya!"
"Leith temalı pab zinciri. Port Sunshine'ı marka olarak önce batıya, sonra güneye pazarlayabiliriz." Çürümekte olan mezbahaya bakıyorum. "Bu markayı ithal edebiliriz," diyerek gülüyorum. "Notting Hill, Islington, Camden Town, Manchester şehir merkezi, Leeds... hepsi de domino taşları gibi teker teker düşecektir!"
"Olmuyo, Simon," diyor başını sallayarak ama ben Begbie ve serseri arkadaşı beni görmeden kaçmaya çalışıyorum. Artık çok geç, beni görüp yanıma geliyorlar.
Begbie, "Bi içki içsek mi?" diye neredeyse emir veriyor.
"Çok isterdim Frank ama Glasgow trenini yakalamadan önce hastanedeki bir arkadaşı ziyaret etmem lazım. Beni hafta içi cepten ara da buluşup biraz gırgır yapalım."
"İyi... numaran kaçtı senin?"
Begbie söylediğim yeşil cebin numarasını telefonuna kaydederken mesajın buradan gelip gelmediğini kontrol etmeyi de ihmal etmiyor tabii. "Senin tek cebin bu mu, amına koyiim?"
"Hayır, iş için bir tane daha var. N'oldu ki?" diye soruyorum. Aslında üç tane cebim var ama hatunlar için olan benden başka kimseyi ilgilendirmez.
"Belasını arayan bi amcıktan sikindirik bi mesaj aldım. Yurtdışında bi numara gibi. Geri aradığımda kimse açmadı."
"Öyle mi? Telefon sapığın var, ha? Yakında enseleneceksin, Franco," diye espri yapıyorum.
"Bu da ne demek oluyo la böyle?" diye tersleniyor Begbie.
Kanımın donduğunu hissediyorum. Bu herifin nasıl su katılmamış bir paranoyak olduğunu unutmuşum. "Espri yaptım Frank, sakin ol abi, sikim aşkına," diye yaltaklanarak omzuna dostça, hafif bir yumruk atıyorum.
Bana on dakika gibi gelen iki saniyelik bir sessizlik oluyor, o sırada koca bir kara deliğin açıldığını ve yaşamımın o deliğin içine aktığını görüyorum. Sonra, tam şansımı fazla zorladığımı düşünürken sakinleşiyor, hatta kendisi de bir espri patlatıyor. "Kimsenin beni enseleyeceği falan yok, bütün götler benden uzak duruyo hatta. Siktiğimin sözde arkadaşları falan," diyor umut dolu gözlerle bana bakarak.
"Dedim ya Frank, hafta içi buluşuruz. Son zamanlarda biraz fazla meşgulüm, işi öğreniyorum falan işte ama yakında rahatlarım," diyorum.
Larry kurnaz bir sırıtışla bana bakıyor. "Meşgul olduğun başka işler de varmış diye duydum abicim."
Kimin laf sızdırdığını düşünürken sırtımdan soğuk bir ürperti geçse de, Franco ve Larry'ye gülümseyip masum masum başımı sallayarak dışarı çıkıyorum. Çıkarken Morag'a dönüyorum: "Çocuklara birer bira Mo, benim hesaptan. Şerefinize, çocuklar!" diye bağırıyorum. Gözden kaybolduğumda bacaklarım bir çocuğunkiler gibi hafif; bardaki pislikten sıyrılmış olmaktan dolayı mutluluk içinde, hoplaya zıplaya Walk'ta yürümeye başlıyorum.