53. "... inikken bile otuz santimden daha uzundu..."

Simon'ın dairesinde uyanıyorum. Evi bok götürüyor ama benim umurumda değil. Öne atılıp onu yakalıyorum, dudaklarımı dudaklarına yapıştırıyorum. Gergin, öne eğilmiyor. "Misafirlerimiz var," diyor. Salona girdiğimizde deri divanda Simon'ın pabından hatırlar gibi olduğum bir çocuk oturuyor. Göz ucuyla hafızanıza kaydolan o silik, çirkinimsi yaratıklardan biri. Şimdi normal bir delikanlı gibi görünüyor: leylek gibi, pis kokulu, sivilceli, ürkek. Ona gülümseyince yüzü al al oluyor, gözleri sulanıyor ve zavallı ufaklık gözlerini benden kaçırıyor.

Birbirimize bakıp dururken neler döndüğünü merak etmeye başlıyorum. Simon hiçbir şey söylemiyor. Sonra kapı tıklatılıyor, açmaya gittiğimde karşımda Mel'le Terry'yi görüyorum. Mel beni öptükten sonra içeri girip Curtis'e sarılıyor ve çocuğun yanına oturuyor. "N'aber Curtis'cim?"

"İyilik," diyor çocuk.

Terry hâlâ çok sessiz. Köşedeki sandalyeye geçiyor.

"Bu Curtis," diyor Simon bana. "Oyuncu olarak bize katılacak." Çocuk zorla gülümsemeye çalışıyor. Bunun bir çeşit şaka olduğunu düşünüyorum. Sonra Simon bir Mel'e, bir bana bakarak açıklamaya çalışıyor: "Bu ümitsiz malzemeyi alıp Leith'in gelmiş geçmiş en ateşli genç aygırını yaratmanızı istiyorum sizden kızlar. Yani, ikinci en ateşli," deyip şakayla karışık kasılarak bir reverans yapıyor.

"O çok iyi bi çocuk," diye kikirdiyor Mel, "Anlarsın ya."

"Göster ona Curt, utanma," diyor Simon mutfağa giderken.

Curtis'in gözleri sulanıyor ve yüzü yeniden kızarıyor. "Hadi, dün bana göstermiştin ama," diye sırıtıyor Mel.

Çocuk pantolonunun fermuarını açarken Mel'e bir bakış atıyorum. Sonra o şeyi pantolonunun içinden çıkarmaya başlıyor ve çıktıkça çıkıyor. İnikken bile otuz santimden uzun, aşağı doğru, neredeyse diz kapaklarına kadar geliyor. Dilim tutuluyor. Daha da önemlisi, genişliği... kendimi büyük sik manyağı olarak görmedim hiç ama... Genç delikanlı gruba girmeye hak kazanmış. Otuz altı santimle nasıl girmesin ki? Çocuk bakir (dün gece Melanie'nin ellerine düşünceye kadar, bahse girerim ki öyleydi,) neredeyse bir ucube ama bizim şov için en uygun adam.

Simon ona daha da büyük görünmesi için gerçek porno yıldızlarının yaptığı gibi kıllarını kesme talimatı veriyor.

Terry, "Sakalını nası tıraş etmiş baksana," diyor. "Aletinin etrafını tıraş etmesi konusunda ona güvenecek misin?"

"Ağzından bal damlıyor, Terry. Dikişler hâlâ duruyor mu?"

Oynayabilmesi için bu çocuğu nasıl açarız diye düşünüyorum ama belli ki Melanie bu konuya el atmış bile.

"Ben tıraş etmene yardımcı olurum," diyor Mel.

İşin bu yönü sorun olmayacak. Simon beni mutfağa çağırıyor. "Mel dün bekâretini bozdu, çocukla o ilgilenecek," diyerek düşüncelerimi doğruluyor. "Bu çocuğu parçalarına ayırmamız lazım," diyor. "Sonra da istediğimiz görüntüyü elde etmek için yeniden birleştirmeliyiz. Yeniden yaratmalıyız pezevengi. Yalnız siktiğimin düzüşme teknikleri değil. Bütün moronlar sikişebilir, istekli bir partneri olan her geri zekâlı cinsel pozisyonları becerebilir," diyerek kapıdan Terry'ye göz ucuyla sinsi bir bakış atıyor. "Tanrım, seks adına kendimizi ne salak durumlara düşürüyoruz. Ama onu baştan aşağı değiştirmemiz, duygusal zekaya sahip bir yaratık haline getirmemiz lazım. Giysiler. Bakış. Hal. Tavır."

Onaylayarak başımı sallıyorum ama daha önce yapılacak işlerimiz var. Ötekilere bizimle pabda buluşmalarını söylüyoruz. Çıkarlarken Simon, Curtis'e paketlenmiş bir kutu uzatıyor. "Hediye, açsana."

Curtis kağıdı yırtınca ortaya cafcaflı, cart sarı saçlı, şişme bir seks bebeği çıkıyor. "İsmi Sylvie," diyor Simon. "Yalnız gecelerinde biraz alıştırma yapman için ama bundan sonra fazla yalnız kalacağını pek zannetmiyorum. Yedi Sikiş'e hoş geldin."

Port Sunshine'a giderlerken zavallı Curtis, Sylvie'yi ne yapacağını bilemiyor. Simon "iş" dediği şeydeki gelişmeleri tartışmak için biraz evde kalmamızı istiyor.

Her iki listeyi de ele geçirmiş durumdayız, ikisi ayrı disketlerde. Rab'in babası ikisini aynı formata getirip karşılıklı kullanımlarını kolaylaştırdı. Merchant City, Clydesdale Bank şubesinde Rangers'a sezonluk bilet alan yüz seksen iki kişinin hesabı varmış. Bu rakamın içinden, yüz otuz yedisinin şifresi 1690. Simon bunu öğrenmeyi nasıl başardı hiçbir fikrim yok, aslında bana sabırla açıkladı, Rab ve Mark da açıkladı ama ben hâlâ anlayamıyorum. McClymont'un İskoç Tarihi ve Kültürü dersine rağmen, İskoç kafa yapısını ve kültürünü anlamanın yakınına bile gelebilmiş değilim. Bu rakamın içinden de seksen altı kişi internet bankacılığını kullanıyormuş.

Önemli olan bilgi bu seksen altı hesaptaki paranın 3.216 poundluk nakit kredi çekme izniyle 42.214 poundluk kredi limiti arasında değişiyor olması. Simon bana Mark'la beraber Clydesdale'in online bankacılık sistemine girdiklerini anlatıyor. 1690 şifresini kullanarak büyük hesaplardan 62.412 pound aldıktan sonra Zürih'teki Swiss Business Bank'ta açtıkları genel hesaba aktardıklarını söylüyor iki çizgi kok yaparken.

"Benim ilacım o değil," diyerek sırt çantamdan çarşaf, ot ve tütün çıkarıyorum.

"Ha, biliyorum. Bunların ikisi de benim için. İki burun deliğim var," diye açıklama yapıyor, "en azından şimdilik. İşte, üç gün sonra da 5.000 pound haricindeki esas para İsviçre'deki Bangue de Zurich'de Bananazzurri Film adına açtığımız prodüksiyon hesabına transfer edilecek."

"Şimdi de kutlamak için paba mı gidiyoruz?"

"Yooo..." diyor Simon, "sermayeyi yaratanlar biziz, sen, ben ve Rents. Bundan haberi olan bir tek üçümüz varız. Sakın kimseye bahsetme," diye uyarıyor, "yoksa hayatımızın geri kalanını kodeste geçiririz. Parayı bu hesaplarda tutacağız, film için gerekenden çok daha fazlası var burada. Ötekilerle sonra buluşuruz. Şimdi sen, ben ve Rents özel bir kutlama yapacağız."

Sevinçli, heyecanlı ve girdiğimiz iş yüzünden bayağı bir tırsmış durumdayım. Mark'la buluşmak için Café Royal Restaurant'a gidiyoruz, istiridye yiyip şişelerce Bollinger içiyoruz. Mark bardaklara şampanya doldurup fısıldıyor: "Çok iyi iş becerdiniz."

"Siz ikiniz de gayet iyi iş çıkardınız," derken çok şaşkınım ama yaptığımız dolandırıcılığın boyutu artık beni gerçekten endişelendiriyor. "Bu bizim işimiz, sadece bizim aramızda," diyorum rica eder gibi, gergin bir sesle. Mark onaylayarak ciddi ciddi başını sallıyor. "Dianne'in de bu konuda hiçbir şey bilmeyeceği anlamına mı geliyor bu?"

"Çok doğru," diyor Mark sıkıntıyla. "İnsanların sağı solu belli olmaz. Ama baksanıza, ya Rab?" diye de ekliyor aniden endişe içinde, "Babasından bilgisayar programları hakkında bilgi aldığına göre bir şeyler anlamış olmalı."

"Rab sorun çıkarmaz," diyor Simon, "ama biraz tutucudur ve işin boyutlarını öğrenirse kıllanabilir. O yalnızca denyonun tekinin kredi kartıyla uğraştığımızı zannediyor. Hizmetlerinin karşılığını da aldı benden. Artık bunlardan bahsetmeyelim," diyerek gülümsüyor, sonra neşeyle bir şarkı söylemeye başlıyor: hiç duymadığım tuhaf bir tekerleme.

Boyne'un yeşil çimenli bayırlarında
Orange'cılar William'a katıldığında
Ve şanlı zaferimiz için çarpıştığında
Boyne'un yeşil çimenli bayırlarında
Orange'cılar sadık ve sözünün eriydiler
Her zaman her durumda
'Teslim olmak yok!'
Savaş çığlıklarımız dinmemeli
ve Tanrı bizden yana...
[54]

"İskoçya'yı seviyorum," diyor Simon şampanyasını yudumlayarak. "Saçma sapan şeylere gerçekten inanan bir sürü kafayı yemiş amcık var burada, para kazanmak öyle kolay ki. Bu Celtic-Rangers FC işi şimdiye kadar uydurulmuş en iyi iş. Moronları soymak için eline ruhsat vermekle kalmıyor, aynı ruhsatla onların çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını da soyma hakkını kazanıyorsun. Bu hak sonsuza dek böyle sürer; Murray, McCann, bu çocuklar ne yaptıklarını biliyorlar cidden de."

Mark bana gülümsüyor, sonra Simon'a dönüyor. "Şimdi artık hepimiz zengin-imsi olduğumuza göre, umarım bu filmin çekimine olan bağlılığında bir eksilme olmamıştır."

"Bir nebze olsun eksilmedi," diye cevaplıyor Simon. "Bu parayla ilgili bir şey değil, Rents, şu anda farkına varıyorum. Bütün göt laleleri para kazanabilir. Para yapacak bir şey yaratmakla ilgili asıl. Kendini ifade etmekle, kendini gerçekleştirmekle, yaşamakla ve ağzında gümüş kaşıkla doğan şımarık zengin amcıklara onların yaptığı her şeyi bizim de, üstelik onlardan daha iyi yapabileceğimizi göstermekle ilgili."

"Hımm," diyor Mark, "buna içilir işte," diye devam ediyor yeni bir şerefe için kadehini kaldırarak.

Simon bana bakıp hiçbir şey söylemeden acıklı bir samimiyet içinde dudaklarını sarkıtıyor. Sonra azarlar gibi konuşuyor: "Parayı çarçur etmek yok, Nikki, kontrolü ele alıyorum. Eğer parasız kalırsan istemen yeterli."

Simon'a güvendiğimden emin olmadığım gibi, Mark'la ikisinin birbirlerine güvendiklerini de pek zannetmiyorum. Ama para veya başka fazlalıklar umurumda değil. Çünkü buna bayılıyorum. Kendimi capcanlı hissediyorum.

"Neyse, yakalanırsak yargıca gözlerini süz ve bir çift varoş iblisi tarafından kandırıldığını söyle. Böylece sen sıyırırsın, Rents'le ikimiz içeri gireriz, değil mi Mark?"

"Tabii ki," diyor Mark, biraz daha şampanya koyarak.

Daha sonra Hanover Sokak'taki Rick's Bar'a gidiyoruz. "Şurdaki Mattias Jack değil mi?" diye iddia ediyor Simon, köşede duran bir çocuğu işaret ederek.

"Olabilir," diyor Mark dalgın dalgın ve bir şişe şampanya daha ısmarlıyor.

Simon'la ben Leith'deki eve gidip geceyi hayvanlar gibi sikişerek tamamlıyoruz. Ertesi gün tatlı bir yorgunluk, kırıklık ve sızı içinde eve dönüp ders çalıştıktan sonra saunaya gidiyorum. Mesaiden döndüğümde Mark bizim evde Dianne'le konuşuyor. Bana şöyle bir selam verip gidiyor.

"Ne iş?"

"O benim eski arkadaşım. Yarın birlikte bir şeyler içeceğiz."

"Eski günleri anmak için, ha?"

Salak salak sırıtıp tek kaşını havaya kaldırıyor Dianne. Kızın yüzü parlıyor. Çoktan düzüşüp düzüşmediklerini merak ediyorum.

Daha sonra Simon, Rab ve ben Niddrie'deki kurgu stüdyosuna gidiyoruz. Buraya daha önce Simon'la gelmiştim. Edinburgh'da böyle yerler olduğunu bilmezdim, aslında hayatımda hiç böyle bir yer görmedim. Vid In The Nid'i işleten çocuk Rab'in holigan çetesiyle maçlara gittiği günlerden eski bir arkadaşı. Bu çocukların çoğu artık girişimci tipler olmuş ve Steve Bywaters denen tip eski bir futbol fanatiğinden çok, bir sosyal hizmet uzmanına benziyor. İş beceri ve kaynakların paylaşımına geldiğinde, bu insanlar masonlar kadar birbirine bağlı görünüyor. "Her şeyimiz var, her şeyi burada yapabiliriz," diyor, tertemiz ve yeniden doğmuş bir Hıristiyan gibi.

Çıkarken Rab, "Çok iyi ya," diyor.

Sick Boy kafasını sallıyor. "Evet ama Dam'da da yapabiliriz. MYY, Rab, unuttun mu?"

"Çok doğru," diyor Rab ama ben Simon'ın aklında başka fikirler olduğundan şüpheleniyorum.