Ali'yi burada, City Café'de yeniden görmek çok tuhaf ve güzeldi. Tuhaftı çünkü aynı tayfadan olmamıza, beraber cank takılmamıza rağmen nedense hiçbir zaman gerçekten yakın olmamıştık. Sanırım beni her zaman olduğum gibi, siktiğimin bir ikiyüzlüsü, kaybeden rolü oynayan bir galip olarak gördü o. Evet, bir gün siktirip gidecek ve arkasında başkalarının temizlemek zorunda kalacağı bir bok yığını bırakacak olan, geleceği parlak, yukarı doğru ilerleyen bir göt lalesi olarak. Belki de doğamı benden önce o anlamıştı.
Gene de Spud'ı kollamış olmam onu biraz şaşırtmıştır belki de. Sonunda bu ikisinin birlikte olacağı hiç aklıma gelmezdi, ki "sonunda" doğru sözcük değil aslında, çünkü artık birlikte değiller. "Mark," diyor ve beni öylesine sıcak bir şekilde kucaklıyor ki kendimi salak gibi hissederek utanıyorum.
"Selam Ali, bu Dianne. Dianne, bu da Simon."
Dianne, Ali'yi çok sıcak selamlıyor ama Sick Boy'a karşı daha mesafeli ve bu gibi konularda kendi kararını kendisi alsa da, onun hakkında verdiğim ipuçları işe bayağı yaramış diye düşünüyorum. Herhalde Sick Boy konusunda onu daha çok Nikki etkilemiştir. Simon telefonda neredeyse yalvardı, "Şehirde bir içki içelim, Mark. Nikki benimle konuşmuyor. Telefonlarıma çıkmıyor," dedi. Başka ne yapacaktı ki, seni amcık ağız diye düşündüm. Ancak Ali'yi de getireceğini söyledikten sonra buluşmayı kabul ettim.
"Ne güzel," diyor Sick Boy. "Eski tayfa yine bir arada. Keşke Francois'yı da çağırsaydım," diye kıs kıs gülerken göz ucuyla bana bakıyor. Tepki vermemeye çalışıyorum. Ama farkındayım, eğer Begbie eskisi kadar manyaksa (ki duyduklarımdan çıkardığım kadarıyla eskisinden daha da manyak,) demek ki eski dostum, iş ortağım, para kazanmasına yardım ettiğim amcık Sick Boy, fiili olarak beni öldürmeyi planlıyor. Hainliğin çok ötesinde, intikamın da ötesinde bir şey bu. Şu anda kafası iyi, bayağı koklanmış olduğu belli. Ali beni bir köşeye çekiyor ama dediklerini duyamıyorum çünkü bu arada Sick Boy Dianne'in kulağına neler fısıldıyor, onu dinlemekle meşgulum: "Nikki senin hakkında çok iyi konuşuyor Dianne."
"Ben de onu çok severim," diyor Dianne sabırla, "Lauren'ı da."
"O kız, tabiri caizse, bunalımlı bir cadı," derken omuzları sarsılarak kıkırdıyor Sick Boy, sonra, "Bir çizgi yapmak ister misin Di? Alttan sana paketi uzatayım da Ali'yle beraber kızlar tuvaletine gidin..." diyor.
"Hayır, teşekkürler," diyor Dianne sakin, ilgisiz bir tavırla. Sick Boy'dan hiç hoşlanmıyor. Bu süper amına koyayım, gerçekten de heriften biraz olsun hoşlanmıyor! Şu anda ben de eski gücünün azaldığını görebiliyorum. Suratı daha etli, gözlerindeki kıvılcım daha sönük, kararlı hareketleri daha sarsak, o kadar akıcı değil... yaşlandığı için mi?... kokain yüzünden mi?
"Benim için fark etmez," diyerek sırıtıp ellerini havaya kaldırıyor Sick Boy.
Dianne'le oynamaya kalkışacağı her çeşit akıl oyununun kolayca geri püskürtüleceğini anlamış olmaktan memnun halde, artık bütün dikkatimi Ali'ye yöneltebilirim. Ama söylemek gerek, amcığın ona şöyle şeyler söylediğini duyarken bu pek de kolay değil: "Bence Robert Burns gibi bir dangalak günümüzün çağdaş İskoç şairleriyle karşılaştırılamaz."
Dianne sakin sakin başını iki yana sallıyor ama gereken tepkiyi göstermeyi de ihmal etmiyor. "Saçmalama. Günümüzün büyük İskoç şairleri kimlermiş? Bana Burns'den daha iyi olan birinin ismini söyle bakalım..."
Sick Boy hızlı hızlı başını sallayarak boş versene der gibi bir el hareketi yapıyor. "Ben İtalyanım. Daha kadınsı, duygusal bir düşünce tarzım var. Kuzey Avrupalı erkekler gibi her şeye anal bir referans noktasından yaklaşmak bana göre değil. İsimleri hatırlayamam, bunun için de uğraşmam ama bir keresinde modern İskoç şiiriyle ilgili bir kitap okumuştum ve Burns'ün şimdiye kadar yazdığı her şeye beş basardı."
Ama sesinin yükselmesinden ve kaçamak bakışlarından benim de konuya girmemi istediği belli, o yüzden Ali'ye konsantre olmaya devam ediyorum, sanırım o da benimle aynı fikirde. "Seni hiç bu kadar iyi görmemiştim, Mark," diyor.
"Teşekkürler," diyerek elini sıkıyorum, "sen de harika görünüyorsun. Çocuk nasıl?"
"Hangisi? Andy iyi. Öbür çocukla uğraşmaktan artık vazgeçtim," diyerek üzüntüyle başını sallıyor.
"Hâlâ mala takılmıyor, değil mi?" diye sorarken bu olasılıktan içtenlikle endişe duyuyorum. O gün içki içerken iyi görünüyordu, yani sıçmış durumdaydı ama eyçlenmiş değildi. Zavallı Spud. Ondan daha iyi birine rastlayamazsın; tuhaf bir kırılganlığı olan ama iyi yürekli birine yani, o kadar uzun zamandır sıçmış vaziyette ki uyuşturucu yapmadan gerçek benliğine ulaşması çok zor. İyi niyeti hep onu koruyacak, Hades'e yaptığı kişisel yolculuğu yönlendirecek. Yeni düzenin hükümsüz kıldığı insanlardan o, ama insan yine de. Sigara, alkol, eroin, kokain, speed, yoksulluk ve medyanın beyin sikiciliği: kapitalizmin yıkım araçları Nazizm'inkilerden daha incelikli ve daha etkili ve o bunlar karşısında savunmasız.
"Bilmiyorum ve artık umursamıyorum," diyor Ali ama ses tonu hiç de ikna edici değil.
Bu sikindirik ruh hastası eniğin sorunu da bu zaten, onu umursaman ve ona bakman gerekir, sonra o yine sıçar ve senin de ağzına sıçmaya devam eder. Büyük ihtimalle, kendi çapında Begbie'nin, Second Prize'ın ve benim hayatımız boyunca yol açabileceğimizin toplamından daha çok hasara sebebiyet vermiştir. Asırlardır onunla doğru dürüst takılmamış olmama rağmen bunu biliyorum, onun hep böyle kalacağını biliyorum. Ama Ali'nin umurunda, işte bu yüzden elimi ellerine alarak sıkıyor. Kahverengi gözlerinin çevresindeki çizgileri görüyorum ama gözlerindeki ateş hâlâ yanıyor, hâlâ çok güzel. "Konuş onla, Mark. Sen onun en iyi arkadaşıydın. Sana hep hayrandı... Mark şöle, Mark böle der durur hep..."
"Ben gittiğim için, Ali. Beni ben olarak gördüğünden değil. Ben onun yarattığı bir kaçış hayaliyim sadece. Onun kafasının nasıl çalıştığını bilirim."
Bunu yadsımaya bile çalışmayışı çok rahatsız edici. Spud'la daha fazla ilgilenmem gerekirken onu boşladığım için kendimi suçlu hissediyorum. "Artık daha kötü, Mark. Mal yüzünden olduğunu bile zannetmiyorum, en üzücü olan da bu zaten. Çok depresif, kendine güveni sıfır."
"Kolunda senin gibi bi piliç varken de kendine güvenmiyosa, delirmiş demektir," diyorum, fazla derine inmemeye çalışarak.
Sick Boy, "Kesinlikle!" diye bağırarak araya girip Ali'ye dönüyor, "Murphy ile artık tarih olmanıza çok sevindim, Ali."
Sonra aniden harekete geçerek ayaklanıyor ve müzik kutusunun yanına sıçrıyor. Dehşet içinde Elvis Costello'nun Alison'ını çaldığını fark ediyorum. Sonra dönüp Ali'nin gözlerine bakmaya başlıyor. Çok utanç verici bir durum, amına koyayım, Dianne'le ikimiz ne bok yiyeceğimizi bilemiyoruz.
Sick Boy bara doğru süzülüp herkese birer brendi alırken biz sıvışmayı düşünerek bakışıp duruyoruz. Sonra tuvalete giderken başıyla beni de çağırınca kalkıp öylesine peşinden gidiyorum ve birlikte helaya giriyoruz. "Biraz sakin ol abi," diyorum Sick Boy sifonun üstünde dört tane çizgi çizerken, "Ali'yi utandırıyorsun."
Cevap vermeden, çizgilerden tekini burnuna çekiyor. "Ben İtalyanım. Tutkulu adamım, amına koyayım. Dışarıdaki o amcıklar, Nuh Nebi'den kalma ölü ruh hastaları bu tutkuya dayanamıyorlarsa Leith'de içebilecekleri başka bir sürü pab var. O ve ben..." deyip bir çizgi daha çekiyor, "amına koyayım... o ve ben... yihuu!... O ve ben birbirimiz için yaratılmışız. Hadi Renton, hadi am siken Hollandalı oğlan, o parmaklarını lezboşun birine sokup durmaktan vazgeç de kendi burnuna sok artık..."
Hiç düşünmeden, neredeyse Sick'in sesinden gelen şartlanmayla çizgileri yapıyorum; her deliğe birer tane. Siktiğimin yol çizgileri kadar kalınlar ve kalbim göğsümün içinde davul gibi atmaya başlıyor. Bu çok aptalcaydı.
"...bu gece düzülecektir. Kesinlikle. Onu düzeceğime dair iddiaya girer misin? Nesine istersen. Helacı çocuk ona ne zamandır masaj yapmıyor, bir-iki içki daha içsin, düzüşmek için can atacaktır... hadi, uzmanı iş üstünde seyret, Rents... sen onunla hiç düzüşmedin, değil mi... seyret şimdi..."
Kokain erkekleri kendi on sekiz yaşlarının en kötü reenkarnasyonuna dönüştürüyor. Ben kendime hakim olmaya çalışıyor, uyuşturucunun beni de kendiminkine dönüştürmemesi için çaba harcıyorum.
Sick Boy bara gidiyor, ben gidip kızların yanına oturarak ter dökmeye başlıyorum, sonra o da brendi ve biralarla dolu bir tepsiyle masaya geliyor. Aman Tanrım, o içkileri dağıtırken Dianne'le Ali'nin yüzlerindeki dehşet görülmeye değer. Sick Boy usulca, "Fazla duygusal davranmak istemem ama," dedikten sonra göz kırpıyor, "Spud'la sen zaten yürütemezdiniz, Ali. Ama sen ve ben hep vardık," diyor bardakları dağıtarak.
Ali sinir içinde ama alttan almaya çalışıyor. "Ya tabii, beni de mi işe sokucaktın yani?"
"Sana hiç öyle davrandım mı Ali? Sana her zaman bir hanımefendi gibi davrandım ben," diyerek sırıtıyor Sick Boy.
Dianne beni dirseğiyle dürtüyor. "Sen kokain mi yaptın?"
"Onun sapıtmasını önleyebilmek için, sadece ufak bir çizgi," diye fısıldıyorum sıkılmış dişlerimin arasından, söylediğime kendim de inanmayarak.
"Çok işe yaramış," diye tersliyor Dianne.
Bu arada Sick Boy, Ali'yi zorlamakla meşgul, suratı kukla gibi. "Öyle mi, değil mi?"
"Sana siktiri çekeceğimi biliyodun da ondan," diyor Ali bardağını kaldırarak.
Sonra pis pis sırıtarak şöyle diyor Sickie: "Sanırım Lesley'yi hamile bıraktığım için beni hiçbir zaman affetmedin."
Ali ile ben bunu söylediğine inanamıyoruz. Lesley'nin bebeği Dawn seneler önce beşiğinde uyurken ölmüştü ve o bebeğin kendisinden olduğunu bize ilk kez itiraf ediyor.
Bir şeyler yumurtladığını fark etmiş gibi, yüzünden hafif bir pişmanlık geçse de çok sürmüyor ve çabucak acımasız bir aşağılamaya dönüşüyor. "Ha, evet, Skreel'den onun sıkıcı bir keresteyle evlendiğini duydum. Şehir dışında yaşıyorlar. İki çocuk yapmışlar. Sanki kızımız, bizim küçük Dawn'umuz hiç yaşamamış gibi," diyor tükürür gibi.
Ali şarlamaya başlıyor: "Ne diyosun sen ya? O bebeğin varlığını kabul ettiğini senin ağzından ilk defa duyuyorum! Lesley'ye hep bok gibi davrandın sen."
"Bok gibi olan oydu, amına koyayım... bir çocuğa bakmasını bile beceremedi," diyor Sick Boy kafasını sallayarak.
Ali inanamayan gözlerle ağzı beş karış açık halde kalakalınca söyleyecek bir şeyler bulmaya çalışıyorum.
Sick Boy sanki önemli bir ders verecekmiş gibi Ali'ye bakıyor. "Sana bir şey söyleyeyim mi, Ali, haddimi aşmak istemem ama senin de ondan bir farkın yok, amına koyayım. Eğer Murphy ile yaşamaya devam edersen Sosyal Hizmetler oğlunu elinden alacak, demedi deme. Tabii daha önce zavallı küçük amcık vir..."
"SİKTİR GİT RUH HASTASI!" diye bağırıp brendisini Sick'in suratına fırlatıyor Ali. Sick Boy gözlerini kırpıştırarak gömleğinin koluyla yüzünü siliyor. Ali bir-iki saniye yumrukları sıkılı vaziyette tepesinde dikildikten sonra fırtına gibi çıkıp gidiyor, Dianne de peşinden.
Barın arkasındaki, brendileri veren kız elinde bir bezle Sick Boy'a yardıma geliyor. "Dönecek," diyor Sickie, neredeyse üzgün bir sesle. Sonra gülerek ekliyor, "Benim için çalışıyor ve paraya ihtiyacı var!"
Brendisini kafaya dikiyor. Midemi bulandıran acayip bir korku içinde, Franco'nun gelmesini bekleyerek kapıya bakıp duruyorum. Durum o kadar vahim ki onun da ortaya çıkması kaçınılmaz. Kendim için değil, sistemimde o kadar kokain varken söz konusu değil ama Dianne için korkuyorum. O siktiğimin Forrester sapığı ve onun o göt yalamaya yarayan ağzı. Amcığın Port Sunshine'da bana nasıl davrandığını gördükten sonra Begbie'yi arayıp buralarda olduğumu ötmemesini beklemek salaklık olur. Sonra diyorum ki, Sick Boy'un gücü azaldıysa belki Franco'ya da aynı şey olmuştur. Gözümün önüne havaya çevrilmiş avucumun Franco'nun burnuna roket gibi girişi, o burnu beynine yollayışı geliyor.
Dianne geri geliyor ama yanında Alison yok. "Taksiye atladı," dedikten sonra ekliyor: "Artık ben de gitsem iyi olur."
"Peki," diyorum kısaca. Ona baktığımda rahatsız ya da hoşnutsuz değil, sıkılmış olduğunu görüyorum ve bundan bayağı etkileniyorum. Bu boktan durumu hak etmediğini düşünüyorum. Kusura bakma falan deyip çıkıyoruz. Sick Boy karşı çıkmıyor. "Nikki'ye beni aramasını söyleyin," diye ısrar ediyor. Beyaz ve öne çıkık dişleriyle, kendinin sırıtkan bir karikatürüne benziyor.
Çıkıp Hunter Meydanı'na yürüyoruz ve bekleyen bir taksiye biniyoruz. Kokain yüzünden nabzım deli gibi. Bir uçurtma kadar yükseklerde uçuyorum ve biz hiçbir yere gitmiyoruz. Düşene kadar bir sörf tahtası gibi yatakta, onun yanında yatacağımı ya da Gav'e gidip bütün gece televizyonda boktan programlar izleyeceğimi düşünmem gerekirdi.
Dianne bir şey söylemese de, ben ilk defa onu hayal kırıklığına uğratmış olduğumu anlıyorum. Bunu alışkanlık haline getirmeyeceğim. Bir süre sonra sessizlik dayanılmaz hale geliyor, bozmak istiyorum. "Özür dilerim aşkım," diyorum.
"Arkadaşın tam bir amcık," diyor bana.
Bu sözcüğü kullandığını daha önce hiç duymamıştım, nedense onun ağzına hiç yakışmıyor. Yaşlanıyorum, ağzına sıçayım. Eskiden kokain yaptığımda kendimi yenilmez hissederdim, içimde çelik bir piston olurdu sanki. Piston hâlâ yerinde ama artık sadece etrafındaki bedenin durumunu daha belirgin hale getiren bir şeye dönüşmüş: yaşlı, bir deri bir kemik, çürümeye doğru giden ve her şeyin ötesinde, ölümlü.
Taksi Meadows'dan geçiyor ve Tolcross'a varmadan önce en az üç kez Begbie'yi görüyorum.