DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BATI TÜRKLERİ TARİHİ ÜZERİNE
BİR DENEME
Giriş
Rus bilim adamlarının Orhon sahillerinde gerçekleştirdikleri takdire şayan arkeolojik keşifler ve iki meşhur dilbilimci Radloff ve Thomsen’in eski Türk diliyle yazılı kitabeleri çözmeleri, bir halkın yeniden dirilişinin işareti olmuştur. Koşo-Saydam dikitleri, onların esrarengiz alfabelerinin sırrını açığa çıkarmıştır. Bu dikitler, şimdi Amu-derya’nın kuzeyindeki Demirkapı’dan Mançur-ya’ya kadar yağmacı ordalarını savaşa sürükleyen Türk hakanlarının silik ve muhteşem destanını anlatmakta; savaş atlarının nal izleri henüz Moğolistan bozkırlarında kaybolmadan kendi izleri kaybolan kağanların heybetli figürlerini gölgeden çıkarmaktadır.
Orhon Türkleri şu anda dünya Türklerinin ancak yarısını temsil etmektedirler. Onlar, Batı Türklerinin aksine Kuzey veya Doğu Türkleridir.1 Batı Türkleri, kendileri hakkında henüz bize bir şey anlatmış değiller. Esasen Issık Göl’ün kuzey sahilini çevreleyen dağların şimalindeki Viernoye civarında ele geçirilen birkaç Türk ve Türk-Çin sikkeleri daha şimdiden M. Ed. Drouin tarafından Batı Türklerine atfedilmiş;2 diğer yandan Binbaşı Deane tarafından Swât vadisinde gün ışığına çıkarılan ve Senart, Stein ve Rapson tarafından yayınlanan kitabeler Türkçe yazılmış ve M. G. Huth’un3 hararetli çözme çalışmalarının konusu olmuştur. Fakat bugüne kadar, bazı enteresan bilgiler içeriyor olmakla birlikte, bu abidelerde geçmişin rekonstrüksiyonu için tarihe gerekli kesin malumat bulunamamıştır.
1 “Kuzey T’u-küe’leri” ifadesi Kiu T’ang-şu, “Doğu T’u-küe’leri” tanımlaması ise T’ang-şu’ya aittir.
2 E. Drouin, Sur quelques monnaies turco-chinoises des VI, VII et VlIIe siecles. (Rev. Numismatique, IX, 1891, s. 454-473). Bu bildirinin konusu olan sikkeler, Ermitaj Müzesi’nde bulunmaktadır. Aralarında Batı Türklerine ait olduğu sanılanlar, Arami-Kuşan alfabesindeki harflerin benzerlerini içeren işaretler taşımaktadır. Drouin (age., s.467), haklı olarak bu yazının, en azından St. Julien’in çevirisinde geçen Hsüan-tsang pasajında (Memoires, I/13) Tokmak şehrinden Su-li (= Soğd veya Soğdiyana adının Pehlevice şekli Sûlik) denilen bölgedeki Kie-şuang-na’ya (Keş) kadar uzanan şeritte kullanılan otuz iki harfli alfabe yazısıyla uyuşmadığına dikkat çekmektedir. Marquart (Historische Glossen zu den alttürkischen Inschriften, s. 160) da Hsü-an-tsang’ın gördüğü alfabenin 22 basit işaret, 1 bağlaç ve muhtemelen kısmen noktalama işareti olarak kullanılan üç bilinmeyen işaret içeren Soğd alfabesi hakkında bildiklerimizle uzlaştırılmasının mümkün olmadığını kaydetmektedir. Fakat esasen zorluk yalnızca Julien’in çevirisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Çince metin (Japon Tripitaka baskısı) şu şekildedir: ; bu durumda Julien’in çevirisini tashih ederek şöyle demek gerekir: “Grafik işaretlerinin radikal şekilleri çok fazla değildir ve esasen yirmi harften birazcık fazladır.” Hsüan-tsang’ın müşahedesi böylece tümüyle yerine oturtulacağından Soğd alfabesine uygulanabilir. Hsü-an-tsang Su-li ülkesinde kullanılan yazının dikey okunduğunu belirttiğine göre, yine de mağluk bir nokta kalmaktadır.
3 Georgh Huth, Neun Mahaban Inschriften, Entzifferung; Ubersetzing, Erkârung (Veröffentlichungen aus dem Kön. Museum für Völker-kunde; Supplementheft; Berlin, 1901).
Batı Türkleri, her ne kadar bize milli tarihin ana hatlarıyla ilgili bir şey bırakmamışlarsa da, en azından dolaylı yoldan onlar hakkında bilgi sahibiyiz: Bizanslı tarihçiler onların Konstantino-polis imparatorlarıyla kurdukları diplomatik ilişkilerden bahsetmiş, Araplar ve Ermeniler Pers Sâsânî İmparatorluğu’nun sonu ve İslamın ilk zaferleriyle ilgili eserlerinde onlardan söz etmiş ve en nihayet Çinliler yıllıklarında onlara geniş yer ayırmışlardır.
Bu üç kaynaktan en zengin olan Çince kaynaklar, şu ana kadar yeterince bilinmiyordu. Yalnızca Visdelou’nun Supplement d la Bibliotheque orientale de d’Herbelot ve de Guignes’in LHistoire des Huns veya P Hyacinthe [Yakinef Biçurin]in Rusça eserlerine müracaat etmek zorundaydık. Ayrıca bu eserleri yeniden tashih etmek, tamamen çevirmek ve yol açtıkları coğrafî problemleri mümkün mertebe çözmek de gerekiyordu. İşte, elinizdeki eserin ilk üç bölümünün konusu da bu olmuştur.
Şimdi Batı Türklerinin oynadıkları tarihî rolü birkaç sayfada anlatma düşüncesindeyim, ama hiç bilmediğim Arap ve Ermeni literatürü bilgisi gerektiren böyle bir konuyu derinlemesine inceleme iddiasında olmadığımı da belirtmek isterim.
I. Türklerin Kuzeyli [Doğulu] ve Batılı Olarak Ayrılmasının Sebebi
Eğer Çin vakanüvislerine inanılacak olursa, Türklerin 582 yılı civarında kuzeyli ve batılı olarak ayrılışı meselesi izahat gerektiren bir iddiadır. Şayet nihai bölünüşün yalnızca 582 yılı civarında gerçekleştiği doğru ise, bu durumda Türk halkının henüz oluşum safhasında gizli bir ikilik vardı.
Halkını bağımsızlığa kavuşturup, elde ettiği zaferlerle onun büyük geleceğini hazırlayan ilk Türk prensi, 552’de ölen Tuman adında biriydi. Kardeşi İstemi ise Batı Türklerinin yabgularının atasıydı. Bu yabguların onun soyundan geldiklerini görmek için soy ağaçlarını çıkarmak yeterlidir. Ayrıca, Kiu T’ang-şu’nun ana metni bize İstemi’nin Türklerin ulu hakanının yani T’u-man’ın Batı seferlerine katıldığını, her biri bir kabileyi yöneten on büyük beyi kumanda ettiğini ve onun soyundan gelenlerin nesilden nesile bu on kabile veya boyu bagatur yabgu unvanıyla idare ettiklerini göstermektedir. Demek ki Türkler, daha T’u-man ve İstemi döneminden itibaren ağabey ve kardeş kolu olmak üzere fiilen iki kol oluşturuyorlardı. Unvanlarında yabgu kelimesi bulunan prensler, otomatikman dahilde ulu hakana bağlı idiler ve on kabileyi yönetiyorlardı. Nitekim Batı Türklerini bazen “On Ok Türkleri”, bazen “Yabgu Türkleri” adıyla tanıyoruz. Şu halde T’u-man ve İstemi, Türk halkının iki bölümünün hakanı ve sahip olduğu ünün kaynağı idiler ki, Ko-şo-Saydam kitabelerinin başında Bumin ve İstemi adı altında birlikte anılmalarının sebebi de budur.4
4 Thomsen, Inscriptions, s. 97: “Beni adem üzerinde atalarım Bumin kağan ve İstemi kağan yükselirler.” Şe-ti-mi ile İstemi’nin özdeşleştirilmesi Marquart’a aittir (Historische Glossen, s. 185). Baştaki “i” harfinin düşmesi Çince çeviriyazımlarda bir kuraldır: Şe-ti-mi = İstemi; keza Şe-ti-han = İştikan ve hatta Sai-kia-şen =Işkeşm gibi.
Ancak, her ne kadar Batı ve Kuzey Türkleri henüz VI. Yüzyıl ortalarından itibaren ayrılmışlarsa da, siyasî yönden bölünmelerinin yalnızca 582’de fiilen tamamlandığı bir vakıadır. Bu kopmayı teşvik eden sebepleri ortaya çıkarmak kolay. Bir kere İstemi, iktidarı, 603 yılında dahi tarih sahnesinde gözüktüğüne göre uzun süre iktidarda kalan oğlu Ta-t’u’ya devrederken, 552’de ölen T’u-man, birbiri ardından iktidara gelen K’o-lo (552), Mu-han (553572) ve T’o-po adında üç halef oğul bırakmıştı. T’o-po’nun ölümünden sonra durum oldukça karmaşıktı, çünkü son üç kağanın da oğulları eşit şekilde tahtta hak sahibiydiler. Bunlardan K’o-lo’-nun oğlu Şe-t’u veya Şa-po-lio taht mücadelesinden zaferle çıkmış; Mu-han’ın oğlu Ta-lo-pien veya nam-ı diger A-po, hakkının gaspedildiğine inandığı için yeni prensle didişmekte gecikmemiş, onun saldırısına uğrayınca Batı Türklerinin hakanı Ta-t’u’ya sığınmıştı. Çinliler bu değişiklikleri dikkatle takip ediyorlar, böl-yönet kuralını uygulamak için azami gayret sarfediyorlardı. Olayları tahrik etmek için en uygun anın geldiği kanaatindeydiler; çünkü ajanları, Ta-t’u’nun Kuzey Türklerinin genç hakanı Şa-po-lio’dan gerçekte daha güçlü olduğunu, onun kendisini süzeren olarak tanıması konusundaki baskılarına karşı dişini sıkıp durduğunu, dolayısıyla bu çekişmenin meyvelerini toplamak için onun isyan duygularını tahrik etmenin yeterli olduğunu haber veriyorlardı. Çin hükumeti, önce Ta-t’u’ya kanca attı. Ona kurdu totem olarak gören tüm Türk halkı üzerinde âli otoritenin sembolü durumundaki kurt başlı bir tuğ gönderdi.5 Ayrıca gönderdiği elçilere ona Şa-po-lio’dan daha fazla değer verildiğini göstermeleri tenbihlendi. Bu destekten güç alan Ta-t’u isyan etti ve arkasından imparatorun 584’de Kan-su’ya düzenlediği bir yolculuk esnasında gelip itaat arzetti.6 Daha sonra Ta-t’u aşırı şekilde güçlenip tüm Türk kabileleri üzerinde hakimiyet iddiasında bulununca, bu defa Çinliler ona karşı çıkması için Kuzey Türklerinden başka bir kağanı desteklediler. Böylece düşman kardeşler arasında bizzat kendilerinin icat ettikleri geçimsizlikleri sonuna kadar zinde tutmak için daimi bir denge politikası uyguladılar. Öncelikle bu ayrılığın Türklerin mengü bir imparatorluk kurmasını engelleyen ana sebep olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer bu bölünme olmamış olsaydı, birkaç asır sonraki Moğol hakimiyeti onların gücünün hangi noktaya ulaşağını gösterirdi.
5 Rivayete göre Türk kağanlarının çıktığı A-şi-na ailesi, Hiung-nular-dan bir gencin ilişki kurduğu bir dişi kurttan türemiştir (Julien, Do-cuments, s. 2-3 ve 25-26). Türkler “sancak ve tuğlarının tepesine altın bir kurt başı konduruyorlardı. Hassa birliklerine Çince kurt anlamına gelen fu-li (Türkçe böri) deniliyordu. Böylece dişi kurttan türeyiş inancı muhafaza ediliyordu.” (Pei-şi, XCIX, s. 2 r°) Kao-kü’ler de [Uygurlar] aynı şekilde bir kurtla bir Hun prensesinin birleşmesinden türediklerini söylerlerdi (Pei-şi, XCIX, s. 10, r° ve v°).
6 Sui-şu’nun I. bölümünde da aynı olay anlatılmakta, fakat ayrıca bu olaydan üç gün önce Türklere mensup Su-ni kabilesinden on binden fazla erkek ve kadının imparatora bağlılık bildirmek için geldikleri kaydedilmektedir.
II. Türk imparatorluğunun Kuruluşu.
Juan-juan ve Eftalitlere Karşı Kazanılan Zaferler
Batı Türklerinin bağımsızlıkları değilse bile dikkat çeken mevcudiyetleri İstemi’ye yani Türklerin otonom bir millet haline geldikleri kahramanlık dönemlerine kadar çıktığına göre, olayların seyrini takip ederek kendimiz de bu çıkış noktasına ulaşabiliriz. Tarihçilerin eserlerinde kaydedilmedi diye, Batı Türk hakanları tarihte daha az önemli rol oynamış değillerdir.
Türkler, VI. Yüzyılın birinci yarımında Ju-janlara bağlıydılar. Bu Ju-janlar veya Kuzey Wei imparatoru Şi-tsu’nun (424-451) sürekli hareket halindeki düzensiz böceklere benzeterek Juan-juan adını verdiği bu halk, 400 yılı civarında büyük bir devlet kurmuş, kağanları Şe-lun Uygurlar’ın ataları Kao-küleri mağlup ederek, hakimiyet alanını doğuda Karaşar’dan batıda Kuzey Kore’ye kadar genişletmişti. Kendisi Tun-huang (Şa-çu yakınında) ve Çang-ye’nin (Kan-su’daki Kan-çu) kuzeyinde ikamet ediyordu. VI. Yüzyılın birinci yarımında, 519’da tahta çıkan A-na-kui komutasındaki Juan-juanlar, Kuzey Asya’da hâlâ hakim güç idiler. Kralları A-na-kui’nin amcası P’o-lo-men’in üç kızkardeşiyle evlenmiş bulunan Eftalitlerle müttefiktiler.7
7 Pei-şi, XCVIII, s. 7 r°.
546 yılından biraz önce, bilâhare şanlı bir geleceğe yönelen Uygurların mensup olduğu Tölösler,8 Juan-juanlara saldırmayı planlamışlardı. Küçük boyları Juan-juanlara tâbi olan ve onlara demir döküp veren Türkler, boyunduruktan kurtulmak için bunu bir fırsat bildiler. Reisleri T’u-man, Töleslerin üzerine yürüyerek onları mağlup etti. Elde ettiği zaferle gururlanan T’u-man, 546’da hizmetlerinin mükafaatı olarak bir Juan-juan prensesiyle evlenmek istediyse de, A-na-kui’den şu hakaretâmiz cevabı aldı: “Sen bizim demirci kölemizsin, böyle konuşmaya nasıl cür’et edebilirsin?”9
8 Pek çok boyu doğuda Tola’dan batıda Doğu Roma sınırlarına kadar saçılan Tölös veya Tölesler konusunda bkz. Hirth, Nachworte zer Inschrift des Tonjukuk, s. 37-43. Hirth’in tahlil ettiği Sui-şu metni (LXXXIV) Pei-şi’de (XCIX, s. 8° v-9 r°).
9 Çou-şu, L, s. 1 v°.
Juan-juanlar tarafından öfkelendirilen T’u-man, Kuzey Çin’i aralarında paylaşmış bulunan küçük Tonguz hanedanlarından birinin liderinden hatırı sayılır bir yakınlık gördü ve 551’de Batı Wei hanedanından bir prensesle evlendi. Hemen arkasından kendisine yapılan hakaretin intikamını almak için harekete geçti ve 552’de Juan-juanlara karşı kazandığı zafer kendisini son derece memnun etti. Çünkü Kral A-na-kui üzüntüsünden intihar etmiş, oğlu Anlo-ç’en ise Kuzey Ts’i’lerden yardım istemeye gitmişti.10 555’de Ju-an-juanların son kalıntıları Ç’ang-an’a sığındıklarında, Türkler öyle prestij sahibi olmuşlardı ki, basit bir ricaları üzerine Batı Wei imparatoru mültecileri onlara göndermiş ve sayıları üç bini bulan bu mülteciler başkentin giriş kapısı önünde infaz edilmişlerdi.11
10 Pei-şi, XCIX, s. 1 v°: St. Julien’in çevirisi yanlış olduğu için (Docu-ments, s. 6) reddediyoruz: “A-na-kui, öz oğlu An-lo-şen’i öldürüp, Thsi Krallığı’na kaçtı.”
11 Pei-şi, XCVIII, s. 9 v°.
Juan-juanların ortadan kaldırılması ile Türkler batıda Eftalitler-le komşu oldular ve çok geçmeden onlarla çarpışmaya başladılar.
Çin kaynaklarında ilk başlarda Hua adıyla geçen Eftalitler,12 Wei’lerin Şan-si’nin kuzeyindeki Sang-kan’da oturdukları dönemde, yani 386-494 yılları arasında, Juan-juanlara boyun eğen küçük bir halktı.13 V. Yüzyıl ortalarına doğru Amu-derya havzasında oldukça güçlenen Eftalitler, o tarihten itibaren Pers İmpa-ratorluğu’nun en zorlu düşmanları arasına girdiler. 484’de Efta-lit hükümdarı Akşunwâr,14 savaş meydanında öldürülen Sâsânî hükümdarı Piruz’u mağlup etti. Bizanslı Theophane’a göre Efta-litler bu adı kralları Eftalanos’dan almışlardır.15 Leang tarihi Ye-tai-i-li-t’o adındaki Hua kralının 516 yılında Çin’e bir büyükelçi gönderdiğini kaydederken, T’ang-şu’da şu satırları okuyoruz: “Ye-ta, kralın soy adı idi. Daha sonra onun soyundan gelenler bu ismi krallık adı olarak kullandılar.” Bu üç bilgi birbiriyle ör-tüşmekte, Eftalit adlandırmasının neden yalnızca V. Yüzyıl sonlarına doğru, soy adı Heftal veya Hetailit olması gereken muzaffer Akşunwâr’ın hükümranlığını müteakiben ortaya çıktığını izah etmektedir.
12 Eftalitler konusunda Bkz. Memoire sur les Huns Ephthalites dans leurs rapports avec les rois Perses Sassanides (Ext. du Museon, 1895). -Uzun süredir yaptığı araştırmalarla mütehassısı olduğu bir konu üzerinde bana bibliyografik bilgilerin tamamını sağlayan M. Dro-uin’e burada teşekkür ediyorum.
13 Leang-şu, LIV, s. 13 v°: Wei’ler, Şan-si’deki Ta-t’ung fu’nun doğusunda Sang-kan nehrinin yukarı akımlarındaki Tai’da bir asırdır yaşayan bir Tunguz hanedanıydı. Bu hanedana mensup prensler, T’o-pa soy adını kullanıyorlardı. 494’de başkentlerini Lo-yang’a (Ho-nan fu) taşıyıp da Çin kültürünün etkisi altına girdikten sonra 496’de soy adlarını “ilkel” anlamına gelen “yüan” kelimesiyle değiştirdiler. Çünkü onlara göre kuzey dilinde T’o-pa “yer yüzü prensi” demekti ve toprak da “ilkel” unsurdu. (Wei-şu, I, s. 1 r° ve VII, b, s. 8 v°).
Eftalit İmparatorluğu’nun sınırları 500 yılı civarında nerelere dayanıyordu? Hazar Denizi’nin güneydoğu zaviyesindeki Gurgan, İran’ın sınırdaşı olan bu halka ait kalelerden biriydi.16 Hayli güneyde, doğuda Merv-er-Rud’a 23 fersah, batıda Belh’e 55 fersah mesafedeki Talekan şehri, Pers ve Eftalitler arasında sınırdı.17 Mirkhond’a göre Eftalitler Toharistan, Kabulistan ve Çaganiyan’ı ellerinde bulunduruyorlardı.18 Bu son husus, Soğdiyanların Türklerin hakimiyetine girmeden önce Eftalitleri metbû tanıdıklarını belirten Menandre tarafından teyit edilmiştir. Taberi, Eftalitler’in hakimiyeti altında bulunan belli başlı bir çok bölge arasında Belh, Toharistan ve Garçistan’ı zikretmektedir.19 Dineveri, Zabulistan’ı (Gazne bölgesini) Hüsrev’in Eftalitler’den zaptettiği ülkeler arasında göstermektedir.20 Eftalitlerin başkenti, Herat yakınlarındaki Ba-dagis [Badgis] bölgesinin can damarı Bamyin şehriydi. Bu bilgiyi Ebu’l Feda,21 Yakut22 ve Badagis’i Pa-ti-yen şeklinde yazan Çin kaynaklarında buluyoruz. Çin kaynakları ayrıca bize Badagis veya Pa-ti-yen’in “dâr’us-saltana”23 diye adlandırıldığını ve Belh’e “küçük payitaht”24 denildiğini kaydetmektedir ki, Badagis’in başkent, Belh’in ise Heftalitler’in ikinci başkenti olduğu sonucu çıkarılabilir. Çin kaynakları Eftalit İmparatorluğu’nun doğu ve güneydeki sınırları hakkında da faydalı bilgiler vermektedir: 502-556 yıllarını kapsayan Leang tarihine göre, Hua yani Eftalitler, sadece İran’a değil, Ki-pin, Ku-mo (Yeke-arık), Yü-t’ien (Hotan) ve (Çu-) kü-p’an’a (Kökyar) da ordu sevketmişlerdir.25 Bu konuda Sung Yün’ün 519’daki gezi notlarına dayanan Pei-şi, Batı ülkeleri arasında K’ang-kü (Soğdiyana), Hotan, Şa-le (Kaşgar), An-si (Buhara) ve diğer otuzdan fazla krallığın Eftalitlere tâbi olduğunu kaydetmekte-dir.26 Aynı eserde Eftalitlerin tebaası olan şu ülkelerin de isimleri verilmektedir: Çu-kü (Kökyar), K’o-pan-t’o (Taş-kurgan), Po-ho (Wahan), Po-çi (Zebak)27, Şe-mi (Çitral) ve Kan-t’o (Gandahar). Kan-t’o Krallığı konusunda Pei-şi ve Sung Yün’deki notlar, burasının asıl adının Şe-po28 veya Şe-po-lo olduğunu, ancak Eftalitler tarafından fethedildikten sonra adının değiştiğini, kralın yerini bir tegin aldığını ve bu yeni hanedanın Sung Yün’ün ziyareti sırasında iki nesildir iktidarda bulunduğunu29 belirtmektedir. Sung Yün Gandahar’ı 520’de ziyaret ettiğine göre, Eftalitler’in burasını fethi muhtemelen beşinci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olmalı.
16 Procope, ed. de Bonn, s. 16’de bu yerin adı rop-f-û olarak geçmektedir. Procope’un metnini dikkatsiz bir şekilde okuyan Cunningham (Nu-mismatic Chronicle, 1894, s. 246 ve 270) yanlışlıkla Gurgan’ı Eftalit-ler’in başkenti olarak görmektedir. Gorgo (Gurgan), Piruz zamanında Perslere aitti; bkz. Priscus, Bonn baskısı, s. 221.
17 Tabari, Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 116. Belh’in doğusunda aynı adla yer alan şehirle karıştırılmaması gereken Talekan’ın yeri hakkındaki bilgiyi İbn Hurdadbeh’de buluyoruz. (Barbierd de Meynard çev., 1865, s. 169). Mirkhond, (Hist. des Sassanides, Sacy çevirisi, s. 344) ve diğer Arap yazarlar iki imparatorluğun sınırlarının Tirmiz’de buluştuğunu kaydetmektedirler, ama bu sonuncu şehir adı, Nölde-ke’nin (age., s. 116, n. 1) mükemmelen ispat ettiği gibi, yanlıştır.
18 Mirkhond, Hist. des Sassanides, Sacy çevirisi, s. 364-365: “Nuşirvan, Bizans ve diğer ülkelerle barış anlaşması yaptıktan sonra ordularını Toharistan, Kabulistan ve Saganiyan üzerine sevkederek, Hayatile (Haytallar) ülkesini zaptetti.”
19 Tabari, Farsça metin, Zotenberg çevirisi, II/131: “Hayatile (Haytal-lar) kralının Belh, Toharistan, Garcistan ve tüm imparatorluk sınırları içinde tebaasına aşırı zulmettiği görülmektedir.”
20 Nöldeke, age., s. 159, n. 1.
21 Geographie, II, 2, s. 194: “Badagis... Merkezi Bamyin’dir. Bamyin’in Hayatile’nin başkenti olduğu söylenir.”
22 Barbier de Meynard, Dictionnaire geographique, historique et litteraire de la Perse, s. 75: “Badegis. Merv er-Rud ve Herat’a bağlı önemli bir kanton... Burasının Haytalların başkenti olduğu söylenir.”
23 Pei-şi, XCVII, s. 10 v°: “Hükümdar payitahtları, hükümdarın ikamet ettiği şehirdir.” - Pa-ti-yen ve Badagis’in özdeşleştirilmesi ilk defa Specht tarafından teklif edilmiştir. (Etudes sur l’Asie Centrale, JA, Oct., Dec. 1883, s. 340, n. 4) Si-an fu Nesturi kitabesinde payitahttan gelen İ-se adında bir din adamından bahsedilmektedir. Genellikle bu şehrin Hindistan’daki Rajagrahapura olduğu farzedilir. (Kraliyet başkenti olarak Kuçagarapura gösterilmesine rağmen Rajagrahapura’nın yeni payitaht olduğunu kaydeden İ-tsing’in Le Religieux eminents, trad. Française, s. 65, n. 8’e bkz.) Ancak, İ-se’nin mensup olduğu şehir pekala Badagis de olabilir.
24 Hsüan-tsang, Julien çev., Vie, s. 64, Memoires, I/29.
25 Leang-şu, LIV, s. 13 v°: Buradaki metinde geçen ve güneyde bir deniz krallığına işaret eden P’an-pan kelimesi mantıklı gözükmüyor ve muhtemelen yanlıştır ki, herhalde doğrusu Ho-p’an-t’o (Taş-kur-gan)dır.
26 Pei-şi, XCVII, s. 11 r°.
27 Sung Yün’ün kaydının (Lo yang kia lan ki, V, s. 6 r°) burada yerine
(Persia) işaretini kullandığını belirtmeliyim. Bu hatalı metin, çevirmenlere ancak sıkıntı yaratmıştır. (Bkz. Beal, Travels of Buddhist Pilgrims, s. 186, n. 2).
28 [s. 314’deki ek ve düzeltme: Şe-po Krallığı’nın adı Çin elçisi K’ang T’ai tarafından III. Yüzyılda zikredilmiştir: “Tüm yörede Kia-wei (Kapilavastu), Şo-wei (Çrâvasti), Şe-po vs. gibi on altı büyük krallık vardır.. Bazıları T’ien-çu (Hindistan)dan iki veya üç bin li uzaktadır; bunlar, dünyanın merkezinde bulundukları iddiasıyla övünürler. (Leang-şu, blm. LIV, s. 8 r°)].
29 Pei-şiye göre (XCVII, s. 11 v°) Gandahar başlangıçta Şe-po adını taşıyordu ve Eftalitler tarafından yıkıldıktan sonra adı değişti. Aslında kral bir ç’e-le (tegin) idi ve ülkeyi iki kuşaktır o yönetiyordu. Bu son cümle iki kralın tevarüsen tahta çıktıkları şeklinde kabul edilmelidir. Tegin unvanının Çincede daima t’e-k’in değil t’e-le şeklinde yazıldığı, daha önceleri ç’e-le ortografisinin de kullanıldığı bilinmektedir (Tse-çi t’ung kien, CLXIV, s. 7 r°). T’e-le kelimesi bazen Tölös halkının adını göstermek için de kullanılmaktadır (T’ang-şu, CCXVII, a, s. 1 r°). Ama burada böyle bir anlam aramaya kalkışmak beyhudedir. Çünkü Sung Yün’ün metni (Lo yang kia lan ki, V, s. 9 v° ve 10 r°) bize tegin’in yorumu konusunda garanti sağlamaktadır: “Gandahar’ın adı başlan-gıcta Şe-po-lo Krallığı idi. Burası o sıralar kral olarak bir ç’e-kin (tegin) atayan Eftalitler tarafından yıkıldı. Onun tahta geçtiği günden bugüne kadar iki nesil geçti.” Bu iki kelime ç’e-kin (yazılışı
) Be-al’in (Travels of Buddhist Pilgrims, s. 197) Lae-lih adını keşfetmesine yol açmış ve bu hayali kişi Cunningham ve diğer ikinci el eser yazarlarında önemli bir kişiliğe dönüşenerek Hindistan Eftalitlerinin kralı halini almıştır. Bu kelimelerde Türkçe tegin unvanının basit bir çevi-riyazımını bulma başarısı Marquart’a aittir (Eranshahr, s. 211-212). Gandahar prenslerinin esasen tegin unvanı kullandıkları, thakkana (tegin) denilen iki kişiden birinin geçtiği Râjatarangini (VI, 230, 31, 36; Stein, s. 255, dn) vasıtasıyla Sylvain Levi’nin de gösterdiği gibi, teyit edilmiş bir husustur. Vaktiyle Gandahar’a atfedilen Şe-po adının kökeni nedir? Hsüan-tsang’ın (Memoires, I/122-123) doğrudan Sanskritçe metinlerdeki Viçtantara’yla özdeşleştirilen Prens Sudâna efsanesini Gandahar’a odakladığı bilinmektedir. Halbuki Sanskritçe Jâtakamâlâ (Speyer çev., Sacred books of the Buddhists, I/71) Prens Viçtantara’nın Çibilerin kralının oğlu olduğunu kaydederken, Prens Sudâna sutrası (Trip. Jap., VI, 5, s. 90 v°) bu prensin Şe-po kralının oğlu olduğunu belirtmektedir. Bence bu mukayese Şe-po ülkesini Çi-bi’yle özdeşleştirmek için yeterlidir.
Türklerin V. Yüzyıl ortalarında tarih sahnesine çıkışları, durumu bütünüyle değiştirdi. Türkler, Juan-juanları mağlup etmek suretiyle Eftalitlerin en belli başlı dayanaklarından birini ortadan kaldırmış oldular. Hüsrev Anuşirvan dedesi Piruz’un mağlubiyetin intikamını almak için bu fırsattan yararlanmak istedi. Kağanın kızıyla evlenerek Eftalitlere karşı onunla müttefik oldu.30 Kağan Sincibu, diye anlatır Taberi,31 bütün Türklerin en zorlusu ve en güçlüsüydü. Ordusu çok kalabalıktı. Eftalitleri mağlup eden ve krallarını öldüren de odur.
Bu olay ne zaman olmuştur? Bunu Menandre’in iki metniyle takribi olarak tespit edebiliriz. Birincisine göre kağan Silzibul,32 562’de Eftalitlerle giriştiği savaşı bitirdikten sonra Avarlara saldıracağını açıklar; ikincisine göre ise kağan Dizabul’un33 elçileri 568’de Eftalitlerin ortadan kaldırıldığını duyururlar. Şu halde Eftalitlerin ortadan kaldırılışı 563 ila 567 yılları arasında olmuş olmalıdır.
Taberi’nin Eftalitleri hezimete uğratan kişiye verdiği Sincibu adı, Silzibul ve Dizabul’un aynı kişi olduğunu göstermektedir ve Silzibul şekli tercih edilmelidir.34
34 Nöldeke, Geschichte, 158, n. 2. Von Gutschmid (Bemerkungen zu Tabari’s Sassanidengeschichte, ZDMG, 1880, XXXIV, s. 721-748) aynı dergide yazan de Guignes’in defalarca tekrarladığı bir şeyi, Dizabul’la Çinlilerin Ti-t’ou-pu-li şeklinde yazdıkları kağanın aynı kişi olduğunu hatırlatarak Dizabul şeklinde yazımın doğru olduğunu teyit etmektedir. De Guignes, Türklerin 563 yılında Kuzey Ts’i hanedanına karşı düzenledikleri saldırılar konusunda, esasen iki defa “Türklerin Han unvanı alan Ti-t’ou-pu-li adlı reisinden” bahsetmekte, Dizabul söz konusu olduğu zaman da “Bu prens yalnızca Mo-han han veya Ti-t’ou-pu-li han olabilir” diye ilave etmektedir. Şimdi Çin metinlerini gözden geçirelim: Çou-şu, XXXIII, s. 1 v°’de T’u-küe Mu-han Kağan’ın küçük kardeşi olan ve Ti-t’ou Kağan unvanı taşıyan A-şi-na K’u-t’ou adında birinden bahsedilmektedir. Bu kağan doğuda yaşıyordu; - diğer yandan Çou-şu, XIX, s. 7 r°’de “Çou generali Yang Çung’un Ts’i’lere saldırdığı sırada, T’u-küe’lerin Mu-han kağanı, Ye-t’ou kağan ve Pu-sui kağan’la birlikte yüz bin süvariyle gelerek Yang Çung’a katıldı” denilmektedir, ama bu metin yanlıştır, çünkü blm. XXXIII’da olduğu gibi Ye-t’ou yerine Ti-t’ou, Pu-sui yerine de Pu-li olarak okumak gerekir. Bu iki tashih, Ts’i’lere karşı 563’de düzenlenen sefer sırasında üç Türk kağanı Mu-han, Ti-t’ou ve Pu-li yüz bin süvariyle Yang Çung’a katıldılar diyen Se-ma Kuang’ın Tse- çi t’ung kien metninde (CLXIX, s. 4 v°) verilmektedir. Eseri yorumlayan kişi Ti-t’ou Kağan’ın doğuyu, Pu-li Kağan’ınsa Batıyı yönettiği, buna karşılık Mu-han’ın Tu-kin’de yaşadığını belirtmektedir. İki değişik kişiyi aynı kişi gibi gösteren ve T’i-t’ou Kağan’la Pu-li Kağan’dan hiç yaşamamış olmaktan başka hatası bulunmayan meşhur Ti-t’ou-pu-li’yi türeten de Guignes’in hatasının nereden kaynaklandığı anlaşılıyor. - Abel Remusat (Recherches sur les langues tartares, I/320, n. 2) da “Batı ülkelerindeki Tha-po’nun hakanı (ho-kan) veya genel valisi Tan-no-pu-li” adlı kişinin Dizabul olduğunu iddia ettiği zaman fazla mutlu olmamıştı. Tan-no adı, Ju-tan şeklinde yazılması gereken ismi Tan-n’ou olarak kaydeden Ma Tuan-lin’in (CCCXLIII, s. 4 v°) yanlış metninden kaynaklanıyordu. Remusat ayrıca, Pu-li Kağan unvanının bizzat Ju-tan’a değil, oğluna verildiğine dikkat etmemişti. Halbuki Sui-şu’nun (LXXXIV, s. 1 v°) metni şöyle: “T’o-pa, devletinin doğu bölgesini yönettiği için Şe-t’u’ya Öl-fu [Ör-fu] Kağan unvanı verdi ve ayrıca onun küçük kardeşinin oğlu Ju-tan Kağan’a Pu-li Kağan unvanı vererek batıya yerleştirdi.” Dolayısıyla Tan-no-pu-li de Ti-t’ou-pu-li gibi hayali bir kişidir. Bunları, zamanlarının çok büyük bilim adamları olan de Guignes ve Remusat’ı asla kötülemek niyetiyle yazmadım, ama bilim alanında uzun süredir kalabalık yapan bu absürd özdeşleştirmelere bir son vermek de gerekirdi.
Çinlilerin kaydına göre Eftalitleri mağlup eden35 ve 553-572 yılları arasında hüküm süren bu kağanı Mu-han’la özdeşleştirmek de mümkündü; ama Mu-han Kuzey Türklerinin kağanıydı ve ayrıca Batı Türkleri o sıralar Kuzeylilerin hakimiyetini tanıdıkları için de tüm Türklerin hakan-ı kebiriydi. Silzibul’un kim olduğunu net bir şekilde belirlemek için elimizde zaten aracımız var; çünkü bu kişi Menandre tarafından Dilzibul adıyla üç defa zikredilmiştir ve ayrıca 576’da Türklere elçi olarak gelen Valentin zamanında Turksant’ın36 babası Dilzibul ölmüştü. Şu halde onun 572’de ölmüş olan Mu-han’la özdeşleştirilmesi mümkün değil. Dahası, Turksant Çinlilerin Ta-t’u dediği Tar-du’nun37 kan kardeşiydi. Binaenaleyh Tardu’nun babası olan Dilzibul, Ta-t’u’nun babası İstemi’den başkası değildir. Daha da uzağa giderek Dilzibul veya Silzibul adının esasen İstemi’ye uyduğunu göstermek de mümkün. Menandre’in Silzibul, Tabe-ri’nin Sincibu olarak yazdığı isimde, 627’de İmparator Herakli-us’la ittifak akteden, Theophane tarafından Ziebel,38 Ermeni tarihçisi Kalankatlı Moses tarafından Cebu39 ve Gürcü kaynakla-rınca Cibgu40 olarak adlandırılan Hazar Türkleri hakanının adının muadili olan Zibul veya Cibu kısmını buluyoruz. Bu ismin Türkçe yabgu unvanı olduğu açık; Ziebel 627’de, Zibul ise 562676 yılları arasında hüküm süren iki yabgudur. Bilindiği gibi İstemi de 562-676 yılları arasında Batı Türklerinin kağanıydı. Pek tabiidir ki Batı Türklerinde kağanların tevarüsen kullandıkları yabgu unvanı Bizanslılar ve Araplarca bu şekilde tanınınıyor-du.41 O halde bu, Menandre’in Silzibul’u, Taberi’nin Sincibu’su olsa gerektir, ama burada bir var sayım formüle edecek durumda değiliz. İstemi’nin üçüncü kuşaktan torunu T’ung şe-hu yab-gu adındaki T’ung gibi Sil veya Sin’in bir şahıs adı olduğunu var sayıyoruz; dolayısıyla Silzibul Sin cabgu’dur ve T’ung cabgu’dan daha tuhaf bir isim değildir.42
35 Sui-şu, LXXXIV, s. 1 r°.
36 Menandre, age., s. 247. C. Müller’in Latince çevirisinde Dilzibul adı bu üç parçada yanlışlıkla atlanmıştır.
37 Tardu ve Ta-t’u’nun kimliklerinin tanımlanmasına daha ileride büyükelçi Valentin konusunda döneceğiz.
38 Theophane, Chronographie, Bonn bask., I/486.
39 Patkanian, Histoire de la dynastie des Sassanides, JA, Fev.-Mars 1866, s. 206; Brosset, Histoire de la Georgie, Additions et eclairsissements du tome I, s. 490. [Kalankatlı Moses’in bu eseri Selenge Yayınları arasında Alban Tarihi adıyla çıkmıştır - Editör].
40 Brosset, Histoire de la Georgie, I/226, 228.
41 Daha önceki sayfalara bkz; E. H. Parker (Chine Review, XXIV, s. 168) Dizabul adının uluğ yabgu anlamındaki ta şe-hu unvanının çevirisi olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Zabul’un yabgu’nun muadili olduğu konusunda kendisiyle hemfikirim, ama burada Çince ta kelimesinin hiçbir işe yaramadığı kanaatindeyim; çünkü Bizanslıların bir Türk hakanını tanımlama konusunda Çinlilerden kelime ödünç almış olmaları akla muhaldir.
42 Silzibul’u İstemi’yle özdeşleştiren ilk kişi Marquart’dır (Eranshahr, s. 216). Ona göre Silzibul kelimesi Sir-cabgu yani Sir halkının cabgusu unvanından ibarettir. Sir’lerin Tarduş’larla kaynaşarak Sir-Tarduş’un (Çinlilerin Sie-yen-t’o’su) halkını teşkil ettikleri bilinmektedir. Şahsen ben bu görüşe katılmıyorum, çünkü Sir-Tarduşlar Türklere değil, Tö-lös grubuna mensuptular. Dolayısıyla Batı Türklerinin yabgusu İste-mi’nin Sir halkının yabgusu unvanı taşımış olması pek kabul edilebilecek bir şey değil.
Arap tarihçilerin kavline göre Eftalit İmparatorluğu’nun kökünün kazınmasında Persler başrol oynamışlardır. Belh’in zaptından sonra Hüsrev Anuşirvan’ın Mâverâünnehir’e bir ordu gönderdiği ve ordusuyla Fergana’da kamp kurduğu43 söylenir ve hatta şehrin bânisi44 olarak onun adı geçer. O sıralar Anuşirvan’ın nüfuzu Kaşmir ve Serendib’e kadar uzanmıştı.45
43 Taberî, Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 167.
Dineveri,46 Saalibi47 ve Mirkhond,48 Hüsrev’in Toharistan, Zabulistan ve Çağaniyan’ı alırken, Sincibu’nun da Şaş (Taşkent), Fergana, Semerkand, Buhara, Keş ve Nesef’i49 aldığı şeklinde biraz farklı bir gözlem sunmaktadırlar. Bu tarihçiler, Pers hükümdarının çok geçmeden kağana yediğini kusturduğunu ilave etmektedirler ki, bunun pek inandırıcı bir tarafı yok.
46 Nöldeke, age., s. 159, n. 1.
47 Al-Tha’âlibi, Histoire des rois des Perses, Zotenberg çev., s. 615: “Anu-şirvan, daha sonra Belh üzerine yürüdü, Mâverâünnehir’e bir ordu gönderdi ve Fergana’da bir miktar asker yerleştirdi. Haytallar, Türkler, Çinliler ve Hintiler onun hakimiyetini tanıdılar; nüfuzu Kaşmir ve Serendib’e kadar uzanmıştı.”
48 Mirkhond, Histoire des Sassanides, Sacy çev., s. 364-365: “Nuşirvan, Bizanslılar ve diğerleriyle barış sağladıktan sonra ordularını Toharis-tan, Kabulistan ve Saganiyan üzerine çevirerek Haytallar’ın ülkesini zaptetti. Fakat kendisi bu fetih hareketiyle meşgulken, kendisine bağlı bölgelerden ordu toplayan Hakan, başkentinden çıkarak Şaş, Fergana, Semerkand, Buhara, Keş ve Nesef’i ele geçirdi. Nuşirvan bunu haber alır almaz düşmanı püskürtmesi için oğlu Hürmüz’ü kalabalık bir orduyla gönderdi. Hürmüz, Hakan’ı karşılamak için ilerledi, fakat o yakınlaşınca hakan zaptettiği toprakların tamamını ter-kederek kaçtı ve Türkistan’ın en ucra bölgelerine çekildi.”
49 Maalesef kaynağını zikretmeyen Saint-Martin’e göre (Lebeau’da, His-toire du Bas-Empire, X, s. 63, n. 3) Türkler Eftalitler’i Nesef (Nah-şeb)de mağlup etmişlerdir.
Gerçekte Eftalitler’in 563-567 yılları arasında ortadan kaldırılmasından sonra Amu-derya Türklerle Persler arasında sınır kabul edilmeliydi ki, nehrin kuzeyindeki Dervaze-i Ahenîn (Demirkapı) Geçidi iki imparatorluğun sınırında bulunuyordu.50 Türkler, Sâsânîlerin yavaş yavaş zayıflamış olmasından istifade ederek, çok geçmeden bu sınırı aşacak, güneyde Kapiça’ya kadar uzanacak ve Ef-talitler’in eski topraklarının tamamını ilhak edeceklerdir.
50 Hsüan-tsang’ın seyahati sırasında, yani 630’da her ne kadar Türk İm-paratorluğu’nun sınırı İndus nehrine kadar uzanıyorsa da, gerçek anlamda Demirkapı, Türklerin kuzey sınırının uç noktası olarak kabul ediliyordu. Bkz. Vie, s. 61: “İşte burası T’u-küe engelini oluşturur.”
III. Avarlar ve Kermichionlar
Amu-derya’ya ulaştıkları andan itibaren Batı Türklerinin tarihini incelemeden önce, onların batıya sürdükleri bir halkın, Avarların adının ortaya çıkardığı probleme hiç olmazsa yapılabildiği kadarıyla ışık tutmak gerekmektedir.
Theophylacte’ın (VII, 7) işaret ettiği gibi, aslında bu Avarlar yalnızca Pseudavar (Sahte Avar)lardı. Acaba gerçek Avarlar kimdi? Gerçek Avarlarla ilgili en eski metin, onların 461-465 yılları arasında Sabirleri ittiklerini, yerlerinden edilen bu Sabir-lerin de Bizans’a komşu diğer halklarla savaştıklarını kaydeden Priscus’un metnidir.51 Theophylacte Simocatta’ya göre (VII, 7) İskit halkları arasında ilk sırada yer alan gerçek Avarlar, Türkler tarafından mağlup edildikten sonra bakiyelerinin bir kısmı Taugast şehri sakinlerine, diğerleri ise Mukrilere sığınmışlardır. Taugast veya daha doğru ifadesiyle Taugats, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir.52 Mukrilere gelince, muhtemelen bunlar, Çinliler’in önceleri Mu-ki, daha sonraları Mo-ho dedikleri bir Tunguz kabilesidir.53
51 Priscus, s. 158.
52 Klaproth, Memoires relatifs d l’Asie, III/261-264, Theophylacte’ın bu metnini inceleyerek “Taugast’ın kesinlikle Çin olduğunu” ispat etmiştir. 1221-1224 yılları arasında dolaşan Ç’ang-ç’un’un Si yu ki’sin-de Kulca yakınındaki Almalık sakinlerinin Çinlilere T’ao-hua-şi dedikleri kaydedilmektedir. Koşo-Saydam kitabelerinde Çinliler’den Tabgaç adıyla bahsedilir. (Thomsen, age., s. 139) Fakat bu adlandırmanın kökeni henüz fazda aydınlatılmış değildir. Bkz. ayrıca Hirth, Nachworte, s. 35, n. 1.
53 Pei-şi (XCIV, s. 7 r°): Mu-ki Krallığı Kao-kü-li’nin kuzeyindedir; ona Mo-ho da denilir.”
Bu kısa girizgahtan maksadımız, Avarları, esasen V. Yüzyıl ortalarına doğru büyük fetihler gerçekleştiren, ama Asya’nın en meşkuk barbar halkları olarak kabul edilen ve en nihayet Türkler tarafından mağlup edildikten sonra kısmen 552-555 yılları arasında Tunguz asıllı Batı Wei hanedanınca yönetilen Çinlilere sığınan Juan-juanlarla özdeşleştirmektir.54
54 Gerçek Avarlar’ın Juan-juanlarla özdeşleştirilmesi daha önce St. Martin (Lebeau, Hist. du Bas-Empire, X, s. 361) ve Marquart (Erans-hahr, s. 53-54) tarafından desteklenmiştir. Ben de aynı görüşteyim, ama Türkler’in Avarlara ancak Abdel yani Eftalitleri tamamıyla itaat altına aldıktan sonra saldırdıklarını kaydeden Theophylacte’ın (VII, 7) metniyle, Eftalitler ancak 563-567 yılları arasında tepelenirken, Juan-juanların 552’de mağlup edildikleri ve 555’de bir millet olarak tarihten silindikleri vakıası arasında bocaladığımı belirtmeliyim. Bu engeli aşmak için, Theophylacte’ın Abdel adıyla Eftalitler arasında kurduğu bağlantının doğru olmadığı hükmüne varmaktan başka çare yok. Türk hakanının 598’de İmparator Maurice’e yazdığı mektuptan bahsederken ileride bu konuya tekrar döneceğiz.
Ancak, burada söz konusu edilen Avarların yanı sıra, haksız yere onların adını kullanmakla birlikte, Macaristan’a yerleştikten sonra Charlemagne’ın hakimiyetini tanımak zorunda kalacakları tarihe kadar fetihlerinin yankılarıyla Galya’yı çınlatan meşhur Avarlar olmaları hasebiyle bu adı şerefli bir noktaya taşıyan başkaları da vardır. İşte, 558’de Avrupa’da zuhur eden bu Avarlar (The-ophylacte, VII, 7), yani şu bizim sahte Avarlar, düşmanları Türklerin önünden kaçıyor ve Alanların aracılığıyla Bizanslılardan yardım istiyorlardı. Bunlar Kafkaslara geldiklerinde, burada yaşayan sekene onları amansız Avarlar zannettikleri için, uzlaşmak maksadıyla zengin hediyeler sundular. Berikiler de kendilerine bu denli yarar sağlayan korkunun sürdürülmesinde bir sakınca görmediler. Böylece Avarlar adı onlara miras kaldı. Aslında bunlar, adlarını çok eski iki Uygur prensinden alan Uar ve Kun adlı iki Uygur kabile-siydi. Theophylacte zamanında sahte Avarlar içinde kimin Uar, kimin Kunlardan olduğu ayırt edilebiliyordu.55 Onların ortak adı Uar ve Kun, yahut Türk hakanının sözlerini nakleden Menandre’in metninde gördüğümüz gibi Varhonit’di.56 Theophylacte, ayrıca bize, Varhonitlerle aynı etnik gruba mensup olan ve VI. Yüzyıl sonlarına doğru onların yanına sığınmaya gelen Tarniak, Kotzager ve Zabender kabilelerini de zikretmektedir.57
Bizans literatüründe esrarengiz izine rastladığımız Kermichion veya Hermichion adı bence sahte-Avarlar veya Varhonitler için kullanılmış. Gerçekten de Theophane’ın Chronographie’sinde 6055 (563) yılının Temmuz ayında Okyanus yakınlarındaki Avar (?) halkının arasında yaşayan Hermichionların kralı Askel’in elçilerinin Bizans’a geldiğini okuyoruz.58 Diğer yandan Menandre, Justi-nien’in 36. yılında yani tam olarak 562-563’de Avarların Konstan-tinopolis’e gerçekten bir elçi gönderdiklerini nakletmektedir.59
58 Theophane, Chronographie, s. 239. De Boor, burada Varhonit kelimesinin yerine Avar kelimesinin konulması gerektiğini belirtmektedir ki, bence tamamıyla haklıdır. Çünkü okyanusa yakınlıktan bahsedilmesi dolayısıyla Avar kelimesi tercih edilebilir. Nitekim Priscus Panites’de de (Fragm. Hist. graec., IV, s. 104) Avarların okyanus kıyısında yaşayan halklar yüzünden muhaceret etmek zorunda kaldıklarını okuyoruz. Kral Askel’e gelince, büyük ihtimalle Scultar ile aynı kişidir ki, VI. Yüzyılda yaşayan Afrikalı şair Corippus şu mısralar-da bu şahsa imada bulunmuştur:
En Scultor nostra servire paratus in aula Legatos nobis et plurima munera mittit
Bu özdeşleştirme Marquart’a aittir (Historische Glossen, s. 197; E-ranshahr, s. 50, n. 5); Nöldeke ise (Geschichte der Perser, s. 58, n. 2) Scultor’u Silzibul’la özdeşleştirmektedir.
59 Menandre, Fragm. hist. graec., IV, s. 205.
Avrupalı bilim adamları şu ana kadar Hermichionların Türklerden başka bir halk olmadıkları konusunda hemfikirdirler ve bu kanaat, 568’de Türklerin Justin’e gönderdikleri elçinin “Tana-is’in doğusunda geçmişte Massagetler denilen ve Pers dilinde Kermichion tesmiye edilen Türkler yaşarlar” şeklindeki sözünü nakleden Bizanslı Theophane’ın metnine istinat etmektedir.60 Halbuki bu metin ilk bakışta göründüğü kadar kesin değildir. Bir kere metin, Massagetlerle Türkleri tek ve aynı halk olarak göstermemektedir. Metnin demek istediği, sadece Massagetlerin ve Türklerin aynı bölgede birbirinin devamı olarak yaşadıklarıdır. Acaba bunun aksi varit olamaz mı? Yani Kermichionlar Türklerin yaşadıkları aynı topraklarda yaşadıkları için Türk olarak görülmüş olamaz mı? Eğer bu görüş kabul görseydi, o takdirde Ker-michionlar Türklerden önce yaşayan Juan-juanlar olabilirlerdi. Halbuki Marquart kesin bir biçimde Kermichion kelimesinin Farsça “solucan” anlamına gelen kerm ve Avesta’ta geçen Hyaonas etnik adından geldiğini izah etmiştir.61 Hyaonasların genellikle Kionitlerle özdeşleştirildiği ve Ammien Marcellin’e göre Miladi IV. Yüzyıl ortalarına doğru İran sınırını zorladıkları bilinmektedir.62 Kermichionlar solucanlara benzetilen Hyaonas (=Juan)lar idi ve dolayısıyla bu adlandırma böcekler veya solucanlar gibi fıkır fıkır kaynaşmaları sebebiyle Juan-juanlara münhasıran uymaktadır. Bir diğer yandan, Juan-juanların gerçek Avarlar olması gerektiğini görmüştük; Varhonitler Avrupa’ya geldikten sonra Avar adını aldıkları gibi, onlar da Perslerin Juan-juanları yani gerçek Avarları kastederek verdikleri Kermichion adını almışlardır. Bu durumda Kermichionların kralı Askel’in sahte-Avarların veya Varhonitlerin kralı olduğunu ispat edecek hiçbir kanıt yoktur. Aksine Askel’in elçileri 563’de, Türk elçisi 568’de Bizans’a geldiğine göre, o bir Türk kağanı değildi.
60 Theophane, Fragm. hist. graec, IV, s. 270.
IV. Batı Türklerine Gelen Bizans Elçileri
Türkler, Mâverâünnehir’de Eftalitlerin yerini aldıktan sonra Persia’nın komşusu oldular. Halbuki Hazar Denizi’nin kuzeyinde Bizans İmparatorluğu ile ilişki kurabilirlerdi, fakat ticari konuda çıkan bir anlaşmazlık siyasi tavırlarını etkiledi.
Çin ipeği ticareti, Asya’nın en önemli meşgalelerinden biriydi ve iki yolla yapılıyordu. Bu yollardan en eski olanı Soğdiyana’ya gideni, diğeri en belli başlısı Barygaza (günümüzde Cambay Körfe-zi’nde Narbada nehrinin mansabındaki Broach) olan Hint limanlarına ulaşan yoldu. İpeğin alıcısı Bizanslılar ve Persler, simsarlarsa Merkezi Asya göçebeleri ve Hint Okyanusu denizcileriydi.
Bizanslılar, aracıları devreden çıkarmak için bir teşebbüste bulunmuşlardı. Justinien zamanında ipek böceği yumurtaları Bizans’a getirilmişti. 568 yılında ise İmparator II. Justin, ipek böceği yetiştirmeyi ve bundan yararlanmayı bildiklerini şaşkınlık içindeki Türk elçilerine gösteriyordu.63
63 Procope (de bello Gotthico, IV, 17): Hindistan’dan Bizans’a gelen ve Justinien’in ipeği satın almak için artık Pers aracıları istemediğini gören din adamları, imparatora kendisini hoşnut edecek bir şey getirme vaadinde bulundular. Bunlar, pek çok Hintlinin yaşadığı Serin-da denilen ülkede uzun süre kalmışlar ve Bizans topraklarında ipek üretimini mümkün kılacak vasıtaları tam olarak öğrenmişlerdi. Bu din adamları, imparatorun isteği üzerine Hindistan’a dönerek Bizans’a ipek böceği yumurtaları getirdiler ve böylece Bizans İmpara-torluğu’nda ipek kumaş üretimi başladı. - Bizanslı Theophane’a göre (fragm. hist. graec., IV, s. 270) Justinien zamanında Konstantino-polis’e ipek böceğinin ne işe yaradığını gösteren bir İranlıydı. O, ipek kozalarını bastonunun içine koyarak Seres ülkesinden hareket ederek Konstantinopolis’e gelmişti. Daha sonraları İmparator Justin, böceklerin nasıl yetiştirileceğini ve ipeğin nasıl hazırlandığını bildiğini gösterince Türkler şaşırıp kalmışlardı, çünkü Seres pazar ve limanlarını onlar ellerinde tutuyorlardı.
Yine de bu sanayi dalının Bizans’da asla gelişmediği kanaatindeyim. Çünkü Justinien ipek temin etmek maksadıyla Pers İmparatorluğu topraklarından geçmeden doğrudan Hint limanlarıyla temas kurmanın yollarını aramış; bu amaçla 531’lerde Arabistan’ın güneybatısında, Yemen sahilinde yaşayan Himyeri tacirlerle gizlice temasa geçmişti.64 Zaten tacir gemileri de Hindistan’da ipek aramak için yolculuğa çıkmaya âmâde vaziyette beklemekteydi.
64 Procope (de bello Persico, I, 20): Justinien, 531’lerde o sıralar birleşik olan Himyerilerle Etyopyalılara bir elçi göndererek, Etyopyalıla-rın Hindistan’a gidip ipek satın almalarını ve Bizans’a satmalarını teklif etti. Böylece hem onlar büyük kârlar sağlayacaklar, hem de Bizans etek dolusu altınlarını düşmanı Perslere kaptırmamış olacaktı.
Persler de Hindistan’daki deniz ticaretini bütünüyle tekellerine almak niyetindeydiler. Bu yüzden hem Himyerilerin Bizans çıkarlarına hizmet etmelerini engellemeye çalışıyor, hem de karadan nakliyatla uğraşan halkların cesaretini kırmaya gayret ediyorlardı.
Ön Asya’nın belli başlı ipek stokçuları Soğdiyanlardı.65 Soğdiyanlar, Eftalit hakimiyetinden Türk hakimiyetine geçtikten sonra yeni efendilerinin itibarından yararlanmak niyetiyle, Pers İmpa-ratorluğu’nda ipek ticareti yapma izni almak üzere Persler nez-dinde yapacakları girişime destek olmalarını istediler. Maniah adlı birinin yönetimindeki bir Soğd heyeti, Türk kağanı Dizabul’un (İstemi’nin) onayını aldıktan sonra, 568’den daha önceki bir tarihte Hüsrev Anuşirvan’la görüşmeye gitti. Anuşirvan’ın Katulf adında Eftalit asıllı bir danışmanı vardı. Bu adam, karısına hakaret eden kraldan intikam almak amacıyla ülkesini Türklere teslim ettikten sonra Perslere sığınmıştı. Muhtemelen ipek ticaretinin hangi şartlar altında yapıldığını biliyordu. Sonradan herhangi bir şekilde suçlanmamak ve Türklerden gelecek herhangi bir ipekten yararlanmamaya kararlı olduğunu göstermek için, Hüsrev’i getirilen hediye ipekleri satın almaya fakat bilahare halkın gözü önünde yakmaya ikna etti. İsteği aynen yerine getirildi ve elçiler oldukça öfkeli bir vaziyette geri döndüler. Dizabul (İstemi) olayı hazmedemeyerek yeni temsilciler gönderdi, fakat hepsi zehirlendiler ve ancak birkaç tanesi kaçmayı başarabildi. Türklerin çıkıp gelmesini önlemek için ayrıca İran havasının öldürücü olduğu şeklinde dedikodular da yayıyorlardı. Bu söylenti, oldukça kurnaz olan ve adamlarının haince yok edildiklerini anlayan kağanı etkilemedi. Ama öfkeden küplere binmişti ve o günden sonra Türklerle Persler arasına kara kediler giriverdi.
65 Bunun devamı için Menandre’e bkz. (Fragm. hist. graec., IV, s. 225 vd.)
Maniah, kağanın bu davranışından faydalanarak Perslerin reddettiği çıkış yolunu Bizanslılarda aramayı teklif etti ve görevin kendisine verilmesini istedi. Kağanın bu isteği kabul etmesinden sonra yola koyuldu ve uzun bir yolculuktan sonra Kafkasları66 geçerek Justin’in imparatorluğunun dördüncü yılının başında, yani 567 yılının son aylarında, Bizans’a vardı. İmparatora efendisinden selamlar, çok değerli ipek kumaşlar ve İskit alfabesiyle yazılmış bir mektup sundu. İmparator Justin bu mektubu tercüman aracılığıyla okuttu. Maniah, Türklerin dört yönetime bölündüğünü, ancak tamamı üzerinde sadece Dizabul’un söz sahibi olduğunu, onun Eftalitleri bütünüyle hakimiyet altına alıp haraca bağladığını ve en nihayet onun boyunduruğundan kurtulmak için Avrupa’ya kaçan Avarların (yani sahte Avarların) sayısının yirmi bin civarında olması gerektiğini belirtti. Maniah, ayrıca görüşmenin sonunda, Türklerin Bizanslılara sadık kalacakları konusunda kasem ve yemin etti.
66 Maniah, Kafkasya’yı kuzeyden güneye geçti. Perslerin müstahkem Gorgo Geçidi’nin kapadığı güneyden değil, ancak Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçmiş olabilirdi.
İmparator Justin, hükümdarlığının dördüncü yılının son ayları olan 568 yılının Ağustos ayı başlarında başkanlığını Kilikyalı Zemarque’ın yaptığı bir elçilik heyetini yanına katarak Maniah’ı geri gönderdi. Zemarque, uzun bir yolculuktan sonra Soğdiyana’ya vardı; orada birkaç Türk kendilerini tanıttıktan sonra ona demir satmayı teklif etiler. Menandre’ın görüşüne göre kendilerinde demir madeni olduğunu bu şekilde anlamasını istiyorlardı. Bu tanıklık, Pei-şi’nin Türklerin Juan-juanların hakimiyeti altında yaşadıkları sırada demiri işlemek için kullanıldıkları şeklindeki kaydıyla örtüşüyor. Daha sonra Türk büyücüler Romalı elçiyi alevlerden geçirerek arındırdılar. Aynı gelenek XIII. Yüzyıl Moğollarında da görülür.67
67 Bkz. Jean du Plan de Carpin, Avezac yay., s.621 : “unde nuper conti-git quod Michael, qui fuit unus de magnis ducibus Rusciae, cum ivisset ad reddendum se Bati, fecerunt cum prius inter duos ignes transire”. — W. W. Rockhill, The Journey of friar William of Rubruck, s. 240, n.2.
Elçilik heyeti, daha sonra Dizabul’un (İstemi) Menandre’a göre anlamı “Altın tepe”68 olan Ektag’daki ikametgahına gitti. Bizanslı tarihçinin bu iddiası hayli can sıkıcıdır çünkü Ektag, daha doğrusu Ak-tag, Ahsiket69 değil Ak dağ anlamına gelir. Menand-re, Valentin’in 576’daki elçilik raporuna dayanarak Tardu (Ta-t’u) Kağan’ın “altın” anlamına gelen Ektel dağında bulunduğunu bir kez daha belirtmektedir.70 Klaproth’a göre71 bu isim, esasen altın anlamına gelen Altay (Altun) kelimesinin bozulmuş şeklidir. Fakat böylesi bir bozulmayı kabullenmek hayli zordur ve Ektag varyantı tag = dağ kelimesini içerdiği için şüphesiz daha tercihe şayandır. Günümüzde genel kabul gören görüş, Menandre’in kaydının dikkate alınmasının gerekmediği, Ektag veya Ak Dağ’ın Altay yani altın dağlar zinciri içinde özel bir dağ olduğudur. (Koşo-Saydam yazıtlarındaki Altun-yuş). Fakat bana göre bu da fazla muteber bir bakış açısı değil. Menandre tarafından Ektag kelimesine yüklenen anlam yanlış ise, o anlamı hiç dikkate almamak gerekir ki, bu durumda Ektag veya beyaz dağın başka yerlerden ziyade Altaylarda yer aldığına dair en küçük neden kalmamaktadır. Dahası, İstemi ve Tardu kağanların otağlarının Altaylarda bulunması fazlasıyla ihtimal dışıdır. Çünkü Batı Türkleri en kudreti oldukları dönemde doğuda Altaylara kadar yayılabilmişlerse, bu ancak Kara İrtış ve Altaylar arasında yaşayan Karluklar ile daha önce Altaylarda yaşayan Sir-Tarduşları hakimiyet altına almakla mümkün olabilirdi, ama Batı Türkleri başka yerde yaşıyorlardı. Çin metinlerinde Ç’u-lo Kağan’ın (605’e doğru) sabit bir ikametgahı olmadığı, fakat çoğu kez Wu-sunların topraklarında, yani İli nehri havzasında kaldığı kaydedilmektedir. Onun emrinde birçok küçük kağan vardı ve bunların biri Taşkent’in kuzeyinde, bir diğeri Kuça’nın kuzeyindeki Yulduz (Ying-so) vadisi tarafında oturuyordu. Kiu T’ang-şu, Karaşar’dan kuzeybatı istikametine yönelerek (yani Kuça’nın kuzeyine kadar Yulduz vadisi boyunca çıkarak) yedi günlük yoldan sonra Batı Türklerinin güney otağına varıldığını belirtmektedir; Ayrıca Ta-t’u (Tardu)’nun torunu Şe-kui Kağan (611’e doğru) otağını Kuça’nın kuzeyindeki San-mi dağında kurmuştu. Diğer taraftan Kuça Krallığı’yla ilgili notlardan, krallığın sırtını kuzeydeki A-kie veya A-kie-tien dağına verdiğini, bununsa pi-şan yani akdağ olduğunu biliyoruz.72 Dolayısıyla A-kie aslında Türkçe “ak” kelimesinin ortografisinden başka bir şey değildir ve zaten A-kie-t’ien’de Ak-tag = “ak dağ” terimini görmemiz gerekir. Yulduz vadisinden kuzeybatı yönünde yukarı çıkılarak ulaşılabilen ve Kuça’nın kuzeyinde bulunan bu akdağ, kuzey yamacına Ç’u-lo Kağan’ın kendisine bağlı iki küçük kağandan birini yerleştirdiği, Batı Türklerinin güney ordasının bulunduğu yer değil miydi; ayrıca Şe-kui Kağan’ın yaşadığı San-mi dağına komşu olan ve nihayet Bizanslı elçilerin İstemi Ka-ğan’ı, bilâhare oğlu Tardu’yu ziyaret ettikleri dağ Ektağ değil miydi? Bu bakış şekli benimsenirse, Kuça’nın kuzeyindeki dağların ötesinde yer alan Tekis nehri vadisinin Batı Türklerinin73 ilk kağanlarının ikametgahı olduğu sonucu çıkar.
68 Menandre (Fragm. Hist. Graec., IV, s.227)
69 Saint-Martin, Lebeau’da, age., cilt IX, s. 400, n. 1.
70 Menandre (Fragm. Hist. Graec., IV, s.227)
71 Tableaux historique de l’Asie, s. 117.
72 Si yü şui tao ki, (II, s.13 r°): “Eşek-başı dağı (oğlak başı) akdağ diye adlandırılan dağdır; Sui-şu ona A-kie ismini verir; T’ang-şu’da ise A-kie-t’ien şeklinde geçer”. - Bu dağın M.S. VIII. Yüzyıldan itibaren “akdağ” adını taşıdığını, “Hami’nin batısında, Karaşar’ın kuzeyinde ve akdağ eteklerinde” oturan bazı Tölös boylarından bahseden Sui-şu’nun (LXXXIV, s. 8 r°) ve T’ang-şu’nun (CCXXI, a, s. 8 r°) “ak dağ denilen A-kie-t’ien dağı” ifadesi de teyit etmektedir.
73 Bugün hâlâ Tekis’in kuzey yakasında bulunan bir dağa Altan-tav (Altın Dağ) adının verilmesi oldukça calib-i dikkattir. (Elisee Reclus, Nouv. Geographie universelle, cilt VII, s.175’deki haritaya bakınız)
Zemarque Dizabul’un (İstemi) yanına gelince onu otağında gerektiğinde bir atla çekilebilen iki tekerlekli altın bir tahtta oturur buldu. Otağ, baştan sona en güzel renklerle sanatkârane şekilde alacalanmış ipek kumaşlarla süslenmişti. Elçilere üzümden yapılmamış, kımız veya Moğollarda74 âdet olan mayalanmış kısrak sütü olduğu belli yumuşak bir şarap ikram ettiler. Tarihçi, diğer günlerde Bizanslıların kabul edildiği diğer iki bölümü de tasvir etmektedir. Birinde heykeller, kağanın üzerinde uzandığı altın bir divan, sürahiler, ibrikler ve altın fıçılar; ikincisinde altınla kaplı ahşap direkler, dört tavus kuşu üzerinde oturan altın süslü bir yatak hayranlıkla seyrediliyordu. Girişteki arabalar gümüş yemek takımları ve gümüşten yapılmış hayvan resimleriyle doluydu. Bu resimlerin Bizans’ta75 bulunan benzerlerinden aşağı kalır bir yanı yoktu. Gerçek barbar olarak görmeye alıştığımız bu Türkler aslında zannettiğimiz kadar kaba değillerdi. Sadece kıymetli maden üzerine yansıtılan sanatları, değerleri bozulup paraya dönüştürülünceye kadar geçerli olan eşyalar yaratmıştır. Bu sanatın neredeyse tamamen kaybolmuş olmasının sebebi de budur. Bununla birlikte, çok kuvvetle muhtemeldir ki, bu sanatın izleri Sibirya’nın güneyinde gün ışığına çıkarılıp günümüzde Ermitage Müzesi’nde76 saklanan birkaç altın kabartma süsleme içinde bulunabilir.
74 Rubruk, büyüklerin kullanımına sunmak için Moğollar’da üretilen Kara koumis (caracosmos)’dan bahsederken, onu şıra veya tatlı şaraba benzetir.
75 Menandre, Fragm. hist. graec., cilt IV, s. 228 b. - Theophylacte Simo-catta (III, &) Perslerin verdiği altınla Türklerin yaptığı yatak, sandalye, kupa, koltuk, kürsü, at süslemesi ve silahlardan bahseder.
76 Bu anıtlar hakkında bkz. Güney Rusya’nın eski eserleri, N. Konda-kof, J. Tolstoy ve S. Reinach’ın Fransızca yay. ; Paris 1891; şekil 341-360 ; ayrıca bkz. S. Reicnach, Eski ve modern sanatta dört nalın temsili, 4. madde, Arkeoloji Dergisi, cilt XXXVIII, 1901, s. 27-45.
Dizabul (İstemi), Kırgız77 bir cariye verdiği Zemarque’ı Pers İmparatorluğu’na karşı başlattığı sefer sırasında refakatine aldı. Talas nehri yakınında aynı ismi taşıyan ve gerek Çinli78 gerekse Arap yazarlarca79 iyi bilinen şehirde mola verdiler. Orada Pers sarayının bir elçisi kendini kağana tanıttı, kağan da onu ziyafete davet etti; ama onu Bizans elçisinin arkasında oturmak ve yurttaşlarının adaletsizliği hakkında kinayelerde bulunarak bunaltmak suretiyle tahkir etme fırsatını kaçırmadı. Pers elçisi bu saldırılara yüksek sesle cevap verme cesaretini gösterebildi.
77 Menandre, Fragm. Hist. Graec., IV, s.228 b.
Zemarque’ı Emba, Yayık ve Volga’yı geçerek yaptığı dönüş yolculuğunda izlemeyeceğiz. Bu güzergah daha önce yeterince incelenmiştir80 ve üzerindeki karanlık noktalar bizim inceleme alanımız içinde değildir. Sadece Volga’nın batısındaki Uygur reislerinin Dizabul (İstemi) adına hükmettiklerinden bahseden pasaja işaret etmekle yetineceğiz.81 Ayrıca Bilge Kağan kitabesinde ve Çince transkiripsiyonlarda geçen tarkan unvanı kullanan Tagma adlı bir Türk temsilcinin Zemarque’a refakat ettiğini de belirtmiş olalım.82
80 Bkz. Klaproth, Tableaux historique, s. 117; Lebeau, Histoire du Bas-Empire, X/64 vd.
81 Menandre, Fragm. hist. Graec., IV, s. 229 b.
82 Menandre, age., s. 229 a: Tarkan unvanını değişik biçimlerde sunan birkaç örnek: Bulgarlarda, Boyla Tarkan (Constantin Porphyogene-te, De caerim., II, 47 ; Marquart, Die Chronologie, s. 42, n. 1) - Bilge Kağan yazıtları : Taman Tarkan (Thomsen, Orhun Yazıtları, s. 131 ve 185, n. 113). Elinizdeki eserde Mu-pi Tarkan, Pu-şi Tarkan, Baga Tarkan. - Wu-k’ung’un gezisi bağlantısında, Ki-pin (Kapiça) kralının 750’de Çin sarayına gelen elçisinin ismi Sa-po tarkan’dır (JA., Eyl-Ekim 1895, s. 345) ...
Türklerle Bizanslılar arasındaki diplomatik ilişkiler o noktada kalmadı. Zemarque’dan sonra Anankaste adlı bir Türk Konstan-tinopolis’e, arkasından Eutyhios, bilâhare 576’da yeni bir heyete başkanlık edecek olan Valentin, bir biri ardına kağanı ziyaret eden Herodion ve Sicilyalı Paul gibi Bizanslılar Türklere geldi-ler.83 Türkler Bizanslıları Perslerle savaşa itmek istiyorlardı, onların düzenledikleri entrikalar Bizanslılarla Sâsânîleri84 kapıştıran ve 571’den 590’a kadar süren savaşın belli başlı sebebi oldu. Bizanslılar, müttefikleri Himyerilere hücum etmeleri, Bizansa85 gelen Türklerin güzergahı üzerindeki Alanları Türk elçileri zehirlemeleri için parayla satın almaları yüzünden Perslere zaten diş gıcırdatıp duruyorlardı. Hüsrev de Ermenileri infiraka teşvik eden, onları yıllık beş yüz altını İran’a vermemek için kışkırtan Justin’e kinliydi.86
83 Menandre, age., s. 245 a.
Bizanslılarla Türkleri birbirine yaklaşmaya iten menfaatler ne kadar çok olursa olsun, bu, aralarındaki uyumun sürekli olması için yeterli değildi. Bunun kanıtını Menandre’in elçi Valentin hakkında bize bıraktığı yazılarda buluyoruz. Tiberius Sezar’ın ikinci naiplik yılında, yani 576’da,87 Bizans’tan yola çıkan bu kişi, daha önceki elçilikler sırasında Bizans’a gelip orada kalmış altı yüz Türkü beraberinde götürüyordu; onun görevi Tiberius’un imparatorluk yetkilerini üzerine aldığını kağana bildirmekdi. Ze-marque ayrıca Dizabul’la yapılan anlaşmayı yenilemek ve Türkleri Perslere saldırmaya teşvik etmek niyetindeydi.88 Valentin, muhtemelen Aral Gölü’nün kuzeyindeki bir bölgede Utigur kralı Anagai89 sayesinde hükmeden Akkagas adında bir kadının yönettiği bir İskit halkının arasından geçip giderek, Turksant’ın90 huzuruna vardı. Turksant, Türk İmparatorluğu’nu yöneten sekiz prensten biriydi ve bunların en eskisinin adı Türkçe aslan sözcüğünü anımsatan Arsila91 idi. Turksant, Valentin’i oldukça asık bir çehreyle karşıladı ve çevirdikleri daleverelerden dolayı Bizanslıları acı bir dille eleştirdi. Onları köleleri Varhonitlerle (sahte-Avar-lar veya Avrupa Avarları) anlaşma yapmakla suçlayarak, Türkler tarafından yenilgiye uğratılan Alanlar ve Utigurları ezdikleri gibi Varhonitleri de ezecekleri tehdidinde bulundu. Arkasından bizzat elçiyi hedef alarak, ölen babası Dilzibul’un yasını tutmak için Türk geleneklerine uygun olarak yüzünü yırtmamasından dolayı tenkit etti. 572’de bu barbar âdete uymayı reddeden Çinli elçi Wang K’ing kadar cesaret sergileyemeyen Valentin ve beraberindekiler, derhal yanaklarını çizdiler ve arkasından Dilzibul’un cenaze törenini izlediler. Turksant, tören sırasında babasının ruhuna sağlığında bindiği atları ve ayrıca merhumu taşımakla görevlendirdiği dört esiri kurban etti. Valentin daha sonra Turksant’ın Ektel dağında oturan öz kardeşi Tardu’nun yanına gitti. Bu dağ daha önce sözü edilen Zemarque’ın Dizabul’u ziyaret ettiği dağ ile aynıdır. Görünüşe göre bu dağ, Yulduz vadisinden kuzeybatıya çıkarken Kuça’nın kuzeyinde kalan Akdağ’dır. Bu arada meydana gelen olaylar sebebiyle Türklerle Bizanslıların arası iyice açılmıştı. Bohan adlı birinin kumandasındaki Türk ordusu ilkçağda Pan-ticapee denilen Bosporus’u kuşatan Utigur kumandanı Anagai’ın ordusuna yardıma gelmişti. Bosporus, Kimmer Boğazı’nın girişinde, Kırım’ın doğu ucunda bugünkü Kerç şehrine komşu bir yerleşim yeriydi. Bu şartlar altında, Valentin’in kağanın sarayındaki ikameti çok can sıkıcı geçti. Ancak bir güzel zılgıt çektikten sonra dönmesine izin verdiler.
87 Tiberius’un naipliğinin ikinci yılı Aralık 575’de başlar.
88 Menandre, (age., s. 245 b) : Zemarque’ın ziyaret ettiği kağanın Diza-bul olduğunu yukarıda görmüştük. Dolayısıyla bu metin Dizabul ile Dilzibul’un aynı kişi olduğunu göstermektedir.
89 Bu isim, Türkler tarafından mağlup edildikten sonra 552’de intihar eden Juan-juan hükümdarı A-na-kui’nin adıyla benzerlik göstermektedir. Hirth bu görüştedir. (Nachworte, s. 110, n. 1)
90 Marquart’a göre (Historische Glossen, s. 188) Turksant adı Türgiş şad yani Türgişlerin şadı sözcüğünden gelmektedir. Ancak Menandre’in anlattıkları Turksant’ın en batı noktasında yaşayan Türk hakanı olduğu sonucu çıkmaktadır. Halbuki Türgişler en doğuda yaşayan beş Tu-lu boyundan biriydi ve en azından o sıralarda İli havzasında olmaları gerekirdi. Dolayısıyla Turksant’ın Türgiş kağanı olduğu görüşüne katılamam.
91 Bu şahıs Çin belgelerinde hiç geçmez. Menandre’in kullandığı kelimesi sekiz Türk kağanı arasında en yaşlısı ve kıdemlisi olan Arsila’yı gösteriyor olmalıdır. Yoksa Marquart’ın dediğinin aksine (age., s. 186) Arsila’nın Türklerin uluğ hakanı olduğu anlamına gelmez.
Tardu adının Menandre’da zikredilmesi oldukça önemlidir. Esasen bu ad, tüm bu yüzergezer tarihi konuda Bizans belgeleriyle Çince metinler arasında belli bir uyum sağlamak için kullanabileceğimiz tek sabit dayanak noktasıdır. De Guignes, Yunanlıların Tardu’sunun Çinlilerin Ta-t’u’su92 ile aynı kişi olduğunu kabul etmişti. Bilgilerimizin artması bu özdeşleştirmeyi kesinleştirmektedir. Esasen dilbilim de bunu teyit etmektedir: Ta-t’u’daki “ta” daha önceleri “tat” şeklinde telaffuz edilirdi. Halbuki sondaki t Hirth’in93 tespit ettiği gibi yabancı isimlerin yazılışındaki r’ye tekabül etmektedir ki, buna göre tıpkı Ta-mo’nun Darma, ta-kan’ın tarkan oluşu gibi Ta-t’u Tardu halini almıştır. Şu halde Tar-du Ta-t’u’dan başkası değilse, bundan onun babası Dilzibul’un da Şe-ti-mi (İstemi) olduğu sonucu çıkmaktadır. Elçi Valentin’in verdiği bilgi, İstemi Kağan’ın 575 yılı sonunda veya 576 başlarında öldüğü tespitini yapmamıza imkan sağlamaktadır ki, bu tarih 582’den itibaren İstemi’nin oğlu Ta-t’u’dan bahseden Çin metinleriyle de bütünüyle örtüşmektedir.94
92 De Guignes, Reflexions generales sur les liaisons et le commerce des Ro-mains avec les Tartares et les Chinois (Memoires... de l’acad. Des Insc. Vt B. L., tome XXXII, 1768), s. 365: “Çinlilerin Ta-t’u dedikleri Tar-du...” - Bkz. Saint-Martin (Lebeau, Hist. du Bas-Empire, X?180, n. 3): “Çok muhtemeldir ki Yunanlıların Tardu’su Çinlilerin Ta-t’u’su ile aynıdır”. - Klaproth, Tableaux historiques, 1826, s.118. - Hirth, Nachworte, s. 131. - 655’de Batı Türklerinden başka birine, Hie-li Tardu şad’a da Tardu adı verilmiştir. Hirth’e göre, age., bu isimde Tarduşların şadı unvanı mevcuttur. - K’ang Krallığı’yla ilgili notta adı geçen Ta-tu Kağan, T’u-küe’lerle ilgili notlarda geçen Ta-t’u kağanla aynı kişidir.
V. Sâsânîlere Karşı Türkler ve Bizanslılar
Şimdi olayların seyrine bir göz atalım.
Hüsrev Anuşirvan 579’da ölünce yerine oğlu IV. Hürmüz geçti ve 579’dan 590’a kadar hüküm sürdü. Ona “Türk oğlu”95 lâkabını takmışlardı. Çünkü annesi, kağanın Türklerle birlikte Eftalitlere saldırma anlaşması yaptığı sırada Hüsrev’e verdiği kızıydı. Hürmüz, aradaki akrabalığa rağmen Türklerle hiç iyi geçinmedi. Tabe-ri’nin anlattığına göre hükümdarlığının on birinci yılında96 (588589) Türklerin melik’ul a’zamı Şaba 300.000 askeriyle Hürmüz’ün üzerine yürüdü ve Badagis ve Herat’a97 kadar geldi. Bu arada Bizans imparatoru Suriye çölü yönünde ilerlerken, Hazar hakanı Hazar Denizi güneyindeki Derbend’de her yeri ateşe ve kana boğuyordu. Persler en çok sıkıştırıldıkları tarafa koştular, yani var güçleriyle Şaba’yı püskürtmeye çalıştılar. General Behram Çûbin onu karşıladı, mağlup etti ve bir okla öldürdü. Arkasından Şaba’nın oğlu Bermuda’ya Baykend şehrinde saldırdı ve esir ederek bol miktarda ganimetle birlikte Hürmüz’e gönderdi.98 “Behram kaleye girip hazineyi açtırdığında, diye anlatır Saalibi, sayısız miktarda gümüş, kıymetli eşya, muhteşem silahlar ve mobilyalar buldu. Bunların arasında Afrasyâb’ın ve Arcâsf’ın hazineleri, Siyavuş’un tacı, kemeri ve küpeleri vardı. Behram, bir liste çıkardıktan sonra tüm bu zenginlikleri binlerce deveye yükleterek güvenilir bir muhafız birliğinin nezaretinde Hürmüz’ü99 sarayına gönderdi”. Metin bariz şekilde abartılı olmakla birlikte önemlidir, çünkü Buhara yakınındaki Baykend’in herhangi bir şehir değil, Şaba’nın en kıymetli varlıklarını koruduğu kale olduğunu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Ta-berî ne söylerse söylesin, Şaba ve Dineveri’nin Yer-tegin veya Yeltegin100 dediği oğlu Bermuda, Türklerin uluğ hakanı değillerdi ve muhtemelen Türklerin tebaası olan küçük Soğd hanedanlarından birinin hükümdarlarıydılar. Abel Remusat’nın da101 belirttiği gibi, bu, Soğd prenslerinin Çao-wu şeklindeki soy adı, Arapça Şaba ve Farsça Şawa olarak yazılan isimdir.
95 Türk-zade. - Patkanian (JA., Şub.-Mart, s. 189), Ermeni tarihçi Se-beos’un şu sözünü nakletmektedir: “ Hürmüz’ün annesi Kaien, The tal’ların (Türk) kralının kızıydı. “ Keza bkz. Nöldeke, Gesischte des Perser, s. 264, n. 5.
96 Nöldeke, age., s. 269, n. 2.
97 Tabari, Nöldeke’de, age., s. 269; Tha’âlibi, Zotenberg terc., s. 642 : “... Şaba-Şah isimli hakan, zapt etmek ve oradan İranşehr’i ondan almak için Belh üzerine yüz bin atlıyla yürüdü”.
98 Tha’alibi, Zotenberg terc. s .653. - “Baykend Mâverâünnehir’de Bu-hara’ya bir menzil mesafede bir yerleşim yeridir” (Geographie d’Aboulfeda, Reinaud terc., cilt II, 2, s. 217. - Firdevsi, Bermuda’nın sığındığı ve Türk hükümdarlarının hazinelerini sakladığı kaleyi A-wâza diye adlandırmaktadır. Bkz. Marquart, Eranshahr, s. 82-83.
99 Zotenberg terc. s. 655.
100 Nöldeke, Geschichte der Perser, s.272.
101 Nouveaux Melanges asiatiques, I/227, n. 2; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 261, n.1. - Çao-wu aile ismi konusunda bkz., s. 182, n.1. - “Mazkout’ların kralına karşı kazandığı parlak bir zaferden sonra onu öldürdü ve topraklarında çok büyük ganimetler elde etti” diyen Ermeni tarihçi Sebeos’un sözünü ettiği zafer, Behram’ın Şaba’ya karşı kazandığı zaferdir (Patkanian, JA. Şub-Mart 1866, s. 187). Marquart (Eranshahr, s. 64) oldukça başarılı bir şekilde Türklere işaret etmek için kullandığı Mazkut adının Massagetlerin eski ismi olduğunu belirtir. Aslında Bizanslı Theophane’ın (bkz. age., s.232) kaydına göre Türklere daha önce Massaget deniliyordu. - Diğer yandan Marquart’ın Şaba’yı Ç’u-lo-hu ile özdeşleştirme görüşünü ( Eranshahr, s. 65; Historische Glossen, s. 18189) pek de yerinde bulmuyorum. Bu kıyaslamanın tek sebebi, Ç’u-lo-hu’nun 588’de Batıya karşı düzenlediği seferde aldığı bir ok yarası sebebiyle ölmüş (Sui-şu, LI, s. 3 v°) olmasıdır. Ama Ç’u-lo-hu Kuzey Türkleri koluna mensuptu ve Baykend’de oturuyor olamazdı.
Behram Çûbin, kazandığı zafere rağmen çok geçmeden itibardan düştü. Arap ve Ermeni tarihçilere göre102 bazıları Hürmüz’ü onun ganimetin bir kısmını kendisine ayırıp, kalanını gönderdiğine inandırmışlardı. Theophylacte’a göre ise103 Beh-ram Türkler’e karşı muhteşem bir zafer kazandıktan sonra Kafkaslarda Albanya topraklarında [Gence ve Karabağ çevresi] Araks nehrinin kollarından biri yakınında Bizanslılar tarafından hezimete uğratıldı. Bu ikinci varyant Hürmüz’ün generaline alaycı bir tavırla neden öreke ve kadın elbiseleri gönderdiğini daha iyi anlatmaktadır. Bu hakarete tahammül edemeyen Beh-ram isyan bayrağı açtı. Ctesiphone’da çıkan kargaşa üzerine Hürmüz tahttan indirilerek gözlerine mil çekildi ve yerine bilâhare kazandığı zaferler sebebiyle “muzaffer” anlamına gelen Per-viz [Eberviz/Abraviz] lâkabı verilen oğlu Hüsrev 590’da şah ilan edildi. Bununla birlikte hükümdarlığının başlangıcında kendisine azamet kazandıran herhangi bir olay yoktur. Babasını ölüme terk eden Hüsrev, kendisini Medain’de [Ctesiphone] şah ilan eden Behram’ın önünden kaçmak zorunda kaldı. Büyük badire ve tehlikeler atlattıktan sonra ülkesinin batı sınırında Fırat üzerinde yer alan Bizans şehri Circesium’a [Roha]104 varınca İmparator Maurice’e yalvarırcasına destek isteyen bir mektup yazdı. Maurice, istenen takviyeyi 591’de105 Ermeni Narses’in komutası altında gönderdi. Perviz ve Narses, Beleres106 nehri yakınlarında Behram’a karşı savaştılar ve Behram yenildi. Onun ordusunda bir miktar Türk vardı, çünkü isyan ettikten sonra eski düşmanı Bermuda’nın107 oğlu kağanla yani Buhara bölgesinde hüküm süren teginle ittifak kurmuştu. [Esir alınan] Türklerin birçoğu alınlarında haç işareti taşıyordu. Hüsrev, diğer esirleri fillerinin ayakları altında ezdirmesine rağmen, onları Maurice’e Hristiyan inancının savunucuları olarak göndermişti. İmparator barbarlara neden bu işareti taşıdıklarını sorunca, işaretleri annelerinin yaptıklarını söylediler. Batı İskitleri arasında öldürücü bir salgın hastalık yayıldığı zaman bazı Hıristiyanlar bu işareti çocukların alınlarına çizmeye onları ikna etmişlerdi ve barbarlar bu fikri ters bulmadıkları için kurtulmuşlardı.108 Bu metin, Hristiyanlığın, muhtemelen Nesturi Hristiyanlığın, 591 tarihinden otuz yıl kadar önce Soğdiyana Türkleri arasında mevcut olduğunu göstermektedir. Çünkü o tarihte Hristiyan olan insanlar taşıdıkları haç işaretini çocuklarına da yapmışlardı. Türkler arasında Hris-tiyan cemaatlerinin bulunduğu, Si-an-fu notlarına göre 635’de Çin’e dinini yaymak için geldiği anlaşılan Nesturi din adamı A-lo-pen’in seyahatinden de anlaşılmaktadır.
102 Tha’âlibi, Zotenberg terc. s. 657; Sebeos, Patkanian’da, JA., Şub-Mart 1866, s. 188.
103 Theophylacte Simocatta, III, 7-8 ve Theophane, Chronographie, De Boor yay., s. 263; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 272, n. 3.
104 Theophylacte Simocatta, IV, 10.
105 Nöldeke’nin verdiği bu tarih (Etudes historiques sur la Perse ancien-ne, s. 188) Theophane’ın verdiği 6081 tarihine tekabül etmektedir. - Burada Theophane’ın çok tartışılan kronolojisi konusunda nasıl bir tavır takınacağımızı belirtmemiz gerekiyor. Theophane’nın dünyanın başlangıç tarihini MÖ. 1 thoth = 29 Ağustos 5493’e sabitleyen Mısırlı rahip Pamodore’un takvimini esas aldığını biliyoruz. Dolayısıyla tarihlerin Hristiyanlık devri tarihlerine çevrilmesi için, olay 29 Ağustos ile 31 Aralık arasında olmuşsa dünya tarihinden 5493, 1 Ocak ile 28 Ağustos arasında oluşmuşsa 5492 çıkarmak gerekir. Fakat Theophane’ın bazı bölümlerinde dünya tarihiyle gösterilenler arasında birbiriyle bir senelik bir uyuşmazlık olduğu bilinmektedir ve dolayısıyla bu bölümlerde dünyanın tarihini bir yıl arttırmak gerekmektedir veya bu tarihlerden 5492 yahut 5491 ( 5492?5493 değil) çıkarmak aynı hesaba gelir. E.W. Brooks’a göre (The chronology of Theophanes, 607-775; Byz. Zeitschrift, VIII, 1899, s. 82-97), The-ophane’ın hatası 607 yılından itibaren başlamakta ve 607’den 685’e kadar uzanmaktadır. Bu gözlem, esasen dünya tarihi ile belirtilen tarihler arasındaki uyumu yeniden kurmayı sağlamakta, fakat sorunu kökünden halletmemektedir. - Örneğin Hüsrev’in ölümü The-ophane tarafından 6118 yılı olarak gösterilir, halbuki bu ölümün 628 yılı Şubat ayında vukû bulduğunu kesin olarak biliyoruz. Chro-nique Paschale (Bonne yay, s. 727-7314) Heraklius’un Persia’dan Konstantinopolis yetkililerine yolladığı bir mektubun metnini verir; 15 Mayıs 628’de ana kilisede halka okunan bu mektup Hüs-rev’in aynı yılın 28 Şubatında öldüğünü duyuruyordu (bkz. E. Ger-land, Byz. Zeitschrift, III, s. 337; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 382, n. 1’e kesin ölüm tarihini 29 şubat 628 olarak göstermiştir). Şu halde burada dünyanın 6118. yılı 29 Ağustos 627 yerine 28 ağustos 628 sayılmalıdır ve çevrimi yapmak için 5491/5490 çıkarmak gerekir. Yine Theophane (Bonn yay. S.471) Heraklius’un Ermenistan’a hareketini dünya tarihi 15 Mart 6114’e tarihler; Chronique Pascha-le (Bonn yay, s. 713) bu olayı 25 mart 624’e yerleştirir; Heraklius’un kendi zamanında yazılan Chronique Paschale, evvelce yaratılmış tüm kronoloji sistemlerinden bağımsızdır ve burada Theophane’a nisbetle daha güvenilir bir nirengi noktasıdır; halbuki Theophane tarafından belirtilen Mart 6114 tarihinden şayet 5491/5490 sayısı çıkarılırsa Mart 624 tarihi bulunamaz. Üçüncü bir örnek, önceki iki örneği teyit edecektir: Yermuk nehri yakınında yapılan muharebe Theophane’a göre (Bonn yay, s.518) 23 Temmuz 6126 salı günü cereyan etmiştir; Nöldeke ise (Zur Geschichte der Araber im 1 Jh. D. H. Aus syrischen Quellen, ZDMG, XXIX, s. 79-82) bu muharebe bir Suriyeli anonim tarihçisine göre Selevkus devrinin 20 Abh 947 = 20 Ağustos 636 tarihinde sona eren bir dizi çarpışma içinde yer alması gerektiğini kaydeder. Burada da dünya tarihinin çevrimi 5491/5490 çıkartılarak yapılmalıdır. Bu üç örnek Nöldeke’nin görüşünü tümüyle desteklemektedir (ZDMG, s. 80, n. 1) ve tüm bu devir, Theophane’ın tarihleri, iki yıllık bir hata ile lekelenmiştir. Şahsen ben, sırf bu yüzden İmparator Maurice’in yolladığı orduların Behram’a karşı zaferle sonuçlandırdıkları muharebeyi 591 yazına oturtan (Theophane’a göre 6081) Nöldeke’nin peşinde gidiyorum.
106 Theophylacte Simocatta, V. 10. Bu metin Beleres nehrinin Ganza-ca’dan uzak olmadığını kanıtlamaktadır. Burada sözü edilen Ganzaca şehri Dicle yakınlarındaydı ve dolayısıyla Azerbaycan’daki Ganzaca [Gandzak] ile karıştırılmamalıdır. (Nöldeke, Geschichte des Perser, s. 100, n.1) Nöldeke’ye göre (Etudes historiques, s.188), Acem ve Bizans orduları Behram’ı Zap suyu civarında mağlup etmiştir.
Bahrâm yenilince Türk kağana sığındı. Kağan onu hayli iyi karşıladı; fakat hatun’u yoldan çıkaracak zengin hediyeler getiren Hüsrev’in aracıları tarafından katledildi. Bu kağan, büyük ihtimalle Bermuda’nın oğlu ve halefidir. Bununla birlikte Sebeos’a göre Behram Belh’de ölmüştür109.
109 “Vahram’ın tüm hazinesi galiplerin eline geçti. Kendisi bile ancak büyük zahmetlerle Bahl-Şahastan’a (Belh) sığındı ve kısa süre sonra Hüsrev’in entrikaları neticesinde orada öldürüldü.” (Patkanian, JA., Şub.-Mart 1866, s. 193-194).
Kronoloji akışı şimdi bizi 598’de Türklerin uluğ hakanının İmparator Maurice’e yazdığı mektuptan bahsetmeye sevketmek-tedir. Bu mektubun günümüze kadar ulaşmasını sağlayan The-ophylacte Simocatta’nın metni110 oldukça önemlidir, ama çok titiz araştırmaların bile henüz aydınlatamadığı bazı karanlık noktalar içermektedir. Bizim konumuzu ilgilendiren bölümlerin tam tercümesini vermekle başlayacak, ortaya çıkan sorunları aydınlatmaya daha sonra gayret edeceğim.
110 Theophylacte, kitap VII, 7-9.
“Kafkaslara doğru uzanan bölgelerde yaşayan İskitler’den ve kuzeye yönündeki halklardan bahsettiğime göre, - der Theophy-lacte, - aynı dönemde bu büyük milletlerin başına gelenlerden de söz etmeliyim. Bu yılın (598) başlangıcında doğuda Türklerin meşhur bir kağanı İmparator Maurice’e elçiler ve çok parlak ifadelerinden bahsettiği bir de mektup gönderdi. Mektubun adresi şöyle yazılmıştı: “Yedi halkın uluğ hakanı ve dünyanın yedi ikliminin sahibinden Roma [Bizans] imparatoruna.” Gerçekten bu kağan savaşta Abdellerin (yani Eftalitler denilen halkın) prensini yenmiş ve halkını itaat altına almıştı. Zaferiyle gururlanarak ve Stembi kağanla silah arkadaşı olarak Avar halkını köle haline getirdi. Avarların Avrupa’ya ve Pannonya’ya yerleştiklerini ve oraya İmparator Maurice’den önce geldiklerini düşünerek, o dönemin olayları arasında kaybolup gittiğimi zannetmeyin. Aslında sahte bir isimle İster ırmağı [Tuna] kıyılarına yerleşen barbarlar Avar giysisine büründüler. Bunların aslının ne olduğunu birazdan açıklayacağız. Avarlar yenilmiş olduklarından (bu konuya da tekrar döneceğiz) aralarından bazıları Taugast’ı111 işgal edenlerin yanına sığınmaya geldiler. Taugast, Türk denilen halktan bin beş yüz mil uzakta meşhur bir şehirdir. Hintlilerle sınırdaştır. Taugast bölgesinde oturan barbarlar çok cesur ve çok kalabalıktır; nüfus cihetinden dünyanın hiçbir milletiyle karşılaştırılamaz. Avarların diğerleri bozgunlarından sonra daha sefil bir kaderin eline düşerek Mukri denilen halkın arasına karışmaya geldiler. Bu halk Ta-ugast’a çok yakındır. Tehlikeler karşısında katı ruhlu olmaları kadar, günlük vücut ekzersizleri sayesinde savaşlarda oldukça zorludurlar. Kağan o sıralar yeni bir girişimle tüm Ogor ( Uygur) ları itaat altına aldı. Bunlar, kalabalık nüfusu ve savaştaki gö-züpekliği ile en zorlu halklardandır. Doğuda Türklerin Kara dedikleri Til nehrinin mansabında yaşarlar. Bu halkın en eski reisleri Uar ve Hunni idi. Uar ve Hunni isimlerini taşıyan birkaç halk, isimlerini bu iki kişilerden almıştır”.
111 De Boor yay. s. 257: - Bu metnin birinci kısmı, biraz aşağıda The-ophylacte’da görüleceği üzere takip eden pasajdaki gibi kurulmuş. (De Boor ed., s. 260) “İkar, altın dağı denilen dağa dört yüz mil mesafededir.” Dolayısıyla Taugast şehriyle ilgili benzer cümlenin çevirisi konusunda herhangi bir şüphe olamaz. Bu cümle, şu ana kadar konuyla ilgilenen herkes tarafından münferiden yorumlandı. “Kolonileştirmek” anlamındaki “ “ fiilinden dolayı Taugast şehri Türklerin bir sömürgesi gibi gösterildi.
“Taugast meşhur bir Türk şehridir; Hintlilerle sınırdaştır” diye yazan Nicephore Kalliste (Hist. Eccl., XVIII, 30) tarafından daha önce işlendiği için eskiden beri süregelen bir hatadır bu. Aşağıdaki yazarlar da bariz bir şekilde aynı hataya düşmüşlerdir: Klaproth, “Table-aux historiques de l’Asie, s. 266): “Bu, Türklerin Hindistan’a 1500 stad uzaklıktaki zengin bir sömürgesiydi.” Byzantine de Bonn, 1834, s. 283: “est autem Taugast Turcarum nobilis colonia, stadiis mille quingentis ab India distans.”; Yule, (Cathay and the way thither, I/XLIX): .. esasen Türk halkının bir kolonisidir ... Onların başkenti Hindistan’a 1500 mil mesafedeydi.” Esasen Türklere 1500 mil mesafede ve Hindistan’la hemhudut bir şehir olan Taugast’ı Hindistan’dan 1500 mil uzaklıktaki bir Türk kolonisi gösteren bu hatanın gösterilmesi gerekirdi. Taugast bir Çin şehri olmalıydı, ama bugüne kadar onu Ç’ang-an’la özdeşleştirmek ve bu isimden T’ang hanedanını (T’ang kia) türetmek için yapılan denemeler, bana fazla inandırıcı gelmemektedir.
Theophylacte, burada Uar ve Hunnilerin Avrupa’ya varışlarında neden gereksiz yere Avarlar ismini aldıklarını anlatarak, arkasından kağanın yaşadığı önemli olayları şu sözlerle hikaye etmektedir:
“Ogor’lara (Uygurlar) karşı muhteşem bir zafer kazandıktan sonra Kolkh (halkı) reisini de kılıçtan geçirdi. Savaşta bu halktan ölüp gidenlerin sayısı en az üç yüz bindir. Öyle ki, dört günlük yol boyunca cesetler saçılmıştı. Zaferin kağana gülümsediği sırada Türkler arasında bir iç savaş başladı. Kağan’ın akrabalarından Turum adlı bir Türk darbe yaparak büyük bir ordu topladı. Kağan, gâsıbm savaşta üstünlük kazanması üzerine, Sparzö-gun, Kunaksola ve Tuldih (
) adlı diğer üç kağana adamlar gönderdi. Böylece tüm birlikler toplandıktan ve geniş vadiler içinde yer alan İkar bölgesinde
savaşa tutuştuktan sonra, düşmanların kahramanca çarpışmasının ardından gâsıp mağlup oldu ve ona bağlı ordular geri dönüp kaçtılar. Büyük bir katliamdan sonra kağan tekrar topraklarına sahip oldu. Kağan, elçiler vasıtasıyla İmparator Maurice’i bu başarılardan haberdar etti.”
“Ikar, altın dağ112 diye adlandırılan dağa dört yüz mil mesafededir. Bu dağ, güneşin doğduğu yöndedir. Yerlilerin ona altın dağ demelerinin sebebi ise hem burada bol meyve bulunması, hem de büyük ve küçükbaş hayvanların yetişiyor olmasıdır. Altın dağın en güçlü kağana bırakılması Türkler arasında bir töredir. Türk milleti çok önemli iki hususta övünür ki, gerçekten de bu bölgede en eski çağlardan beri küçük bir salgın hastalık bile görülmemiş ve çok nediren deprem olmuştur. Halbuki Unnugurların bir zamanlar bir şehir kurdukları Beket depremlerle yok olup gitmiştir. Soğdiyana ise depremler ve salgın hastalıklardan muz-dariptir.
112 Buradaki altın dağı Altaylar olarak düşünmemek gerekir. Aksine bu dağ, Zemarque’ın İstemi’yi gördüğü, Valentin’in Tardu’yu ziyaret ettiği dağla aynı yerdir. Dolayısıyla eğer tahminlerimiz doğruyla Tekis nehri vadisinde bulunuyordu.
“Türkler ateşe çok aşırı saygı duyarlar; ayrıca hava ve suyu kutsal kabul ederler; toprağı da kutsal sayarlar, ama (bunlara) tapmazlar. Sadece göğün ve yerin yaratıcısını tanrı olarak adlandırırlar; ona at, koyun ve öküz kurban ederler. Kendilerine geleceği okuyan rahipleri [şamanları] vardır.
“Bu esnada Uar ve Hunnilerden inen Tarhiahlar ve Kotzager-ler,113 Türklerden uzağa kaçtılar ve Avrupaya gelerek Avarların kağanına bağlı olanlara katıldılar. Zabenderlerin de Uar ve Hun-ni halkından olduğu söylenir. Avarlara katılan destek gücünün on bin kişi olduğu tahmin ediliyor.
113 Marquart (Die Chronologie, s. 91) Kotzagerlerle Kutrigurları özdeşleştirmektedir.
“Türklerin kağanı iç savaşa son verdikten sonra, işlerini huzurlu bir şekilde yönetti. Ve böylece soğukkanlılıkla hareket ederek, zayıf bir devleti ayakta tutabilmek için Taugastlarla bir anlaşma yaptı.”114
114 Theophylacte’ın metninin devamında Klaproth (Memoires relatifs.., III, s. 261-264), Yule (Cathay, I/XLIX-L) ve Marquart (Eranshahr, s. 316) tarafından aşağı yukarı tamamıyla tahlil edilmiştir.
Burada akla gelen ilk soru 598’de İmparator Maurice’e mektubu hangi kağanın yazdığıdır. Bu kağanın mektubunda kendisini “dünyanın yedi ikliminin sahibi” diye tanıttığını biliyoruz. “Yedi iklim” tabiri, pek çok Arap yazarının eserinde rastlanan ve dünyanın meskun alanlarının tamamını gösteren meşhur bir tabirdir. Şu halde yedi iklimin hakimi alelade bir hükümdar değil, Türklerin hakan-ı kebiri olmalıydı. Eğer Ta-t’u’nun hayat hikayesini özetlediğimiz sayfalardaki nota bakarsak, o sıralar Türk Hakanlı-ğı’nı parçalayan iç çalkantılar arasında Ta-t’u’nun 598’de kuzey kadar batı Türkleri üzerinde de en meşru hakimiyet iddiasında bulunabilecek kişi olduğu ve 599’de Bilge Kağan unvanı alarak bunu fiilen ortaya koyduğu görülecektir. Ta-t’u’nun 576’da büyükelçi Valentin’in huzuruna geldiği Tardu Kağan olduğu hatırlanırsa, Bizans hükumetiyle çoktan ilişki kurmuş olan bu kağanın muhatabını yakın geçmişteki başarılarından haberdar etme arzusu anlaşılır.
Her ne kadar Theophylacte’nın metni, mektupta sözü edilen tüm zaferleri tek ve aynı kağana malediyorsa da, ya mektubun Bizans diline yanlış tercüme edilmesi ya da başka bir sebebe binaen, Ta-t’u (Tardu)ya izafe edilen ilk zaferlerin onun seleflerine hamledilmesi gerektiği açıktır. Eğer gerçek Avarları Juan-juanlar-la özdeşleştirmekte haklıysak, bu durumda onları kırıp geçiren kağan T’u-man olmalıdır, ama T’u-man’ın seferlerine kardeşi Şe-timi veya İstemi’ye de götürdüğünü, bu yüzden Theophylacte’ın Stembi Kağan’la bariz bir şekilde Şe-ti-mi’yi kastettiğinü görmüş-tük.115 İstemi zaten Tardu’nun babası olduğuna göre, eğer bizim düşündüğümüz gibi bu mektubun yazarı Tardu ise, babasının Türk Hakanlığı’nın kuruluşundaki payını özellikle hatırlatmış olmak istemesi çok doğaldır.
115 Marquart (Historische Glossen, s. 185) bu özdeşleştirmeyi ilk teklif eden kişidir.
Türkler Avarlara saldırmadan önce Theophylacte’ın Eftalitler-le özdeşleştirdiği Abdelleri ezmişlerdi. Fakat Avarlar Juan-juan-larsa, onlar 552’de T’u-man tarafından yenilerek 555’de kesinlikle yok edildiler. Eftalitler de Türklerin öldürücü darbelerinden nasiplerini 563 ve 567 yılları arasında aldılar. O halde Theophy-lacte’in Eftalitlerin Avarlardan önce mağlup edildikleri varsayımı nasıl açıklanabilir? Türklerin Avarlardan önce mağlup ettikleri halkın Eftalitler olduğu kağanın mektubundan anlaşılıyor. Halbuki Suriyeli bir yazarın Abdelleri Eftalitlerden ayırt ettiği görülmektedir.116 569 yılından önceki bir derlemede bu metinden bahsedildiğine göre, metin o tarihten daha önce, Eftalitlerin henüz güçlü bir devlet oldukları günlerde yazılmış olmalıdır ve dolayısıyla yazarın Abdel ve Eftalitlerden iki ayrı halkmış gibi bahsetmekle yanılmış olması çok zayıf bir ihtimaldir. Bu durumda Theophylacte tarafından ileri sürülen özdeşleştirme reddedilmelidir. İyi ama, eğer Abdeller Eftalitler değilse, kimdir? Muhtemelen Çinli yazarların T’ie-le, Türk kitabelerinin Tölös dediği halktır. Bilindiği gibi Türkler güçlerini ilk önce Tölösleri mağlup ederek ispatlamış, arkasından da elde ettikleri zaferin coşkusuyla o güne kadar efendileri durumundaki Juan-juanlara savaş açmayı göze almışlardır. Eğer Abdeller yerine T’ie-leler, Avarlar yerine de Juan-juanlar konulursa, Theophylacte’ın ne demek istediği doğru olarak anlaşılacaktır.
116 Bu metin bazen söylendiğinin aksine Zakhariya le Rhetor’a ait değildir, aksine XII. kitaba Zakhariya’nın kroniğinin Aramice çevirisini III-VI. cüzlerinde muhafaza eden Suriyeli Yakubi bir anonim yazar tarafından 569’da kaleme alınmış bir derlemeden girmiştir. Bu bilgiyi borçlu olduğum M. Rubens Duval, bizi ilgilendiren bu parçanın tercümesini verme inceliğinde bulunmuştur: “Ermenistan’ın Yunancayı andıran bir dil konuşan Gurzan bölgesinin Pers hükümdarına bağlı küçük bir Hristiyan kralı var. - Ermenistan’ın aynı bölgesinde onunla aynı dili konuşan, aynı dine mensup vaftizli Aran veya Ara halkı yaşar; bunların da Pers hükümdarına bağlı küçük bir kralları var. - Sisgan, kendi dili olan bir ülke, halkı inançlı, ama paganlar da var. - Bazgun, kendi dili olan, Bab el-Ebvab’a ve Hazar De-nizi’ne sınırdaş, Hunlara ait bir ülke. - El-Ebvabın iç tarafında Bur-gar (Bulgar)lar var; bunların dili kendilerine özgüdür; halk pagan ve barbardır. Ayrıca beş şehirleri var. - Dağlarda oturan Dadu halkının kaleleri var. - Ungur (Uygur)lar, çadırda yaşayan bir halktır. - Ugar, Sabar, Burgar, Kurtargar, Abar, Kasar, Dirmar, Sarurgur, Ba-yarsik (Barsilk, bkz. Eranshahr, s. 258), Kulas (Holas), Abdal, Efta-lit; bu on üç halk çadırlarda yaşarlar. Sürülerinin etleriyle, balıkla, vahşi hayvanlarla ve yağmayla idame-i hayat eylerler. - Sayılan son isimler on üç değil, on iki adettir, şüphesiz onlardan önce sayılan Uygurları bu rakama ilave etmekte fayda vardır. Land’daki Aramice metne bkz., Anecd. Syr., III, s. 337).
Uygurlara ( ) gelince, onlar Tölös grubuna mensup bir halktı. Zaman içinde güçlenmişler ve adları Tölös adını bastırmıştır. Her ne kadar onların Türkler tarafından ne zaman mağlup edildiklerini tam olarak bilmiyorsak da, en azından onların hakimiyetlerini tanımak zorunda kaldıkları açıktır. Hangi nehir sahilinde yaşadıkları Theophylacte tarafından tam olarak belirtilmemiş olmakla birlikte, zikrettiği Til (
) kelimesi, “nehir” anlamına gelen etil veya itil’ den başkası değildir. Marquart da dahil olmak üzere,117 bu su yolunun Sui hanedanı döneminde yani VI. Yüzyıl sonlarında veya VII. Yüzyıl başlarında Uygurların yaşadıkları Tola nehri olduğunu var sayabiliriz.118
117 Die Chronologie, s. 95.
118 Sui-şu, LXXXIV, s. 8 r°: “Tu-lo (Tola) nehrinin kuzeyinde reisleri sekin unvanı taşıyan Pu-ku, T’ong-lo, Wei-hu (Uygur), Pa-ye-ku (Bayırku)lar yaşarlar.”
Theophylacte’ın metninde hâlâ pekçok müphem nokta vardır. Kolkh’lar kimdir? Kağana destek veren Sparzögun, Kunakso-la ve Tuldih ve kağanın düşmanı Turum kimdir? İkar denilen yer neresiydi, Uygurlar tarafından kurulan Beket şehri ve adı Türkler nezdinde Çinlilere işaret Taugast şehri neredeydi? Bilimsel bir şekilde cevap veremeyeceğimiz ve zayıf varsayımların büyük destekleriyle halletmeyi tercih etmediğimiz onca soru...
597-598’de, yani İmparator Maurice’in kağanın mektubunu aldığı sıralarda, İran şahı Hüsrev Perviz, generali Smbat Bagratu-ni’yi Eftalit ve Kuşanlar’a saldırmaya göndermiş, onlar da kendilerine 300 bin kişilik bir destek gönderen kuzey ülkelerinin hükümdarı uluğ hakandan yardım istemişlerdi. Bu birlikler Amu-derya’yı geçerek Smbat’ın ordusunu mağlup ettiler, ama hemen akabinde kağanlarının emriyle Amu-derya’yı geçerek tekrar ülkelerine döndüler. Bunun üzerine Smbat tekrar saldırıya geçip, Ku-şanlar’ın başkenti Belh’e kadar sokuldu, tüm ülkeyi, Herat ve Ba-dagis’i, bütün Toharistan ve Talekan’ı yakıp yıktı. Ayrıca pek çok kaleyi ele geçirip yerle bir etti ve pek çok ganimetle muzaffer bir şekilde döndü. Merv ve Merv er-rud bölgesine gelerek kampını orada kurdu.119”
119 Smbat’ın seferinden bahseden Suriyeli tarihçi Sebeos’dur. Bkz. Pat-kanian, JA., Şub-Mart 1866, s. 195-196, ve özellikle Marquart, E-ranshahr, s. 65-66.
Kısacası Smbat’ın seferi yalnızca bir yağma hareketiydi ve bir fetihten ziyade İran’ın doğu sınırını belirlemeyi amaçlamıştı. 598’den itibaren tüm Toharistan, Belh, Badagis, Herat ve hatta Ta-lekan İran’a aitti. Bu bölgeler daha önce Türk hakimiyetini tanıyan Kuşan prensleri (ki bazıları muhtemelen Eftalitlerden inmeydi,) yönetiliyordu. İran’ın batı sınırını Merv ve Merv er-rud oluşturuyordu.
Şimdi İmparator Heraklius’un İran’a karşı düzenlediği meşhur seferler sırasında Türklerin iştirak ettikleri olayları gözden geçi-relim.120 Heraklius, 610’da Maurice’in katili zorba Phocas’ı devirmiş ve Bizans tahtına çıkmıştı. Hükümdarlığının ilk yılları fazla dikkat çekici değildi. Hüsrev Perviz, velinimeti Maurice’in intikamını alma bahanesiyle Bizans İmparatorluğu’na adavet sergilemek için Phocas’ın cinayetlerini fırsat bildi. Bizans’ın Anadolu’daki bazı şehirlerini tahrip etmiş ve 614’de generallerinden biri Kudüs’ü ele geçirerek gerçek haç ağacını alıp götürmüştü.
120 Bu seferler hakkında E. Gerland’ın mükemmel makalesine bkz., Die Persichen Feldzüge des Kaisers Heraklios (Byzantinische Zeitschrift, III, 1894, s. 330-373).
Heraklius, savaşmaya ancak 622’de karar verdi. Böylece Hüs-rev’in 628’de ölümüyle son bulacak uzun seferler dizisi başladı. Türklerin üçüncü ve son savaşda (626-628) ortaya çıktıklarını görüyoruz.
Önce Theophane’ın anlatısını özetleyelim121: Hüsrev, 627’de ordularını Şahin’in kumandası altında Heraklius’a saldırmak için gönderdi. Şahrbaraz kumandasındaki bir diğer ordu Avar, Bulgar, Slav ve Gepidlerin yardımıyla kuşatmak amacıyla Cons-tantinopolis önlerine geldi. Heraklius hemen kuvvetlerini üç gruba ayırdı. Birini Konstantinopolis’i savunmak, ikincisini Şa-hin’in üzerine yürümekle görevlendirdi. Üçüncüsünün başına ise bizzat kendisi geçerek savaşı düşman arazisine taşımak amacıyla istila hareketine girişti. Heraklius, önce Karadeniz’in doğu ucundaki Lazistan’a gitti. Hazar denilen doğu Türkleriyle ittifak anlaşması yapmak için orada bir süre kaldı. Hazarlar, Hazar Kapısı geçidini zorladılar. İtibar yönünden kağandan sonra ikinci adam durumundaki reisleri Ziebel komutasında Azarbaycan eyaletini fethettiler. Heraklius, kendi payına Lazistan’ı terkede-rek Tiflis’e kadar ilerledi. Perslerin işgali altındaki bu şehrin duvarlarının dibinde barbar reis ve imparator arasında görüşmeler yapıldı. Ziebel, Heraklius’u farkedince ona doğru yürüdü, kucakladı ve tazim kıldı. Bu esnada tüm Türk ordusu emperyal majesteden gözü kamaşmış gibi yerde secdeye varıyordu. Zi-ebel, oğlunu Heraklius’a takdim etti ve ona kırk bin kişilik bir ordu bırakarak ülkesine çekildi122.
121 Theophane, Chronographie, ed. De Boor, s. 315-316.
122 Konstantinopolis patriği Nicephore’a göre (ed. Bonn, s. 78) Türk kağanı imparatoru görünce o ve tüm maiyeti attan inerek yere kapandılar. İmparator ondan yanına at sırtında gelmesini istedi ve kendisine ‘oğlum’ dedi. Türk kağanı onu kucaklayınca başındaki tacını çıkarıp onun başına koydu; kızı Evdokya’nın suretini gösterdi ve düşmanlarına karşı yardım ederse kızını vereceği vaadinde bulundu. - Ermeni tarihçiler imparatorun kızı Evdokya’yı Kuzey hanı olan hakana verme vaadinde bulunduğunu de belirtmektedirler. (bkz. Patkanian, JA, Şub.-Mart, 1866, s. 213).
Türk birliklerince desteklenen imparatorluk ordusu Eylül 627’de123 Pers topraklarında ilerlemeye başladı. Fakat Türkler yaklaşan kışı bahane ederek birer ikişer firar ettiler ve sonunda tamamı geri gitti. Ne var ki bu kopmalar Heraklius’un fetih yürüyüşüne devam etmesini engellemedi. 628 yılı başlarında Ctesip-hon’a üç günlük mesafesindeki Dastagerd’de124 bulunduğu sırada İran’ın başkentinde gerçekleştirilen bir darbe sonucunda Hüs-rev tutuklanıp ölüme mahkum edildi ve Heraklius’la alelacele anlaşmak isteyen Şiroya lâkaplı büyük oğlu Kavad tahta geçirildi (25 Ocak 628).
123 Gerland, age.. , s. 365.
124 Bu yerleşim yeri hakkında, bkz. Nöldeke, Geschischte der Perser, s.295, n. 1.
Ermeni tarihçi Kalankatlı Moses, bu olayda125 Türklerin rolü hakkında bize daha detaylı bilgiler vermektedir. “Hüsrev’in 36. yılında (626), Heraklius, Çoh kapısı126 üzerinden 1000 adam gönderen Khazir kralı Cebuha-han’dan127 yardım istemek üzere And-re isimli bir elçi gönderdi. Bunlar (bu 1000 kişi) Albanya [Gence-Karabağ civarı], Gürcistan, Lazika veya Egeri’yi geçerek imparatora katılmak üzere Konstantinopolis’e gittiler.” - “Hüsrevin 37. yılında (627) Cebuha, Agovaniya128 ve Atrpatakan’ı129 yerle bireden kardeşinin oğlu Şat’ı130 gönderdi.” - “Hüsrev’in 38. yılında (628) Cebuha-Han ve oğlunun komutasında (Khazir’ler) Agova-niya’ya girerek, Çoh ve Barda’yı ele geçirdiler. Barda’dan kaçan ahali, benim doğduğum büyük Kagankaytuk kasabasının bulunduğu Uti’de, dağın eteğine kadar takip edildi, diye anlatır Mo-ses.”131 “Daha sonra Gürcülerin ülkesine birbirini takip eden coşkun seller gibi aktılar; büyük ve hayranlık verici, eğlence ve ticaret şehri Tiflis’i sardılar ve kuşattılar. Bunu haber alan büyük imparator hemen imparatorluğun bütün kuvvetlerini toplayarak daha önce hediye ve ihsanlara boğduğu müttefikine doğru alelacele yola çıktı. Onun gelişi her iki taraf için de büyük bir sevinç kaynağı oldu.” - Romalılar [Bizanslılar] ve Hazarlar tarafından kuşatma altına alınan Tiflis halkı mücadeleden vazgeçmedi. Büyük bir kabağın üzerine Hun kralının kocaman bir kelle resmini çizdiler ve onu getirip düşmanın karşısına, surların üzerine yerleştirdiler. Çığlıklar atarak (düşman) askerlerine seslendiler: “İşte sizin mo-narşist kralınız, gelin ve ona saygılarınızı sunun; bu Cebuha-Han’dır!” Sonra, bir mızrak kaparak onların göreceği şekilde üzerine portresi çizilmiş kabağa saplıyorlardı. Diğer hükümdar da onların alaylarından, soytarılıklarından ve küfürlerinden daha az pay almadı, çünkü onu da oğlancı ilan etmişlerdi”. - Her iki hükümdar da şehri almayı başaramadılar ve yedikleri küfürlerden çok kızmış olarak çekildiler. Buna karşılık Hazarlar intikam almakta gecikmediler. Kavad Şiroya henüz tahta çıkmıştı ki, (25 Şubat 628) “aniden kuzey rüzgârı yeniden esti ve doğu denizini kabarttı. Gürcistan ülkesindeki Tiflis yüzünü döndüren ilk şehir oldu”. Bu şehri aldıktan ve sakinlerini kılıçtan geçirdikten sonra Cebuha-Han ülkesinde geri çekildi, fakat çekilirken oğlu Çat’a birlikler bıraktı; o da bu birliklerle Agovaniya’yı vahşice yıktı. Yine Kalankatlı Moses’den öğrendiğimize göre “Kuzey hanı altın ve gümüş dökümcülerine, demir işleyenlere, büyük Kür ırmağından balık avlayanlara vergiler salıyordu.”132 Kavad’ın oğlu Arteşir zamanında (630’larda) Khazir hükümdarı büyük bir istilaya hazırlanarak, General Çorpan-Tarkan kumandasında 3000 kişilik bir öncü birlik gönderdi. Bu sırada General Şahvaraga (Şarbaraz) veya Khurian kral ilan edildi ve Arteşir tahttan indirildi. O, Tackatsi yani Türk süvarileri taburunun kumandanı Honahn tarafından kumanda edilen 10 000 kişilik Khazirlere karşı gönderdi. Persler Ge-gam Gölü yakınlarında mağlup edildiler. Hunlara gelince, onlar da Ermenistan, Gürcistan ve Agovaniya üzerinden geçip gittiler.”
125 Kalankatlı Moses’in burada verilen veya tahlil edilen metinleri Bros-set’den alınmıştır. Histoire de la Georgie, Additions et eclaircisse-ments au tome I, St. Petersburg, 1851, s. 490-493.
126 Patkanian, JA, aynı tarih, s. 207, daha doğru bir şekilde Cebu-ha-kan olarak yazmaktadır.
127 Çoh veya Çor, Bab el-Ebvab girişinde, Derbend yakınında müstahkem bir yer.
128 Kafkasların doğu kesimindeki Albanya.
129 Araplar’ın Azerbaycan, Rumların Atropatene dedikleri yer. J. Dar-mesteter (Revue Critique, 1880, n. 16) bu ismi “ateşin indiği ülke” şeklinde açıklıyor. Nöldeke (ZDMG, 1880, XXXIV, s. 692-697) ise aynı ismi İskenderin öldüğü sıralarda bu bölgede satrap olan Atro-pates’in adından türetmektedir.
130 Patkanian, age., s. 207: “Otuz yedinci yılın başlarında, 626-627, kuzey hanı vadettiği birlikleri Şah unvanı taşıyan yeğeninin kumandası altında gönderdi. Hazarlar Agvanya’yı ve Atrpatakan’ın bir kısmını yerle bir ettiler.” - Şah veya şat unvanı Türkçe şad unvanını göstermektedir.. XIII. Yüzyıl Ermeni tarihçisi Gantzaklı Kirakos ise aynı kelimeyi şara şeklinde yazar: “Agovaniya katolikosu Ter Veroy, Pers hükümdarı Hüsrev zamanında Şara, Şarar, Şamkor, Şeki, Şirvan, Şa-mahi ve Şaburan adlı yedi şehri bina eden Cabuhtagon oğlu Hazar Şara tarafından esir edilen bir çok Agovan, Ermeni ve Gürcüyü satın aldı.” (Brosset, age., s. 413).
Kalankatlı Moses’in metinlerinde sık sık adı geçen Cebu-ka-ğan, şüphesiz İmparator Heraklius tarafından Tiflis bölgesinde Cala kalesini almakla görevlendirilen Cibga veya Cibgu ile aynı kişidir.133 Muhtemelen Sebeos’un sözünü ettiği Çinli Cepetuh da aynı kişidir.134
133 Brosset, age., s. 226 : “(imparator) Gürcistan kralı Bakur’un oğlunu getirtti: ona Tiflis’i verdi ve Gürcistan mthawarlığını kurdu. Cala kalesini zaptetmesi için ona aynı zamanda Cibga adında bir erist-haw bıraktı”. - age., s. 228 : “Fakat eristhaw Cibga çok kısa süre içinde Cala kalesini ele geçirdi...”
134 Patkanian, age., s. 196 : “Smbat’ın ölümünden sonra Ermeni birlikler (birkaç tümen) Kuzey ülkelerinin hakanının koruması altına girdiler. Hakan onlara ordu komutanı Çinli Cepetuh’a gitmelerini ve onun emrine girmelerini söyledi. Bilâhare Heraklius’un Hüsrev’le savaştığı sıralarda Derbend Boğazı’ndan geçip onun yardımına koşan ordular işte bu ordulardır”. Sebeos’un bu metnini oldukça farklı bir şekilde anlayan Marquart, (Historische Glossen, s. 191) onu şu şekilde çevirmektedir: “Derauf abfallend, begaben sie sich aus der Knechtscahft des grossen Chak’ans, des Königs der Nordlânder, in den Schutz des Cepetuch von Canestan. Sie gingen von Osten nach Nordwesten, um sich zu vereinigen mit den Truppen dieses Cepe-tuch. Und indem sie auf Befehl ihresKönigs des Chak’ans die Wac-he von Cor mit der Heeresmasse passirten, zogen sie dem griech-hischen Kaiser zu Hilfe”. İki tercümeyi değerlendirecek niteliğim yok; bununla birlikte gördüğümüz olaylarla Patkanian’ınki daha iyi bağdaşıyor gibi geliyor: “Kuzey hükümdarı Hakan” Kalankatlı Mo-ses’in kullandığı bir ifadedir ve Hazar kralını gösterir. Diğer yandan Moses Cebu Kağan’ı Hazarların da kralı gibi gösterirken, Theopha-ne, aksi bir görüş belirterek onun itibar yönünden kağandan hemen sonra gelen kişi olduğunu belirtmektedir. Eğer Theophane haklıysa, o takdirde Cebu’nun kuzey hanının yani Hazarların hükümdarının başkomutanı olarak adlandırılması daha iyi anlaşılmaktadır. Netice itibariyle Bizans imparatoruna yardıma gelen Çinli Cepetuh ile Heraklius’a destek veren Ziebel veya Cebu’yu özdeşleştirmek hayli zordur. Dolayısıyla Sebeos’un yukarıda verilen metni, Theop-hane ve Kalankatlı Moses vasıtasıyla iyi bildiğimiz olaylara bir imadan başka bir şey değildir. - “Çinli Cepetuh” ifadesine gelince, “Çin” kelimesinin Turan halklarını ifade etmek için sık sık kullanıldığını hatırlarsak, bu deyim bizi şaşırtmamalı; Firdevsî Türk kağanı ile Çin kağanı ifadelerini aynı anlamda kullanır.
Ziebel, Cebu veya Cibgu ve keza Silzibul isminin bir parçasını oluşturan Zibul’da, daha önce belirttiğimiz gibi, Türk unvanı “jabgu” vardır. Ziebel’in isminde o tarihlerde Batı Türklerini yöneten Jagbu Kağan’ı yani Çinli tarihçilerin kat’i bir şekilde Per-sia’ya karşı düzenlenen müteaddit saldırıları ve Hüsrev’in katlini hamlettikleri T’ung şe-hu (yabgu) Kağan’ı görme eğilimi fazla olurdu. Fakat bu yakınlık ne kadar çekici olursa olsun, burada durabileceğimi sanmıyorum. Theophane ve Kalankatlı Moses, aslında Ziebel veya Cebu’nun Hazarların reisi olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu sav zaten tüm metinlerde teyit edilmiştir. Der-bend Geçidi’nden geçerek Pers vilayetlerini işgal eden, Albanya ve Gürcistan’ı yakıp yıkan Türkler, sahillerinde yaşadıkları için Kaspi Denizi’ne kendi adlarını veren ve İtil üzerindeki Astakhan’ı başkent yapan Hazarlardır. Hazarlar Batı Türklerine bağlı olabilirler, ama onlarla karıştırılmazlardı.135 Her ne kadar her ikisi de Hüsrev Perviz’in en azından dolaylı yoldan ölümüne yol açan saldırılara katılmışlarsa da, Hazar hakanları Ziebel ve Cebu Batı Türklerinin kağanı T’ung Yabgu ile karıştırılmamalıdır.
135 Her ne kadar Çinliler Hazarları tanımamışlarsa da, yeri geldiğinde onları diğer Türklerden kesin olarak ayırt etmişlerdir. Nitekim T’ang-şu (CCXXI, b, s. 64°), Pers ve Fu-lin hakkındaki dip notunda (Doğu Roma) bu iki ülkenin kuzeyde Türklerin Hazar boyuna komşu olduğunu belirtmektedir ...
Batı Türklerinin kağanı T’ung yabgu, Heraklius’la birlikte sefere giden Ziebel değilse bile, Bizans imparatorunun Kazarlarının Türklerin İran’ın doğusundaki bölgelerde ilerlemelerini münferiden kolaylaştırdığı bir vakıadır. Çinli hacı Hsüan-tsang’ın Hindistan’a giderken 630 yılında ziyaret ettiği Yabgu Kağan döneminde Türk Hakanlığı gücünün zirvesine erişmişti ve sınırları İndus’a kadar dayanıyordu.
Fakat yeni bir istilacı her şeyi altüst etmek için çıkagelmişti. Bizans ve İran, uzun savaşlar neticesinde zayıf düşmüşlerdi ve Arapların şok dalgasına dayanabilecek güçte değillerdi. 20 Ağustos 636’da vukû bulan Yermuk savaşı sonrasında Bizanslılar Suriye’yi kaybetmiş, 636 yılı sonunda veya 637 başlarında Araplar Kadisiye zaferiyle Ctesiphon’un kapısına dayanmışlar ve çok geçmeden Yezdigerd başkentini terketmek zorunda kalmıştı. Bir şehirden ötekine kaçmaya çalışan kaçak şah, 638’de boş yere elçiler yolladı. 651 veya 652’de ise ülkesinin doğu ucundaki Merv’de sıkışıp kaldığı yerde yardım istediği Türklerin işbirliği sonucunda öldürüldü ve böylece Sâsânî hanedanı sona erdi.
Bununla birlikte Çinli tarihçiler, Pers kralı unvanını Yezdi-gerd’in Toharistan’daki Türk topluluklarına sığınıp babasının tahtında hak iddia eden oğlu Pirûz’a vermeye devam ettiler. T’ang-şu’ya göre Pirûz, İmparator Kao-tsung’dan destek istedi fakat imparator onun için parmağını oynatmaya gerek görmedi. Toharistan tegini ona karşı daha anlayışlı gözüktü ve taht iddiasında bulunan Piruz’u Arapların soluklanma anından faydalanarak tahtına oturttu. 658’de Batı Türklerine karşı kazandığı zaferlerden sonra hükümranlığı altındaki ülkelerin idarelerini yeniden düzenleyen Çin, 661’de bir Pers hükumeti kurdu ve başına Pi-ruz’u geçirdi. Hükumetin payitahtı Tsi-ling idi. Aslında Çin, ol-du-bittileri kabullenmekten başka bir şey yapmıyordu. Tsi-ling’de oturan ve kendini Pers kralı ilan eden Piruz’a bir tür güvenoyu vermekle yetiniyordu. Acaba bu Tsi-ling şehri neredeydi? Onu kesinlikle İran içlerinde aramamak gerekir, zira Piruz İran’a asla giremedi ve şayet Toharistan tegini Piruz’u yeniden ayağa kaldırmışsa, bu, onu yalnızca İran’a en yakın doğu illerinden birine göndererek olmuştur. Benim teklifim, Tsi-ling’in Secistân’ın (bugünkü Se’istan)Tn136 başkenti Zereng şehri olduğudur.
136 Bu sav daha önce Yule tarafında ileri sürülmüştür. Cathay and the way thither, cilt I, s.LXXXXVII, n.1.
Fakat Piruz Tsi-ling’ de uzun zaman kalamadı, Araplar tarafından yeniden hücuma uğradığından Toharstan’da da tutunamadı ve Çin’e kaçmak zorunda kaldı. Şang-yüan’ın ilk yılının on birinci ayında (674)137 iki büklüm vaziyette daha önce kendisini İran hükümdarı olarak tanımakla hüsn-ü ikbal gösteren imparatorun huzuruna vardı. Bu defa da hüsn-ü ikbal ile karşılandı. Bildiğimiz kadarıyla 677’de Ç’ang-an’da bir âteşgede yani Mazde tapınağı kurulması ricasında bulundu ve istediğini elde etti. Kısa süre sonra da oğlu Ni-nie-şi’yi Çin sarayına bırakarak öldü.
137 Tse- çi t’ung kien’in verdiği tarih.
Çinli komiser P’ei Hing-kien, 679’da Çin’e karşı Tibetliler ve Kaşgar prensleriyle işbirliği yapan Batı Türkleri kağanını cezalandırmakla görevlendirildi. Hing-kien, düşmanı kuşkulandırmamak için yanına Ni-nie-şi’yi de aldı ve güya tahtta hak iddia eden Sâsânî prensini tahta iclas için Türk topraklarından geçip gitmek zorunda olduğunu duyurdu. Bu taktikle Tokmak’da A-şi-na Tu-çi’yi gafil avlayarak, esir edip tekrar Çin’e döndü. Kendi kabiledaşlarına kavuşan Ni-nie-şi ise Toharistan’a giderek orada yirmi yıldan fazla kaldı. Ancak herkes tarafından terkedil-diğini görünce, boş bir ümit arkasından gitmekten vazgeçip, 707 yılında tekrar Çin’e dönmeye karar verdi ve kısa süre sonra orada hastalıktan öldü.
Ni-nie-şi’nin başarısızlığından sonra bile Pers kralı unvanını almak isteyen pek çok prens ortaya çıktı. Çin tarihi, 722’de İran şahı Pu-şan-huo tarafından gönderilen bir elçiden söz etmektedir. Diğer yandan Hicri 110 yılında (728-729) Yezdigerd’in soyundan Hüsrev adında biri kendisini tahtına iade edecek olan kağanın ordusunda bulunuyordu.138 Ve en son olarak Si-an-fu kitabesinde adı geçen Ki-lie isimli Nesturi rahip, 732 yılında İran kralı namından Ç’ang-an’a elçi olarak gelmiştir.139 Fakat tüm bu Pers kralları artık sadece Toharistan’ın batı sınırlarında hükümranlık sürebiliyorlardı.
Şu ana kadar anlatılanlardan Toharistan’ın Türk yöneticilerinin hatırı sayılır ölçüde Araplara kafa tuttukları ve ihtişamlı günlerinde can düşmanı kesildikleri Sâsânî hanedanı mensuplarının son müdafileri oldukları görülmektedir. Onların mahalli nüfuzları ne olursa olsun, tek başlarına kaldıkları için er geç Araplar tarafından yenileceklerdi. Batı Türk Hakanlığı, şayet VII. Yüzyılın ilk yarısında Sir-derya’dan İndus’a kadar hakimiyeti altındaki tüm halkları bir demet gibi elinde tutacak bağları korumuş olsaydı, muhtemelen halifelik böyle bir direnci kırmakta çok zorlanacaktı. Fakat o imparatorluk artık yoktu; esasen Çin 657’den 659’a kadar On Okları yöneten kağanları yenmiş ve esir etmiş; batıda Türk hakimiyetinin sağladığı bütünlük artık ebediyen yok olmuştu. Araplar çıkıp geldiklerinde karşılarında bu tecavüze karşı koymaktan âciz, bölünmüş prenslikler bulmuşlardı. Çin’in Batı Türklerinin kaderinde oynadığı rolü incelerken bunu daha iyi göreceğiz.
VI. Batı Türkleri ile Çin Arasındaki ilişkiler
(VI. Yüzyıl ortasından VII. Yüzyıl ortalarına kadar)
Türkler ve Çinliler, ezeli rakiplerdi; biri zayıflarken öbürü güçleniyor, beriki yükselirken öteki fakirleşiyordu. Türklerin iniş çıkışlarla imparatorluklarını ayakta tuttukları döneme şöyle bir nazar ederek de bunu kolayca tespit etmek mümkün.
Türklerin en parlak birinci dönemi, Batı ve Kuzey Türkleri olarak bölünmelerinden önce 546-581 yılları arasında kalan dönemdir ki, Çin’in kuzey ve güney olarak bölündüğü dönemin sonuna tekabül etmektedir. Çin’de de Kien-k’ang’a (Nan-king) kadar Leang (502-556), daha sonra Ç’en (557-588) hanedanı imparatorları refah içinde yüzerlerken, Tunguz prens ailelerinin kalıntıları Kuzey Çin için birbirlerini yiyorlar; 534’deki bölünmeden ve arkasından Wei hanedanının sukutundan sonra Çou’lar (557581) Ç’ang-an’da (Şan-si’deki Si-an-fu) Batı Wei’lerin yerini alırken, Ts’i [Ch’i]ler (550-577) Ye’de (Ho-nan’daki Çang-ti fu) Doğu Wei’lerin mirasına konuyorlardı. İlk Türk hakanları, Ç’angan’da hüküm süren prenslere yaptıkları yardımın faturasını fazlasıyla ödetmek için kuzeyli hanedanların didişmelerinden faydalanmayı bilmişlerdi. 551’de T’u-man (Bumin kağan) Batı Wei’ler-den bir prensesle evleniyor ve bu evlilik ona Juan-juanların tanımayı reddettikleri bir iktidar sağlıyordu. Daha sonraki yıldan başlayarak, Türkler tarafından mağlup edilen Juan-juan hanı A-na-kui hayatını noktalıyordu. 556’da T’u-man’ın oğlu ve halefi Mu-han, Kuku-nor sahillerinde bulunan Tonguz devleti T’u-yü-hunlara karşı başlatılan bir seferde Batı Wei’lerle işbirliği ediyor-du.140 562-67 yılları arasında T’u-man’ın kardeşi ve Mu-han’ın amcası olan on batı kabilesinin kağanı Şe-ti-mi (İstemi) kazandığı zaferlerin yankısıyla batıyı çınlatıyor; arkasından Hüsrev Anu-şirvan’la birleşerek Eftalit İmparatorluğu’nu yıkıyor, 568’de ise Bizans’a bir Türk elçilik heyeti gönderiyordu. Yine 568 yılında Batı Wei’lerin yerini alan Çou hanedanından İmparator Wu, Mu-han’ın öz kızı olan Prenses A-şi-na’yla141 evlenmekten büyük şeref duyuyor ve her yıl tartuk olarak kayınpederine yüz bin top ipek göndermeyi taahhüt ediyordu. Çoular, Türklerin destekleri sayesinde rakipleri Ts’i’leri 577’de saf dışı etmeyi başardılar, ama tüm bu olaylarda çifte rol üstlenen Türkler, menkup hanedandan bir prensi ağırlayarak onu Ts’i hanedanı imparatoru ilan ettiler.
140 T’ung kien kang mu: 556 yılının dokuzuncu ayında Türk kağanı Mu-han, T’u-yü-hunlara karşı bir akın düzenlemek için Leang-çu yolunu kullandı. Wei hanedanından Yü-wen T’ai, Leang-çu valisi Şi Ning’den süvarilerinin başına geçerek kendisine refakat etmesini istedi. T’u-yü-hunlar güneydaki dağlara kaçtılar. Mu-han’ın onları takip etmeye hazırlandığı bir sırada Şi Ning şöyle dedi: “Şu-tun ve Ho-çen şehirleri T’u-yü-hunların can damarıdır. Eğer (T’u-yü-hun-ların) can damarları kesilirse geri kalanları kendiliklerinden dağılırlar.” Mu-han bu tavsiyeye kulak verdi ve o bir yoldan, Şi Ning başka bir yoldan bu iki şehri tahrip etmeye gittiler ve arkasından Ku-ku-nor sahillerinde operasyona giriştiler.” - Şu-tun ve Ho-çen şehirleri bugünkü Si-ning’in batısındaydı (Ta Ts’ing i t’ung çi, CCC-CXII, a, s. 8 r°). Şu-tun şehri şüphesiz eski Ch’üan-jungların Çou hanedanı hükümdarı Mu döneminde Kuo yü’de zikrolunan önderi Şu-tun’un hatırasını yaşatmaktadır. (Bkz. Se-ma Ts’ien, Fransızca çev., I/258, n. 5)
141 İmparatoriçe A-şi-na’nın biyografisi Çou-şu’nun IX. bölümünde bulunmaktadır.
Bunun üzerine Çou hanedanı hükümdarı kağanın gönlünde iyi duygular oluşması için her türlü diplomatik yola başvurdu ve hatta 580’de Tsien kin kung-çu adlı kızıyla evlenmesine izin vererek, bunun mukabilinde Ts’i tahtında hak iddia eden kişinin kendisine teslim edilmesini sağladı.
581-611 yılları arasındaki ikinci dönem, Çin’de yaklaşık üç asırdır kırılan imparatorluk bütünlüğünü yeniden tesis etmeyi başaran Sui hanedanının en parlak devridir. Bu hanedanın kurucusu, tahta geçtiği ilk günden itibaren Türkler arasına nifak tohumları ekilmesi gerektiği yönündeki tavsiyeleri kulak arkası etmedi. Kuzey Türkleri arasındaki anlaşmazlıkları körükleyerek, Batı Türklerinin kağanı Ta-t’u’yu onlara karşı kışkırttı ve onları birbirini parçalamaya muntazır Kuzey ve Batı Türkleri olarak ikiye bölen ayrılığı teşvik etti, hatta hedefine ulaşmasına ramak kaldı. Çünkü Ta-t’u, kuzeylileri birbirine silah çekmeye iten ihtilafları destekler bir tavırla, kendi hesabına Türk birliğini yeniden kurmak istedi. Fakat Ta-t’u, yani Bizanslı tarihçilerin Tardu’su, 575’de büyükelçi Valentin’i oldukça abus bir çehreyle karşılamış olmasına ve 598’de İmparator Maurice’e mağrurane bir mektup yazmasına rağmen, Tölös kabilelerinin isyanına karşı koyamadı ve 603’de ebediyen tarihten silindiği Kuku-nor bölgesine sığınmak zorunda kaldı. Mirası için bir boğuşma başladı. Topraklarının en batı kesiminde torunu Şe-kui Kağan 609’dan önce Taşkent’e vali atayabildiğine göre belli bir otoriteye kavuşurken, Ç’u-lo Kağan adında bir diğeri İli vadisini işgal etmiş gibi görünüyordu. Fakat Ç’u-lo, uyguladığı şiddet sebebiyle Tölösleri ve Sir-Tarduşları yabancılaştırmıştı. Bu esnada Çinli komiser P’ei Kü, onun rakibi Şe-kui Kağan’ı el altından destekliyordu ve 611 yılına gelindiğinde artık Sui’lerin sarayına sığınmaktan başka çaresi kalmamış, Şe-kui ise Batı Türklerinin yegane efendisi olarak kalmıştı.
İmparator Yang’ın (605-616) Kore’ye karşı bir dizi ihtişamlı ve tahripkâr seferlere giriştiği 611 yılı, aynı zamanda Türkler için Sui’lerin son yıllarının önemli bir kısmını ve T’ang hanedanının birinci imparatorunun hakimiyet devrini (611-626) kapsayan yeni bir dönemin (611-630) başlangıcıydı.
Önce Kuzey Türklerini ele alalım. Onlar, Leao-tung’da Çin ordularını yavaşlatan başarısızlıkları öğrendiklerinde, cesaretlenmiş ve kısa süre sonra sınır tanımayan cüretkârlıkları artmıştı. İmparator Yang, 615’de kuzey sınırlarını teftiş etmek amacıyla şahsen bir gezi tertipleme tedbirsizliğinde bulunmuştu. Türkler Yen-men’de (Şan-si’deki Şo-p’ing fu) ona bir sürpriz hazırlayarak şehri sekiz ve dokuzuncu ay boyunca kuşatma altına aldılar. Gerçi imparator kaçıp kurtulmayı başardı ama, öyle çok korkmuştu ki, bir sonraki yıl, en bilge danışmanlarının tavsiyelerini hiçe sayarak batıdaki başkenti Lo-yang’ı terketti ve günümüzde Kiang-su eyaletindeki Yang-çu fu’ya tekabül eden Kiang-tu’ya taşındı. Güneydeki bu kaçış bir aczin ifadesiydi ve her yerde isyan bayraklarının açılmasına sebep oldu. İmparator Yang generallerinden Yü-wen Hoa-ki tarafından öldürüldükten sonra, bütün çete reisleri hakim güç olmak istediler ve o günden sonra ancak en güçlülerin haklı olabildikleri bir kör döğüşü başladı. Bu kargaşa günlerinde, on altı hanedan döneminde Miladi 400 yıllarında Batı Leang’ların küçük hanedanına prensler yetiştiren Li ailesinden inme Lü Yüan adlı bir T’ang prensi ve oğlu Li Şi-min, Sui hanedanından genç bir temsilciyi tahta çıkarmayı, arkasından Li Yüan lehine tahttan feragat etmesini (12 Haziran 618) sağlamayı başardılar. Ç’ang-an’ı kendine başkent edinen Li Yüan, T’ang hanedanının kurucusu olarak bilinir. Ölümünden sonraki adı Kao-tsu’dur.
Kao-tsu’nun muzaffer olabilmek için daha çok çalışması gerekiyordu. Bu bahtlı asker her ne kadar Ç’ang-an’a yerleşebildiyse de, diğer maceraperestler Çin’in öteki bölgelerinde ellerinde silahla iddialarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Kao-tsu, uzun yıllar boyu bunlarla mücadele etmek zorunda kaldı ve en sonuncuları Liu Hei-ta’yı ancak 623’de mağlup edebildi. Yine de düşmanlarının hakkından gelmek için Kuzey Türklerinin desteğini almak zorunda kaldı, fakat onlar lehine verdiği bazı sözler bilâhare onu alçakça davranışlarda bulunmaya zorladı. Bilindiği gibi Batı Türklerinin kağanı Ç’u-lo Suilere sığınmış, daha sonra Li Yü-an’ın saflarına katılmış ve hatta Li Yüan 618 yılında ona “adalate dönen kral” unvanı vermiş, ama Ç’u-lo Kuzey Türklerinin kağanı Şi-pi’yle olan eski bir ihtilaf yüzünden onun öldürülmesini istediğinde misafirini teslim etmekten başka bir şey yapamamıştı.
Hie-li, 620’de Kuzey Türklerinin kağanı olduktan sonra T’ang’ların çok güçleneceklerinden korkarak, sürekli saldırmaya başlamıştı. Öylesine dehşet saçmıştı ki, nihayet Kao-tsu 624 yılının yedinci ayından sonraki artık ayda başkenti Ç’ang-an’ı ateşe verip daha güneye taşınmayı bile düşündü. Fakat Li Şi-min babasını bu fikrinden vazgeçirdi ve bir sonraki ay kağan ordusuyla Ç’ang-an önlerine geldiğinde bizzat karşılamaya çıkarak, kararlı tutumuyla onu geri dönmek zorunda bıraktı.142
142 Tse-çi t’ung-kien’de verilen tarihlere bkz.
Li Şi-min askerî yeteneği sayesinde tahtın gerçek dayanağı gibi görünüyordu, fakat aynı zamanda imparatoru gölgeleyen bir şöhrete kavuşmuştu ve kendi desteğiyle ayakta duran tahtı ele geçirmesi uzun sürmedi. Kendisini zehirlemeye çalışan veliaht ağabeyini 2 Temmuz 626’da143 öldürdü ve imparator 4 Eylülde onun lehine tahttan feragat etmek zorunda kaldı. Li Şi-min, artık İmparator T’ai-tsung idi.
143 Daha önceki bir dipnotta Gaubil’in verdiği 4 Ağustas 626 tarihini göstermiştim.
Yönetimi ele aldığı sırada durum çok kritikti. 23 Eylülden sonra Hie-li Kağan muhteşem bir ordunun başında Wei ırmağı kıyılarında boy gösterdiğinde, yeni imparator surların arkasına saklanacağı yerde ordularını savaş düzenine soktu. Türkler bu kadar cesaretten şaşkınlığa düşerek ve zaten fazlasıyla ileri gitmiş olmaktan çekinerek görüşmeyi kabul ettiler; barış anlaşması Wei ırmağı üzerindeki Pien köprüsünün yanında imzalandı; Han hanedanından imparator Wu tarafından yaptırılan bu köprü Ç’ang-an’ın kuzey surlarında açılan Pien kapısının karşısındaydı. Bu küçük detay, T’ai-tsung’un savunmasını üstlendiği Çin başkentinin nasıl bir tehlike içinde olduğunu göstermektedir.
Kuzey Türklerinin Çinin varlığını tehdit ettiği günlerde, Batı Türkleri de bir bolluk dönemi yaşıyorlardı. 611 yılında Batı Türklerinin başına geçen Şe-kui Kağan, iktidarını oldukça genişletti. Altaylardaki Sir-Tarduşlar onlara bağlandılar. Kağanın otağı Kuça’nın kuzeyindeki San-mi dağında yani büyük bir ihtimalle Tekis vadisindeydi. Bizans elçilerinin dedesi Tardu ve büyük dedesi İstemi’yi ziyaret ettiği yer olan Ektag’ı esasen bu bölgeye yerleştirme gerektiğini belirtmiştik. T’ung şe-hu yani Şe-kui’nin kardeşi T’ung Yabgu 618’den daha önce bir tarihte onun yerine geçti. Wu-sunların eski topraklarını yani Kunje, Tekis ve İli vadilerini elinde tutuyordu, ama o daha ziyade Evliya-ata’dan 150 li uzaktaki Min Bulak (Ch’ien-ch’üan)’da yaşamak hoşuna gidiyordu. Kuzeyde Tölösleri yenmiş, batıda seleflerinin fetihlerini tamamlamış; VI. Yüzyılın sonundan itibaren Hüsrev Anuşirvan zamanında İstemi’nin ulaştığı Amu-derya’nın ötesine ulaşmıştı. Mağlup edilen her krallıkta krala hie-li-fa unvanı vererek, yanına verginin toplanmasına ve içinden haracın alınmasına nezaret etmekle görevli bir tudun144 bırakmıştı. T’ung şe-hu Kağan’ın gücünün ne olduğunu hiçbir şey Çinli hacı Hsüan-tsang’ın yazılarından daha iyi anlatamaz. Kağana 630 yılı başlarında Tokmak yakınlarında rastlayan bu gezgin, onun maiyetinin barbar şatafatını çok doğru bir şekilde anlatır. Aynı gezgin Batı kağanının olağanüstü itibarının ne olduğunu Turfan’a varışından itibaren çok yakından görecekti. Kao-ç’ang (Turfan) kralı esasında kağanın müttefiki ve neredeyse kölesiydi. Kağan, Hsüan-tsang’a büyük komşusu için tavsiye mektupları vermiş ve netice hacı onun himayesi sayesinde Turfan’dan İndus sahillerine kadar hiçbir problemle karşılaşmadan ulaşabilmiştir. Amu-derya’nın güneyindeki Kunduz’da kağanın büyük oğlu ve Turfan kralının damadı Tardu Şad’ı da ziyaret etmişti. Tardu Şad, bütün Toharistan’a yönetiyordu. Hsüan-tsang orada kağanı ölüme götüren canice entrikalara ve oğlunun tahta çıkışına şahit olmuştu. Yeni tegine kızmamış ve onun tavsiyesi üzerine Belh şehrini ziyaret etmişti. Belh, Batı Türklerinin batı tarafındaki uç sınırı değildi; Garcistan’a bağlı Ta-lekan da Türklere aitti ve ancak Merv’den sonra Pers İmparatorluğu sınırları başlıyordu.145
144 Tudun unvanı Türk kitabelerinde geçmektedir. Bkz. Radloff, Die alttürkischen, s. 197: tudun Yamtar; s. 257: Kül tudun. Türklerle ilgili Çince metinlerde bu unvan çoğu kez t’u-t’un şeklinde geçmektedir. Batı Türkleri Karaşar kralına tudun unvanı vermişlerdir. Taşkent’in bazı hakimleri tudundu. 609’da Hami’yi bir tudun yönetiyordu. Şi-wei’ler VI. Yüzyılın ikinci yarısında kendilerini üç tudun-la yöneten Türklere itaat etmişlerdi. (Pei-şi, XCIV, s. 9 v). - Theop-hane’a göre 711 yılında Kerson şehrinde Hazar hakanını bir tudun temsil ediyordu. Theophane’ın metninde geçen tudunun bugüne kadar zannedildiği gibi (Saint-Martin, ap. Lebeau, Hist. du Bas-Em-pire, XII/75, n. 4 ve 5) özel bir isim olmadığı açıktır. Charlemagne’a boyun eğen ve 796’da Aix-la-Chapelle’de vaftiz olan Avar hanı Tu-dun adında da bu unvanı görmek gerektiği açıktır.
145 Memoires, Julien terc., I/35.
Bir gerileme devrinin başlangıcı olarak nitelendirebileceğimiz 630 yılı, Türkler için kuzeyde olduğu kadar batıda da uğursuz bir tarihti. Kuzey Türklerinin çöküşü ani ve küllî idi; sebebi de İmparator T’ai-tsung’un politikasına damgasını vuran enerjik yönetimdi.
627’de Altaylı Sir-Tarduşlar Hie-li kağana karşı isyan ettiler. Hie-li, Tu-li Kağan’ı onları tedib etmekle görevlendirdi, ama görevini başarıyla tamamlayamayan Tu-li itibardan düştü. Bu olayları öğrenen imparator, Tu-li Kağan’a ve Sir-Tarduşlar’a yaklaşmaya başladı. Onun bu yaklaşımları her iki tarafca da olumlu karşılandı ve sonuçta Tu-li Kağan 626’da kendisine bağlı tüm göçebe kabilelerle birlikte Çin topraklarına geçip sığınma istedi. Buna karşılık T’ai-tsung’un desteğine güvenen Sir-Tarduşlar, saldırılarını daha şiddetli bir şekilde yenilemeye başladılar. Böylece sırası gelince Çin birlikleri de saldırılara iştirak ettiler ve 630 yılının birinci ayında büyük bir zafer kazandılar. Aldıkları esirler arasında Sui hanedanından İmparator Yang’ın dul karısı ve torunu da vardı. Türkler bu kişileri T’ang’lara146 karşı sürdürdükleri davalarına destek olmaları için misafir ediyorlardı. Bir sonraki ay, imparatorluk kuvvetleri Hie-li Kağanı kendisini yakalayacak ve hakanlığı harabeye döndüreceklerdi. Türkler için elli yıl sürecek kölelik devri başlıyordu. Koşo-Saydam yazıtlarında bu devir “.. Tabgaç halkına beylik evladı kul oldu, hatunluk kız çocuğunu cariye kıldı. Türk beyler Türkçe isimlerini bırakıp Tabgaç beylerinin Tabgaçca adını kabul edip, Tabgaç’a bağlandı. Elli yıl gücünü ve emeğini ona verdi”147 sözleriyle anlatılır.
Çinliler, Batı Türklerine karşı başlangıçta o kadar saldırgan değillerdi. Aksine Kuzeylilerden korktuklarında müttefik kazanmak için Batılıları hoş tutmuşlardı. Nitekim Kao-tsu kendi sülalesinden bir prensesi T’ung şe-hu’ya vaat etmiş, ama ne pahasına olursa olsun bu ittifaka önlemek isteyen Kuzeyliler, söz konusu evliliği engellemişlerdi. Hatta eğer bazı kayıtlar doğruysa, Hie-li Kağan’ın kurmayları Guçen yakınlarındaki Bişbalık’a kadar ilerlemiş, T’ung şe-hu’nun topraklarının büyük bir kısmını ele geçirmişler ve aynı sıralarda Kara İrtış civarındaki Karluklar isyan etmişlerdi. T’ung şe-hu bu sırada öldürüldü. Çin kaynakları onun ölüm tarihini 628 olarak göstermektedir, ama Hsüan-tsang’ın tanıklığı bu ölümü Hie-li’nin [Kat İl-han’ın] felaketine şahit olan 630 yılına tarihlemektedir.
Batı Türkleri homojen bir millet oluşturamazlardı. Çünkü esasen On Boylar [On Oklar] iki gruba bölünmüştü: Beş Nu-şi-pi boyları Issık-göl’ün batısında, beş Tu-lu boyları ise aynı gölün doğusunda yaşıyorlardı. Çince metinlerin dikkatli bir şekilde incelenmesi, bu boyların 630’da T’ung şe-hu’nun ölümünden sonra ayrıldığı ve başlarında daima iki ayrı lider bulunduğunu gösterecektir. On Oklar’ın kaderin cilvesiyle tek bir kağanın idaresi altında olduğu kısa dönemler hariç tutulursa, Nu-şi-pi-lerin başında sırasıyla şu kağanların bulundukları söylenebilir: Belh kuşatması sırasında ölen Si şe-hu, 639’larda Fergana’da ölen Tie-li-şi, Şe-hu, Şe-kui, Çen-çu şe-hu; Tu-luları ise münferiden şu kağanlar yönetmiştir: Mo-ho-tu, Tu-lu, Ho-lu.148
148 T’ung şe-hu’nun katledilmesinden sonra Mo-ho-tu iktidarı gaspet-tiyse de Nu-şi-piler tarafından tutulmadı ve mağlup olunca Altayla-ra sığındı. O sıralar doğu kabilelerine hükmediyordu. Nu-şi-pi kabileleri tarafından intihab olunan ve mağlubiyetten sonra Soğdiya-na’ya kaçan Si şe-hu ise aynı sıralarda batı kabileleri üzerinde söz sahibiydi. 634’de ölen Ni-şu, On Oklar birliğine hükmetmiş gibi görünüyor ve en azından ilk başlarda oğlu ve halefi Tie-li-şi de öyle idi, ama 638’de Tu-lu Kağan doğu kabilelerinin reisi olmuştur. Tie-li-şi’nin ölümü üzerine, batı kabileleri yani Nu-şi-piler 639’de Şe-hu Kağan’ın şahsiyetinde yeni bir kağan seçtiler. Ts’e-fu yüan kui’de (blm. 964, s. 6 r°) onbeşinci çeng-kuan yılının (641) yedinci ayında Çang Ta-şi adında üst düzey bir Çinli memurun Batı Türkleri arasında Nu-şi-pilerin lideri Mo-ho-tu şe-hu’ya İ-p’i-şa-po-lo şe-hu Kağan unvanı verip, hakanlığının onaylandığını bildirmek üzere gitmekle görevlendirildiğini okuyoruz. (Pi-ho-tu şe-hu, daha önceki bir metinde [Nu-şi] pe [mo] ho-tu şe-hu şeklindeki geçen ibareden çıkmış olsa gerek. Tu-lu Kağan, Şe-hu Kağan’ı mağlup edip topraklarını ilhak etmeyi başarmıştır, ama metinler bize Nu-şi-pi kabilelerin içten gelerek ona itaat etmediklerini belirtmektedir. Ho-lu başlangıçta Tu-lu kabilelerini yönetiyordu, fakat bilâhare Şe-kui’nin halkını yani Nu-şi-pi kabilelerini zaptetmiş ve On Okları yönetme iddiasında bulunmuştur. Fakat aynı sıralarda Çen-çu şe-hu beş Nu-şi-pi kabilesi adına ona kafa tutuyordu.
Çinliler, 630’da Kuzeylilere karşı zafer kazandıktan sonra kendilerine hiçbir yararları kalmayan Batılılarla dostluk kurma teşebbüslerini bıraktılar. Daha önce kendilerine bağlı olan bölgeleri yavaş yavaş ele geçirmek isteyen Nu-şi-pi ve Tu-lu boyları arasındaki bitmez tükenmez kavgalardan yararlandılar. 640’da Kao-ç’ang’ı (Turfan) aldılar ve batının tüm yollarını kontrol eden bu stratejik noktayla gerçekten ilgilenmeye karar verdiler. Arkasından Kao-ç’ang üzerinde hak iddia eden Yen-k’i (Karaşar) hakimine saldırıp, esir ettiler. 646’da Sir-Tarduşlara karşı ayaklanan Uygurları desteklediler; onların ülkelerinde kendi idari sistemlerini kurdular ve oraya ulaşmak için atmış sekiz menzilli bir yol açtılar. Daha sonra Uygurlar Batı Türklerine karşı onların değerli bir müttefiki olacaklardı. Yine aynı yıl, Batı Türklerinin kağanı Şe-kui bir Çinli prensesle evlenmek istedi. T’ai-tsung buna karşılık [çeyiz olarak] Kuça, Hotan, Kaşgar, Kökyar ve Taş-kurgan gibi Batı Türkistan’ın belli başlı şehirlerini talep etti.149 Fakat istediğini elde edemeyince, hemen bu şehirleri fetih kararı aldı. Kuça 648’de Çinlilerin eline geçti ve ülkenin hükümdarı hapsedildi. Ona arka çıkan yeni Karaşar hükümdarı da ölüme mahkum edildi. T’ai-tsung 649’da öldüğünde, sadece Kuzey Türklerini yarım yüzyıllığına kul haline getirmekle kalmamış, aynı zamanda bazı kervan yollarını ellerinden yolup almak suretiyle Batı Türklerini de münferiden zayıflatmıştı. Siyasî arenada yeni boy göstermeye başlayan Tibet, o sıralar Çin’in pişmiş aşına soğuk su katacak durumda değildi ve esasen daha ziyade onunla müttefik olmak istiyordu. Nitekim kral Srong-tsan Gam-po 641’de imparatorluk ailesinden Wen-ç’eng prensesiyle evlenmişti. 643-645 yıllarında ise Çin elçileri Li İ-piao ve Wang-Hsüan-ts’e, Tibet ve Nepal üzerinden Magadha kralı Harşa Çiladitya’nın yanına gidebiliyorlardı; fakat 646’da ikinci defa Magadha’ya gelen Wang Hsüan-ts’e, gâsıp A-lo-na-şun’un adavetiyle yolu kesilince Tibet ve Nepal’den aldığı yardımlarla Hint birliklerine karşı büyük bir zafer kazanmıştı. 648’de Ç’ang-an’a döndüğünde aldığı esirler arasında A-lo-na-şun da vardı.
149 T’ung kien kang mu, bu olayın yirminci çeng-kuan yılının altıncı ayında olduğunu kaydetmektedir.
T’ai-tsung tarafından başlatılan devâsâ hamle, halefi Kao-tsung (650-683) tarafından tamamlandı. Ho-lu adlı bir kağan, T’ai-tsung’un ölümünden sonra Tu-lu boylarının başına geçerek isyan etmişti. Çin yönetimi onu bertaraf etmek amacıyla Nu-şi-pi boyları üzerine sürdü, fakat sonuçta On Ok boy birliğinin tamamı onun liderliği altında toplandı ve Ho-lu hiç olmadığı kadar güçlendi. Bu durumda onunla açıktan açığa bir savaşa girmek gerekiyordu. Böylece Batı Türk Hakanlığı’nın yıkılmasına yol açan bir dizi askerî sefer başlatıldı. Çinliler, 652’de Uygurlarla birleşerek Guçen yakınlarında yaşayan Ç’u-yüe’leri ezdiler ve Manas nehri sahillerinde oturan Ç’u-mi boyu reisini hapsettiler. 656’da ise Karluk ve Ç’u-yüe reislerine karşı savaşırlarken, ikinci dereceden bir general, Çu-mu-kunların yaşadığı Tarbagatay’a kadar sokulup Yen isimli şehirlerini zaptediyordu. Üçüncü bir ordu da Tanrı Dağları’nın güneyine geçerek Yulduz vadisinde Şu-ni-şi kabilelerine saldırıyordu. Çinliler, nihayet 657’de ve yine Uygurların desteğiyle bizzat Ho-lu’ya karşı saldırıya geçtiler. Onu İli nehrinin kuzeyinde mağlup ederek, nehri geçip batıya, Talas’ın ötesine kadar kaçmak zorunda bıraktılar. Ho-lu, Taşkent hakimi Şunu şad’a sığınabileceğini ümit ediyordu, fakat bizzat onun tarafından tutuklanarak 658’de Çinlilere gönderildi. Yine imparatorluk ordusundan bir kol aynı sıralarda Ebi-nor yakınlarındaki Çang-ho’da Ho-lu’nun yüzbaşılarından birini hezimete uğratırken, bir diğeri Kuça’da Ho-lu’ya arka çıkan bir reisi mağlup etti. Hâlâ savaşı sürdüren Çen-çu şe-hu ise 659’da hezimete uğratıldı. Çin, böylece Batı Türklerinin yaşadıkları tüm toprakların nominal hakimi oldu ve buraları sınırlarına kattı.
VII. Batı Türklerinin Topraklarında Kurulan Çin idari Teşkilatı
658-659 zaferlerinden sonra Çin’in Batı Türk Hakanlığı’nda kurduğu idari teşkilat, bu toprakların siyasî coğrafyasını kısmen yeniden yapılandırma imkanı sağladığı için, gerçek bir bilimsel öneme sahiptir.
Doğuda Barkul Gölü’nden T’ien-şan veya Tanrı Dağları’nın kuzeyine, batıda İskender dağlarına kadar uzandığını belirtmek suretiyle Türklerin öz topraklarının sınırlarını çok kesin bir şekilde tanımlamış oluruz. Beş Tu-lu boyu doğuda, beş Nu-şi-pi boyu da batıda bulunuyordu. Türklere bağlı olan batı ülkelerine gelince, bunlar iki gruba ayrılır: Hü King-tsung’un150 raporuna göre 659’da Çin yönetimine geçen birinci gruptakiler Mâverâünnehir’deydi, Wang Ming-yüan’ın verdiği bilgilere istinaden 661’de organize edilen ikinci grup ülkeler ise Demirkapı Geçidi’nin güneyinde yer alıyor ve Amu-derya vadisinden İndus’a kadar uzanıyordu.
150 658 yılında Hü King-tsung’un, bu krallıkların tamamını teftiş eden özel komiserlerin raporlarına istinaden arşiv memurlarıyla birlikte “batı ülkelerinin haritalı bir kitabının” hazırlanması ve tashih edilmesiyle görevlendirildiğini, böylece meydana getirilen eserin 60 bölüm içerdiğini ve 658’de tahta sunulduğunu (T’ang-şu, LVIII, s. 14 r°) daha önce görmüştük. Diğer yandan Tse- çi t’ung kien (CC, s. 9 r°) on-dördüncü hien-k’ing yılının (659) dokuzuncu ayında Şe (Taşkent), Mi (Maymarg), Şi (Keş), Ta An (Buhara), Siao An (Hargan), Ts’ao (İş-tikan), Pa-han-na (Fergana), İ-ta (Eftalitler), Su-le (Kaşgar) ve Çu-kü-p’an’ın (Kökyar) idari cihetten teşkilatlandırılması yönünde bir imparatorluk fermanı yayınlandığını kaydetmektedir. Burada zikredilen son iki isim, Kaşgar ve Yarkend’in Mâverâünnehir’le ayna anda resmen imparatorluğa ilhak edildiğini göstermektedir. Ayrıca Doğu Türkistan’ın önemli bir kısmının 648’den itibaren Çin etkisi altına girdiğini de kaydetmek gerekir. (Kuça ve Hotan’la ilgili notlara bkz.) Her ne kadar Doğu Türkistan çoğu kez Türklerin hakimiyetini tanımak zorunda kalmışsa da, kendi mahalli prenslerine sahip olmuştur ve dolayısıyla Batı Türk Hakanlığı’nın bir parçası olarak görülemez.
Batı Türklerinin öz toprakları 657 yılının on ikinci ayından itibaren iki askeri valiliğe151 dönüştürüldü. Mung-ç’i’nin yönetimindeki askeri valilik Sui-şe (Çu) vadisinin batısındaydı ve Nu-şi-pi kabilelerini teşmil ediyordu; Kun-ling’deki ise aynı vadinin doğusundaydı ve Tu-lu kabilelerini teşmiş ediyordu. Ayrıca her ikisi de Guçen’in 90 li güneybatısında, bugünkü Tsi-mu-sa’nın bulunduğu bölgeye yakın yerdeki Pei-t’ing (Bişbalık) askeri valiliğine bağlıydı. Diğer batı ülkelerinin tamamı 658 yılının beşinci ayında merkezi (Turfan’ın batısındaki) Kiao-ho ç’eng’den Kuça’ya nakledilen An-si askeri valiliğine tâbi idi.152
151 Daha önce, 649 yılının ikinci ayından itibaren, A-şi-na Ho-lu’nun toprakları Yao-ç’i vaskeri valiliğine dönüştürülmüştü. (Tse-çi t’ung kien, CXCIX, s. 5 r°) 653’de çoktan lağvedilen bu askeri valiliğin merkezi bugünkü Fu-k’ang kazasının 190 li doğusunda, T’ing eyaletine bağlı Mo-ho şehrindeydi (T’ung kien tsi lan, LI, s. 38 v°) Yao-ç’i, Mu t’ien tse çuan’da anlatılan bir efsaneye göre Si wang mu’nun sahilinde Göğün Oğlunu kabul ettiği meşhur gölün adıydı.
152 Tse-çi t’ung kien, CC, s. 6 v°.
T’ang-şu’nun XLII b bölümünde hem beş Tu-lu kabilesinin ve onlara bağlı boyların topraklarında, hem de Amu-derya’nın güney bölgelerinde kurulan hükumetlerin (tu tu fu) ve ilçelerin tam listesi mevcuttur.153 Bununla birlikte, izahı güç bir unutkanlık sebebiyle T’ang-şu’nun aynı bölümü, hem Nu-şi-pi boylarını, hem de Mâverâünnehir’i bütünüyle görmezden gelmektedir. Bu boşluk Mâverâünnehir için kısmen doldurulabilir, fakat beş Nu-şi-pi boyuyla ilgili hiçbir bilgi bulamadık.
153 Her iki listeyi de 67. sayfadaki dipnotta vermiştim. Ancak, bazı coğrafi özdeşleştirmelerimin haklı sebeplerini göstermek ve bazıları M. Marquart’ın Eranshahr’ında geçen şekliyle, bazıları ise bu bilim adamının bana yazma lutfunda bulunduğu mektuplarında belirtilmekle birlikte, bu eserin basımı sırasında gözüme çarpan kimi yeni özdeşleştirme teklifinde bulunmak amacıyla biraz daha detaya gireceğim. Okuyucunun maalesef s. 96-98’deki dipnota girmiş bulunan bazı hataları eserin sonuna koyduğumuz düzeltmeler kısmındaki bilgilere göre tashih etmesi rica olunur. [Bu düzeltmeler doğrudan kitabın ilgili yerlerine konulmuştur. - Editör.]
Bilgilerimiz bu durumdayken Batı Türk Hakanlığı’nın değişik bölgelerini gözden geçireceğiz.
I. Beş Tu-lu Kabilesi ve Ona Bağlı Boylar:
a) Beş Tu-lu kabilesinin yaşadığı topraklar tam olarak daha sonraları Cungarya denilen bölgeye tekabül etmektedir. Bu beş kabile şunlardır:
1. Ç’u-mu-kunlar (Fu-yen hükumeti) Targabatay bölgesini işgal ediyorlardı.154 Belli başlı şehirleri Yen şehriydi.155 Ç’u-mu-kun beyleri, Ç’u-mu-kun lü ç’o (çur) veya Ç’u-mu-kun k’ü-lü-ç’o (çur) unvanına sahiptiler.
154 Si yü t’ung wen çi (blm. I, s. 17 r°) Emin veya Emil şehrinin T’ang döneminde Ç’u-mu-kunların oturduğu bölgede bulunduğunu belirtmektedir. 1122’de Kara-Kitanlar tarafından kurulan Emil şehri, Tarbagatay’da Çuguçak’ın güneyinde Emil nehrinin sahilleri üzerindeydi. (Bretschneider, Mediaeval Researches, II/42-44). Si yü t’u çi (X, s. 5 v°) Ç’u-mu-kunları ayrıca Tarbagatay’a yerleştirir, ama orada Karluklarla kaynaştıklarını belirtir. İleride Karlukların Altaylar-dan Tarbagatay’a kadar uzandıkları görülecektir.
155 Tse-çi t’ung kien, CC, s. v°: 656’da Çinli general Çu Çi-tu, Türgişle-re ve zaptettiği Yen şehrindeki Ç’u-mu-kunlara saldırdı. Yorumcu şu cümleyi ilave ediyor: “Sin T’ang-şu’ya göre Yen şehri Ç’u-mu-kunların oturduğu şehirdi.”
2. Hu-lu-wular (Yen-pi hükumeti) Kur-kara-ussu ve Ayar-nor bölgesini işgal ediyorlardı.156 Beyleri Hu-lu-wu k’üe ç’o (kül çur) unvanına sahipti.
156 Si yü t’u çi (X,s. 5 v°) Hu-lu-wu’ları Cungarcada “acûze karnı” anlamına gelen ve haritamızda Ayar-nor olarak gösterilen Ebin-gesun Gölü’nün güneyine yerleştirmektedir (Si yü t’ung wen çi, V, s. 8 r°) Si yü t’u çi’ye göre (aynı yer) Hu-lu-wu’lar Sui-lai yani Manas kazası bölgesini işgal etmişlerdi. O sıralar birazcık batıya, Kur-kara-us-su’ya doğru kaymış olmalılar; çünkü Manas bölgesi Ç’u-milerin toprağı olarak gözükmektedir.
3. Şe-şo-tiler (Şuang-ho hükumeti) Borotala ve Ebi-nor bölgesini işgal ediyorlardı.157 Beyleri Şe-şo-t’i t’un ç’o (çur) unvanına sahipti.
157 Si yü t’u çi (X, s. 5 v°) Şe-şo-t’i’leri Borotala’nın sağ ve sol cenahına yerleştirmektedir. Bu nehir, serâpâ yemyeşil bir vadide aktığı için bu ismi almıştır. Cungarcada “boro” ‘yeşil’, “tala” da ‘vadi’ demektir. (Si yü t’ung wen çi, V, s. r°) Borotala, Bulgatay veya Ebi-nor gölüne dökülür. Nehrin 70 li boyuncaki akımı Nan-ho (güney nehri) ve Pei-ho (kuzey nehri) adıyla iki kola ayrılır (Bkz. Julien, Melan-ges, I/72). Çinlilerin bu bölgedeki hükumete Çuang-ho (iki nehir) adını vermeleri de bunu açıklamaktadır.
4. Tu-k’i-şi (Türgiş)ler, iki gruptan oluşuyordu. Bir tarafa İli vadisinde158 yaşayan So-ko mo-ho159 kabilesi (Wu-lu hükumeti), diğer tarafta daha batıda yani İli nehrinin batısında160 kalan Yedisu’da yaşayan A-li-şe (Hie-şan hükumeti) kabilesi. Türgiş kabilesi beyi Tu-k’i-şi (Türgiş) ho-lo-şi ç’o (çur) unvanı taşıyordu.
158 Daha önce benim yaptığım gibi “So-ko ve Mo-ho kabileleri” de denilebilir. So-ko kabilesi adı, kısaca Wu-lu eyaletinin yönetimini elinde tutan So-ko Kağan’ın adında bulunan kelimeyle aynıdır.
5. Şu-ni-şiler (Ying-so hükumeti) Yulduz vadisini161 işgal ediyordu. Beylerinin unvanı Şu-ni-şi ç’u-pan ç’o (çur) idi.
161 Si yü t’u çi, X, s. 5 v°; Si yü t’ung wen çi, I, s. 24 v° ve 25 r°. Ying-so (Yulduz) vadisinde yaşayanlar yalnızca Şu-ni-şiler değildi. Uygur K’i-pi veya K’i-pi-yü kabileleri de orada yaşıyorlardı. Bkz. T’ang-şu, CCXVII, b, s. 6 r° - Yulduz, (yıldız) Türkçe bir kelimedir; esasen bu bölge, diyor Si yü t’ung wen çi (I, s. 25 r°) baştan sona kaynaklarla bezelidir. Bereketli oluşundan dolayı bu ismi alan Yulduz vadisi Moğollar döneminde sık sık geçer. 1389’da Timur ordularının değişik birliklerine burada toplanma emri vermiştir. Çin sarayına giden Şah-ruh elçileri 1420’de buradan geçmiştir. Bkz. Yule, Cathay, s. CC ve s. 575, n. 2; Bretschneider, Mediaeval researches, II?229, 230, 234. Prjewalsky, Kulca’dan Lob-nor’a giderken Kiçik Yulduz’dan geçmiştir. (Petermeann’s Mittheilungen, Ergânzungshejt, n. 53); Kiçik Yul-duz, Kaydu-göl’e dökülen Baga Yulduz-göl ile sulanır. Kaydu-göl ise Büyük (Baga) Yulduz’u dolaştıktan sonra Bagraç Göl’e dökülür.
Bu hükumetlerden dördü yani İn-şan, Ta-mo, Hüan-ç’i ve Kin-fu, Karluk kabilelerinin topraklarındaydı. Karluklar batıda Tarba-gatay’la doğuda Altaylar arasında yaşıyor, Kara İrtış ve Urungu sahillerini işgal ediyorlardı.162
162 T’ang-şu, Karluklardan bahsederken, onları Pei-t’ing’in (Guçen yakınında) kuzeybatısına Kin-şan (Altay)ın batısına yerleştirir ve onların Pu-ku-çen nehrinin iki yakasına saçıldıklarını kaydeder. T’ang dönemindeki batı ülkeleri haritasına göre (Si Yü t’u çi, III, s. 8 v°) Pu-ku-çen nehri Kara İrtış idi. Mu-lo kabilesi Zaysan ve Urungu gölleri arasında, Ç’i-si kabilesi Urungu Gölü’nün batısında ve Ta-şi-li kabilesi de Tarbagatay’da yaşıyordu.
Lüan-t’ai hükumetinin hangi kabilenin toprakları üzerinde kurulduğunu bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey Urumçi’nin hemen bitişiğinde ve doğusunda yer aldığıdır.163
163 T’ang dönemindeki Urumçi’ye tekabül eden Lüan-t’ai ile Karaşar’la Kuça arasında Bukur şehrine tekabül eden Han dönemi Lüan-t’ai’yı-nı birbirine karıştırmamak gerekir. (Si yü t’ung wen çi, II, s. 16 r°; Si yü t’u çi, I, s. 9 v°). Burada sözü edilen Lüan-t’ai, Ye-lü Çu-ts’ai ve Ç’ang-ç’un’un güzergahlarında belirtilen Urumçi’dir. (Bkz. Bretsch-neider, Mediaeval researches, I/16 ve 66)
Ç’u-yüe kabilesi Kin-man hükumetini oluşturuyordu. Yerinde ( in situ) bulunan bir T’ang dönemi kitabesi, aynı sülale dönemindeki Kin-man’ın Guçen’in batısındaki bugünkü Tsi-mu-sa’nın aynı yerde bulunduğunu kesinkes göstermektedir.164 Diğer yandan Kin-man’a “beş şehir” de dendiği ve burasının Pei-t’ing askeri valilik karargahı olduğu için, onun Bilge Kağan kitabesinde geçen meşhur Bişbalık’dan başka bir şehir olmadığı malum.165 Şu halde Bişbalık, uzun zamandır söylendiği gibi Urumçi’de değil, Tsi-mu-sa’da olmalıdır.
164 Çok zarar görmüş bu tu taş dikit üzerindeki metin Si yü şui tao ki, III, s. 25 v°’de bulunmaktadır. Bişbalık’ı Çinlilerin Pao-hui hien dedikleri Tsi-mu-sa ile özdeşleştirmenin başarısı bu kitabenin yazarı Sü Sung’a aittir. Aryıca bkz. Si yü şui tao ki, V, s. 18 r°: Bişbalık Pei-t’ing askeri valiliğinin eski idari merkezidir. Pei-t’ing bugünkü Tsi-mu-sa’dır.” Biz daha önce de Kiu T’ang-şu’nun aynı hususu teyit eden metnini vermiştik.
165 Thomsen, Inscriptions, s. 124.
Yen-mien hükumeti aynı adı taşıyan kabilenin toprakları üzerindeydi. Üç Yen-mien kabilesi Balkaş Gölü ile Ala-tav Cungarı-nın kuzeyindeki Ala-kul Gölü arasında yaşıyor olsalar gerektir.
Adlarını verdiğimiz hükumetlerin dışında kalan on hükumet-ten yalnızca ikisinin yeri kesin olarak bilinmektedir. Birisi, Gu-çen ve Urumçi arasındaki yol ortasına yakın bir yerde bulunan Fung-lo, diğeri aynı adı taşıyan kabilenin topraklarında olmuş olması gereken Şa-t’o’dur. Şa-t’olar ise Barkul Gölü’nün doğusunda yaşıyorlardı. Bunlar, T’ang hanedanının düşüşü sırasında çıkan kargaşalak döneminde bir miktar önem kazandılar ve Muahhar T’ang (923-936), Muahhar Tsin (936-947) ve Muahhar Han (947-951) adında üç hanedan kurdular.
II. Beş Nu-şi-pi Boyu
Sui-şe (Tokmak) ve (Evliya-Ata yakınındaki) Talas şehirlerinin Batı Türkleri tarihinde oynadıkları rolün önemine binaen, bunların yalnızca Nu-şi-pi boylarının topraklarındaki iki ana merkez olması gerektiğini belirtebiliriz, ama elimizde daha fazla bilgi bulunmadığı için artıkça bir şey diyemiyoruz.
III. Mâverâünnehir
Bölgeyle ilgili bilgilerimiz bölük pörçüktür. Çinlilerin Mâve-râünnehir’de kurdukları idari teşkilat hakkında toplayabildiğimiz bilgiler aşağıdakilerden ibarettir:
1. Şe (Taşkent): Ta-yüan hükumetinin merkezi olan K’an-hie şehri.
2. K’ang (Semerkand), K’ang-kü hükumeti halini aldı.
3. Mi (Maymarg), Nan-mi ilçesi haline geldi. Görünüşe göre K’ang-kü hükumetine bağlıydı, çünkü 731’de Semerkand kralı Gurek’in oğullarından birine Mi (Maymarg) kralı unvanı verilmesini istediğini görüyoruz.
4. Şi (Keş/bugünkü Şehr-i sebz), K’ü-şa ilçesine dönüştü.
5. Ho (Kuşanya), Kui-çuang ilçesi halini aldı.
6. Pa-han-na (Fergana), Hiu-siun bölgesinin merkezi halini alan K’o-sai (Kasan) şehri.
7. An (Buhara), An-si ilçesi haline gelen A-lan (Amul?) beldesi. Ho-han (Hargan) da denilen Se-kin beldesi, Mu-lu ilçesine dönüştürüldü.
IV. Amu-derya’dan indus’a
Amu-derya’dan İndus’a kadar uzanan bölge içinde yer alan tüm bölgelerin ve buralarda kurulan idari birimlerin detaylarını T’ang-şu’nun XLIII b, bölümünde liste halinde buluyoruz. Bu bölgeyi incelemeden önce bazı ön bilgiler sunmakta yarar vardır.166
166 Abel Remusat, Remarques sur l’extension de l’empire chinois du cöte de l’Occident (Meni. De l’Acad. Des Inscr. T. VIII, 1827) adlı bildirisiyle bilim dünyasının dikkatini bu metin üzerine çeken ilk kişidir.
“Birinci lung-şo (661) yılında, diye okuyoruz Kiu T’ang-şu’da,167 batı ülkeleri ve T’u-ho-lo (Toharistan) bir engele çarptılar (yani Çin hükumetinden kapılarını açmasını ve kendilerini imparatorluğa dahil etmesini istediler). Bunun üzerine Yü-t’ien’in (Hotan) batısında ve Po-ssu’nun (Persia) doğusunda bulunan on altı krallığın tamamında hükumetler kuruldu. Bu on altı hükumette yirmi dört ilçe, yüz on kaza ve yüz otuz askerî karakol tesis edildi. Ayrıca T’u-ho-lo’da (Toharistan) bunun anısına bir kitabe dikildi.”
167 Blm. XL, s. 30 r°.
Metinden, Çinlilerin kurdukları on altı hükumetin daha önceki on altı krallığa [prensliğe] tekabül ettiği anlaşılıyor. Bu hüku-metlerin listesi, bize, Türklerin VII. Yüzyılda Amu-derya’dan İn-dus’a kadar uzanan belli başlı prensliklerinin siyasi taksimi konusunda son derece net bir fikir verecektir.
Diğer yandan bu prenslikler arasında, tüm bu bölgenin idarî merkezi olması ve Çinlilerin Amu-derya ile İndus arasındaki ülkeler üzerinde tesis ettiği hakimiyetin hatırasına dikilen kitabenin yer alması hasebiyle Toharistan’ın bariz bir yer işgal ettiği görülüyor.
Çinlilerin kurdukları hükumet ve ilçeler listesinde oldukça farklı bilimsel değeri olan iki kısmı ayırt etmek gerekir. Çinlilerin yeni hükumet ve ilçelere verdikleri isimler, tarihten ve efsanevi hatıralardan alınmış adlardır. T’ang dönemi münevverlerinin eski literatürde hatırası korunan ülkeleri Batıya yerleştirdiklerini göstermesi cihetinden bu isimler ilginçtir; ancak, herhangi bir tenkit yapılmadan bu tanımlamalara abartılı bir değer atfetmekten kaçınmak gerekir. Örneğin Han döneminin Şen-tu veya T’iao-çi’sini, T’ang dönemi başbakanlığının belirlediği ülkelerin isimleri arasında görmeye çalışmak tehlikelidir. Fakat bu fantazi ono-mastikanın yanı sıra, hükumet veya vilayet merkezi olması için seçilen yüz kadar şehrin mahalli adlarını ihtiva eden oldukça önemli bir liste de buluruz. Yine de tüm Çince çeviriyazımların özünü teşkil eden kelimeyi bulmamız zor; ama işlediğimiz coğrafî belgenin mutlak kesinliğini garanti eden Arap müelliflerin mü-şahedeleriyle tamamen örtüşen bazı tanımlamalar teklif edilebilir. İşte size ulaşabildiğimiz bazı neticeler:
1. Yüe-çi hükumeti. MÖ. I. Yüzyılda Amu-derya nehrini aşan Ta Yüe-çi adını hatırlatmaktadır. Yüe-çi hükumeti, Toharistan’ı içine alıyordu ve Hsüan-tsang’ın Hindistan’a gidip gelirken T’ung şe-hu Kağan’ın önce oğlunu, sonra torununu ziyaret ettiği Kunduz şehri idari merkeziydi. Bu şehir, Hsüan-tsang’ın biyografisini anlatan eserde Huo adıyla geçmektedir. T’ang-şu’daki adı A-hu-an, Kiu T’ang-şu’daki adı ise O-huan’dır. Bu iki çeviriyazımda Arap-Pers kaynaklarındaki War-waliz kelimesinin bir tür türevi olan Awar adı görülmektedir.168
168 Marquart, Eranshahr, s. 85; Yule, Notes on Hwen-thsang’s account of the principalities of Tokharistan, JA, R. A. S., 1873, s. 99-100.
Bu hükumete bağlı yirmi beş eyalet arasında şunlar tanımlanabilmektedir:
k) Lan şehri, Kunduz nehrinin sağ sahilinde ve Kunduz’un güneyindeki Baglan’dır.169
169 Bkz. Atlas de Stieler’de Indien und Inner-Asien, Nordl. Blatt haritası. Baglan konusunda Yule’nin adı geçen eserinin 100-101. sayfalarına bkz. - İstahri (Marquart, Eranshahr, s. 229) Toharistan’ın belli başlı şehirlerini şu şekilde vermektedir (Çince listedeki de bulunanları italik olarak yazdık): Hulm, Simincan, Baglan, Skalkend, Warwa-lis, Arhan, Râwen, Talekan, Skimişt, Rûb, Saray-ı Asım, Host-ı En-derab, Enderab, Madr ve Kâh.” Bkz. la Geographie d’Edrisi, Jaubert çevirisi, I/474.
l) Si-ki-mi-si-ti şehri, Araplar’ın Skimişt dedikleri şehir. Modern atlaslarda170 İskemiş adıyla geçmektedir ve Baglan’ın doğu-sundadır.
170 La carte Iran und Turan de l’Atlas de Stieler.
m) Hun-mo şehri ancak Hulm olabilir.
n) Si-mi-yan, günümüzde Hulm nehrinin sağ cenahındaki Haybak’dır ve Arapların Simincan dedikleri şehirdir.
o) Pa-t’o-şan şehri, muhtemelen bugünkü Feyzabad’ın daha doğusunda yer alan Badahşan şehridir.171
171 Yule, age., s. 109-110.
2. Ta-han hükumeti, Eftalitler’in topraklarına tekabül ediyordu. Bu yüzden onu Herat ve Badagis bölgesine yerleştireceğiz. Ancak, ona bağlı on beş şehirden hiç biri bu var sayımı doğrulayacak veya teyit edecek ölçüde şu ana kadar özdeşleştirilemedi.
3. T’iao-çi hükumeti, Yunanlıların Arahozya ve Arapların Za-bulistan dediği (ki başkenti Gazne idi) Arrohac Krallığı’na tekabül ediyordu. Ona bağlı ilçelerden ilki, Marquart’ın Hsüan-tsang’daki Hu-pi-na ile özdeşleştirdiği172 Hu-wen şehrindeydi. Vivien de Saint-Martin173 ve Yule,174 Hu-pi-na’yı bugünkü Şari-kar yakınındaki Hupiyan’a yerleştirmekte, Cunningham175 ve Marquart176 ise, muhtemelen haklı olarak, onu Kabul ile özdeşleştirmektedirler.
172 Eranshahr, s. 288.
4. T’ien-ma hükumeti, Kie-su Krallığı’nın Şu-man şehrindey-di. Hsüan-tsang’ın başında kral Hi-su Tu-küe yani Hi-su kabilesi veya halkından bir Türkün bulunduğu Şu-man Krallığı’ndan bahsederken177 sözünü ettiği ülke budur. Bu Hi-su ismi T’ang-şu’daki Kie-su Krallığı’nın adına dönüşmüştür.178 Şu-man’a gelince, Arapların Şumân’ıdır ki Amu-derya’nın kuzeyinde Kafirna-gân nehrinin yukarı akımındaydı.179 Bu hükumette bulunan iki eyaletin merkezi olan Hu-lun şehri, Şuman’ın hemen güneyinde Arapların Harun veya Ahrun dedikleri şehirdir.180
5. Kao-fu hükumeti, Ku-tu-şe Krallığı’nın başkenti Wu-şa şehrinde kurulmuştu. Ku-tu-şe, T’ang-şu’da Ku-tu şeklinde yazılan Huttal’dır.181 Şe ise muhtemelen bu ülke prensinin unvanıdır.
181 T’ang-şu, CCXXI, b, s. 6 r°.
Wu-şa, Hsüan-tsang’ın Hu-şa’sı,182 Arapların bazen Huttal’ın bir şehri, bazen de siyasî açıdan oraya bağlı bir bölge olarak gösterdikleri Vahş’dır.183 Bir şehir olarak Vahş, Kurgan-tübe’ye bir günlük mesafede, Wahşab veya Surhab üzerindeki Lâvekend’le aynı yer olmalıdır.184
182 Memoires, I/26-27.
183 Aboulfeda, Reinaud çev., II, 2, s. 228-229: “Ansab’da şu satırları buluyoruz: Vahş, Belh civarında, Huttelan’da yer alan temiz havalı bir şehirdir. (Türk) hükümdarlar orada ikamet etmişlerdir. Her türlü nimet mebzuldür. İbni Havkal’da ise şöyle yazar: Huttal ve Vahş, iki ayrı bölgedir, fakat birlik halinde tek hükumet oluştururlar. Huttal vadilerinde akan sellerden altın toplanır. Yine aynı yazar şöyle der: Huttal’ın merkezi Helâverd ve Lâvekend’dir. Her ikisi aynı zamanda Vahş’ın merkezi durumundadır.”
184 Marquart, Eranshahr, s. 299.
6. Siu-sien hükumeti, Ki-pin (Kapiça) Krallığı’nda kurulmuştu. Bu hükumeti meydana getiren on ilçe arasında San-pen-ni-lo-se beldesi Hsüan-tsang’ın Kapiça’nın başkentinin 40 li uzağına yerleştirdiği Si-pi-to-fa-la-se beldesiyle aynı olmalı.185 Lan-kien şehrine gelince, Hsüan-tsang’ın tanıklığına binaen aslında Kapi-ça’ya bağlı olan Lamgan şehrinden başkası değildir.186 Ve nihayet Pan-çi şehri şüphesiz Panjer yani aynı adı taşıyan nehir üzerindeki modern Panşir şehridir.187 Son ilçeye atfedilen T’an-t’o adı göründüğü kadarıyla Prens Viçvantara efsanesinin geçtiği T’an-t’o dağından alınmıştı. Ancak A. Foucher’nin Cabaz-Garhi’nin kuzeydoğusundaki Mekha-Sandha tepesiyle özdeşleştirdiği bu dağ, Kapiça’da değil, Udyana’daydı. Burada Çinlilerin muhayyilesindeki yerini alan yeni bir numenklaturadaki bu yer isimlerin dağılımını yönlendiren bir fantazya örneği ile karşı karşıyayız.188
185 Memoires, I/46 ve II/299-300.
186 Memoires, I/95: “Son zamanlarda Lan-po (Lampa) Kia-pi-şe Krallı-ğı’nın hakimiyetine geçmeye başladı.”
187 Marquart’ın bir bildirisine göre.
188 T’an-t’o dağıyla ilgili olarak bkz. A. Foucher, Notes sur la geograp-hie ancienne du Gandhara, Bulletin de l’Ecole française d’Extreme-Orient, t. 1, s. 353, n. 1, - et Sylvain Levi, Les missions de Wang Hi-uen-ts’e dans llnde, dan JA, Mars-Avril 1900, s. 324-326.
7. Sie-fung hükumeti, Hundukuş’un kuzey yamacında, Kunduz nehrinin doğduğu yere yakın bir yerde, Bamyan’da kurulmuştur. Ling-lüan ve Hie-ku ilçelerinin adı, T’ang dönemi bilgilerinin bu batı bölgesine, geleneğe göre Ling-lüan’ın Çinlilerin Pisagor tablosundaki oranları bulmalarına yarayan on iki kamışı aramaya gittiği Hie vadisine yerleştiklerini göstermektedir.189
189 Bkz. Des rapports de la musique grecque avec la musique chinoise, dans le tome III de la traduction française de Se-ma Ts’ien, s. 642644.
8. Yüe-pan hükumeti, adında ilk bakışta Amu-derya’nın kuzeyinde yer aldığı için Toharistan’a bağlı olan Çaganiyan’ı bulabileceğimiz Şe-han-na Krallığı’na tekabül etmektedir. Fakat bu hüku-met burada Bamyan’dan sonra yer aldığı ve T’ang-şu’da da Şe-han-na adı Bamyan’dan sonra zikredildiği için, kanaatimizce bu ülkenin Bamyan’dan çok uzakta aranmaması gerekir. Diğer yandan Kü-lan ilçesinin adı, T’ang-şu’nun Kökçe nehrinin yukarı akımla-rındaki Kurân bölgesi olarak gösterdiği yere tekabül etmektedir ki, bu yüzden bu ilçeyi ve dolayısıyla sekizinci hükumeti oraya yerleştirmeyi teklif ediyoruz.
9. K’i-şa ilçesi hükumeti, Belh ile Merv er-rud arasında,190 Arapların Cüzcan dediği Hu-şe-kien Krallığı’nda kuruldu. Jui-mi ilçesi, Cüzcan’ın doğusunda, İbni Hurdadbeh’in Cumasan dediği yerdir.191
10. Onuncu hükumetin sınırları içinde yer aldığı Ta-mo Krallığı, Amu-derya üzerindeki Tirmiz olmalı.192
192 Marquart’ın bildirisine göre.
11. On birinci hükumete tekabül eden Wu-la-ho Krallığı, Sui-şu’da193 geçen Wu-na-ho Krallığı’yla aynıdır. Şu halde Amu-der-ya’nın batısında ve Mu’ya (Amul, bugünkü Çarcuy) 200 li güneydoğuda olmalıydı.194
12. On ikinci hükumetin kurulduğu To-le-kien (Talekan), Yukarı Toharistan’da, Kunduz’un doğusunda ve adı hâlâ modern haritalarda geçen Talekan şehri olmalı.195
195 Bu durumda s. 71’de Belh’in batısında yer alan daha doğudaki Tale-kan şehriyle bu şehri özdeşleştirme görüşünden vazgeçiyoruz.
Çe-pa hükumeti bizi Ptoleme’nin Arap coğrafyacı İbni Rusta’nın Kumed196 dediği Kiu-mi Krallığı’na götürür ki, bugünkü Karategin’dir.
196 Tomaschek, Sogdiana, s. 47; Marquart, Eranshahr, s. 233.
Niao-fei hükumeti, Hu-mi-to’ya tekabül eder ki, Wa-han’dır ve muhtemelen aynı Wahan adı Po-ho (=Wa-ha) ilçesinde rastladığımız isimdir. Bu ilçenin merkezi olan So-le-so-ho, Küçük Pu-lü’yle ilgili kısımda zikredilen Hu-mi (Wahan) ülkesinin So-le şehriyle kesinkes aynı yerdir. So-le ismine gelince, muhtemelen sahilleri üzerinde günümüzde Sarhad’a tekabül eden beldenin bulunması gereken Penc nehridir.
On beşinci hükumete tekabül eden Kiu-yüe-to-kien Krallığı, Amu-derya’nın kuzeyindeki Kafirnagân nehrinin aşağı akım-larındaki Kavaciyan’dır ...197
197 Marquart’ın bir bildirisine göre.
Bir Pers hükumeti olan on altıncı ve sonuncu hükumetin payitahtı, Sâsânî tahtında hak iddia eden Piruz’un sığınmak zorunda kaldığı Tsi-ling şehriydi. Bu şehir, Secistân’ın adını yakınında bulunduğu Zare (şimdiki Hamun) gölünden alan başkenti Zereng olsa gerektir.198
198 Bu özdeşleştirme Yule’nin (Cathay, s. LXXXVII) ve Tomaschek’in (Sogdiana, s. 77) teklifidir.
VIII. VII. Yüzyıl Ortasından VIII. Yüzyıl Ortasına Batı Türklerinin Öz Toprakları
Çin, Batı Türklerine ait olan uçsuz bucaksız toprakların hakimi olduğu ilan edildiğinde, kısa zaman zarfında gayr-ı kabili kıyas bir prestij elde etmiş, hiçbir devirde bu kadar büyük olduğu izlenimi vermemişti. Wang Hsüan-ts’e, 661’de Hindistan’a düzenlediği üçüncü yolculuğundan, artık bir Çin hükumetine tâbi olan
Kapiça üzerinden dönebiliyordu.199 Tibet en iyi düzenlemelerle canlanıyor ve 664 yılından çok az önce Wen-tch’eng prensesi hacı Hsüan-çao’nun gezilerini teşvik ediyordu200. 665 yılının onuncu ayında, imparatorun maiyetinde Udyana’nın ve doğuda Kore’den batıda İran’a kadar olan ülkelerin elçilerinin toplandığı görülüyordu201.
199 Sylvain Levi, Les missions, ayrı basım, s. 8-9 ve 19.
Bununla birlikte bu mutluluk gerçekten çok zahiri idi. Çünkü Çin yeni fetihlerde fiili otoritesini sürdürmemişti. İlk hedefi kendilerini Çin’e vakfeden A-şi-na ailesinden Mi-şe ve Pu-çen vasıtasıyla beş Nu-şi-pi ve beş Tu-lu kabilesini yönetmekti. Fakat bu iki prens birbirine rakipti. 662’de Kuça prensliğini tecziye ile görevlendirilen Çinli generale refakat ettikleri sırasıda Pu-çen Mi-şe’ye iftira atmış ve karargahta idam edilmesini sağlamıştı. Bu adaletsiz infaz, Mi-şe’ye bağlı Tu-lu boyları arasında infiale sebep oldu. İren-şabirgan dağlarının güney yamaçlarında yaşayan Kung-yüe’ler silaha sarıldılar ve kuzeydeki Yen-mienlerle birlikte güneyde Tibetlilerle ittifak sağlayarak Kuça’ya sefer düzenlemekle görevli Çin birliklerini tehdit ettiler. İmparatorluk güçlerinin komutanı yollarına devam etmelerine izin vermeleri için ellerindeki tüm erzakı Tibetlilere bırakmak zorunda kaldı.
Çin, bu ilk başarısızlıktan ve 666 veya 667’de A-şi-na Pu-çen’in ölümünden sonra artık Batı Türklerine sözünü geçiremiyordu ve üstelik Tibetliler sürekli kendisine kafa tutuyorlardı. Tibetliler, 663’de Kuku-nor sahillerinde T’u-yü-hunların Tunguz devletini tamamıyla yıktıktan sonra daha da tehlikeli olmaya başlamışlardı. Devrik kral Leang-çu’ya sığınmış ve 670’de imparator onu tekrar tahtına iade etmeye çalışmıştı, ama Çin orduları Ta-fei202 vadisinde çok ağır bir yenilgiye uğramış, akabinde Tibetliler dört garnizonu yani Kaşgarya’yı yolup almışlardı. Böylece Batı Türklerinin eski topraklarına komşu olarak, imparatorluğun siyasi oyunlarına karşı dirayetle karşı koydular.
202 Ta tsing i t’ung çi (CCCCXII, a, s. 67 r°, 7 r° ve T’ung kien tsi lan (LII, s. 18 r°) Ta-fei nehrini, suyunun önemli kısmını Kuku-nor’un batı nehrinden alan Buhayn Göl’le özdeşleştirmektedir. (Buhayn Göl için bkz. Sven Hedin, Die geographisch-wissenschaftlichen Er-gebnisse meiner Reisen in Zentralasien, 1894-1897, s. 331-332).
670’de Çinliler, Türk reis A-şi-na Tu-çi’yi Fu-yen203 yani Ç’u-mu-kunların toprakları üzerinde kurulu hükumetin yöneticisi olarak atamak suretiyle onunla iyi geçinmenin yollarını aramaya çalışıyorlardı. Fakat A-şi-na Tu-çi, kısa zamanda kendini Tibetlilere kaptırdı. 677’de imparatorluk komiseri P’ei Hing-kien, Sâsâ-nî tahtında hak iddiasında bulunan kişiye yardım etme bahanesiyle onun topraklarından geçip giderken birden Tokmak yakınlarında onu tutuklayarak hapsetti. Böylece Wang Fang-i Tok-mak’da kaleler kurdu. 682 yılından itibaren ise A-şi-na Kü-pu çur adlı birisi On Okların başına geçerek isyan etti. Wang Fang-i onu İli yakınlarında mağlup ettikten başka, Issık Göl sahillerinde de onun müttefiki olan Yen-mienleri hezimete uğrattı.
203 670 yılını bize Ts’e-fu yüan kui (blm. 964, s. 67 r°) bildirmektedir: Birinci hien-heng yılının (670) dördüncü ayında beş Tu-lu kabilesi ve Yen-mienleri zapt-u rapt altında tutması için Batı Türkleri reisi A-şi-na Tu-çi sol cesur muhafızlar büyük generali ve ayrıca Fu-yen kumandanı olarak atandı.”
Çinliler, 685-686 yıllarında da daha önce A-şi-na Mi-şe ve A-şi-na Pu-çen’in deruhte ettikleri kumandanlık vazifelerini bunların oğulları Yüan-k’ing ve Hu-şe-lo’ya vermek istediler.204 Fakat Kuzey Türklerinin saldırılarından bunalan Hu-şe-lo, 690’da205 Ç’ang-an’a sığınmak zorunda kaldı. Yüan-k’ing zaten oradaydı. Bu iki reis Batı Türklerine karşı yürütülen seferlere katıldılar, ama asla onları fiilen yönetemediler.
204 İmparatoriçe Wu, Yüan-k’ing’e 685 yılının on birinci ayında, Ho-şe-lo’ya ise 686 yılının dokuzuncu ayında berat verdi. (Tse-çi t’ung kien).
205 Birinci t’ien-şu yılının onuncu ayında. (Tse-çi t’ung kien).
692’de “Dört Garnizon”u istirdat eden Çinliler, 694’de de Tibetlilerin adamı A-şi-na T’ui-tse’yi yendiler.206 Tibetliler, arası kesilmeyen bu çekişmelere son vermek için 696’da bir anlaşma teklif ettiler. Buna göre Çin Kaşgarya’yı boşaltıp, beş Nu-şi-pi kabilesini yani Issık Göl ile Çu ve Talas nehirleri vadilerini Tibetlilere bırakacak, buna karşılık kendisi de beş Tu-lu kabilesini yani İli vadisi ile Tanrı Dağları’nın kuzey kesimini alacaktı. Fakat Kuo Yüan-çen’in tavsiyesi üzerine bu teklif reddedildi.
206 Daha önce bu olayı 692 yılına atfetmiştik, çünkü T’ang hanedanı tarihindeki Tibet’le ilgili bir notta bu olay 692’de Dört Garnizon’un fethinden hemen sonrasına yerleştirilmektedir; ama Tse-çi t’ung ki-en, A-şi-na T’ui-tse’ye karşı kazanılan zaferin 694 yılının ikinci ayında gerçekleştirildiğini belirtmektedir. Daha önce A-şi-na T’ui-tse’nin A-şi-na Yüan-k’ing’in oğlu ve A-şina Hien’in ağabeyi olduğu belirtilmişti.
İmparatorluk hükumeti, kendine yapılan açılımları kabul konusunda menfi bir tavır takındıktan sonra, artık iradesini kabul ettiremedi. Nitekim 700 yılında generallerini ve Hu-şe-lo’yu Tok-mak’ı fethedip, Nu-şi-pi boylarının reislerini ihanet yoluyla öldürmek için boş yere gönderdi.207 Çünkü elde edilen başarı kalıcı sonuçlar doğurmadı. A-şi-na Huai-tao ve A-şi-na Hien 701-704 yılları arasında babaları Hu-şe-lo ve Yüan-k’ing’in yerine geçtiler, fakat onlar ta tıpkı babaları gibi göstermelik yetkilere sahiptiler ve vakitlerinin çoğunu Çin sarayında geçiriyorlardı.
207 Tse-çi t’ung kien: 700 yılının birinci ayı: Hu-şe-lo, Sui-şe’yi (Tokmak) korumakla görevli batı barış ordusu büyük yönetici generali olarak atandı; - 6. ay: A-si-ki Po-lu (yani beş Nu-şi-pi boyundan birincisi olan A-si-ki veya A-si-kie kabilesinin reisi Po-lu) isyan etti. Tso kin-wu tsian-kün T’ien Yang-ming ve t’ien-çung şi-yü-şi Feng Se-ye onu tedip için gönderildi; ordu Tokmak’a geldi. Po-lu şehrin yan tarafından huruç yaparak kaçmayı başardı. Feng Se-ye süvarilerle peşine takıldıysa da yenildi. T’ien Yang-ming, Hu-şe-lo’nun en iyi adamlarını yanına alarak şehre saldırdı, ama on günden daha uzun bir süre şehri alamadı. Dokuzuncu ay Po-lu isyandan vazgeçti. Feng Se-ye onu yanına getirtip infaz etti. Artık Po-lu’nun adamları onun esiriydi.”
VII. Yüzyılın son yıllarında Batı Türklerinde fiili iktidar, beş Tu-lu kabilesinin en güçlüsü olarak gözüken Türgiş boyunun reisi Wu-çi-le’deydi. Wu-çi-le’nin biri Tokmak’da Nu-şi-pilerin topraklarında, diğeri Tu-luların toprakları üzerinde, İli’nin kuzeyindeki Kung-yüe’de olmak üzere iki ikametgâhı vardı. Bununla birlikte doğuda büyük değişiklikler olmuştu; Kuzey Türkleri kendilerini politik olarak yok eden uzun kölelik devrinden sonunda çıkmışlardı. Kutluk isminde bir reis (Koşo-Saydam yazıtlarında-ki İlteriş) 682-691 arasında Orhon sahillerinin Türk devletini yeniden kurdu; 691’de onun yerine geçen kardeşi Mo-ç’o (Kapagan Kağan) oldukça güçlendi. Bölündükleri için zayıflamış olan Batı Türklerini bayrağı altında toplamakta zorlanmadı ve 699 yılında On Oklar’ın yönetimini kendi oğluna devretti.208 Dolayısıyla Türgişler ona bağlıydılar.209 Efendi sıfatıyla onların işlerine karışıyordu. 706’da babası Wu-çi-le’nin210 yerine geçen Türgiş kağanı So-ko’yu 711 yılında öldürtmüştü.211
208 Kuzey Türkleri’nin Batı Türklerindeki On Okları resmen kendi saflarına almaları 699 yılında gerçekleşmiştir. Tse-çi t’ung kien (CCVI, s. 11 v°): “O yıl T’u-küe Mo-ç’o (Kapagan Kağan) kardeşi Tu-si fu (beg?)’i sol kanat şadı (Hirth, Nachworte, s. 47) ve Ku-tu-lu (Kut-luk)’un oğlu Me-kü’yü sağ kanat şadı olarak atadı. Her birinin emrinde yirmi binden fazla savaşçı vardı. Oğlu Fu-kü’yü küçük-kağan olarak isimlendirdi. Mevkisi bu iki şaddan daha yukarıdaydı. Ç’u-mu-kunları ve diğerlerini yani On Okları yönetti. Kırk binden fazla savaşçısı vardı. Ona “Batıda düzeni sağlayan kağan” da deniliyordu.” Mo-ç’o’nun oğlu olan ve küçük kağan unvanına sahip bulunan Fu-kü, 716’da babasının ölümünden sonra kağan ilan edilen ve Kül-tegin tarafından öldürülen Mo-ç’o’nun oğlu “küçük kağan”la aynı kişidir. (Tse-çi t’ung kien, CCXI, s. 9 v°).
209 Koşo-Saydam kitabelerinde bu durum şu şekilde açıklanmaktadır: “Türgiş hakanı Türklerimden, kavmimden idi. Bilmediği için, bize karşı yanıldığı için hakanı öldü. Buyruğu, beyleri yine öldü. On Ok kavmi zahmet çekti..” (Thomsen, Orhun Yazıtları, s. 103-104.)
210 Koşo-Saydam kitabeleri metninde verilen tarih budur. Bkz. Marqu-art, Die Chronologie, s. 17 ve 53. Tse-çi t’ung kien ise bu olayı 714 yılı sonuna koymaktadır, ama T’u-küe’lerle ilgili not daha kesin olarak king-yün dönemi (710-711) tarihini vermektedir. (T’ang-şu, CCXV, a, s. 11 v°)
211 Wu-çi-le’nin ölüm tarihi 706 yılına bağlanmalıdır. Çünkü Ts’e-fu yü-an kui’nin şu iki metni bu tarihi teyit etmektedir: 1 (blm. 964, s. 10 r°) “İkinci şen-lung yılının (706) onuncu ayında Türgiş Wu-çi-le’ye bölgesel Huai-ti kralı unvanı verildi; 2 (aynı yerde) Aynı yılın on ikinci ayında wu-sü günü imparator Wu-lu ilçesi yöneticisi Türgiş So-ko’nun sol cesur süvariler büyük generali ve aynı zamanda wei-wei-k’ing ve Huai-ti bölgesel kralı unvanlarıyla babası Wu-çi-le’nin yerine geçmesini emretti; ayrıca sağ t’un-weileri büyük generali ve On Ok kağanı A-şi-na Huai-tao bir beratla bu unvanları ona tevdi etmeye gitmekle görevlendirildi.”
Bu idam ve takip eden karışıklılar Çinlilere müdahale fırsatını verdi. Onların maşası olan A-şi-na Hien 714212 yılının üçüncü ayında isyankar reis Tu-tan’a karşı Tokmak’ta bir zafer kazandı; bu olayın ardından Karluklar ve On Oklar, özellikle Tu-lu grubuna mensup Hu-lu-wu ve Su-ni-şi imparatorluğa bağlılık yemini ettiler213. 715’de Çinliler ve A-şi-na Hien, Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) saldırılarına karşı onları fiilen desteklemek için devreye girdiler.214
212 Tse-çi t’ung kien, 714 yılı: “Batı Türklerine mensup On Okların reislerinden Tu-tan isyan etti. Üçüncü ay, i-hai günü, Tsi-si tsie-tu-şi’si A-şi-na Hien, Sui-şe’nin (Tokmak) muhkem mevkilerini ele geçirdi; Tu-tan’ı yakalayıp infaz etti ve onun kabilelerine ait yirmi binden fazla çadırı itaat altına aldı.”
213 Burada adları verilen kabilelerin itaat altına alınışı 714 ve 715 yılının değişik zamanlarında gerçekleşmiştir (Tse-çi t’ung kien, 715 yılı, 2. ay, şerh). Aynı kabileler T’ang-şu’da (CCXV, a, s. 11 v°) bir bütün halinde verilmektedir: “On oklar, yani beş sol Tu-lu kabilesinin (çurları) ve beş sağ Nu-şi-pi kabilelerinin se-kinleri, itaatlerini sunmak istediler. Ko-lo-lu (Karluk)lar, Hu- (lu-)wular ve Şu-ni-şiler, -ve ayrıca üç (Karluk) kabilesinin bir kısmını teşkil eden özel terfi ettirilmiş Ta-mo valisi Çu-si, - Mu-lo’ların begi, İn-şan valisi Ki ve Hsüan-ç’i valisi Ta-şi-li Hu-pi, kendine bağlı insanların başında gelerek imparatora bağlandılar. Ta-mo, İn-şan ve Hsüan-ç’i isimlerinde üç Karluk kabilesinin topraklarında kurulan üç hükumet ismi bulunmaktadır; bu hükumetlerin başındaki hakimlerin isimlerinde ise bizzat üç Karluk kabilesinin isimleri geçmektedir: Ç’i-si (burada Çu-si şeklinde), Mu-lo ve Ta-şi-li.
214 Tse-çi t’ung kien, bu olayları 715 yılının beşinci ayına bağlamaktadır.
Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) ölümünden sonra 716’da sahneye çıkan ve Türgişlerin kağanı olan Su-lu215 adlı biri, bağımsızlığını ilan etti. Su-lu, Çinlileri çok geçmeden Çinlileri endişelendirdi. 717 yılından itibaren Arap ve Tibet birliklerini kendisine çekerek Kaşgarya’da Yeke-arık ve Aksu şehirlerini kuşatma altına almıştı. A-şi-na Hien, üç Karluk boyunun yardımıyla ona karşı savaşa girişti. 719’da Çin artık Tokmak’ı hakimiyeti altında bulunan şehirlerden sayamıyordu. Su-lu’nun direncini kıramayınca bir takım naz-ı nimetler sunarak onu kazanmaya çalıştı. 718 ve 719 yıllarında bazı unvanlar verdikten başka, 722 yılında da bir noktada iktidarını meşrulaştırmak maksadıyla A-şi-na Huai-tao’-nun kızını ona eş olarak verdi. Ne var ki, Su-lu hiçbir şekilde imparatorluğun adamı olmadı ve hatta aksine sık sık onu endişelendirdi. 738’de ise Koşo-Saydam kitabelerine göre Su-lu’nun Kara Türgişler denilen siyah kabilelerine muhalif bulunan sarı kabilelerin [Sarı Türgişlerin] bir beyi tarafından öldürüldü. Baga tarkan denilen bu bey, Ç’u-mu-kunların kül-çuru unvanına sahipti. (Ta-beri’nin kaydettiği Kursul216 adında da bu unvan görülmektedir.)
215 Tse-çi t’ung kien’de (blm. CCXI) Su-lu’yla ilgili bilgiler şöyle: Diğer adı So-ko olan Türgiş Şu-çung’un ölümünden sonra 715 yılında, halkından arta kalanlar Şu-çung’un generallerinden Su-lu adında birine bağlandılar. Su-lu yavaş yavaş güçlendi. Emrinde iki yüz bin adamı vardı. Çin’e elçiler gönderdi ve imparator 715 yılında Su-lu’ya sol yü-linlerin büyük generali ve Kin-fang sancağı tanzim edici komiseri unvanlarını verdi. 716’da Mo-ço’nun ölümünden sonra altıncı ayda ortaya çıkan Su-lu kendini kağan ilan etti. 717’de ise, her ne kadar Su-lu tartuklarını muntazaman gönderiyor ise de, sınırları yağmalamayı da ihmal etmiyordu. Beşinci ayda, On Okların kağanı A-şi-na Hien, ona saldırmak için Karluk savaşçılarını devreye sokmak istedi, ama imparator izin vermedi. Yedinci ay, An-si (Kuça) ikinci askeri valisi T’ang Kia-hui, Türgişlerin Dört Garni zon’u (Kaşgarya’yı) zaptetmek için Ta-şi (Arap) ve T’u-poları (Tibetliler) getirdiğini, Yeke-arık ve Aksu şehirlerini muhasara ettiklerini, kendisininse onlara saldırmak için üç Ko-lo-lu (Karluk) boyunu A-şi-na Hien’in kumandasında gönderdiğini rapor etti. 718 yılının beşinci ayının sin-hai günü, Türgişlerin reisi Su-lu, sol yü-linle-rin büyük generali ve imparatora tekabül eden dük unvanları alıyor ve Kin-fang sancağı tanzim edici komiseri görevini üstleniyordu. 719 yılının onuncu ayının jen-tse günü, Türgiş Su-lu “sadık ve itaatkâr kağan” nişanı ile taltif edildi. 722 yılının on ikinci ayının keng-tse günü, On Okların kağanı Huai-tao’nun kızı A-şi-na’ya Ki-ao-ho prensesi unvanı verilerek, Türgiş kağanı Su-lu’ya gelin olarak gönderildi. 726’da Kuça’ya satışa sunulan atların başına gelen bir kaza yüzünden Su-lu Dört Garnizon (Kaşgarya) bölgesini talan etti. 730’da Türgiş ve Kuzey Türkleri elçileri, Çin sarayında [mevki önceliği konusunda] birbirleriyle atıştılar. 736 yılının birinci ayında Pei-t’ing genel valisi Kai Kia-yün, Türgişlere saldırarak ağır bir yenilgi tattırdı. 738’de Mo-ho takan (Baga tarkan) adlı bir bey gece Su-lu Kağan’a saldırarak öldürdü.
Von Gutschmid (ZDMG, 1880, XXXIV, s. 736), 716’da Horasan hakimi Yezid’in saldırısına uğrayan Curcan ve Dihistan prensi Sul’un Su-lu Kağan olduğu kanaatindedir, ama Sul bir özel isim değil, Curcan hakimlerinin kullandığı ortak bir unvandır ve bu prenslerin Yezid’le hırlaşan Sul adlı birinden sonra bu unvanı aldıkları şeklindeki iddia mesnetsiz bir görüştür. Diğer yandan Çin tarihçilerinin aktardıkları tüm bilgiler Su-lu’nun Batı Türklerinin Talas’la Tokmak arasındaki eski topraklarını işgal ettiği yönünde; yoksa o, Hazar Denizi sahillerindeki Curcan hakimi Sul değildi. Bu özdeşleştirmenin reddedilmesi gerektiği kanaatindeyim.
216 Bu özdeşleştirme Marquart’a aittir. (Historische Glossen, s. 181-182 ve Die Chronologie, s. 38, n. 1). W. Barthol da (Die alttürkischen Inschriften, s. 27) aynı görüştedir. Taberî’ye göre, 119 (M. 737) yılında (Şu nehri sahilin üzerindeki) Nevaket’de ikamet eden kağan, Araplara karşı bir sefer düzenleyerek Toharistan’a kadar geldi. Türkler orada bir yenilgi aldılar ve kısa süre sonra kağan bir gece Türgiş beyi Kursul tarafından öldürüldü. Diğer yandan Tse-çi t’ung kien (CCXIV, s. 10 v°) 738 yılında Mo-ho ta-kan (Baga tarkan)ın gece Su-lu Kağan’a saldırarak onu öldürdüğünü kaydetmektedir. Bu müşahede, Mo-ho ta-kan (Baga tarkan)ın kağana saldırmak için Tu-mo-çi adlı başka bir beyle ittifak ettiğini kaydeden T’ang-şu’nun rivayetinden daha gerçekçi görünüyor. Çünkü Tu-mo-çi bu olaya hiç karışmadı ve yalnızca iş bittikten sonra maktul kağanın oğlunu tahta çıkardı. Bunun üzerine Mo-ho ta-kan (Baga tarkan) Çinli komiser Kai Kia-yün’den yardım istedi ve muhtemelen onun bu isteği 738 yılında Çin sarayına ulaştığı için Çinli tarihçiler, her ne kadar olay Taberî’nin belirttiği gibi, 737’de vukû bulmuşsa da, Su-lu’nun ölüm tarihi olarak bu yılı kaydettiler. Bu kronolojik mesele bu şekilde aşıldığına göre, şimdi Baga tarkan ile Kursul’un nasıl aynı kişi olabildiği konusuna geçelim. Marquart, (age.) Kursul’un aslında Türkçe kül çur unvanı olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Halbuki T’ang-şu’nun metninde Çinli komiser Kai Kia-yün’ün hem Su-lu’nun oğlu T’u-ho-sien kağana saldırmak için Baga tarkan, Taşkent ve Keş kralıyla birleştiğini görüyoruz, hem de bir sonraki yıl (740) k’ü-lü ç’o (kül çur)dan başka Taşkent ve Keş kralına hediyeler ve fahri unvanlar verildiğini okuyoruz. Bu iki metnin birbiriyle salıştırılmasından Baga tarkan’la kül çur’un aynı kişi olduğu sonucu çıkmaktadır. Böylece Arapların Kursul (kül çur)u ile Çinlilerin Baga tarkan’ının özdeşleştirilebileceğine yapılabilecek son itiraz de çürütülmüş olmaktadır.
Bu tespitten sonra Baga tarkan’ın Ç’u-mu-kun kabilesinin kül çur’u olduğunu ispat için bir adım daha atabiliriz. Bu konuda şu metinlere istinat etmekteyiz: 739 yılının sekizinci ayında T’u-ho-sien kağan hapsedildikten sonra, “dokuzuncu aydan itibaren Ç’u-mu-kunların Fu-yen (hükumetinden) kül çurun kabilesi, Pa-sai-kan kabilesi, Şu-ni-şi kabilesi, A-si-ki kabilesi, Kung-yüe kabilesi ve Ko-hi kabilesi, gösterdiği himmetten dolayı imparatora teşekkürlerini sunmak ve imparatorluğun bünyesine kabul edilme talebinde bulunmak için temsilciler gönderdiler.” (Ts’e-fu yüan kui, blm. 977, s. 20 v°) Diğer yandan 740 yılının üçüncü ayında “Türgiş kabilelerinden Ç’u-mu-kunların Fu-yen (hükumetinin) kül çuru sağ cesur muhafızları terfi dışı büyük generali unvanı aldı.” (Ts’e-fuyüan kui, blm. 975, s. 18 v°) Halbuki sağ cesur muhafızlar büyük generali unvanı, Baga tarkan’la özdeşleştirdiğimiz kül çur’a münferiden verilmiştir ki, bu durumda Baga tarkan Ç’u-mu-kunların kül çuru idi.
Sarı boylarla Kara boylar arasındaki didişlemeleri sonuna kadar takip etmek mümkün değil.217 Mevcut belgeler, Çin’in bazen fiilen iştirak ettiği bu karanlık çarpışmaları gün ışığına çıkarmak için yeterli değildir. Örneğin 748’de Çinli general Wang Çeng-ki-en Tokmak’ı zaptetmiş ve orada Büyük Bulut Tapınağı’nı inşa etmiştir.218 Sadece bir ipucunun işaretini verebiliriz: Karluk, Uygur ve Basmallar bir koalisyon oluştararak 744’de Kuzey Türk Ha-kanlığı’nı yıktıktan sonra, doğuda iktidarı ele geçiren Uygurlar Orhon nehrinin sol sahilinde Karabalgasun şehrini kurdular; Karluklar kendilerini batının hakimi olarak tanıttılar; yavaş yavaş On Okların topraklarını istila ederek 766’larda eski Türk yabgu-larının ikametgahları olan Tokmak ve Talas’ı işgal ettiler.
217 Tse- çi t’ung kien’de bulabildiğimiz olayların kronolojik sırası şöyle: 740 yılının üçüncü ayında, Kai Kia-yün, A-şi-na Huai-tao’nun oğlu Hin’e On Ok kağanı unvanı verilmesi teklifinde bulunur ve imparator da bunu uygun bulur. Dördüncü ayın sin-wei gününde Hin, Ki-ao-ho prensesi unvanı alan Li adında imparatorluk ailesine mensup bir kızla evlenir. O sıralar Baga tarkan ve Wu-su-wan-lo-şan adlı birisi barbar kabileleri Çin’e karşı isyana sevketmeyi planlıyorlardı, bu olay üzerine kötü niyetlerinden vazgeçerler ve Baga tarkan on ikinci ayda itaat arzetmek için gelir. Halkının reisi olarak tanınmak suretiyle ödüllendirilir. - 742: İmparator, On Okların kağanı A-şi-na Hin’i Türgişlerin başına tekrar geçirmek için askerler gönderir, fakat Kü-lan (Talas’ın 60 li doğusundaki Kulan) şehrine vardıklarında A-şi-na Hin Baga tarkan tarafından öldürülür. Bu olay üzerine Türgiş reisi Tu-mo-tu (Tu-mo-çi ile aynı kişi) itaat arzetmek için gelir ve altıncı ay kendisine üç kabilenin yabgusu unvanı tevdi edilir. - 749 yılının beşinci ayında Ho-si tsie-tu-şi’si Fu-meng Ling-ç’a Türgiş Baga Tarkan’a saldırarak kellesini keser ve onun yerine kara kabilelerin [Kara Türgişlerin] reisi olarak İ-li-ti-mi-şi ku-tu-lu pi-kia (Eletmiş Kutluk Bilge)nin atanması teklifinde bulunur; altıncı ayın kia-ç’en günü, bir nâme ile bu şahsa On Okların kağanı unva-m tevdi edilir. - 749 yılının yedinci ayında Türgiş 1-po’ya On Ok kağanı unvanı verilir (Bu şahıs Ts’e-fu yüan kui, blm. 965, s. 5 r°’de 753 yılında
adıyla zikredilen zatla aynı kişi gibi görünüyor.) - 751 yılının dördüncü ayında, An-si tsie-tu-şi’si Kao Sien-çi Türgiş kağanı, Tibet beyi, Taşkent kralı ve Kie-şe kralından ibaret olan esirlerini saraya takdim etmek için gelir. - 753, T’ang-şu, Kara Türgişlerin kağanlarına Teng-li-i-lo-mi-şi (Tenride bolmış) unvanı verdiklerini belirtmektedir. Ve en son olarak Ts’e-fu yüan kui, On Oklardan Kara Türgişlerin kağanı A-to p’ei lo (boyla)nın 759 yılının sekizinci ayında sunduğu hediyelerden söz etmektedir. [s. 314’deki ek ve düzeltme: Her ne kadar tarihen iyi bilinirse de Buddist kaynaklarda zikredilen bir olayın buraya alınması gerekiyor. Bir sutrada birinci t’ien-pao yılında (742) aralarında Ta-şe (Aksu) ve K’ang (Semerkant) krallıklarının da bulunduğu beş krallığın An-si (Kuça) şehrini kuşşattıkları belirtilmektedir. 742 yılının ikinci ayında An-si genel valisinden yardım isteyen bir mektup geldi. İmparator çok endişeliydi, çünkü An-si başkente on iki bin li uzakta bulunduğundan, gönderilecek kuvvetlerin oraya varması için sekiz ay gerekiyordu ki, çok gecikeceklerdi. İ-hing adlı din adamı bu durum karşısında efendisine sarayda bulunan bir keşiş vasıtasıyla tanrı Va-içramana’ya yalvarmasını salık verdi. İsteği yerine getirildi ve birden üç ilahî savaşçı peyda oldu. İmparatora bunların, An-si şehrini kurtaracağını bildiren Vaiçramana’nın ikinci oğlu tarafından kumanda edildiği söylendi. İki ay sonra An-si genel valisinin gönderdiği bir çapar, imparatorun tanrı Vaiçramana’ya yalvardığı sırada, tabiatüstü bir birliğin şehrin kuzeydoğusunda peyda olduğunu ve barbarların korkuya kapıldıklarını, silaha sarılmak istediklerini fakat yaldızlı fareler yaylarının ve ok atma makinalarının kirişlerini kemirdikleri için onları kullanamadıklarını ve arkalarına bakmadan kaçıp gittiklerini anlattı. - Aynı hikayeyi Pu-k’ung biyografisinde (Amoghavajra) da da buluyoruz. Orada da bir din adamı tanrı Vaiç-ramana’ya dua etmekle görevlendirilir, fakat bu defa kuşatma altında olan şehir Si-leang fu (Leang-çu)dur. Bkz. Sung kao seng çuan (Trip. Jap.b, XXXV, fasc. 4, s. 72). Tuhaftır ama düşmanın silah kirişlerini kemiren fareler hikayesi Hsüan-tsang tarafından da Ho-tan’la ilgili olarak rivayet edilir. (Memoires, II/233-234) ve Vivien de St. Martin’in belirttiği gibi tamamen aynısı bir hikaye Herodot’ta anlatılır. Stein’in Dandân uylik’de ortaya çıkardığı tabletlerden biri fare başlı bir tanrıça figürü içermektedir. (Arch. Exploration in Chi-nese Turkestan, s. 36).
Bu notun sonuna ilave edebileceğimiz bir başka husus ise, T’ang-şu’nun Tibet’le ilgili olarak verdiği bilgide Batı Türklerinden Karluk-lar’la yapılan bir savaş sırasında ak elbiseli Türkler adıyla bahsedildiğidir. (Bkz. Buschell, Journ. of the R. As. Soc., N. S., vol. XII, s. 533, n. 58)].
218 Bu olaydan Tu Huan’ın seyahat notlarında söz edilmektedir ki, Tu Yu’nun T’ung tien adlı ansiklopedisinde fragmanlar halinde muhafaza edilmiştir. (T’ung tien, blm. 193, s. 19 v°)
IX. Mâverâünnehir ve Amu-derya ile indus arasındaki ülkeler
(VII. Yüzyıl ortalarından VIII. Yüzyıl ortalarına kadar)
Batı Türklerinin 659 yılında Çin tarafından fethinden ve bir yüzyıl sonra Karluklarca topraklarına el konulmasına kadar geçen süre içindeki tarihî seyirde, daha önce Sir-derya’dan İndus’a kadar Türklerin hakimiyetinde bulunan tüm beyliklerden söz etmemiştik. Bunlarla ilgili bilgileri belli bir bölümde vermeyi uygun gördük. Esasen 659’dan itibaren bu ülkeler Batı Türk Hakan-lığı’nın bir parçası olarak görülemez. Gerek Tibetlilerin kontrolünde ve gerekse Çin’in desteğiyle İli vadisinde veya Tokmak-Ta-las bölgesinde hüküm süren hiçbir kağan nüfuzunu Sir-derya’dan ötesinde fiilen hissettirecek kadar güçlü olamadı. Artık Batı Türklerinin sultası kırılmıştı ve bir daha da eski haline gelecek gibi değildi. Şu halde bu araştırmamızda VII. Yüzyıl ortalarından başlayarak esasen artık birbiriye ilgisi kalmayan bu bölgeleri incelemeyi gerekli görüyoruz.
Gerçeği söylemek gerekirse Çin, 657-659 tarihleri arasında fethettiği tüm bölgede öncelikle hükümranlığını kabul ettirme iddiasında bulundu, ama 665’e kadar bu iddia gerçekleşmemiş görünüyor. Çünkü Tibetlilerin adaveti Çin’i tüm güçlerini onlara tevcih etme mecburiyetinde bıraktı. 665 yılından 715’e kadar Çin, Sir-derya-İndus arasındaki ülkelere nadiren müdahelede bulunabildi. İ-tsing’in rivayetlerine göre219 yaklaşık 670 yılından itibaren Araplar Kapiça yolunu tıkamıştı ve hacılar, vaktiyle Hsü-an-tsang zamanında olduğu gibi artık Hindistan’a Toharistan üzerinden gidemiyorlardı. Çin sarayına haraç getirmeye gelen elçilik heyetleri bir yana bırakılırsa, - ki bunlar özellikle belli bir krala atfedilmedikleri zaman hiçbir resmi özelliği olmayan ticaret kervanlarından başka bir şey değillerdi,- tüm bu dönemde işaret edebileceğimiz olaylar, 696’da T’u-sa-po-t’i’nin K’ang (Semerkant) kralı atanması, 705’de Ki-pin (Kapiça) kralının, krallığını teşkil eden on bir ilçenin askeri levazım sorumlusu tayin edilmesi ve yine aynı yıl Toharistan kralı Na-tu-ni-li’nin kardeşi Pu-lo’nun saraya gelişinden ibarettir.
219 1-tsing, Les religieux eminents, trad. Française, s. 25.
Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Çin’in batıda neden fazla aktif bir politika yürütemediğinin sebeplerini tespit etmek zor değildir. 657-661 yılları arasında Ali ile Muaviye arasında devam eden iç savaş, Arap fetihlerinin hızını kesmişti; halifelik orduları Orta Asya’daki saldırgan ilerleyişini ancak 705’de meşhur general Ku-teybe b. Müslim’in düzenlediği seferlerle tekrar başlatacaktı. 661’den 705’e kadar Soğdiyana ve Amu-derya’nın güneyinde bulunan prenslikler nisbeten huzur içindeydiler ve Çin’den yardım istemiyorlardı. Diğer yandan, İmparatoriçe Wu’nun hüküm sürdüğü 684-705 yılları arasında Çin dahi bu hırslı ve zalim kadının kanlı entrikaları yüzünden dış politikayla fazla ilgilenecek durumda değildi. Ayrıca 670-692 yılları arasında Tibetlilerin Kaş-garya’yı işgal altında tuttuklarını ve böylece Pamir üzerinden batıya giden tüm yolları Çinlilere kapadığını hatırlatmak gerekir.
705’den 715’e kadar devam eden Kuteybe fetihleri dönemi Orta Asya prenslerini dışarıdan destek aramak zorunda bırakmış, fakat ilk önce Çin’in kapısını çalmak yerine, Kuzey Türklerinden yardım istemişlerdir.
Mo-ç’o (Kapagan Kağan) 699’da On Ok kabilelerini imparatorluğunun şemsiyesi altında toplamayı başardıktan sonra, İn-dus’a kadar değilse bile, en azından Sir-derya’dan Amu-derya’ya kadar uzanan topraklar üzerinde nüfuzunu yaymak için bazı teşebbüslerde bulundu. Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yeğeni Kül-tegin için dikilen kitabeye göre “henüz on altı yaşındaki bu kumandan, kağan amcasının hakanlık ve devleti için Altı Çublara ve Soğdak (Soğdiyanalı)lara karşı bir sefer düzenlemiştir.”220 Kül-tegin’in bu sefer sırasındaki yaşı tam olarak tespit edilememiştir, ama ister yirmi altı, isterse biraz daha fazla yaşta olsun, Kül-tegin “Soğdak halkını organize etmek için İncu (Sir-derya) nehrini geçerek Demirkapı’ya kadar (Keş’in güneyinde) uzanan bir sefer düzenlemiştir.221 Kül-tegin’in on altı ve yirmi altıncı yaşı 701 ve 711 yıllarına tekabül etmektedir ki, bu durumda Kül-tegin 701 ve 711 yılında veya biraz daha sonra iki defa Soğdiyana’ya girmiştir.
220 Veya Marquart’a göre (Historische Glossen, s. 5), “Altı Çubların Soğ-dakları” yani soy adları Çao-wu olan prenslerin Soğdiyana’daki altı devleti. Kül-tegin kitabesindeki bu metin Thomsen’in çevirisinden alınmıştır, ama Bang’ın dikkatli tashihine istinaden biz “yirmi altı yaş” yerine “on altı yaş”ındayken diye yazdık.
221 Thomsen, Inscriptions, s. 110.
Şimdi Arap kayıtlarına bir göz atalım: Hicri 88’de (yklş. M. 707) Arap general Kuteybe Buhara’nın başkenti Numeşkes’i itaat altına almıştı ve oradan Merv’e dönerken Türklerin saldırısına uğradı. Mezbûhane bir çarpışmadan sonra Kuteybe’nin ordusu galip geldi, “söylendiğine göre Allah’ın yardımıyla mağlup ettikleri düşman, Çin hakanının iki yüz bin savaşçıyla kendilerine saldırmaya gelen yeğeni Kurgengabun (?)dur.”222 Çin kaynaklarında bu tarihte Batı ülkelerine düzenlenen bir seferden kesinlikle söz edilmez223 ve dolayısıyla bu metinde sözü edilen Çin hakanı Türklerin ulu hakanından başkası değildir ki, bu durumda onun yeğeni de Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yeğeni olan Kül-tegin’di. Ancak 707 tarihi kitabelerde verilen tarihlerle örtüşmemektedir. Muhtemeldir ki kitabe, kahramanının şanına nakıs getiren bir olayı görmezlikten gelmiştir. Fakat başka bir durumda olaylar arasındaki bağlantı daha kolay sağlanabilmektedir: 712 ilkbaharında Kuteybe Çin tarafından Tarkhon (Tu-hun)un yerine tahta geçirilen Kral Gurek’i (Çin metinlerinde Wu-le-kia) Semerkant’ta kuşatma altına aldı. Gurek, Taşkent kralı, Fergana prensi ve aynı zamanda kağandan yardım istedi.224 Sonuncusu oğlunun kumandasında seçkin bir birlik gönderdi, fakat bu ordu mağlup edildi ve Semerkant kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kal-dı.225 Burada sözü edilen “kağanın oğlu”nun Kül-tegin olma ihtimali kuvvetlidir,226 çünkü 712 yılı kitabedeki tarih sıralamasının ikincisiyle yeterince örtüşmektedir.
222 Tabari, farsça metin, Zotenberg çevirisi, IV/162-163. Ayrıca bkz. Barthold, Die alttürkischen, s. 7-8. Barthold’a göre bu metinde geçen Türk kumandan, bir Türgiş’di.
223 706 yılının on ikinci ayında Çinli general Şa-ça Çung-i, Şa-çu (Kan-su) yakınlarındaki Ming-şa dağı eteklerinde Kuzey Türkleri tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Dolayısıyla 707 yılında Çin kuvvetlerinin Amu-derya’nın ötesine gönderilebilmiş olması kesinlikle imkan dahilinde değildir. Çünkü onlar Türkleri mağlup etmemiş, aksine onlar tarafından hezimete uğratılmıştır.
Bu kıyaslama ne ifade ederse etsin, zikrettiğimiz iki müşahede vazıh bir şekilde bir yandan VIII. Yüzyıl başlarında Soğdiyana’ya müdahele eden Türklerin Kuzey Türkleri olduğunu, diğer yandan onların Arapların ilerlemesine karşı çıkacak durumda olmadıklarını göstermektedir. Otağını Orhon sahillerine kuran bir hakanın İslam ordularının saldırısını püskürtmeye yetecek kadar bir gücü Sir-derya’nın öte tarafında tutacak durumu yoktur.
Çin, Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yapamadığı işi 715’de Kar-lukları ve On Okları itaat altına aldıktan sonra kendine vazife saydı. İmparator Hsüan-tsung’un 713’de tahta geçmesi, Batıda bir dizi önemli olaylar şeklinde tezahür eden ve k’ai-yüan (713-741) ve t’ien-pao (742-755) dönem adlarının şanına hiç de az katkıda bulunmayan Çin politikasındaki bu ikiye katlanışın kökenini oluşutruyor gibi gözükmektedir.
Çin’in Batı Türklerinin eski hakimiyet kalıntılarını müdafaa edeceği tek düşman yalnızca Araplar değildi. 663’de T’u-yü-hunla-ra ait Kuku-nor bölgesini zaptettiğinden beri Çin’in karşısına dikilen Tibet, Kaşgarya’ya gözünü dikmiş ve 670-692 yılları arasında burasını fiilen işgal etmişti. Çinliler, bu bölgeyi istirdat ettikten sonra, Gilgit ve Yassin üzerinden Kaşgarya yolunu Tibetlilere açan Pamirlerde nüfuzunu kabul ettirmek için çabalamaya başladılar. Batı Türklerinin sahipsiz bıraktığı Orta Asya prensliklerine gözünü diken Arapları batıda, Tibetlileri güneyde frenlemek isteyen Çin’in 715-750 yılları arasındaki diplomatik ve askeri faaliyeti Pa-mir üzerinden yürütülüyordu.
Çin’in birçok Asya devletiyle ilişkide bulunduğu 715-750 yılları oldukça özel bir önem arzetmektedir ve tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. Vakanüvislerin sıradan müşahedelerinden başka, bu dönemle ilgili olarak, 1013’de yayınlanan Ts’e-fu yüan kui ansiklopedisinde bir yığın kançelerya belgesi, yabancı prenslerin talepleri veya uluslararası müzakerelerde rol oynayan belli başlı kişilerin hususi hayatları hakkında bize bilgi sunan imparatorluk atama yarlıkları buluyoruz. Bu belgelerde onların konuşmalarını işitir gibi oluyor, kişiliklerini yansıtan kalıplaşmış hissiyat ifadelerini tahmin edebiliyoruz. Arapları, Tibetlileri ve Çinlileri kazanmak veya fethetmeye çalışan değişik halklar arasında cereyan eden entrikalar, ittifaklar ve çatışmaların kısa izahatlarını şu veya bu kesin detayda görür gibi oluyoruz.
Kuteybe’nin 715’de Süleyman’a karşı başlattığı isyan ve arkasından ölümü, Çinlileri Araplara karşı üstün getiren ilk başarıların zeminini hazırlamış gibi görünüyordu. Çinli tarihçileri referans alırsak, yine aynı yıl Araplar ve Tibetliler Fergana kralı olarak A-leao-ta adında birini atamışlardı. Meşru hükümdar Kuça’ya sığınmaya gelmiş ve Çinli komiserden destek istemişti. Çinli komiser derhal bir ordu toplayarak cebri yürüyüşle batıya hareket etmişti. A-leao-ta on birinci ayda yenildi ve dağlara kaçtı. Bu başarıların ardından aralarında Arapların, Taşkent’in, Semerkant’ın ve Kapiça’nın bulunduğu sekiz krallık bağlılıklarını bildirmek için elçilik heyetleri gönderdiler. İşte kesinlikle bu olaydan sonra imparator Bagatur tudun’a Taşkent kralı unvanı verdi.
Araplar, Tibetlilerin kendilerine Sir-derya’da verdikleri desteğin karşılığını Kaşgarya’da ödediler. Bu yüzdendir ki Kuça’da-ki Çinli genel vali, 717 yılının yedinci ayında gönderdiği bir raporda Türgişlerin Dört Garnizon’a (Kaşgarya’ya) saldırmak için Araplar ve Tibetlilerden yardım aldıklarını, Yeke-arık ve Aksu’nun çoktandır kuşatma altına alındığını ve kendisinin de onlara karşı savaşmak için Batı Türkleri kağanlarının soyundan gelen birinin kumandasında üç Karluk kabilesini gönderdiğini belirtiyordu. Yine 717 yılında imparator kendi safına çekebilmek ve Tibetlilere geçiş yolunu kapatmak amacıyla Büyük Pu-lü (Baltistan) hükümdarının krallığını resmen tanıyordu.
718 tarihinde Tokaristan kralı veya yabgusunun on dört yılı aşkın bir süredir Çin sarayında gezinen ve mevkisine uygun bir davranış görmediğinden yakınan küçük kardeşi A-şi (-na) tegin Pu-lo’nun bir dilekçesini görüyoruz. Tegin, iddiasını haklı göstermek için de her biri iki yüz bin süvari ve askere kumanda eden Zabu-listan ve Kapiça krallarının, ayrıca her biri ellişer bin kişiyi kumanda eden Huttal, Kurân, Şuman, Şignan, Eftalit, Wahan, Cüz-can, Bamyan, Kavaciyan ve Badahşan krallarının efendisi kardeşinin sahip olduğu gücü gözler önüne seriyordu. Bu açıklama bize Toharistan’ın Demirkapı’dan İndus’a, Merv’in doğusundan Wa-han’a ve Pamirler’de Şignan’a kadar uzanan tüm prenslikler üzerindeki hakimiyetini göstermektedir. Gerek Sâsânî hanedanının son temsilcilerine sığınma hakkı vermek ve gerekse çevresindeki prenslikleri tek bir sancak altında toplamanın yollarını aramak suretiyle bu ülkenin Arap istilasına karşı direnişin önderi olarak oynadığı önemli rolü daha iyi anlıyoruz.
719 yılının ilkbahar aylarında An (Buhara) hükümdarı Tu-sa (Tuğşada) po-t’i, Kiu-mi (Kumed = Karategin) hükümdarı Na-lo-yen (Nârâyana), K’ang (Semerkant) hükümdarı Wu-le-kia (Gu-rek), aynı anda Çin’e müracaatta bulunarak Araplara karşı kendilerine yardım etmesini istediler. Biz, onların üç dilekçesini bu kitapta verdik. Örneğin Tuğşada imparatordan Türgişlere yardımına gelmelerini emretmesini istiyor, kendisi de kuvvetlerini onla-rınkiyle birleştireceğini ve zaferin kesin olacağını belirtiyor; Nâ-râyana Arapların kendisini sonuna kadar soyduğundan şikayet ederek Çin’den adaleti sağlamasını diliyor, karşılığında imparatorluğun batı kapısında sadakatle nöbet tutacağını vaat ediyor; Gurek ise ülkesinin otuz beş yıldan beri harp halinde olduğunu beyan edererek, 712 yılında Semerkant’a karşı Emîr Kuteybe (İmi Kü-ti-po) tarafından yapılan kuşatmayı hatırlattıktan sonra, batı ülkelerinde rağbette olan ve Arap egemenliğinin süresini yüz yıl ile sınırlayan bir kehanete atıfta bulunup onların vadelerinin sonunda geldiğini ve başarılarının son bulması gerektiğini ve artık fazla gecikmeden onlara saldırmak icap ettiğini düşündüğünü beyan ediyordu. - Toharistan bu seferlere katıldı mı? Muhtemelen katıldı, çünkü 719 yılının altıncı ayında Çaganiyan kralı ve Toharistan yabgusu Ti-şe (Teş)den Çan’ang’a bir elçi geliyordu ve yanında da Mo-ni dinini yani muhtemelen Maniheizmi ilk defa Çin’e sokan Ta-mu-şi adında biri vardı.
Her ne kadar imparator hemen Araplara karşı bir ordu gön-dermemişse de, en azından onlarla savaşanlara cesaret verdi. 720 yılının dördüncü ayında Wu-ç’ang (Udyana), Ku-tu (Hattal) ve Kiu-wei (Yassin) krallarına Araplara kafa tutmuş olmalarının mükafatı olarak krallık beratı gönderdi. Yine aynı yıl ve şüphesiz aynı sebeple Hu-mi (Wahan) kralına kral unvanını veriyordu.
İmparator, 720 yılının dokuzuncu ayında da Zabulistan kralına Arrahoc hie-li-fa’sı, Kapiça kralına Arrohac tekini unvanlarını veriyordu. Arrohac’la Zabulistan aynı yerdir ve ülkenin hie-li-fa’sı Batı Türklerinden kalma Türkçe unvanı taşıyan gerçek kralı idi. Çünkü Zabulistan kralı Kapiça’yı ele geçirmiş ve elbette kardeşlerinden birini veya tegin unvanı taşıyan bir oğlunu orayı yönetmekle görevlendirmişti ve dolayısıyla Kapiça kralı Arrohac veya Zabulistan tegini unvanına sahipti. Arap yazarlardan 710-720 yılları arasında Zabulistan kralı veya Zambil’in Arapların ülkesine girmesini engellediğini biliyoruz.227
227 Marquart, Eranshahr, s. 290.
İmparator ayrıca 720 yılında Kaşmir kralı Çandrapida’ya bir beratla kral unvanı verdi. Zabulistan ve Kaşmir’e aynı anda çıkartma yapılması bir tesadüf değildi. Çünkü her iki ülke de aynı dava etrafında birleşmişti. Böylece Çin onları sadece Araplara karşı değil, Tibete karşı da yanına almış oluyordu. Bunun kanıtını 724 yılında Zabulistan kralından Göğün Oğlunun sarayına gelen ve hayli acayip bir olayı içeren dilekçede görüyoruz. Bilindiği gibi Çinliler 722 yılında Tibet tarafından tehdit edilen Küçük Pu-lü (Gilgit) kralına yardım göndermişler ve onun zafer kazanmasını sağlamışlardı. Halbuki Tibet btsanposu on beş yıl önce Çin imparatorluk ailesinden Kin-ç’eng prensesiyle evlenmiş; imparatorlukla Tibet arasındaki savaş bu prensesi çok zor duruma düşürmüş ve o sırada Kaşmir’e sığınmayı düşünmüştü. Kaşmir kralı ise prensesin talebini kabul ederek Tibetlileri püskürtebilmek için Zabulistan kralından yardım istemiş, bunun üzerine Za-bulistan prens kralı Çin’e bir mesaj göndererek talimat beklemiş, fakat imparator her iki kralın tavırlarını takdir etmekle birlikte bu konuda herhangi bir şey yapmamış, Kin-ç’eng prensesi de 741’de öldüğü Tibet’de kalmıştı.228
228 Bushell, The early history of Tibet, Journ. of the R. A. S., N. S., t. XII, s. 472-473.
727 yılında Toharistan kralı uzun bir felaket çığlığından ibaret bir mektup gönderdi. Babası Araplar tarafından esir alınmış, halkı müstevlilerin soyup soğana çevirmesi yüzünden büyük sıkıntıya düşmüş, dolayısıyla tüm ülkede Göğün Oğluna hediye edebileceği değerli bir eşya kalmamıştı. Yabgu ayrıca Türgiş kağanının en kısa zamanda kendisine yardıma gelmesi için emir verilmesini ısrarla rica ediyordu, ama Çin bu yakarışlara 729’da tegine Toharis-tan yabgusu ve Eftalit kralı unvanlarını vermekle yetindi.
O sıralar Çin’deki batı ülkeleri elçilerinin sayısı artıyordu. Başkente 726 yılında Buhara kralı ve aynı zamanda Tu-sa (Tuğşada) po-t’i’nin kardeşi Arslan ta-fu tan-fa-li, arkasından Arap elçisi Sü-leyman,229; 727’de Keş kralı Hu-pi-to’nun elçisi; 728’de Wahan ve Maymarg elçileri; 729’da Wahan ve Huttal elçileri; 730’da Maymarg elçisi gelmişti. 731’de ise Semerkant kralı Gurek, oğullarından Tu-ho’nun Ts’ao [Ch’ao) (Kabuzan), Me-çuo’nun Mi (Maymarg)230 kralı olarak atanmasını istiyor; 732’de de sözde Persia kralının bir temsilcisinin refakatinde Nesturi rahip Ki-lie başkente teşrif buyuruyordu.
719’da Buhara kralı Tuğşada, 727’de Toharistan yagbusu tarafından sunulan dilekçelerden bu prenslerin imparatordan ordulardan birisini göndermesini, hiç olmazsa Türgiş kağanının yardımına gelmesinin sağlanmasını istiyorlar; fakat Türgiş hanı Su-lu kendisine fazla bağımlı olmadığı için imparator bu isteklere cevap veremiyordu. Ne var ki Su-lu 738’de Ç’u-mu-kunların kül çuru tarafından katledildiğinde katil lehine müdahelede bulunmuş, 739’da generallerinden biri, Tokmak yakınlarında Su-lu’nun oğlu T’u-ho-sien’in yakalanması için Keş ve Taşkent krallarıyla işbirliği yapmış, aynı sıralarda başka birlikler Talas’da Kara Türgişlerin kağanını aniden bastırmak için Fergana kralıyla birleşmişti. Çin, bu askeri seferlerden sonra Mâverâünnehir’de nufuzunu yayabilmek için Batı Türklerinin asli topraklarında hakimiyeti yeniden ele geçirdi. Nitekim 739’den 742 yılına kadar Taşkent kralına “adalete uyum sağlayan kral” (740), arkasından yine aynı şahsa “değişimi kabul eden kral” (742), Batı Ts’ao (İştikan) kralına “fazileti seven kral” (742) unvanları veriyordu. Diğer yandan Keş, “itibara teveccüh eden krallık” (Lai-wei kuo), Fergana ise “huzurlu uzak ülke” (Ning-yüan) Çin isimlerini alıyordu. 744 yılının on ikinci ayında da Çinli Ho-i prensesi Fergana kralı Arslan tarkan’a eş olarak verildi. Çin nüfuzu Hazar Denizi’nin güneyine kadar yayılmıştı ve Taberistan kralı 744 yılında “değişime saygı duyan kral”, 747’de ise “doğru yola dönen kral” unvanı aldı.
Çin, Tanrı Dağları’nın kuzeyinden Mâverâünnehir’e inen ve batıda Hazar Denizi kıyılarına kadar yayılan topraklarda egemenliğini ilan ederken, daha güneyde Kaşgarya’dan Pamir’e, oradan ya Gilgit ya da Çitral vadisi üzerinden İndus havzasına ulaşan yol boyunca da etkinliğini gösteriyordu. 728’de Hotan ve Kaşgar krallarına unvan verilmiş; 720’de imparatordan bir berat alan Çandrapida’nın kardeşi Muktapida, 733’de Kaşmir kralı olarak atanmıştı. 738’de ise Hsüan-tsung, Ju-mo-fu-ta’yı müteveffa Za-bulistan kralı babasının yerine meşru varis olarak atıyor, 745’de Pu-fu-çun’u Kapiça ve Udyana kralı tayin ediyordu. (O sıralar bu iki ülke siyasî yönden birleşmişti.)
Çin, Kaşmir, Udyana, Kapiça ve Zabulistan’la olan ilişkileri muhafaza etmek için Wahan ve Gilgit vadisi üzerinden giden yolu açık tutmak zorundaydı. Halbuki Kaşgarya’ya nüfuz etmek için kullanılan tabii güzergah olması hasebiyle bu yol sürekli Tibet tehdidi altındaydı. Dolayısıyla imparatorluk yönetiminin sık sık bu bölgede gövde gösterisinde bulunmasında şaşılacak bir şey yok. Daha önce imparatorun 720’de Wahan kralına berat verdiğini ve 722’de Tibetliler tarafından tehdit edilen Küçük Pu-lü’ye (Gilgit) yardımda bulunduğunu görmüştük. Çin, 737’de Küçük Pu-lü kralına ani bir kurtarma harekatında bulunmak için Kuku-nor yakınlarında Tibetlilere hücum etmiş, 741’de müteveffa kralın kardeşi Ma-hao-lai’yı231 ülkenin kralı olarak atamış, 742’de ise Wahan kralını Tibetle ilişkisini keserek kendi egemenliğini kabul etmesinden dolayı kutlamıştı.
231 Ma-hao-lai’ın diğer bir adı da Ma-lai-hi idi.
Tibetliler yine de ilerlemelerini sürdürüyorlardı. Küçük Pu-lü (Gilgit) kralı Ma-hao-lai ölünce yerine geçen kişiyi kandırmayı başarmış ve Tibetli bir prensesle evlendirerek tümüyle kendi saflarına çekmişlerdi. Bu diplomatik başarıdan sonra Küçük Pu-lü’nün kuzeybatısındaki yirmiden fazla krallık Tibet’e bağlandı. Çin’in hakimiyeti altındaki boylar da artık saraya saygı sunmaya gelmiyorlardı. Kaybedilen bölgenin yeniden kazanılması için çok gayret sarfetmek gerekiyordu. 747 yılında böyle bir çapa sarfedil-di de. O yıl Çin’in hizmetinde bulunan Kore asıllı general Kao Si-en-çi, Pamir dağları arasında, Barogil ve Darkot geçitlerinin ötesinden Gilgit vadisine kadar Gilgit kralını müteşekkir olmak zorunda bırakan ve Çin ordularına şeref bahşeden meşhur seferini gerçekleştirdi.
Ne var ki elde edilen başarı tüm dirençleri kırmaya kâfi gelmedi. 749’da Toharistan yabgusu Şe-li-mang-kia-lo, Tibetlilerle ittifak sağladıktan sodra Küçük Pu-lü ile Kaşmir arasındaki yolun kontrolünü eline geçiren küçük dağlı prense, Kie-şe kralına karşı imparatorluk birliklerinden yardım istedi. Şe-li-mang-kia-lo’-nun cesur bir politikayla hazırladığı plana göre, kuvvetleri Pamir ve Kaşgarya üzerinden Çin İmparatorluğu ile birleşecek ve Tibet akınlarına karşı geçilmez bir duvar meydana getirecekti. 750 yılının ikinci ayında general Kao Sien-çi bu çağrıya cevap verdi ve bir kez daha zafer kazanarak Kie-şe kralı Pu-t’o-mo’yu esir edip, tahta onun kardeşi Su-kia’yı geçirdi. - Bu olaylardan kısa zaman sonra Senerkant’dan Mo-ye-men, daha sonra Kapiça’dan Sa-po tarkan Çin sarayına elçi olarak geldiler. Sa-po tarkan 751’de ülkesine dönerken yanında bilâhare Buddist din adamı olacak olan hacı Wu-k’ung’u da götürdü.
Pamir’in barınılması güç bölgelerinde ordusunu üstün bir başarıyla yöneten Kao Sien-çi, tüm kahramanlığına rağmen kötü niyetli ve açgözlüydü. İşlediği hatalar kendisinin mahvına yol açacaktı. 750 yılının on ikinci ayında Taşkent’in işlerine müdahele-de bulundu. Taşkent kralı itaat ettiğini bildirmesine rağmen, verilen sözün hilafına tutuklanarak idam edildi. Tüm serveti Kao Sien-çi’nin eline geçti ve utanç verici bir yağmalamaya maruz kaldı. Fakat oğlu kaçmayı başararak, komşu halkları Çinlilerin kötü niyetleri ve açgözlülüklerine karşı ayaklandırdı, arkasından da Araplardan yardım istedi. Abbasilerin Horasan’daki özel temsilcisi Ebû Müslim, Göğün Oğlunun hakimiyeti yerine halifenin nüfuzunu yerleştirebileceği böyle güzel bir fırsatı kaçırmadı ve hemen Ziyad bin Salih komutasında bir orduyu yola çıkardı.232 Fer-gana ordularını da kendi saflarına katan Kao Sien-çi, düşmanı karşılamaya çıktı; fakat Karluk boylarının isyanıyla hem önden, hem arkadan sarılınca Atlah’a çekildi ve H. 133 yılının Zülhicce ayında (751 Temmuzunda) Taraz (Talas) nehri yakınlarında ordusu kamilen kırıldı. Geri çekilişi öyle bir karışıklığın içinde cereyan etti ki, kendisi ve kurmayları fırari sürüleri arasından yol açabilmek için ellerindeki sopaları kullanmak zorunda kaldı-lar233. Galip Arapların Semerkant’a götürdükleri Çinli esirler o zamana kadar Çinlilerin tekelinde bulunan kağıt sanayini orada kurdular ve böylece İslam dünyasına taşınan bu sanayi orada büyük bir gelişme yaşamakta gecikmedi.234
232 J. Karabacek, Das arabische Papier (Mittheil, aus der Sammlung der Papyrus Erzherzog Raine, vol. II et III, s. 87-178), s. 113.
233 Taşkent kralı, Kao Sien-çi tarafından 750’de tutuklanmış, Araplara karşı savaş ise 751 Temmuzunda gerçekleşmiştir.
234 Karabacek’e göre (age., s. 112) Saalibi olayı şu şekilde nakletmektedir: “Semerkant’ın özellikleri arasında Papirus ruloları ve parşömeni ortadan kaldıran kağıdı saymak gerekir. Çünkü onlardan daha güzel, daha hoş ve daha kullanılışlıydı. Kağıt, sadece orada ve Çin’de bulunurdu. “El-Mesalik ve’l-Memalik” adlı eserin yazarı, kağıdın Çin’den Semerkant’a Çinli esirler vasıtasıyla geldiğini nakletmektedir ki, gerçekten de aralarında tesadüfen kağıt ustalarının bulunduğu bu esirleri getiren Ziyad b. Salih’dir. Bu olaydan sonra kağıt sanayi gelişti ve üretimi Semerkant halkı bunu önemli bir ticari meta haline getirinceye kadar sürdü. Sonuçta tüm dünyada insanoğlunun kullandığı bir meta haline geldi.”
Hirth’in kaydettiğine göre (Nachworte, s. 3) muhtemelen Çinli esirler arasında yabancı ülkeler hakkında yazdığı ve mâlesef günümüze kadar yetip gelmeyen King hing ki adlı eserin müellifi Tu Huan da vardı. Bu kitabın bazı pasajlarını muhafaza eden Tu Yu’nun T’ung tien adlı eserinde şu cümleyi okuyoruz: “Ailem Tu Huan, batıya düzenlenen sefer sırasında Çinli komiser Kao Sien-çi’nin peşine takılıp gitti. Onuncu t’ien-pao yılı (751) batı denizine ulaştı; pao-ying dönemi başlarında (762) Kuang-çu (Kanton) üzerinden Çin’e dönüş için bir tacir gemisine bindi. O, King hing ki’nin yazarıdır.”
Kao Sien-çi’nin Talas ırmağı kıyılarında uğradığı felaket, Çin’in Batı ülkelerindeki kudretinin sona ermesinin işaretiydi. Fakat Asya’nın diğer ülkelerinde aynı devrede cereyan eden olaylar göz önünde bulundurulmadan bir savaşın tek başına böyle köklü bir sonucu nasıl doğurduğu anlaşılamaz.
Prensleri Tayland kökenli olan Nan-çao Krallığı’nın başkenti, Yün-nan’da Ta-li-fu yakınlarındaydı. Eskiden Altı Çao olarak adlandırılan altı ayrı prensliği bir sancak altında toplayan Kral P’i-lo-ko’nun enerjisi sayesinde bu krallık, 738 yılına doğru kuvvetli bir devlet olmuştu. 748’de yerine geçen oğlu Ko-lo-fong’un Yün-nan’ın doğu kesiminden Tonkin’e giden bir yol açmak isteyen Si-ç’uan’lı Çinli memurlarla arasının bozulması uzun sürmedi. Gerginlik yükselince 751’de Çinli general Sien-yü Çung-t’ung Ta-li-fu üzerine yürüdü. Başkentinin tehdit altında olduğunu gören Ko-lo-fong, imparatorluk güçlerine kafa tutarak, onlara Si-öl gölü [şimdiki Sier Gölü] yakınlarında ağır bir darbe indirdi ve atmış binden fazla düşman askeri öldürdü. 29 Mayıs 751’de vukû bulan bu savaş, Asya’nın öteki ucunda, Talas yakınlarında Araplarla Çinliler arasında çıkacak olan savaştan en az iki ay önce olmuştu. Kazandığı zafere sevinemeyen ve misillemelerden korkan Ko-lo-fong, Tibet kralı veya btsanposundan korunma istedi. Tibet kralı münferiden kendisini güçlü kılacak olan bu açılımı hararetle karşıladı ve Nan-çao kralına doğu imparatoru (tung-li) unvanı vererek, kardeş btsanpo olarak adlandırdı. Çin ordusunun 754’de Ko-lo-fong’a boyun eğdirme isteği yeni bir mağlubiyeti beraberinde getirdi ve Ta-li-fu’nun kuzey kesimi iki yüz bin askere mezar oldu.235
235 Tüm bu detaylar için bkz. Une inscription du royaume de Nan-tchao (JA, Nov.- Dec.1900).
Bir sonraki yıl (755), askeri yeteneğinden ziyade dalkavukluk-larıyla imparatorun güvenini kazanan, ancak sonradan onu devirmeye kalkışan yabancı asıllı paralı asker An Lu-şan’ın isyanı patlak verdi. Başarmasına ramak kaldı. Hsüan-tsung, 13 Temmuz 756’da isyancıların Ç’ang-an yolunu açan T’ung Geçidi’ne236 hakim olduklarını görünce alelacele başkentini terk ederek Si-ç’uan bölgesine sığındı.
236 T’ung Geçidi, Hua dağı ile Huang-ho arasında, Si-an-fu’nun doğusunda yer almaktadır.
Bu olaydan sonra iktidarı ele alan oğlu İmparator Su-tsung’un enerjisi neredeyse ümitsiz bir durumu kurtardı. Hüku-met kuvvetleri 757’de Ç’ang-an’ı geri aldılar. Şehre saldırı sırasında işbirliğinde bulunan askerler arasında An-si (Kaşgarya askeri valiliği), Pei-t’ing (Kuzey T’ien-şan askeri valiliği), Fergana ve Arap birlikleri de vardı.237 Çin’in Batıda henüz yeni oynadığı şanlı rolün son kalıntısı da işte buydu.
237 Tse-çi tung kien, blm. CCXIX, s. 5 v°.
IX. Sonuç
Gördüğümüz gibi Batı Türklerinin tarihi neredeyse birbirine eşit iki kısma ayrılır. VI. Yüzyılın ortalarından VII. Yüzyıl ortalarına kadar bağımsız, VII. Yüzyıl ortalarından VIII. Yüzyıl ortalarına kadar ise Çin, Tibet, Araplar ve diğer Türk halklarıyla rekabet halindeydiler. Her ne kadar Türklerin ikinci dönemde hakanlığın kurucuları İstemi ve Tardu tarafından itaat altına alınan tüm kabileleri bir bayrak altında toplayan bir hakan-ı kebirleri olmamışsa da, ilk devrede tek vücut olma ve birlik içinde bulunma konusunda da çoğu kez zayıflık yaşanmıştır. Batı Türkleri, gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir zaman kuvvetli bir merkezi devlet oluşturmadılar: Kendi topraklarında, Tanrı Dağları ve İskender tepelerinin kuzeyinde her biri bir şekilde bağımsız birçok münferit gruba bölünmüşlerdi ve bir krallıktan ziyade federasyon durumundaydılar. Hakan-ı kebirin otoritesinin zayıfladığı veya birkaç beyin hakanın iktidarını tartışma konusu yaptıkları durumlarda, boylar arasındaki rekabet hemen su yüzüne çıkıyordu. Bu yüzdendir ki, onların tarihi kayıtları Cungarya’daki beş Tu-lu boyu ile Tokmak ve Talas civarında yaşayan beş Nu-şi-pi boyu arasındaki iç çekişmelerin hikayeleriyle doludur. Soğdiyana ve To-haristan prenslikleri Türklerin hakimiyeti altındayken bile yarı bağımsız haldeydiler. Çinlilerin 657-659 yılları arasındaki Çin zaferleri hakanların gücünü bitirdikten sonra, bir kez daha dağıldılar ve ortak bir bağları kalmadı. Eğer Türklerde taht tevarüs hukukunun sarsılmaz kurallarla tespit edilmemiş olduğunu, oğulun babasının tahtını mutlaka tevarüs etmediğini ve kağanın ölümü üzerine kardeşlerin taht kavgasına başladıklarını da göz önünde bulundurursak, onların siyasi teşkilatlanmalarındaki iç hataların neler olduğu anlışılacaktır. Başlarında yetenekli bir önder bulunduğunda herkesin önünde eğildiği yenilmez bir güç teşkil ediyorlar, ama hızlarının kesildiği andan itibaren, barış zamanında hakanlığın gücünü ve azametini korumaktan âciz kalıyorlardı.
Batı Türklerinin politik yaşamda sürdürülebilir bir şey yaratmadaki yetersizliğini sanat ve edebiyatta da buluyoruz. Çin ve İran sanatta yüksek bir seviyeye ulaşırken, bu iki ocağın arasında oturan Türkler onların ışıklarıyla aydınlanmayı bilemediler. Birkaç kitabenin bir gün onların yazılarındaki ve dillerindeki gerçek dehayı önümüze çıkarması mümkün olsa bile, onlardan bu isme layık hiçbir edebi anıtın kalmadığı muhakkak. Bizanslı tarihçilerin metinleri ve Sibirya’nın güneyinde bulunan altın süslemeler kıymetli madenleri işlemeyi bildiklerini teyit etse de, bu sanatın maddenin değerinin madeni işlemenin hakettiği değerden daha fazla önemli olduğu bir barbar sanatı olarak kaldığını belirtmek gerekir.
Bununla birlikte Asya’nın umumi tarihi ele alındığında, Batı Türklerinin rolü gözardı edilemeyecek kadar önemlidir. Bu savaşçı halk, fetihleriyle hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Doğuda Altaylar’dan batıda Volga’ya [İtil’e], kuzeyde Tarbagatay’dan güneyde İndus’a kadar dağılmış boyları yaklaşık bir asır boyunca iktidarı altında toplayarak, vaktiyle kargaşa ve yağmadan başka bir şey olmayan bir bölgede belli ölçüde bir düzen ve barış tesis etmiş; ortasında bulunduğu Çin, Bizans, Pers ve Hindistan gibi dört devâsâ uygarlık arasında onun sayesinde ticari ilişkiler kurulabilmiş; böylece Türkler, kendileri bir ürün üretmeksizin uluslar arası değişimleri kolaylaştıran yararlı aracılar olabilmişlerdir.238 Kara yoluyla ipek taşımacılığı onların tekelindeydi; bu ticarete bir çıkış noktası bulmak için Bizans’la görüşmelere girişmişler ve kendilerinden herhangi bir şey almayı reddettiği için Perslerle savaşmaktan çekinmemişlerdir. Diğer taraftan Japon-ya’daki eski Horiuji tapınağının hazinesinde başka zenginliklerin yanı sıra üzerine dört ayaklı ve kanatlı bir hayvanın hakkedildiği bir gümüş ibrik ve her biri bir aslanla dövüşmek için geri dönmüş dört süvariyi gösteren bir çeşit bayrak bulunmaktadır. Her iki sanat eserinin de Pers Sâsânî sanatından esinlendiği görülmektedir.239; Bunlar, en uzak ülkelerin birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlayan ticari hareketin kanıtlarıdır.
238 Sonuç bölümünde yazarın tipik Fransız ve haçlı fanatizmi ile Türk halklarına bu kadar haksızlıkta bulunması, doğrusunu söylemek gerekirse, akademisyen kimliğine yakışmayan bir tavır ve aynı zamanda Türk uygarlık tarihini derinlemesine incelememiş olmanın getirdiği bir cehalet olarak sırıtmaktadır. Halbuki Türklerin pantolonun, kağnının, tekerleğin, tuzun, oku 800 m. uzağa fırlatan yayların, kendilerine özgü bir taht tevarüs sisteminin, üzenginin ve hepsinden önemlisi yüzlerce yıl boyunca savaşçıları ölümden kurtaran zırhın vs.. mucidi olduklarını bilmemiş olması mümkün de ğildir. Fakat yobazlık ve fanatizm, yalnızca entellektüel insanların hastalığıdır (editör).
239 Atıfta bulunduğumuz ibrik, 1900’de açılan Paris sergisinde yer almıştır. (Histoire de l’art du Japan, Ouvrage publie par la Commission Imperiale â l’Exposition universelle de Paris, 1900, p. 61) Bayrağa gelince, onun bir temsili, mühendis Ito’nun Horiuji tapınağının inşaatı hakkındaki kitabında görülebilir (Tokyo İmparatorluk Akademisi bildirisi, 1. fasikül, 1.sayı), Atlas’da s. 18, şekil 54. Avrupalı şarkiyatçılar tarafından çok az bilinen bu kitabın iletişimini Sylvain Le-vi’nin nezaketine borçluyum. 9 Mart 1902’de Guimet Müzesi’nde verilen bir konferansta Desyahes bu bayrağın bir röprodüksiyonunu göstermiştir; üstteki iki atın böğründe Çince [İl kelimesi, alttaki iki atın böğründe ise kelimesi fark edilmektedir ki, bu da kumaşın doğrudan İran’dan gelmemiş olduğunu göstermektedir ve muhtemelen bir Pers örneğinden yararlanılarak Çin’de üretilmiştir. M. Desyahes bu konferansta Foukoutchi olarak adlandırdığı benzer bir kumaştan bahseder. Sanat tarihi açısından gerçek bir değere sahip belgeleri sıkı sıkıya tam ve doğru bir şekilde yayınlanması çok arzu edilirdi. - Dieulafoy (Yazıtlar Akademisi seansları üzerine raporlar, 1901, s. 3), Japonya’da muhafaza edilen ve 650 ile 720 arasındaki devreye ait olan sanat eserleri arasında “bazı eşyaların Persia’dan veya Hindistan’dan ithal edildiği izlenimi verdiğini” kaydetmiştir.
Türk toprakları üzerinden sadece ticari mallar nakledilmiyordu. Aksine fikirler de kervan yolunu takip ediyordu. Hsüan-tsang, 630’da Buddizmin kutsal diyarında Çin itikadını tekrar canladırıp arındıracak öğretiler aramak için Türk dünyasını kuzeyden güneye katetmiş ve Şe-hu Kağan’ın desteği sayesinde hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan İndus’a ulaşabilmiştir. Dört yıl önce, henüz 626’da yine aynı Şe-hu Kağan, Hintli din adamı Prabhâkaramitra ve yoldaşlarını ağırlamış, bilâhare bunlar o sırada Türklerin yanında bulunan imparatorluk elçilik heyetinin ardından Çin’e gelmişlerdi. 621’de ilk âteşgede Ç’ang-an’da inşa edilmiş ve 631’de mecusî Ho-lu Orta İmparatorlukta semavi tanrının dinini, yani Zerdüştizmi yaymıştı.240 Nihayet 635’de Nesturî keşiş A-lo-pen, Batı Türklerinin ülkesini batıdan doğuya katederek Suriye’den Wei ırmağının kıyılarına Hıristiyanlık dinini Nasturî-lerin kendisine öğrettikleri şekilde getirmişti.241 Tüm bu tarihlerin çakışması tesadüfî değildir ve aksine Batı Türk Hakanlığı’nın varlığının Asya’nın bir ucundan ötekine gidiş gelişleri özellikle kolaylaştırdığının kanıtıdır; onun sayesindedir ki üç büyük din, Mazdeizm, Hıristiyanlık ve Budizm’den ilk ikisi Çin’de tutunabil-miş, üçüncüsü hayat bulabilmiştir.
Aynı devre doğru Muhammed, 632’de öldü, kendisinden önce gelenlerle savaşmakta gecikmeyecek yeni bir din kuruyordu. Başka bir açıdan, Batı Türkleri İslamın yayılış hızını kolaylaştırdılar. Yaşamlarının başlangıcında Eftalitlere karşı zafer kazanmak için 563-567 yılları arasında Perslerle ittifak kurmuşlardı; fakat Pers kralları kendilerine Amu-derya sınırını veren bu beraberlikten işin başında bazı faydalar elde etmişlerse de, bir enayi pazarlığı yapmış olduklarını fark etmekte gecikmediler. Çünkü Türkler onlara komşu olduktan sonra en zorlu düşmanları olacaklardı. Bizans’ın Ctesiphon’a [Medain] karşı mevcut eski düşmanlığını körüklediler ve böylece Amu-derya’dan İndus’a kadar sıralanan tüm prensliklere sahip olmak için yarattıkları kalıcı savaştan faydalanmış oldular. Halbuki Persia’nın zayıflaması Müslümanlığın hızlı yayılmasının ana sebebi oldu; Arapların zaferleri, aslında Türklerin ve Bizanslıların düzenli saldırılarının yaşlı Sâsânî mut-lakiyeti üzerinde yarattığı sarsıntı sayesinde hazırlanmış ve mümkün kılınmıştır.
Batı Türkleri, güçlerinin zirvesinde bulundukları sırada Arabistan’dan gelen istilacılara geçilmez bir engel koyabilirlerdi. Fakat Sâsânîlerin arkasından onlar da uzun yaşamadılar. Bu hanedanın fiilen hüküm süren son temsilcisi Yezdigerd, 651 veya 652’de ölmüş, Çinlilerse 657-659 arasında On Okların gücünü nihâî şekilde yok eden kesin zaferler kazanmışlardı. Bu olay da yine Araplara yaradı. Çin, boşu boşuna Türk Hakanlığı’nı kendisinin yönettiğini iddia edip, orada yönetimini düzenleyedursun, böyle büyük bir işi iyi sona eriştirecek kadar güçlü değildi. Sonunda Batı Türklerinin gerçek mirasçıları, en azından Sir-derya’ya kadar, tıpkı kendilerinden önceki Pers kralları gibi, Araplardı.
Bununla birlikte Mâverâünnehir ve Toharistan’ı hazmetmek için Araplara yaklaşık bir yüzyıllık süre daha gerekiyordu. Bu yüzyıl süresince batı ülkelerinin Araplara karşı Çin’den yardım isteme ihtiyacının doğurduğu diplomatik ilişkiler, tüccar ve hacıların özel inisiyatifleri sayesinde bir süre öncesine kadar ifa edilen işi devam ettirmişti. Yine de fikir hareketleri tarihi içinde bu dönemin bir öncekinden daha az önemi haiz olduğu söylenemez. Sâsâ-nî tahtında hak iddia eden ve Araplar tarafından kovulan Piruz, 677’de Ç’ang-an’a gelmiş, orada bir Pers tapınağı, - tabi ki bir âteş-gede - inşa etme iznini amış; 719’da Maniheizm olduğu izlenimini veren bir dinin rahibi astronom Ta-mu-şi Toharistan yabgusu-nun temsilcisi olarak Çin’e gelmiştir. 732’de bir sözde Pers kralı, adı Si-an fu kitabesinde geçen Nesturi keşiş Ki-lie’nin refakatin-deydi. Nihayet, 751’den sonra Buddist Wu-k’ung’un Kaşmir’e ve Gandahar’a yaptığı gezinin hikâyesi eskiden Türk prensler tarafından bu ülkelerde yapılan dini kurumlaşmayı hatırlatıyordu.
Batı Türk Hakanlığı’nın kaderi, Hıristiyanlık, Zerdüştizm ve Maniheizmin Çin’e kadar nasıl ulaştıklarını, Müslümanlığın kendi kapılarına kadar nasıl geldiğini ve Buddizmin kendini nasıl yenilediğini açıklıyorsa, bunun sebebi, dinlerin evriminin burada, fikir alanında, politik evrimin sadece ters yüz edilmiş şekli olmasıdır. Aslında Batı Türklerinin tarihi Türk halklarının tarihi içindeki en önemli başlıklardan sadece biri değildir. De Guignes, bunu sezmişti ve yazılacak daha çok şeyi kalmıştı. Bu tarih, aynı zamanda dünya tarihi içindeki bir başlıktır. Bu başlıkta, hem Bizans’ın Roma egemenliğini doğuda sürdürmek için sarf ettiği aşırı gayretler, hem de İran ve Turan arasındaki eski zamanlardan kalma mücadelenin düğümünün çözülmesi, Arap fetihlerinin yarattığı beklenmedik olaylar ve Çin diplomasisinin ustalık dolu girişimlerinin yansımasını bulmaktadır. Ve yine bu tarih, büyük milletlerin çoğu kez birbirinden ayrı imiş gibi görülen özel tarihlerinin birkaç yıllığına birleşip ayrıldığı temel taşı gibidir. Bu tarih, bize, sürekliliğin kainatın bir kanunu olduğunu hatırlatmaktadır ki, tüm parçaların birbirine ulanıp gittiği sonsuz zincirde bilmediğimiz bir halka yoktur.