51. Dümen # 18.748

Renton güzelim Leith limanının yakınına bile yanaşmamakta kararlı. Onu suçladığımı söyleyemem. Bana nerede kaldığını bile söylemiyor ama annesiyle babasının artık şehir dışında bir yerde oturduklarını biliyorum.

Nikki Rents'in onlara uğradığını ve ev arkadaşı Dianne'le aralarında kıvılcımlar uçuştuğunu anlattı. Bir aralar düzüşüyorlar mıymış, neymiş. Ben kızı hiç hatırlamıyorum ama Renton'ın eski düzüşlerinin Princess-Sokak'ta-Ocak-Ayı-Ucuzluğu'nda görebileceğiniz yüzlerden bir deniz oluşturduğu da söylenemez zaten. Herhalde elinden alırım korkusuyla, kendi piliçlerini benden hep uzak tutmaya çalışmıştır. Renton ilişkilerini ondan beklemeyeceğiniz kadar duygulu ve yoğun yaşamaya, hatta bazen aptal âşıklar gibi davranmaya eğilimlidir. Ama bu Dianne nasıl bir kız ki acaba, bu salça kafayla çıktığına göre?

Skreel bana Tina diye başka bir kız buldu, bu kızı kafalamak ilkinden daha kolay oldu ve sezonluk bilet alanların listesini hiç sorun çıkarmadan verdi. Meğerse gizli bir Celtic taraftarıymış. İşe almada eşit fırsat politikası uygularsan olacağı budur işte.

Pabdayım şimdi, müzik kutusunun yanında takılan genç varoşlardan gözümü hâlâ ayıramasam da, keyfim yerinde. Şu Philip denen çocuk çok havalarda, onu birkaç kere Begbie ile konuşurken gördüm. Kendini baş adam sandığı çok belli ama en azından benimle konuşurken sesinde daha saygılı bir ton var çünkü Begbie ile aramda bir çeşit bağ olduğunu biliyor.

Philip şu anda o uzun boylu, leylek tipli yanaşmasına bir oyun hazırlamakla meşgul: yaptıkları esprilerin merkezi olan şu konuşma özürlü salak Curtis'e yani. Çıktıkları kızların önünde hava atıyorlar ama hiçbir yaratıcılıkları yok cidden. Çocuk, "Siktiğimin bi lubunyası," diyor ve yanlarındaki başka bir menenjitlinin omuzları sinir krizi geçirir gibi sarsılmaya başlıyor. Biz bunların yaşındayken böyle sıkıcı, böyle yaratıcılık yoksunu değildik.

Zavallı Curtis, "Diilim! Ben lu-b-b-un-yaa d-d-ii-lim!" diye uluduktan sonra tuvalete gidiyor.

Philip onlara baktığımı görüp bir çıtır piliçlere, bir bana bakıyor. "Lubunya olmayabilir ama bakir. Daha hiç sikişmedi. Ona bi kere versene Candice," diyor o sersem tipli, küçük orospuya.

"Siktir," diyor kız, utanç içinde bana bakarak.

"Ah, bekâret," diyerek gülümsüyorum, "onu hafife almayın sakın. Hayattaki gerçek sorunların çoğu, onu kaybettikten sonra karşımıza çıkar," diyorum ama bu tayfaya yapıldıkları zaman en ince espriler bile boşa gidiyor.

İşemek için tuvalete gittiğimde Curtis denen çocuk da orada ve evet, sahiden biraz ağır bir tip. Aslında, onun bu gezegendeki varlığı bile anarşistlerin iyi kanun diye bir şey olmadığı görüşlerini çürütmeye yeterli; enseste karşı olan yasa mesela, ona benzer daha fazla insanın ortalıkta yalpalamasını engellemek için konulmuştur mutlaka. Tam hırsız tipi var çocukta, Spud'la iyi arkadaşlar ayrıca, anlaşılabilir bir durum. Bir Begbie çırağıyla bir Spud çırağı aynı tayfada, benim çatım altında kuluçkaya yatmış. Hain orospu çocuğu Philip ve öteki arkadaşları bu Curtis'e devamlı eziyet ediyor. Okulda, nehir kenarında, Links'te ve trenyolunda, benim de Spud'a yapmış olduğum gibi. Çok garip, bunu düşünmek artık kendimi suçlu hissetmeme neden oluyor. Çocuk yanımda çişini yaparken yüzünde moronumsu bir tebessümle, tedirgin ve çekingen bir tavırla bana dönüyor. Farkında olmadan bakışlarımı aşağıya kaydırıyorum ve o anda görüyorum.

Görüyorum.

Hayatımda gördüğüm en büyük yarak bu; sikinden bahsediyorum, sike iliştirilmiş olan zavallı veletten değil. Çişim bitince kendi penisimi inceleyerek sallıyorum ve içeri sokup fermuarımı çekiyorum. Bu embesilin benimkinden daha büyük bir çükü var, herkesinkinden daha büyük bir çükü var. Çok yazık. Sonra, lavaboya doğru giderken öylesine soruyorum: "Nasıl gidiyor bakalım, ahbap, Curtis'di değil mi?"

Çocuk dönüp ürkek bakışlarla bana bakıyor. Korku içinde yanımdaki lavaboya geliyor. "Evet..." diye cevap veriyor, "f-f-f-ena diil." Gözleri sulanıyor ve kırpışıyor, nefesi feci, sanki kendi pis sikini daha yeni emmiş de—ki zaten bunu rahatlıkla yapabilir, sırtı tutulsa bile—ucuz içki ve kötü uyuşturucular yüzünden ekşimiş dölünü yeni yutmuş gibi. Ağız kokusu rave'lerde ya da konserlerde girdiğiniz, feci halde temizlik isteyen o kimyasal helalara benziyor. Ama beni ilgilendiren şey bu küçük delikanlının mal varlığı. "Spud'la iyi arkadaşsınız, ha?" deyip cevap gelmesini beklemeden ekliyorum, "Spud benim de iyi arkadaşımdır. Çocukluk arkadaşıyız onunla."

Curtis denen çocuk dalga geçip geçmediğimi anlamaya çalışarak bana bakıyor. Anlayacağından da değil ama. Sonra konuşuyor: "B-b-b-en Spud'ı se-e-ver-rim," dedikten sonra anlamlı anlamlı ekliyor, "benle dalga geçmiyen tek i-i-nsan..."

"Süper çocuktur..." diyerek başımı sallıyorum. Çocuğun kekelemesi aklıma o eski savaş karşıtı şarkıyı getiriyor: "Amerikan piyade askerinin ortalama yaşı on-on-on dokuzdur."

"Bazı zamanlar çekingen olunabiliceğini anlıyo," diyerek lafı gene kendine getiriyo küçük-büyük adam.

Spud'ın arkadaşı işte. Tanrım, bu ikisinin konuşmalarını gözümün önüne getirebiliyorum. "Bazan öz çekingen oluyorum." "Yaa, ben de." "Takma kafana, biraz jöle al." "Uyar hani."

Ağırdan alarak ellerimi yıkarken anlayışla başımı sallıyorum; tanrım, bu iğrenç helanın baştan aşağı temizlenmesi lazım. Temizlikçilere temizlemeleri için mi para veriyoruz temizlememeleri için mi? Olur mu hiç, insanlar yapmaları gereken işi yapsalardı hayat ne kadar da sıradan, ne kadar da İskoçlara yaraşmayan türden olurdu, değil mi, amına koyayım. Çekingen velet burada, ne işim vardı onunla? "Çekingen olmak ayıp bir şey değil ahbap. Herkesin böyle dönemleri olmuştur," diye yalan söylüyorum. Ellerimi kurutucunun altına tutuyorum. "Sana bir içki ısmarlayayım," diyorum kurumayan suları silkeleyerek.

Çocuk teklifimden etkilenmişe benzemiyor. "Burda kalamam," diyor öfkeyle içerisini işaret ederek, "benlen d-d-dalga geçen insannarın yanında duramam!"

"Bak ne diyeceğim abi, ben de bir bira içmek için Caley'ye gidecektim. Biraz ara vermeye ihtiyacım var. Sen de gelsene."

"Olur," diyor ve yan kapıdan sıvışıp dışarı çıkıyoruz. Hava acayip soğuk, sulu sepken bir yağmur var. Güya ilkbahar, amına koyayım! Küçük adam, dedikleri gibi bir deri bir kemik, sanki bedenine giren her bir besin birimi o sik tarafından emiliyor. Eğer bir piliçle yatsaydı herhalde o kadar çok fışkırtırdı ki susuz kaldığı için haftalarca yoğun bakımda yatması gerekirdi. Gırtlağından fırlayan o koca ademelması, o soluk, lekeli ten... star ışığına sahip olduğu söylenemez. Ama porno dünyasında, istendiği zaman kaldırmayı becerebilirse...

Sıcacık ve davetkâr görünen Caley'ye giriyoruz, içeride şömine yanıyor, gidip birer birayla brendi alıyorum ve sessiz bir köşe arıyoruz. "Bu arkadaşların neden sana bu kadar takılıyor böyle?"

"İşte biraz çekingenim... ve k-kekeliyorum diye..."

İlgisizliğimi saklamakta zorlanarak biraz bu sorun üzerinde düşündükten sonra soruyorum: "Kekelediğin için mi çekingensin yoksa çekingen olduğun için mi kekeliyorsun?"

Curtis efendi omuzlarını silkiyor. "Doktora gittimdi, sadece çok g-ge-gergin olduğumu söylediler..."

"Niye bu kadar geriliyorsun ki? Öbür arkadaşlarından hiçbir farkın yok. İki kafalı falan değilsin. Onlar gibi giyiniyorsun, aynı uyuşturucuları yapıyorsunuz..."

Küçük adam başını önüne eğiyor, sanki o beyzbol şapkasının altında olan biten hiçbir şey yok. Sonra o acı dolu fısıltısıyla konuşmaya başlıyor: "A-a-ama ...o işi herkes yapıp da s-s-sen yapmadığında..."

Altın yüzüklü İskoç mastürbatörlerin ortalama uzunluğu on-on-on-on dokuz santimdi...

Buna diyecek bir sözüm yok. Elimden geldiği kadar anlayışlı görünmeye çalışarak başımı sallıyorum. Artan bir tedirginlikle bu amcıkların, içki içmeyi bırak, yasal olarak sikişme yaşında bile olmadıklarını fark ediyorum. Başkomiser Lennox'un barın üstünde asılı duran huzur sertifikası sağ olsun işte.

"Şu Philip, B-B-Begbie'yle takıldığı için kendini b-b-bi şey zannediyo. Eskiden e-e-en iyi arkadaşımdı falan. Piliçlerin yanında çekingen olabilirim ama lu-lu-u-ubunya diilim ben. Danny... Spud, hoşlandığın pi-pi-piliçlerin yanında çekingen olabiliceğini anlıyo..."

"Yani o takıldığınız piliçlerin hiçbiriyle çıkmadın mı daha sen?"

Küçük amcığın suratı kıpkırmızı kesiliyor. "Yok... yok... yok çıkmadım..."

"Onlar için iyi olmuş. Bununla hepsini ikiye bölerdin," diyerek başımla aşağıyı işaret ediyorum. "Gözüme takıldı abi. Eminim annen sıkı emzirmiş seni! İtalyan kanı var mı sende?" diye soruyorum.

"Yok... İskoçum yaa." Sonra acaba ben bir götveren olabilir miyim diye korkuyla bana bakıyor.

Bu amcık seks savaşında tam bir pasifist. Piliçlerin hayrına, çünkü böyle bir silahla bütün savaşları tek eliyle kazanırdı.

"Herhalde eline fırsatlar geçmiştir?" diye soruyorum.

Küçük adamın kafası şimdi cidden karışmış görünüyor işte, gözleri sulanıyor ve kekeleye bocalaya geçmişte kalmış aşağılayıcı bir tecrübesini anlatıyor. "Bi keresindee bi piliçle çıkmıştım ve bana çok bü-bü-büyükk olduğumu söyledi, y-y-yaratık dedi bana."

İlk düzüşmesinde bir geri zekâlıya çatmış olması da bu zavallı amcığın şansı. "Saçmalama abi. Yaratık olan o, siktiğimin mankafa ineği," diye başımı sallayarak çocuğa moral veriyorum. Şimdi, çocuğun kambur omuzları, sinsi ve ürkek gözleri, kadınlara kulağıyla öpüşmeyi tercih ettirecek kadar pis bir nefesi ve korkunç derecede kötü bir kekelemesi olabilir ama bahse girerim, sikini görme noktasına kadar gelip de bunları söyleyen bir kız, kendi gemisinin de geldiğini anlayamayacak kadar kafası çalışmayan, salak, küçük bir troldür. "Bak ne diyeceğim, Melanie'yi tanıyo musun?"

Küçük delikanlının gözlerine biraz ışık geliyor. "Üst katta seninle miki film çeviren kız mı?"

"Ağzına sıçayım! Bunu kimsenin bilmemesi gerekiyordu," diye bir küfür savurduktan sonra sert bir nefes alıp kulüpten ona kimin bahsettiğini sorma isteğimi dizginliyorum. "Evet o," diyorum usulca.

"Ha, evet, g-g-gördümdü."

"Onu beğeniyor musun?"

Küçük adam düşünceli bir tavırla gülümsüyor. "Ya tabii, herkes beğeniyo... ötekini de, şu güzel k-k-konuşan..." diyor hüzün dolu bir özlemle.

Bu küçük amcığa koşmadan önce yürümeyi öğretelim öyleyse. "Güzel, çünkü o da senden hoşlanıyor. İkisi de hoşlanıyor."

Zavallı küçük sikici kızarıp bozarıyor.

"Ya, nası yani?"

"Yok ...d-d-dalga g-g-geçiyon..."

Bu çocukla bir sonuca ulaşmak için ne yapsam boş. "Bak abi, ben yarı İtalyanım, anne tarafından. Sen Katolik misin?"

"Yani, evet, a-a-ama hiç kiliseye..."

Elimi sallayarak susturuyorum. "Orası önemli değil. Ben Katoliğim ve annemin hayatı üstüne yemin ederim ki Melanie senden hoşlanıyor, miki filmlerden birinde seninle düzüşmek istiyor," deyip ayağa kalkıyorum. Bara gidip birer içki daha alırken ölü gibiyim. Amcık herif biraz yalnız kalıp düşünsün bakalım. Geri döndüğümde bir şeyler söylemeye çalışıyor ama vakit kaybetmeden sözünü kesiyorum. "Ayrıca para da kazanacaksın. Melanie'yi becermek için para alacaksın, tabii öbür hatunları da. Yalnızca miki film değil, gerçek bir porno filmde oynayacaksın. Ne diyorsun?"

"Ş-ş-şaka yapıyosun..."

"Şaka yapar gibi bir halim mi var? Baş adamım Terry hastaneye yattı ve taze kana ihtiyacımız var. O da sen olacaksın. Mel'i düzmek için para alacaksın abi? Oha artık yani!"

"Ben bi tek Candice'i seviyorum," diye savunmaya geçerek burnunu çekiyor.

Siktiğimin gizli romantiği. Yazık. Sunshine'daki bu kıllı sırtlı velet, ha? "Bak abi, orda senle dalga geçtiklerini biliyorum," diyerek dışarıyı işaret ediyorum, "ama porno yıldızı olup da en kaliteli hatunlarla düzüştüğün zaman artık kimse senle alay edemez. Bi düşünsene," deyip göz kırpıyorum ve içkimi yudumlayarak amcığa düşünmesi için biraz zaman tanıyorum.

Sunshine'a döndüğümde Spud köşede oturmuş, Ali de onu görmezden geliyor. Bir süre sonra ayağa kalkıp kıza para vermeye kalkışınca Ali çekip gitmesini söylüyor. Sıçmış durumda ve berbat görünüyor. Tam bir speed magandası gibi; Leith'deki bütün patatesçilere yetecek kadar kadar yağlı ve dağınık saçlar, sürekli kapalıymış gibi görünen şişkin gözler, gözlerin etrafında merdane gibi siyah halkalar, görünür şekilde atan damarlar, hepsi de bayat pide renginde ve dokusunda, lif lif olmuş bir ten eşliğinde. Vay selam, yakışıklı! Bak kocacığın gelmiş, Ali bebeğim, vay, bunu iyi kafeslemişsin! Seni birkaç seneliğine gözümün önünden ayırıyorum ve bak neler oluyor. Siktiğimin komedyenlerine dönmek için standartlarını bu kadar da düşürmen gerekmezdi. Marti Caine'den French ve Saunders'a ve de Caroline Aherne'e kadar hiçbir kadın komedyene senin bir bara kolunda bununla girdiğin andakinden daha çok gülünmemiştir. Spud sesini yükseltmeye başlıyor ve benim varlığımın durumu daha da ateşlendireceğini hissediyorum, o yüzden Ali'nin bakışlarını yakalayıp onu dışarı çıkarmasını işaret ediyorum.

Curtis'in geri döndüğünü ve inatla arkadaşlarını görmezden geldiğini fark ediyorum, içlerinden biri, Philip denen tip kolunu arkadaşça omzuna atmaya çalışınca ittiriyor. Onun yerine dışarı çıkmasına yardım etmek için Spud'ın yanına gidiyor ve onu sokağa çıkarıyor. Yeni baş adamım. Yeni Juice Terry!

Mo ve Ali'nin işi benim çıkışımı fark etmeyecek kadar başlarından aşmış durumda. Şansımı daha da fazla zorlamaya karar veriyorum ve yan kapıdan sıvışıp köşeden dolaşarak daireme çıkıyorum. Duvardaki aynada kendi görüntüme takıldığımda yeni fikirler bulabilirim diye bir Russ Meyer videosu koymak üzereyim. Elmacık kemiklerimin biraz daha çıkık olması beni çarpıyor. Evet, kilo vermeye başlamışım cidden.

Saymın, bu film giğişiminin başağışı için şeni kutlamalıyım.

Ahh, teşekküğleğ, Sean. Aslında poğnogğafiden çok anlamam ama iyi çekilmiş biğ filmi hemen anlarım, güzel biğ götü de tabii.

Her şey güllük gülistanlık. Hemen hemen her şey. Mo, Francis Begbie'nin tekrardan beni sorduğunu söylemişti.

Yeşil cepteki mesajları kontrol ediyorum ve tabii ki ondan gelen bir mesaj var, kendisine "Frank" demeyi tercih etmiş:

SENİ HEMEN GÖRMEM LAZIM
YAKINDA DÜNYADAN GÖÇECEK
BİRİSİ HAKKINDA

Ne demek istediğini anlayabiliyorum "Frank." Siktiğimin amcığı. Renton olmalı. Renton yakında bu dünyadan göçecek. Seeker'dan gelen bir mesaj daha var. Herkes için yaratılmış ayrı bir iletişim sistemi olsaydı, onunki mutlaka telefon mesajı olurdu:

HAZIR İSTEDİĞİN ZAMAN

Uyuşturucu. Güzel. Çok az kalmıştı. Paketi çıkarıp eziyorum, güzel bir çizgi çekiyorum, tam yerinden vuruyor. Şu anda bir sigaraya gerçekten ihtiyacım var, bir tane yakıyorum. Çilek yüzünden duman ciğerlerimde çok temiz ve taze bir his yaratıyor.

Aynaya bakıyorum, derinlere. "Dinle, Franco, artık birbirimize kalplerimizi açmanın, küçük bir hesaplaşmanın vakti geldi. Renton'a olan saplantın hakkında. Yani, kabul edelim, artık söylenmesi gerekir. Eminim bu konudaki samimiyetimi anlayacaksındır, bu konu paranın çok ötesinde bir yerlere dayanıyor. Sen kıçına tekmeyi yemiş bir âşık gibisin. Evet, bütün Leith bunu konuşuyor. Okey, artık onun için deli olduğunu kabul edelim. Hapisteki bütün o oğlanlar, onlarla sevişirken hepsinin Renton olduğunu mu hayal ettin? İlişkiniz yürümediği için gerçekten çok üzgünüm çocuklar. Garip ama senin alan, Renton'ın da veren olduğunu düşünürdüm hep. Ama şimdi, pek emin değilim. Bence ahlayıp inleyen, kızıl kıllarla götü kırbaçlanan, elbise giymiş sürtük sendin, o kremlenmiş götünü kendisi için hazırlayıp seninle küfürlü konuşurken sen gözlerinde yaşlarla domalırdın ve o seni alırken, sen, siktiğimin yollu küçük hanım-oğlan orospusu pişmiş kelle gibi sırıtıp miyavlar..."

Kapı zili.

Açıyorum ve karşımda. Dikilmiş duruyor.

"Franco... ben de tam seni düşünüyordum... gelsene abi içeri," derken demin barda bıraktığım Curtis efendi gibi kekeliyorum.

Gözlerindeki bakışlardan orospu çocuğunun aklımı okuduğunu zannediyorum. Ne kadar yüksek sesle konuşuyordum ki amına koyayım... çok değil canım... ama önceden biraz casusluk yapmak için posta kutusunu açıp dinlediyse... ve koridordan bütün söylediklerimi duyduysa...

"Siktiğimin Renton'ı..." diye tıslıyor.

Of sıçayım, tatlı İsa, lütfen yapma bunu bana... "Ne?" diye havlamayı beceriyorum.

Begbie bir şeylerin ters gittiğini anlıyor. O pis, tartan bakışlarla bana bakarak usulca konuşuyor. "Renton kesin buraya dönmüş, amına koyiim. Görmüşler."

O beş mil menzilli bakış karşısında donup kalırken beynimin içinden bir şey, ilkel bir içgüdü haykırıyor: Oyna Simon, oyna. Bütün İskoçya için oyna, yok, İtalya olsun. "Renton mı? Nerde? Nerdeymiş o amcık ağız!" Cehennemin ta dibine bakıyorum, onun çılgın gözbebeklerinin ardındaki o ıssız siyah noktaya, benim nefret dolu bakışlarımla karşılaştırıldığında yanan bir fırını Woolies su tabancasıyla söndürmeye çalışmak gibi bu. Bana bir kobra gibi çarpmasını bekliyorum, neredeyse bunun için dua ediyorum: sikim aşkına yap şunu, beni bu ıstıraptan hemen kurtar çünkü çilekliyken bile buna daha fazla dayanamayacağım.

Begbie gözlerini kaçırmadan bana bakarken neyse ki sesi hafif bir tıslamaya dönüşüyor. "Ben de senden öğrenmeyi umuyodum."

Başıma vurup Renton'ın bize vermiş olduğu, bana verdiği acıyı düşünerek bir aşağı bir yukarı yürümeye başlıyorum. Aniden durup Franco'yu işaret ediyorum, evet, suçlayarak, çünkü çantanın çalınması bu dalyarağın suçuydu, çantaya göz kulak olması gereken oydu. "Eğer o amcık buradaysa paramı geri istiyorum, amına koyayım..." dedikten sonra Franco'nun hakkımda ne düşüneceğini düşünüyorum ve avucumla alnımı ovuşturarak ekliyorum, "Ben burada şu siktiğimin filmini çekmeye çalışıyorum, hem de tek ayak üstünde, amına koyayım!"

Mükemmel bir çıkış. Franco ikna olmuş görünüyor. Gözleri iyice kısılıyor. "Cebimi biliyosun, amına koyiim. Eğer Renton seni ararsa, sen de hemen beni ara."

"Sen de beni, Franco," derken, aşağılayışımın katıksızlığını ve gücünü, davranışımdaki saf kuvveti hissederek artık öfkemin tadını çıkarmaya başlıyorum, ki çilek de çok işe yarıyor tabii. "Ve ben paramı geri almadan sakın o amcığa dokunma, artı tazminat, sonra ne istersen yapabilirsin... yardımım da dokunursa sevinirim tabii."

Yeterince heyecanlı ve aklım karışmış gibi görünüyor olmalıyım ki Begbie, "Tamam," diyor ve dönüp çıkıyor.

Renton. O amcığı koruduğuma inanamıyorum. Ama çok uzun sürmeyecek. Banka hesapları açıldı. Film teneke kutuya bir girsin, o zaman yollarımız ayrılacak.

Dışarıya çıkıp merdivenlerden inen Franco'nun peşine takılıyorum. Dönüp, "Sen nereye gidiyosun, amına koyiim?" diye soruyor.

"Eh... Paba dönüyorum, arazi olmuştum da, artık dönmem lazım."

"Süper, bi içki içelim," diyor.

Salaklık numunesi beni paba kadar takip ediyor, barda onunla birlikte dikilip içmek zorunda kalıyorum. İkramiye olarak verdiği bir paket çilek, beni Seeker'a uğrayana kadar idare eder hiç olmazsa. Gene de, pek ideal bir durumda değilim. Neyse ki Spud gitmiş ama Alison'ı üzmeyi de becermiş, kızın ağladığı belli. Bu pislik torbası şimdi de personelimin moralini bozuyor, amına koyayım.

Begbie'nin hâlâ paranoya merkezinde takılı kalıp paketlerden bahsedişi nabzımın heyecanla artmasına neden oluyor; Renton'ın ne kadar sapık bir lubunya olduğundan bahsedişiyse kulaklarıma müzik gibi geliyor. Tanrım, Renton'la karşılaşmasını o kadar çok istiyorum ki, bir tek Franco'nun ne kadar ileri gidebileceğini görmek için bile olsa, buna değer. Filmi sorması beni şaşırtıyor.

"Valla," diyorum fazla abartmadan, "biraz eğleniyoruz, o kadar işte, Frank."

"Şu porno yıldızları falan, adamlar yani, şey mi... yani, belli bi uzunlukta olmaları falan mı gerekiyo?"

"Pek sayılmaz, yani ne kadar büyük olursa o kadar iyi tabii ama," diyorum.

Franco'nun apışarasını orangutan gibi sıkışı midemi bulandırıyor. "O zaman ben çok iyi oynardım!"

"Evet ama esas sorun kaldırabilme sorunu. Büyük sikli çocukların çoğu, iş o noktaya geldiğinde kamera önünde sertleşemiyor. Bu işin püf noktası sertleşebilmek, Terry bu yüzden çok iyiydi..." diye anlatırken, birden Franco'nun nefret ve öfke içinde bana baktığını fark ederek susuyorum. "İyi misin, Frank?"

"Evet... Renton aklıma geldikçe böyle oluyorum..." diyor ve içkisini kafaya dikip sayıklamaya, çocuklardan, June'un onlara doğru dürüst bakamadığından falan bahsetmeye başlıyor. "Halini bi görsen, amına koyiim, siktiğimin Belsen korkuluğu gibi. Sanki eriyip gidiyomuş gibi görünüyo..."

"Evet, Spud da iyi görünmediğini söylüyordu. Ama pipo böyle yapar insanı. Yani, ben de biraz çilek takılıyorum ama demek istediğim, pipo cidden insanı yiyip bitiriyor," derken Murphy'yi ateşin tam ortasına atmaktan büyük bir zevk alıyorum.

Begbie şok içinde bana bakarken bardağı tutan parmakları bembeyaz oluyor. Amcık patlamaya hazırlanırken derin bir nefes alıyorum. "Pipo... taş... June... BENİM ÇOCUKLARIMIN YANINDA MI LAN AMINA KOYİİM?!"

Önüme çıkan fırsatı kaçırmıyorum. "Bak, Spud beraber yıkadıklarını söyledi, sana anlatıyorum çünkü bilmen gerekir, arada çocuklar var falan..."

"Doğru," diyor Frank, tamamen dağılmış görünen Alison'a bakarak, "SENİN KOCAN Bİ AMCIK! SİKTİĞİMİN İŞE YARAMAZ CANKİ AMCIĞI! SİKTİĞİMİN VELEDİNE DEVLET EL KOYMALI, AMINA KOYİİM!"

Franco çıkıp gidince, Alison birkaç saniye boyunca inanamayan gözlerle ardından bakakaldıktan sonra acı içinde hıçkırıklara boğuluyor ve Mo onu teselli etmek için hemen yanında bitiveriyor. "Ne..." diyor Ali hüngür hüngür ağlayarak, "ne diyo bu, amına koyiim... Danny n'apmış ki..."

Onlar bu topal ördek gösterisini yaparken ben bara geçmek zorunda kalıyorum. Maymungillerden Begbie'nin gidişi beni sevindirmiş olsa da, personelimi etkisiz hale getirmesi hiç hoş değil doğrusu. Birahane olarak da bilinen bu kayıp ruhlar taşıyıcı kayışında bir sonraki müşterim Paul'den başkası değil, Leith'li İş Adamları Uyuşturucuya Karşı'dan arkadaşım dünyanın bütün yükü omuzlarındaymış gibi içeri giriyor. Onu meyhanenin sessiz bir köşesine çekince hemen para hakkında mızmızlanmaya başlıyor. "Gidecek olan benim kellem, Simon!"

Amcıkla açık konuşuyorum. "Ya çeneni tutarsın ya da acınası kariyerin tepe üstü gider, bu kadar basit!" Söyleyeceğimi söyledikten sonra daha sakinleştirici bir tavır takınıyorum. "Bak Paul, endişelenme. Sadece işin ekonomisini anlamıyorsun. Benim endüstrimin. Parayı geri alacağız," diye belirtiyorum, etrafımdaki herkesin kellesi giderken kendiminkini kurtarmış olmaktan memnun halde.

Ne dışkısal bir yaratık.

"İşte sana ekonomiden anlayan bir adam," diyerek gülüyorum. İhtiyar Eddie ayak sürüyerek bara girerken moruğun burnu Roma İmparatoru gibi havalarda. "Ed, işler nasıl yaşlı dostum?"

"Fena diil," diye inliyor Eddie.

"Harika!" diyorum gülerek. "Ne alırsın? Şirketten, Ed," diyorum.

"Şirkettense bi bardak spesiyal bi de büyük Grouse."

Bu moruk maganda amcığın küstah, özgürlük düşmanı çabaları bile bugün neşemi kaçıramayacak. "Tabii ki Eduardo," diyerek gülümsedikten sonra Leith'in Marjory Proops'una sesleniyorum, "Mo, konuklarımızla ilgilenir misin lütfen, leydim?" Göçmüş durumdaki Paul'e başımla bir işaret çakarak tekrar Ed'e dönüyorum. "Ben de sevgili arkadaşım Paul'e iş hayatının dalaverelerini anlatıyordum. Sen hangi iş kolunda çalışıyordun, Eddie?"

"Balina avcısıydım," diyor kabakulak geçirmiş ihtiyar gemi batığı.

Bir deniz adamı. Hey, selam denizci. Yoksa selam balinacı mı demeliydim? "Ya, peki Bob Marley'i[53] bilir miydin?"

İhtiyar tuzluk enerjik hareketlerle başını iki yana sallıyor. "Granton'dan çıkan gemilerde Bob Marley diye biri yoktu. Benim zamanımda yoktu," diyor Ed ciddi ciddi, Grouse'unu götürmeyi de ihmal etmeden.

"Sıra sende Paul," diye gülümsüyorum ışıklar saçarak. "Senden Ed için kaliteli bir atış bekliyorum. Yaşlılara davranış biçimimiz toplumumuzun uygarlık seviyesinin bir göstergesidir ve bütün muhalefete rağmen bizler Leith'de birkaç ışık yılı daha ilerdeyiz bu konuda. Haklı mıyım yoksa yalnızca doğru mu söylüyorum, ha, Ed?"

Eddie hırçın gözlerle Paul'e bakıyor. "Viski içicem ama Grouse olsun," diye uyarıyor afallamış durumdaki reklamcıyı, zavallı orospu çocuğuna lütufta bulunur gibi.

Mızmız yuppie pezevengini şavullamaya karar verip denizciyi Mo ile Ali'nin ellerine teslim ediyorum çünkü bu sefer de içeri Juice Terry giriyor. "Tel! Taburcu mu oldun?"

"Evet," diyor Terry gülümseyerek. "Ama hâlâ dikkat etmem ve ilaç kullanmam gerekiyo."

"Harika. Ne içersin?"

Şimdi keyfim iyice yerine geldi. Yakında bütün takım tamamlanacak. Alex?

Kesinlikle çok önemli, Simon. Maalesef sadece ilk onbirle bugünlerde artık hiçbir şey kazanamıyorsun. Arkada oynamaya hazır kırk kadar oyuncu daha gerekiyor.

"Bu ilaçlarla içki bile içemiyorum, amına koyiim," diye sızlanıyor Terry, elini buklelerinin arasından geçirerek. Gırgır olsun diye bıraktığı porno yıldızı bıyıkları gitmiş.

"Yazık olmuş Tel, tam bir kâbus bu. Düzüşme yok, içki yok," diye gülüyorum, başımla köşede yarım biralarıyla oyalanan Ed'in arkadaşlarını göstererek. "Gene de, gelecekteki mesaine şimdiden bir hazırlık olabileceğini söyleyebiliriz, ha?"

"Ya," diyor üzgün üzgün. Bu arada Paul hıyarını izliyorum, artık bütün gece ona köpek çekebileceğimin farkında, gerçeği kabullenmeye karar vererek hüzünlü ve de mahzun bir halde kapıya doğru ilerliyor.

Terry'yi neşelendirmek için ofise çıkarıp Begbie'den aldığım bir gramlık paketten iki küçük çizgi çiziyorum. Tezzo'ya eski meslektaşım Mösyö Francoise Begbie'nin ziyaretini anlatıyorum. "'Omuz' ve 'odun' kelimeleri aklımdan hiç çıkmadı," diyorum, çizgileri kredi kartımla iyice ezip Terry'ye başımla hazır işareti yaparak, "ama bu sırayla değil tabii. Gene de, şu anda onun çileğini yapıyoruz, yani herifin işe yaradığı zamanlar da var."

Terry gülerek kokaini çekmek için öne eğiliyor. "Omzunda bi odun mu varmış? O amcık omuzlarında siktiğimin kumarhanesini taşıyo," diyor çizgilerden birini götürmeden önce.

Onun arkasından ben de kendi çizgimi halledip film hakkındaki planlarımdan bahsetmeye başlıyorum. Terry rahatsız görünüyor. "İyi misin, Tel?"

"Hayır... sikim... çarli yüzünden heralde, çok kötü zonklamaya başladı."

Zavallı Terry neredeyse iki büklüm bir halde gidiyor. Bir zamanların mağrur adamını böyle hadım edilmiş görmek çok üzücü. İşe dönemeyeceği için zavallı Melanie'nin seks hayatından endişe etmeye başlıyorum ve genç Curtis'le tanışmalarının hoş olacağını düşünerek kızı arıyorum.