Duştan çıkmışım ve orada durup Katrin'in dünyayı seyredişini izliyorum. Oturma odasının duvarını kaplayan büyük cam kapıları sonuna kadar açıp parmaklıklara dayanmış, kanalın ilerisine bakıyor. Bakışlarının nereye yöneldiğini görebiliyorum, birçok Jordaan kanalını keserek ilerleyen, karşıdaki dar sokağı takip ediyor. Onu rahatsız etmemeye çalışarak, kıpırtısızlığından neredeyse büyülenmiş halde, sessizce arkasından yaklaşıyorum. Omzunun üzerinden tek başına bisiklet sürerek sokakta ilerleyen birisini görüyorum, hız engelinin üstünden geçerken bisikletin üzerinde zıplıyor. Çocukta tanıdık gelen bir şeyler var, bu yoldan çok sık geçen biri olsa gerek. Binaların tepesindeki, mobilyaları dar mekanlara sığdırmak için dışarıda bırakılan kirişlere bakıyorum; ateşkes durumunda silahlarını toplayan iki ordu gibi karşılıklı, sıra sıra dizilmişler.
Serin hava Katrin'in çıplak bacaklarını üşütüyor olmalı. İstediği nedir? İstediği şey her neyse böyle devam edemez. Güneş ışınlarını yüzümde, yüzlerimizde hissederek, belki de böyle olması gerek diyorum.
Konuşmaya çalışıyoruz ama kelimeleri bulmak çölde su aramaya benziyor. İlişkimizi ölüm yollarında sürükledikten sonra gerçek hayata dönmek her seferinde daha uzun zaman alıyor. Artık aramızdaki tek bağ nedensiz kavgalarımız. Acı veren bir suçluluk duygusu ve şefkatle, sevecen bir öfkeyle, incecik ensesinden öpüyorum. Tepki yok. Yanından ayrılıp giyinmek için yatak odasına gidiyorum.
Döndüğümde hâlâ bıraktığım yerde duruyor. Biraz dışarı çıkacağımı söyleyince yine sessizlikle karşılaşıyorum. Sokakta yürüyüp Herengracht'a, oradan Leidseplein'a çıkıyorum ve Vondelpark'ta dolaşıyorum, uyuşturucu falan yapmamış olmama rağmen sinirlerim nedense çok gergin, hatta kendimi bayağı paranoyak hissediyorum. Martin uyuşturucu yapmış olanların, ne kadar normal yaşarlarsa yaşasınlar bazı haftalar kendilerini gene de sıçmış durumda ve paranoyak hissedecekleri gerçeğiyle birlikte yaşamak zorunda olduklarını söyler. İçki içip uyuşturucu kullanırsanız en azından böyle hissetmek için bir nedeniniz olur, oturup acaba deliriyor muyum diye kafayı yemezsiniz. Amsterdam'ın rahat ortamında paranoya Edinburgh'daki kadar ağır yaşanmıyor ama şu anda sanki bütün göt laleleri bana bakıyormuş gibi hissediyorum, sanki sapık bir göt lalesi tarafından gizlice izleniyorum.
Bir süre sonra kulübe gidip ofisi açıyorum. Kız arkadaşınızla aynı odada oturmaya dayanamadığınız için bir pazar günü e-postalarınızı kontrol etmek... Hayat bundan daha ezik hale gelemez: Londra'da olsam daha iyi.
Başka işlerle uğraşmaya başlıyorum; evraklar, faturalar, yazışmalar, telefon konuşmaları ve bok püsür. Sonra bir şok yaşıyorum, büyük, dev bir şok, amına koyayım. Orada öylece oturmuş hesap defterini bankadan gelen hesap özetleriyle karşılaştırıyorum. Yazılı Hollandaca ile ilgili sorunlarım var hâlâ. Ne kadar akıcı konuşursanız konuşun, basılı metni görsel olarak algılamak insana yine de zor gelebiliyor. To ken, bilmek. Hollandalı-İskoç. Koç.
Rekening nummer.
Hesap.
Kapı çalınca korkuyla Martin ortalıkta, kâğıt yığınlarının altında falan kok paketi bırakmış mı diye kontrol ediyorum ama yok, hepsi yanımdaki kasada. Kalkıp Nils ya da Martin'i görmeyi bekleyerek kapıyı açıyorum ve amcığın teki beni içeri itiyor. Vücudum kaskatı kesilirken aklıma tek bir şey geliyor: SOYULUYORUM, AMINA KOYAYIM... Sonra bu düşünce buharlaşarak uçuyor ve karşımda hem tanıdık hem de yabancı gelen bir silüet görüyorum.
Neler olduğunu tam olarak idrak edebilmem biraz zaman alıyor. Beynim gözlerimin yolladığı duyu verilerini tam olarak işleyemiyor sanki.
Çünkü karşımda duran Sick Boy. Simon David Williamson.
Sick Boy.
"Rents," diyor soğuk ve suçlayan bir sesle.
"Si... Simon... bu ne lan... inanamıyorum..."
"Renton. Seninle görecek bir hesabımız var. Paramı istiyorum," diye havlayarak kızışmış bir dişi köpek gören Jack Russell teriyesinin taşakları misali şişmiş gözlerle ofisi inceliyor, "Param nerede, amına koyayım?"
Ben öylece durmuş, zombileşmiş bir halde ne bok diyeceğimi bilemeden ona bakıyorum. Düşünebildiğim tek şey kilo aldığı ve bunun ona tuhaf bir şekilde yakıştığı.
Bana doğru bir adım atıp, "Siktiğimin parası, Renton," diye hırlarken içindeki öfkeyi ve şiddeti hissedebiliyorum.
"Sick... şey, Simon, ben... vereceğim tamam," diyorum. Söyleyecek başka da bir şey bulamıyorum.
"Beş bin, amına koyayım, Renton," diyerek tişörtümün göğsünden yakalıyor.
"Nee?" diye soruyorum hafiften Scooby'leşmiş bir halde, göğsümdeki ele köpek bokuymuş gibi bakarak.
Tepki olarak elini biraz gevşetmeye tenezzül ediyor. "Hepsini hesapladım. Faiz, artı bana mal olan zihinsel gerilimin tazminatı."
Şüpheyle bakarak, hafiften meydan okuyarak omuz silkiyorum. O zamanlar iyi işti ama şimdi ufak sayılır, uyduruk bir cank işine bulaşmış birkaç velettik işte. Seneler boyu kıçımı kolladıktan sonra nasıl da rahatlamışım, hatta bay gelmiş bütün bu işlerden bana, şimdi anlıyorum. O eski paranoya bir tek İskoçya'ya gittiğim o acayip, sinsi aile ziyaretinde tekrarlamıştı ve beni endişelendiren aslında yalnızca Begbie'ydi. Bildiğim kadarıyla hâlâ adam öldürmekten içerde yatıyor. O zamanlar bu olanların Sick Boy'u nasıl etkilemiş olabileceğini şöyle bir düşünmüştüm, o kadar. Garip ama, Spud'a yaptığım gibi ona ve Second Prize'a da paylarını ödemeyi düşünmüştüm, hatta Begbie'ye bile ama bir şekilde hep erteledim. Hayır, onun ne şekilde etkilendiğini hiç düşünmedim ama içimde bir his bana şimdi öğreneceğimi söylüyor.
Sick Boy beni bırakıp ofisin içinde yukarı aşağı dolaşarak arada alnına vurmaya başlıyor. "Sonradan Begbie ile ben uğraşmak zorunda kaldım! Seninle ortak olduğumuzu zannediyordu! Dişimi kaybettim, amına koyayım," diyor tükürür gibi, sonra aniden durup suçlayan bir yüz ifadesiyle bembeyaz ağzındaki altın dişi gösteriyor.
"Begbie'ye neler oldu... Spud'a... Second'a..."
Sick Boy yeniden öfkeyle üzerime atlıyor, topukları üzerinde tepinerek, "O amcıkları boş ver şimdi! Burada benden bahsediyoruz! Benden!" diyor ve yumruğuyla göğsüne vuruyor. Sonra gözleri kocaman açılıyor, sesi yumuşak bir sızlanmaya dönüşüyor. "Ben senin en iyi arkadaşındım. Neden, Mark?" diyor yalvarır gibi, "Neden?"
Bu gösteriye gülmem lazım. Elimde değil, amcık hiç değişmemiş ama bu onu çılgına çeviriyor ve üstüme zıplayınca, o üstte, ben altta yere yığılıyoruz. "SAKIN BANA GÜLMEYE KALKMA, RENTON!" diye haykırıyor yüzüme.
Bu çok kötüydü, amına koyayım, sırtımı incittim ve bu şişko amcık üstümdeyken nefes almakta zorlanıyorum. Gerçekten kilo almış ve şu anda onun altında yere çivilenmiş durumdayım. Sick Boy'un gözleri şiddet dolu, yumruğunu havaya kaldırıyor. Onun beni para için döveceği düşüncesi biraz saçma. İmkânsız değil ama saçma. Şiddetten hiç hoşlanmazdı. İnsanlar değişir. Bazen yaşlandıkça, özellikle de artık treni kaçırdıklarını düşünüyorlarsa giderek çaresizleşirler. Bu benim tanıdığım Sick Boy olmayabilir. Sekiz-dokuz sene uzun zaman. Şiddete karşı zaaf da diğer zaaflarla benzeşiktir belki de: kimileri onu sonradan ediniyordur. Ben dört senelik karate eğitimi sayesinde kendiminkini kontrol altına aldım.
Eskiden Sick Boy'u yenebileceğimi düşünürdüm hep. Okuldayken onu patakladığımı hatırlıyorum, Leith Nehri kenarındaki Fyfe's depolarının yanında. Gerçek bir kavga değildi, yalnızca dövüşmeyi bilmeyen iki çocuk arasındaki bir çanta savaşıydı ama ben daha fazla dayanmıştım ve ondan daha saldırgandım. Çarpışmayı ben kazanmıştım ama savaşı kazanan her zamanki gibi o oldu ve seneler boyunca bana duygu sömürüsü yaptı. En iyi arkadaş yöntemini kullandı: o koca spotları üstüme tuttu ve kendimi karısını döven bir ayyaş gibi hissetmemi sağladı. Şimdiki shotokan karate tekniğimle onu kolayca hareketsiz hale getirebileceğimi biliyorum. Yine de hiçbir şey yapmadan öylece durup suçluluk duygusunun nasıl paralize edici bir güç, içten kırgınlığın nasıl bir enerji kaynağı olduğunu düşünüyorum. Onun canını yakmadan bu durumdan sıyrılmak istiyorum.
Şimdi suratımı yumruklamaya hazır, bunu düşününce gülme tutuyor. Sick Boy da gülmeye başlıyor.
"Ne gülüyorsun?" derken canının sıkıldığı belli ama ona rağmen hâlâ sırıtıyor.
Yüzüne bakıyorum. Biraz gıdısı çıkmış ama cidden hâlâ formunda. Her zamanki gibi kendine baktığı belli. "Kilo almışsın," diyorum.
Bozuldu, "Sen de," diye aşağılayarak somurtuyor. "Benden daha çok almışsın."
"Benimki kas, akıllım. Şişko bir göt olacağını hiç tahmin etmezdim," diyerek gülüyorum.
Aşağı bakıp göbeğini içeri çekiyor. "Benimkiler de kas, amına koyayım," diyor.
Bütün bunların ne kadar saçma ve komik olduğunu görmesi için dua ediyorum şimdi. Çünkü öyle. Halledebiliriz, bir şekil anlaşırız. Hâlâ şoktayım ama şaşkın değilim ve her ne kadar tuhaf gelse de, onu görmek çok güzel. Birgün karşılaşacağımızı biliyordum. "Simon, haydi kalkalım artık. Bana vurmayacağını ikimiz de biliyoruz," diyorum.
Bana bakıyor, yumruğunu tekrar sıkıp sırıtıyor ve o yumruk suratıma indiğinde yıldızları saymaya başlıyorum.