Colville için hazırdım; Tanya sayesinde, beni götleğin yaptıkları konusunda uyarmıştı. Herif zaten uzun zamandır benden kurtulmaya çalışıyordu, hıyarın eline fırsat geçmişti şimdi işte. Tabii ki başımı öne eğip ikileyecek değildim, geçen yıl boyunca Holloway'deki Colville Malikanesi'nin içini bayağı bir tanımıştım ben de.
Mesaimin bitmesini bekleyecekti mutlaka. Sakin bir gece olmuştu. Sonra Henry ve Chengis peşlerinde birkaç çocukla birlikte geldi, hepsi bayağı sarhoştu. Başka bir çeteyle kapışmışlardı, zafer sarhoşluğu içinde birbirlerine hikâyeler falan anlatıyorlardı. Aberdeen ve Tottenham'ın güç birliği ettiğine dair konuşmalar geçiyordu. "Ben olsam bu işe bulaşmazdım, içkilerin parasını kim ödeyecek, amına koyayım? Siktiğimin barmeni herhalde," diyerek gülerken çocuklardan birkaçı da benimle birlikte güldü. Oldukça cömert davranıp bir sürü içki ısmarladım çünkü buradaki saltanatımın sona ermek üzere olduğunu hissediyordum.
Aslında bir yerde üzücü bir durum, burası benim ikinci evim gibiydi neredeyse, her zaman karşıma çıkan türden insanlarla buluşup tanışabileceğim bir yer ama gene de kısıtlamalar dahilinde. Yola devam zamanı geldi. Böyle yerlerde çalışarak hiçbir şey kazanamazsın, böyle bir yerin sahibi olman gerekir. Göz ucuyla sahneye çıkmak için hazırlanan Lynsey'nin meydana çıkıp bana göz kırptığını görüyorum.
İşte, her yer plastik, krom ve oldukça esaslı döşenmiş ama izmaritlerin ve heriflerin donundaki sperm kokusunu, sulandırılmış bira ve hatunların ucuz parfüm kokularıyla birlikte alabiliyor, cana yakınlığın ardındaki o hastalıklı boş vermişliği hissedebiliyorsunuz.
Ama Lynsey olayı çözmüş, niyeti bozduğu tarihte bu tür yerlerde takılmaya başladığı günden itibaren dersini bir kurban olamayacak kadar iyi çalışmış. Meraklılara kendisi gibi zeki, iyi eğitim görmüş bir kadının onlar için hiçbir şey hissedemeyeceğini hissettirme konusunda çok dikkatli. Sanırım bu beni de kapsıyor; her ne kadar hepimiz farklı olduğumuzu düşünmekten hoşlansak da, bu yolda ilerlerken kendimize ait özel tekniklerimize, bizi aklayan alaycılığa sığınsak da. Bu kız gerçekten farklı, olayı çözmüş. Birkaç miki film çevirmiş, kendi internet sitesi var, ismini duyurmuş ve şimdi burada, bu kucak dansı tımarhanesinde ektiklerini biçiyor. Pezevenk bir erkek arkadaşı yok, yüzündeki o kendini ele vermeyen tebessüm sınırı aştığın anda buzdan bir kayaya dönüşüyor. Bu oyunda sadece kendisi için oynayan, benim işime yaramayacak biri.
Çok yazık. Onu sahnede, Tanya gibi bir kok orospusunu yoğun bakıma yollayacak kadar atletik bir kalça hareketi yaptığı sırada, o bronzlaşmış bacaklardan gümüş rengi minisine kadar izlerken, en az para verip seyretmeye gelen meraklılar kadar büyük bir ilgiyle bakıyor ve videolarından birini bulmanın artık elzem olduğunu düşünüyorum.
İşim bittiğinde Dewry hiç gecikmeden, yüzünde o okul-müzeviri inek sırıtışıyla çıkageliyor. "Colville seni ofisinde bekliyor," diye neredeyse şakıyor iğrenç orospu çocuğu.
Bütün bunların anlamını bildiğim için, ofise girer girmez oturmamı söylemesini beklemeden karşısındaki sandalyeye yerleşiyorum. Colville'in o soluk, sahtekâr suratındaki kısık gözler kıpırdayarak, sanki bir akvaryummuşum gibi bana bakıyor. Masanın üzerinden bana doğru bir zarf kaydırıyor. Giydiği o salak gri ceketin yakasında bir leke var. Karının bu herifi...
"İşten çıkarma formun ve maaşın," diye açıklama yapıyor o ezik sesiyle. "104 haftalık süreni tamamlamana daha iki hafta olduğu için sana tazminat vermek zorunda değiliz. Hepsi sözleşmede yazar. Kanun böyle," diyerek sırıtıyor.
Ona ciddiyetle bakıyorum. "Neden, Matt?" diye soruyorum, incinmiş numarası yaparak, "seninle geçmişimiz eskilere dayanıyor!"
Yok, bu bakış işe yaramıyor; Matty-can duygusuz bir yüzle arkasına yaslanarak yavaşça başını sallıyor. "İşe vaktinde gelmen konusunda seni uyarmıştım. Burada bir baş barmene ihtiyacım var benim. O küçük orospu arkadaşının buraya gelip müşterilere asılmaması konusunda da uyarmıştım seni. Geçen hafta bir polise bile askıntı oldu." İğrenerek başını iki yana sallıyor yine. Arkamdan Dewry'nin kıs kıs güldüğünü duyuyorum, durum Colville kadar onun da hoşuna gidiyor.
"Onların da siki var değil mi, yoksa ben mi yanlış biliyorum," diyerek gülümsüyorum. Arkamdan yine boğuk bir kıkırtı duyuyorum.
Colville doğruluyor, yüzü ciddileşmiş vaziyette. Bu onun şovu ve rolünün çalınmasını istemediği belli. "Bana şirinlik yapma, Williamson. Biliyorum, kendini bir halt sanıyorsun ama anladığım kadarıyla sen de Hackney'den gelen, şu bini-bi-paraya, bok torbası, jigolo pezevenklerden birisin."
"Islington," diyorum çabucak. Bu biraz ağır geldi işte.
"Her neyse. Ben baş barmenimden benim söylediğim işi yapmasını isterim, burayı kendi küçük pis dümenlerini çevirmek için üs olarak kullanmasını değil. Artık buraya her türden pislik takılıyor; orospular, adi suçlular, futbol manyakları, porno tacirleri, uyuşturucu satanlar... Peki bütün bunlar ne zaman oldu? İki sene önce, senin işe başlamandan sonra oldu."
"Burası sikindirik bir kucak dansı kulübü, striptiz kulübü burası, amına koyayım. Tabii ki etrafta tehlikeli tipler olacak. Yaptığımız pis bir iş!" diyerek öfkeyle karşı çıkıyorum. "Ben buraya para ödeyen sadık müşteriler kazandırdım! Hepsi de para harcayan insanlar!"
"Siktir git, bu kadar yeter," diyerek kapıyı gösteriyor.
"Yani bu kadar mı, sepetlendim mi?"
Matt Colville'in ağzı kulaklarına biraz daha yaklaşıyor. "Evet. Kabullenmek hiç de profesyonelce değil ama bundan büyük bir zevk alıyorum." Arkamdaki Dewry'den bir kıkırtı daha geliyor. Zamanı geldi. Başımı kaldırıp gözlerinin içine bakıyorum. "İyi, öyleyse artık itiraf zamanı. Son sekiz aydır düzenli olarak karınla sikişiyordum."
"Neee..." Colville bana bakarken arkamdaki Dewry'nin şoktan kaskatı kesildiğini hissediyorum, bir şeyler mırıldanıp telaşla dışarı çıkıyor. Birkaç saniye için dili tutulan Colville'in o incecik dudakları ilk sarsıntıdan sonra tedbirli, hafif bir tebessümle büzüşüyor. Sonra aşağılama ve nefretle başını sallıyor. "Gerçekten de zavallısın, Williamson."
"Çok da işime yaradı," diyorum duymazdan gelerek. "Kredi kartı ekstrelerini kontrol et. Oteller, tasarımcı imzalı kıyafetler, bir sürü şey." Üstümdeki Versace gömleği gösteriyorum. "Bunun parasını sen ödedin lan."
Gözlerinden yeni bir korku spazmı geçse de yerini hemen küçümseyen bir öfkeye bırakıyor. "Seni zavallı orospu çocuğu. Gerçekten de bu saçmalıklara kanacağımı mı sandın? Bu acıklı..."
Ayağa kalkıyorum, kalkarken de ceketimin iç cebinden polaroidleri çıkarıp masaya fırlatıyorum. "Belki bunlar seni etkiler. Fırtınalı havalar için saklıyordum. Bin söze bedel, ha?" Göz kırpıp gururlu bir telaşla ofisten ve bardan dışarı çıkıyorum. Sokağa çıktığımda bir endişe nöbeti beni tırstırıyor ama peşimde kimse yok. Soho'nun arka sokaklarında kahkahalar atmaya başlıyorum.
Charing Cross Caddesi'ne geldiğimde biraz düşüyorum ve en düzenli gelir kaynağımın elimden gittiği gerçeği kafama dank ediyor. Uğraşıp didinmek zorunda kalmayacağımı düşünerek, yeni durumun iyi ve kötü yönlerini, önüme çıkardığı fırsatları ve tehlikeleri hesaplamaya çalışarak durumu dengelemeye çalışıyorum. Liverpool Sokak'taki Central Line'a girip Hackney Downs trenine biniyorum. Downs'da duruyoruz ve iniyorum, perondaki duvarın üstünden kendi evimin arka penceresine bakıyorum. İstersem kirli camlara dokunabilirim. Üstlerinde öyle çok pislik, yağ ve toz var ki, içerisini görmek mümkün değil. Bu Great Eastern Demiryolu götlerinin temizlik parasını ödemesi lazım, amına koyayım, ev onların boklu dizel trenleri yüzünden böyle kirleniyor. İstasyondan çıkarken daha bugün çıkmış, yeni bir GED tarifesi alıyorum.
Evdeyim, emlakçıların stüdyo daire demekten hoşlandıkları bu odanın ön penceresinden dışarı bakıyorum. İşte güzel İngilizcemiz böyle bir dil: iğrenç derecede ağdalı ve abarık. Böyle bir harabeye başka kim hayranlık içinde daire diyerek kendini kandırabilir? Leith'in Banana Evleri Sitesi'nden Simon David Williamson'ı avlıyorum, oltaya takıyorum, ateş ediyorum. Aşağıda, genç bir annenin bebek arabasını iterek eczaneden çıkışını dikizliyorum. Gözlerinin altındaki torbalar bana bir model olabileceğini söylüyor, yani, Samsonite için. Ayrıca beş yüz mil güneye de bu siktiğimin Great Junction Sokak'ta yaşamak için geldiğimi söylüyor. Norwich'e giden bir ekspres trenin gümbürdeyerek geçmesiyle birlikte bütün bina aniden sallanarak kütürdüyor. Saate bakıyorum: 6.40 veya 18.40; bu demiryolu hıyarları böyle der. Rötar yok.
Önüne çıkan her fırsatta yatırım yapmalısın, amına koyayım. Tam olarak açıklayabilmek için fazla tellenmiş olsam da geçen gün Bernie'ye bunu anlatmaya çalışıyordum. İşin sırrı bu; kazananları kaybedenlerden, gerçek iş adamlarını, gazetelerde ve televizyonda nasıl işe sıfırdan başladıkları, tırnaklarıyla kazıyarak buralara geldikleri bokunu anlatarak kafanızı ütüleyen cinsten herifleri el arabası iten boşboğaz dangalaklardan ayıran şey bu işte. Medya bizi devamlı başarı hikâyesi denen o zırvalıklarla sıkboğaz eder ama gerçek hayatta bunların yalnızca buzdağının görünen kısmı olduğunu biliyoruz, başaramayanları da görüyoruz işte. Bir bara tıkılmış yanlarındaki götlere eğer o laleler, o pislikler, o götverenler olmasaydı köşeyi dönmüş olacakları martavalını anlatır durur, istediklerinde en tepeye çıkabilecekleri yalanına inandıkları için kendilerinden başka herkesi suçlarlar. Bernie'nin dikkatli olması lazım çünkü yavaş yavaş o zavallılara benzemeye başlıyor. Çünkü elini çabuk tutup sermayeni yatırıma dönüştürmezsen (sermaye sahibi olacak kadar şanslıysan tabii) cesur olup risk almazsan, bütün fırsatları kaçırırsın. Sonra da bütün gün pabda oturup sızlanarak yaşlanırsın ya da daha kötüsü taş piposuna veya mor folyoya takılıp kayarsın.
Yatırım yapacak bir şeye ihtiyacım var ve şimdi gidip Amanda'yı, yatırım yapacak tonla parası olan ama benim sikindirik iliğimi kurutan soğuk nevaleyi görmem lazım.
Paula teyzenin telefondaki teklifine az kalsın gülecektim -zavallı ihtiyarcığın kulaklarını kahkahalarla patlatacaktım az kalsın- ama düşündükçe fikre ısınmaya başlıyorum.
Ancak şimdi görev beni çağırıyor, dolambaçlı bir otobüs ve tren rotası izleyerek Highgate'e, "Mandy-ben-geldim-ve-bütün-hasılat-senin" demeye gidiyorum işte, ufaklığı alıp oğlanın suratındaki delikte kaybolacak olan haftalık kırk papel kafa parasını veriyorum. Harbiden şişko bu velet. Annemi görmek için son İskoçya'ya gidişimizde, o İtalyan-İskoç aksanıyla bana "aynı senin bu yaştaki haline benziyo" demişti. Aynı benim o zamanki halim, kolayca yaralanıp berelenen bir çocuk, parktaki ve sokaktaki zayıf, aşağılık yılanlar için av sayılan bir domuzcuk. Beni şişkolar cehenneminden kurtardıkları için ergenliğe ve hormonlara şükürler olsun. Zavallı küçük piçin bana hissettirdiği karmaşık duygular, daha küçük ve cool olmayan halimi hatırlatmasından kaynaklanıyor belki de. Ama bir zamanlar böyle olduğuma inanamıyorum. Şişkoluğunu orospu çocuğu Yahudi büyükbabasından, yani anne tarafından almış olması daha muhtemel.
Şimdi Noel hediyesini seçmek için West End'den ağır ağır Hambley'e doğru yürüyoruz. Tabii olay çoktan bitti, şu anda ocak indirimi çılgınlığı yaşanıyor. Seçme özgürlüğünün en küçük yaşlardan itibaren öğrenilmesi gerektiğini düşünerek ona hediye çekleri vermiştim. Amanda çekleri saklamış, seçimini yaparken benim de ona eşlik etmem konusunda ısrar etti. Oxford Circus'a gittiğimizden bu yana bu kadar uzun yürümemiştik, hava soğuk ve küçük götlek mızmızlanıp duruyor, arkada kalıp bacaklarını ovuşturuyor. Tam bir oyun manyağı, evde kalıp Play Station oynamayı her şeye tercih eder. Yılın bu şenlikli zamanında bile benim için nasıl angaryaysa, onun için de öyle. İçeri girerken çekingen konuşma çabalarıma devam ediyor ve dükkânlarda kesilecek kukular olması için dua ediyorum.
Kışın kızlar öyle sarınıp sarmalanıyorlar ki eve götürüp paketi açana kadar ne aldığını bilemiyorsun, sonra da iade etmek için çok geç oluyor. Noel. Beyaz ve kırmızı cep telefonlarını mesaj var mı diye kontrol ediyorum. Bir şey yok.
Dükkânlar, o kalabalık ve elimde taşıdığım salak torbalar beni çabucak sıkıyor. Çocukla aramızda... hiç iletişim yok. Deniyorum. Elimden geldiği kadar. Bu yerine getirilmesi gereken bir görev, ikimiz için de öyle sanırım. Sonunda abur cubur yemekten davul gibi şişmiş, yağlı ve beş parasız haldeyim ve ne için? Babalık görevleri? Sosyal etkileşim?
Kimseye bir yararı oldu mu?
Yapabildiğim tek şey hatunlara bakmak ve birkaç hafta önce Ben'i (ismini annesi koydu) Madame Tussauds'a götürüşümü hatırlamak. Götü kalkmış durumdaki Amanda'yı düşünmem gerekiyordu çünkü rüyalarının yuppie piçiyle sikişiyor ve bana Ben'i almamın onlar için tam bir kıyak olduğunu söylüyordu, biraz yalnız kalabilmek ikisi içinde haaarika olacakmış. Haftada kırk papel uçlandığım gibi rahat rahat sikişebilsin diye çocuğu dışarı çıkarıyorum bir de. Alnıma bir dövme yaptırsam daha iyi: E-N-A-Y-İ.
Çocuğu geri götürdüğümde Mandy'in çok daha iyi göründüğünü kabul etmem gerek. Bu sene, Ben'in doğumundan beridir onu ilk kez formunda görüyorum. Bütün ailesi gibi onun da şişkoluğa doğru dört nala koştuğunu sanmıştım ama vücudu bayağı düzgün görünüyor. İlişkimiz hâlâ yolundayken spor ve rejim yapsaydı, ben de birkaç yaz önce Toskana'da yapmak zorunda kaldığım gibi onu ve bütün ailesini aşağılamazdım. Ben hırslı bir adamım ve kendine saygısı olan hiçbir erkek kolunda şişko bir götle görülmek istemez.
Ama şişko götler de bazen işe yarar, teyze olarak mesela. Sevecen, tombul teyzeler olarak. Paula teyze hep en sevdiğim teyzem olmuştur. Onun da beni sevdiğini biliyorum. Zavallı ihtiyar Paula'ya bir pab miras kaldı ama o salak gibi gidip serserinin tekiyle evlendi, herifin içki parasını ödeyecek diye neredeyse evi bile elden gidiyordu ama neyse ki sonunda adamı kapı dışarı etmeyi akıl edebildi. Paula gibi güçlü, burnunun dikine giden hatunların bile zayıf noktaları olduğunu bilmek aslında rahatlatıcı bir şey. Benim gibilerin ayakta kalmasını sağlıyorlar. İşte şimdi pabı yirmi bin kâğıda bana devretmeyi teklif ediyor. Senede beşer bin taksitle ödeyebilirmişim.
En büyük sorun on dört bin eksiğimin olması. İkinci sorunsa pabın Leith'de oluşu.