Croxy, hayatında belki de ilk defa uyuşturucu yaptığı için değil, fiziksel çaba harcadığı için ter dökerek, plaklarla dolu son kutuyla merdivenleri çıkmaya uğraşırken yatağa seriliyorum ve uyuşuk bir depresyon içinde krem rengi sunta duvarlara bakıyorum. Bu benim yeni evim. Dört metrekarelik küçük ve basık bir oda, mutfağa ve banyoya açılan kısa bir koridor. Odada kapıları olmayan bir gömme dolap ve yatağım dışında ancak iki sandalye ile bir masayı sığdıracak kadar yer var. Buraya köpek bağlasan durmaz: hapishane bile buradan iyidir. Edinburgh'a geri dönüp Frank Begbie'nin hücresiyle bu buzhane gibi ahırı değiştirsem yeridir, amına koyayım.
Bu kısıtlı alanda Croxy'nin içtiği sigaraların izmarit kokusu insanı boğacakmış gibi geliyor. Üç haftadır tek bir sigara bile içmedim ama herifin yanında pasif olarak günde otuz tane falan içmişimdir. "İnsanı susatıyo, ha, Simon? Pepys'de birer tek atsak mı?" diye sorarken ilgili ve içten görüntüsü, Simon David Williamson'ın bu düşmüş hali karşısında şeytani bir zevk, hesaplı bir küçümseme içeriyor sanki.
Aslında, bir yerde, Mare Sokak'tan geçerek Pepys'e gitmek tam bir dangalaklık olur; insanlar kıs kıs gülecek, herkes "gene Hackney'e mi döndün, Simon?" diye soracak ama, işte, insan içine de çıkmak lazım. Kulaklar çekilmeli. Kurtlarımız dökülmeli. Artı, Croxy'nin de biraz hava almaya ihtiyacı var. Onun yanında sigarayı bırakmaya çalışmak cankilerle dolu bir mezbelede malı bırakmaya çalışmak gibi.
"Bu yeri bulduğun için şanslısın," diyor Croxy, kutuları boşaltmama yardımcı olurken. Bok şanslıyım, amına koyayım. Yatağa uzanıyorum ve Liverpool Sokak'a giden ekspres trenin mutfaktan yarım metre kadar uzaktaki Hackney Down istasyonundan fırlamasıyla birlikte bütün bu batakhane sallanıyor.
Böyle bir durumda evde kalmak da dışarı çıkmak kadar imkânsız geldiği için, hiç konuşmadan yıpranmış merdivenlerden aşağıya iniyoruz; halı kaplama o kadar aşınmış ki üzerinde yürümek artık buzun üzerinde yürümek kadar riskli. Dışarıda yağmur çiseliyor; Mare Sokak ile belediye binasının oradan geçerken her tarafta sönük bir akşamdan kalmalık havası var. Croxy, kesinlikle ciddi olarak bana şunları söylüyor, "Hackney her şekil Islington'dan iyidir. Islington yıllardan beri sıçmış vaziyette."
Kimilerinin çıtırlık dönemi fazla uzun sürüyor. Bu herif Hackney'de apartman işgal edip partiler organize edeceğine Clerkenwell ya da Soho'da internet siteleri tasarlıyor olmalıydı. Onun hayrına olacağından falan değil, yalnızca böyle saçmalıkların kültürümüz içine kolayca süzülmesini durdurmak adına hayatı anlatmaya çalışıyorum göt lalesine. "Hayır, Hackney bir adım geridedir," diyorum soluğumla ellerimi ısıtmaya çalışarak; parmaklarım çiğ domuz sosisleri kadar pembe. "Yirmi beşlik çıtırlar için fena sayılmaz Hackney. Yerinde duramayan, otuz altı yaşında bir girişimci içinse," burada kendimi gösteriyorum, "Izzy daha iyidir. Soho barlarındaki havalı hatunlara tutup da Doğu Sekiz'de yaşıyorum denir mi? 'En yakın metro nerede?' diye sorsalar ne cevap vereceksin?"
"Karayolu da aynı işi görüyo," diyor, şişkin gökyüzünün altındaki demiryolu köprüsünü işaret ederek. 38 numaralı bir otobüs zehirli karbonunu kusarak tekleye tekleye yanımızdan geçiyor. Bu siktiğimin Londra Ulaşım götleri, o pahalı broşürlerinde arabaların çevreye verdiği zarar hakkında ötüp dururlar, sonra da tutup keyiflerince solunum sisteminizin içine ederler.
"İş falan görmüyor, amına koyayım," diye şarlıyorum, "Bok gibi. Kuzey Londra'da metronun ulaşacağı en son yer burası olacak. Siktiğimin Bermondsey'inde bile var artık, abi lan. O kimsenin gitmek istemeyeceği siktiğimin salak sirk çadırına bile yaparlar ama buraya yapmazlar, bok var amına koyayım."
Croxy'nin süzgün yüzündeki ifade bir çeşit gülümsemeye dönüşüyor ve o koca, çukura kaçmış gözleriyle bana bakıyor. "Bugün kafamız baya bozuk ha, diil mi," diyor.
Doğru. Sonra her zaman yaptığım şeyi yapıyorum, kederlerimi içkiye boğuyorum; bardaki herkese diyorum ki: "Bernie, Mona, Billy, Candy, Stevie ve Dee - yalnızca geçici olarak Hackney'deyim, ölene kadar burada kalacağımı sanmayın. Benim daha büyük planlarım var, abi. Pardon yani." Ayrıca evet, tuvaleti çok sık ziyaret ediyorum ama dışkılamaktan çok beslenmek için.
Burnumdan süpürge hortumu gibi çekerken acı gerçeğin farkına varıyorum. Kok beni de, herkesi de sıkıyor. Nefret ettiğimiz bir piyasada, nefret ettiğimiz bir şehirde, sanki evrenin merkezindeymişiz gibi davranan, gerçek hayatın başka bir yerde yaşandığı düşüncesini kafamızdan atabilmek için içimizi pis uyuşturucularla dolduran, yaptığımız her şeyin bu paranoyayı ve gerçeği beslediğinin farkında olsak bile buna bir şekilde dur diyebilmek için yeterince duyarlı olamayan, bıkkın ve de bitkin götleriz biz. Çünkü, ne yazık ki, durmaya değebilecek kadar iyi ve ilginç hiçbir şey yok. Bu arada, Breeny'de bok gibi çilek[1] olduğu söylentileri yayılmaya başlıyor ve bunun bayağı bir kısmı etrafta dönmeye başlamış gibi.
Bir anda yarın oluyor ve bir yerlerde, bir evde oturmuş pipo çeviriyoruz; amonyağın pis kokusu havaya yayılırken Stevie götürdüğü bu malın kendisine kaça patladığını anlatarak ortaya çıkan buruşuk banknotları istiflemeye çalışıyor. Korkunç piponun bana her gelişinde, dudaklarımı her patlatışında kendimi hasta ve aldatılmış hissediyorum, sonra aldığım fırt beni odanın başka bir köşesine yolluyor: soğuk, buz kesmiş, memnun, kendimle dolu, saçma sapan konuşarak, dünyayı ele geçirme planları yapıyorum.
Sonra sokaktayım. Islington'a geldiğimi bilmiyordum, öylesine turluyorum, sonra Green'de elindeki haritayla boğuşan, eldivenli elleriyle haritayı açmaya uğraşan bir kız görüyorum ve ağzımdan ucuz bir "Kayıp mı oldun şekerim?" çıkıyor. Kendi sesimdeki ağlak tını, o duygu, beklenti ve hatta yoksunluk yüklü tını beni afallatıyor. Hem bunun şokundan hem de elimdeki mor alüminyum folyodan aldığım fırttan geriye doğru sendeliyorum. Bu neydi böyle? Bunu elime kim verdi? Buraya nasıl geldim, amına koyayım? Herkes nerede? Birkaç inleme duyuldu, sonra birileri çıkıp gitti ve ben dışarıya, soğuk yağmurun altına çıktım ve şimdi...
Kız pantolonumun içindeki etli Blackpool kayasından çubuk kadar sert bir sesle şarlıyor, "Siktir git... ben senin şekerin falan değilim..."
"Kusura bakma bebek," diye beceriksizce özür diliyorum.
"Bebek de değilim," diye beni bilgilendiriyor.
"Bakış açına bağlı tatlım. Bir de benim açımdan bakmayı dene," dediğimi duyuyorum, sanki başkası söyler gibi ve onun gözlerinden görüyorum kendimi: leş gibi kokan, pis mor folyolu bir hanzo. Ama benim bir işim var, çıktığım hatunlar var, bankada biraz param bile var, üstümdeki bu pis kokulu ve lekeli koyun postu kabandan, bu eski yün şapka ve eldivenlerden daha iyi giysilerim var benim; peki burada yaşanan bu bokluk nedir Simon?
"Defol git, sapık!" diyor kız sırtını dönerek.
"Herhalde bugün sol tarafından kalktın. Adam sen de, tek yol yukarıdır, ha?"
"Siktir," diye bağırıyor kız arkasına bakarak.
Hatunlar bazen çok negatif olabiliyor. Kadınlar konusundaki bilgisizliğime lanetler yağdırıyorum. Birkaç kadın tanıdım, evet, ama benim ufaklık hep araya girdi, benimle onların ve daha derin bir şeylerin arasına.
Geriye doğru düşünmeye başlıyor, zihin haritaları birbirine karışmış, gereğinden fazla ısınmış olan beynimi gerip uzatarak, bölüp perspektif birimlerine ayırarak yeniden sömürgeleştirmeye çalışıyorum. Anladığım kadarıyla, daha önce, aslında evdeymişim, sabah depresif halde benim yeni eve dönmüşüm, kalan son çileği de yaparak terlemeye ve takım elbiseyi çekmiş Hillary Clinton'ın New York'tan senatörlüğe adaylığını koyduğunu açıklayan gazetedeki resme bakarak otuzbir çekmeye başlamışım. Şu Yahudileri kafaya takmamasını, hâlâ güzel bir kadın olduğunu ve Monica'nın onunla boy ölçüşemeyeceğini söylüyormuşum yine ona. İşte, Bill'in canı sadece biraz o kızın ağzına vermek istemişmiş falan. Sonra sevişmişiz. Sonra, Hillary memnun mesut uyurken, yan odaya gitmişim ve Monica beni orada bekliyormuş. Yabancılaşma sonrası harika bir sikişte Leith, Beverly Hills'e karşı. Sonra Hillary ve Monica'yı birbirleriyle oynamaları için kışkırtıp onları seyretmişim. İlk başta karşı koymuşlar ama tabii ki tatlı dilimle onları ikna etmişim. Croxy'nin verdiği yırtık pırtık koltuğa yaslanıp elimde bir Havana purosuyla, yani işte ince bir panatella tüttürerek yaptıkları şovu izlemişim.
Bir polis arabası sakatlayacak ağır aksak bir sivil vatandaş bulmaya çalışarak öte öte Upper Sokak'tan aşağı doğru geliyor ve ben titreyerek aslıma dönüyorum.
Fantezinin yumuşak başlı ancak aşağılık doğası biraz acı veriyor ama bu yalnızca, diyerek mantık yürütüyorum, geçici olması gereken çirkin düşüncelerin düşüş sırasında insana yapışıp kalması yüzünden; gitmeleri gereken yerler tıkanıyor ve oturup onlarla uğraşmak zorunda kalıyorsun. Kokainden nefret ediyorum; zaten bir süre alacak param da olmayacak. Ama kafan iyi olduğunda bunun konuyla pek ilgisi olmuyor tabii.
Otopilota bağlamışım ama Angel'dan aşağı inerek Kings Cross'a gittiğimin, bunun doğal bir çaresizlik belirtisi olduğunun hafiften farkındayım, eğer öyle bir şey varsa tabii. Tanıdık kimse var mı diye Pentonville Caddesi'ndeki bahisçilere bakıyorum ama kimseleri göremiyorum. Bugünlerde polisin Cross çevresinde fazla gezmesi yüzünden müptezel dolaşımı artmış durumda. Zehirli artıkları dağıtarak ve oradan oraya ittirerek ama hiçbir zaman ele geçirip kökünü kurutmayı başaramayarak, bir lağım bataklığından geçen hız motorları gibi vınlayıp duruyorlar.
Sonra Tanya'nın geldiğini görüyorum, eyç[2]lenmiş gibi. Yüzü küçülmüş ve kül rengi ama gözleri beni tanıyarak canlanıyor. "Hayatım ..." Sarılıyor. Peşinde sıskacık, küçük bir herif var ama sonradan herifin aslında hatun olduğunu fark ediyorum. "Bu, Val," diyor Tanya, Londralı canki bozuntularının genizden gelen o bildik cıyaklamasıyla. "Asırlardır yoksun ortada."
Neden acaba? "Ya, Hackney'e döndüm. Geçici olarak. Bu hafta sonu biraz pipo takıldım," diye açıklama yapıyorum. Bir grup kafayı yemiş zenci içeri giriyor: gergin, saldırgan ve düşman tavırlılar. Buralarda bahis oynanıyor mu acaba? Ortamı beğenmiyorum. Val denen o acayip, anemik tipli karıyı da peşimize takıp dışarı çıkarken siyah götlerden biri diğerine saldırıyor, biz de Kings Cross istasyonuna doğru yollanıyoruz. Tanya sigaralar hakkında bir şeyler söyleyip ağlaşıyor ve, işte, ihtiyaçlar karşılanmalı falan diye ceplerimdeki pisliği karıştırıyorum. Sigara alıp metroda bir tane yakıyorum. İbnelerin yeni fetişi olan açık mavi Londra Ulaşım üniformalarından birini giymiş, şişko, kesik nefes, çok bilmiş bir göt lalesi bana sigarayı söndürmemi söylüyor. Sarhoş bir götün fırlattığı izmaritten çıkan yangın sonucu ölen insanların anısına yazılmış plaketi işaret ediyor. "Sen salak mısın? Hiç mi umurunda değil?"
Bu palyaço kiminle konuştuğunu sanıyor böyle? "Hayır, umurumda falan değil, amına koyayım, laleler bunu hak etmiş. Seyahat etmek her zaman risklidir," diye şarlıyorum.
"Ben o yangında bir dostumu kaybettim, seni orospu çocuğu!" diye bağırıyor öfkeli, kızgın göt.
"Senin gibi bir bok torbasıyla arkadaş olduğuna göre hıyarın önde gideniymiş," diye haykırıyorum ama yürüyen merdivenle aşağı inerken sigarayı söndürüyorum. Tanya gülüyor ama Val denen hatun resmen gülme krizi geçiriyor, katılacak neredeyse.
Metroya binip Camden'a, oradan Bernie'nin evine gidiyoruz. "Sizin Kings Cross'da takılmamanız gerekirdi kızlar," diyerek gülümsüyorum, neden orada takıldıklarından eminim zaten de, "özellikle de siktiğimin zencileriyle," diyorum. "Adamların tek istediği güzel bir beyaz hatun bulup ona pezevenklik yapmak."
Val kuşu buna da gülüyor ama Tanya açıyor ağzını, yumuyor gözünü. "Nasıl böyle dersin? Şu anda Bernie'ye gidiyoruz. O en iyi arkadaşlarımızdan biri ve de siyah."
"Tabii ki öyle. Ben kendimden bahsetmiyorum, onlar benim kardeşlerim, benim insanlarım. Hemen hemen buradaki bütün arkadaşlarım siyah benim. Sizden bahsediyorum. Pezevenklik yapmak istedikleri ben değilim. Aslında, sikik Bernie becerebilseydi yapardı ya."
Ağır abla Val buna da öyle cici bir şekilde kıkırdıyor ki Tanya suratını ekşitiyor.
Bernie'nin dairesine çıkarken bir an bu zavallı sitenin hangi bloğuna gideceğimizi karıştırıyorum çünkü gün ışığında buralara gelmeye pek alışık değilim. Merdivendeki dönemeçte, kendi sidiğinin içinde sızmış bir hanzoyu uyandırıyoruz. Ben canlı ve neşeli bir sesle, "Günaydın," diye bağırınca hanzodan homurtuyla inilti arası bir ses çıkıyor. "Tabii, bunu söylemek senin için kolay," diye espri yapınca karılar yine gülüyor.
Bernie hâlâ ayakta, Stevie'den yeni dönmüş. Manyak gibi tellenmiş durumda, zincirler, dişler ve yüzüklerden oluşan altın rengi bir kütleye dönmüş. Burnuma amonyak kokusu geliyor ve tabii ki mutfakta bir pipo var, bana da bir fırt veriyor. Bernie, koca gözlerinde manik bir gaza getirme arzusuyla çakmakla taşı yakarken uzun ve sert bir nefes çekiyorum. Nefesimi tutup ağır ağır bırakırken göğsümde o pis, dumanlı yanma hissini duyuyorum, bacaklarım tutmuyor ama tezgâha tutunup bu bitkin, cool kafanın tadını çıkarıyorum. Her bir ekmek kırıntısına, alüminyum evyedeki her bir su damlasına tüm detaylarını görerek bakmak hasta edici bir şey ama etmiyor işte; gelen üşüme ruhumu odanın soğuk bir köşesine yolluyor. Bernie vakit kaybetmeden eski kirli kaşığında bir taş daha yıkayıp folyoya külden bir yatak yaparak taşları bebeğini beşiğine yatıran bir annenin sevecenliği ve özeniyle yatağa yatırıyor. Çakmağı taşa tutarak hayranlıkla Bernie'nin içişindeki o kontrollü şiddeti izliyorum. Bernie bana bir keresinde ciğerlerinin kapasitesini artırmak için küvete girip su altında nefes tutma çalışmaları yaptığını anlatmıştı. Kaşığa, o alet edevata bakarak, tarafsız bir endişeyle bana eroin günlerimi hatırlattıklarını düşünüyorum. Eh, siktir et, artık daha yaşlı, daha olgunum ve eroin eroindir, taş da taş.
Tezgâha tutunmuş, birbirimizden birkaç santim uzakta durarak bir şeyler sayıklayıp saçma sapan konuşurken düşman tarafından gemiye şok dalgaları yollandığı sırada Atılgan'ın kumanda masasında duran iki subaya benziyoruz.
Bernie kadınlara takmış durumda; zavallı denyo ağzına sıçmış, hayatını mahvetmiş olan orospulardan bahsedip duruyor, ben de ona katılıyorum. Sonra sikilmedik bir tek kulağımızı bırakan amcıklara geçiyoruz (erkek olanlara) ve bir gün nasılsa elimize düşeceklerinden falan bahsediyoruz. Bernie ile ikimiz, Clayton denen bir çocuktan nefret ediyoruz; eskiden arkadaşımızdı ama artık şehirdeki herkesi sikmiş durumda. Sohbette bir boşluk olduğunda Clayton bizim için iyi bir hedef haline geliyor. Eğer böyle rakipler olmasaydı, hayatı biraz acıklı hale getirmek, ona biraz mana ve ehemmiyet kazandırmak için, onları icat etmemiz gerekirdi. "Gün geçtikçe daha da sapıtıyor," diyor Bernie, yarı-samimi, tuhaf bir endişeyle, "sapıttıkça sapıtıyor," diye tekrarlıyor, başına vurarak.
"Peki ya... şu, Carmel, onunla hâlâ düzüşüyor mu?" diye soruyorum. "O hatuna bir kere çakmak istemişimdir hep."
"Yok lan, yok, o siktirip geldiği yere gitti, Nottingham mı her ne bokumsa işteee..." diyor Bernie, Jamaica'dan Kuzey Londra'ya yalpalayıp arada Brooklyn'e de uğrayan aksanıyla. Sonra baltaları ortaya çıkarıyor ve diyor ki, "Siz İskoç erkekleri böylesiniz işte, ortalıkta dolaşan yeni bir kıza rastladınız mı hakkında her şeyi bilmek istersiniz, erkek arkadaşı kimmiş, falan. Güzel bir karınız, çocuklarınız, paranız olsa bile. Elinizde değil."
"Biz yalnızca halkın arasına karışıyoruz. Ben toplumla ilişkimi kesmemeye çalışıyorum, o kadar," diyerek gülümserken yan odadaki divanda oturan hatunlara bir göz atıyorum.
"Toplum..." diyerek tekrarlıyor Bernie, "toplumla ilişkiyi kesmemek lazım tabii..."
Yeniden yıkamaya başlıyor. "Özgür dünyayı taşlamaya devam et sen," diyerek gülüp yandaki odaya gidiyorum.
İçeri girerken Tanya'nın bluzunun üzerinden kollarını kaşıdığını görüyorum; tabii vücudundaki eyç azalıyor ve manevi bir biçimde, telepatiyle benim de gözüm seğirmeye başlıyor. Toksinlerden birazını terle atmak için sikişmek isterdim ama cankileri sevmiyorum, amına koyayım, hareket bile etmiyorlar. Val denen şu erkek kılıklı karı ne uyuşturucu yaptı sikim bilir ama gene de kızı kolundan tutup yarı sürükleyerek tuvalete götürüyorum.
"N'apıyosun?" diye soruyor, direnmeden ama boyun da eğmeden.
"Biraz ağzına vericem," diyorum göz kırparak. Pervasızca bakıp hafifçe gülümsüyor. Beni memnun etmek istediğini görebiliyorum çünkü o, öyle bir hatun. Her zaman karşısındakini memnun etmeye çalışan ama asla beceremeyen, hasar görmüş cinsinden. Hayat denen oyundaki işlevi: kafayı yemiş bir lalenin yumruğunu durdurmaya yarayan bir surat.
Neyse, içeri giriyoruz, kılıcımı çekiyorum ve benim kereste ortaya çıkıyor. Siktiğimin karısı dizlerinin üstüne çökmüş, ben de o yağlı kafayı apışarama yapıştırıyorum ve emiyor ve... hiç bir şey hissetmiyorum. Yani fena değil ama o boncuk gibi gözleriyle başını kaldırıp beni etkilemek istemesi, hoşuma gidip gitmediğini anlamaya çalışması sinirime dokunuyor, çok salakça geliyor şimdi. Hepsinden önemlisi, keşke biramı da yanımda getirseymişim.
O gri kafatasına, titreşerek bana bakan o ölü gözlere ve hepsinden çok o koca dişlere bakıyorum; uyuşturucu kullanımından, kötü beslenmeden ve bakımsızlıktan dişetleri geriye çekilmiş. Kendimi Karanlığın Ordusu'ndaki[3] Deadite'lardan[4] birinin saldırısına uğrayan Bruce Campbell gibi hissediyorum. Bruce olsa bu narin kafatasına bir tane geçirip tuzla buz ederdi. Şeytana uyup aynı şeyi yapmadan, inmeye başlayan sikim o leş kokulu çürük dişler ormanında paramparça olmadan önce, buradan hemen çıkmam lazım.
Sokak kapısının açıldığını duyup korku ve dehşet içinde fark ediyorum ki seslerden biri kesinlikle Croxy'ye ait; partilemeye devam etmek için buraya gelmiş. Sanırım Breeny de burada. Biramı düşünüyorum ve götün birinin onu öylesine alıp kafasına dikeceği fikri bana dayanılmaz geliyor. Üstelik onlar için hiçbir anlamı olmayacak ama benim için şu anda bu, dünyadaki her şey demek. Eğer tahmin ettiğim kişi geldiyse biram birazdan elden gidecek demektir, amına koyayım. Val'i itip attırdıktan sonra dışarı çıkarken benimkini içeri sokup fermuarımı çekiyorum.
Bira hâlâ yerinde. Malın etkisi çoktan geçti ve canım yeniden taş yapmak istiyor. Divanın üzerine yığılıyorum. Evet, Croxy gelmiş, sıçmış gibi görünüyor; Breeny taptaze ama böyle bir partiyi nasıl oldu da kaçırdım diyerek hayıflanıyor. Meğer yanlarında bira da getirmişler. Garip ama bu bende hiçbir rahatlama hissi yaratmıyor. Yalnızca takmış olduğum o biranın gözüme ılık, zamanı geçmiş ve içilemeyecek durumda görünmesini sağlıyor.
Ama daha var!
İşte, biralar devriliyor, daha gözü kara planlar yapılıyor ve ortaya daha fazla taş çıkıyor, falan. Croxy, Bernie'nin çabalarına karşılık olarak plastik bir limonata şişesinden nargile yapıyor ve çok geçmeden hep birlikte siki tutup oturuyoruz. Val denen hatun siktiğimin kampından yeni kaçmış bir mülteci gibi yuvarlanarak geri geliyor. Aslında, sanırım tam da böyle bir durumda. Tanya'ya bir işaret çakıyor ve kalkıp hiçbir şey söylemeden çıkıyorlar.
Bernie ve Breeny arasında bir tartışmanın giderek alevlendiğini fark ediyorum. Amonyağımız bitti ve yıkamak için sodyum bikarbonata geçmek zorundayız, ki bu daha fazla beceri gerektiren bir işlem ve Breeny malı boşa harcadığı için Bernie'nin ağzına sıçmakla meşgul. "Boşa harcıyosun, amına koduğumun götleği," diyor, yarısı kırık dökük, sarı ve siyah dişlerle dolu olan ağzıyla.
Bernie de bir şeyler söylüyor ve ben sonra çalışacağımı, o yüzden biraz gözlerimi kapamam gerektiğini düşünüyorum. Koridordan geçip kapıyı açarken bağrışmalar ve tabii ki kırılan cam sesleri duyuyorum. Bir an geri dönmeyi düşünsem de varlığımın zaten sıçmış olan bir durumu daha da karmaşık hale getireceğine karar veriyorum. Sokak kapısından sessizce sıvışıp bağrışmaları ve tehditleri ardımda bırakıyorum. Sonra dışarı çıkıp yola koyuluyorum.
Artık evim demem gereken o Hackney bokhanesine döndüğümde terliyorum, titriyorum ve Liverpool Sokak'tan Norwich'e giden Great Eastern treni binayı bir kez daha gümbürdetirken aptallığıma, zayıflığıma lanetler yağdırıyorum.