Tek gözümün arkasında keskin, bıçak gibi bir zonklama var. Duştayım; çağlayan suların emilebilmesini, içselleştirilebilmesini dileyerek bir akşamdan kalmalığı daha yıkayıp atmaya çalışıyorum. Susuz kalan bedenimin anında gerekli suya kavuşabilmesini diliyorum. Bir şişe duş jeli alarak o ağdamsı, sentetik bitki kokulu deterjanı avucuma sıkıp göbeğim hakkında endişelenerek, sıkılığını yitiriyor mu acaba diye düşünerek bütün vücudumda köpürtüyorum. Göbeğim taş gibi olsun istiyorum. İşlevsel olmaya, iş kafası olan bir kadın gibi davranmaya çalışarak kukuma doğru ilerliyorum. Bu arada Simon'ı, onun o koyu kaşlarını, heykelleri andıran İtalyan çehresini, buzul gülüşünü ve yılan gibi kıvrılan dudaklarından çıkan tatlı sözleri düşünmemeye çalışıyorum. Ama hepsinden çok, o koca gözlerin içindeki manyetik havuzu. Gözleri kahverengi ama sanki simsiyah, sırf gözbebeği. Onaylamadığı durumlarda bile hiç küçülmeyen ya da başka yöne çevrilmeyen, yalnızca o muhteşem parıltıyı yitirerek, içlerindeki yansımanızı görmenize izin vermeyen bir karanlığa bürünen gözler. Sanki yokmuşsunuz, sönüp gitmişsiniz gibi.
Küvete tünemiş, radyoya konsantre olmaya çalışıyorum. Sevindirik, dalkavuk bir sunucu genç bir kadına en sevdiği albümleri ve şarkıların onun için ne anlama geldiğini soruyor. Cevap veren o bulanık, yavan, bademcikleri alınmış ses tonunu hemen tanıyorum. O plağı, o boktan plağı söylediğinde, daha sunucu ismini söylemeden kim olduğunu anlıyorum. "Jive Bunny and the Mastermixers, Swing The Mood! Ah, bu şarkıya bayılıyorum! O kadar şey ki... bilmiyorum... hani her şeyin mümkün olduğu o yaşlarda dinlediğiniz şarkılardan biri işte... ben de o zaman on dört yaşındaydım, jimnastik kariyerim henüz çıkışa geçmişti..."
Carolyn Pavitt amcığı.
Carolyn Pavitt ve ben bir zamanlar, tırnak içinde, birbirimizin en iyi arkadaşıydık. İnsanların üstümüze yapıştırdığı bir etiketti bu; anne babalar, öğretmenler, yaşıtlarımız, en çok da antrenörler. Bir tek küçük Nikki ile Carolyn jimnastiğe beraber gidiyorlar diye. Ama aynı sporu yaptığımız için yakıştırılsak da birbirimize karşı o derin dostluk hissini hiç beslemedik. Terbiyeli küçük kızlar olarak kafa dengi olacağımız varsayılıyordu. Gerçekteyse, ilk başından beri ölümcül rakiplerdik.
Genç jimnastikçiler olarak ciddi şekilde rekabet halindeydik. O çirkin ördeğin mindere bastığı anda bir kuğuya dönüşmesine rağmen, ilk başlarda ben hantal Carolyn'den daha iyiydim. Ergenlik dönemine girdiğimizdeyse benim memelerim, onun bir sürü ödülü olmuştu.
Ansızın duşu en soğuğa getirmiş olduğumu ve artık "Britanya'nın Carolyn Pavitt'ini" duyamadığımı fark ediyorum. Tek hissettiğim yakıcı bir soğuk, bir ağırlık, göğsümün deli gibi inip kalkışı. Bayılacağımı zannediyorum ama nefes nefese duştan çıkmayı beceriyorum. Radyoyu kapatıp vücudumun içinden gelen sıcaklık tüm cildime yayılana kadar bir havluyla ovalanıyorum. Seni ağzına sıçtığımın Carolyn Pavitt'i.
Odama gidip acaba hangi kazağı, dar kaşmiri mi yoksa biçimsiz angorayı mı giysem diye düşünerek giyiniyorum. Spor yapmaya gereksinimim olduğunu düşünerek ikincisinde karar kılıyorum. Acaba Carolyn hangisini seçerdi diye düşünüyorum. Ama bugün hiçbir şey moralimi bozamaz çünkü çok heyecanlıyım. Simon dün gece çok geç bir saatte arayıp bu sabah 9.30'da pabda olmamı, filmin son halini göstereceğini söyledi! Carolyn'i düşünüyorum. O İngiliz Devletler Topluluğu bronzlarını kıçına sok, zaten yakında kireçlenme olacaksın pis inek!
Leith'e gittiğimde Simon çok canlı ve de heyecanlı görünüyor. Kokain çizip durduğu besbelli. Dudaklarımdan öpüp geri çekilirken şehvetle göz kırpıyor.
Rab'le biraz derslerden bahsediyoruz. Benden daha iyi durumda olmasını bekliyorum. Ona büyük ihtimalle kaldığımı çünkü yeteri kadar çalışmadığımı söylüyorum. Havadan sudan konuşurken, yargılayan ama aynı zamanda merhamet dolu bakışları midemi bulandırmaya yetiyor. Mel, Gina, Terry ve Curtis'in yanına gidip oturuyorum. Mark Renton içeriye giriyor, çok gergin ve şüpheli bir hali var. Simon bağırıyor: "Rent Boy hazretleri sonunda Leith'e teşrif etti! Bizim eski tayfanın geri kalanını da buraya toplasak süper olacak! Leith'de ufak bi pab toplantısı, ha!"
Mark duymazdan gelip başıyla bana selam verdikten sonra ötekilerle tokalaşıyor. Simon bara gitmiş, Mark'a takılmaya devam ederken bardaklara içki koyuyor. "Buralara uğramaya ne zaman cesaret edeceğini merak ediyordum doğrusu. Kapının önüne kadar taksiden inmemişindir heralde, ha?"
"Eski kankamın ilk yönetmenlik denemesini dünyaya duyuracağı ânı kaçıramazdım," diyor Mark hafif alaycı bir sesle, "üstelik beni güvenliğim konusunda temin etmişken."
Burada bir şeyler dönüyor. Simon Mark'ın aleni saldırısına anlamlı bir sırıtışla karşılık vermekle yetiniyor. "Pekâlâ... kimler yok... Miquel geleceğini söylemişti..." derken dönüp Mikey Forrester'ın içeri girişini izliyor. Peşinde Wanda'yla, üstünde inanılmaz derecede parlak ve beyaz bir eşofman, her yerinden altınlar saçarak görkemli bir giriş yapıyor Mikey. "Hah, iti an çomağı hazırla! Miquel! Tam zamanında geldin, gel de bize katıl! Başarıya soyunmuşsun gördüğüm kadarıyla," diye laf sokuyor Simon. Forrester bu imayı fark etmemiş gibi, hatta halinden memnun görünüyor, ta ki Mark Renton'ı görünceye kadar. Soğuk, isteksiz bir selamlaşmadan önce buz gibi, kısa ve pis bir duraksama ânı yaşanıyor. Bu limoni havadan güya bihaber olan tek kişi Simon. Zafer sarhoşluğu içinde, "Başlıyoruz millet," diye gürledikten sonra bir kutuyu açıp hepimize birer video kaset dağıtıyor.
Sonra Simon birkaç çizgi çiziyor ama Terry ve Forrester dışında hiç kimse yapmak istemiyor. "Ağırsıkletler için daha fazla mal kaldı," diyor sesinde rahatlama ve aşağılamanın bir karışımıyla ama inanmayan gözlerle video kasetlerin kapağını incelemeye daldığımızdan hiçbirimiz cevap vermiyoruz.
O hayal kırıklığı ve ihanete uğramışlık hissi midemi bulandırıyor, amına koyayım. Kapağı görür görmez kalbimden vurulmuşa dönüyorum. Yüzümdeki makyaj, kullanılan o ucuz baskı malzemesi yüzünden normal hayatta olamayacağım kadar cafcaflı ve bayağı görünmeme neden olmuş. Daha da önemlisi, kullanmayacağına söz verdiği bir pozumu, tek göğsümün öbüründen daha küçük göründüğü o resmi kullanmış. Yapmacık bir travestiye ya da Curtis'e aldığı o şişme bebeğe benziyorum; o cafcaflı, çirkin resim ve koskoca harfler: NIKKI FULLER-SMITH, YEDİ KARDEŞE YEDİ SİKİŞ'TE.
Ama beni koparan, gene de tanıtım yazısı oluyor:
BİR SIMON DAVID WILLIAMSON FİLMİ
YAPIMCI SIMON DAVID WILLIAMSON
YÖNETMEN SIMON DAVID WILLIAMSON
SENARYO SIMON DAVID WILLIAMSON TARAFINDAN
NIKKI FULLER-SMITH VE RAB BIRRELL'İN
KATKILARIYLA YAZILMIŞTIR
Ötekilerin de benimle aynı hisleri paylaştığı ortada. Rab başını iki yana sallayarak, "Göreceğimiz kadarını gördük," dedikten sonra kendi kasetini kutuya geri fırlatıyor.
"Hayır, esas görecek olan o," diye patlayıp bir kasetlerin içinden çıktığı kutuya, bir Simon'a, sonra tekrar kutuya bakıyorum. Nefesim daralıyor, tırnaklarım avuçlarıma gömülmüş.
Şu anda benim Simon'ımı, sevgilimi Sick Boy olarak düşünmek ne kadar kolay. Homurdanmalar yoğunlaşıyor ama o duymazdan gelip kaygısızca ıslık çalarak kutudan bir kaset daha çıkarıyor. "Senin siktiğimin senaryosuyla ne alakan var?" diye soruyor Rab hemen. "Yüksek prodüksiyon değerleri kapağa niye yansımamış? Bok gibi olmuş," diyor kutuyu tekmeleyerek.
Simon... yo, Sick Boy'un özür dilemeye falan niyeti yok. "Çok nankörsünüz, çocuklar," diye dalga geçiyor otoriter bir havayla. "Terry'yi yönetmen yardımcısı, Rents'i ortak yapımcı olarak yazdırabilirdim ama iş yapmak için yalnız bir kişi istiyorlar, ilişkiye geçmek kolay olsun, operasyonun iş kısmı dağılmasın diye. Ben salak bir amcık gibi," diyerek küskün küskün kendini işaret ediyor, "bütün angaryayı yüklenip kendimi ateşe atıyorum, karşılığında aldığım teşekküre bak, amına koyayım!"
Rab alçak, düz bir ses tonuyla, arada bana da bakarak, "Senin senaryoyla ne ilgin var?" diye soruyor tekrar.
"Birkaç değişikliğe ihtiyacı vardı. Yönetmen, Yapımcı ve Editör olarak bunu yapmaya hakkım var."
Terry, Renton'a kaçamak bir bakış atınca onun kaşları da havaya kalkıyor. Terry başını geriye atıp gözlerini nikotin sarısı tavana dikiyor. İçim paramparça, uğranılan ihanetten çok Simon'ın kibir içinde durumu bu kadar hafife alışı bana koyuyor. Siyah tişörtü, pantolonu ve ayakkabıları içinde kollarını kavuşturup kara melek gibi orada öylece dikilmiş, bize ayakkabısına bulaşan birer bok parçası gibi tepeden bakıyor. Koynumda resmen bir orospu çocuğu beslemişim.
Kötülüğü gitgide daha yoğun biçimde sezerek sessizlik içinde oturuyoruz ve Sick Boy heyecanla, tellenmiş bir durumda kasetlerden birini makineye takıyor. Video kutusunun kapağını öpüyor. "Artık içerideyiz. Bir ürünümüz var. Hayattayız," diyor usulca. Sonra pencereye gidiyor ve aşağıdaki kalabalık, keşmekeş içindeki caddeye bakarak dışarıya doğru bağırıyor: "Duydunuz mu? HAYATTAYIZ!"
Mel'le Gina'nın yanına oturmuş, çalışmamızın kurgudan çıkmış ilk kopyasını izliyorum. Başlangıç düşündüğümüz gibi, Mel'le seviştiğimiz televizyon sahnesiyle açılıyor. Vücudumun gerçekten iyi göründüğünü düşünmeden edemiyorum; esnek, kıvrak ve bronz. Mel'in yanında bile çok iyi görünüyorum ve o benden beş yaş küçük! Tepkileri yakalamak için gözlerimi odada gezdiriyorum. Terry şu anda küstah ve kendini beğenmiş havalarda, pornoya kaptırmış durumda. Curtis, Mel ve Ronnie olacakları beklerken Rab'le Craig rahatsız görünüyor. Renton'la Forrester'ın neler hissettiğini anlamak mümkün değil. Gina ürkek ve heyecanlı, utandığı bile söylenebilir.
Sonra "kardeşlerin" tankerdeki kantinde "Glasburgh'a" yapacakları gezi hakkında sohbet ettiği sahne geliyor. Rezervuar Köpekleri'nin ilk sahnesine beceriksizce yapılan amatörümsü bir gönderme gibi ama bir şekilde işe yaramış. Film ilerledikçe, Simon'ın "tonlama" ve "tam bitmiş kopyalar" ile ilgili mırıldanmalarına rağmen iyi görünmeye devam ediyor. Simon'la ikimizi trende gösteren, sonra da trenin tuvaleti olarak gösterilen yerde sikiştiğimiz sahneye geliyoruz; aslında buranın helası.
"Vay," diye başlıyor Terry. "Şu göte bak, amına koyiim..." dedikten sonra bana dönüp gülümsüyor, "kusura bakma Nik."
Terry'ye göz kırpıyorum çünkü artık kendimi daha iyi hissetmeye başlıyorum. Her şey umduğumuz gibi, hakkını vermek gerekiyor, Simon kurguyu çok iyi yapmış. Oyunculuk zayıf olsa da, Curtis'in kekelemesi birkaç karede acı verecek derecede belli olsa da, aksiyon doğru hızda akıyor ama Rab'in görüntü kalitesinden pek hoşnut olmadığı ortada. Gene de bir şeyler var, belli bir enerji. Filmin dörtte üçünü seyrettikten sonra Mel'in öfkeden kudurduğunu görüyorum. "Yo... yo... böyle olmaz..." diye neredeyse sayıkladığını duyuyorum. Curtis'in sikini emişini izlerken yanıma döndüğümde, onu dili tutulmuş vaziyette otururken buluyorum. Çünkü sikini Curtis onu götten siktikten sonra emiyor. "Bu ney!" diye ciyaklıyor.
"Ney ney?" diye soruyor Sick Boy.
"Bunları öle bi araya getirmişin ki siki götümden çıktıktan sora ağzıma almışım gibi görünüyo," diye bağırıyor Melanie, Sick Boy'a.
Sonra da ben aynı kurgulanmış muameleye maruz kalıyorum. Yüzümün yakın çekimi, sonra Curtis'in sikine geçiş; siki sanki göt deliğime girip çıkıyormuş gibi görünüyor ama aslında Mel'in götünün farklı açıdan bir çekimi bu. "Beni kimse götümden sikmedi ki! Simon, bu ne, amına koyayım?"
Curtis de, "Evet," diyerek bana destek çıkıyor, "sen bunu yapmak istemediydin, diil mi?"
"Bu şekilde montajlandı," diyor Sick Boy. "Yaratıcılık diye buna derler. Mel'in götünün kullanılmayan bir çekimini aldık ve tenini seninkine uyacak şekilde renklendirdik."
Sesimin korkunç bir panikle yükseldiğini duyarak kendimi tekrarlıyorum. "Kimse beni götten sikmedi dedim! Sahnelerin neden bu sıraya konması gerekiyor? Bu ben değilim! Bu Mel!"
Sick Boy başını iki yana sallıyor. "Dinle bak, bu montaja ait yaratıcı bir karardı. Bir oyuncu olarak götten sikilmek istemedin ve sikilmedin. Ucuz Roman'da Zed'i oynayan çocuk Ving Rhames'i götten sikti mi sence?"
"Hayır ama bu porno film..."
"Bu bir film," diyor Simon. "Mış gibi yaptık ettik. Tarantino'nun Ving Rhames'le yaptığı şeyi yaptık, çünkü Ving de 'mış' gibi yapmıştı. Tarantino'ya dönüp 'Aa, ben bu sahneyi hayatta oynamam çünkü insanlar götveren olduğumu düşünebilir,' demedi herhalde. Kıçına bile takmadı!" "Hayır," diye bağırıyorum, "bu farklı! Bu porno film ve porno izleyen insanlar oyuncunun 'mış' gibi yaptığını düşünmezler, onlar seks yaparlar!"
"Valla Nikki, Hollanda'da ve Smoke'da tecrübeli pornoculardan tavsiyeler aldık. Mark'la ikimiz düşündük ki... yani, bilirsin işte..."
Ellerini havaya kaldıran Mark'a dönüyorum. "Beni bu işin dışında bırakın," diyor Simon'a. "Patron sensin. Kapakta öyle yazıyor," diyerek bir kaset kutusunu alıp havada sallıyor. Sonra Rab öfkeyle lafa girip haklarımızı savunmaya başlıyor. "Bu doğru diil Simon. Bi anlaşmamız vardı. Hatunlara feyk attın sen burda."
Mel patlamaya hazır bir halde oturduğu sandalyenin kollarını sıkıyor. "Beni siktiğimin sapığı gibi göstermişin. Adamın sikini götünden çıkartıp ağzına alıcak tek bi hatun bile tanımıyorum ben!"
Terry sakin sakin ona bakıyor. "Bunu yapan hatunlar var, inan bana," diye laf sokuyor.
Mel'in cesareti kırılmış gibi: "Evet ama videoda diil Terry, bütün dünya seyretsin diye diil!"
Simon değirmen gibi dönmelerini önlemek için ellerini siyah deri pantolonunun ceplerine sokuyor. "Bakın, insanlar bu işin filmde gösterildiği gibi olmayacağını bilirler. Bir hatunu götten siktikten sonra ağzına veya kukusuna sokmadan önce yıkanmak gerektiğini bilirler."
"Ama siktiğimin senaryosunda bu yazmıyodu," diyor Mel, ayağa kalkıp bağırarak. "Sen bizi kandırdın, amına koyiim!"
Sick Boy ellerini ceplerinden çıkarıyor. "Kimse kimseyi kandırmadı!" diye bağırarak avucunu alnına vuruyor. "Kurgu yaratıcı bir süreç, bir beceri, bir sanat, erotik tecrübeyi en üst düzeye taşımaya yarayan bir araç. Ben tam dört gün boyunca o montaj stüdyosunda gecemi gündüzüme kattım, gözlerim aktı. Elime geçen şu boka bak! Elimizdeki malzemeyi kurgulamak için yaratıcı özgürlüğe ihtiyacım var benim! Hepiniz faşistsiniz!"
Sonra karşılıklı bağrışmaya başlıyorlar. "Seni siktiğimin kırıtık amcığı!" diye kükrüyor Mel. Gina, "Sakin olun," diyor ama durumdan zevk aldığı çok belli.
Simon, Mel'e, "Kapa çeneni, siktiğimin prima donnası," derken artık çok, hayal dahi edemeyeceğim kadar çirkin görünüyor. Gözümdeki o cool, girişimci tip, bini-bir-paraya, pislik, maganda bir ayıya dönüşüyor.
Ama Mel'in gözünü korkutamıyor çünkü şu anda o da farklı biri. Öne doğru atılarak bağırıyor: "SENİ AĞZINA SIÇTIĞIMIN AMCIĞI!"
Birbirlerinden birkaç metre uzakta durmuş bas bas bağırıyorlar ve ben buna, ikisinin bu şarlama kapasitesine ve bu düzeyde bu denli rahat işlev görebilmelerine dayanamıyorum. Annenizle babanızı kendilerinin şeytansı birer karikatürü olarak gördüğünüz o çocukluk kâbuslarına benziyor aynı.
Gina Mel'i tutarken Rab de kendi kafasına vurup duran, daha doğrusu kafasını avucuna toslayan Sick Boy'u sakinleştirmeye çalışıyor. Terry sıkıntıyla Mark'a bakıyor. Mikey Forrester, Simon'ı destekleyen salak saçma bir şeyler geveledikten sonra Mark'a dilenci olduğuyla veya dilencileri görmeye gideceğiyle ilgili bir şeyler söylüyor. Mark öfke içinde bu saldırıya cevap veriyor: "Bu senin tarzın zaten, seni siktiğimin içten pazarlıklı ispiyoncu amcığı..." Mikey de Mark'a kendi insanlarından çalmakla ilgili bir şey haykırınca 1690 dümeninden haberi olduğu korkusuyla ürperiyorum. Artık herkes birbirine bağırmaya ve birbirini işaret ederek itişip kakışmaya başlamış durumda. Buna dayanamayacağım, dışarı çıkıp bara iniyorum ve sokağa çıkıyorum. Leith Walk'tan onlarla arama mümkün olduğu kadar uzun bir mesafe koymayı isteyerek fırtına hızıyla ilerlerken leş kokulu, mezardan çıkan gazlarla dolu ilkbahar havasını yutuyorum. Çıktığımı gördüklerini bile zannetmiyorum.
Şehre iniyorum ve güçlü, ısırgan, soğuk bir rüzgârın içinden geçerek ne sıkıcı zamanlarda yaşadığımızı düşünüyorum. Bizim trajedimiz de bu işte: Sick Boy gibi yıkıcı sömürgenler ya da Carolyn gibi ruhsuz fırsatçılar dışında kimsenin içinde gerçek tutku yok. Geriye kalanlar onları çevreleyen pislik ve vasatlık tarafından mağlup edilmiş. Seksenlerin kelimesi "ben," doksanlarınki "şey" ise, milenyumun kelimesi de "imsi." Herkesin muğlak ve sınırlı olması gerekiyor. Eskiden madde önemliydi, sonra tarz her şey oldu. Şimdiyse 'miş' gibi yapılıyor. Onların gerçek olduklarını sanmıştım oysa, Simon ve diğerlerinin.
Bu küresel iletişim köyünde, babamın beni yapmadığım halde götten sikilirken görebileceği gerçeği göğsümde demir bir yumruk gibi patlıyor. Anal seks yapma fikrinden nefret ediyorum, bir kadın olarak kendi cinselliğini olumsuzlamak demek bu. Her şeyin ötesinde, sahte olmaktan nefret ediyorum. Ailem. Okuldaki çocuklar, eskiden reddettiğim bazı marazi, olgunlaşmamış, küçük yaratıklar, hepsi de yataklarında otuzbir çekiyor olacak. Başkaları o görüntüden yola çıkıp benim hakkımda, cinselliğim hakkında her şeyi bildiğini zannedecek. McClymont karısını yatağa gönderip uzaktan kumanda ve bir bardak viskiyle birlikte oturacak ve benim götten alma görüntülerime bakarak çükünü çekiştirecek. Oturun, Bayan Fuller-Smith. Ya da belki ayakta kalmayı tercih edersiniz... ha ha ha. Colin de görecek, belki evime kadar gelecek. "Nikki, videoyu gördüm. Artık her şeyi, beni neden terk ettiğini çok iyi anlıyorum. Dikkat çekebilmek için bir çırpınıştı ama ben göremedim... sen incinmişsin, kafan karışmış..."
Yanımdan şimşek hızıyla geçen bir araba üstüme sulu çamur sıçratıyor; buz gibi sular çizmelerimden içeri akıyor. Eve girdiğimde fena haldeyim ve Lauren da evde, aslında daha yeni kalkmış, hâlâ geceliğiyle. Elimde kasetlerden biriyle divana gidip yanına oturuyorum. "Bana bir sigara ver," diyorum yalvarırcasına.
Bana bakınca gözlerimdeki yaşları görüyor. "Neyin var bir tanem?"
Kaseti kucağına atıyorum. Acı dolu hıçkırıklarla kollarına atılınca bana sarılıyor. Çok kötü ağlıyorum şu anda ama sanki ağlayan başka biri, benim bütün yaptığım onun sıcaklığını hissetmek ve kabarcıklar çıkaran sümüklü burun deliklerimden taptaze kokusunu içime çekmek. "Üzülme Nikki, her şey iyi olacak," diyerek seviyor beni.
Onun sıcaklığına daha yakın olmak, o sıcaklığın içine girmek, o ateşin ortasında korunmak, beni incitebilecek her şeyden uzak olmak istiyorum. Ona daha sıkı sarılıyorum, o kadar sıkı ki kendiliğinden bir ciyaklama sesinin çıktığını duyuyorum. Onun... onu öpmek için başımı kaldırıyorum. Gözlerinde ikircikli bir korkuyla o da beni öpüyor. Onun özgür olmasını istiyorum, böyle sürekli kasmasını değil, gerilip esnemesini istiyorum... ama elim o dümdüz karnına gittiğinde, okşamaya başladığımda yine kasılıp beni itiyor. "Yapma Nikki, lütfen, yapma."
Benim vücudum da en az onunki kadar kasılıyor. İkimiz de koca birer çizgi kok yapmış gibi oluyoruz. "Özür dilerim, istediğinin bu olduğunu sanmıştım, hep bunu istediğini sanmıştım."
Lauren anlayamayan gözlerle, şok içinde başını iki yana sallıyor. "Gerçekten lezzo olduğumu mu sandın? Seni beğendiğimi mi sandın? Neden? Neden insanların seninle sikişmek istemeden de senden hoşlanabileceğini, hatta sevebileceğini kabul edemiyorsun? Kendine güvenin bu kadar mı az?"
Az mı? Bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa, o da bunları bana söylemesine izin veremeyeceğim. Kendini ne sanıyor böyle? Kendilerini ne sanıyorlar: Spor Meselesi'ndeki Carolyn Pavitt, bir sinema imparatoruymuş gibi ortalarda gezinip pezevenklik yapan Sick Boy Simon. Şimdi de Lauren, küçük ahlak bekçisi Lauren, istediğini zannettiği şeyi alana kadar kuyruk sallayıp sonra da bir kilometre uzağa kaçıyor. "Lauren, daha on dokuz yaşındasın. Yalnızca yanlış kitaplar okumuş ve yanlış insanlarla konuşmuşsun. On dokuz yaşında gibi davran. Annen gibi olma. Bu normal değil."
"Bana neyin normal olduğundan bahsetme, bana bunu yapmaya çalışırken olmaz," diye lafı geçirirken içinden iffet ve kibir taşıyor.
Zayıf bir karşılık olarak, ancak ağzımda salakça bir şeyler geveleyebiliyorum. "Yani kadınlar arasında seks normal değil mi, bunu mu söylemek istiyorsun?"
"Saçmalama, amına koyayım. Sen de lezbiyen değilsin, ben de. Aptalca oyunlar oynama," diyor Lauren.
"Ama senden biraz hoşlanıyorum gene de," diyorum uysalca. Şimdi Lauren'ın büyük abla, benim aptal küçük bakire olduğumu hissediyorum.
"Ben senden hoşlanmıyorum. Kendine gel ve seninle sikişmek isteyen birini bulup onunla sikiş, bu arada iki taraf için de el değiştiren para söz konusu olmazsa hiç fena sayılmaz," diye laf sokup ayağa kalkarak pencereye doğru gidiyor.
O an göğsümde ölümcül bir gümbürtü hissediyorum. "Senin düzülmeye ihtiyacın var!" diyerek ayağa kalkıp odama giderken salona Dianne giriyor. Saçlarını kestirmiş: alagarson. Yakışmış.
Az önce duymuş olması gereken şey yüzünden yaramaz çocuklar gibi dudaklarını büzmüş; anahtarlarla, çantasıyla ve bazı dosyalarla uğraşırken "Selam," diyerek gülümsüyor.
O sırada arkamdan bağıran Lauren'ın sesi duyuluyor: "Ya, tabii, senin çok işine yaradığı belli oluyor bütün o sikişlerin!"
Dianne kaşlarını kaldırıyor. "Ah! İlginç bir şey kaçırmadım değil mi?"
Odama gidip yatağa devrilmeden önce ona zayıf bir tebessüm yollamayı beceriyorum. Bir daha porno yapmayacağım, o siktiğimin saunasına da gitmeyeceğim.