44. "... rekor kıranlar..."

Son zamanlardaki arkadaşlıklarımdan olsa gerek, kendimi buralı biri gibi düşünürken buluyorum hep. Hayat güzel; ılık bir ilkbahar günü ve adımlarım daha canlı, inşaat işçileri bana ıslık çalıyor. Öylesine, aşağılayarak onlara bakarken pis, ateşli, kendini beğenmiş bir kaltak gibi hissediyorum. Artık çekinmeden böyle şeyler yapabilirim çünkü sömestr bitti. Terry'yi görmek için turistlerin gitgide daha çok doldurduğu caddelerden geçerek hastaneye doğru gidiyorum. Zavallı Terry.

Hava temiz, soğuk insanı ısırıyor ama üstünüzde kazak olunca pek etkilenmiyorsunuz. Bu film işinden gerçekten zevk aldığımı düşünüyorum. Garip ama işin içinde seks olduğu için değil. Seksi de seviyorum ama işin o kısmı düşündüğüm kadar iyi olmuyor. Daha çok iş bu, kameraya oynamak gibi ve bu yüzden de genellikle sıkıcı ve rahatsız edici. Bazen kendini şu rekor kıran tipler, sırtüstü yatıp yüz kişiyle sikişenler gibi hissediyorsun ve Simon'ın durdurup-başlatmaları gerektiğinden fazlaymış, bize güç uygulamanın bir şekliymiş gibi geliyor. Ama esas mesele, bir şeyin parçası olmak, bir şeye dahil olmak; insana yaşama gücü veriyor.

Dün Kale sahnesini çektik, potansiyel olarak en zor sahneydi, North Berwick'deki Tantallon'da çekildi. Simon marangoz bir arkadaşına iki tane sahte tomruk yaptırmış. Ronnie'ye gözlük taktırdı, Ursula'ya beyaz bir mini etek ve beyaz tişört giydirerek bronz teninin iyice ortaya çıkmasını sağladı. Sabah erkenden Ronnie'nin tur otobüsüne bindiği ve Ursula'nın ona asıldığı sahneyi çektik. Sonra otobüs durağına gittik. North Berwick'e giden otobüs neredeyse bomboştu. Gözlükleri, defteri ve fotoğraf makinesiyle tam bir inek gibi görünen Ronnie'nin otobüste oturuşunu çektik. Rab dışarıda, Craig'in kullandığı kamyonette dış çekimleri yapıyordu.

Otobüsün içinde Ursula'nın Ronnie'ye gidip konuşmasını çektik. "Yanınıza oturmamın sakıncası var mı, ben İsveç'ten geliyorum da?"

Oyunculuk derslerinden en çok faydayı Ronnie sağladı, Derek onun doğuştan aktör olduğunu düşünüyor. "Ne sakıncası olabilir," dedi Ronnie. "Ben de eski kaleleri dolaşıyorum."

Sonra tomruk sahnelerini çektik; Ronnie Ursula'yı görüyor ve kız ona tomrukların arasına sıkıştığını söylüyor. Ronnie de kendini tutamayıp ona arkadan sahip oluyor. Böylece üçüncü kardeş de sikişini elde etmiş oluyor.

Koğuşa girerken Terry'nin sakatlanmasının Rab'le aralarındaki çekişmeyi sona erdirmediğini anlıyorum. Sanırım Rab içten içe Terry'nin zor durumda kalmasından hoşlanıyor. Terry bugün daha iyi görünüyor ama. Yatağının yanındaki sehpa meyvelerle, çeşit çeşit konserve ve hazır yemek kutusuyla dolu ve hiçbir zaman yenmeyeceklerinden emin olabilirsiniz. Kalçalarının etrafında yorganın altından fırlayan çatı gibi bir şey var, yaralı penisini korumak için takılmış. "Bu çok manyak bir şey. Plasterden mi? Tahtadan mı? Nedir bu?" diye soruyorum.

"Yok, bandaj gibi bi şey."

Simon hastaneyi yeni satın aldığı bir gayrımenkulmüş gibi inceleyerek içeri süzülüyor. İçerisi sıcak olduğu için kazağını çıkarmış ama geleneksel bele bağlama yerine, şuh bir kriket oyuncusu gibi omzuna atmış. Bana gülümsedikten sonra hastaya dönüyor. "Ee, burada sana iyi davranıyorlar mı bakalım Terry?"

"Çok iyi hemşireler var burda, söyliyim ama bu sik beni öldürücek. Ne zaman kalksa acıdan geberiyorum."

"Sikin kalkmasın diye sana ilaç veriyolar sanmıştım," diyor Rab.

"O şeyler senin gibiler üstünde etkili olabilir Birrell ama hiçbişi beni sertleşmekten alıkoyamaz. Doktor da çok endişeli, böyle erekte olup durmaktan vazgeçmen lazım diyo, yoksa iyileşmezmiş."

Simon suratını asarak ona bakıyor ve kötü haberi veriyor. "Çekimleri erteleyemiyoruz, Terry. Yerine birini bulmamız lazım. Kusura bakma abi."

"Benim yerime geçecek birini bulamazsınız," diyor Terry söylediği şeye kendi de inanarak; kibirli değil, sadece gerçekten böyle düşünüyor.

"Valla çekimler gayet iyi gidiyor," diyor Simon hevesle, "Ronnie ile Ursula dün harika bir iş çıkardı, Derek'le kız arkadaşı da asansörde çok iyiydi."

Terry, Simon'a bakarak bir şeyler düşünürken onu bozmaya kararlı olduğu belli. "Bu arada Sicky, o kazağı ne biçim omzuna atmışın öle lan, ibneler gibi?"

Simon kıl olmuş, buz gibi bir bakışla, yün kazağını başparmağıyla işaretparmağı arasında ovuşturuyor. "Bu kazak Ronald Morteson marka. Giyim hakkında en ufak bir bilgin olsaydı, bunun ne demek olduğunu ve neden bu şekilde giyilmesi gerektiğini anlardın. Her neyse," diyerek bana, sonra tekrar Terry'ye bakıyor, "iyiye gitmene sevindim. Nikki, bizim halletmemiz gereken işler var."

"Evet, aynen öyle," diyerek gülümsüyorum.

Rab, Simon'a onu gebertecekmiş gibi bakıyor, nereye gittiğimizi sormak için can atıyor ama biz birlikte çıkınca şansını kaybediyor. İstasyona gidip Glasgow trenine biniyoruz.

Trende Simon avımız konusunda bana brifing veriyor, her şey çok heyecanlı ama bunca çabayı bu çocuğu izlemek için harcamamız aynı zamanda tuhaf şekilde endişe verici. O anlattıkça adamımızı görüyor gibi oluyorum. Simon düşünmeden yaptığı bu kesik bildirimle MI5'tenmişiz[49] gibi hissetmeme neden oluyor. "Evde oturmayı seven, yalnız bir tip, hafif tombik, oyuncak tren delisi. Anne babaları tarafından evde tutulmaya çalışılan bir soy vardır, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, karşı cinse çekici görünmelerini engellemek için inanılmaz derecede büyük öğünleri iğrendirici bir sıklıkta yemeye zorlanırlar ya hani. Bu durumda adamımız, modern diyet ve cilt bakım ürünlerinin çoktan kökünü kuruttuğu türden, yetmişler tarzı bir sivilceler istilası sonucunda mortu çekmiş, bayağı kötü bir cilde sahip. Doğu Avrupalı futbolcularda, televizyonda falan hâlâ böyle soluk benizli birkaç kişiye rastlarsın ama batıda, Glasgow'da bile çok nadir görülür. Adamımız geleneklere bağlı biri. Ondan almamız gereken şey müşterilerin bir listesi, isimler, adresler ve hesap numaraları. Yalnızca basılı bir liste ya da bir diskette olursa bizim için daha iyi."

"Ya benden hoşlanmazsa?" diye soruyorum.

"Eğer senden hoşlanmazsa ibne demektir, bu kadar basit. Olaylar bu şekilde gelişirse duruma ben el koyarım," derken yüzünde güller açıyor Simon'ın. "Gerektiği zaman tam bir kraliçe olabilirim," diyerek sırıtıyor, "yani flört babında," sonra yüzü tiksintiyle buruşuyor, "seks değil."

"Gene de söylediklerin saçmalık, hetero erkeklerin hepsi benden hoşlanmıyor," diyerek başımı iki yana sallıyorum.

"Tabii ki hoşlanıyorlar, hoşlanmıyorlarsa ya gay'dirler ya da kendilerini inkar ediyorlardır veya ..."

"Veya ne?"

Yüzü daha da geniş bir sırıtışla kırışıyor. Gözlerindeki kırışıkların derinleştiğini görüyorum. Gerçekten İtalyan gibi görünüyor, çok karakterli bir yüzü var. "Fazla kurcalama."

"Veya ne?" diye zorluyorum.

"Veya işle zevki birbirine karıştırmak istemiyorlardır."

"Ama bu seni durduramadı," diyorum gülümseyerek.

Simon'ın yüzünde abartılı bir hüzün beliriyor. "Ben de bundan bahsediyorum. Sana karşı koyma gücünü ben bulamadıysam o da bulamayacaktır, bu sözlerimi unutma," dedikten sonra usulca ekliyor, "Sana güveniyorum Nikki."

Bunları söyleyerek ne elde etmek istediğini biliyorum ama yine de üzerimde gerekli etkiyi yaratıyor. Başlamaya hazırım. Trenden inip bir paba gidiyoruz ve çocuğu barda tek başına dikilirken görüyorum; kan ter içinde uyandığım kâbuslarımın erkeği. Simon başını sallayıp ortadan kaybolunca ben de gururumu ayaklar altına alarak harekete geçiyorum.