Eski kankam ve yeni iş ortağımla beraber City Café'de birer içki içiyoruz. Ona iyi haberleri veriyorum. Biraz daha etlenmiş görünen Renton, eline verdiğim mektuba saklayamadığı bir şaşkınlık ve merakla bakıyor. "Bu işi nasıl becerdin anlamıyorum Simon."
"Çalışmalarımızı gösteren bir kaset hazırlayıp yolladım, o kadar," diye anlatıyorum. Amcığın gözlerinden Miz'in nüfuzunu kullandığımı düşündüğü anlaşılıyor. Ne düşünürse düşünsün.
Renton omuz silkip hayranlık dolu bir tebessümle yüzüme bakıyor. "Vallahi, şimdiye kadar senin yöntemlerinle çalıştık ve hiç fena olmadı," diyor mektubu bir kez daha inceleyerek. "Cannes Erotik Film Festivali'nde tam gösterim. Bu bayağı etkileyici bir başarı."
Normalde iltifat ego için pahalı bir parfüm gibidir ama Rent Boy'un dudaklarından döküldüğünde peşinden kaburgalarınıza bir tekme geçmesini beklemeden edemiyorsunuz. Filme www.yedisikish.com isminde bir internet sitesi kurulmasını ve sitedeki içeriğin ne olacağını tartışıyoruz. Ama benim temel amacım elimizde satılacak bir ürün olması. Yani avanağın biri Amsterdam'daki bir depoda oturup kasetleri kutulara koyacak ve Amsterdam'da yapılacak bir sürü işi olduğunu söyleyip duran sadece bir tek kişi tanıyorum.
Çıkıp oraya gidiyoruz ama bir depoda oturup angarya işler yapmak hiç de keyifli olmuyor. Burası berbat, klostrofobik bir yer. Edinburgh'a döndüğümde Port Hamamı'nda biraz zaman geçirmeye ihtiyaç duyuyor ve şöyle bir yutkunup dehşet bir taksi ücreti ödemeyi göze alıyorum. Renton da şehir merkezine kadar benimle gelip gönülsüzce bir onluk atıyor.
Portobello'daki jakuzili banyolarda oturup ılık suların ve fıskiyelerden gelen esaslı yumrukların verdiği hissin keyfini çıkarırken Londra'da geçirdiğim son on yıl boyunca en çok özlediğim şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Ah, Port Hamamı'nın jakuzili banyoları. Üye olmayanlara insanın burada nasıl da transa benzer, lüks dolu bir moda geçtiğini anlatmak mümkün değil; herhangi bir sauna ya da Türk hamamının çok ötesinde bir yer burası. Bu teneke Jules Verne tankı bütün o kadranları, valfları ve hortumlarıyla öyle hoş ve eski usul ki. Gündüzleri buraya gelen ihtiyarlar bir daha çıkmak istemez.
İyi haberleri böyle keyifli bir havadayken duyurmak gerekir diye düşünerek istemeye istemeye çıkıp belime bir havlu doluyorum ve dolabıma gidip cebimi alıyorum. Hatlar bir iç mekan için çok iyi. Aklıma gelen herkesi arayıp Cannes'a seçildiğimiz haberini veriyorum. Nikki sevinç çığlığı atıyor. Birrell on yıllık mahkumiyetinden bir-iki ay eksildi demişim gibi zoraki bir "İyiymiş," diyor. Terry kendinden beklenen tepkiyi veriyor: "Sabırsızlanıyorum. Bütün o Fransız kukuları, bütün züppe piliçler orda olucak."
Leith'e gidip paba uğruyorum. Tam yukarı ofisime çıkıp Bananazurri'ye gelen mesajları kontrol edecekken merdivenlerdeki dönemeçte Morag beni pusuya düşürüyor. Yeni perma yapılmış bir süpürge sapının altındaki o korku dolu çılgın gözler şok içinde durmama neden oluyor. "Mo. Saçlarını yaptırmışsın. Çok yakışmış," diyerek gülümsüyorum.
Mo şu anda neşeli değil, çekiciliğim karşısında tamamen bağışıklık kazanmış gibi görünüyor. "Saçlarımı boş ver şimdi Simon, bugün Evening News'dan bi adam geldi. Senin hakkında bi sürü şey sordu, yukarda film çektiğinden haberim var mıymış, bilmemneymiş."
"Sen ne dedin?"
"Hiçbişi bilmediğimi söyledim," diyor başını iki yana sallayarak.
Morag ispiyoncu değil, bundan eminim. Şok olmuş suratına doğru, "Sağ ol Mo. Buna taciz denir, amına koyayım. O sapık bir daha buraya gelirse bana haber ver. Onu vurdurup evini yaktıracağım," diyorum tükürür gibi.
Tekrar yukarı sıvışmaya çalışıyorum ama ihtiyar inek mölüyor: "Aşşağıda yardıma ihtiyacım var, Simon. Ali hastaneye gitti, şu çocuk yaralanmış."
"Kim, Spud mı?"
"Evet."
"Ne olmuş ki?
"Onlar da bilmiyo ama anladığım kadarıyla bayağı kötü durumdaymış."
Tuhaf ama Murphy için endişelenerek, "Tamam, beş dakka..." diyorum. Artık yakın arkadaş falan değiliz ama o pire torbasına bir zarar gelmesini istemem gene de. Aşağıda kalan ürkmüş surata el sallayarak geri geri merdivenlerden çıkıyorum. "E-postalarıma bakmam lazım..."
"Bir de Paula İspanya'dan aradı, işler nasıl diye sordu. İyi dedim ama o benim arkadaşım, seni böyle korumaya devam edemem, Simon. Paula'ya yalan söyleyemem."
Zınk diye duruyorum. "Nası yani?"
"Valla bira fabrikasındaki şu Bay Cresswell, iyi adamdır, geçen haftaki teslimatın parasını hâlâ alamadığını söylüyo. Onu arayıp halledeceğini söyledim."
Mo'ya cevap vermeden önce biraz düşünüyorum. "Creswell tam bir telaşe müdürü: memur kafalının teki. İşlerin kredi ve nakit akışıyla yürüdüğünü anlayamıyor. Yo, o şık Fountainbridge ofisinde oturmuş gerçek iş dünyasının ne olduğundan haberi varmış gibi yapıyor. Gerçek dünyada bir gün geçirsin hele, nalları diker. Onunla konuşurum," diye sayıp döktükten sonra bardaki görevime başlamadan önce çabucak takviye edici bir çizgi çizmek için ofise çıkıyorum.
Bu akşam herkesi pabda toplantıya çağırdım. Sikim bilir neden, onlara işteki son durumu bildirmek için. Forrester'ı işin dışında tutuyorum, Renton'la ikisi aynı yerde olursa bela çıkar. Tabii ki Renton gelmiyor. Rab ekibiyle birlikte geliyor ve Terry de içeri girer girmez parasını istiyor. Amcıkların hepsi bir anda para manyağı olup çıkmış. Ne zannediyor beni bunlar? Siktiğimin Renton'ı; hepsini cepten aradığına iddiasına girerim, kafalarına bu fikirleri o sokmuştur kesin. "Kusura bakma, Tel, mali kriz yaşanıyor, hatta daha net bir cevap olacaksa hayır diyeyim."
"Yani bu kadar mı, yaptığım iş için hiçbişi almayacak mıyım?"
"Sen kârdan pay almıyorsun Terry," diyorum. "Sikici olarak paranı aldın. Bütün işi yapan benim."
"Anlaşıldı," diyor tedirgin edici bir gülüşle. "Demek işler böle yürüyo, ha?"
Terry'nin hevesi ve enerjisi onu bir noktaya kadar iyi bir yol arkadaşı yaptı. Hırstan yoksun oluşu bu endüstride hiçbir zaman yeri olamayacağını gösterir. Elinden geleni yapıyorsun, onlara öğrenme ve büyüme fırsatı veriyorsun. Gerisi kendilerine kalmış. Ama bunu iyi hazmediyor. Pekâlâ.
"Bir sorunumuz var. Açıkçası Cannes'a hep birlikte gitmemiz mümkün değil, çok masraflı. O yüzden ben, Nikki, Mel ve Curtis gidiyoruz. Yaratıcı ekip. Bir de Rents, ona iş konusunda ihtiyacım var. Geri kalanlar mı? Nerede çokluk durumu."
"Ben zaten gidemem," diyor Rab, "çocuk, dersler falan."
Terry beklenmedik bir şekilde ayağa kalkıp kapıya gidiyor. "Tez," diye sesleniyorum.
Dönüp konuşmaya başlıyor. "Para almayacaksam, Cannes'a da gitmiyosam, beni ne bok yemeye çağırdın buraya?" Doğrusu ben de iyi bir neden bulamıyorum, onun için Terry konuşmaya devam ederken susmayı yeğliyorum. "Zamanımı boşa harcıyosun, amına koyiim. Ben hastaneye gidip Spud'ı görücem," diye hırlayıp çıkıyor.
Rab, "Ben de," deyip Terry'nin peşinden gidiyor. Düşünüyorum, Rab, Spud'ı tanımadığına göre, demek ki ziyaret görevini yerine getirmek için değil, burada kalmaya dayanamadığı için gidiyor.
İşler bu vaziyetteyken Nikki gelip geç kaldığı için özür diliyor. İnsanların çıkışını izliyor. Ona dönüyorum: "Bunları boklu götlerinden sikeyim. Hiçbirine ihtiyacımız yok, zaten hiç olmadı. Kuyruğun köpeği sallamasını bekleyemezsin, artık onların yetersizliklerini örtmekten yoruldum."
Craig gerilmiş görünüyor, Ursula gülüyor, Ronnie sırıtıyor. Nikki, Gina ve Mel bir şeyler daha söylememi bekleyerek bana bakıyor. "Satışlar yapıldıktan sonra her şeyi aramızda halledeceğiz," diye açıklıyorum. "Tamam mı? Ortada paylaşacak bir bok yokken neyi paylaşıyoruz!"
Diğerleri de çıkıyor ama Nikki kalıyor. Rab ve Terry'ye davranış tarzımdan hoşlanmadığı besbelli. Ondan tanıdık bir suçlama geldiğini hissederken içim daralıyor, bu çok kötü çünkü sanırım bu kadına âşığım. Bir şeyler hissediyor ve oradan buradan konuşmaya başlıyor, saunadan ayrılmayı düşündüğünü falan anlatıyor. Fena fikir değil diyorum çünkü bu yerler ucuz tipler tarafından işletilir. Benden biraz para mı kopartmaya çalışıyor acaba diye işkilleniyorum. Sonunda gece buluşmayı kararlaştırıyoruz ve Nikki mesaisi için saunaya gidiyor.
Ekibim küçülmüş görünse de, şu anda Terry gibi namussuz manyaklarla uğraşacak halim yok. Ofise çıkıp manyak bir çizgi eziyorum, çizerken gazeteci bir amcık telefon ediyor. "Simon Williamson'la görüşebilir miyim?"
"Bay Williamson şu anda burada yoklar," diyorum. "Sanırım Jack Kane'de squash oynamaya gitti... ya da Portobello'da."
"Ne zaman döner acaba?
"Şu anda bilemiyorum. Bay Williamson son günlerde biraz meşgul."
"Ben kiminle konuşuyorum?"
"Ben Francis Begbie."
"Bay Williamson'a aradığımı iletirseniz memnun olurum."
"Mesajınızı iletirim ama Simon'ın ne yapacağı pek belli olmaz," derken elli poundluk bir banknotla çileği götürüyorum.
"Lütfen beni arasın. Önemli. Açıklık getirmek istediğim bazı konular var," diye yavşıyor hemen ağdalı ses.
"Benim kirli hapis kuşu sikimi yala," diyorum ve çilek omuriliğimi sıkılaştırırken telefonu kapatıyorum. Güzelliğinin tadını çıkararak gıcır elliliği açıyorum. Para size artık parayı düşünmeme lüksünü sağlıyor. Aptalca ve adice gelebilir ama cebinizde beş kuruş olmasın da görün bakalım, aptallık ve adilik ne demekmiş.
Ama ilk önce, büyük iş beni çağırıyor. Cannes-Cannes yapalım, hadi.