Şoktayım. İyi olan her şey gitmiş, geriye kalanlar da tepe üstü devrilmiş gibi. Annem telesekreterde ağlaya sızlaya gazetenin oğlu hakkında o yalan haberleri nasıl yazabildiğini soruyor. Rab uğradı, olanların onu çok eğlendirdiği belli ama buna takacak durumda değilim. Anneme uğrayıp onu bütün bunların kıskanç rakiplerimin uydurduğu yalanlar olduğuna, avukatlarımın olayla ilgilendiklerine ikna etmeyi başardım.
Bayağı bir performans sergiledim, öfkeliymiş gibi görünmek için sahip olduğumu bilmediğim enerji stoklarını kullanmam gerekti. Annemlerden çıkarken Franco'yu, o hıyar herifin bütün işleri hem kendisi hem de benim için nasıl böyle berbat ettiğini düşünüyorum.
Beni ispiyonlayan kişinin kim olabileceğine kafa yorarak evde bekleyen Nikki'ye gidiyorum. Kafamdaki liste şöyle: Renton: FAZLA BELLİ; Terry: O AMCIK OLABİLİR ÇÜNKÜ ONU ŞAVULLADIM! Paula: YAPTIĞIM İŞLER ŞİŞKO İNEĞİN KULAĞINA KADAR GİTTİ; Mo: PABI ELE GEÇİRMEK İSTEDİ; Spud: KISKANÇ CANKİ AMCIK; Eddie: ÇOK BİLMİŞ MORUK AMCIK; Philip ve tayfası: KÜÇÜK OROSPU ÇOCUKLARI! Begbie: BEN İSPİYONCU DİİLİM, AMINA KOYİİM AMA KADINLARIMIZI KORUMAK LAZIM; Birrell: GELİR GELMEZ İLK O DAMLADI; Tekrar Renton: O HAİN AMCIKTAN SON BİR VEDA ÖPÜCÜĞÜ...
Cannes'daki Mel ve Curtis'i arayıp yakında yeni bir şeyler ayarlayacağımı ama önce yaralarımı sarmam ve beni sikmiş olan bazı pislikleri halletmem gerektiğini söylüyorum. "O zaman sizi bulurum. Bu arada siz işinize bakın. Yalnız neye imza attığınıza dikkat edin," diye uyarıyorum.
Walk'un sonunda, Nikki'ye çiçek alıp bu akşam onu Stockbridge Restaurant'da yemeğe götüreyim diye düşünüyorum çünkü çok güçlü davrandı; sonra da biraz Londra'ya kaçarız diyorum. Eve döndüğümde Nikki yok, herhalde yemek için alışveriş yapıyor. Boş versene, polisi de gümrüğü de sikeyim, ben dışarı çıkmak istiyorum, yıkılmadığımı göstermek istiyorum herkese.
Sehpanın üzerinde bir not görüyorum:
Simon,
Ben Mark'la Dianne'i ziyarete gidiyorum. Bizi bulamazsın, boşuna uğraşma. Paranın keyfini çıkartacağımıza söz veriyoruz.
Sevgiler, Nikki.
PS: Sevgililerimin arasında en iyisi sensin derken abartıyordum ama gene de fena sayılmazdın.
Unutma, hepimiz orgazm taklidi yaparız.
PPS: Britanyalılar hakkında hep dediğin gibi, insanların sikildiğini görmek bizim en favori sporumuz haline geldi.
İki kez üst üste okuyorum. Duvardaki aynada sessizce kendime bakıyorum. Sonra orada gördüğüm salağa bütün gücümle kafa atıyorum. Kırılan camlar çerçeveden yere saçılıyor. Yerdeki cam kırıklarına bakarak kanın yağmur gibi üstlerine yağışını izliyorum. "Dünyada senden daha salak bir amcık var mıdır acaba?" diye soruyorum usulca kırık parçalardaki bölük pörçük kanlı surata. "Yedi yıllık kötü şans," diyorum gülerek.
Divana oturup notu tekrar elime alıyorum, elimle birlikte biraz titreşiyor, sonra buruşturup fırlatıyorum.
Dünyada daha salak bir amcık var mıdır acaba?
Sonra gözümde bir surat canlanıyor.
Spartacus'ten Holywood tarzı hain bir Romalı senatörü taklit ederek, acımasız bir sesle, "Francoise yaralı," diyorum kendi kendime, "ona gitmem gerek."
Başımı sarıp üstüne eski bir bandana bağlıyorum. Sonra Royal Infirmary'deki yoğun bakım koğuşunu bulmak üzere yola çıkıyorum. Dışarıda, hastanedeki kırtasiyecinin önünden geçerken bir kart almayı düşünüyorum ama onun yerine büyük, siyah bir gazlı kalem alıyorum.
Bu acılar evinde yaşanmış olan onca sefaleti ve eziyeti düşünerek binanın Viktoryen bölümündeki uzun ve boş koridordan geçiyorum. Göğsümde bir ağırlık var ve içerisi bayağı soğuk. Little France'daki yeni ve modern bir binaya taşınacakları için burayı boşaltmak üzereler. Işık hastanenin bu bölümünde fena halde loş, bastığım her basamakta gıcırdayan ayakkabılarımla merdivenden çıkarken korktuğumu fark ediyorum. Her şey kafamın içinde dönüp duruyor ve onun bir anda karşıma çıkacağından korkuyorum.
Koğuşa girdiğimde daha sakinim. Odada yatan altı kişiye, sıçmış durumdaki beş ihtiyara ve bilinçsiz vaziyette yatan Franco'ya bakan tek bir hemşire var. Franco cansız ve renksiz görünüyor, çoktan bir cesede dönüşmüş gibi. Solunum aygıtına bağlanmamış ama nefes aldığını çıplak gözle fark edebilmek kolay değil. Üstünden çıkan üç tane hortum var. İkisi içeri giriyor gibi, serum ve kan için, bir tanesi de çiş için dışarıya çıkıyor.
Tek ziyaretçisi benim. Yanına oturuyorum. "Pauvre, pauvre, Francoise," diyorum karşımdaki bandaj ve alçıyla kaplı kıpırtısız şekle. Bütün bunların arasında bir yerde, Begbie yatıyor.
Neredeyse ölü sayılır. Çizelgelerini okuyorum. "Bayağı kötü görünüyor, Frank. Hemşire dedi ki, 'Durumu çok kötü, iyileşmek için çok gayret etmesi gerek.' Ben de ona senin tam bir savaşçı olduğunu söyledim."
Damarlarına giden hortumun ucundaki plazma torbasına bakıyorum. Salak amcık. Süt şişesine işeyip hortumu ona takmam gerekirdi. Onun yerine gazlı kalemi alıp alçısının üzerine sevgi sözcükleri yazmaya başlıyor, bu arada konuşmaya devam ediyorum. "Beni gene sikti, Frank. Çuvalladım, çok önemli bir dersi unuttum: geriye dönemezsin. İlerle. Ya ilerleriz ya da... ya da senin gibi oluruz, Frank. Seni böyle görmek beni çok memnun etti. Dünyada her zaman için senden daha kötü durumda olacak, zavallı, sıçmış bir amcık olduğunu bilmek güzel şey," deyip gülümseyerek hayranlıkla el yazıma bakıyorum: İBNE GÖTVEREN.
"Seninle ilk karşılaşmamızı hatırlıyor musun, Frank, benimle ilk konuşmanı? Ben hatırlıyorum. Tommy ve bizim bloklardan birkaç çocukla birlikte, Links'te maç yapıyorduk. Sonra sizin takım gelmişti. Galiba Rents'le Spud da vardı. Biz hâlâ ilkokuldaydık. Hibs, Easter Caddesi'nde Juventus'a 4-2 yenildikten sonraki hafta sonuydu. Albatini son dakikada gol atmıştı. Bana gelip sikindirik bir İtalyan mıyım diye sordun. Ben İskoçum dedim. Ondan sonra Tommy, "Bi tek annesi İtalyan, diil mi Simon?' diye bana yardım etmeye çalıştı. Saçlarımdan tutup çektin, 'Yaşasın İskoçya' falan gibi şık bir şey söyledin ve 'on-on-bir-on-iki, İtalya tilki' diye diye saçımdan çekip yürüterek beni herkese rezil ettin, arada 'siktiğimin savaşında sıçtınız' falan gibi şeyler söylüyordun bağırarak. Ben Hibs'li olduğumu, onları desteklediğimi, Stanton gol atıp bizi 2-1 öne geçirdiğinde delirecek gibi olduğumu haykırmaya çalışıyordum. İşe yaramadı, bunu yaşamam, sıkılıp yeni bir hedef seçinceye kadar senin hayvansı, anlamsız zorbalığına katlanmam gerekiyordu. Ve seni o zaman kim dolduruşa getiriyordu, tahmin et bakalım. Seni gözlerinden hainlik akan kötü bir orospu çocuğu olmaya teşvik eden kimdi, ha? Evet, Renton. Ağzı kulaklarında sırıtıp duruyordu, amcık."
Ama Franco o çarpık, nefretlik, salak ağzını mengene gibi sıkmış orada öylece yatıyor.
"Amına koyayım, her şey o kadar iyi gidiyordu ki, Frank. Sen hiç böyle hissettin mi? Kendi çöplüğündesin, acayip iyi iş başarıyorsun ama sonra amcığın teki seni kandırıp her şeyin içine ediyor. Bazı sikindirik kuralların olması gerekir, Franco. Sen bile bunu kendi soyuna yapmazdın. Eminim yapmazdın. Doğru dürüst bir iş, gerçek bir operasyon yapıyorsan güvene ihtiyacın vardır. Ben oyunlar oynuyorum Frank; bunu anlamışsındır ama senden daha savaşçıyım. Sınıf savaşına inanıyorum. Cinsiyetler arasındaki savaşa inanıyorum. Kendi kabileme inanıyorum. Ölü beyinli moronik kitlelere karşı savaşa ve sıradan, ruhsuz burjuvalara karşı dürüst, aydın işçi sınıfının savaşına da inancım tam. Punk Rock'a inanıyorum. Northern Soul'a. Acid House'a. Mod'lara. Rock'n Roll'a. Ticarileşmeden önceki samimi Rap ve Hiphop'a da inanıyorum. Benim manifestom bu. Sen bu manifestoya pek uyamadın. Evet, senin kanun kaçağı içgüdülerine hayranım ama işin saldırgan psikopat tarafı bana ters. Aşırı banalliği benim zevkime hitap etmiyor. Ama Renton; onun benim vizyonumu, benim Punk Rock vizyonumu paylaştığını zannetmiştim. Peki ne çıktı? Kafası çalışan ve ahlaken daha bile düşük bir Pasaklı Murphy."
Bu amcık beni duyabiliyor mu acaba, merak ediyorum. Hayır, bir daha hiç uyanmayacak, amına koyayım, uyansa bile tam bir bitki hayatı yaşayacak. "Çok üzgünüm, Frank. O amcığın benden ne aldığını biliyor musun? Senin basit dilinle anlatayım: altmış siktiğimin binini. Evet, senin üç bin bunun yanında küçük bira gibi kalır. Ama paranın hiçbir önemi yok. O benim hayallerimi çaldı, Frank. Bunu anlıyor musun? Anladın mı? Al-loo? Evde kimse var mı? Hayır. Hiç zannetmiyorum."
Alex McLeish?
Begbie'ciğin disiplin kaydı acınacak durumda, ona bir şans daha tanıyacak birinin olduğunu sanmıyorum.
Kafası çalışan bütün insanların bu mantıklı yoruma katılacaklarından eminim Alex, hem dürüst olmak gerekirse ben daha ileri gideceğim: Begbie'yi oyunun şöhretini lekelemekle suçlayacağım. Hazır Frank'lerden bahsetmişken çalışmalarını gene Leith'de sürdüren başka bir tanınmış Frank'in fikirlerini alalım. Franck Sauzee?
Bu, nasıl diyosunuz, bir gerçek. Mösyö Begbie savaşçı bi insan ama yaratıcılıktan yoksun. Yine de çatışma ve şiddeti bu oyundan çıkaramayız çünkü o zaman geriye hiçbir şey kalmaz.
Günümü onunla beraber geçirirken Franco'nun alçısına karalamalar yapmaya devam ediyorum.
SİK EMMEYE BAYILIRIM.
"Ama ben o Renton amcığına yardım ettim. Senin o siktiğimin yumruklarından uzak tuttum. Niçin? Belki de Londra'da koptuğun ve beni onunla ortak olmakla suçladığın için. Bana yumruk atıp dişimi kırdın. Tipimi kaydırdın. Protez yaptırmam gerekti. Bir özür bile dilemedin, amına koyayım. Ama o amcığı senden uzak tutmakla büyük hata yapmışım. Bir daha asla olmayacak. Onu bulacağım Frank ve yemin ediyorum, eğer bu komadan çıkıp iyileşebilirsen onun yerini öğrenecek olan ilk insan sen olacaksın, kesinlikle."
Ağzından sular akıtan o siktiğimin sebzesinin tepesine doğru eğiliyorum. "Çabuk iyileş... Dilenci Çocuk. Bunu hep suratına karşı söyleme..." derken yüreğim hop ediyor çünkü bileğimi sıkan bir şey var, amına koyayım. Baktığımda, bileğimi mengene gibi sıkan şeyin Begbie'nin eli olduğunu görüyorum. Başımı kaldırdığımda gözleri açık. Düşmanlık dolu o kor kömürler yaralı, tövbekâr benliğimin ta içine bakıyor...