EDİTÖRÜN ÖNSÖZÜ

Fransız Türkolog Edouard Chavannes’ın (Edvard Şavan oku­nur) elinizdeki bu eseri, Liu Mau-tsai’ın tarafımızdan yayınlan­mış olan Çin Kaynaklarına Göre Doğu Türkleri adlı eserinden son­ra, yurt dışında Gök-Türk tarihi üzerine yapılmış en orijinal ça­lışmalardandır. Türkiye içinde ise Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın ça­lışması şüphesiz sahasının en iyilerindendir.

Elinizdeki eserin çevirisini gözden geçirirken, bizi en çok zor­layan konu, hiç şüphesiz çeviriyazım meselesi olmuştur. Bugüne kadar gerek Türkiye’de ve gerekse dünyada Türkologlar eski Türklerle ilgili şahıs isimleri, toponim ve etnonimlerin çeviriyazı-mında ittifaken kabul edilmiş bir yol izlemedikleri için, herkes kendine göre doğru olanı yazmıştır; ama konuya yabancı olan okuyucuların, şayet bu eserlerden birkaçını okumuşlarsa, mutla­ka kafaları karışmıştır. Çünkü aynı hakanın adı Türkçe, Fransız­ca, İngilizce, Almanca ve Rusça metinlerde birbirinden farklı şe­killerde yazılmaktadır. Aynı şey, coğrafi isimler ve etnik adlar için de geçerlidir. Birkaç örnek vermek gerekirse, Fransız Che-koei, İngiliz She-kui, Rus Şeguy, Alman Sche-kuei, Türkler ise bazen She-kui, bazen Şeguy, bazen Şi-koei şeklinde yazmaktadırlar ve belki de değişik dillerdeki çeviriyazımı en kolay teşhis edilebile­cek isimlerden biri budur. Değişik dillerdeki metinlerde hiç tanın­mayacak derecede farklı yazımları olan isimler de vardır ve bun­ların bir çoğu o dillerdeki eski ve yeni okunuşlardan kaynaklan­maktadır. Hiuen-tsung=Hsüan-tsung, yahut Yu-tou-kiun=Ötüken; T’ou-yu-hoen =T’u-yü-hun; Se-ma Ts’ien= Sih-ma Ch’ien= Sse-mo Ch’ien; Se Che-hou= Sih She-hou=Si Cabgu; Che-che=Shih-shih, T’ung-o=Tong-ngo gibi. Bir de Çince işaretlerin çeviri yazımında (‘) işaretinin değişik yerlerde kullanılması gibi yanıltıcı yazışlar var: She-t’u = Sche-tu gibi. Eğer Türk okuyucu yukarıda sayılan dillerin tamamını biliyor ve Türk tarihine de âşina ise, elbette bu söylediklerimiz onun için geçerli değildir.

Fakat bu kitabın çevirisini sunarken, üzerinde özellikle durul­ması gereken husus, günümüzde artık Fransızca çeviriyazımın Türkolojide hemen hemen - en azından ülkemizde,- hiç kullanıl­maz olduğudur. Kısacası İngilizce çeviriyazım Fransızcayı itmiş­tir. Bu durumu göz önünde bulundurarak ve bilhassa son yıllar­da Türkiye’de birkaç Fransız filolojisinin dışında orta dereceli okullarda ve hatta yüksek öğretim kurumlarında Fransızcayı ya­bancı dil olarak okuyan kimsenin kalmadığı gerçeğinden hare­ketle, Chavannes’ın kullandığı transkripsiyonu mecburen ağırlık­lı olarak İngilizce ve Almanca çeviriyazımlardan (Liu-Mau Tsai, Eberhard, Taşağıl, TTK) faydalanmak suretiyle Türk okuyucusu­nun anlıyabileceği ve kafasında istifhamlar oluşmasını önleyecek şekilde vermeye çalıştık. Bir noktada buna mecburduk. Öbür tür­lü, söz gelimi İngilizce çeviriyazımı esas alan eserleri okuyanlar, bu kitapta geçen şahıs ve yer adlarını okurken, “acaba başka bir kişiden veya yerden mi bahsediliyor?” sorusunu sorabilirlerdi.

Yazarın dipnotlarda lüzumsuz yere ve sıkıcı bir şekilde, bkz. filan sayfa, filan no.lu dipnot ve filan satırları (örneğin: bkz. s. 34, n. 6, 17-29. satırlar) gibi pek de gerekli olmayanları tamamıyla attık. Çünkü zaten o sayfalar, dipnot ve satır numaraları Türkçe-siyle uyuşmayacaktı. Ama gerekli olanları mutlaka koruduk ve Türkçe sayfalarla uyarladık. Ayrıca yazarın Türk hakanlarının tahta çıkış sırasını belirtmek için, her geçtiği yerde parantez için­de rakam kullanması da fazla gerekli bir şey olmadığı için, sade­ce ilk geçtiği yerde muhafaza edilmiş, sonrakilerde kaldırılmıştır.

Kitabın sonuna dizinden önce konulan “Düzeltme ve İlave-ler”e gelince, bu düzeltmeleri neden doğrudan metne girdirmedi­ğini anlıyamadık. Belki de kitabın basıldığı dönemdeki teknik imkanlardan dolayı -muhtemelen kitabın ana kısmının baskısı bittikten sonra - bu yola başvurmayı gerekli görmüştür. Ancak biz, okuyucuyu bir o sayfaya, bir bu sayfaya bakma zahmetinden kurtarmak, yahut eline bir kalem alıp ‘düzeltmeleri’ yerine yerleş­tirmekle uğraşma meşakketinden uzak tutmak için, bunların ba­zılarını doğrudan metne [örneğin s. 161’de “.. çok yaşlı olan Su Hai-çeng..” ifadesi yazar tarafından “Askerleri bitkin vaziyette olan Su Hai-çeng.. “ şeklinde düzeltildiği için biz bunu doğrudan metin üzerinde düzeltmeyi uygun gördük] ve dizine yansıttık, bazılarını ise ayrı dipnotlara koyduk. [ ] içinde konulan açıklamaların sorumluluğu tamamen bize aittir ve kesinlikle ya­zarını veya çevirmeni bağlamaz.

***

Olmaz olmaz demeyin!

Mecbur kalmadıkça yayınlanmış bir kitabı tekrar yayınlamak veya bir kitabı yahut yayınevini tenkit etmek gibi bir âdetimiz yoktur; ama bu kitabın daha önce başka bir kişi tarafından yapı­lan çevirisi ve bir yayınevi tarafından yayınlanan baskısını görün­ce, ister istemez aşağıdaki satırları yazma zorunluluğu hissettik. Çünkü ülkemizde özellikle akademik kitap yayıncılığında ciddi­yet ve sorumluluk çoğu kez bir yana atılmış, iş bütünüyle ticare­te ve okuyucuyu aldatmaya dönüşmüştür.

Bu kitap daha önce E. Büyükelçi Metin Sirman tarafından Fransızcadan çevrilmiş, Töre Yayın Grubu tarafından da yayın­lanmıştır. Kitabı elimize alıp şöyle bir karıştırınca, başımızdan aşağı kaynar sular döküldü. Bir kere sayın Metin Sirman, kitabı çevirmeden önce keşke Orta Asya Türk tarihi ve özellikle Gök­Türk tarihiyle ilgili birkaç kitap okusaydı, sanırım o fahiş hatala­ra düşmezdi. Bir de, vaktiyle haberimiz olsaydı, kendisine, mer­hum Nejat Muallimoğlu’nun “Türkçe Bilen Aranıyor” adlı eserin­den bir adet hediye ederdik. Diğer yandan bir dili bilmek, hatta akıcı şekilde konuşmak, o dilin literatürüne vakıf olunmasını ge­rektirmez. Üçüncü olarak çevirmen, çevirdiği kitabın konusu hakkında hiç olmazsa yazar kadar bilgi sahibi olmak zorundadır. Öbür türlü gaf üstüne gaf, hata üstüne hata yapması mukarrerdir. Fakat sadece çevirmen mi suçludur? Onun çevirdiği kitabı yayın­layan ve musahhihle editör arasındaki farkı kavrayamayan yayı­nevlerinin hiç mi suçu yok?

Şimdi size bu enfes (!) çeviriden ve okuyucuya saygısızlığın dünyada bir daha eşi emsali görülmeyecek yayıncılık ciddiyetin­den bazı örnekler vereceğiz. Tesadüfen seçilmiş 95. sayfanın yarı­sının çevirisini ve tarafımızdan yapılan tercümesini karşılıklı ola­rak veriyoruz:

K’i-pi-ko-leng, I-tou-tchen Onu zayıflattığı için diğer boy-mo-ho (Baga) Kağan rütbesine ların büyük bir kısmı Hie-li’ye getirildi ve T’an-han dağında başkaldırdılar ve I’nan’a tâbi yönetim kurdu. Sie-yen-t’o I-che-p’o’ya, Ye-tie Kağan unvanı verildi ve Yen-mu dağını yönet­ti. Daha sonra Tou-kie Che-ko-ei Kağan tekrar kuvvetlendi; bu iki kabile (?!!!) Kağan un­vanından vazgeçti. Gelerek ona tâbi oldu. Hoei-Ho’lar (Uygur­lar), Po-ye Kou’lar (Bayırkur-lar), a-tie’ler, Tong-lolar (Tong-ralar), Pou-kou’lar; Pe-si’ler, Yu-tu-kiun dağlarında oturan doğudaki che-pi Kağana bağ­landılar. Kin-chan (Altayda) bulunan I-che-pou, Batıda Che-hou (Yabgu) Kağana bağ­lıydı. Tcheng-Koan ikinci yılın­da (628) Che-hou (Yabgu) Ka­ğan öldü. Krallığında kırışık­lıklar çıktı. Bunun üzerine, to­runu I-che-po (ki o zamanki adı I-nan’dı) komutanlık yaptığı 70 bin çadırla gelerek Hie-li Ka­ğana bağlandı.

Daha sonra Türklerin gücü azaldı. I-nan tutumunu değişti­rerek Hie-lie’ye hücum etti.

olarak onu başbuğ atadılar. (I-nan) bu unvanı almaya tereddüt etti. Bir yıl sonra (628) Hie-li’ye karşı planlar yapmakta olan T’ai-tsong, You-ki’lerin ge­nerali Kiao chen wang’ı kestir­me yollardan I-nan’a göndere­rek bir kös ve bir arma vererek, bir imparatorluk buyruğu ile, ona Tchen-tchou Pia-kia (bil­ge) Kağan unvanını verdi ...

Şu da aynı sayfanın dipnot­larından:

1- Che cho (Yabgu) unvanı her ne kadar bütün Batı Türk­lerinin başbuğları için kullanı-labilirse de, burada sadece T’ong-che-hou Kağana uygula­nabilir. Çünkü 628 yılında hü­küm süren o idi. Diğer taraftan T’ong-che-hun Kağanın 628 yı­lında öldüğünü söylemek doğ­ru olmaz. Hiuen-stong onu 630 yılı başında bizzat görmüş­tür ... T’ong-che-hou’nun 630 yılında Hiuen-tsong’un ziyare­tinden kısa bir süre sonra..

Bizim çevirimiz:

K’i-pi Ko-leng, İ-wu-çen mo-ho (baga) Kağan seviyesine kotarılarak otağını T’an-han dağına kurdu; Sie-yen-t’o İ-şi-po’ya ise Ye-tie Kağan unvanı verildi. O da otağını Yen-mo dağına kurdu.

T’u-küe hakanı Şe-kui tek­rar güçlenince, bu ikisi kağan unvanını hiçe sayarak, gelip ona itaat arzettiler. Ötüken dağlarında yaşayan Hui-ho (Uygur), Pa-ye-ku (Bayırku), A-tie, T’ong-lo (Tongra), Pu-ku, Pe-si kabileleri, doğudaki Şi-pi Kağan’a bağlandılar; Kin-şan (Altay)da yaşayan İ-şi-po ise batıdaki Şe-hu (yabgu) Ka-ğan’a bağlandı. İkinci çeng-ku-an yılında (628) Şe-hu (yabgu) Kağan öldü; hakanlığında kar­gaşa çıktı. Bunun üzerine İ-şi-po’nun İ-nan adındaki torunu kendine bağlı yetmiş bin çadır­la Hie-li Kağan [Kat İl-han]ın emrine girdi.

Daha sonraları T’u-küeler zayıfladılar. İ-nan, fikrini de­ğiştirerek, Hie-li’ye saldırdı. Hie-li Kağan zayıf düşünce di­ğer boyların büyük bir kısmı başkaldırdı; İ-nan’a tâbi olanlar ise onu başlarına kağan seçti­ler. Fakat İ-nan bu unvanı kul­lanmaya cesaret edemedi. Bir sonraki yıl (628), Hie-li’ye kar­şı bazı planlar hazırlayan T’ai-tsung, yu-kilerin generali Kiao Şi-wang’ı kestirme yollardan bir imparatorluk fermanı, bir davul ve bir tuğ götürerek, İ-nan’a Çen-çu pi-kia (bilge) Ka­ğan unvanı vermesi için gön­derdi.



Yukarıda siyah puntolarla verilen yerlerin tamamı transkripsi­yon hatasıdır. Hiuen-tsang (meşhur seyyah) olması gereken kişi, aynı dipnotun bir yerinde Hiuen-stong, bir yerinde Hiuen-tsong (imparator) olarak yazılmış. Che-hou, bir yerde Che cho (Şe şo okunur) bir yerde T’ong-che-hun, bir yerde T’ong-che-hou ola­rak yazılmış. Mirkhond’un aynı sayfa içinde yazılışlarına bakın: Mirkhond, Mirkhand, Mirhund. Okuyucunun hangisinin doğru olduğunu bulması için müneccim olması gerekir. İ-nan olarak yazılması gereken isim I-nan, bir yerde de I’nan şeklinde. You-ki kelimesi büyük yazılmak suretiyle bir kabile veya boy ismiymiş gibi gösterilmiş, halbuki bu, Çin’de bir askeri birliğin adıdır. “Dağda yönetim kurmak”; “dağı yönetmek” gibi Türkçede hiç karşılaşmadığımız deyişlerle de böylece karşılaşmış olduk. Diğer çeviri hatalarını ise karşı sütundan takip ederek kendiniz de bu­labilirsiniz. Ayrıca Türklerde hiçbir zaman ayna anda iki başbuğ olmamıştır. Her halde yayıncı ‘burada yazılanların doğrusunu bil­meyenler, doğrusunu bilenlerden sorsunlar’ demek istemiş.

İsterseniz birkaç örnek daha verelim. Hemen bir sonraki say­fada Hoei-holar Hai-hoi’ler, Kin-chan King-chan şeklinde yazıl­mış. Sayfa 167’deki dipnottan: Nakhshah ve Nasaf bugünkü Ka-rachi’dir. (Yani Nahşeb ve Nesef günümüzdeki Karşı şehridir de­mek istemiş sayın çevirmen) . Veya Kao sien-tche nehri üçlü kur­ban verdi. (Doğrusu: Kao Sien-çi, nehre üç adet kurban sundu); Tch’o-yüe ırkından ifadesi Ç’u-yüe kabilesinden olmalıydı. Hele şu cümleye bakınız (s. 155): Prensin aile adı Wen’dir. Bu şehir Yue-tche’nin kuzeyinde Ki-lien dağlarındadır. Tchao-ou şehrinde otur­maktaydılar. Türkler tarafından mağlup edildiklerinde Ts’ong-ling dağlarına dayanarak zaman zaman güneye çekildiler. (Bizim çevi­rimiz: Prens ailesinin adı Wen’dir. Bu aile vaktiyle K’i-lien3 dağ­larının kuzeyindeki Çao-wu4 şehrinde yaşayan Yüe-çilerdendir. Yüe-çiler T’u-küe’ler5 tarafından mağlup edildikten sonra arkala­rını Ts’ung-ling dağlarına vererek yavaş yavaş güneye çekildiler). Şu cümleye bakın: Onlar askerlerine güveniyor ve sayıların çoklu­ğuna dayanıyorlardı. Her ne kadar karOnlar ancalar kadar çok sa­yıda toplanmışlarsa da bize mania görevi gördüler..(s. 232). Bir başka inci: Bu arada (Kou) Yuen-tchen, Sou-le’de (Kaşkar) nehrin Palissadee Kalesinde bulunuyordu. Harekete cesaret edemedi (s. 189). (Bizim çevirimiz: O sırada Yüan-çen Kaşgar’da, etrafı ka­zıklarla takviye edilmiş nehir kalesindeydi, yerinden ayrılmaya cesaret edemedi.) Görüldüğü gibi burada “etrafı kazıklarla takvi­ye edilmiş” anlamındaki kelime bir kale ismine çevrilivermiş. Bir inci (!) daha: Sizin şayet gerçekten doğu yönünde bir istilaya giriş­meye niyetiniz yoksa Han’lara (Çin’e) bütün Tou-kou hoen kabile­lerini, eski Ts’ing-nai (Kou kou nor) topraklarını ve böylece Sekin kabilelerini geri verin, bizde size onları T’ou-po’ları (Tibetlileri) ve­ririz ... Onların duygularından ve bağlılıklarından söz konusu et­mek T’ou-po’lardan (Tibetlilerden) bahsettiğimiz şu günde söz konu­su etmek doğru olmaz.” (s. 202) Bizim çevirimiz: Eğer gerçekten doğu yönünden bir işgalde bulunma niyetiniz yoksa, T’u (-ku-) hun kabilelerini ve aynı şekilde Ts’ing-hai (Kuku-nor) bölgesini Han’a (Çin’e) iade edin; buna karşılık biz de Se-kin kabilelerini6 [On Okları] Tibetlilere veririz. ... Tibetlilerin söz konusu olduğu aynı günde onların duygu ve sadakatlerini tartışmak söz konusu bile olamaz.” Bir inci daha: Batı Türklerinin bağımsızlıkları veya ayrı yaşamları İstemi’ye dayandığına göre, yani Türklerin müstakil bir devlet olarak kuruldukları kahramanlık devirlerine göre, biz de olayların açıklamalarını bu çıkış noktasına göre yapmalıyız. Böyle­likle Batı Türklerinin oynadıkları rolü tarihçilerin anlatımına uy­gun bir şekilde daha iyi vurgulayabiliriz. (s.244-245). Bizim çevi­rimiz: Batı Türklerinin bağımsızlıkları değilse bile, dikkat çeken mevcudiyetleri İstemi’ye yani Türklerin otonom bir millet haline geldikleri kahramanlık dönemlerine kadar çıktığına göre, olayla­rın seyrini takip ederek kendimiz de bu çıkış noktasına ulaşabili­riz. Tarihçilerin eserlerinde kaydedilmedi diye, Batı Türk hakan­ları tarihte daha az önemli rol oynamış değillerdir. Bir başka inci: Akschounwar Bizanslı tarihçi Theophane tarafından Epthalanos olarak isimlendirilmektedir Ve bu tarihçi Epthalanos’ların isimleri­ni bu kraldan aldıklarını söylemektedir. (s. 246); Hazar denizinin güney doğusunda bulunan Gurgan, bu ulusa komşu olan Pers İmpa­ratorluğunun kalesidir. Daha güneyde Merw-er-roud’un 23 li doğu­sunda ve belki 55 li de bulunan Talekan şehri, Heftalit İmparatorlu­ğu arasında hudut teşkil ediyordu (s. 247). Bu cümlelerin doğrusu: Bizanslı Theophane’a göre Eftalitler bu adı kralları Eftalanos’dan almışlardır; Hazar Denizi’nin güneydoğu zaviyesindeki Gurgan, İran’ın sınırdaşı olan bu halka ait kalelerden biriydi. Hayli güney­de, doğuda Merv er-rud’a 23 fersah, batıda Belh’e 55 fersah mesa­fedeki Talekan şehri, Pers ve Eftalitler arasında sınırdı. (Pes doğ­rusu! Okuyucuya saygısızlık ancak bu kadar olur!)

Şu cümlede ise yeryüzünde hiç yaşamamış üç halkla karşıla­şacaksınız: Procope (de bello Persico cilt I, sayfa 20) 531 yılına doğ­ru Justinyen’lere (Hemorites) ve onlara birleşmiş olan Ethioprensle-re bir heyet gönderdiler ve Romalılara satmak üzere Hindistan’dan ipek satın almalarını önerdi. Böylece Homiretislerin büyük kazanç­ları olurken Romalılarda da düşmanlarına para ödememe avantajı­na sahip olacaklardı.(s. 258)

Ama biz okuyucuyu hiç yaşamamış bu üç halkla tanışma bah­tiyarlığından mahrum etmek istedik. Çünkü cümlenin doğrusu şöyle:

Procope (de bello Persico, I, 20): Justinien, 531’lerde o sıralar birleşik olan Himyerilerle Etyopyalılara bir elçi göndererek, Et-yopyalıların Hindistan’a gidip ipek satın almalarını ve Bizans’a satmalarını teklif etti. Böylece hem onlar büyük kârlar sağlaya­caklar, hem de Bizans etek dolusu altınlarını düşmanı Perslere kaptırmamış olacaktı.

Bunlar, aradan cımbızla çekilen değil, tesadüfen açılan sayfa­larda rastlanılan hatalardan sadece birkaç örnektir. Elbette hayat­ta eline hiç tarih kitabı almamış bir insandan daha fazlasını bek­lemek haksızlık olurdu.

Kitapta geçen bütün “barbar” kelimeleri Türkler olarak çevril­miş. Halbuki Çin kaynaklarında “barbar” kelimesi hem Türkler, hem Soğdiyanlar, hem Tibetliler ve hem de Çinli olmayan diğer tüm kabileler için kullanılırdı. Çevirmen gördüğü tüm “barbar” kelimelerini “Türkler” diye çevirme hakkını acaba nereden al­mıştır? Üstelik metnin orijinalinde de hiçbir şekilde “barbar” ke­limesiyle Türklerin kastedildiğini gösteren bir ima yok. Bir de metinde Yaxartes (Sir-derya) ile Oxus (Amu-derya) birbirine ka­rıştırılmış.

Daha fazla uzatmak istemiyoruz. Yukarıda bir sayfanın sadece yarısındaki trankripsiyon hatalarını, çeviri yanlışlarını ve ifade bozuklarını, ayrıca birkaç sayfada rastladığımız incileri sunduk. Yayıncının okuyucuya saygısızlığı bu kadarla sınırlı değil. Kitabın kapağına “Yayına Hazırlayanlar: S. Kemal Ermetin & Antropolog Günnur Yücekal” yazılmış. Kitabın antropolojiyle bir ilgisi yok. Dolayısıyla okuyucuya güven vermek için konulmuş bir isimdir bu. Kitabın iç sayfasında ise kitabı inceleyerek, uyarıları ile kat­kıda bulunan kişilerin isimleri verilmiş: Atatürk Üni. Güzel Sa­natlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza Gündoğdu; Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak; Çin/Uygur dili ve tarihi uzmanı Dr. Nimetul-lah Raşidi; Türk dili ve Tarihi araştırmacısı/yazar Dr. Selahi Di­ker; Uni. Of New Hemshire (E) öğretim üyesi Prof. Dr. Musa Yıl­dız. İsimlerinin önünde büyük unvanlar bulunan bu kişilerin ki­tabı okuduklarını veya gördüklerini zannetmiyorum. Çünkü hiç­birisi bu kadar hataya yol koymazdı. Eğer gerçekten görmüşler-se, bu, akademi camiası için ayrıca bir ayıptır. Uyarı ve katkılarıy­la bu hale gelebilen bir eser, acaba hamiyetli uyarı ve katkıları ol­masaydı ne halde olurdu varın siz tasavvur edin!

Eğer biz bu kitaptaki tüm hataları tek tek saymaya kalksaydık, en azından 200 sayfalık bir bölüm ayırmamız gerekirdi.

Yetmişli yıllarda gayet seviyeli ve ciddi tenkit dergileri çıkar; hata yapanlar burnundan tutularak teşhir edilirdi. Şimdi ise tıpkı Türkiye gibi, yayıncılık da çobansız köy durumuna düştü. Türki­ye’de her türden insana açık iki meslek vardır. Biri gazetecilik, di­ğeri yayıncılık. Dağdaki çoban bile üç-beş kuruşu varsa yayınevi açar, üstelik akademik kitap bile yayınlayabilir. Sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz, ama bu kitapta transkripsiyon hataları, çe­viri yanlışları ve bozuk cümlelerin bulunmadığı bir sayfa getiren her kişiye, Selenge yayınlarını set halinde hediye edeceğimizi du­yuruyoruz.





D. Ahsen Batur