Edinburgh aynı hatırladığım gibi: kışı geçirmiş olmamız gerektiği halde soğuk ve ıslak. Taksi şoförüne beni Stockbridge'e, yani Gavin Temperley'nin evine götürmesini söylüyorum. Temps mala elini sürmeyen birkaç arkadaşımdan biri, o yüzden onunla irtibatı koparmadım. Begbie gibileriyle asla işi olmaz.
Gavin'e vardığımda yirmili yaşlarda, çok güzel bir kız da dışarı çıkıyor. Temps çekingen görünüyor. Tartıştıkları çok belli. "Sizi tanıştırmadığım için kusura bakma," diyor birlikte içeri girerken. "Çıkan Sarah'ydı ve şu anda onun hit listesinde bir numara değilim."
O listede herhangi bir yerim bile olsa olur, amına koyayım diye düşünüyorum.
Çantalarımı bırakıyorum ve Gav'le beraber paba, oradan da köri yemeye gidiyoruz. Bu köri lokantasında yemekler çok iyi ve ucuz, çiftler arasında popüler ama grup halinde gelmiş sarhoş delikanlılar da yok değil. Amsterdam'da da birkaç güzel köri lokantası var ama köri kültürü çok oturmuş değil. Bir grup gürültücü, sarhoş manyağın bizden birkaç masa ötede oturduğunu görünce gıcık oluyorum. Neyse ki, benim sırtım onlara dönük olduğu için brinjal bhaji ve karides madrasımı çocukların yüksek sesli, usandırıcı şamatalarını görmek zorunda kalan Gav'den daha büyük bir iştahla yiyebiliyorum. Bir süre sonra biz de sarhoş olup takmamaya başlıyoruz. Ben işemek için aşağıya ininceye kadar.
Tuvaletten çıkarken kalbim duruyor, ağzımdan dışarı fırlıyor. Salağın biri, yumruklarını sıkmış, merdivenlerden inerek üstüme doğru geliyor. Donuyorum. Ağzına sıçayım... bu o... onu bloke edip vuracağım, dizleri üstüne çökecek ve...
Yo.
Bana toslayıp hızla içeri dalan başka bir manyak ama ona kızamıyorum. Aslında, bu sosyopatı tutup öpmek istiyorum; sırf Begbie olmadığı için. Teşekkürler, siktiğimin headbanger'ı.
"Fotoğraf çekinmek de ister misin?" diye soruyor yanımdan geçerken.
"Kusura bakma abi, bir an seni tanıdığım birine benzettim," diye açıklama yapıyorum.
Ruh hastası herif bir şeyler mırıldanıp helaya dalıyor. Bir an peşinden gitmeyi düşünsem de vazgeçiyorum. Shotokan karate öğretmenim Raymond, bana dövüş sanatlarıyla ilgili öğrenilmesi gereken en önemli şeyin, ne zaman dövüşülmemesi gerektiğini bilmek olduğunu söylemişti.
Yemekten sonra Gav'le birlikte eve dönüp bütün gece içki içerek hikâyeler anlatıyor, hayat hakkında konuşup son zamanlarda yaşadıklarımızı birbirimize aktarıyoruz. Halinde tavrında beni üzen bir şeyler var. Onun hakkında böyle düşündüğüm için kendimi berbat hissediyorum, üstünlük taslamıyorum çünkü herifi cidden de seviyorum ama sanki elinde olanları sevmeyi öğrenemeden kendi sınırlarıyla yüzleşmiş gibi bir hali var. Bana Çalışma Bakanlığı'nda hâlâ aynı görevde olduğunu ve gelip geleceği yerin burası olduğunu söylüyor. Terfi için yaptığı başvurular defalarca geri çevrilmiş, o da artık denemekten vazgeçmiş. Adının alkoliğe çıktığını düşünüyor. "Çok komik, burada ilk işe başladığımda içki içmek zorunlu bir şeydi. Pablarda takılan birisi olarak şöhret yapmak senin sosyal, iş ilişkileri güçlü birisi olduğunu gösterirdi. Şimdi adamı müptezellikle suçluyorlar. Sarah... o her şeyi bırakıp onunla birlikte seyahat etmemi istiyor, Hindistan'a falan, o taraflara," diyerek başını sallıyor.
"Gitsene," derken sesimde ısrarcı bir baskı var.
Sanki sübyancılığa başla demişim gibi bir bakış fırlatıyor. "Onun için bunu teklif etmek kolay Mark, yirmi dört yaşında, otuz beş değil. Aramızda çok fark var."
"Siktir, Gavin. Eğer gitmezsen hayatın boyunca pişmanlık duyarsın. Gitmezsen onu kaybedersin, yirmi yıl sonra hâlâ o siktiğimin ofisinde çalışıyor olursun ve abaza bir müptezel, kimsenin benzemek istemediği zavallı bir göt lalesi olarak kalırsın. Üstelik bu en iyi ihtimal, bütün bunlar olmadan önce, en dayanaksız nedenleri öne sürerek, seni her an işten de atabilirler."
Gavin'in bakışları derinleşip donuklaşınca benim sarhoş muhabbetimin kulaklarına ne kadar aşağılayıcı ve zorlayıcı geldiğini anlıyorum aniden. Eskiden böyle konuşabilirdiniz, insanlara işlerinin ve çalışmanın ne kadar boktan olduğunu söyleyebilirdiniz ama artık her şey herkes için eskisinden daha değerli hale geldi ve biz yaşlandıkça çıtalar daha da yükseldi. "Bilmem ki," diyor sıkıntıyla, bardağını dudaklarına götürerek. "Bazen her şeye fazla bağımlı olduğumu düşünüyorum. İşte buraya kadar diyorum," diye itiraf ediyor, gözlerini iyi döşenmiş bakımlı dairesinde gezdirerek. Kusursuz, Viktoryen tarzda bir Edinburgh dairesi; cumbalı pencere, büyük mermer şömine, zımparalanmış zemin, kilimler, eski veya antika taklidi mobilyalar, renkli duvarlar. Her şey eksiksiz ve kalmak istemesinin asıl nedeni evin kredi borçları, bu çok belli. "Sanırım treni çoktan kaçırdım ben," diyor darağacı neşesiyle.
"Hayır, istersen gidebilirsin," diye ısrar ediyorum. "Burayı kiraya verebilirsin," diyorum, "döndüğünde hâlâ burada olacak."
"Bakalım ne olacak," diyerek gülümsüyor ama sanırım ikimiz de gitmeyeceğini biliyoruz siktiğimin geri zekâlı amcığının.
Gav benim küçümseyişimi hissederek, "Senin için kolay Mark, ben senin gibi diilim," diye neredeyse özür diliyor.
Benim için kolay olduğunu nereden biliyorsun, amına koyayım, demek istiyorum. Her şey senin kafanın içinde. Ama onun ev sahibim ve arkadaşım olduğunu unutmamam lazım, o yüzden şunları söylemekle yetiniyorum: "Sen bilirsin abi, kendi hayatını istediğin gibi yaşarsın ve kendin için neyin iyi olduğunu ancak sen bilebilirsin."
Bu söylediklerimi düşünürken daha da hüzünlü görünüyor.
Ertesi gün dışa açılmaya karar veriyorum. Göze çarpan kızıl saçlarımı saklamak için kafama bir şapka, gözlerime de sadece maça ya da sinemaya giderken taktığım gözlüklerimi takıyorum. Bunlarla birlikte, dokuz yıllık bir yaşlanmanın ve dolgunlaşmanın tanınmamak için yeterli olacağını umuyorum. Zaten ne olursa olsun Leith'den, beni tanıyan Begbie yandaşlarının bulunduğu o bölgeden uzak duracağım. Seeker'ın hâlâ Walk'un yukarısında yaşadığını duyduğum için, salak gibi oraya, ikinci depresif karşılaşmama doğru yollanıyorum.
Seeker'ın alt dişlerine tel takılmış. Bu onun meşum tebessümünü her zamankinden daha da beter bir hale getiriyor, Roger Moore'lu Bond dönemindeki Jaws gibi. Gav Temperly bana Fife'dan veya Glasgow'dan olduğu rivayetleri ortalıkta dolaşan bir çetenin herifin dişlerini sökmeye çalıştığını anlatmıştı. Beceremediklerine sevindim, herifin ölümcül gülüşü tam bir sanat eseriydi. Temps ayrıca Seeker'ın bu işe karışan çocukların çoğundan dehşetengiz bir şekilde intikam aldığını anlattı ama bu uydurmasyon bir haber de olabilir tabii. Tek bildiğim, tanıdıklarım arasında, etrafta birlikte göründüğüm takdirde Begbie'nin eski tayfasının haberi bile olmaz diyebileceğim tek insan olduğu. Büyük ihtimalle.
Seeker hiç gitmemişim gibi davranarak anında cank satmaya çalışıyor, ben istemeyince de çok şaşırmış görünüyor. Onunla birlikte otururken buraya gelme geri zekâlılığını göstermiş olmam beni hayrete düşürüyor. Seeker'la ikimiz hiçbir zaman gerçekten arkadaş olmadık; her şey iş içindi. Onun hiç arkadaşı yoktu, yalnızca kalbinin olması gereken yerde koca bir buz kütlesi vardı. Hâlâ dev gibi ve sert görünmesine rağmen, şu anda bende yarattığı fiziksel korkunun azlığı da beni hayrete düşürüyor ve Begbie ile de durum aynı mı olacak diye merak ediyorum. Seeker'da rahatlatıcı olan şey onun o sessiz, neşesiz azgınlığı, ahlaksızlığı. Divanın altından, Monopoli kutusunun ters çevrilmiş kapağına benzeyen bir şey çıkarıyor. İçinde gördüğüm şeylere inanamıyorum; kullanılmış prezervatifler, içleri dolu, kapağın içine yatırılıp belli bir sıraya göre dizilmişler.
"Geçen haftanın hasılatı," diyerek sırıtıyor o ağır, ölümün nefesi kokan bakışıyla uzun saçlarını yüzünden çekerek. "Bu The Pure'dan eve getirdiğim küçük bi piliçti," diyor duygusuz bir sesle, prezervatiflerden birini işaret ederek. Savaş alanındaki ölü askerlere benziyorlar, tam bir soykırım. Bunların içi dolarken onunla aynı odada olmak istemezdim.
Böyle durumlarda nasıl davranacağımı hiç bilemem. Duvarda Vaults'dan alınmış bir David Holmes posteri görüyorum. "İyi bi gece olmuştur eminim," diye yorum yapıyorum, duvarı göstererek.
Seeker beni duymazdan gelip başka bir prezervatiften bahsetmeye başlıyor. "Bu Substantial'dan kaldırdığım öğrenci piliç. İngiliz hatun," diye devam ediyor. Kısa bir an boyunca, onların gerçekten birer kadın olduğu hissine kapılıyorum, Seeker'ın sikinden çıkan bir çeşit lazerle eritilip küçültülerek pembe renkli lastik şeritlere dönüştürülmüşler. "Şurdaki," diye açık kahverengi bir tanesini gösteriyor, "bi gece Windsor'da rasladığım bi piliçti. Karıyı her pozisyonda bütün deliklerinden siktim," dedikten sonra standart sıralamayı tıslıyor: "ağızdan, kukudan, götten."
Seeker'ı salak küçük bir pilicin tepesinde gözümün önüne getirebiliyorum, o kızı götten sikiyor, kız acı içinde dişlerini sıkmış anne babasının ve arkadaşlarının yanlış insanlarla birlikte olmaması gerektiği konusundaki uyarılarını çektiği eza ve cefanın ardında acımasız bir fon müziği olarak dinliyor. Belki sonradan bu olanların kendi seçimi olduğuna, tecavüze yakın bir şey değil de aralarındaki gizli bir anlaşma olduğuna kendini inandırmak için hıyar herifle yakınlaşmaya bile çalışıyor. Ya da belki de mümkün olduğu kadar çabuk siktirip gidiyor.
Seeker'ın kardaki-sidik-deliği gözleri başka bir prezervatife doğru kayıyor. "Bu da manyaklar gibi siktiğim, harbiden manyak, küçük bi orospuydu..."
Piliçlere kafayı yedirtip sonra da sikmek konusunda çok ünlüdür. O ve Mikey Forrester kızlara eroin verip kızlar patlarken düdüklerler. Piliçleri eroine alıştırdıktan sonra bir vuruş karşılığında sikmekten hoşlanırlar. Seeker'a bakarak insanların kötülüğün pençesine nasıl düştüklerini, olanaklarını bu kadar küçük bir ödül için daraltıp böyle bir tanımlamaya nasıl indirgediklerini düşünüyorum. Bütün bunlardan eline ne geçiyor ki? Bir cesedi düzmüş oluyor.
İşte benim şimdiki tayfa: hayatın sillesini yemiş bir devlet memuru ve Begbie'nin tanımadığı bir eroin satıcısı, eski bir ahbap. Yok, buradan hemen sıvışmak için can atıyorum. Artık Dunbar'da oturan annemle babamı arıyorum ve gidip onları ziyaret etmeye karar veriyorum. Çıkarken Seeker başlıyor: "Unutma, fikrini değiştirir de bi paket almak istersen..."
"Tamam," diyerek başımı sallıyorum.
Dışarı çıkıp Walk'a bakıyorum, Leith beni hem baştan çıkarıyor hem de iğrendiriyor. Sanki bir uçurumun kenarındayım, hem kıyısına kadar gitmek istiyorum hem de bunu düşünmek bile beni dehşete düşürmeye yetiyor. Canasta'da yumurtalı börekle birlikte bir fincan çay ya da Central'da bir bardak Guinness içmeyi düşünüyorum. Basit zevkler. Ama hayır, yüzümü aksi yöne çeviriyorum. Edinburgh'da da pablar ve kafeler var.
Hâlâ Edinburgh'daki ikametgâhımı öğrenmeye çalışan Sick Boy'u arıyorum, ona güvenmemin hiç yolu yok, ayrıca Gav'in başını da belaya sokmak istemem. İşlerin nasıl gittiğini soruyorum; filmin gidişatından ve işlerin gelişiminden çok memnun. Sonra bana Terry Lawson'la ilgili üzücü haberi veriyor. "Öğleden sora onu ziyarete gidelim mi?" diye soruyorum.
Kısa ve net cevabını ahizeden kulağıma tükürüyor: "Çok isterdim ama Jack Kane'de squash oynamaya gideceğim. Hastaneye Birrell gidecekti." Rab Birrell'in numarasını veriyor. Amsterdam'da tanıştığımızda Rab'i sevmiştim. Abisini seneler öncesinden biraz tanırdım, iyi çocuktu, iyi de boksördü aynı zamanda. Rab'i arayınca bana Terry'nin başına gelenleri tekrarlıyor. Rab onu ziyarete gideceğini söylüyor ve Doctor's Pub'da buluşuyoruz, yanında iki tane çok çekici piliç var ve kızları bana Mel ve Nikki olarak tanıştırıyor.
Kim olduklarını hemen anlıyorum, onların da beni biraz tanıdıkları ortada. Nikki, "Demek hakkında çok şey duyduğumuz meşhur Rents sensin," diyerek cool cool gülümserken o kocaman güzel gözler beni içlerine çekiyor, dişleri de inci gibi. Ruhumun çekildiğini hissediyorum ve bileğime dokunduğunda elektrik çarpıyor. Sonra sigarasını çıkarıyor. "Gelip benimle bir sigara içsene," diye teklif ediyor.
"Yıllar önce bıraktım," diyorum.
"Hiç kötü alışkanlığın yok ha," diye takılıyor.
Becerebildiğim kadar esrarengiz bir tavırla omuz silkip fikrimi söylüyorum: "Valla, Simon'ın eski arkadaşıyım, o var işte."
Nikki uzun kumral saçlarını yüzünden savurup başını arkaya atarak bir kahkaha koyuyor. Aksanı hafif burundan gelen, güney İngiltere banliyölerine has bir aksan, züppelerin gösterişinden ve işçi sınıfının zenginliğinden yoksun. Öylesine çarpıcı derecede güzel bir kadın ki sesinin ağırbaşlılığı insanı neredeyse rahatsız ediyor. "Simon. Ne adam ama. Film işinde sen de var mısın o zaman?"
"Deneyeceğim," diyorum gülümseyerek.
"Mark finansman ve dağıtım işlerini halledecek. Amster-dam'da bi sürü bağlantısı var," diyor Rab.
"Süper," diyor Melanie duvardaki boyaları dökebilecek kadar muhteşem bir Edinburgh işçi sınıfı aksanıyla.
Hepimize birer içki daha alıyorum. Sick Boy'u, Terry'yi, Rab'i, bu ikisiyle düzüşme sahnelerinde rol alan herkesi deliler gibi kıskanarak en kısa zamanda kendimi de bu kulübe kabul ettirmeye karar veriyorum. Sick Boy'un kızlardan en az biriyle düzüştüğüne hiç şüphem yok.
Ama artık ziyaret zamanı, hastaneye gidip koğuşlara çıkıyoruz. Terry beni çok sıcak karşılayarak, "N'abers Mark?" diyor, "Dam nasıl?"
"Fena diil, Terry. Gerdek gecesi olanlara üzüldüm," diyerek derdine ortak oluyorum. Terry de eskilerden hatırladığım bir çocuk, o zamanlar da böyle deli doluydu.
"Ya... kaza geliyorum demiyo işte. Onu yumuşak tutmam lazım ama burda böyle taş gibi hemşireler varken işim pek kolay diil."
"Valla, bence uzun vadeli düşün, Terry," diye moral vermeye çalışıyorum. Başımla derin bir sohbete dalmış gibi görünen kızları işaret ederek, "ona çok ihtiyacın olacak."
"Çok doru diyosun, amına koyiim, hayatın gerçek tadı. Sekssiz bi gelecek..." diyerek içten bir korkuyla kafasını sallıyor, ki bu cidden korkunç bir düşünce.
Mel'le Nikki'nin gülüştüklerinin farkındayım, bir işler çeviriyorlar. Üzerlerinde yaramaz bir hava var. Sonra birdenbire Terry'nin yatağının etrafındaki perdeleri çekiyorlar. Nikki beni hayrete düşürerek memelerini açıyor, ardından Mel de aynı şeyi yapıyor ve yavaşça öpüşmeye, birbirlerinin memelerini okşamaya başlıyorlar. Ben kopmuş durumdayım, zihnimde bu olanları geride bıraktığım Leith'le bir araya getirmeye çalışıyorum.
"Yapmayın... durun..." diye çığlıklar atıyor Terry; şu anda ereksiyonu kafesin altında yükseliyor ve dikişleri patlıyor olsa gerek. "KESİN ŞUNU AMINA KOYİİM..."
"Ne dedin?" diye soruyor Mel.
Terry, "Lütfen... şaka yapmıyorum..." diye inleyerek elleriyle gözlerini kapıyor.
Sonunda gülmekten katılarak durup sancılar içinde kıvranan Terry'yi rahat bırakıyorlar. Ziyareti kısa kesiyoruz, Terry de gitmemiz için yalvarıyor zaten.
"Bizimle bi içki içer misin Mark?" diye teklif ediyor Mel, koğuştan dışarı çıkarken.
"Evet, haydi beraber biraz viski içelim," diye miyavlıyor Nikki. Kulüplerde ona benzeyen tonlarca piliç tanıdım: flörtöz tavırlı, çevrelerine etkileyici bir cinsellik yayan. O cinsel güç bir süre kulaklarınızda çıtırdar ve kendinizi özel hissetmenize neden olur ama sonra herkese aynı şekilde davrandıklarını fark edersiniz. Yine de onlara katılmam için beni zorlamalarına gerek yok. Bağırsaklarımın biraz garip davranmasına ve peristaltik hareketlerin başlamak üzere olmasına rağmen arkadaşa ihtiyacım var. "Önce bir tuvalete gitmem gerek. Buradaki köri lokantası ve bardak bardak bira kültürünü unutmuşum."
Onlardan ayrılıp erkekler W.C.'sini buluyorum. Büyük bir tuvalet; pisuar, bir dizi lavabo ve altı adet alüminyum bölmeli bokhane. Duvara en yakın helaya doğru giderken bağırsaklarımın muhteviyatını dışarı salmak üzere pantolonumla donumu indiriyorum. Tanrım, ne saadet. Götümü silmeye başladığımda birinin önce tuvalete, sonra da yandaki helaya girdiğini duyuyorum.
Adam içeri yerleşir, ben delik temizliğimi tamamlarken bir küfür savuruyor, arkasından metal duvara vurduğunu duyuyorum. Ses çok tanıdık. "Hey ahbap, bu helada hiç tuvalet kââdı kalmamış, amına koyiim. Alttan bana biraz uzatsana la?"
Tabii ki demek ve helaya hiç bakılmadığından şikayet etmeye başlamak üzereyken, birden gözümün önüne bir yüz geliyor ve donup kalıyorum. Ama olamaz. Burada değil. Mümkün değil, olamaz, amına koyayım.
Bölmenin altındaki aralıktan bakıyorum, yirmi santim kadar bir boşluk. Bir çift güzel, siyah ayakkabı. Ama üstünde lekeler var. Ve o çoraplar.
Çorapları beyaz.
Kendi spor ayakkabılı ayağımı içgüdüsel olarak geriye çekerken, ses gözdağı vermek istercesine bağırıyor. "Çabuk olsana amına koyiim!"
Tir tir titreyerek, biraz kâğıt alıp aralıktan uzatıyorum.
"Sağ ol," diye bir şeyler geveliyor ses kaba bir şekilde.
Donumla pantolonumu çekerken cevap veriyorum: "Sorun diil," diyorum becerebildiğim kadar züppe bir ses tonuyla ve bu arada dehşet içinde terleyerek. Çabucak, ellerimi bile yıkamadan çıkıyorum.
Rab, Nikki ve Melanie'nin içecek otomatının yanında beni beklediklerini görüyorum ama hemen arkama dönüp titreye titreye koridordan yürümeye başlıyorum. Gitmem lazım. Soğukkanlı davranmam, bu işkenceye katlanmaktansa iyice emin olabilmek için uzakta durup kapıdan kimin çıkacağına bakmam gerekir ama hayır, bu siktiğimin hastanesinden mümkün olduğu kadar uzağa gitmem lazım. Bu amcık herif gerçek. Hayatta. Dışarıda.