Ne zaman bir dersimi değiştirsem kendimi daha da başarısız hissediyorum. Ama benim için akademik dersler de erkekler gibi: en büyüleyici olanı bile uzun süre ilgimi çekemiyor. Artık Noel geçti, yeniden bekâr bir kadınım şimdi. Ama ders değiştirmek insanı öğretim kurumunu veya şehrini değiştirmek kadar kötü etkilemiyor. Ayrıca kendimi şu anda bütün bir yıldır Edinburgh Üniversitesi'nde olduğum gerçeğiyle mutlu etmeye çalışıyorum, yani, neredeyse bir yıl oldu. Edebiyattan film ve medyaya geçmem konusunda beni Lauren ikna etti. Yeni edebiyat filmdir, demişti, salak bir dergide okuduklarını tekrarlayarak. Tabii, dedim, artık insanlar hikâye anlatımını kitaplardan öğrenmiyor ama filmlerden de öğrenmiyor, bilgisayar oyunlarından öğreniyor. Parçalanmış anlatı. Gerçekten hip, radikal ve ilerici olmak istiyorsak o zaman South Side'daki Johnny'nin Oyun Salonu'na gidip makine kapmak için okulu asan anemiklerle itişip kakışmalıyız.
Gene de bir edebiyat birimine asılmam gerekliydi ve ben de İskoç Edebiyatı'nı seçtim; İngiliz olduğumdan ve muhalefetin bir şeyler yapmak için her zaman iyi bir neden olmasından.
Yarım yamalak bilgi sahibi olan vatanseverlere ve İskoç olmak isteyenlere bu dersi veren adam McClymont (Tanrım, geçen sene ben de onlardan biriydim; hiç tanımadığım, tatillerde Kilmarmock ya da Dumbarton'a gitmiş olan bir büyük-büyükanne yüzünden... Neyse ki çabuk ilerliyoruz, umarım öyle...) Adam milliyetçi propagandasını sürdürürken neredeyse arkadan gaydaların eşlik ettiğini duyacaksınız. Bunu neden yapıyorum? Gene Lauren'ın fikri; kolay not, diye tahminde bulunuyor.
Ağzımdaki sakızın artık metalik bir tadı var, çiğnemeye çalışmaktan çenem ağrıdı. Çıkartıp sıranın altına yapıştırıyorum. Gerçekten çok açım. Dün gece beceriksizce otuzbir çekerek iki yüz papel yaptım; havluların altından erkeklere mastürbasyon yaparak yani. O şişko, kırmızı suratlar istekle size bakarken siz de onlara bakıp ne çeşit bir yüz ifadesi takınmanızı istediklerini anlamaya çalışıyorsunuz: soğuk, acımasız şirret, ceylan gözlü-açık ağızlı küçük kız, hangisiyse işte. Çok mesafeli, ilişki kurmadan; bana kardeşimle beraber köpeğimiz Monty'ye otuzbir çektiğimiz zamanları hatırlatıyor, sonrasında kanepeye sürtünüp gelmeye çalışmasını seyrederdik.
İyi otuzbir çekebilmemin ne kadar anormal olacağını düşünüyorum; erkeklerin siklerini düşünüyorum ve çok geçmeden McClymont dersi bitiriyor. Lauren İskoçların kahramanlıkları üstüne sayfalarca not tutmuş; Ross, yani önümüzde oturan "Amerikan Boku" büyük ihtimalle Levi's pantolonu içinde bir kaya kadar sert halde defterine bir şeyler çiziktirerek sayfaları İngiliz zulmü ve adaletsizliğine dair hikâyelerle dolduruyor. Dosyalarımızın klipslerini koro halinde çattadanak kapıyor ve kalkıyoruz. Çıkarken McClymont bakışlarımı yakalıyor. Baykuş surat. Salak şey. Kuşbilimciler ne der bilmiyorum ama gerçek kuş uzmanları, şahinciler, atmaca besleyenler, hepsi size baykuşun akıllı olmadığını, avcı kuşlar arasında en denyosu olduğunu söyleyecektir.
"Bayan Fuller-Smith, sizinle bir dakika görüşebilir miyim?" diyor resmi bir tavırla.
Ona dönüyorum ve saçlarımı yüzümden alarak kulağımın arkasına atıyorum. Çoğu erkek buna dayanamaz: bakire adanmışlığı. O duvağı kaldırma, açma hareketi. McClymont sinik, buruşuk suratlı bir alkolik, onun da dayanamayacağı kesin. Biraz fazla yakınında duruyorum. Saldırgan adamları tamamen sindirmek için her zaman iyi bir yöntemdir. Colin'de çok işe yaradı. Acayip işe yaradı, amına koyayım.
Sürekli ürkek bakan koyu renk gözler gözlüklerin ardında daha da kızışıyor. O dökük, elektrik şokuna uğramış saçlar birkaç santim daha havalanıyor. Farkında olmadan nefesini tuttuğunda o korkunç vatkalı ceketin içi doluyor. "Korkarım ikinci dönem ödeviniz hâlâ elime geçmedi," derken sesinde hafif bir alay seziliyor.
"Daha yapmadım da ondan. Geceleri çalışmam gerekti." Gülümsüyorum.
McClymont ya çok tecrübeli (o öyle düşünmenizi isterdi) ya da artık hormonları ayak direyemeyecek kadar tükenmiş olduğu için, bezginlikle başını sallıyor. "Gelecek pazartesi, Bayan Fuller-Smith."
"Nikki deyin, lütfen," derken başımı sağa sola yatırarak sırıtıyorum.
"Gelecek pazartesi," diye mırıldanıyor ve toplanmaya başlıyor: kemikli, boğum boğum elleriyle kâğıtlarını çekiştirerek çantasına dolduruyor.
Kazanmak için ısrarcı olmak gerekir. Israr ediyorum. "Dersten gerçekten, gerçekten, gerçekten çok zevk aldım," diyerek cici cici gülümsüyorum.
Başını kaldırarak kurnazca sırıtıyor. "Ne güzel," diyor sertçe.
Bu küçük zafer yüzünden enerji patlaması yaşıyorum. Lauren'la birlikte yemekhaneye gidiyoruz. "Ya şu film çalışmaları seminer grubu? Oradaki çocuklar nasıl?"
Lauren gelecekteki potansiyel belaları, daireye gelebilecek ziyaretçileri düşünerek kaşlarını çatıyor: serseri olanlar, sorun çıkarabilecek olanlar, potansiyel baş belaları. "Birkaç tanesi fena değil. Ben daha çok Rab'in yanında oturuyorum. Bizden daha büyük, otuzunda falan ama iyi çocuk."
"Sikişilebilitesi var mı?" diye soruyorum.
"Nikki, çok fenasın," diyor kafasını sallayarak.
"Ben özgür bir ruhum!" diyerek karşı çıkıyorum ve kahvelerimizi bitirip sınıfa doğru yollanıyoruz.
Okutman, uzun elleri olan ateşli bir çocuk. İnce uzun fiziği ve yuvarlak omuzları karnının dikizlenmesi açısından bedeninin ideal bir pozisyonda olmasını sağlıyor. Yumuşak, alçak bir sesle ve Güney İrlanda aksanıyla konuşuyor. Ders başlıyor, videoda isminin söylenmesi imkânsız, kısa bir Rus filmi izliyoruz. Saçma sapan. Filmin yarısında falan, İtalyan markalı mavi ceket giymiş bir çocuk sınıfa giriyor ve okutmandan kısaca özür diliyor. Lauren'a gülümseyip kaşlarını kaldırarak yanındaki sıraya çöküveriyor.
Çocuğa bakıyorum, o da bana bakıyor, kaçamak.
Dersten sonra Lauren beni Rab'le tanıştırıyor. Çocuğun dost canlısı fakat aşırı ilgili olmayışı hoşuma gidiyor. Boyu bir seksen kadar ve fazla kilolu değil; açık kahverengi saçlar, kahverengi gözler. Rab, kalabalıkta ilk bakışta gözünüze çarpacak biri değil, bu da biraz garip aslında çünkü çok yakışıklı. Fakat çok geleneksel bir yakışıklılık bu; iki ciddi ilişkinin arasında sikişeceğiniz türden bir tip. Bir biradan sonra tuvalete gidiyor. "Poposu çok güzelmiş," diyorum Lauren'a. "Ondan hoşlanıyor musun?"
Lauren inkâr dolu bir somurtuşla başını iki yana sallıyor. "Bir kız arkadaşı var ve bebek bekliyorlar."
"Özgeçmişini sormadım," diyorum, "Yalnızca ondan hoşlanıp hoşlanmadığını sordum."
Lauren dirseğiyle bana bir tane geçirip aptal diyor. Birçok yönden tutucu bir kız, biraz da çağ dışı kalmış, yani geri kafalı. O neredeyse yarı saydam tenine âşığım; saçları sıkıca arkada toplanmış ve gözlükleri cidden çok seksi, elleriyle yaptığı o ani, şirin hareketler de öyle. İncecik, zarif ve ketum bir on dokuzluk, bazen hiç doğru dürüst bir erkek arkadaşı oldu mu acaba diye merak ediyorum, yani, aslında hiç sikişip sikişmediğini merak ediyorum. Onu o kadar çok seviyorum ki, feminist politikalara inancının aslında taşradan gelen ve iyi bir sikişe ihtiyaç duyan bir bakire olmasından kaynaklandığını bildiğimi söyleyemiyorum haliyle.
Rab denen çocukla içki içip filmlerden bahsetmeyi ve derslerden şikayet etmeyi alışkanlık haline getirmiş. Ama şimdi bir aşk üçgeni oldu işte. Rab'in tavırlarında, şu dünyadan bezmiş tiplerin denemediğim şey kalmadı diyen havası var. Lauren'ın olgunluğundan ve zekâsından etkileniyor sanırım. Çocuk Lauren'dan hoşlanıyor mu acaba, çünkü Lauren'ın dibi düşmüş, bir kilometre öteden belli. Eh, eğer olgunluk peşindeyse, ben neredeyse yirmi beşimdeyim işte.
Rab dönüyor ve hepimize birer içki alıyor. Bana fazladan para kazanmak için abisinin barında çalıştığını anlatıyor. Ben de ona bazı öğleden sonraları ve akşamları saunada çalıştığımı söylüyorum. Bu durum çoğu insan gibi onun da bayağı ilgisini çekiyor. Başını yana eğip inceleyerek bana bakıyor; yüz ifadesi tamamen değişmiş durumda. "Şey yapmıyosun, diil mi... hani, anla işte..."
Lauren o incecik dudaklarını nefretle büzüştürüyor.
"Müşterilerimle yatıyor muyum? Hayır, yalnızca ovuyorum onları," derken ellerimle hamur yoğurma hareketi yaparak soruya açıklık getiriyorum. "Bazıları teklif ediyor tabii ama bu işyerinin resmî şartları ve koşullarının dışında bir durum," diye yalan söylüyorum ve o parti oyununun repliğini tekrarlıyorum: "Aslında yaptım..." Biraz susuyorum. İkisi de ağızları açık kalmış halde anlatacaklarımı beklerken kendimi yetim çocuklara uykudan önce masal anlatan bir nine gibi hissediyorum ve neredeyse kötü kalpli koca kurdun sahneye giriş yaptığı bölüme gelmek üzereyim.
"Bir keresinde çok tatlı bir ihtiyara otuzbir çektim, adam ölen karısını ne kadar özlediğini anlatıp duruyordu. Verdiği iki yüz papeli almak istemedim ama çok ısrar etti. Sonra bana ne kadar iyi bir kız olduğumu anladığını söyledi ve beni böyle bir duruma düşürdüğü için özür üstüne özür diledi. Çok şekerdi."
"Nasıl yaparsın, Nikki?" diye meliyor Lauren.
"Senin işin kolay güzelim, sen İskoçsun, taksitlerin zaten ödeniyor," diyorum. Lauren bu konuda söyleyebileceği fazla bir şey olmadığını biliyor, bu da işime geliyor. Acı gerçekse aslında bir sürü erkeğe otuzbir çektiğim ve böyle bir şeyin yalnızca para için yapılabileceği.