Mark'ı yeniden gördüğüme çok sevindim, kitap konusunda cesaretlendirilmek de süperdi hani. Eve gittiğimde acayip yükselmiş ve biraz sıçmış durumda olsam da, yazdıklarımı çıkartıp son bölümü tekrardan inceledim. Rents bana acayip gaz verdi yani abi. Son bölüm hep eroin ve AIDS'le, bok yoluna giden bütün o çocuklarla filan ilgili, gerçek serserilerle ve iyi çocuklarla, Tommy gibileriyle hani.
Kontrol ettikten sora inanamıyorum abi, resmen bitti. Yani, imla falan o kadar iyi diil ama bunu onlar halleder, fazla cilalamaya gerek yok çünkü öteki türlü yayınevindeki zavallı editörlere iş kalmayacak hani.
Nerdeyse sabah olmuş, postaneye gidip şunları yayıncılara, İskoç tarihiyle ilgili şeyler basan adamlara yollamak için can atıyorum. Ali'ye de gidip paradan bahsedicem, Disneyland'e gidiceğimizi anlatıcam ona, çocuk için falan, biliyosun mu? Geçen gün konuşmaya çalıştım ama çok işi vardı, ben de sarhoştum zaten, düzgün konuşamadım. Çekip gitmemi istedi. Yatmak için çok geç diye düşünüyorum ve çok heyecanlı olduğum için Alabama kasetini koyup biraz kendi kendime zıplıyorum.
Sora kırtasiyeciye gidip kocaman bi zarf alıp postaneye yollanıyorum. Kutuya atmadan önce paketi öptüm.
Güzelim!
İyisi mi biraz kestirip sora okul çıkışı Ali ile Andy'yi yakalarım, onlara Disneyland haberini veririm diyorum! Hem belki de Paris'tekine diil, Florida'dakine gideriz! Evet, burda hava böle boktanken, orda güneşin altında olmak süper olur. Terry Lawson bana orda çok eğlendiğini filan anlatmıştı.
Sora diyorum ki, artık kitap işini resmen hallettiğime göre, benim kutlama yapmam gerekmiyo mu ya! Evet! Bütün borçlarım ödendi, cebim dolu, yakında Ali ve Andy ile beraber Disneyland'e gidiyoz. Sadece bi-iki bira falan içsem yeter. Kutlama için nereye gitsem diye düşünüyorum. Leith'de dikkatli olman gerek hani, çünkü Leith Edinburgh filan diil. Leith'de bi sürü pab var ve takılacak birilerini her zaman bulursun, istesen de istemesen de yanlış adamlara çatabilirsin. Kutlamayı kiminle yaptığına dikkat etmek lazım.
Junction Sokak'tan Walk'a sapıp Mac's Bar'ı geçiyorum. Karşıdaki Central Bar'a bakıyorum sora Walk'u izliyorum ve biliyorum ki orda Bride Bar var; EH6, The Crown, Dolphin Lounge, The Spey, Caledonian Bar, Morrisons, The Dalmeny, The Lorne, The Vicky, The Alambra, The Volley, The Balfour, The Walk Inn veya şimdiki adıyla Jayne's, Robbies, The Shrub, Boundary Bar, The Brunswick, The Red Lion, The Old Salt, The Windsor, Joe Pearce's, The Elm var... ki bunlar sadece aklıma gelenler ve bi tek Walk üstünde olanlar, yandaki sokakları filan saymayaraktan. Yok abi, yok, Walk'taki bütün meyhaneler ağır macera olasılıklarıyla dolu. Duke Sokak ve Junction Sokak da aynı, hatta Constitution ve Bernard Strassers bile. İşte ben de daha trendi, ağırbaşlı ve üst sınıf bi yer olan Shore'a doğru yollanıyorum çünkü Leithli bi yazarın içmesi gereken yer orası.
Buralar çok farklı görünüyo abi, her yer yenilenmiş. Artık bütün rıhtımda şık barlar ve lokantalar var, depolar yuppie yerlerine dönüştürülmüş. Gastede çevre sakinlerinin şikayeti üstüne orospuların her zaman çalıştıkları yerlerden atıldıklarını okuduydum. Bu bence hiç doru diil çünkü onlar hep ordalardı ve kediler buraya taşınırken buranın nası bi yer olduğunu biliyodu.
Büyük, eski bara giriyorum ve bi tane soğuk Guinness ısmarlıyorum, her yer ahşap kaplama falan burda. Dışarda uçuşan martılara bakıyorum ve bi seyahat gemisinin yaklaştığını görüyorum.
Ben orda otururken Curtis geliyo işte. "İçeriye girdiğini gördüm, kendi k-k-k-kendime dedim ki..." derken zavallı küçük herifin spastik suratındaki gözler kırpışıp duruyo, "Sp-sp-spud buralara gelmezdi ama dedim."
Valla abi, büyük bi hata yapıyorum. Dün gece Rents'le içtiğim içkilerin etkisi hâlâ geçmemiş ve bi-iki biradan sora kafam gene iyi oluyo. Küçük Curtis de öz kutlama yapıyo çünkü daha yeni Sick Boy'un çektiği şu filmde oynıyan piliçlerle orji yapmış. Bu tipler ortalıkta dolaşırken Ali'nin orada çalıştığını düşünmek beni harbiden kıl ediyo. Bazan acaba onu da işin içine sokar mı diye düşününce resmen kanım donuyo. Çünkü insanlara normalde yapmayacağı şeyleri yaptırmayı çok iyi becerirler yani. Ama Ali'ye diil abi, yok, benim Ali'm yapmaz. Böle uyuşuk ve baygınken Andy ile onu görmek için okula gitmeyi hiç istemiyorum hani, o yüzden kendime geleyim diye Curtis'den biraz speed alıyorum.
Okula gittiğimde süper hissediyorum ama Ali'nin gözlerinden anlıyorum ki bu kendini iyi hissettiğin ama aslında sıçmış olduğun kafalardan biri. Daha önce görmediğim kapüşonlu, kenarları kürklü bi ceket, bi kazak, dar pantolon ve çizmeler giymiş. Süper görünüyo. Küçük adam da sarılıp sarmalanmış, atkı şapka falan takmış.
"Ne istiyosun Danny?"
"Selam baba," diyo ufaklık.
"N'aber asker?" diyorum çocuğa, sora Ali ile konuşuyorum: "Süper haberlerim var. Biraz para kazandım ve de sizi Disneyland'e götürmek istiyorum... Paris'e... hatta isterseniz Florida'ya! Ayrıca kitabı da bitirip yayıncı kedilere yolladım! Dün Mark'a rastladım, Rents'e yani! Amsterdam'daymış, beraber bikaç bira içtik. Süper bi fikir olduğunu düşünüyo, kitabın yani..."
Ama Ali'nin yüzü hiç değişmiyo abi. "Danny... sen neden bahsediyosun böyle?"
"Bak, hadi bi kafeye gidip konuşalım," diyorum ufaklığa gülerekten, "Alfred's'de bi milkshake içelim mi olm?"
"Tamam," diyo Andy, "ama McDonald's'da içelim. Onların milkshake'leri daha güzel."
"Yok abi, olmaz, çünkü Alfred hep en iyi malzemeyi kullanır, McDonald's'ın milkshake'leri sırf şeker, sana zararlı hani, şeytan işi. Küreselleşme filan yani, çok yanlış işler..." derken sayıkladığımı anlayıp Ali'nin öldürücekmiş gibi bana baktığını fark ediyorum, "...ama sen öle istiyosan McDonald's'a gideriz yani hani..."
"Hayır," diyo Ali buz gibi bi sesle.
"Aman anne ya," diyo ufaklık.
"Olmaz," diyo Ali. "Çok işimiz var, Kath teyzen bizi bekliyo ve bu gece çalışıcam." Bana iyicene yaklaşıyo, bi an öpücek zannediyorum ama kulağıma fısıldıyo: "Kopmuş vaziyettesin. Uyuşturucu yapacağın zaman çocuğumdan uzak dur!" Dönüp Andy'yi elinden tutuyo ve gidiyolar.
Ufaklık bikaç kere dönüp el sallayınca ben de gözümdeki yaşları görmez umarım diyerekten zoraki gülümseyip el sallıyorum.
Shore'a dönüp başka bi bara giriyorum. İçersi kalabalık, bi caz grubu çalıyo. Çok kötüyüm abi, içimden hiçbişi yapmak gelmiyo hani. Beraber harcamak istediğin insanlar seni yanlarında istemiyolarsa paranın ne önemi var ki diye düşünüyorum. Zaten neyin ne önemi var ki?
Yok abi, her şey çok saçma hani.
Caz grubuna bakıyorum, klarnet çalan küçük piliç cidden çok iyi, aletinden öle güzel bi ses çıkarıyo ki ağlayabilirsin hani. Sora barda yaşlı bi adam görüyorum, yüzünde koca bi gülücük var. O anda korkunç bi düşünce geliyo aklıma; bu bardaki herkes, burdaki herkes, Ali ile benim küçük Andy'm bile, yakında ölmüş olacak. On, yirmi, otuz, kırk, altmış veya kaç yıl sonraysa artık. Bütün bu güzel insanlar, acayip ve ürkünç ve ruh hastası olanlar da, artık burda olmayacaklar, var olmayacaklar abi.
Yani, bütün bunların anlamı ne falan tribine giriyorum.
Shore'dan eve dönüyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Çok geçmeden Franco telefon ediyo, akşam Nicol's'da onla buluşmamı söylüyo. Benimle June hakkında konuşması lazımmış. Herhalde kızın kötü durumda olduğunu Franco da farketti. Belki de kedinin cidden umrunda. Second Prize'la beraber olduklarını söylüyo. Secks'i görmek iyi olacak valla. "Sekizde orda ol. Seni görmem lazım."
Düşünüyorum ama şu anda çok eğlenceli bi arkadaş sayılmam. Gene telefon çalıyo, arayan Canavar Chizzie. Tam Franco'nun üstüne tüy dikti falan yani. Hapis zamanı mı geldi nedir? Ama Chizzie yani, bu kediden kaçmaya çalışıyodum. "Geçen hafta bayağı koptuk, ha. Bi içki içelim mi beraber, abicim?" diyo.
"Yok abi, ben çok takılmıyorum bu aralar," diyorum, bi daha onu zaten görmeyeceğimi düşünerek.
Sesi o genizden gelen sapık sesine dönüşüyo. "Geçen gece senin hatuna rasladım abicim, şu Port Sunshine'da, barın arkasında duruyodu. Baya düzgün hatun. Ama ayrılmışınız diyolar, ha?"
Kanımın donduğunu hissediyorum abi. Bişi diyemiyorum hani.
"Yani, bi gece ona çıkma teklif etsem mi diyodum. Biraz şarap, biraz yemek. Bi pilice nası iyi vakit geçirtileceğini bilirim, ha! Tabii ya, en iyi becerdiğim şeylerden biri budur."
Kalbim öz güm güm güm oluyo abi ama gülüp alttan alarak diyorum ki: "Tamam, hadi bi bira içelim. Bana da iyi gelir. Belki gene şehre ineriz. Junction Sokak'taki Nicol's Pub'da buluşalım mı? Barda duran kızlar çok düzgün. Bi tanesi her yola gelir diyolar hani."
Yutuyo. "İşte şimdi oldu, Murphy. Saat kaçta?"
"Sekizde."
Ama oraya gitmiycem, o Junction Sokak helasına diil, Port Sunshine'a gidip duruma bi göz atıcam ben.