Kötüyüm, fenayım, berbatım. Mel'le ikimiz dün Craig'le boks ringi sahnesini oynamak zorunda kaldık. Neyse ki sonradan Craig'le sikişmem gerekmedi. Senaryo değiştirilmişti, soğuk bir sabah Leith'deki bir boks kulübünde buluştuğumuzda ilk fark ettiğimiz bu oldu. Rab kameraları kuruyordu, yanıma geldi. "Bunu yapmamalısın, yazdığımız senaryoda bu yoktu."
Ona cevap vermeden Simon'a yaklaşıyorum. "Bu ne işe yarayacak? 'Jim iki ucunda da penis başı olan kırk beş santimlik bir dildo çıkarır. Üzerinde cetvel gibi uzunluk birimleri vardır.'"
"Evet," diyor Simon, Mel'e el kol hareketleri yaparak, "büyük lezbo aşk sahnesinden önce kızlar arasında daha fazla gerilime ihtiyacımız var diye düşündüm. Fazlasıyla yumuşak, kardeşçe ve sıcaktı. Karakterlerde biraz rekabet hissi yaratmak işe yarayacak gibi hissettim. İkisi de Tam'in siki üzerinde özel hak sahibi olmak istiyorlar, anlıyor musunuz?"
Mel'e bakıyorum, Simon o sırada kolumu okşuyor. "İyi olacak."
Ama kolay bir sahne değil. Melanie ile ben boks ringinde dört ayak üstündeyiz ve dildo aramızda, içimizde. Onu birbirimize doğru ittirmek zorundayız, popolarımız birbirine değdiğinde dildoyu en fazla almış olan kazanıyor ve Craig'le sikişme hakkını elde etmiş oluyor. En kötüsü Simon'ın sahneyi kuruş tarzı, tezahürat yapsınlar diye Terry'nin miki film seyrettirdiği pabdan adamlar getirmiş.
Çok farklı bir his. Bu işe başladığımdan beri kendimi ilk kez kullanılmış hissediyorum. O çirkin adamlar ringin etrafını sarıp buruşuk suratlarıyla bağrışıp çağrışırlarken kendimi insan gibi değil, bir nesne gibi hissediyorum. Bir ara gözlerimden yaşlar aktığını farkediyorum. Simon'ın tezahüratı, "Hadi Nikki, hadi bebeğim... sen bir numarasın... çok seksisin..." beni acayip sinir ediyor, işleri daha da kötüleştiriyor. Kuruduğumu ve gerildiğimi hissediyorum. Çenesini kapaması için dua ediyorum. Ne söylerse söylesin, kafasından esas geçenleri duyup duruyorum: biz Britanyalılar insanların sikildiğini görmek isteriz. Sayısız tekrardan sonra, Mel'le birbirimizin kollarına düşüyoruz. Kendimi ağrılı, sızılı ve eksilmiş hissediyorum. "Ara veriyoruz kızlar. Kurgu için yeterince ateşli malzeme topladık," diyor Simon.
"Galip" gelen Mel, Craig'le yapacağı performansa başlıyor. Simon kolunu omzuma atıyor. Sümük gibi. "Dokunma bana," diyorum, kolundan sıyrılarak. Mel'in işi de bittiğinde ikimiz birlikte çıkıyoruz ve botanik bahçelerine gidip bir cigara sararak yanımızdan geçen her yaştan adamı izlemeye başlıyor, adamların porno seyredip seyretmediğini anlamaya çalışıyoruz. Sonra slip mi baksır mı, at mı fare mi oynayarak donlarının içindeki şeyin kalitesini kestirmeye çalışıyoruz. Daha şamatacı ve taşlaşmış, daha alaycı ve kaba oluyoruz gitgide ve intikam duygularımızı yeteri kadar tatmin ederek kendimizi sağaltıyoruz.
Sonradan Simon bize uğruyor. "Cidden çok iyiydin Nikki, bu çok zor bir sahneydi."
"Beni incitti," diyorum kısaca, "kendimi kötü hissettim."
Simon gözyaşlarına boğulacakmış gibi bakıyor bana. "Özür dilerim... böyle olacağını bilmiyordum... o çete ortaya çıkıverdi öyle, Terry'nin miki kulübünden amcıklar işte..." Onun kollarına bırakıyorum kendimi. "Çok iyiydin Nikki ama seni bir daha asla böyle bir şey yapmaya zorlamayacağım."
"Söz mü?" diye soruyorum aşağıdan ona bakarak, kollarını etrafımda hissetmekten çok memnunum ve kendimi ufacık hissediyorum.
"Söz," diyor.
"Her neyse," diyorum, "beş numaralı kardeş de böylece doyuma ulaşmış oldu."
"Öbür işten ne haber?" diye soruyor Simon ve durumun kontrolüm altında olduğunu anlatıyorum.
Çünkü çocuğun arayacağından eminim. İşten sonra beni Her Şeyle Patates Kızartması diye bir yere götürdü. İsmini sevdiğim için oraya gidelim diye ben ısrar ettim. Simon, Terry ve Edinburg'daki diğerleri Glasgow ve sakinlerini aşağılıyor gibiler ama ben Üniversite'den insanlarla kulübe gitmek için birkaç kez buraya gelmiştim ve tarafsız birisi olarak, Edinburgh'dan daha sıcak, içten ve canlı bulmuştum.
Patates Kızartması ikinci buluşmamızdı. O'Neill's'deki ilk buluşmamızda, onunla kolayca sohbete başlamış ve başka bir yere gitmek ister mi diye sormuştum. Daha küçük, daha sakin bir paba gittiğimizde bana bayağı kapılmış görünüyordu.
Zavallı orospu çocuğu gecenin sonunda havalarda uçarak son treni yakalamam için bana Queen Sokak'a kadar eşlik etti. Platformda beni dudaklarımdan öpmesine izin verdim ve ereksiyonunun vücuduma dayandığını hissettim. Tabii böyle bir şeyi söz konusu etmeyecek kadar hanımefendi bir kız gibi davrandım.
Trene binip elimden geldiği kadar acıklı bir tavırla ona el salladım. Uzaklaşan trenden onu kilo vermiş, daha tarz bir gözlük, hatta lens takmış olarak hayal ettim ve... yok, olmazdı.
Bir sonraki buluşmamız Patates'te gerçekleşti ve ben baklayı ağzımdan çıkarıverdim. Simon bana daha ağırdan almam gerektiğini söylüyor ama bu Alan'ın nasıl da kendinden geçmiş olduğundan haberi yok. "Bütün istediğim sizin şubedeki müşterilerin bir dökümü, Alan. Benden çıktığı bilinmeyecek. Onu bir pazarlama şirketine satmak istiyorum. Artı, bir de hesap numaraları lazım."
"Ben... ben... bakarım."
Tuvalete gidip cepten Simon'ı arıyorum ve ona iyi haberi veriyorum.
"Hayır, Nikki, temkinli davran, itiraz edebileceği noktaları önceden görmeye çalış."
"Ama benim için deli oluyor! Kesin yapacak!"
"Şu anda yapacak gibi görünüyor olabilir ama bunu garantilemek için her an yanında olman gerekecek, günde yirmi dört saat. Bunu ister misin?"
"Hayır ama..."
"Şimdilik her şey iyi ama tek başına yatağına yatıp seni düşünerek otuzbir çektikten sonra, kendine acıma ve nefret duyguları geri geldiğinde şüphelenmeye başlayacaktır."
Simon insan doğasını tüm yönleriyle tanımıyor olabilir ama onun zayıf noktalarını kesinlikle çok iyi anlıyor. Yine de, otuzbir fantezilerinin başrolündeki insanın isteklerini kim yerine getirmez ki? Hangi erkek burada kısa devre yapar?
Gene de Simon haklıymış, Alan yeniden düşünmeye başlamış bile. Ben yanındayken her şey iyiydi ama yalnız kalır kalmaz mantığı onu yeniden ele geçirmiş. Geri döndüğümde bana isim ve adresleri alabileceğini ama hesap numaralarının başına büyük bela açabileceğini söylüyor. Pazarlama için hesap numaralarına neden ihtiyacım varmış ki?
Ne diyebilirim? "Onları sisteme girip bütün hesapları sıfırlamak isteyen bir hacker'a satmak istiyorum."
"Hayır! Bunu yapamam!"
"Yalnızca şakaydı," diyerek gülüyorum.
Gerginlik içinde bana bakıyor, sonra gülmeye başlıyor.
"Şifreleri bilmiyorum ki? Ya da imzaları? Numaralar yalnızca şirketin veritabanını oluştururken onlara zaman kazandırıyor. Gelecekteki olası müşteriler hakkında mümkün olduğu kadar çok bilgiyi en kısa zamanda elde etmiş oluyorlar, o kadar." Tabağımdan bir patates alıyorum. "Patatesler harika," diyorum, burada patateslerin gerçekten çok iyi olduğu bilgisiyle avunarak.