Lauren artık benimle bütün ilişkisini kesmiş durumda, onu hiçbir yerde bulamıyorum. Belki de Stirling'e geri dönmüştür. Olumlu açıdan bakarsak, bu beni önemsediğini gösterir, evet, önemsiyor. Dianne bu konuda rahat, projesi üzerinde çalışıyor. Kalemiyle dişlerine vurarak düşüncelerini anlatıyor: "Lauren çok ateşli bir piliç ama daha çok genç, yakında açılır."
"O gün bir an önce gelse iyi olacak," diyorum. "Onun yüzünden kendimi boktan bir orospu gibi hissediyorum..." Bu kelime beynimde yankılanıyor: dün Bobby ve arkadaşı Jimmy ile yaptığım anlaşmayı hatırlıyorum. Bu gece gitmek için hazırlandığım yeri. Saunadaki iş farklı, ekstraları yapıp yapmamak sana kalmış, tabii en azından otuzbir çekmen bekleniyor ama ben de bundan ileriye gitmiyorum—bu da zayıf masaj tekniğimin sarsak, beceriksiz bir uzantısı sadece. Özellikle Paskalya tatilinin yaklaştığı şu günlerde, bu işe ve oradan kazandığım paraya ihtiyacım var. Ama dışarı çıkarak, birisinin otel odasına giderek, hiç geçmeyeceğimi söylediğim bir sınırın ötesine geçmiş oluyorum. Yalnızca bir içki ve yemek, demişti Jimmy, bunun dışında yapacaklarınız sadece ikinizi ilgilendirir.
Dışarı çıkacağım, hediye paketi gibi sarınmışım, siyah Versace pardösümün altına kırmızı siyah elbisemi giymişim. Dianne'e hissettirmeden sıvışmaya çalışıyorum ama beni görüp ıslık çalıyor. "Sıkı bir randevu, ha?"
Becerebildiğim kadar esrarengiz bir tavırla gülümsüyorum.
"Seni pis, şanslı karı," diyerek gülüyor Dianne.
Sokağa çıkıyor ve topuklularla yürümeye alışkın olmadığım için bir taksi durduruyorum. New Town Hotel'e beş yüz metre kala iniyorum, bir yere öyle birdenbire girmeyi sevmem, girişimin tadını çıkartmayı, ağırdan almayı severim. Otelin çok hoş, on yedinci yüzyıldan kalma, eski bir ön cephesi var ama içerisi baştan aşağı yeniden inşa edilmiş ve ultra-modern. Resepsiyon bölümünde neredeyse yerlere kadar uzanan yüksek pencereler var. Otomatik kapılar bir hışırtıyla açılıyor ve kuyruklu ceket giymiş kapıcı beni selamlıyor. Topuklarımın mermer zeminde çıkardığı tıkırtılarla bara doğru ilerliyorum.
Birini aradığımı çaktırmak istemiyorum, kim olduğunu sormalarından çekiniyorum çünkü adamı tanımıyorum bile. Basklı bir politikacı neye benzer? Böyle durumlarda soğukkanlılığımı koruyamam hiç. Otelin barmeni beni tanıyor, anlıyorum, belki saunada falan görmüştür, yüzünde tedirgin bir tebessüm beliriyor. Ben de ona içten bir tebessüm yollarken içimden duble viskiyi kafaya dikmişim gibi bir alev dalgasının yükseldiğini hissediyorum. Hayır, daha da kötü, kendimi çırılçıplak, hatta kıçına yapışmış bir mini etek ve kalçalarına kadar çıkan çizmeler giymiş sokak lambasının altında bekleyen bir orospu gibi hissediyorum. Ama bu eskortluk dalgası işe yarıyor; adamlar müşterilerini, otelde kalan erkekleri üzmek istemiyorlar. Tek başına çalışan amatör bir fahişe olsaydım çoktan kulağımdan tutup sokağa atmışlardı, yanımda da birkaç aynasız olurdu herhalde.
Müşterim Bask'ın önde gelen milliyetçi politikacılarından biri, buraya İskoç Parlamentosu'nun nasıl çalıştığını görmek için gelmiş güya. Mavi bir takım elbise giyeceği söylenmişti. Barda mavi takım elbiseli iki adam var ve ikisi de bana bakıyor. Biri beyaz saçlı ve bronz tenli, öbürü siyah saçlı ve buğday tenli. Umarım siyah saçlı, daha genç olanıdır ama herhalde ötekidir diye düşünüyorum.
Sonra koluma aniden hafifçe dokunulduğunu hissediyorum. Arkama döndüğümde karşımda kafamdaki İspanyol kavramıyla örtüşen, gözleriyle aynı renk, mavi, açık mavi takım elbise giymiş bir adam buluyorum. Ellili yaşlarında ama kendine iyi bakmış. "Sen Neekey misin?" diye soruyor umut dolu bir sesle.
"Evet," diyorum ve yanaklarımdan öpüyor. "Sen de Severiano olmalısın."
"Ortak bir arkadaşımız var," diyerek gülümseyip porselen dişlerini gözler önüne seriyor.
"Adı neydi ki?" diye sorarken kendimi bir Bond filminin setinde gibi hissediyorum.
"Jeem, Jeem'i bilirsin..."
"Hah, evet, Jim."
Beni doğrudan yukarı götüreceğinden korkmuştum ama içki ısmarlayıp kendinden emin bir tavırla konuşuyor: "Çok güzelsin. Güzel bir İskoç kızısın..."
"Aslında İngilizim," diyorum.
"Öyle mi?" derken hayal kırıklığına uğradığı besbelli.
Tabii ki, o bir Basklı. Onun için siyaseten doğru bir sikiş olmam lazım. "Ama atalarım İskoç ve İrlandalı."
"Evet, kemik yapın Keltlere benziyor," diyerek onaylıyor. Bu kadar Miss Argentina'lık yeter. Biraz sohbet edip içkilerimizi bitirdikten sonra dışarıda bekleyen bir taksiye binerek New Town'ın öteki tarafına kısa bir yolculuk yapıyoruz, yürüyerek en fazla on beş, benim topuklularla belki yirmi dakika sürer. Yüzüme beğeni dolu kaçınılmaz yorumları karşılayacak bir sakarin gülüşü yerleştiriyorum. "Güzel Neeky... çok güzelsin..."
Gidilebilecek en "in" yer olduğuna kanaat getirdiğim bir restoranda yemek yiyoruz. Ben başlangıç olarak bir deniz ürünleri tabağı alıyorum, içinde yaratıcılık harikası limonlu-baharatlı sosla tatlandırılmış kalamar, yengeç, ıstakoz ve karidesler var. Ana yemek nouvell-cuisine tarzı ıspanaklı-sebzeli kuzu rostosu ve tatlı olarak da karamelize edilmiş portakal yatağında bol dondurma yiyorum. Bütün bunları bir şişe Dom Perignon, meyve aromalı ama bayağı ağır bir Chardonnay ve iki büyük brendiyle birlikte götürüyorum. Özür dileyip tuvalete giderek yediğim her şeyi kusuyorum, dişlerimi fırçalıyorum ve biraz magnezyum sütü tableti çiğneyip Listerine'le gargara yapıyorum. Yemek mükemmeldi ama saat yediden sonra hiçbir şeyi sindiremem. Sonra Severiano bir taksi çağırtıyor ve otele dönüyoruz.
Odaya girdiğimizde biraz gerginim ve içkiden hafif çakır keyif olmuş haldeyim, televizyonu açıp Afrika'daki bilindik kıtlık görüntülerini gösteren bir haber programı ya da belgeseli izlemeye başlıyorum. Severiano buz kovasından hediye şarabı alıp iki kadeh şarap koyuyor. Ayakkabılarını çıkartıp yatağa uzanıyor ve kabartılmış yastıklara yaslanıp bana bakarak sırıtıyor; tatlı oğlan çocuğu-bayağı yaşlı sapık arası bir gülüş. Eskiden ne olduğunu ve kısa süre sonra neye dönüşeceğini görebiliyorsunuz. "Yanıma otur, Neekey," diyor pat pat yatağa vurarak.
Bu teklif bir an çok çekici gelse de hemen iş moduna geçiyorum. "Sana masaj yapar, otuzbir çekerim. Bundan fazlasını yapmıyorum."
Üzüntüyle bana bakan o koca Latin gözlerinden neredeyse yaşlar fışkıracak. "Öyle olması gerekiyorsaa..." diyerek fermuarını açmaya başlıyor. Siki yerinde duramayan bir köpek yavrusu gibi dışarı zıplıyor ve yerinde duramayan köpek yavrularının başına neler gelir hepimiz biliriz.
İlk başta çok güzel okşuyorum ama sonra o eski sorun yeniden baş gösteriyor: otuzbir çekmeyi beceremiyorum işte. Gözlerimle onu yerken, üzerindeki gücümün tadını çıkarıyorum. Alev alev yanan gözleri Simon'ın buzlarla dolu gözleriyle tam bir tezat içinde: o reklamda dedikleri gibi, eritmek istediğim buzlar, ama bileğim ağrımaya başlıyor ve durum benim için yeterince tahrik edici değil. Hayır, acayip canım sıkılıyor, amına koyayım. Bu duygu ona da geçiyor ve bozulmuş, üzgün, hatta öfkeli görünüyor. Sünnetsiz sikinin inanılmaz uzun derisinden çıkıp duran meyvenin görüntüsü her nasılsa çok hoşuma gidiyor ve kendime biraz ziyafet çekmek istiyorum. Ona bakarak dudaklarımı yalıyorum ve diyorum ki, "Normalde bunu hiç yapmam ama..."
Basklı adam kendisine yapılan ikramdan dört köşe. "Ah, Neekey...Neekey, bebeğim..."
O andaki yüksek pazarlık üstünlüğümden faydalanarak hemen kârlı bir anlaşma yapıp ağzıma gelebileceğini düşündüğüm sert ve ekşi tada karşı önlem olarak yeteri kadar tükürük salgıladığımdan emin olduktan sonra ağzıma alıyorum. Baştaki deri çok uzun ve ilk birkaç yalamada paslı bir tat gelme ihtimali çok yüksek. Ama ilk yalamada temiz, aklıma İspanyol soğanlarını getiren, keskin bir tat alıyorum—bu yalnızca ırkçı bir çağrışım da olabilir tabii. Otuzbir çekmeyi beceremiyor olabilirim ama ağzıma almayı iyi bilirim: çocukken bile hep oral bir tip olmuşumdur, ilk önce her şeyi ağzıma alırdım falan.
Geleceği zaman anlayıp istekli çükünü ağzımdan çıkarıyorum. İnleyerek ricalar etmeye ve yalvarmaya başlıyor ama yutmuyorum. Beni kopmuş bir halde sımsıkı yakaladığında tecavüze uğrayacağımı düşünerek korku içinde kasılıyor, ne tarz bir şiddetle karşı koyabilirim diye etrafıma bakınıyorum. Sonra yalnızca bir köpek gibi vücuduma sürtündüğünü fark ediyorum, kızgın nefesi kulağımda, çılgınlar gibi İspanyolca bir şeyler sayıklıyor ve elbisemin üstüne boşalıyor.
Tecavüz değil ama gönül rızasıyla olan bir şey de değil, ayrıca kendimi küçük düşürülmüş hissediyorum. Öfkeyle üstümden itince tekrar yatağa kıvrılarak özür üstüne özür dilemeye başlıyor. "Ah, Neekee, çok üzgünüüm... N'olur affet beni..." Sonra ceketine uzanıp affedilmeyi garantilemek için paraları çıkarmaya koyuluyor, ben de ayna duvarlı banyoya gidip bir havluyu ıslatıyor, elbisemdeki akıntıları çıkartmaya uğraşıyorum.
Daha sonra çok şeker davranıyor, yine özürler diliyor. Ben sakinleşince şarabı bitiriyoruz. Biraz sarhoş oluyorum, o da bana sutyenli, külotlu polaroidlerimi çekmek istediğini söylüyor. Parasız öğrenci ayaklarına yatıyorum ve bir miktar nakit daha el değiştiriyor. Ben elbisemi çıkartıp saç kurutma makinesiyle ıslak bölgeyi kurutmaya çalışırken o da fotoğraf makinesini hazırlıyor.
Bana poz verdirip birkaç resim çekerken wonderbra takmış olduğum için şükrediyorum. İlk resimde çok gaddar ve haşin çıktığımı görüp ikincisinde otuz iki dişimi birden göstermeye çalışıyorum. Kemikli diz kapaklarım resimlerde kötü çıkacak diye endişeleniyorum, göbeğimin çıkmaya başladığından da eminim. Onun istekliliği sayesinde paranoyalarım geçiyor ve rahatlayarak şov yapmaya, esnek jimnastik hareketleri sergilemeye başlıyorum. Büyük gaflet, çünkü Severiano yeniden aşka gelip yataktan atlayarak beni öpmeye çalışıyor. Bayağı korkuyorum; yarı çıplak ve daha kırılgan bir konumda olduğumun bilincindeyim. Geri çekilip elimi kaldırınca buz gibi bakışlarım ateşini söndürüyor. "Affet beni, Neekey," diye yalvarıyor. "Tam bir domuzum..."
Giyinip parayı çantama atıyorum ve soğukkanlı, tatlı bir vedayla onu odada bırakıp çıkıyorum.
Alçalmışlık ve memnuniyetin çılgın bir bileşimi birbirine üstünlük sağlamak için içimde savaşırken, koridordan geçerek asansörlere doğru ilerliyorum. Bilinçli olarak parayı ve işin kolaylığını düşünmeye zorluyorum kendimi. Daha iyi hissetmemi sağlıyor.
İçinde bozuk ciltli bir kapıcı ve bagaj yüklü bir el arabasıyla asansör geliyor. Adam sert bir baş hareketiyle beni selamlayınca çene bölgesine yayılan lekeleri görerek içeri sığışıyorum. Sivilce değiller çünkü yüzünün yalnızca bir yarısı böyle. Ya bir kavgaya karışmış ya da sarhoşken yüzünü duvara, kaldırıma falan sürtmüş. Aşağı inerken suçlu bir tebessümle bana bakıyor, ben de ona benzer bir tebessümle karşılık veriyorum. Asansörün kapıları açılıyor ve çıkıyorum; başım hâlâ kazan gibi, ne düşüneceğimi bilemiyorum. Yalnızca o otelden çıkmak, suç mahallinden uzaklaşmak istiyorum.
Lobiden geçerek kapıya doğru yürürken ilerideki cam kapıdan dışarıdaki ıslak kaldırımların sokak lambalarından yansıyan ışıkla parladığını görüyorum. Sonra aniden kapı açılıyor ve içeri girenin kim olduğunu anlayarak bir şok geçiriyorum. Bu benim öğretmenim, amına koyayım, McClymont bu ve yüzünde beni tanıdığını gösteren bir sırıtışla dosdoğru bana doğru geliyor.
Tanrım.
Yüzü bir gazete gibi buruşuyor ve gözlerine pis bir memnuniyet ifadesi doluyor. "Bayan Fuller-Smith..." diyen o sert ama yumuşak ses, bilinç alanımı rendeleyerek içeri sızıyor.
Tanrım. Kalp atışlarımın hızlandığını hissediyorum, topuk seslerim kulaklarımı sağır edecek sanki. Ezici bir his üzerime çörekleniyor; sanki otel girişindeki bütün gözler bana ve McClymont'a kenetlenmiş, bir tablonun orta yerinde çerçevelenmişiz gibi. "Merhaba, ben..." diye konuşmaya çalışıyorum ama öyle bir bakıyor ki, sanki ruhumun derinliklerindeki bütün sırları biliyor. Beni tepeden tırnağa süzerken, şehvet düşkünlüğü ayyuka çıkmış olan abaza öğretmenin gözlerinde bir çelik parıltısı görülüyor. "Birlikte bir içki içelim," diyerek barı işaret ediyor, rica etmekten çok emir verir gibi.
Ne diyeceğimi hiç bilemiyorum. "Ben, şey... olmaz..."
McClymont ağır ağır başını sallıyor. "İçmezsen çok üzülürüm, Nicola," diyerek gözlerini devirince mesajı alıyorum. Artık son ödevimi de verdim ama nedense gene de dediğini yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Çok fazla devamsızlığım var ve isterse bu yüzden beni bırakabilir. Geçemezsem babam harçlığımı keser, bok gibi ortada kalırım. Kendimden nefret ederek bir U dönüşü yapıyorum ve düzgün yürümeye çalışarak bara kadar onu takip ediyorum. McClymont ne içeceğimi sorarken barmen soğuk bakışlarla beni süzüyor.
İşte barda bu pis morukla oturuyorum. Ben burada ne işi olduğunu soramadan aynı soruyu o yöneltiyor. "Erkek arkadaşımı bekliyordum," diyorum, malt viskiyle dolu bardağı dudaklarıma götürerek. Bu Simon'ın tercihi ama McClymont da içki seçimimi takdirle karşıladı. "Ama beni cepten arayıp gecikeceğini söyledi."
"Ah, kötü olmuş," diyor McClymont.
"Peki ya siz? Buraya sık gelir misiniz?" diye soruyorum.
McClymont biraz geriliyor; benim bir öğrenci, bir kadın, kendisinden genç biri ya da üçü birden olduğumu, bu yüzden de soruları soranın kendisi olması gerektiğini düşünüyor herhalde. "İskoçyalılar Cemiyeti'nin toplantısına gitmiştim," diyor havalı havalı. "Eve dönerken yağmura yakalandım ve buraya girip bir içki içmeye karar verdim. Sen buralarda mı oturuyorsun?" diye soruyor.
"Yok, Tolcross'ta, ben... şey..." Göz ucuyla Basklı politikacı Severiano'nun yanında takım elbiseli bir adamla bara girdiğini görerek ürperiyorum. Sırtımı dönüyorum ama takım elbiseli adam, yani Basklı olmayan, dosdoğru yanımıza geliyor. Adam, "Angus!" diye seslenince McClymont arkasına dönüp dostuna gülümsüyor. Adam beni fark edip kaşlarını kaldırıyor. "Peki bu hoş hanım kim?"
"Bu Bayan Nicola Fuller-Smith, Rory, üniversiteden öğrencim. Nicola, bu da Rorry McMaster, kendisi milletvekillerimizdendir."
Kırklı yaşlarındaki ragbi-hastası tipli adamla el sıkışıyorum.
"Neden bize katılmıyorsunuz?" diyor adam, allak bullak olmuş suratıyla bana bakmakta olan Basklıyı işaret ederek.
Karşı koymaya çalışsam da McClymont içkilerimizi bardan alıp masaya taşıyor. Basklıya çarçabuk bir "kusura bakma" sırıtışı yapmaya çalışıyorum ama o sanki oyuna getirilmiş gibi, haşin haşin bana bakmakla meşgul. Üstümdeki elbisenin izin verdiği ölçüde masum görünmeye çalışıyorum. Kendimi DVC kameranın önünde bir yabancıyla sikiştiğim zaman hissedeceğimden çok daha güçsüz ve nesneleştirilmiş hissediyorum burada. "Bu Senior Enrico De Silva, Bilbao'daki bölgesel Bask Parlamentosu'ndan," diyor McMaster. "Bunlar da Angus McClymont ve Nicola... şey, Fuller-Smith'di, değil mi?"
"Evet," diyerek yüzüme uysal bir tebessüm yerleştirirken sandalyenin içinde iyice küçüldüğümü hissediyorum. Enrico; oysa bana isminin Severiano olduğunu söylemişti. Yüzünde hüzünlü bir suç ortağı ifadesiyle bana bakıyor. "Bu genç hanım sizin partneriniz mi?" diye soruyor McClymont'a, hafiften telaşlı bir sesle.
McClymont biraz kızarıyor, kahkaha atmadan önce yüzü bir tebessümle kırışıyor. "Hayır, hayır, Bayan Fuller-Smith benim öğrencilerimden biri."
"Ne okuyor?" diye soruyor Enrico ya da Severiano ya da 'Basklı.'
İçimden bir şeylerin yükseldiğini hissediyorum. Burada siki tuttum işte. Araya giriyorum. "Asıl konum sinema. Ama ek olarak İskoç Kültürü ve Tarihi dersleri de alıyorum. Çok ilgimi çeken konular," derken, daha birkaç dakika önce bu adamın penisini ağzıma aldığımı düşünerek acıyla gülümsüyorum.
İzin isteyip tuvalete gitmek için ayağa kalkıyorum, uzaklaşırken gözlerinin götümde olduğuna eminim, benim hakkımda konuşacaklar ama elimde değil, düşünmek için yalnız kalmaya ihtiyacım var. Kendimi çaresiz hissediyorum ve cepten kimi arayacağımı bilemiyorum. O kadar ümitsiz ve ne yaptığını bilmez bir haldeyim ki Colin'i aramayı bile düşünüyorum ama sonunda Simon'ı aramaya karar veriyorum. "Biraz utanç verici ve de karmaşık bir durum var Simon, New Town'daki Royal Stuart Hotel'deyim. Lütfen bana yardım eder misin?"
Simon bayağı soğuk ve rahatsız olmuş gibi, bir süre sessizlik oluyor ama sonunda konuşuyor: "Mo bir süre bensiz idare edebilir herhalde. Bir lahzada orada olurum," deyip telefonu kapatıyor.
Bir lahzada mı? Bu da ne demek oluyor böyle? Makyajımı tazeleyip saçlarımı fırçaladıktan sonra dışarı çıkıyorum.
Masaya döndüğümde üç adam şehvet dolu bir suç ortaklığı içinde oturmakta. Benden bahsediyorlardı, eminim benden bahsediyorlardı. Özellikle McClymont, bayağı sarhoş. Bir şeyler hakkında, sanırım İskoçya'nın Birlik içindeki önemi hakkında falan, bitmek bilmez bir laf kalabalığından sonra sözünü şöyle bağlıyor: "...işte İngiliz dostlarımız tam da bu noktayı gözden kaçırıyor."
Yaptığı yorumlar sorun değil ama gözünü dikip anlamlı anlamlı bana bakışı beni gıcık ediyor. "Tam olarak anlayamadım. Bu milliyetçi bir görüş mü yoksa birleşmeci mi?"
"Sadece genel bir görüş," diyerek gözlerini kısıyor.
Viski bardağıma uzanıyorum. "Tuhaf ama ben hep 'Kuzey Britanyalı' deyiminin İskoç milliyetçiler tarafından kullanılan, ironik ve alaycı bir ifade olduğunu düşünmüşümdür. Birleşik Krallığın bir parçası olarak kabul edilmek isteyen Birleşmeciler tarafından ortaya atıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım," diyerek benim Basklıya ve milletvekiline bakıyorum. "Demek ki, bu fazlasıyla amaca yönelik bir ifade çünkü kendini 'Güney Britanyalı' olarak tanımlamak hiçbir İngilizin aklına gelmemiştir ve büyük ihtimalle gelmeyecektir de. 'Rule Britannia'nın bir İskoç tarafından yazılmış olması da aynı şey. O kitap hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğiniz bir birleşme için yalvaran bir metin," diyerek üzüntüyle başımı sallıyorum.
"Kesinlikle," diyor milletvekili, "biz de bu yüzden..."
McClymont'a bakarak konuşmaya devam ediyorum. "Ama öte yandan, İskoçya'nın Birlik'ten bağımsızlaşamamış olması da çok üzücü bir olay. Uzun zaman geçti. Yani, İrlanda'nın geldiği noktaya bir bakın."
McClymont çok öfkeli, bir şeyler söyleyecek gibi görünüyor ama ben Simon'ın otele girdiğini görüp ona el sallıyorum. Spor ceketi ve balıkçı yaka kazağıyla çok şık ama ten rengi her nedense daha koyu sanki. Evet, tabii ya, güneş yatağını kullanmış. "Ah, Nikki, bebeğim... geciktiğim için özür dilerim tatlım," diyerek eğilip beni öpüyor. "Rüyalar âlemine yolculuğa hazır mısın?" diye sorduktan sonra ilk kez öteki adamlara bakıyor. Önüne artık yemekler konan şımarık bir kedinin yüz ifadesiyle, isteksiz ama neşter kadar keskin ve çevik hareketlerle teker teker hepsinin elini sıkıyor. Kendinden emin ve konuşkan, durum tamamen kontrolü altında. "Kız arkadaşımın güvenilir ellerde olduğundan eminim."
Öteki ikisi Basklıya bakıyor ve suçlu, tedirgin kıkırtılar duyuluyor. Simon'ın varlığı kendilerini tehdit altında hissetmelerine neden oluyor, hiç çaba harcamadan adamlara gözdağı veriyor Simon. Ama ben kendimi çok fena, aşağılanmış ve uzun süredir ilk defa, ilk otuzbir çekişimden bu yana ilk defa, tam bir orospu gibi hissediyorum. Simon pardösümü tutuyor. Sonunda dışarı çıkabildiğim için çok mutluyum.
Arabaya bindiğimizde ağladığımı fark ediyorum ama fahişelik hissi geçici, çoktan geçti bile. Gözyaşlarımın içten olmadığını, Simon'ın beni eve götürmesini, yatağa atmasını istediğim için ağladığımı biliyorum. Beni avladığını düşünmesini istiyorum ama onu isteyen benim ve şimdi istiyorum. Ama Simon ağlamamdan etkilenmiyor. "Neler oldu?" diye soruyor duygusuzca, arabayı Lothian Caddesi'nden yukarı sürerken.
"Beni biraz kopartan bir durumun ortasında buldum kendimi," diyorum.
Simon biraz düşünüyor, sonra sıkıntıyla, "Olur böyle şeyler," diyor ama ses tonundan onun başına çok sık gelmediğini anlayabiliyorsunuz. Evin önünde durup gökyüzünü seyrediyoruz. Berrak ve sürüyle yıldız var. Bu şehirde hiç bu kadar çok yıldız görmemiştim. Colin beni bir keresinde doğu kıyısına, Coldingham yakınlarındaki bir kulübeye götürmüştü ve gökyüzü silme yıldızla doluydu. Simon yukarılara bakıp konuşuyor: "Üzerimde yıldızlarla dolu gökyüzü ve göğsümde ahlak yasası."[41]
Bu ahlak yasası konusunu açmakla nereye varmak istediğini merak ederek, hayranlık ve şaşkınlık arası bir duyguyla, "Kant..." diyorum. Neler yaptığımı biliyor mu acaba? Ama o, sadece dönüp bana bakmakla yetiniyor ve döndüğünde hafiften bozulmuş gibi görünüyor. Hiçbir şey söylemese de, gözlerinde kışkırtıcı bir bakış var. "En sevdiğim filozofun en sevdiğim sözünü kullandın," diyerek açıklama yapıyorum, "Kant'ın."
"Ah... bunu ben de çok severim," diyor gülerek.
"Felsefe okudun mu? Kant'ı sever misin?" diye soruyorum.
"Biraz," diyor başını sallayarak. Sonra açıklama yapıyor: "Eski İskoç ergenlik geleneği. Önce Smith, sonra Hume okur, oradan Kant gibi Avrupalı düşünürlere geçersin, işte, geleneksel İskoç Merkezci yol."
Sesindeki McClymont'u andıran gururlu ton hafiften sinmeme neden oluyor. Onun düşündüğümden farklı bir insan çıkması olasılığını aklıma getirmek bile istemiyorum. "Yukarı gel de birer kahve içelim. Şarap da içebiliriz."
Simon saatine bakıyor. "Kahve fena olmaz," diyor.
Merdivenlerden çıkarken yardımı için ona tekrar tekrar teşekkür ediyorum ve soru sormasını bekliyorum ama bu konuyu fazla uzatmıyor. Eve girdiğimizde salon kapısının altından ışık geldiğini görünce kalbim duracak gibi oluyor. "Ya Dianne ya da Lauren'dır, birinin uykusu kaçmış olsa gerek," diyerek onu kendi odama doğru itekliyorum. Sandalyeye oturuyor, sonra CD standımı görerek kalkıp albümleri incelemeye başlıyor ama yüzünde duygularını ele vermeyen bir ifade var.
Gidip kahve yapıyorum ve dumanları tüten iki fincanla odaya dönüyorum. Döndüğümde yatağa oturmuş, McClymont'un dersi için okumamız gereken ders kitaplarından birini, Modern İskoç Şiiri kitabımı okuyor. Fincanları halının üstüne koyup yanına oturuyorum. Kitabı bırakıp bana bakarak gülümsüyor.
Onu yiyip yutmak istiyorum ama o gözlerdeki granit soğukluğunda bir şey geri çekilmeme neden oluyor. O gözler içime işliyor, içime bakıyor. Sonra aniden, daha bir saniye önce bu gözlerde göreceğinize inanamayacağınız türden bir sıcaklıkla doluyorlar. Onlardan bana yansıyan ışık öylesine güçlü ki kendimi büyülenmiş gibi, bedensiz, boyutları ve yoğunluğu olmayan bir şey gibi hissediyorum. Tek farkında olduğum içimde ona karşı duyduğum açlık. Sonra bir şey, yabancı bir deyim söylediğini duyuyorum ve iki eliyle birden usulca yüzümü kavrıyor. Biraz öyle kalıp o duygu yüklü, ela gözleriyle beni içtikten sonra öpüyor: alnımdan, sonra yanaklarımdan; güçlü ve yumuşak, eksiksiz, şu anda buluta benzeyen benliğime ürkütücü veriler yollayan öpücükler bunlar.
Vücudumun ve zihnimin birbirinden ayrıldığını, yanımızdaki merkezi ısıtma radyatörüyle birlikte çatırdayarak ortaya çıkarır gibi oldukları gücü hissediyorum. Sırtımı okşadığında kırmızı güller görüyor, kapalı taç yaprakların açıldığına şahit olarak yatağa seriliyorum. İşte tam o anda içime aniden bir irade gücü giriyor ve o beni değiştiriyor; ben de onu değiştirmeliyim diye düşünerek kolumu boynuna dolayıp başını kendime doğru çekiyor, dudaklarımı aralıyorum. Ellerim boynunun etrafında kenetleniyor ve öyle bir hırsla öpüyorum ki dişlerimiz birbirine çarpıyor. Sonra gözlerini, burnunu öpüyorum, yalıyorum; o tuzlu tadı burun deliklerinden üstdudağına kadar takip ettikten sonra yanaklarına ve tekrar ağzına dönüyorum. Başını serbest bırakıp ellerimi vücudunda dolaştırarak üstünü çıkarmaya çalışıyorum ama bana yardımcı olmak için kollarını kaldırmıyor çünkü o da benim elbisemi omuzlarımdan sıyırmakla meşgul. Fakat ben de kollarımı kaldırmıyorum çünkü şimdi tırnaklarım yavaşça sırtındaki kaslara gömülüyor, yani içinden çıkılmaz bir durum, o da benim elbisemi çıkartamıyor. Sonra bir şekilde elbisemin arkasından, usta bir yankesici gibi sutyenimin kopçasını açmayı beceriyor. Vücudumun ön tarafına doğru ilerleyerek elbisemle sutyenimi öyle sert çekiyor ki sırtını bırakmak zorunda kalıyorum çünkü bırakmazsam elbisemin askıları kopacak. Sonra göğüslerimi serbest bırakıp ağır ağır okşamaya, onları yumuşacık, tüylü bir hayvanın bakımını üstlenmiş bir çocuk gibi dikkat ve merakla ellemeye başlıyor.
Bir kez daha gözlerimin derinliklerine bakarken yüzünde ciddi, neredeyse üzgün, düş kırıklığına uğramış bir ifadeyle konuşuyor: "Artık zamanı geldi sanırım."
Sonra ayağa kalkıp üstünü çıkarırken ben de bacaklarımı yataktan sarkıtarak elbisemle külotumu indirip ayağımla uzağa fırlatıyorum. Bacaklarımın arası öyle sıcak zonkluyor ki kıllarımın alev aldığını zannediyorum. Simon'a bakıp pantolonuyla Calvin Klein donundan dışarı çıkışını izlerken kısa bir şok yaşıyorum çünkü sanki penisi yok gibi. Uçup gitmiş! O kısa an boyunca salak gibi onun hadım edilmiş olduğunu bile düşünüyor, bunun sevişme konusundaki çekingenliğini açıkladığını söylüyorum kendi kendime, çünkü siki yok işte! Sonra sikinin olduğunu farkediyorum, ah, evet, kesinlikle var, sadece benim görüş açımdan, sanki dolu bir tabanca gibi dümdüz bana doğrultulmuş olarak görünüyor. Ve onu istiyorum. Onu hemen içimde istiyorum. Ona daha sonra sevişebileceğimizi söylemek zorunda kalmak istemiyorum; seni sonra emerim, sen beni yalarsın, dillersin, vücudumu istediğin gibi keşfedersin ama lütfen şimdi şu işi halledelim, yalnızca sik beni yeter, hemen şimdi, yanıyorum çünkü. Gözlerimin içine bakarak başını sallıyor, bu herif bütün düşüncelerimi okumuş gibi resmen bana başını sallıyor, amına koyayım. Sonra üstümde ve içimde, beni dolduruyor, genişletiyor, direkt merkezime sokuyor ve ittiriyor. Soluğum kesiliyor, sonra alışıyorum ve o daha da sertleşiyor ama sayemde ikimiz de devriliyoruz ve dönüp duran, kıvrılıp bükülen, dövüşen bir kütle haline geliyoruz ve kim yavaşlatıyor bilmiyorum ama yeniden tadını çıkartmaya başlıyoruz, aşkımızın hızı tek başına bir güç gibi dizginleri ele alıp pompalıyor ve bu siktiğimin teke tek savaşında, ama herkes herkese karşıymış gibi görünen bu savaşta yumruklaşmaya başlıyoruz. Bir an ikimizi de aldatmışım gibi hissediyorum, kendimi ve onu; daha çok istediğimi, verebileceğinden daha da fazlasını istediğimi, herhangi birinin hayatım boyunca verebileceğinden daha da fazlasını istediğimi hissediyorum. Sonra bu güç içimden kurtulan, beni kolumdan tutup kendisiyle birlikte sürüklemeden kaçan bir şey gibi fışkırıp akıyor. Gümbür gümbür, kızgın patlamalar halinde doruğa ulaşıyorum ve orgazmım hafiflemeye başladığında bağırarak çığlıklar attığımı fark ediyorum; umarım Lauren ve Dianne duymamışlardır diye düşünüyorum çünkü o çığlıklar çok teşhirci, iğrenç, abartılı geliyor kulağıma. Simon bunu yapması gereken şeyi yapabileceği şeklinde algılıyor ve yüzümü sımsıkı tutup, beni gözlerine bakmaya zorlayarak öyle bir geliyor ki, onun orgazmı benimkinin süresini de uzatıyor. Sonra beni göğsüne çekiyor, bir an için gözünde bir yaş gördüğüme yemin edebilirim. Ama beni sımsıkı tutarak bakmama izin vermiyor, zaten kopmuş durumdayım. Terden sırılsıklam olmuş yatak enkazında uzanıyoruz ve burnumda onun teri, parfümü ve seksin yağlı, kahvaltı benzeri kokusuyla uykuya dalmadan önce tek düşündüğüm, şöyle adamakıllı sikilmenin ne kadar harika bir şey olduğu.