Sick Boy burnunu çekip duruyo, bu kedinin gagası benimkinden de daha çok akıyo hani. Çeşme gibi abi, öle bi akıyo ki kıvrıla kıvrıla dudağının üstüne kadar süzülüyo. Arada bi mendil alıp siliyo ama hiç faydası yok, kedinin kancası hâlâ çeşme gibi. Ve çeşmeler başka n'apar? Şırıldarlar, öz şırıldarlar abi. Beni bozmaz, yani normalde bozmazdı ama şimdi bozuyo çünkü Ali anlattığı bütün saçmalıkları ağzı beş karış açık dinliyo. Hiçbi kelimeyi kaçırmıyo hani. Port Sunshine'a gelip onu görmek Ali'nin fikriydi, benim falan diil yani. Geçen gün buraya gelmekle belki salaklık ettim, belki de acayip davrandım kediye ama sinirlerim laçka olmuştu ve o bu durumu anlıyacak kadar bu işlerden çakar, eski bi arkadaşa daha anlayışlı yaklaşabilirdi hani. Ama yo, bu çocuğun tek derdi kendisi. Öle kendisiyle ilgili bi yerde ki çilek yapması bile acayip. Şimdi de tutmuş filmlerden ve endüstrilerden falan bahsedip duruyo. Ama nası diyim, Ali bütün bunlardan etkilendiği için ve yaşanan bi geçmiş olduğu için kendimi biraz şey hissediyorum...
Kıskanç... İşe yaramaz... İkisi birden, abi, ikisi birden.
Bu Sick Boy hiç değişmiyecek hani; yo, yo, yo, bu kedi hiçbi zaman hiçbi şekilde değişmiyecek, çünkü gene en sevdiği konudan bahsediyo: kendisinden, kendisinden, kendisinden ve bütün o büyük işleriyle planlarından.
Bar kalabalıklaşıp tek başına her şeye yetişmeye çalışan zavallı ihtiyar kız bağırınca biz de biraz rahat nefes alıyoz. "Simon!" Sick Boy kadıncağızı iki kere duymazdan geldikten sora sonunda ayağa kalkıp istemiye istemiye yardım ediyo hani. O bara gidince Alison başlıyo, "Simon'ı yeniden görmek çok güzel," diyip bizim eski tayfadan, Kelly ve Mark ve Tommy'den bahsediyo. Zavallı Tommy, abi ya.
"Ali ya, Tommy'yi cidden çok özlüyorum," diyorum ona, Tommy hakkında öz konuşmak istiyorum çünkü bazan çocuk tümden unutulmuş gibi oluyo, bu hiç doğru diil. Yani bazan ondan söz etmeye çalıştığımda insanlar kasılıyo, beni depresif olmakla suçluyolar ama işte öle diil, ben yalnızca herifi unutmamak istiyorum, o kadar hani.
Ali bugün berbere gidip saçlarını kestirdi ama yan tarafları hâlâ uzun. Aslında eski halini tercih ederdim abi ama bişi demiyorum. Konu kızlar olduğunda ilişkiniz zaten bayağı bi sallantıdaysa böle şeyler söylemek sizi iyice aşşağı çeker. "Evet," diyo, bi sigara yakarak, "Tommy çok şeker çocuktu." Bana dönüp dumanı üflerken bebeğimin gözleri buz kesmiş gibi. "Ama eroinmandı."
Ben orda kek gibi oturuyorum abi, İskoç Futbol Federasyonu diyecek halim bile yok hani. Tommy'nin o kadar da eroinman olmadığını, sadece şanssız olduğunu söylemem falan gerekir, çünkü çoğumuz, aslında hepimiz, ondan daha fazla takılıyoduk ama diyemiyorum çünkü şimdi o yeniden yanımızda bitiyo falan, elinde birer içki daha var ve konu gene sadece kendisi. Her şey Sick Boy.
Tekrardan kafamın içinde dönüp durmaya başlıyo; LONDRA... FİLMLER... ENDÜSTRİ... EĞLENCE SEKTÖRÜ... İŞ FIRSATLARI...
Ve elimde diil abi, yani orda sıçmış bi durumda oturup bu bokları dinlerken canım biraz pislik yapmak istiyo, kendimi tutamıyorum: "Ee, Londra'da işler pek umduğun gibi gitmedi mi yani?"
Sick Boy dikeliyo, bel kemiği taş kokain sertliğinde, doğrulup sanki İtalyan annen polislerin sikini emiyo demişim gibi bakıyo bana. Evet, kedinin gözlerinde gerçek nefret var ama bişi demiyo, bi tek soğuk soğuk bakıyo hani.
Sinirlerim geriliyo ve konuşmak zorundaymışım gibi hissediyorum. "Hayır, buraya döndün falan ya hani, o yüzden yani..."
Suratı geriliyo. Sick Boy ve ben: birbirimizi kıl ederdik ama yakındık eskiden. Şimdi sadece birbirimizi kıl ediyoz. "Bir şeyi anlaman lazım, Spud... Daniel. Ben buraya karşıma çıkan fırsatları değerlendirmek için gelmiş bulunuyorum: film yapmak, bar işletmek... bu," eliyle önemsiz bişi demek istermiş gibi bi havayı süpürme hareketi yapıyo, "bu yalnızca bir başlangıç."
"Leith'de sikindirik bi pab işletmeye ve miki film gösterileri yapmaya ben pek hayatımın fırsatı demezdim abicim hani."
"Sakın gene başlama, amına koyayım," diyerek kafasını sallıyo. "Sen kaybetmeye mahkumsun oğlum. Şu haline bir bak!" Ali'ye dönüyo. "Şuna bir baksana! Kusura bakma Ali ama bunu söylemem lazım."
Ali ciddi ciddi ona bakıyo. "Simon, biz hepimiz arkadaşız burda."
Sonra bu herif en iyi becerdiği şeyi yaparaktan başkalarını suçlayıp kendini haklı çıkartmak için etrafa bok atıyo. "Bak Ali, buraya geri dönüyorum ve karşılaştığım tek şey kaybedenlerden gelen negatif enerji," diyo, "ben artık bu şekilde yaşamıyorum. Ne desem üstüne bir bardak soğuk su dökülüyor. Arkadaşız, ha? Ben arkadaş dediklerimden yüreklendirme beklerim," diyip burnunu çekiyo. Sonra suçlayaraktan beni gösteriyo. "Geçen gün buraya geldiğini sana anlatmış mıydı? Asırlar sonra onu ilk görüşümü?"
Ali kafasını sallayıp bana bakıyo filan hani.
"Ben sana..." diye açıklamıya çalışıyorum ama hasta herif sesimi bastırıyo.
"Ne yaptı dersin? Bir 'n'aber Simon, nasılsın, çok uzun zaman oldu' bile demedi," diyo Ali'ye, incinmiş gibi davranarak. "Yok, olur mu hiç? Anında beni tırtıklamaya kalktı, ilkin bi 'selam, n'aber' bile demeden!"
Alison saçlarını arkaya attırıp bana bakıyo. "Doğru mu, Danny?"
İşte sonra, her şey o korkunç filmlerdeki gibi oluyo, hani sıçmış ve hastasındır ve olucak her şeyi önceden görürsün ya, aynen öle abi. Sanki kendimi ayağa kalkarken görüyorum, sarsak ve de titrek bir halde, sanki o acayip hızlı çekilmiş, kareleri beceriksizce bindirilmiş eski siyah-beyaz filmlerden birindeyim. Ağzımın şakkadanak açıldığını ve parmağımın onu gösterdiğini, bütün bunlar olmadan bi saniye önceden görüyo gibiyim. Sora, işte, cidden de ayaktayım ve herifi göstererek konuşuyorum. "Sen hiçbi zaman iyi bi arkadaş diildin, Rents gibi gerçek bi arkadaş olmadın hiç!"
Sick Boy'un suratı aşşağılamayla buruşuyo ve alt çenesi öne fırlıyo, süpermarketteki yazarkasanın para çekmecesi gibi hani. "Sen ne diyosun lan! O orospu çocuğu hepimizi soyup soğana çevirdi!"
"Beni soymadı!" diye bağırıyorum kendimi göstererek.
Sick Boy sustu, gerçek bi ölüm sessizliği ama gözleri hâlâ bende. Aman be, yaptım işte. İspiyonladım. Alison da bana bakıyo falan hani. İkisi de abi, iki çift koca göz, ihanet diye bağırıyolar yani.
"Yani," diyo sertçe Sick Boy, "sen de bu işte onunla ortaktın, öyle mi?" Ali'ye bakıyo, o da başını öne eğip gözlerini yere dikiyo. Ali çok iyi sır tutar ama yalan söyleyemez.
Kıza suçlayarak bakmasını istemiyorum, o yüzden baklayı ağzımdan çıkarıyorum. "Yok, ben hiçbişi bilmiyodum, Ali ve Andy'nin üstüne yemin ederim."
Hasta Kedi'nin bakışları hâlâ kızgın ama yalan söylemediğimi biliyo. Sadece daha fazlasını öğrenme derdinde.
Tırnaklarımı ıslak bardak altlığına geçirip her şeyi annatıyorum. "Ama soradan bana para yolladı, postayla. Bi tek benim payım kadardı, fazlası yoktu." Sick Boy'un koca gözleri beni delip geçiyo ve şu anda biliyorum ki yalan söylesem bile işe yaramıyacak, bu kedi anında anlıyacak hani. "Üstünde Londra damgası vardı, ben buraya döndükten üç hafta sonra elime geçti. Mektup falan yoktu yani. Ondan sonra da ne gördüm ne de ondan haber aldım ama parayı yollayanın o olduğunu biliyodum, başka kim olacaktı ki," diyorum. Sora biraz da övünerekten ekliyorum: "Mark beni kolladı!"
"Payının tamamını mı?" diye soruyo gözleri yuvalarından uğramış halde.
"Son kuruşuna kadar abi," diyorum hafif bi sevinçle ve sora sandalyeye geri oturuyorum çünkü sıçmış durumdayım. Suçlayaraktan bana bakan Ali'nin başı, omuzlarımı silkince gene önüne düşüyo.
Sick Boy'un kafasının içinde öz hesaplar yaptığı belli. Bu kedinin kafasının içi heralde piyango numaralarını veya İskoç Kupası kuralarını çektikleri o toplarla doludur diye düşünüyorum. Gerçekten üzgün görünüyo, numara falan diil ama aniden gülmeye başlıyo, Lacoste gömleğinin logosundaki gibi bir sırıtışla, "Demek öyle? Eminim çok işine yaramıştır. Kendini toparlamışındır. İyi yerlere yatırım yapmışındır falan," diyo.
Ali başını kaldırıp bana bakıyo. "Çocuk için harcadığın o paranın hepsi Mark Renton'dan mı gelmişti?"
Cevap vermiyorum.
Sick Boy elindeki bardağa bakıp viskisini kafaya diktikten sora boş bardağı masaya vurmaya başlıyo. "İyi, tamam, sen orda sünepe sünepe otur öyle," diye aşşağılıyo beni. "Ne zaman ne yaptın ki, ne becerebilirsin ki sen?" diyo.
Elimde diil, ağzımdan kaçırıveriyorum. Ona bişi yaptığımı, Leith'in tarihini yazdığımı söylüyorum.
Sick Boy kıkırdamaya başlıyo. "Bu çok ilginç olur cidden de," diye bara doğru böğürünce bikaç kişi bize bakıyo.
Şimdi Ali delirmişim gibi bakıyo suratıma. "Danny, sen ne diyosun?" diye soruyo. Burdan hemen çıkmam lazım. Kalkıp yürümeye başlıyorum. "Negatif enerji, ha, bunu unutmamam lazım. Haydin, görüşürüz."
Sick Boy kaşlarını kaldırıyo ama Ali arkamdan geliyo ve birlikte dışarı çıkıyoz. "Nereye gidiyosun?" diye soruyo kollarıyla bedenini sararak.
"Grubum var," diyorum. Hava soğuk ve üstünde şu lacivert hırkası olmasına rağmen üşüyo Ali, tir tir titriyo.
"Danny..." diyo ceketimin fermuarıyla oynıyarak, "ben dönüp Simon'la konuşacağım."
Duyduğuma öz inanmayarak ona bakıyorum.
"Şu anda çok üzgün, Danny. Eğer bu para işinden bahsetmeye kalkarsa ve bu Second Prize gibilerinin kulağına giderse..." bi an duruyo, "... veya Frank Begbie'nin..."
"İyi peki, git Simon'ı gör o zaman. Onun üzülmesini istemeyiz, diil mi?" diye şarlıyorum ama sıçiim yani, bu iş hâlâ önemli. Ben, Rents, Sick Boy, Second Prize ve Begbie Londra'daydık ve Rents bizi harbiden soydu. Ama bana paramı geri verdi. Sick Boy'a vermediği belli ama öbürlerini bilemiycem. Heralde Begbie'ye de vermemiştir çünkü herif kafayı yedi, gidip Donnely'yi öldürdü ve hapsi boyladı, Donnely pek sağlam pabuç diildi, tamam, orası da öle hani.
"Geç kalma sakın," diyip alnımdan öpüyo ve dönüp kapıdan içeri giriyo.
Gitti.
İşte her şey böle oldu hani, heyecan ve endişeyle doluydum ama gruba gittiğimde herkese her şeyi anlattım, şu Leith tarihi işini yani. Ama ne diycem biliyosun mu abi, şu Avril denen hatun buna öle mutlu oldu ki, acayip mutlu oldu, amına koyiim. Hatunun yüzündeki o gülüşü görmek bile her şeye değdi. Yaptım işte, her şeyi ortaya döktüm ve insanlarda bi yazar olacağıma dair beklenti yarattım. Basamakları tırmanan bi herif, seçkin bi yerel tarihçi, hareket halinde olan, ordan oraya zıplıyan biri.
Ama ben öle birisi diilim ki yani. Televizyona çıkan şu çocuk, eski uygarlıklardan falan bahseder ya hani, şöle bişi dediğini düşünemiyorum: abi lan, şu Leith'li herifin yaptıklarına bi baksam iyi olacak, herifte acayip malzeme var. Eğer kendimi koruyamazsam bu herif gelip benim bütün piramitlerimi elimden almaya kalkar, Mısırlı amcalardan falan bahsedip, süsleyip boyayıp satar. Aslında pek de böle şeyler olmaz heralde, bilmiyorum ki hani.
Ama gene de denemem lazım hani, çabalamam lazım, Ali'ye düşündüğünden çok daha fazlası olduğumu kanıtlamam lazım belki. Belki de herkese kanıtlamam lazım.
Alison'a ilk rastladığımda, o müthiş bronz teni, uzun siyah dalgalı saçları ve inci beyazı kocaman dişleriyle acayip harika bi hatundu. Ama aynı zamanda biraz arıza bi hatundu, bazan sanki boynuna yapışmış görünmez bi vampir bütün enerjisini emmiş gibi olurdu.
Benim hiçbi zaman çok farkımda diildi yani. Hep onunla ilgiliydi. Bi gün bana gülümsedi ve kalbim göğsümün içinde tuzla buz oldu. Birlikte olmaya başladığımızda bunun yalnızca zayıflık olduğunu düşündüydüm, ikimiz de temizlendikten sora çekip gider sandıydım. Ama arkasından çocuk geldi ve kalır gibi oldu. Heralde nedeni budur abi, ufaklıktır, bu kadar uzun kalmasının tek nedeni odur, büyük ihtimalle yani.
Ama şimdi yeniden o vampirin enerjisini emdiği Ali olmaya başladı ve bilin bakalım vampir kimmiş? Benim abi. Ben.
Gruptan sora Ali hâlâ Port Sunshine'da mıdır diye düşünüyorum. Ama yok, şu anda Sick Boy'u tekrar görmeye dayanamam. Onun yerine öbür yola sapıp şehre iniyorum ve Kuzen Dode'a rastlıyorum, Old Salt'tan dışarı çıkıyo, sora cigaralık içmek için Montgomery Sokak'taki evine gidiyoz. Bayağı havalı, küçük bi daire, odaları falan ufacık, ucuz bi yer. Ama şöminenin üstündeki Souness dönemi büyük Glasgow Rangers resmi hariç, içini çok iyi döşemiş abi. Güzel bi deri divan var ve ben öz içine gömülüyorum hani.
Arada bi sapıtsa da Kuzen Dode'u bayağı seviyorum ve bikaç cigaralıkla biradan sora herife kadınlarla olan sorunlarımı anlatmıya başlıyorum.
"Takma kafana abi, omnia vincit amor, aşk her şeyi halleder. Birbirinizi seviyosanız yürür, sevmiyosanız ayrılma zamanıdır. O kadar," diyo Dode.
Ona bu kadar kolay olmadığını söylüyorum. "Anlarsın ya, yani eskiden iyi arkadaşım olan bi çocuk var ve bu ikisi bi zamanlar hiç ayrılmazdı, şimdi herifçioğlu geri döndü, tekrar piyasaya çıktı falan abi, biliyosun mu? Herif kendine âşık resmen, ben de bikaç şey söyledim, söylememem gereken şeylerdi, biliyosun mu?"
"Veritas odium parit," diyo Dode bilmiş bilmiş. "Gerçek, nefreti doğurur," diye de ekliyo anlıyayım diye.
Daha ismimi bile yazamazken kitap yazmaya kalkmam harbiden delilik ve bu Kuzen Dode sanki bi Latince âlimi ama adam Weedgie falan yani. Weedgie'lerin okulları falan olduğu hiç aklınıza gelmez ama olması lazım, bizimkilerden de daha iyi okulları var heralde hani. Kuzenciğime soruyorum, "Nasıl oluyo da bu kadar çok şey biliyosun, Dode, yani Latince bilmem ne falan hani?"
Ben bi cigaralık daha sararken o bana durumu açıklıyo. "Ben kendimi yetiştirdim, Spud. Sen değişik bi gelenekten geliyosun, yani biz Protestanlardan farklısın. Benim gibi olamazsın demiyorum, tabii ki olabilirsin. Sadece senin gibiler için bu biraz zaman alır çünkü sizin kültürde yeri yok. Anlıyacağın Spud, biz Knox geleneğinden geliyor ve de katı bi İskoç Protestan işçi sınıfı eğitiminden geçiyoruz. Bu sayede mühendis olabildim."
Burasını pek anlıyamadım valla, kedinin dediklerinin hani. "Ama güvenlik olarak çalışıyosun, diil mi?"
Dode sanki bu ufak bi detaymış gibi karşı çıkaraktan başını sallıyo. "Ama geçici bi iş bu, Orta Doğu'ya dönüp yeni bi sözleşme yapıncaya kadar bu güvenlik işine takılıyorum. Seni kırmak için söylemiyorum abi ama bunu sana söyleyebilirim çünkü sende o potansiyel var. Biliyosun, bu biraz şeytan işi. Otia dant vitia.[25] Girişimci bi Protestan ile sorumsuz bi Katolik arasındaki fark işte burda. Biz bi soraki fırsat önümüze çıkana kadar kendimizi meşgul edecek, bizi disipline edecek her şeyi yaparız. Burda boş boş oturup Umman'da kazandığım paraları asla yemem ben."
Bu kedi Clydesdale Bank'taki sepetine ne kadar istifledi acaba, merak ediyorum hani.