Lars Lavish beni yatağa atmaya çalışıyor. Bu pornocular çok hödük, hayvansı bir sabit fikirlilikleri var. Sıkıcı ama yine de Simon'ın arkadaşlığından daha enteresan. Çocuk insanı canından bezdiren, kokainman bir baş belasına dönüştü. Ona çok sert davranmak istemiyorum çünkü bu onun gösterisi ve tadını çıkarması gerek; düşüşten önce gelen kendine inanç hesabı. Ama dayanılmaz durumda. Gördüğü her şeyle sikişmek istiyor, Curtis gibi ama Curtis gördüğü her şeyle cidden de sikişiyor. Havalı kızların hepsi kuyruğa girmiş, Marquee'deki dedikodu kazanında haberleri yayılan o siki bir kez olsun görebilmek için iğrenç derecede istekli, göz süze süze bekleşip duruyorlar. Çocuğun kasıntı yürüyüşünden sonunda o sik olmayı başardığını anlayabiliyorsunuz. Burger Bar'dan porno yıldızlığına giden yol işte.
Yanında bir kızla bir süredir kayıplardaydı, şimdi kızla birlikte tekrar ortalıkta. "Nasılsın Curt?"
"Süper," diyor kızın elinden çekiştirerek. Kızın gözleri yuvalarından uğramış, düz yürümeyi zar zor beceriyor. "Hayatımın en güzel günlerini yaşıyorum!"
Buna diyecek sözüm yok.
Curtis'i yanıma çekip kulağına fısıldıyorum: "O çocuklar hakkında neler dediğini hatırlıyor musun? Şu okul arkadaşların hakkında? Seninle yaratık diye alay edenler hani? Kim haklıymış bakalım?"
"Ben haklıymışım, onlar değilmiş," diyor. "Ama... keşke Danny, Philip falan da burda olup bunları görebilseydi. Çok hoşlarına giderdi."
Simon bunu duyup araya giriyor. "Londra'daki metro gibi abi. Yeterli sayıda insanın koyun olduğu gerçeğine göre hareket ediyorlar. Çöp kutusu koymuyorlar biliyorsun, çöpünü elinde taşımanı bekliyorlar senden. Ama ben öyle yapmıyorum, canımın istediği yere fırlatıp atıyorum. Ne kadar çok insan böyle davranırsa o kadar çabuk para verip çöp kutusu alırlar."
"Anlamadım ki..."
"Demek istediğim, çöpünü hiçbir zaman elinde taşıma abi, atıver gitsin, burası da böyle daha güzel, hiç çöp yok," diyor, kibirli kibirli.
Tanrı Sick Boy, Roni denen kızla ilgili bir şeyler geveleyip duruyor, kız Fox Searchlight'tan mıymış neymiş. "Roni yarın hepimizi Fox Searchlight'a davet etti," derken etrafa ışıklar saçıyor.
Simon'ı bir köşeye çekiyorum: "Onu hemen şimdi götürüp sik Simon, çok istekli görünüyor. Yoksa bu sadece burun romantizmi mi?"
"Geri kafalılık etme, Nikki," diyor küçümseyerek. "O yalnızca bu yarışın biletlerini kazanabilmek için bir araç."
Palavralarının bini bir para. Parti bitince bir kulübe uğruyoruz ama içerisi çok kalabalık, tek ayak üstünde durmaktan yorulup oteldeki süite dönmeye karar veriyoruz. "Burası süper," diyor Curtis, otelin ihtişamından etkilenerek.
Küçük grubumuz oldukça sert konuşan bir kapıcı tarafından durduruluyor: "Otelimizin konuklarından mısınız?"
"Hayır, bunu nasıl düşünebilirsin," diye cevaplıyor Simon ters ters. Üniformalı görevli bizi dışarı atmaya hazırlanırken odanın anahtarını çıkarıyor. "Konuk olmak biraz konukseverlikle karşılanmayı gerektirir, biraz temel insanlık bilgisi ve nezaket ile. Bu otelde kalıyoruz ama bize konuk denilemez."
Görevli bir şey söyleyecek gibi oluyor ama Simon pis bir kokuyu def eder gibi, bir el hareketiyle adamı susturarak yürümeye başlıyor. Ben de özür dileyen bir tebessümle peşinden gidiyorum, diğerleri de aynını yapıyor. Odaya girip barı boşaltıyoruz. Simon'ın Bayan Fox Searchlight'a karşı takındığı buyurgan ve yağcı tavır beni sinir ediyor. Birlikte kürekler dolusu kokain yapmaları insanı ürkütüyor.
"Bir porno film... ve buradaki star da Curtis mi?" diye soruyor kız böcek gözleriyle çocuğa bakarak. Curtis divana uzanırken Mel başını sallıyor.
"Evet, Curtis, Mel ve Nikki tabii," diyerek kızı aydınlatmaya tenezzül ediyor Sick Boy. "Porno esas kızların şovudur. Ama Curtis'in onu öteki bin-santimi-bir-paraya oyunculardan ayıran bir özelliği var! Tabii ben de ufak bir rolde oynadım..."
"Sahiden miii..." diyor Bayan Searchlight, gözleriyle yiyiştiği Simon'ın kolunu okşayarak.
İkisinin bu yapış yapış flörtözlüğü çok fazla pamuk şeker yemiş gibi hissetmeme yol açıyor. Bir süre Sick Boy'un salyalarını akıtarak söylediklerini dinledikten sonra yatakta uykuya dalıyorum. Gece uyandığımda sidik torbam ağzına kadar dolu; katil sistit başlangıcını müjdeleyen uzun, dikenli, adeta cam kırıklarıyla dolu bir çiş yapmak için tuvalete doğru sendeliyorum. Mini bar boşalmış. Simon ve Fox Searchlight ortada yok, Curtis'le Mel birbirlerine sarılıp şezlongda sızmışlar ama kıyafetleri üstlerinde.
Klozete oturmuş zehirli sidiği içimden atmaya çalışıyorum. Oda servisini arayıp biraz Nurofen yollamalarını söylüyorum. Neyse ki çantamda Cylanol var, ondan bir kaşık alıyorum. Ama çok acı veriyor; uyuyamıyorum, ateşim var, ter içindeyim. Simon gelip halimi görüyor. "Nen var bebeğim?"
Ben anlatırken oda servisinden gelen çocuk içeri giriyor. Simon Nurofen'i getiriyor. "Hemen keser bir tanem, endişelenme... Cylanol'ünü aldın mı?
Cılız bir hareketle başımı sallıyorum.
"Roni ile sikişmedim, biliyorsun," diye açıklıyor telaşla, "yalnızca plajda biraz yürüyüş yaptık çünkü herkes sızmıştı. Ben artık monogam bir adamım bebek, yani, beyazperde dışında öyleyim en azından."
Plajda biraz yürüyüş yapmışlarmış. Kulağa o kadar romantik geliyor ki karıyı otel odasında bir güzel sikseydi daha iyiydi diye düşünüyorum. Mel ve Curt'ü görünce yanlarına gidip sarsarak uyandırıyor. "Neredeyse sabah oldu. Beverly'ye dönüp bizi biraz yalnız bırakır mısınız çocuklar? Lütfen?"
Mel yüzünü buruştursa da kalkıyor: "Tamam... hadi Curtis."
Curtis ayağa kalkınca gözümdeki yaşları görüyor. "Nikki'nin nesi var?"
"Kadınsal sorunlar. İyileşecek. Sizinle sonra buluşuruz," diyor Simon.
Ama Curtis ona kulak asmayıp yatağa geliyor. "Sen iyi misin, Nikki?"
Terli alnımdan öperken ne kadar endişeli olduğunu fark edip kollarımı onun o sıska beline doluyorum. Sonra Mel geliyor, ona da sarılıp öpüyorum. "Ben iyiyim, sanırım ilaçlar işe yaramaya başladı. Sistit olmuşum. Çok fazla şarapla içkiden. Galiba şampanya da pek iyi gelmiyor."
Gittiklerinde Simon'la yatağa giriyoruz, ben acıdan, o kokainden, kasılmış ve gergin halde, sırt sırta yatıyoruz.
Sonunda rahatlamaya ve yatağa gömülmeye başlıyorum. Etraftaki hareketten rahatsız olup uyandığımda öğlen olmuş. Simon gelip yatağa oturuyor, elinde bir tepsi var: croissantlar, kahve, portakal suyu, dürüm, taze meyve. "Daha iyice misin?" diye soruyor beni öperek.
"Evet, epey," diyerek gözlerine bakıyorum, ikimiz de suspus oluyoruz.
Bir süre sonra elimi sıkarak konuşmaya başlıyor: "Nikki, dün gece korkunç davrandım," diyor. "Yalnızca içki ya da çilek yüzünden değil, olay yüzündendi. Her şeyin kusursuz olmasını istedim ve tam bir kontrol manyağı, faşist gibi davrandım."
"Bu yeni bir şey değil ki," diye görüş bildiriyorum.
"Bu gece kendimi affettirmek istiyorum, hep beraber Fox Searchlight partisine gitmeden önce," derken yüzü koca bir sırıtışla ikiye bölünüyor. "Müthiş haberlerim var."
Adam parıl parıl parlıyor resmen. Sormam lazım. "Neymiş?"
"Erotik Film Festivali ödülleri için en iyi film dalında aday gösterilmişiz! Bu sabah aradılar!"
"Vay... bu çok... harika," derken duyuyorum kendimi.
"Tabii ki öyle, amına koyayım," diyor Simon neşeyle. "Ayrıca sen, bendeniz ve Curtis, en iyi çıkış yapan sanatçı kategorisinde aday olmuşuz. Kadın oyuncu, yönetmen ve erkek oyuncu olarak."
Koca bir sevinç dalgasının içindeyim, neredeyse tavana sıçrayacağım.
Simon adaylığımızı kutlamak için beni yemeğe çıkarıyor. "Yalnızca Cannes'daki değil, Fransa'daki en iyi lokantalardan biri. Ve tabii ki bu, dünyadaki en iyi lokanta olduğu anlamına geliyor."
Üzerimde parıltılı, bezelye yeşili, Prada bir elbise ve ayaklarımda yüksek topuklu Gucci ayakkabılar var. Saçlarımı topuz yapıp aksesuar olarak bir çift küçük altın küpe, bir kolye ve birkaç bilezik kullanıyorum. Simon pamuklu kumaştan sarı bir takım elbiseyle beyaz gömlek giymiş, bana bakarak başını iki yana sallıyor. "İnsan kadınsılığın ne demek olduğunu sana bakınca anlıyor," diyor hayranlıktan dili tutulmuş gibi.
Dün gece aynı şeyi Fox Searchlight'a da söyledin mi diye sormak istesem de çenemi tutuyorum çünkü bu ânın büyüsünü bozmak istemem. Buradayız, şimdi ve bunun sonsuza kadar böyle sürmeyeceğini biliyorum.
Aşçılığın yüksek sanat düzeyine çıkartılarak yüceltildiği küçük bir Provence lokantası; her şey mükemmel. Amuse-bouches'dan muhteşem bir homard bleu'ye, suc lies de truffe noire et basilic pilé'e, mürekkepli bir trüf sosuyla kaplanmış demi-deuil piliç göğsüne ve piéce de résistance'a, yani çıtır yeşil salatayı kaplayan o trüf dağına kadar. Harika.
Tatlı olarak yanında cömert bir sıvı çikolata fincanı ve içine batırmak için brioche ile birlikte gelen coffee-chocolate coupe glacee seçiyorum. Bütün bunlar bir şişe şampanya, yani 'Cristal' Louis Roederer, bir Clos du Bois Chardonnay ve iki büyük Remi Martin konyakla birlikte mideye indiriliyor.
Kendimizden geçmiş bir halde, kafasını gözünü yararak, peltek peltek, baştan çıkartıcı bir Fransızca ile konuşurken Simon'ın cebi çalıyor, yeşil olan. Telefonları hiçbir zaman kapatamama huyu çok sinirime dokunuyor. "Alo?"
Yaşadığımız ânın içine edilmiş olmasından bayağı bir rahatsız olarak, "Kimmiş?" diye tıslıyorum.
Simon eliyle ahizeyi kapatıyor. Bir an için endişeli görünüyor, sonra gülümsemeye başlıyor. "Francois. Leith'deki poker okuluyla ilgili en son havadisleri veriyor. Ajandamı iki kere işaretlemeyi nasıl da unutmuşum." Telefonda konuşurken, sesi gayet sakin. "Ben Fransa'dayım, Frank, Cannes Film Festivali'ne geldim."
Öbür taraftan keskin bir vızıltı duyuluyor. Simon telefonu kulağından uzakta tutuyor. Sonra bana göz kırpıp öbür eliyle kulağını tıkayarak bağırmaya başlıyor: "Frank? Orada mısın? Alo?"
Eliyle ahizeyi kapatıp kıkırdıyor: "Francois küplere bindi. Cannes Film Festivali'yle poker okulunun çakıştığını unutacağıma her zaman güvenebilirsin. Hemen helikopter kiralayıp Leith'e gitmem lazım," diye kıs kıs gülerken omuzları titriyor ve artık ben de gülmeye başlıyorum. "Hâlâ orada mısın, Frank?" diye bağırıyor telefona. Sonra tırnaklarını ahizenin deliklerine sürtüyor. "Seni duyamıyorum, hat çok kötü. Ben seni sonra ararım," deyip telefonu kapıyor. "Öyle denyo bir herif ki ondan nefret bile edemiyorsun. Nefret ötesi bir durum," diyor hayranlıkla. "Bu adam sevginin de nefretin de ötesinde... o yalnızca... var."
Sonra masanın üzerinden elimi tutuyor. "Öyle bir adamla senin gibi birisi nasıl olur da aynı dünyada var olabilir? Dünya gezegeni böyle bir insan çeşitliliğini nasıl yaratmış acaba?"
Tekrar birbirimizin içine düşüyoruz. Simon arada bir o kibirli, dondurucu bakışlarını salonda gezdirmeyi ihmal etmiyor ama daha çok iki suç ortağı gibi gözlerimizle yiyişiyor, ruhlarımızla dans edip oynuyoruz. Böyle bir yakınlık yaşadıktan sonra sikişmek tam tersi etki yaratır. Neredeyse.
"Ötekilerle buluşmadan önce otele uğrayacak vaktimiz var mı?" diye soruyorum.
"Ben yaratırım," diyerek cebini sallıyor Simon.
Tuvalete gidip parmaklarımı boğazıma sokuyorum, yediklerimi çıkarıp gargara yapıyorum. Yemek harikaydı ama gerçekten sindiremeyeceğim kadar besleyici ve şişmanlatıcı. Birçok modern, zeki ve düşünen kadın gibi ben de Jung'cuyum ama Freud bir konuda haklıydı, o da şişman insanlardan nefret edişi. Herhalde mutlu ve uyumlu oldukları, cebini sıska nevrotikler kadar iyi dolduramadıkları için. Ama şimdi, şu anda, mutluyum. Hem pastamı yiyip eğlendim hem de bana zarar vermeden kusup içimden çıkardım işte.
İçeriye döndüğümde bir olay yaşanıyor ve gitgide artan bir huzursuzluk içinde olayın tam da bizim masada cereyan ettiğini görüyorum.
"Bu kartın limiti dolmuş olamaz, kesinlikle mümkün değil, amına koyayım," diye bağırıyor Simon. Yüzü içkiden ve herhalde kokainden kıpkırmızı.
"Ama lütfen, Mösyö..."
"BENİ ANLADIĞINIZI SANMIYORUM! BU KESİNLİKLE MÜMKÜN DEĞİL DEDİM!"
"Fakat Mösyö, lütfen..."
Simon'ın sesi hafif bir tıslamaya dönüşüyor. "Bana Mösyö deyip durma, fraklı amcık seni! Burada Cruise'u istiyor musunuz? Di Caprio'nun burada yemesini istiyor musunuz? Yarın burada Billy Bob Thornton'la buluşup büyük bir projeyi konuşacaktık, amına koyayım..."
"Simon!" diye sesleniyorum, "Neler oluyor?"
"Kusura bakmayın... tamam, tamam. Bir yanlışlık olmuştur. Bunu deneyin." Anında ortadan kaybolan başka bir kart veriyor. Komilerin fazlasıyla üzgün görünmelerine rağmen, Simon kendini beğenmiş, asla yanılmayan bir adam gibi davranmaya devam ediyor ve bahşiş bırakmayı reddetmekle kalmıyor, ayrılırken bir de dönüp bütün salona bağırıyor: "JE NE REVIENDRAI PAS!"[63]
Dışarı çıktığımızda, bütün bu olanları sinir bozucu bulmakla eğlenceli bulmak arasında bocalıyorum. Hâlâ çok yükseklerde olduğum için ikincisinde karar kılıp sarhoş ve sinirli kıkırtılara boğuluyorum.
Simon ters ters baktıktan sonra başını iki yana sallayarak gülmeye başlıyor. "Bu çok saçmaydı, Bananazurri'ye ait şirket kartıyla ödeme yapacaktım. O hesapta tonla para var. Bir-altı-dokuz-sıfır işinden gelen bütün para orada, bir tek Rents'le ikimiz para çekebiliriz ve o da Amsterdam'da..." Bir an ölü gibi kaskatı kesiliyor, gözlerinden soğuk bir panik dalgası geçiyor. "Eğer. O. Amcık."
"Paranoyaklaşma Simon," diyerek gülüyorum, "Mark planlandığı gibi yarın burada olacak. Hadi gidelim," diye fısıldıyorum kulağına, "ve sevişelim."
"Sevişelim mi! Sevişelim mi, amına koyayım? Salça kafalı bir amcığın ter dökerek kazandığım her şeyi benden alması olasılığına rağmen, ha?"
"Salaklaşma..." diye rica ediyorum.
Simon kendini kontrol etmek ve güç kazanmak ister gibi kollarını geriyor. "Okey... okey... aptallık ediyorum herhalde. Ne diyeceğim bak, sen otele dön, bana kendime gelmem ve birkaç telefon görüşmesi yapmam için on beş dakika zaman ver."
Kaşlarımı çatıp somurtsam da yerinden kıpırdamıyor. Gidiyorum, istemeye istemeye otel odasına dönüp bir içki koyuyorum ve orospu çocuğunu plajda Fox Searchlight kaltağıyla birlikte hayal ediyorum.
Döndüğünde sakinleşmiş, morali yerinde. "Mark'la konuştun herhalde?"
"Hayır ama Dianne'le konuştum. Az önce onu Amsterdam'dan aramış. Bu gece tekrar arayacakmış. Hemen beni aratmasını söyledim," diye anlattıktan sonra yalvarmaya başlıyor: "Özür dilerim bebek, hemen üstüne atladım. Çilek yüzünden oldu..."
Yanına gidip taşaklarını sıkıyorum ve kumaşın altında sikinin sertleştiğini hissediyorum. Yüzünde kocaman bir gülücük beliriyor. "Seni siktiğimin sapık ineği," diyerek gülüyor. Üstümde şimdi ve içimde ve deliler gibi sevişiyoruz, ilk birkaç seferinden bile daha iyi.
Daha sonra, Mel ve Curt'le randevulaşıp Fox Searchlight partisine gidiyoruz. İlk başlarda bayağı sıkıcı ama çok iyi bir DJ havayı canlandırıyor ve keyfimiz yerine geliyor. Bittiğinde bir motora binip Private gemisindeki büyük partiye katılıyoruz; Akdeniz'e demirlenmiş, eski bir seyahat gemisinden bozma yeni bir film stüdyosu. Bangıdı bangıdı, ciks Eurotechno çalan, bedava içkili bir porno starları partisi. Simon tabii ki tam bir sinir küpü, telefondan devamlı Mark'a ulaşmaya uğraşıyor. İşi gırgıra vurma derdinde: "Bu müzikle de götten sikilmek istemezsen, bir daha hiç istemezsin Nikki."
"Haklısın," diyorum, "istemem."
Mel, Curtis ve ben dans pistinde eğleniyoruz. Curt arada bir kaybolup yüzünde kocaman bir gülücük, peşinde ruh hastası bir yıldız adayıyla tekrar ortaya çıkıyor. Mel'le ikimize aralarında Lars Lavish ve Miz'in de bulunduğu türlü erkek asılıyor ama biz skandal derecesinde flörtöz davranarak, gösterip vermeyerek hepsini geri püskürtüp adamların üzerindeki gücümüzün tadını çıkarıyoruz. Bir ara bir tuvalete girip sevişerek karşılıklı orgazma ulaşıyoruz ve karşımızda bir kamera olmadan ikinci kez bu kadar yakınlaşıyoruz.
Tellenmiş ama doyuma ulaşmış halde, birbirimize sırıtıp durarak güverteye döndüğümüzde Simon'ı yine elinde telefon, Mark'a ulaşmaya çalışırken buluyoruz. Motorlar gelmeye, tekne kalabalıklaşmaya devam ediyor. Göz ucuyla sıskacık, uzun sarı saçlı bir kız görüyorum; bunda bir şey yok ama kızla konuşan adamın sesi dönüp bir kez daha bakmama neden oluyor. Simon bile şok içinde telefonunu kapıyor. "...evet, insanlar fışkırtma sahnelerinde çok fışkırttığım için bana Juice Terry dendiğini zannediyo. Ama diil, bu isim benim maden suyu dağıttığım günlerden kalma, siz Amerikalıların deyimiyle soda, teknik olarak da gazlandırılmış su, ha ha. Baksana bebek, aşşağı inip gemiyi keşfedelim mi? Belki bikaç şey daha keşfederiz!"
"Lawson!" diye bağırıyor Simon.
"Sicky!" diye kükrüyor Terry, sonra Mel'le ikimizi görüyor, "Nikki! Yihhuu! Mel! N'abers millet!" Yanındaki arkadaşına dönüyor. "Bu Carla, film işinde çalışıyor, San Fernando vadisinden. Oynadığım filmin adı ne demiştin, bebek?"
Sarışın kız Amerikan aksanıyla, "Am Şehri'nde Bir Götçü," deyip otuz iki dişini birden göstererek sırıtıyor.
Terry, "Evet, Birrell buraya geliyodu, küçük Birrell yani. Bana sevgilisiyle Nice'de buluşucağını söyledi, ben de peşine takılıp geldim. Trenle buraya gelip porno film festivalinin çadırını buldum. Amcıklara Yedi Sikiş'ten Juice Terry olduğumu söyleyince bana geçiş kartı verdiler," diyerek üzerinde ÖZEL EROTİK FİLMLER, "JUICE" TERRY LAWSON, OYUNCU yazan turuncu bir rozet gösteriyor. "Edinburgh'a dönüp West End'deki Sürtükmahalle'ye göğsümde bunla girmek için sabırsızlanıyorum."
"Gelebilmene sevindim," diyor Simon kısaca, "bir saniye," deyip sancağa doğru giderek yeşil cebinden bir numara tuşluyor.
Terry önce benim, sonra Mel'in götünü avuçladıktan sonra yaramaz yaramaz göz kırpıp Carla'yla beraber ortadan kayboluyor; kız Curtis'in sikiyle Terry'ninkini karıştırmış herhalde. "Hayal kırıklığına uğrayacak," diye gülüyor Mel, "ama çok da diil."
Bu Eurotechno o kadar zıplatıcı bir müzik ki keşke ex olsaydı diye düşünüyorum ama normalde çok kimyasal takılmam. Bir süre sonra, Simon alt üst olmuş vaziyette, yeni bir bültenle çıkageliyor. "Renton yok, yolda herhalde ama dört göz Lauren'cık Dianne'in gittiğini söyledi. Ya da ben öyle anladım. O küçük sürtük gıcıklık ediyor, benimle konuşmuyor Nikki. Bir de sen arasana," diyor bu sefer beyaz cebini bana uzatarak. "Lütfen," diye zorluyor.
Lauren'ı arayıp birkaç dakika konuşuyorum, sağlığını falan soruyorum. Sonra Dianne'i soruyorum. Kapatıp Simon'a dönüyorum: "Dianne bir iki günlüğüne annesinin yanına gitmiş. Kendisini pek iyi hissetmiyormuş."
"Annesinin telefonu kaç? Dianne'le konuşmam lazım!"
"Simon, lütfen biraz sakin olur musun? Mark'ı yarın göreceksin zaten? Otelde? Bunu dünyada kaçırmaz!" diyerek yeniden Mel'le birlikte dans etmeye başlıyorum.
Ama Simon kafasını sallıyor, söylediklerimin tek kelimesini bile dinlememiş. "Yo... yo..." diye homurdanıp yumruğunu avucuna geçiriyor ve, "Renton amcığı... tamam, seni amcık, benden bu kadar!" deyip yeşil cep telefonunu çıkarıyor.
"Şimdi kimi arıyorsun?"
"Begbie'yi."
Melanie hayretler içinde bana bakıyor. "Niye Begbie'yi yeşil cepten, Lauren'ı beyaz cepten arıyo?"
Nedenini bir seferinde anlatmıştı ama bazı şeylerden bahsetmemek daha iyi. Arkasında kırmızı gün batımı, sabırsızlık içinde bir çeşit tirad dinliyor Simon. Sonunda telefona bağırmaya başlıyor: "Boş ver bu siktiğimin saçmalıklarını şimdi. Renton geri geldi. Burada! Edinburgh'da!"
Kısa bir sessizlik ve Simon'ın yüzünde duyduklarına inanamıyormuş gibi bir ifade. "Ne? Yolun karşısında mı? Nasıl yani... yakala onu Franco! KAÇMASINA İZİN VERME! ONDA PARAM VAR BENİM AMINA KOYİİM!"
Elindeki telefona bakıp deli gibi sallamaya başlıyor: "SİKTİĞİMİN KUŞ BEYİNLİ AMCIĞI!"
Miz'le Lars Lavish yanımıza geliyor. Miz yavaşça Simon'ın kolundan tutuyor. "Biliyor musun Simon, düşündük de..."
Dehşet içinde Simon'ın dönüp suratının ortasına hızla kafa atışını ve zavallı Miz'in üstüne çıkıp vurarak bağırışını izliyorum. "SİZİ HOLLANDALI AMCIKLAR, PARAMI ÇALDINIZ, SİZİ PİSLİK HOMOSEKSÜEL TURUNCU KAFALI AMCIKLAR..."
Simon'ı Miz'den ayırıp zaptedebilmek için hepimizin çabası artı yarım düzine İsveçli fedai gerekiyor. Onlar Simon'ı bir motora doğru iterken Terry güverteye dönmüş, gülüyor. "Bu gemide polis olmadığı için şanslısın," diye bağırıyor fedailerden biri Simon'a ve onun arkasından hep birlikte motora biniyoruz; ben, Curtis, Mel, iki kız, Terry ve Carla. Terry dikkatle motora atlarken geveze İsveçlinin yüzüne çaktırmadan bir tane geçiriveriyor. "Hadi gel bakalım, amcık herif seni," diyerek çocuğu motora davet ediyor. Çocuk küsmüş gibi, ağladı ağlayacak halde çenesini ovuştururken motor gemiden ayrılıyor. Sahile doğru giderken çıldırmış gibi görünen Miz'in bağırdığını duyuyoruz: "Adam delirmiş! Kafayı yemiş!"
Terry, Curtis'e bakarak, "Sikin çok işime yaradı abi," diyor ve tek kolunu Carla'ya doluyor. Sonra Curtis'in durumunu görüyor, iki yanında iki kızla oturmuş. "Sana da pek zararı olmadığı belli."
Ben Simon'a bakıyorum; gözleri sımsıkı kapalı, kollarını kendi etrafına sarmış, titreye titreye, nefes nefese bir fısıltıyla, sürekli şunu tekrarlıyor: "...toleranza zero... toleranza zero..."
"Simon, neyin var senin?"
"Umarım Francis Begbie, Mark Renton'ı öldürmüştür. Bunun için dua ediyorum," diyor haç çıkararak.