Cumartesi sabahı hani, Ali hâlâ uyuyo, ben de çıkıp kütüphaneye gidiyorum. Uyuşturucudan uzak duruyorum son zamanlarda çünkü direkman bu kitap işine daldım hani ama durum hâlâ iyi görünmüyo, yani ben ve o durumları falan. Onu zehirleyen biri var, kesin. Kız kardeşi mi yoksa artık o pabda çalıştığına göre daha büyük ihtimalle Sick Boy mu bilmiyorum. O sinsi ibne, Kuzen Dode işi için beni kullandı. Sonra da sırtını döndü. Neyse ki Franco'ya Renton'ın para işinden söz etmemiş ama artık da bahsedemez zaten çünkü ben de onlan ilgili şeyler biliyorum.
Hiç arkadaşımın olmaması Leith kitabı üzerinde çalışmamı kolaylaştırıyo en azından. Cumartesi şeytana uymamak için kötü bi gün, sokaklarda bi sürü kedi dolanıyo, uyuşturucu dönüyo falan, ben de şehre inip direkman Edinburgh Odaları'na gidiyorum. Bu mikrofiş dalgası çok acayip yani. Bütün o bilgiler, bütün o tarih, en üstteki kedilerin yazdığı yazılardan ve annattığı hikâyelerden seçilmiş olsa da bi tek film makarası üstünde hani. Ama ortaya dökülebilecek başka hikâyeler de olduğunu biliyorum artık.
1926, Leith'deki genel grev. Herkesler ne demiş falan, her şeyi okuyosun ve İşçi Partisi'nin neye inandığını öz görüyosun. Sıradan kediler için özgürlük. Şimdi her şey "Torry'leri dışarı atın" veya "Torry'leri dışarda tutun" olmuş, ki aslında şöyle demenin daha iyi bi yolu, "bizi içerde tutun abi, bizi içerde tutun, burasını çok seviyoz." Tonlarlan not alıyorum ve zaman su gibi akıp geçiyo.
Limana döndüğümde bişiler olduğunu seziyorum hani. Notlarım elimde, neşe içinde bizim eve sıçrıyorum. Andy'nin bütün eşyaları toplanmış, Ali'ye bakıyorum, toplanmış bikaç bavulun yanında ölemesine dikiliyo. Evet, evden ayrılıyolarmış gibi görünüyo. "Nerdeydin?" diye soruyo bana.
"Yani, kütüpaneye gittim bi tek hani, şu Leith tarihi kitabı için, araştırma yaptım, biliyosun mu?"
İnanmıyomuş gibi bana bakıyo, onu oturtup bütün notları göstermek istiyorum ama o gergin ve suçlu görünüyo. "Kız kardeşime gidiyoruz. İşler biraz..." diyip plastik bir Luke Skywalker'la Dart Vader'ı savaştıran Andy'ye bakarak sesini alçaltıyo. "...neden bahsettiğimi biliyosun, Danny. Sana bi mektup yazacaktım. Düşünmek için biraz zamana ihtiyacım var."
Of yo, yo, yo, yo. "Ne kadar falan yani? Ne kadar?"
"Bilemiyorum. Bikaç gün," diyip omuz silkiyo, sigarasından bi nefes çekiyo. Normalde Andy'nin yanında hiç sigara içmez. Kulağında altın renginde büyük halka küpeler var, beyaz bi ceket giymiş. Çok güzel görünüyo hani, öyle güzel ki.
"Ben hiçbişi yapmadım," diyorum. "Ceplerimde de hiçbişi yok," diye ceplerimi ters çevirip gösteriyorum. "Yani, asırlardır hiçbişi yapmadım, sadece kitabımla ilgileniyorum."
Ağır ağır başını sallıyo ve çantaları alıyo. Ona ulaşamıyorum, benimle konuşmuyo.
"Düşünmen gereken nedir," diye soruyorum. "Onun hakkında düşünüceksin, diil mi? Sorun bu, diil mi, ha?" Biraz sesimi yükseltmişim, sora sakinleşiyorum çünkü küçük adamın önünde olay çıkarmak istemiyorum. Böle bişiyi hak etmiyo.
"O diye bişi yok, Danny, sen ne düşünürsen düşün. Sorun sen ve beniz. Zaten artık sen ve ben diye bişi de yok, var mı? Arkadaşların, grubun, şimdi de kitabın."
Şimdi susma sırası bende. Küçük adam bana bakıyo. Zoraki gülümsüyorum.
Ali, "Bana ihtiyacın olursa nerde olduğumu biliyosun," diyo ve gelip yanağımdan öpüyo. Onu kollarıma alıp gitme demek istiyorum, onu sevdiğimi ve sonsuza kadar kalmasını istediğimi söylemek istiyorum.
Ama hiçbişi söylemiyorum çünkü söyleyemiyorum, harbiden söyleyemiyorum. O kelimeler ağzımdan ölsem de çıkamayacak ama öle çok söylemek istiyorum ki. Sanki... sanki fiziksel olarak bunu yapma yeteneğimi kaybetmiş gibiyim hani.
"Bana tek başına da becerebileceğini göster Danny," diye fısıldıyo Ali, elimi sıkarak, "dağıtmadan yaşayabileceğini göster bana."
Küçük Andy bana bakıp gülerek el sallıyor. "Bay bay baba."
Ve yoklar abi, harbiden gidiyolar.
Pencereden bakıp yoldan Junction Sokak'a doru gidişlerini izliyorum. Koltuğa yığılıyorum. Kedi Zappa birdenbire koltuğun koluna sıçrayıp ödümü patlatıyo. Tüylerini okşayıp gözyaşsız, kuru hıçkırıklarla, bi çeşit kriz geçirir gibi ağlamaya başlıyorum. Bi ara nefes alamıyorum. Sora biraz toparlanıyorum. "Şimdi bi tek ikimiz kaldık hani," diyorum kediye. "Senin için kolay Zappa, siz kediler duygusal olaraktan bağlanmıyosunuz abi. Dama çıkıyosunuz, o kadar, sok-çıkar, bitir işi," diyorum bizim oğlana. Sonra kısık, yeşil gözlerinin içine bakıyorum. "Ama artık bundan da kurtuldun abicim," diyip gülüyorum, "yani, taşşaklar için falan beni affet, hoş bişi diil cidden ama senin iyiliğin içindi abi, biliyosun mu? Seni oraya götürürken ben de kendimi çok kötü hissettim."
Kedi ağzını açıp miyavlıyo, ben de kalkıp tıkınacak neler var diye bakmaya gidiyorum. Ne homo sapienler ne de kedigiller için pek bişi kalmamış, dolap tamtakır hani. Bizim bok tepsisi gurulduyo falan, artı kedi mamamız da bitmiş. "Sağ ol abi," diyorum Zappa'ya, "bana çok yardımcı oluyosun. Burda oturup kendime acımak yerine, dışarı çıkıp kedi kumuyla mama almam lazım. Dünyaya açılayım biraz falan yani. Belki Kirkgate'e gidip senin için o kedi içkisinden de alırım abi, biraz kafan iyi olsun."
Evet, küçük kurtlar öz kazı yapıyo, yerimde duramıyorum. Yoldan aşşağı inip Kirkgate'e gidiyorum ve Kwik Save'de alışverişimi yapıyorum, sora Kraliçe Vic'in heykelinin ordan Walk'a çıkıyorum. Burası kalabalık çünkü kasım ortası için bayağı sıcak bi gün. Küçük çocuklar beat box'larla hip-hop yapıyo. Annelerle çocuklar börek çörek tıkınıyo. Bi sürü politik kedi standlar kurmuş, devrimci gastelerini satmaya çalışıyo.
Çok komik ama hani, bu politik heriflerin çoğu züppe evlerinden geliyomuş gibi filan görünüyo. Karşı çıkıyo diilim de, bence değişim için yaygara koparması gerekenler benim gibiler ama bizim tek yaptığımız uyuşturucu kullanmak. Genel grev zamanı gibi diil artık hiçbişi. Neler olmuş bize böyle?
Joey Parke yürüyerek yanımdan geçerken beni görüyo. "N'abers Spud? Nası gidiyo? Pazartesi gruba geliyosun mu?"
"Gelicem..." diyorum. Pazartesi toplandığımızı bilmiyodum aslında.
Sora zavallı Parkie'nin başını şişiriyorum hani, Ali'nin beni terk ettiğini, Andy'yi de alıp kız kardeşine gittiğini annatıyorum ona.
"Çok kötü abi ya. Ama dönecek, diil mi?"
"Sadece bikaç günlüğüneymiş, öyle dedi, kafasını toparlaması gerekiyomuş. Kendi başıma becerebileceğimi görmek istiyomuş. Bu beni baya kötü ediyo abi, biliyosun mu? Artık o pabda çalışıyo, Sick Boy'un pabında. Ama şöle de bişi var, eğer kendi başıma becerebilirsem, o zaman da 'Eh, beceriyo işte', diyip beni terk edecek. Eğer sıçarsam, bu sefer de "şu pisliğin haline bak" diyip gene terk edicek. Harbiden iki uçlu değnek durumları falan var hani."
Park efendinin işleri var, ben de aldıklarımı Zappa efendiye götürüp herife biraz yemek ve taze hela veriyorum. Kedi bokuyla sidiğini gasteye sarıp plastik bi torbaya koyuyorum. Önüne oyuncağını atıp yerleri tırmalayaraktan koşuşturmasını, daireler çizerek dönüp yuvarlanmasını seyrediyorum ve benim de biraz harekete ihtiyacım var diye düşünüyorum hani.
İşte, evde yapayalnızım şimdi ve birilerinin arkadaşlığına acayip ihtiyacım var. Belki sanat beni kurtarır diye düşünmeye başlıyorum ve tarih kitabı için aldığım notları çıkarıp hepsini yeni baştan okuyorum. El yazım o kadar iyi diil, biliyosun mu hani, okumam bayağı bi zaman alıyo. Kapı çalınıyo ve belki de odur diyorum, geri geldi, belki de demiştir ki: "Yok, bu çok saçma Danny efendi, yapamıycam, seni seviyorum." İşte heyecan içinde kapıyı açıyorum ve hayır, gelen Ali değil.
Ali olmaktan çok uzak biri gelmiş.
Franco.
"N'abers Spud? Biraz laflayalım dedim, amına koyiim, ha?"
Arkadaşa ihtiyacım var sanmıştım, herkes olabilirdi ama neredeyse herkes demem gerekirmiş falan yani. Kendim içerdeyken bile kodes hikâyelerinden çok hoşlanmamıştım. Evdeyken hele, kâbus gibi. O yüzden, Franco'yla konuşurken çok zor olsa bile, deniyorum, konuyu başka yönlere, mesela Leith tarihi kitabım gibi şeylere kaydırmayı deniyorum. Ona kitaptan bahsediyorum. Onun gibilerle Leith hakkında röportajlar yapmam gerektiğini anlatıyorum.
Ama anlaşılan Franco'ya söylenecek bişi diilmiş çünkü kedi hiç mutlu görünmüyo falan yani. "Sen ne demek istiyosun, amına koyiim? Dalga mı geçiyosun benle?"
Vay, vay, vay, öldürgen çocuk. "Yok, Franco, yani, yok, sadece kitabın gerçek Leith hakkında olmasını istiyorum, biliyosun mu, gerçek insanlarla ilgili olsun istiyorum," diyorum. "Senin gibi hani. Leith'de herkes seni tanır."
Franco koltukta dikeliyo ama neyse ki biraz gururu okşanmış gibi görünüyo.
Kızgın damdaki kedi gibi kıvranaraktan kendi bakış açımı anlatmıya uğraşıyorum. "Çünkü her şey değişiyo abi. Bir tarafta İskoç Evi öbür tarafta Parlamento duruyo. Burjuvalaştırılma var abi, entelektüeller böle diyo buna. On yıl içinde burda senin ve benim gibi adamlar kalmayacak. Tommy Younger's'a bi bak abi, şimdi kafe bar oldu. Jaynes diyolar artık oraya. Orda geçirdiğimiz geceleri, sabahları bi hatırla hani!"
Franco başını sallıyo, onu gıcık ettiğimin farkındayım ama sinir içindeyim abi ve sinirlendiğim zamanlarda öz konuşurum, kendimi durduramam... Çekingenken susarsın, sinirliyken çenen düşer. "Kılıç Dişli Kaplan gibi hani. Şehirde sadece parası olan kediler kalsın istiyolar yani. Dumbiedykes'a yaptıklarına bak. Hepimizi şehir dışındaki bloklara yerleştirmek istiyolar Franco, bu dediğimi unutma abi."
"Siktir, ben şehir dışındaki bloklara falan gitmiyorum," diyo. "Bizim hatunla birlikte yaşamaya başlayınca az biraz Wester Hailes'de takıldım. Sadece bi tane pab var, amına koyiim, ne boklar dönüyo orda?"
"Ama bak, Franco, çok yakında eski Leith yok olucak. Tolcross'a bi bak abi, artık finans merkezi oldu. South Side'a bi bak: öğrenci kasabası. Stockbridge, bizim eski Stockeree zaten asırlardır yuppie mahallesi. Yakında işçi sınıfı mahallesi olarak bi tek Us ve Gorgie-Dalry kalıcak abi. Bu da bi tek futbol kulüpleri yüzünden böle olacak. Sikime şükür, onlar şehir dışına taşınmadı."
"Ben işçi sınıfından falan diilim," diyo kendini işaret ederekten, "ben iş adamıyım, amına koyiim," derken sesi yükseliyo.
"Ama Franco, benim dediğim..."
"Annadın mı, amına koyiim?
Bu daha önce defalarca geçmiş olduğum, eski bi yol hani. Öğrendiğim bişi varsa o da böle durumlarda geri çekilmem gerektiği. "Tabii abi, tabii," diyerekten teslim olmuş gibi pençelerimi kaldırıyorum.
Dilenci Çocuk biraz sakinlemiş gibi görünüyo ama herif arıza hani, unutmamak lazım. "Şunu da aklından çıkarma, Leith hiçbi zaman ölmeyecektir."
Ama kedi benim ne demek istediğimi anlamıyo. "Belki Leith diil abi ama bizim bildiğimiz Leith," diyorum. Daha fazla uzatmıyorum çünkü neler olacağı belli. O "hayır ölmeyecek," diyecek, ben "evet ölecek abi, zaten ölmeye başladı bile, nası ölmeyecek dersin," diycem, sora o "çünkü ben öle diyorum, amına koyiim" diyecek ve olay bitecek.
İki koca çizgi kok çiziyo şimdi. Ali'ye verdiğim sözü düşünüyorum ama yani maldan uzak durucam dedim ve mal benim için eroin demektir, taştan uzak durucam dedim ben, çilek demedim abi, çilekten hiçbi kedi bahsetmedi. Artı karşımda Franco var, reddedilemez.
Kafamız yarı iyi, bira içmeye çıkıyoz ve Begbie'yi Port Sunshine'dan uzak tutmaya çalışıyorum ama bu çok zor diil çünkü içmek için genelde Nicol's'a gidiyo. Franco'ya cepten bi mesaj geliyo o sırada. İnanmayan gözlerle mesaja bakaraktan kalakalıyo. "N'oldu Franco?"
"AMCIĞIN TEKİ BELASINI ARIYO AMINA KOYİİM!" diye bi nara atınca bebek arabalarıyla yanımızdan geçen iki hatun donuna ediyor.
"N'oldu ki?"
"Siktiğimin mesajı... kimden geldi yazmıyo..." Kedi bayağı takmış durumda, telefonun tuşlarına basıp duruyo. Paba giriyoz, ben barın arkasındaki Charlie'den içkileri alıp gelirken o hâlâ tuşlarla oynuyo. Sora telefon çalıyo ve cevap veriyo, bu sefer çok temkinli.
Bi an susuyo, sakinleşiyo, sikime şükürler olsun. "Tamamdır, Malky. Uyar."
Telefonu kapatıp anlatıyo. "Mikey Forrester'ın orda poker okulu olacak. Norrie Hutton, Malky McCarron falan da geliyo. Kalkalım hadi."
Ona beş kuruşum olmadığını söylüyorum, yalan tabii ama Begbie'nin poker okuluna gitmek demek, herif bütün paranı alıncaya kadar öz oynaman gerekiyo demektir, kaç saat sürerse sürsün. Valla işim olmaz. "Bi içki içip kalkarsın o zaman, amcık ağız," diyo.
Reddetmek pek söz konusu diil, kalkıp büroya gidiyoz ve Begbie halen Renton'dan, onu nasıl da gebertmek istediğinden filan bahsediyo. Hali hiç hoşuma gitmiyo hani, bu Malky'den, Norrie'den ve Mikey Forrester'dan da hiç hazzetmiyorum. Masanın etrafına oturmuşlar, ortada tonlarla çilek, şişeler dolusu JD ve kutu kutu biralar var. Otuz papel kaybettikten sora oyundan çıkıyorum. "Müzik olayıylan ilgilen o zaman, Spud," diyo Begbie. Öyle her istediğini koyamazsın, o ne isterse onu çalmam lazım. "Rod Stewart koy, göt herif... every day ah spend ma tahmm...drinkin wahnn, feelin fahnn..."
"Rod Stewart olduğunu sanmıyorum," diyo Mikey. "Eskiden vardı ama karı ayrılırken bissürü plağımı götürdü."
Franco ona bakıyo. "Geri al onları orospudan! Rod Stewart olmadan poker okulu mu olurmuş? Poker okulunda yapılması gereken budur amına koyiim, sarhoş olup Rod Stewart şarkıları söyleriz. Başka türlüsü olmaz, amcık ağız seni!"
"Rod Stewart'ın o CD kapağındaki resimlerini gördünüz mü?" diyo Norrie. "Karı kılığına girmiş, birinde moruk bi orospuya benziyo. Bi tanesinde de götveren gibi giyinmiş!"
Ben gayet iyi hatırlıyorum o resimleri, Rod Stewart saçlarını arkaya yapıştırmış, bıyığı ve gözlükleri var. Ama bişi demiyorum çünkü Franco'nun tepkisini görebiliyorum.
"Sen ne diyon la, Norrie?"
"O albümde işte, Greatest Hits albümünde. Bi resimde karı gibi giyinmiş, bi tanesinde de ibne kılığına girmiş."
Begbie manyak gibi titremeye başlıyo. "Ne demek ibne gibi giyinmiş lan! Rod Stewart ibne mi demeye çalışıyosun sen, amına koyiim? Rod siktiğimin Stewart'ı? Öyle mi sence?"
"Ben ne bileyim ibne olup olmadığını," diyo Norrie gülerek.
Malky olacakları anlıyo. "Hadi Frank, kââtları dağıt."
Mikey lafa giriyo. "Rod Stewart ibne falan diil. Britt Ekland'la sikişmişti. Callan denen herifle çevirdiği filmi görmediniz mi, Kuzey İskoçya'da geçiyo hani?"
Franco hiçbişi duyacak halde diil. Norrie ile konuşuyo: "Rod Stewart'a ibne diyosan o zaman onu dinleyen amcıklara da ibne demiş oluyosun sen."
"Yok, ben... ben..."
Çok geç artık hani, kafamı çeviriyorum ama bi şangırtı sesi ve bağrışmalar duyuyorum. Tekrardan baktığımda Norrie'nin yüzünü göremiyorum, siyah maske takmış gibi görünüyo.
Ama aslında sadece kandan bi şapka takmış çünkü Franco gidip Jack şişesini kafasına patlatıvermiş.
"Of, Franco abi lan, o şişede daha içki vardı," diyerekten inliyo Mikey, Franco kalkıp kapıya giderken. Malky, Norrie'yi banyoya götürüyo. Ben de Franco'yla beraber dışarı çıkıp merdivenlerden iniyorum. "Herif çenesini tutamıyo ki, amına koyiim," diyerek bana bakıyo ama ben ona bakmıyorum, bi tek kafamda plan yapıyorum: Nicol's'a gidilsin, bi bira içilsin, onu sakinleştir, sora öz kaybol ve de eve git. İnsan bu kadar yanlız olamaz abi, arkadaşa bu kadar da muhtaç diilim hani.