Martin ve Nils'e kulüp işine biraz ara vermeye ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Katrin'e eve gidip biraz ailemi görmem gerekiyor demiştim. Ama o ruh hali içinde gerekli olduğunu düşündüğüm şeyler her neydiyse, aslında onlara cidden de ihtiyacım varmış. Kendimi ondan uzaklaştırmak için yapabileceğim tek şey buydu. Dianne Coulston.
Gecenin çoğunu Gav'in fazladan yatağında sevişerek geçirdik. Yalnızca onu isteyerek, neredeyse yoksunluğunu çekerek, yorgunluğun ötesinde bitkin halde ama gene de çok geçmeden yeniden ateşlenerek. Tecrübelerim bana bunun aşkla veya duygularla hiçbir ilgisi olmadığını söylüyor, yalnızca iki yabancı bedenin yakınlaşmasından doğan doğal bir tepki. Geçici bir şey. Aman siktir et tecrübeleri şimdi. İşte geçen hafta boyunca hep bunu yaptık, genelde onun evinde, bu yüzden Gavin hâlâ bizi görmedi.
Bu sabah benim tişörtümü giymiş. Bir kızın bunu yapması her zaman için güzel bir his, mutfakta kendimize tostla kahve yapıyoruz. Gav işe gitmek için hazırlanmış, içeriye giriyor. Onu görüyor, bakışlarını yukarı kaldırıyor ve kaçıyor. Kendi evinde bir yabancı gibi hissetmesini istemediğim için arkasından sesleniyorum. "Gav! Gelsene!"
Utana sıkıla geri geliyor. "Bu Dianne," diyorum.
Dianne gülümseyerek elini uzatıyor. Gav onunla tokalaşıp benimle ve evet, "yeni" kız arkadaşımla birlikte çay içerek tost yiyor. Ama aklımda hep Katrin ve onun hakkında Dianne'e ne anlatmam gerektiği düşüncesi var. Ondan ayrılıp şehre giderken hâlâ bunu düşünüyorum.
Gayet normal olan bir şey size acayip geldiğinde tamamen sıçmış ve de kopmuş bir hayat yaşamış olduğunuzu anlıyorsunuz. Yengem Sharon ve daha önce hiç karşılaşmadığım yeğenim Marina'yla beraber Princess Sokak Bahçeleri'ndeyim şimdi. Sharon'ı senelerdir ilk kez görüyorum. Sanırım son görüşüm abimin cenazesinde onu tuvalette becerdiğim gündü, Sharon Marina'ya hamileyken.
O zaman olduğum insanla duygusal bir bağ kuramamakla beraber, o türden bir insanın neye benzeyeceğini gözümün önüne bile getiremiyorum. Belki de kendimi kandırıyorum tabii ki, hiçbir zaman emin olamazsın ama böyle hissediyorum. Burada kalmış olsaydım hâlâ aynı kişi mi olacaktım? Büyük ihtimalle hayır.
Sharon şişmanlamış. Bedeni kat kat olmuş, katılaşmış. Koca memeli, şehvetli bir kız olan o eski Sharon, şimdi tomar tomar etlerin oluşturduğu halılarla kaplanmış. Benim ona nasıl göründüğüm hakkında düşünmüyorum, bu onun sorunu. Yalnızca kendi negatif tepkim konusunda dürüst davranıyorum. Ama konuşmaya başladıktan sonra, bu yüzeysel tiksintimden de suçluluk duyuyorum. Tatlı bir kadın o. Piazza'da oturup kahve içiyoruz, Marina atlıkarıncada, meşum yüzlü bir atın üstünden bize el sallıyor.
"Birlikte olduğun şu çocukla yürütememenize üzüldüm," diyorum.
"Evet, geçen sene ayrıldık," diyor bir Regal yakarak, bana da tutuyor ama almıyorum. "Çocuk istiyodu. Ben başka çocuk istemiyorum," diye anlatıyor ve ekliyor, "Ama, sanırım başka şeyler de vardı."
İnsanların çekinmeden her şeylerini anlattıkları samimiyet krizi anlarında hissettiğim o huzursuzluğu ve rahatsızlığı hissederek öylece oturup ağır ağır başımı sallıyorum. "Oluyo böyle şeyler," diyorum omuz silkerek.
"Peki ya sen, hayatında biri var mı?"
"Valla, durumlar biraz karışık... geçen hafta birine rastladım," derken, onu düşününce yüzüme tuhaf bir ışık geldiğini, dudaklarımda bir tebessüm belirdiğini hissediyorum, "eskiden tanıdığım biri. Hollanda'da da birisi var ama bu aralar aramız biraz limoni. Yok, aslında artık bitti."
"Gene eski Mark, ha?"
İkisinde de pek başarılı olduğum söylenemez ama bir gecelik aşklardansa uzun süreli ilişkilerin adamı oldum hep. Yeni birine rastladığınızda, geçmişte kaç kere sıçmış olursanız olsun, her seferinde diyorsunuz ki... evet. O kadar umut doluyuz ki beklentileri aklımıza bile getirmiyoruz. "Dinle bak..." diyerek çantamdan çıkardığım zarfı ona uzatıyorum, "Bu seninle Marina için."
"İstemem," diyerek elimi itiyor.
"İçinde n'olduğunu bilmiyosun ki."
"Tahmin edebiliyorum. Para, diil mi?"
"Evet. Al şunu."
"Olmaz."
Mümkün olduğu kadar etkileyici bakışlarla ona bakıyorum. "Bak, Leith'deki herkesin hakkımda neler dediğini biliyorum."
"Kimsenin bi şey dediği yok," dediğinde rahatlamam gerekir ama yine de egom biraz örseleniyor. Konuşuyor olmaları lazım...
"Uyuşturucu parası diil. Yemin ederim. Kulüpten kazandım," derken sözlerimdeki ironiden irkilmemeye çalışıyorum. Dans müziği kulübü işleten herkes, dolaylı yoldan da olsa, kazandığı parayı uyuşturucuya borçludur. "Benim ihtiyacım yok. Bi şey yapmak istiyorum... yeğenim için. Lütfen," diye rica ediyorum, sonra sıkıntıyla detaylara giriyorum, "Abim ve ben, taban tabana zıt tiplerdik. İkimiz de manyaktık ama farklı biçimlerde." Sharon'ın tebessümüne tuhaf bir şefkatle karşılık veriyorum, abim Billy'nin yüzünü hatırlıyorum, beni koruduğu zamanlar aklıma geliyor, birden ona daha iyi davranmış olmayı istiyorum. Daha az kavga etseydim, o kadar çok ukalalık etmeseydim keşke falan diyorum. Ama bu saçmalık. Ne yaptıysan yapmışsındır, ne yapacaksan da yapacaksındır işte. Pişmanlık bokunu siktir et. "Tuhaf ama özlediğim şey, aramızda yaşananlar değil, daha iyi anlaşabilme ihtimali. Ben birçok yönden çok değiştim. Herhalde o da değişmiş olurdu."
Sharon şüpheli ve ketum bir tavırla, "Belki de," derken, onu mu, beni mi, yoksa ikimizi birden mi kastettiğini anlayamıyorum. Zarfa bakıyor, dokunuyor. "Burda yüzlerce pound olmalı."
"Sekiz bin," diyorum.
Gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacak. "Sekiz bin pound! Mark!" Bir casus filmindeymişiz gibi sesini alçaltıp etrafı kolaçan ediyor. "Bu kadar parayı yanında taşıyamazsın! Saldırırlar, her şey olabilir..."
"O zaman bankaya yatır. Bak, buradan yanımda bu parayla ayrılmıyorum, eğer almazsan masanın üstünde kalır." Bir şey söyleyecek gibi oluyor ama ben konuşmaya devam ediyorum. "Param olmasaydı bunu yapmazdım. O kadar da enayi diilim."
Sharon zarfı çantasına koyup gözlerinde yaşlarla elimi sıkıyor. "Ne diyeceğimi bilemiyorum..."
Artık kalkma zamanı. Sharon'a Marina'yı Oyuncak Hikâyesi'ne götüreceğimi, bu arada onun da bankadaki işleri halledip biraz çarşı-pazar dolaşabileceğini söylüyorum. Çocuğun elinden tutmuş yürürken şu anda karşılaşsak Begbie ne yapardı acaba diye düşünüyorum. Herhalde şey yapmazdı... çocuğa ya da Sharon'a saldırırsa diye acayip paranoya yapıyorum ve taksiye binip Dominion'a gidiyoruz çünkü Morningside'da Begbie'ye rastlamam mümkün değil. Filmden sonra Marina'yı Sharon'a bırakıyorum.
Sonradan Dördüncü George Köprüsü'ne doğru giderken tanıdık bir yüze rastlıyorum ama olamaz, kütüphaneden çıkıyor olamaz! Arkasından yaklaşıp polis gibi yakasına vuruyorum. Ruhunu teslim etmesine ramak kalıyor, sonra yüzünü dönüyor ve o düşmanca bakışların ışıltılı bir tebessüme dönüşmesini izliyorum.
"Mark... Mark, abi... nasılsın?"
Birer içki içmek için yakınlardaki bir bara giriyoruz. Barın isminin Pasaklı Murphy'nin Yeri olması çok anlamlı, eskiden Spud'ı bu takma isimle tiye alırdık. Burası eskiden neydi hiç hatırlayamıyorum. İki Guinness alırken içimden Murphy'nin her zamanki kadar berbat göründüğünü geçirmemek elimde değil. Oturuyoruz, bana üstünde çalıştığı Leith tarihi projesini anlatınca kopuyorum. İlginç olmasına ilginç bir şey ama daha çok Spud'ın böyle bir şeyle ilgilenmesi beni kopartıyor. Eski günleri yad etmeye başlamadan önce büyük bir hevesle bundan bahsediyor. "Swaney nasıl? Hâlâ takılmıyordur herhalde," diye eski bir tanıdığı soruyorum.
"Tayland'da," diyor Spud.
"Şaka yapıyorsun," derken şaşkınlıktan bir kez daha dudağım uçukluyor. Swaney hep oraya gitmeyi hayal ederdi ama gerçekten gitmiş olmasını aklım almıyor.
"Ya, herif becerdi işte," diyerek başını sallıyor Spud, bu olasılığın düşük olma nedeninin ona da koyduğu belli. "Tek bacakla falan."
Biraz Johnny Swan'dan konuşuyoruz ama benim bilmek istediğim bir şey var ve mümkün olduğunca sıradan bir şey sorar gibi soruyorum: "Söylesene Spud, Begbie hapisten çıktı mı?"
Spud, "Evet, asırlar oldu," derken kendimi uçurumdan düşer gibi hissediyorum. Yüzümde bir uyuşukluk, kulaklarımda çınlama var. Söylediklerine konsantre olmam güçleşiyor ve başım dönmeye başlıyor. "Yılbaşından sora çıktıydı. Kedi geçen gün bana geldi filan hani. Herif her zamankinden daha da manyaklaşmış durumda," diyor ciddi ciddi. "Ondan uzak dur Mark, para işinden haberi yok..."
Hiçbir duygu ifadesi göstermeden cevap veriyorum: "Hangi paraymış bu?"
Spud kocaman, sıcak, içten bir tebessümle ve aşırı bir sevinçle bana sarılıyor. Sıska bir herif için kolları bayağı güçlü. Ayrıldığımızda gözleri dolu dolu. "Teşekkür ederim," diyor.
"Neden bahsettiğini anlamıyorum," diyerek omuz silkip sessizliğimi koruyorum. Bilmediğiniz şeyi sizden öğrenemezler. Spud'ın, Ali'nin ya da çocuğun bağışıklık sistemlerinin ne durumda olduğunu sormuyorum bile. Sick Boy doğuştan yalancı ama bu konudaki yeteneğini ve eğlenceli olma özelliğini gitgide kaybediyor. Duvardaki saate bakıyorum. "... ne diyeceğim, abi, benim gitmem lazım. Kız arkadaşımla buluşacağım da."
Spud biraz üzülmüş görünüyor, sonra aklına bir şey geliyor. "Baksana kedioğlan, bana, şey, bi iyilik yapabilir misin?"
Benden ne kadar tokatlayacağını kestirmeye çalışarak, "Evet, tabii," diyerek isteksizce başımı sallıyorum.
"Ali ile ben... biz, daireyi boşaltıyoruz. Ben bi arkadaşımda kalıcam ama kediyi alamıyorum. Bi süreliğine sen alabilir misin?"
Kimi kastettiğini düşünürken gerçek bir kediden bahsettiği kafama dank ediyor. O yaratıklardan gerçekten nefret ederim. "Kusura bakma abi... ben çok kedici bir tip değilim... ayrıca Gav'de kalıyorum."
"Hımm..." derken öyle beter görünüyor ki bir şeyler yapmak istiyorum ve Dianne'i arayıp bir süreliğine bir kediye bakmak ister mi diye soruyorum. Dianne bunu gayet normal karşılıyor ve Nikki'yle Lauren'ın eve kedi almayı düşündüklerini, becerip beceremeyeceklerini anlamak için iyi bir deneyim olacağını söylüyor. Onlarla konuşacağını söyleyip cidden de konuşuyor ve hemen geri arıyor. "Artık kedinin geçici bir evi var," diyor.
Spud bu habere çok seviniyor, yaratığı Tolcross'a götürmek için bir zaman kararlaştırıyoruz. O tarafa gitmek üzere Spud'dan ayrılırken kendi salaklığıma karşı içimde pis bir öfke uyanıyor. Kendimi toparlayıp cep telefonundan iş ortağımı arıyorum. "Simon, n'aber?"
"Nerdesin?"
"Boş ver şimdi. Sen Begbie'nin hâlâ hapiste olduğundan emin misin? Birisi bana çıktığını söyledi."
"Kim söyledi?"
Numaracı Sick Boy'un İskoç aksanına yaptığı ani geçiş hiç de ikna edici değil. "Boş ver."
"Valla çok saçma. Benim bildiim kadarıynan hâlâ içerde."
Yalancı göt. Telefonu kapatıyorum, Grassmarket'a gidip West Port'tan Tolcross'a doğru yürüyorum. Aklımda öfkeli düşünceler, içimi kemiren ürkünç duygular.