Akşamdan kalmalık ağzıma sıçarken biraz kendime gelebilmek için şehre doğru yürüyüş yapıyorum hani. Yeni otobüs terminalini inşa ettikleri St Andrews'un önünden geçiyorum. Eskisi tam bi çöplüktü, en son asırlar önce gittiydim. Aslında Rents, Sick Boy, Franco ve Second Prize ile yanımızda eroinle Londra'ya gittiğimiz zamandı yani. Öz paranoya abi, öz paranoya. Enselenme korkusundan donuma ediyodum, tastamam!
Hiç güneş yok abi, çiseleyen yağmurdan ve soğuk rüzgârdan herkesler sarınıp sarmalanmış durumda ama ellerinde alışveriş torbalarıyla ordan oraya koşturup duruyolar. Evet, bugün burda tam bi alışveriş manyaklığı yaşanıyo hani.
Ben düşünmek için yürüyorum abi, şu Dostoyevski kedisini, nasıl da mükemmel bi suç olduğunu filan düşünüyorum. Kimsenin sevmediği ve de özlemeyeceği o kalpsiz moruk tefeci, aynı alçak sübyancı Chizzie'ye benziyo. Gastede yazanlar sırf uydurma, biliyosun mu, Nicol's Bar'daki Charlie iki delikanlı yaptı diye anlatmış. Eminim Begbie dişlerini boynuna geçirivermiştir hani. Yo, Chizzie'yi özleyen olmayacak, kimse bi sapığı özlemez, cankileri de özlemezler. Raskolnikov kedisi de tam bu noktada sıçıyo işte. Çünkü hâlâ ortalıkta dolanıyo, eskisi gibi yaşamaya devam ediyo ve cinayetin psikolojik baskısı altında çöküyo. Ama ben çökecek kadar uzun zaman ortalıklarda olmıycam, bu suç benim işime yaramıycak, en sevdiklerimin ve en yakınlarımın işine yarıyacak.
Kendimi Rose Sokak'ta buluyorum ve ona rastlıyorum. Seviniyo, el kol sallıyo, at gibi gülüp başını arkalara atıyo. Tek kolunu şu pilice dolamış, öbürünü beline koyuyo.
Çocuğu cebinden arayıp duruyodum, bi bira içip Zappa'yı geri istediğimi söylemek istiyodum çünkü oğlanı çok özledim. Bu piliç Sick Boy'un takıldığı yavrunun arkadaşı. Çok yakın bi dörtlü, vesaire. Rents'le pilicinin o işlere karıştığını hiç sanmıyorum ama gene de belli olmaz. Rents belki, evet, ama bu piliç çok kafalı görünüyo. Yani: belki evet, belki hayır. Rents galiba bu şeker ufaklığı eskiden tanıyomuş, eminim bundan yani. Şimdi el ele kol kola beraber yürüyolar. Rents Dilenci tehlikesini takmıyomuş veya inanmıyomuş gibi. Büyük ihtimalle Chizzie'ye olanlar hakkındaki söylentileri de duymamıştır.
"Spud! N'aber abi?" diyip beni kucaklıyo, "Bu Dianne."
Kız sanki kim olduğumu anlamıya çalışır gibi bana baktıktan sora yaklaşıp yanağımdan öpüyo, ben de onu öpüyorum.
"N'aber bebek? Nası gidiyo?" diye soruyorum pilice.
"Fena diil. Sen nasılsın?" diye soruyo şen şakrak, bu kız çok şeker bişi abi. Rents'e yakıştıracağınız türden bi piliç diil hani. O hep sorunlu hatunlarla takılır: "iyileşmeden" ve "büyümeden" bahsedip duran, bilekleri jilet izleriyle dolu, goth veya new wave tarzı hatunlarla. Hep marazi şeyler çeker bu kediyi.
"İyiyim abi, bu Leith girdabına kapılmış dönüyorum işte," diye bi çeşit rap yapıyorum.
Rents bayağı değişmiş ama abi. Eskiden olsa o da bana katılırdı, şimdiyse sadece basit arkadaşını hoşgören hafif bi tebessümle bana bakıyo hani. "Son maçlara gittin mi," diye soruyo.
"Evet, kız kardeşimin sevgilisi bana sezonluk bilet verdiydi. Sauzee denen oğlan mükemmel," diyorum kediye.
Renton bi süre düşünceli görünüyo. "Evet ama kazanan bi takımı tutmak beni çok ilgilendirmiyo galiba abi. Sürü psikolojisi, hiç havalı diil," diyo ciddi olup olmadığını anlamadığınız bi şekilde.
"Evet, ben de onun için Hearts'ı tutuyorum zaten," diyip gülüyo küçük Dianne, sevgi dolu gözleriyle ona bakarak. Güldüğü zaman yüzü tamamen değişen şirin bi kedicik bu kız.
"Artık böyle şeyler kalmadı bebek, o kötü günler sona erdi. Boynundaki o Jambo albatrosunu ölmüş bil," diyo Rents. Sonra sokak ortasında itişip kakışıyolar.
"Daha ne kadar burdasın?" diye soruyorum.
"Eh, bi-iki haftalığına geldiydim ama biraz daha kalmayı düşünüyorum. Bi bira içsek mi?"
İçmek için haftasoncularla turistlerin takıldığı barlardan birine giriyoz. Dianne müzik kutusunun yanına gidince Rents fısıldıyo: "Seni arayıp içkiye davet edecektim ama bazıları ortalıkta dolaşırken şehirde görünmek istemedim," diyo suratını ekşiterek.
"Dikkat et abi, anlarsın ya hani," diye fısıldıyorum ben de.
Rent Boy umrunda diilmiş gibisinden gülümsüyo. Belki de diildir yani. Bence Franco'nun ne kadar çatlak olduğunu tam olarak idrak edemiyo. Çıkıyoz, herkes kendi yoluna gidiyo, onlar nereye gidiyolar bilmiyorum, gizli bi mekâna heralde hani, ben de direkman Port tarafına dönüp arkadaşım Begbie'nin evine gidiyorum. Artık her şey kafamda bi araya gelmeye başlıyo çünkü, otobüs terminali, iş, Dostoyevski, Renton, Begbie. Çok komik ama hani, benim istediğim şey Renton'da var. Begbie şu anda Renton'la tam da benim olmak istediğim pozisyonda.
Leith'li olduğunda aslında iki ayrı şehre sahip olduğunu düşünerek yokuş aşşağı Leith'e yürüyorum; Leith ve Edinburgh, bi tane diil. Eski liman önümde uzanıyo; kahverengi, gri ve koyu mavileri beyaz, sarı ve turuncu parıltılara boğan sodyum sokak lambalarının altında ıslak ve nemli. St Petersburg'dan sadece birazcık güneyde olduğumuzu düşünüyorum ve belki Raskolnikov efendi de orda kendini aynen benim gibi hissetmiştir diyorum kendi kendime.
Walk'tan aşşağı bütün pabları geçiyorum, birileri dışarı çıktığında insanın canı içeri girmek istiyo; yüksek sesli konuşmalar, müzik, kahkahalar ve duman, arada çığlıklar hani. Patatesçilerle önlerinde duran sarhoşları, çiftleri, ufaklıkları geçiyorum. Bi bingo seansının ardından belki kilometrelerce uzaktaki sosyal konutlardaki evlerine dönmek için otobüs bekleyen sinirli ihtiyar anneleri, ihtiyar ayyaşları filan geçiyorum; belki asırlardır artık burda yaşamayan ama hâlâ burdan vazgeçemeyen insanlar, hâlâ ve de hâlâ Leith'liler işte.
Lorne Sokak'a dönüyorum, merdivenlerden çıkıp Begbie'nin kapısını çalıyorum. İçerde dışarı çıkmaya hazırlanan biri varmış gibi sesler geliyo. Kapı açılıyo ve koca Lexo kedisi dışarı çıkıyo.
"Dediğimi unutma," diye bağırıyo Begbie arkasından, yüzü semsert, koca Lexo efendi sadece başını sallıyo ve beni ittirip geçiyo, düşmeme ramak kalıyo yani.
Begbie onun merdivenlerden inişini seyrettikten sora bi an bana bakıyo, aslında ilk kez görüyo beni, içeri girip bana da başıyla işaret ediyo. Arkasından girip kapıyı kapatıyorum.
"Bu amcık ağız adımlarına dikkat etse iyi olacak. O koca amcığı gebertebilirim, haberin olsun, Spud," diyip mutfağa giriyo Begbie. Buzdolabını açıp iki kutu bira çıkarıyo ve birini bana veriyo.
"Şerefe kedioğlan," diyerekten etrafa bakınıyorum, "evin güzelmiş."
Çocuk kokusu alıyorum. Çirkin olmayan gençten bi piliç bayağı endişeli bi suratla içeri girip başıyla beni selamlıyo ama Begbie bizi tanıştırmıyo. Hatunun bi dolaptan ütüyü alması için çekilip o dışarı çıkana kadar bekliyorum. "Siktiğimin Lexo'su beni şekerlemelerle kandırmaya çalışıyo. Amcığa söyledim, amına koyiim, senlen ikimiz ortaktık dedim, sen bozana kadar dedim, amına koyiim..." derken bikaç çizgi çilek çizmeye başlıyo Franco. "Kodesteyken birdenbire ziyaretime gelmemeye başladı, o siktiğimin Thai kafesiyle ilgili ortaklığın bozulduğuna dair hiçbişi söylemedi bana. Şimdi gelmiş o sikindirik kafeyi açmadan önce ödemek zorunda kaldığı borçlardan bahsediyo ama amcığa dedim, biz burda siktiğimin parasından bahsetmiyoz, biz burda siktiğimin arkadaşlığından bahsediyoz dedim. Her şeyin başı budur amına koyiim."
Gözüm tezgâhtaki tahtanın üstünde duran koca ekmek bıçağına takılıyo. Mükemmel olurdu abi ama burda olmaz... evde o hatunla çocuk varken olmaz. Bi çizgi çekiyorum.
Franco, "Bu son çilekti, amına koyiim," diyip cep telefonuna sarılıyo, "ama biraz daha alacam."
"Gerek yok, benim evde biraz var, hadi sen de bize gel, çileği alıp bi bira içmeye gideriz."
"Süper olur lan amcık," diyip ceketini üstüne geçiriyo. İçerdeki pilice sesleniyo: "Ben biraz dışarı çıkıyorum, tamam mı?" O önde, ben arkada dışarı çıkıyoz.
Hâlâ Lexo'ya takmış durumda. "O amcık herif... attığı adımlara dikkat etse iyi olur yoksa gebertecem göt lalesini."
Üstüme bi titreme geliyo ama korkudan diil, çilekten belki. "Evet, tabii ki yaparsın, Franco. Donnelly efendiye yapmıştın zaten."
Franco sokağın ortasında zınk diye durup bana öz Kuzey Kutupsal bi bakış atıyo abi. Kasıtsız adam öldürmeden yattıydı, diil mi? Ya Donnelly ölecekti ya o, herkes böle dediydi, Franco da çok kötü yaralanmış, iki kere şişlenmiş, çünkü çocuk da sivriltilmiş bi tornavidayla onu gebertmeye çalışmış. "Sen ne demeye çalışıyosun lan, amına koyiim?"
"Hiçbişi, Franco, hadi şu çileği alalım da sana bi içki ısmarlıyım abi."
Begbie bi an bana bakıyo, sora yürümeye başlıyo ve bana gidiyoz. Merdivenden çıkınca ceplerimi ararmış gibi şov yapıyorum. Mutfağa gidip bikaç bıçak çıkarıyorum. Umarım bu herifin eli çabuktur diyerekten, "Buraya gelsene, Franco," diye bağırıyorum.
Franco mutfağa giriyo. "Nerde lan çilek, sünepe amcık seni?"
"Evet, Donnelly'yi sen öldürdün," diyorum.
"Neler olduğundan haberin bile yok senin Spud," diye sapık sapık gülüp cebini eline alıyo. "Ben bulurum bişiler, seni beceriksiz göt," diyip numaraları basmaya başlıyo.
"Canavar Chizzie," diyorum.
Franco telefonu kapıyo. "Sen ne iş çeviriyosun lan?" Begbie afallamış halde bana bakıyo ve bu bakışlarla Hades'i bile söndürebilir hani. O gözleri görüyosun ve sanki artık derin yokmuş gibi geliyo abi, çırılçıplaksın şimdi, sadece atan, pompalayan bi kan yığınısın ve birazdan şekil değiştirip yerlere saçılıcaksın yani.
Belki de çilekten ve sinirden ama Begbie kedisine bütün hikâyeyi anlatıyorum, planımı, bana nası bi iyilik yapmış olacağını filan. Öfkeden gözü dönüyo abi, öz kuduruyo, ben de B planını uygulamaya karar verip başımla masadaki bıçakları işaret ediyorum: "Hey Franco, abi, sana bişi vermeyi unuttum..."
"Ney..."
Kafamı suratının ortasına geçiriyorum abi, burnuna geleceğine ağzına geliyo. Çok kısa bi an o patlamayı hissediyorum ve Begbie'nin bu şiddet işinden ne anladığını çakar gibi oluyorum. Orda ölece dikilip kavga pozisyonunda, gözümü dikmiş ona bakıyorum. Ama şok oluyorum, herif bana saldırmıyo. Dudağını elliyo, parmaklarında kan görüyo. Sora biraz durup bana bakıyo.
"SENİ SİKTİĞİMİN RUH HASTASI!" diye tükürüyo ve öne atılıp suratıma kafa atıyo. Beyaz elektriğe benzeyen öz acı beynimi merkezinden vurmuş gibi oluyo, sendeleyip arkaya devriliyorum. Yeniden vuruyo ve kendimi yerde hiçbişi takmazken buluyorum. Gözlerim yaşlarla dolu, ayağı bana geçiyo, nefes alamıyorum ve kusuyorum, vücudum şoktan titremeye başlıyo, boğazımdan kanlar akıyo. Bunu istemiyorum... çabuk olsun...
"...çabuk ol..." diye inliyorum.
"Seni gebertmeyecem, amına koyiim! Ölmeyeceksin! EĞER KENDİNİ BANA ÖLDÜRTMEYE ÇALIŞIRSAN KENDİNİ ÖLMÜŞ BİL! ... KENDİNİ..."
Begbie bi an donup kalıyo, bakmak için kendimi zorluyorum, bakışlarımı odaklamaya çalışırken gülecek gibi oluyo ama suratını ekşitip duvarı yumrukluyo. "SENİ AMCIK AĞIZ! BİZ PES ETMEYİZ! BİZ HIBS'LİYİZ AMINA KOYİİM! LEITH'LİYİZ BİZ! BÖYLE BOKTAN İŞLER YAPMAYIZ!" diye nerdeyse özür diliyo, sora yumuşuyo, "Biz bütün amcıkları yeneriz... Spud..." Sora tekrardan manyaklaşıyo. "Oynadığın oyunu görüyorum! SENİN OYUNUNU ANLIYORUM! BENİ KULLANMAYA ÇALIŞIYOSUN SEN AMCIK!"
Dirseğimin üstünde doğrulmayı becerip konuşmaya çalışıyorum: "Evet... ölmek istiyorum... Renton bana paramı geri verdi, sana vermedi... sana vermek istemedi. Hepsini harcadım ben. Bütün parayı eroine harcadım."
Artık onu göremiyorum, bi tek mutfağın ışığını görebiliyorum ama bakışlarını üstümde hissediyorum. "Sen... senin naapmaya çalıştığını biliyorum..."
"Bütün parayı harcadım, amına koyiim," diye gülüyorum o acının arasında, "kusura bakma kedioğlan..."
Franco midesine yumruk atmışım gibi soluyo. Konuşmaya devam edicem ama suratımın yan tarafında o tekmeyi hissediyorum ve çenem kırılmış gibi ürkünç, ürkünç bi çatırtı duyuluyo. Acı hasta edici ama ölümcül de aynı zamanda. Sesini duyuyorum ve tekrardan o acayip yalvarışı dinliyorum abi. "Alison'la çocuk var! Ölürsen onlar ne hissedecek, seni küçük bencil amcık?"
Tekmeler üstüme yağıyo ama artık hiçbişi hissetmeden Alison'la Küçük Andy'yi düşünüyorum... O yaz aklıma geliyo, ikimiz Shore'dayız, Water of Leith'in kenarında, onun üstünde yazlık hamile elbisesi, ben göbeğini okşayıp bebeğin küçük tekmelerini hissediyorum. İkimizin gözlerinde de sevinç gözyaşları var, ben ona benim yapamadığım her şeyi bu bebeğin yapıcağını söylüyorum. İkimizin gözlerinde de sevinç gözyaşları. Hastanede onu ilk defa kucağıma alışım. Ali'nin gülüşü ve bebeğin ilk adım atışı, söylediği ilk kelime, "baba"... bütün bunlar gözümün önüne geliyo ve yaşamak istiyorum, Franco haklı abi, adam haklı... elimi kaldırıp yutkunuyorum, "Haklısın, Franco... haklısın," diye inliyorum ve bütün yüreğimle, "Sağ ol abi... aklımı başıma getirdiğin için sağ ol. Yaşamak istiyorum..." diyorum.
Franco'nun yüzünü göremiyorum, her şey karanlıkta dönüyo, gözlerimle göremiyorum ama beynimle görebiliyorum. Buz gibi ve şeytani bi sesle konuştuğunu duyuyorum: "Artık bunun için çok geç, seni amcık, bunları bana dayılanmadan düşünecektin, beni kullanmaya kalkışmadan önce düşünseydin..."
Tekrardan bi tekme indiriyo...
Haykırmaya çalışıyorum abi ama sanki orda diilim ve hiçbişi işe yaramıyo, ben kayıyorum... karanlık... arkasından soğuk ve birisi beni tokatlayıp ayıltmaya çalışıyo ve ben hastanedeyim zannediyorum ama karşımda Franco'nun suratı var. "Uyan bakalım, uyan, amcık herif, eğlenceyi kaçırmanı istemiyorum, amına koyiim! Öleceksin yavrucum ama çok yavaş olacak, amına koyiim..."
Suratıma tekrardan bi yumruk iniyo ve Alison'ın bana gülümsediğini görüyorum, küçük adamı görüyorum ve onları nasıl da özleyeceğimi düşünüyorum, arkasından onun sesini duyuyorum, Ali haykırıyo, "DANNY! N'OLUYO...N'APIYOSUN ONA FRANK!"
Çocukla beraber eve gelmişler falan ve yoo... Begbie de ona kükrüyo: "O SİKTİĞİMİN Bİ RUH HASTASI! SİKTİĞİMİN Bİ RUH HASTASI AMINA KOYİİM! BURDAKİ TEK NORMAL AMCIK BEN MİYİM? SÖYLE ONA!"
Sora gidiyo. Ali diz çökmüş, başımı kucağına almış ağlıyo. "Neler oldu, Danny? Uyuşturucu yüzünden mi?"
Ağzımdan kan geliyo. "Bi yannış anlaşma... o kadar..." Çocuğa bakıyorum, o da ağlıyo, çok korkmuş. "Sadece Frank amcanlan oyun oynuyoduk hani... sadece oyun oynuyoduk..."
Başımı dik tutmaya çalışıyorum, onlar için cesur olmam lazım ama acı her yerde ve her şey ağır ağır dönmeye başlıyo ve kaydığımı, bayıldığımı, girdap gibi dönen kapkara bi kuyuya düştüğümü hissediyorum...