Çok hoş bir sürpriz oldu, beyaz cebe gelen telefonlar genelde öyledir zaten. Nikki ile seks yapmak tabii ki mükemmeldi ama ilk sikiş sendromu da yaşanmadı değil: ne kadar iyi olursa olsun takacak baştan savma bir unsur bulunur her zaman. Sonradan çıkmak için hazırlanırken bana akıl oyunları mı oynadığımı sordu. Ağır değil de şakacı bir yorumdu ya da belki daha ağır bir şeyi saklamak için tasarlanmış bir soruydu. Sorun değil çünkü bu da diğer sporlar gibi: en yetenekli olanlar rakibinizin oyununa değil, her zaman kendi oyununuza konsantre olduğunuzu bilirler. Ben de cevap vermeden saf saf gülümsedim. Liberallerin ilişkilerde "açık" olmak gerektiği iddialarını siktir et: o zaman her şey çok sıkıcı olurdu. Hayır, bütün ilişkiler güçle ilgili ve şimdi benim için geriye çekilme zamanı. Biliyorum, nasılsa elime düşecek ve ben bundan çok zevk alacağım. Ona numaramı değiştirdiğimi söyleyip kırmızı cebin numarasını veriyorum. İşin en zevkli kısmı beyaz cepteki bir numarayı silip kırmızıya kaydetmektir.
Evin önünde beni yıldızlara bakarken yakaladığında acayip bir şey oldu. Ona bir Nick Cave şarkısından alıntıladığım dizeleri söyledim ve bana "cunt"[42] dediğini zannettim. Felsefeci Kant'tan bahsettiğini anlamadım. Renton'ı bile arayıp sordum sonra bunu. Cave'in bu dizeleri Kant'ın bir kitabından kelimesi kelimesine arakladığını o da hatırlıyor. En sevdiğin şarkı sözü yazarının seni böyle uyduruktan aşırmalarla göt üstü oturttuğu bir dünyada yaşamanın nasıl bir anlamı var artık bilemiyorum.
Evet, seks mükemmeldi. Formu, gücü, esnekliği çok etkileyiciydi ve bana kiloma dikkat etmem, spor salonunu daha sık ziyaret etmem gerektiğini hatırlattı. Ama seksin patlattığı adrenalin Fit of The Walk'taki Barr's Gazete Bayi'sine uğrayıp News'un erken baskısını elime aldığımda yaşadığım patlamayla kıyaslanamazdı bile. Haber altıncı sayfada, ailenizin iş adamına ait bir fotoğraf ve Başkomiser Ray Lennox'un bir vesikalığı ile birlikte. Lennox meğerse gençten bir adammış, o bıyıklarla Village People taklidi yapan bir komedyene benziyor. Yandaki Macs's Bar'a girip bir şişe Becks ısmarlıyorum ve sabırsızlanarak okuyorum:
LEITH'Lİ PAB İŞLETMECİSİ
UYUŞTURUCUYA KARŞI SAVAŞ AÇIYOR
Yazar: Barry Day.
Edinburgh'dan bir pab işletmecisi Ekstasi, Speed, Marijuana ve Eroin gibi ölümcül uyuşturucuları satan acımasız tüccarlara karşı savaş ilan etti. Geçtiğimiz günlerde Leith'deki Port Sunshine Arms'ı devralan hemşehrimiz Simon Williamson, kendi barında hap kullanan iki delikanlıyı yakaladığında gözlerine inanamamış. "Görmediğim şey kalmadı zannederdim ama şok oldum. Bu işi böyle ulu orta, kimseden çekinmeden yaptıklarına inanamadım. Uyuşturucu kültürü denen bu illet artık her yere sızmış durumda. Durdurulması gerekiyor. Hayatların nasıl mahvolduğunu kendi gözlerimle gördüm. Benim teklif ettiğim, bir kampanyadan çok, manevi bir savaş. Artık benim gibi iş adamlarının para kazanmaktan başka şeyler de düşünmesinin zamanı geldi."
Bay Williamson, Londra'da geçirdiği bir dönemden sonra, yakın zamanda memleketi Leith'e dönmüş bulunmaktadır. "Evet, bugün yasadışı yollara sapmaktan başka çıkar yol bulamayan birçok genç için üzüntü duyuyorum. Sonuçta, ben de yalnızca bir insanım. Ama bir yerde kolları sıvayıp artık bu işlerin gidişatına bir dur demek gerekiyor. Karanlık odalarda oturan ve ne kötü bir hayatları olduğunu düşünüp ağlaşarak işleri yoluna koyacak hiçbir şey yapmayan çok sayıda insan var...
Simon David Williamson için harika bir haber. Resim barda oturan sert ve ciddi bir Williamson'ı gösteriyor, alt başlık şöyle: Uyuşturucu tehlikesi: Simon Williamson Edinburgh gençliğinin geleceğinden endişe ediyor.
Ama en iyisi gazetedeki editörün yazmış olduğu başyazı:
EDİTÖRÜN KÖŞESİ
Leith, yeni girişimiyle toplumumuzu zehirleyen bir musibete karşı vatandaşların vereceği savaşın ilk sinyallerini ortaya koyan, ilkelerine bağlı iş adamı Simon Williamson'la gurur duymalıdır. Her ne kadar bu sadece Edinburgh'a mahsus olmayan, uluslararası boyutlardaki bir sorun olsa da, yöre halkı bu illetin kökünün kurutulmasında büyük rol oynayacaktır. Bay Williamson yeni Leith'in tipik bir örneğini oluşturmakta: gelişmeci ve ileriye dönük, ancak kendi "hemşehrilerine," özellikle genç yaşamları mahvetmeyi ve yok etmeyi amaçlayan hain uyuşturucu satıcılarının elinde bir av konumunda olan yeni nesle karşı da sorumluluk üstleniyor. Halk düşmanları şunu akıllarından hiçbir zaman çıkarmasın, Leith'in sloganı "sebat etmektir" ve Simon Williamson bu sloganı hayata geçirmektedir. News, Williamson'ın başlattığı kampanyanın sadık bir destekçisi olacaktır.
Müthiş. İçkiyi kafaya dikip eve gidiyorum ve bunu kutlamak için koca bir çizgi çiziyorum. Benim kampanyam. Bu adamlar iş yapanları seviyorlar. Malcolm McLaren ve Sex Pistols'ı düşünüyorum. Görüyorsun ya Malcolm, senin o eskimiş el kitabın artık güncellenmek üzere.
Taksiye binip annemlere gitmeye karar veriyorum. Gittiğimde annem zevkten dört köşe oluyor. "Seninle gurur duyuyorum! Simon'ım benim! Evening News'lara da çıkarmış! Uyuşturucu yüzünden yaşadığım onca şeyden sonra!"
"Borçları ödeme zamanı anne," diyorum, "geçmişte yanlış işler yapmış olabilirim ama artık bunları telafi etmenin zamanı geldi."
Bizim moruğa inatçı ve kendini beğenmiş bakışlar atarak gazeteden alıntılar yapıyor. "Gençlik için el ele! Düzeleceğini biliyodum! Biliyodum bunu!" Zafer sarhoşluğu içinde babama şakırken o bu büyük ilgi karşısında ikna olmamış bir tavırla put gibi oturup yarışları seyrediyor. Bugünlerde artık bahis oynamasa da, devamlı bunu seyreder.
İhtiyar göt lalesine birkaç darbe de ben vurabilirim. "Galiba yeni bir kız arkadaşım da var anne, bu sefer biraz özel birisi," deyince, annem tekrar sarılıyor bana. "Ah, oğluşum... duydun mu, Davie?"
"Hmm," diye homurdanıyor alçak moruk, şüpheyle bana bakarak. Hıyarlar Birliği'ne sezonluk bileti olan biri Denyolar Gücü'nün tribününde duran ruh ikizini anında tanıyabilir. Kaç yazar ki Peder, Simon David Williamson hâlâ avantajda. Öte yandan, David John Williamson'sa, iyi kalpli, azize gibi bir kadına senelerdir cehennem azabı yaşatmaktan başka hiçbir şey becerememiş, başarısız, zavallı, miadı dolmuş bir ihtiyar.
Hatırlıyorum da, çocukken onu gözümde nasıl da büyütürdüm; dürüst olmak gerekirse o da bana karşı çok iyiydi. Beni her yere, kız arkadaşlarının evlerine bile yanında götürürdü. Anneme anlatmamam için bana rüşvet verirdi. Evet, o zamanlar bana hep iyi davranırdı. Öbür çocukların hepsi şöyle derdi, "Keşke benim babam da seninki gibi olsa." Sonra, ergenlik çağına gelip kukularla ilgilenmeye başlar başlamaz, bütün bunlar sona erdi. Artık onun için her şekilde uzak durulması ve arkasından kuyusunun kazılması gereken bir rakip olmuştum. Ama bu durum pek işine yaramadı çünkü ben çoktan harekete geçmiştim bile. "Senin atlar kazanıyor mu, baba?" diye soruyorum.
"Bir-iki tanesi," diyor isteksiz bir sesle, yalnızca annem odada olduğu için nazik davranmaya çalışarak. Eğer yalnız olsaydık gazeteyi yere atar, gözlerini dikip bana bakar ve alçak sesle tıslayarak, "Ne işin var senin burda?" derdi. Siktiğimin hoş geldini bu olurdu.
Annem hâlâ benim için özel olan o küçük hanımdan bahsedip duruyor ve birdenbire şu anda kimden bahsettiğini bilmediğimi fark ediyorum, tek bildiğim hayatımda böyle birine ihtiyacım olduğu. Dün geceki maceradan sonra Nikki'yi mi kastetmiştim, barda çalışmaya başlayacak olan Ali'yi mi, yoksa şu küçük tombul Weedgie pilici mi vardı aklımda? Herhalde. İşten başka bir şey düşünemiyorum. Eğer bu plan işe yararsa tam bir deha eseri olacak. Yeni kadınım kim olursa olsun, annemle işi var. "Benim oğluşuma iyi baktığı sürece, bambino'mu elimden almaya kalkmadığı sürece," diye tehditler savurarak miyavlıyor annem bu görünmez sürtüğe.
Çok kalmıyorum, sonuçta başında durmam gereken bir barım var. Ama kapıdan çıkar çıkmaz yeşil cep çalıyor ve Skreel son havadisleri veriyor. "Senin işi hallettim," diyor.
Çarçabuk sonsuz minnettarlığımı ifade ettikten sonra vakit kaybetmeden barı arayıp aklımdan tamamen çıkmış olan bir lisans anlaşmaları konferansıyla ilgili bir şeyler geveliyor ve bütün işi Mo ile Ali'nin başına yıkıyorum. Doğrudan Waverley'ye gidip Glasgow trenine biniyorum. Yolda yanıma aldığım senaryo üzerinde çalışarak sahnelerin çekim sıralamasını yapıyorum. İlk önce çekebildiğimiz kadar çok sikiş sahnesi çekeceğiz. Orjiyle başlayıp geriye doğru çalışacağız. Glasgow'da indiğimde sikim kalkmış durumda ama Skreel'i platformda bekler görünce (neyse ki) anında iniyor. Skreel tam olması gerektiği gibi görünüyor: gözlerindeki deli bakışlarla ölene kadar travma geçirmiş gibi duracak, cankın tahribatına uğramış bir adam. İşte fark bu, işçi sınıfından gelen eski bağımlıları orta sınıf benzerlerinden ayıran şey görüntüdeki bu yoğun tahribat. Eroin artı fakir edebiyatı ve tecrübe ile herhangi bir şey için beklenti eksikliği. Ama gene de, Skreel bu işi en iyimser sikicinin bile umabileceğinden daha iyi becerdi. Arkadaşı Garbo'nun yüksek kaliteli maldan ölmesi, onun aklını bayağı başına getirdi. Şimdi temiz, yani bir sabun düşmanı ne kadar temiz olabilirse işte. Renton'ı sorunca biraz kasılıyorum, bir de bizim meşhur batı sahili pasaklısını soruyor. "Spud'dan n'aber, o n'apıyo?"
Bir zamanlar arkadaş olunan ama artık ancak varlığına tahammül gösterilen bir tanıdık diye nitelenebilecek bir adamı sıkıntıyla yargılayarak başımı sallıyorum. Hayır, bu doğru değil, daha çok siktiğimin bir düşmanı gibi. Bence Murphy aslında buraya taşınmalı, yanlış yerde yaşayan bir Weedgie o. "Pek iyi durumda değil, Skreel. Benden günah gitti, ha. Yani, o amcık için seneler boyunca elimden geleni yaptım," deyip susarak biraz bu yalan üstünde düşünüyorum ama sanırım, kendi çapımda, yaptım sayılır. "Hepimiz yaptık," diye ekliyorum huşu içinde.
Skreel saçlarını uzatmış, o kanat çırpan, koskoca kepçeler saçların altında kalıyor. Ademelması sıçanımsı ve seyrek bir keçi sakalın altında inip kalkıyor. "Kötü olmuş ya, çok şeker çocuktu."
"Spud Spud'dır işte," diyerek gülümsüyorum, gerzeğin ölümünden sonra ben ve Alison'ın... yok, bunu geçelim. Lesley. Göğsümde tuhaf, acı veren bir duygu hissediyorum ve sormam gerekiyor. "Lesley... hâlâ buralarda mı?"
Skreel şüpheli gözlerle bana bakıyor. "Evet ama ona bulaşma sakın."
Hâlâ hayatta olmasına şaşıyorum. Sanırım onu en son Edinburgh'da görmüştüm, küçük Dawn'ın ölümü üzerinden çok zaman geçmemişti daha. Sonra Glasgow'a gittiğini, Skreel ve Garbo'yla takıldığını duydum. En son da aşırı doz yaptığını duymuş, onun da Garbo'nun yolundan gittiğini sanmıştım. "Hâlâ mal takılıyor mu?"
"Yok, onu rahat bırak. Temiz, aklı başında. Evlendi, bi çocuğu var."
"Onu tekrar bir görmek isterdim, eski günlerin hatrına."
"Nerde olduğunu bilmiyorum. Bi kere Buchanan Centre'da gördüydüm. Şimdi düzeldi, aklı başında," diyerek direniyor Skreel. Beni Lesley'den uzak tutmak istediğini anlıyorum ve de kendisi bilir, düşünmem gereken daha önemli işler var şimdi.
Adam SDW'nun kendisine vermiş olduğu görevi başarıyla tamamlamış. Clydesdale'e giriyoruz ve bana gösterdiği bankonun arkasında duran herif mükemmel: miskin duruşlu, fazla kilolu bir vücut, Elvis Costello gözlüklerinin ardında sıkıntıyla bakan, neredeyse uyuşmuş gözler. O küçük azgın orospuyu gördüğünde kan beyninden apışarasına hücum edecek ve kız bunu parmağının ucunda oynatacak. Evet, çocuk minnettarlık içinde diş fırçasıyla onun klozetini fırçalarken Nikki'ye her şeyi anlatacak. Evet, bu benim adamım. Daha doğrusu, Nikki'nin adamı.
Dün gece onu o takım elbiselilerin elinden kurtardığım için bana borcu var. Üçünün de bir an önce üstüne atlamak ister gibi bir hali vardı. Bayağı tırsmış görünüyordu; o cool, havalı, küçük seksi piliç. Bu işler büzük ister ve umarım, düşündüğüm kadar kafa bir hatundur.
Bana gelince, rüyalarımın kadınıyla tanışmak için sabırsızlanıyorum. Kendimi Terry-Thomas[43]-zengin-dulla-okyanusta-bir-yatta modunda hissediyor ve gerçekten koca bir bıyığım var mı diye burnumun altını kontrol ediyorum. Benim işim, benim filmim, benim piyasam.