O gece beni kendi evine götürüp yatağa yatırmış. Uyandığımda tamamen giyinik bir halde yorganın altındaydım. Kendimi nasıl da salak durumuna düşürdüğümü, Terry'nin o video kamerayla yapmış olabileceği şeyleri düşündüğümde paranoyalar beynimin içinde dans etmeye başladı. Ama hiçbir şey olmadığını anlıyor ve hissediyordum, çünkü benimle Gina ilgilenmişti. Kalktığımda daire bomboştu. Salonuna deri bir oturma takımı ile üstüne pahalı görünen kilimler serilmiş ahşap yer döşemesinin hâkim olduğu ufacık bir sosyal konut. Duvar kağıdından korkunç turuncular ve leylak renkleri fışkırıyordu. Şöminenin üzerinde üstüne Freud'un profilden bir resmi bindirilmiş olan o çıplak kadın resmi asılıydı ve altında, "Erkeğin aklındaki şey" yazıyordu. Evin tertemiz ve düzenli olması beni şaşırttı.
Küçük ve donanımlı mutfağı incelerken tezgâhın üstünde bir not buldum.
N.
Biraz fenalaştın, Gina'yla seni buraya taşıdık. Ben onun evindeyim, sonra doğrudan işe gideceğim. Kendine çay, kahve, tost, yulaf ezmesi, yumurta falan yap. Beni 07779 441 007'den ara da (cep) bir gün bir şeyler yapalım.
Sevgiler,
Simon Williamson
Teşekkür etmek için aradım ama bir şey yapamadık çünkü Rab ve Terry ile birlikte Amsterdam'a gidiyordu. Arayıp Gina'ya da teşekkür etmek istedim ama onun numarasını kimse bilmiyordu.
İşte şimdi de yeni çocukları özlüyorum: Rab, Terry ve evet, Simon'ı. Özellikle Simon'ı. Neredeyse onlarla birlikte Amsterdam'a gitmediğime hayıflanacağım. Ama kızlarla da hâlâ iyi vakit geçiriyorum, ahlaksız seks manyakları Leith'de değilken Lauren daha neşeli oluyor. Dianne tezi yüzünden hâlâ çok meşgul olsa da, biraz sohbet ve bir içki için hep zamanı var.
Seks manyaklarından bahsetmişken, salı öğleden sonra onlardan bir tanesine, gerçek bir tanesine rastladık. Şaşırtıcı derecede yumuşak bir hava vardı ve üçümüz birlikte The Pear Tree'nin önünde oturmuş bira içiyorduk ki bu pespaye sapık yanımıza gelip bizim masaya oturdu. "İyi günler kızlar," diyerek birasını bankın kenarına koydu. Pear Tree'nin dezavantajı da bu, bira bahçesi hemen doluyor ve banklar o kadar uzun ki sonunda konuşmak bile istemeyeceğiniz birinin yanına oturmak zorunda kalıyorsunuz. "Burda oturmama kızmazsınız, diil mi?" diye sordu herif sert ve haşin bir sesle. Sırtlana benzeyen, keskin hatlı bir yüzü, sarı-kızıl saçları vardı ve dövmelerle dolu kollarını gözler önüne seren kolsuz bir yelek giymişti. Böyle düşünmeme neden olan sadece bu yumuşak havada ölü gibi bembeyaz görünen teni değildi; Rab'in de bir seferinde bardaki bir tanıdığını göstererek söylediği gibi, "üstüne hapishane kokusu sinmiş" bir tipti bu.
"Burası özgür bir ülke," dedi Dianne ona tembel tembel şöyle bir bakıp tekrar bana dönerek. "Şu anda sekiz bin kelimeye ulaşmış bulunuyorum."
"Süper, ne kadar yazmam gerekiyor demiştin?"
"Yirmi bin. Eğer bölümleri tam olarak ayırabilirsem kurtaracağım. Öyle her aklıma geleni yazıp sonra başka konulara daldığım için yarısını atmak zorunda kalmak istemiyorum. Yapıyı sağlam kurmam lazım," dedikten sonra bardağını kaldırıp bir yudum aldı.
Yan taraftan bir vıraklama duyduk. "Demek öğrencisiniz, ha?"
Bezginlik içinde döndüm ve herife elimden geldiğince yakınlık göstererek, "Ha, öyle," dedim. Karşımda oturan Lauren'ın yüzü al al olmuştu. Dianne parmaklarını sabırsızca masaya vuruyordu.
"Ne okuyonuz bakalım?" diye sordu kulak tırmalayıcı bir ses tonuyla, gözleri kızarmış, yüzü alkolden şişip sarkmış halde.
"Hepimiz farklı şeyler," dedim, yetineceğini umarak.
Tabii ki yetinmedi. Direkt aksanımdan konuya girdi. "Sen nerelisin bakayım?" diye sordu beni göstererek.
"Reading."
Biraz hırıldadıktan sonra bana gülümseyip ötekilere döndü. Artık rahatsız olmaya başlamıştım. "Ya siz, İngiliz filan mısınız?"
"Yok," dedi Dianne. Lauren hiç sesini çıkartmadı.
"Ben Chizzie, bu arada," dedi, kocaman terli elini uzatarak.
İstemeye istemeye elini sıkarken elimi sımsıkı tutuşu sinirime dokundu. Lauren da onunla el sıkıştı ama Dianne başını çevirdi.
"Ya, demek öle?" dedi bu Chizzie denen tip. "Adam sen de," diyerek gülümsedi, "üçte iki de hiç fena sayılmaz, ha kızlar? Bugün şanslı günümdeyim, böle hoş bağyanlar bana arkadaşlık ediyo."
"Biz seninle arkadaşlık etmiyoruz," dedi Dianne. "Sen bizimle arkadaşlık ediyorsun."
Ama sapık sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi devam etti. Herif kendi tribindeydi ve bizi incelerken o abaza ağzı eğilip bükülüyordu. "Hepinizin erkek arkadaşı vardır heralde? Kesin. Eminim üçünüzün de sevgilisi vardır, ha?"
"Bence bu seni hiç ilgilendirmez," dedi Lauren, sert ama ince, yüksek perdeden çıkan bir sesle. Bir bu azgın boğaya, bir ona, herifin ondan ne kadar iri olduğuna bakarken öfkelenmeye başladım.
"Hah, demek yok!"
Dianne herife dönüp gözlerinin içine baktı. "Olsa da, olmasa da fark etmez. Boynumuzda asılı dans eden bir milyon tane sik de olsa, içlerinde seninkinin olmayacağına emin olabilirsin. Sürekli bir sik kıtlığı da yaşansa, seni aramamızı bekleme sakın."
Bakışları bir anlığına delilik saçar gibi oldu. Herif kaçıktı. Dianne artık sussa iyi olacaktı. "Bu sivri dilinle başına bela açarsın sen, güzelim," diye usulca ekledi, "Büyük bela."
"Siktir," diye bağırdı Dianne, "siktir ol git ve de başka yere otur, tamam mı!"
Herif gözlerini ona dikmiş, o koca, abaza, salak, alkolik gözlerle, onun o güzel, huzur dolu yüzüne bakıyordu. "Siktiğimin lezboları," diye bok attı hemen. Colin gibi biri olsaydı, ben de Dianne'in söylediklerinin aynını söylerdim ama bu herif tehlikeli, kafayı çizmiş bir manyağa benziyordu. Lauren'ın ondan bayağı bir korktuğunu hissedebiliyordum, sanırım ben de aynı durumdaydım.
Ama Dianne çekinmeden ayağa kalkıp herifin tepesine dikildi. "Duymadın mı, siktir ol git, derhal, sana söylüyorum! Defol git buradan!"
Herif kalkınca Dianne ona aşağıdan bakmaya başladı, herifin gözleri alev alevdi. Bir an için Dianne'e vuracağından korktum ama öbür masalardan birkaç kişi bir şeyler söyledi ve bardakları toplayan kız gelip sorun nedir diye sordu.
Yüzünde soğuk bir tebessüm belirdi. "Sorun yok," deyip birasını kafasına dikerek yürümeye başladı. "Siktiğimin lezboları!" diye bağırdı arkasına dönüp.
"Hayır yavrum, biz hepimiz nemfomanyağız, yarak hastasıyız ama bizim bile standartlarımız var, amına koyiim!" diye bağırdı Dianne yeniden, "SOKAKLARDA KÖPEKLER, ÇİFTLİKLERDE DOMUZLAR OLDUĞU SÜRECE SENİN O PİS BİTLİ ZAVALLI BAMYA ÇÜKÜNE İHTİYACIMIZ YOK OĞLUM! ALIŞSAN İYİ EDERSİN!"
Kaçık öfkeden kudurmuş gibi birdenbire bize döndü, sonra etrafımızdaki masalardan yükselen kahkahalarla aşağılanmış bir halde tekrar sırtını dönüp yürümeye başladı.
Dianne'in şovuna dehşetli bir hayranlık duydum, Lauren ağladı ağlayacak bir halde hâlâ titriyordu. "Tam bir manyak, bir tecavüzcü, neden böyleler, erkekler neden böyle?"
"Yalnızca sikişmeye ihtiyacı vardı zavallı orospu çocuğunun," dedi Dianne bir sigara yakarak, "ama dediğim gibi, yanlış adres. Bazı insanların sokağa çıkma cüretini göstermeden önce otuzbir çekmeleri lazım cidden de," diyerek sırıtıp Lauren'ı kucakladı. "Boş ver o denyoyu bir tanem," dedi, "ben birer içki daha alayım."
Sarhoş olup eve döndük. Yolda o ruh hastasına yeniden rastlarsak diye biraz gerildiğimi itiraf etmem lazım. Galiba Lauren da öyleydi ama Dianne bunun olmasını istiyor gibiydi. O gece geç saatte, Lauren sızdıktan sonra Dianne'in benimle ilk görüşmesini yapmasına izin verdim, o da teybini alıp geldi. "Bugün karşılaştığımız türden saldırgan erkeklerle çok sık karşılaştın mı?" dedi. "Yani, o saunada?"
"Sauna çalışmak için çok güvenli bir yer," dedim. "Hayır, orada böyle şeyler olmaz. Yani, ben..." omzumu silkip doğrusunu anlatmaya karar verdim, "...benim sınırım otuzbir. Sokaklarda asla çalışmazdım. Saunaya gelen müşterilerin parası var. İstedikleri şeyi yapmazsan gidip başka birini bulurlar. Tabii ki arada bunu saplantı haline getirenler de çıkıyor, senden daha güçlü olduklarını göstermek istiyorlar, hayır cevabını kabul etmiyorlar..."
Dianne kaleminin ucunu ısırıp büyük okuma gözlüklerini burnuna indirdi. "O zaman ne yapıyorsun?"
Ben de anlattım, geçen sene başıma gelen olayları anlattığım ilk kişi Dianne oldu. İtiraf etmek hem rahatsız edici hem de rahatlatıcıydı. "Adamın teki iş çıkışında beni beklemeye başlamıştı, sonra eve kadar takip ediyordu. Başka bir şey yapmıyordu, yalnızca takip ediyordu. Saunaya geldiğinde hep beni istiyordu. Birbirimiz için yaratıldığımıza dair korkunç şeyler söyleyip duruyordu. Bobby'ye anlatınca adamı saunaya almadı. Ama o dışarda beni bekleyip takip etmeye devam etti. Colin'le çıkmaya bu yüzden başladım sanırım, caydırıcı unsur olarak," derken, bunu kendime bile ilk kez itiraf ettiğimin farkına vardım. "Garip ama işe yaradı. Erkek arkadaşım olduğunu görünce beni rahat bıraktı."
Ertesi gün yatakta uzun uzun tembellik yaptım, biraz çalışıp alışverişe çıktım, sonra da kızlara güveç pişirdim. Sonra evi aradım. Telefonu annem açtı ve zar zor anlayabildiğim bir şeyler mırıldandı, bir klik sesiyle yukarıdaki paralelin açıldığını duydum. "Prenses!" Kulağımda bir ses patladı ve ikinci bir klik sesiyle annemin kapadığını anladım, "Soğuk İskoç elleri ne alemde?"
"Bayağı sıcak aslında, baba. Bir dakikalığına tekrar annemle konuşabilir miyim?"
"Hayır! Katiyen olmaz! Görevine bağlı bir eş olarak mutfakta akşam yemeğimi pişiriyor, ha ha ha... Nasıl olduğunu bilirsin," diye cıvıldadı babam. "O kendi krallığında mutlu. Her neyse, senin şu çok, çok pahalı üniversite nasıl gidiyor? Hâlâ birinci sınıfta mısın, ha!"
"Eh, iyidir işte."
"Ne zaman ziyaretimize geliyorsun, Paskalya'da burada olacak mısın?
"Hayır, burada bir restoranda çalışıyorum. Belki bir hafta sonu ayarlayabilirim... okul pahalı olduğu için üzgünüm ama çok keyif alıyorum ve iyi gidiyor."
"Hah... parayı esirgemiyorum ki tatlım, senin için her şeyi yaparım, biliyorsun. Ünlü bir film yapımcısı veya Holywood'da çalışan bir yönetmen olduğunda bana borcunu ödersin. Ya da bana bir filmde rol verirsin, Michelle Pfeiffer'ın âşığı olarak, mahallede itibarım artar. Ee, başka neler yapıyorsun bakalım?"
Saunada ihtiyar heriflere otuzbir çekiyorum...
"Hep aynı şeyler işte."
"Benim alın terimle kazandığım paraları içkiye harcıyorsundur, eminim! Öğrencileri bilirim!"
"Evet, birazını. Will nasıl?"
Babamın sesi biraz sabırsız ve soğuk bir ton alıyor. "İyi, iyi, sanırım. Yalnızca..."
"Evet?"
"Yalnızca etrafına topladığı o ümitsiz vakalar yerine birkaç tane de normal arkadaşı olsun isterdim. Şimdi de şorolonun tekiyle takılıyor; dikkat etmezsen sen de bu yola düşersin dedim..."
Babamla haftalık telefon konuşması ritüeli ve bunu başlatan bendim. Konuşmaya çok ihtiyacım varmış demek. Lauren hafta sonu için Stirling'deki ailesinin evine gitti. Dianne zamanının çoğunu hâlâ kütüphanede geçiriyor, gece gündüz tezi üstünde çalışıyor. Dün gece beni ailesinin şehrin hiç bilmediğim bir yerindeki evine götürdü, annesi ve babasıyla birer içki içtik; gerçekten kendi halinde, kafa insanlar. Biraz ot bile içtik.
Ve işte bugün bezgin bezgin okulda takılıp Amsterdam'dan dönecek olan çocukları bekliyorum. Chris festival için bir oyun sahneye koyduğunu söylüyor ve ilgilenir miyim diye soruyor. Aslında ne demek istediğini biliyorum. Yeterince hoş bir çocuk ama eskiden onun gibi o kadar çok erkekle sikiştim ki - onlarla seks bir aylığına iyidir, sonra başka bir şeye dönüşmezse hızla sıkıcılaşır; mesela ne olabilir: statü, ekonomik kazanç, aşk, entrika, sado-mazo, orji? İlgilenmediğimi, çok işim olduğunu söylüyorum. Buralı garip tiplerle takılmakla meşgulüm, bazılarıyla bayağı bir meşgulüm. Rab, beni reddeden orospu çocuğu. Dünyayı ele geçirmek isteyen, büyük ihtimalle benden hoşlanan ve beni elde etmesi çok uzun sürmeyecek olan Simon ve halinden gayet memnun bir adam olan Juice Terry. Neden olmasın ki? Önüne gelen her şeyle düzüşüyor ve içkiye harcayacak bir sürü parası var. Bu durum onu hayatı boyunca kendine hazırladığı bir hayali yaşayan, inanılmaz bir güç haline getiriyor. Daha düzeyli bir hayat yaşamak ya da sınıf atlamak için çalışmasına gerek yok, hayır, onun tek yapmak istediği sikişmek, içmek ve sapıtmak.
Terry eski Leith limanına o kadar sık uğruyor ki, Dianne ve Lauren'a onun Mansfield Park'taki Bay Price'a benzediğini anlatıp dalga geçiyorum: "tersaneye vardığında, Fanny ile mesut bir beraberliğin hayalini kurmaya başladı." Terry'nin bütün kadınlara mütemadiyen "Fanny" dediğini farkettikten sonra taktığımız bir lakap bu. Evdeyken birbirimize Fanny demeye ve kitaptan pasajlar okumaya başladık.
Şimdi yalnızım, tırnaklarımı törpülüyorum ve telefon çalıyor. Annemdir, babam işteyken biraz muhabbet etmek için arıyordur diye düşünürken çok şaşırıyorum ama olumlu bir şaşkınlık bu çünkü Amsterdam'dan Rab arıyor. İlk başta beni çok özlediğini, eline fırsat geçmişken benimle düzüşmediği için pişman olduğunu düşünüyorum. Bu porno işine girdiğinden beri hormonları başkaldırmış ve biraz olsun hareket görmediği için protestoya başlamıştır kesin. Benim gibi ama ben hareket halindeyim zaten. Şimdi Terry veya Simon gibi olmak istiyor, birkaç haftacık, saatçik, dakikacık da olsa, bebeği doğana ya da yüzüğü parmağına takana kadar.
Serinkanlı davranıp Simon'la Terry'yi soruyorum.
Konuşmaya başlamadan önce birkaç saniyelik soğuk bir sessizlik oluyor. "Onları çok fazla görmedim açıkçası. Terry gündüzleri orospuluk yapıyo, geceleri de kulüplerde piliç avına çıkıyo. Sanırım Sick Boy da aynı şekil. Artı, iş bağlantıları kurma peşinde. Endüstrideki bağlantılardan falan bahsedip duruyo, artık bi süre sora dayanamıyosun."
Sick Boy: kendini beğenmiş, bencil, zalim. Ve bunlar onun iyi özellikleri. Kadınların her şeyden çok katıksız acımasızlıktan etkilendiğini galiba Wilde söylemişti ve kimi zaman ona katılmaktan kendimi alamıyorum. Sanırım Rab de aynı fikirde.
"Bu Sick Boy beni büyülüyor. Lauren haklı, adam sen farkına varmadan beyninin içine giriyor," diyorum özlemle, telefonda Rab'le konuştuğumu unutmadan ama unutmuş ayağına yatarak.
"Yani ondan hoşlanıyosun," diyor kulağıma küçümseme ve kin dolu gelen bir sesle.
Çenemin kasıldığını hissediyorum. Eline fırsat geçtiğinde sizi sikmediği halde başkasıyla sikişmeyi düşündüğünüz zaman garip davranan bir erkekten daha beteri yoktur. "Ondan hoşlandığımı söylemedim. Beni büyülüyor dedim."
"Adam pisliğin teki. Pezevenk. Terry yalnızca salak ama Sick Boy içten pazarlıklı amcığın teki," diye saydırıyor Rab. Daha önce hiç böyle bir nefretle konuştuğunu duymamıştım. O anda büyük ihtimalle biraz içmiş, kafayı kırmış ya da her ikisini birden yapmış olabileceğini fark ediyorum.
Çok acayip. İkisi iyi anlaşıyordu. "Onunla birlikte film yapıyorsun, unutma."
"Nası unutabilirim ki," diyerek burnunu çekiyor.
Rab bayağı bayağı Colin'leşmeye başladı: beni sahiplenmeye çabalayan, kontrol eden, hoşnutsuz, düşman tavırlı bir adama dönüştü ve daha beni sikmedi bile. Erkekleri neden hep bu şekilde etkiliyorum, neden içlerindeki canavarı ortaya çıkarıyorum acaba? Valla işim olmaz. "Üstelik Amsterdam'a bekârlığa veda partin için gittin. Bir fahişe bul Rab, evlenmeden önce doğru dürüst bir sikişmek istiyorsan biraz havaya gir. O şans burada eline geçmişti."
Rab biraz susuyor, sonra, "Sen delirmişin," diyor güya kayıtsız bir tavırla ama ses tonundan salaklık ettiğinin, soğukkanlılığını kaybettiğinin farkında olduğunu anlayabiliyorsunuz, ki onun gibi gururlu birisi için bu korkunç bir şey. Kimseyi kandıramaz, beni istiyor - ama biraz geç kaldınız, Rab Bey.
"Neyse," diyor sessizliği bölerek, "bugün biraz garipsin. Ben esas Lauren'la konuşmak için aramıştım. Orda mı?"
Göğsümde bir şey çatırdıyor. Lauren mı? Ne? "Yok," derken sesimin inceldiğini hissediyorum, "Stirling'e gitti. Ne yapacaktın ki?"
"Ha, iyi o zaman, annesinden ararım. Ona bizim pederde Apple Mac dosyalarını Windows'a çeviren yazılım var mı diye bakacağıma söz vermiştim. Her neyse, varmış, gelip onun bilgisayarına yükleyebileceğini söyledi. Bana çok acil demişti, Mac'de ihtiyacı olan şeyler varmış... Nikki?"
"Buradayım. Sana iyi eğlenceler, Rab."
"Sağ ol, görüşürüz," deyip kapatıyor.
Terry'nin bu çocuğa neden kıl olduğunu anlayabiliyorum. Önceleri anlamamıştım ama şimdi anlıyorum.