DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BATI TÜRKLERİ TARİHİ ÜZERİNE
BİR DENEME

Giriş

Rus bilim adamlarının Orhon sahillerinde gerçekleştirdikleri takdire şayan arkeolojik keşifler ve iki meşhur dilbilimci Radloff ve Thomsen’in eski Türk diliyle yazılı kitabeleri çözmeleri, bir halkın yeniden dirilişinin işareti olmuştur. Koşo-Saydam dikitle­ri, onların esrarengiz alfabelerinin sırrını açığa çıkarmıştır. Bu di­kitler, şimdi Amu-derya’nın kuzeyindeki Demirkapı’dan Mançur-ya’ya kadar yağmacı ordalarını savaşa sürükleyen Türk hakanla­rının silik ve muhteşem destanını anlatmakta; savaş atlarının nal izleri henüz Moğolistan bozkırlarında kaybolmadan kendi izleri kaybolan kağanların heybetli figürlerini gölgeden çıkarmaktadır.

Orhon Türkleri şu anda dünya Türklerinin ancak yarısını temsil etmektedirler. Onlar, Batı Türklerinin aksine Kuzey veya Doğu Türkleridir.1 Batı Türkleri, kendileri hakkında henüz bize bir şey anlatmış değiller. Esasen Issık Göl’ün kuzey sahilini çev­releyen dağların şimalindeki Viernoye civarında ele geçirilen bir­kaç Türk ve Türk-Çin sikkeleri daha şimdiden M. Ed. Drouin ta­rafından Batı Türklerine atfedilmiş;2 diğer yandan Binbaşı Deane tarafından Swât vadisinde gün ışığına çıkarılan ve Senart, Stein ve Rapson tarafından yayınlanan kitabeler Türkçe yazılmış ve M. G. Huth’un3 hararetli çözme çalışmalarının konusu olmuştur. Fakat bugüne kadar, bazı enteresan bilgiler içeriyor olmakla birlikte, bu abidelerde geçmişin rekonstrüksiyonu için tarihe gerekli kesin malumat bulunamamıştır.

1 Kuzey T’u-küe’leri” ifadesi Kiu T’ang-şu, “Doğu T’u-küe’leri” tanım­laması ise T’ang-şu’ya aittir.

2 E. Drouin, Sur quelques monnaies turco-chinoises des VI, VII et VlIIe siecles. (Rev. Numismatique, IX, 1891, s. 454-473). Bu bildirinin ko­nusu olan sikkeler, Ermitaj Müzesi’nde bulunmaktadır. Aralarında Batı Türklerine ait olduğu sanılanlar, Arami-Kuşan alfabesindeki harflerin benzerlerini içeren işaretler taşımaktadır. Drouin (age., s.467), haklı olarak bu yazının, en azından St. Julien’in çevirisinde ge­çen Hsüan-tsang pasajında (Memoires, I/13) Tokmak şehrinden Su-li (= Soğd veya Soğdiyana adının Pehlevice şekli Sûlik) denilen bölge­deki Kie-şuang-na’ya (Keş) kadar uzanan şeritte kullanılan otuz iki harfli alfabe yazısıyla uyuşmadığına dikkat çekmektedir. Marquart (Historische Glossen zu den alttürkischen Inschriften, s. 160) da Hsü-an-tsang’ın gördüğü alfabenin 22 basit işaret, 1 bağlaç ve muhteme­len kısmen noktalama işareti olarak kullanılan üç bilinmeyen işaret içeren Soğd alfabesi hakkında bildiklerimizle uzlaştırılmasının mümkün olmadığını kaydetmektedir. Fakat esasen zorluk yalnızca Julien’in çevirisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Çince metin (Ja­pon Tripitaka baskısı) şu şekildedir: japonca_dipnot_19.png ; bu durumda Julien’in çevirisini tashih ederek şöyle demek gerekir: “Grafik işaretlerinin radikal şekilleri çok fazla değildir ve esasen yir­mi harften birazcık fazladır.” Hsüan-tsang’ın müşahedesi böylece tü­müyle yerine oturtulacağından Soğd alfabesine uygulanabilir. Hsü-an-tsang Su-li ülkesinde kullanılan yazının dikey okunduğunu be­lirttiğine göre, yine de mağluk bir nokta kalmaktadır.

3 Georgh Huth, Neun Mahaban Inschriften, Entzifferung; Ubersetzing, Erkârung (Veröffentlichungen aus dem Kön. Museum für Völker-kunde; Supplementheft; Berlin, 1901).

Batı Türkleri, her ne kadar bize milli tarihin ana hatlarıyla il­gili bir şey bırakmamışlarsa da, en azından dolaylı yoldan onlar hakkında bilgi sahibiyiz: Bizanslı tarihçiler onların Konstantino-polis imparatorlarıyla kurdukları diplomatik ilişkilerden bahset­miş, Araplar ve Ermeniler Pers Sâsânî İmparatorluğu’nun sonu ve İslamın ilk zaferleriyle ilgili eserlerinde onlardan söz etmiş ve en nihayet Çinliler yıllıklarında onlara geniş yer ayırmışlardır.

Bu üç kaynaktan en zengin olan Çince kaynaklar, şu ana ka­dar yeterince bilinmiyordu. Yalnızca Visdelou’nun Supplement d la Bibliotheque orientale de d’Herbelot ve de Guignes’in LHistoire des Huns veya P Hyacinthe [Yakinef Biçurin]in Rusça eserlerine müracaat etmek zorundaydık. Ayrıca bu eserleri yeniden tashih etmek, tamamen çevirmek ve yol açtıkları coğrafî problemleri mümkün mertebe çözmek de gerekiyordu. İşte, elinizdeki eserin ilk üç bölümünün konusu da bu olmuştur.

Şimdi Batı Türklerinin oynadıkları tarihî rolü birkaç sayfada anlatma düşüncesindeyim, ama hiç bilmediğim Arap ve Ermeni literatürü bilgisi gerektiren böyle bir konuyu derinlemesine ince­leme iddiasında olmadığımı da belirtmek isterim.

I. Türklerin Kuzeyli [Doğulu] ve Batılı Olarak Ayrılmasının Sebebi

Eğer Çin vakanüvislerine inanılacak olursa, Türklerin 582 yı­lı civarında kuzeyli ve batılı olarak ayrılışı meselesi izahat gerek­tiren bir iddiadır. Şayet nihai bölünüşün yalnızca 582 yılı civarın­da gerçekleştiği doğru ise, bu durumda Türk halkının henüz olu­şum safhasında gizli bir ikilik vardı.

Halkını bağımsızlığa kavuşturup, elde ettiği zaferlerle onun büyük geleceğini hazırlayan ilk Türk prensi, 552’de ölen Tu­man adında biriydi. Kardeşi İstemi ise Batı Türklerinin yabgularının atasıydı. Bu yabguların onun soyundan geldiklerini gör­mek için soy ağaçlarını çıkarmak yeterlidir. Ayrıca, Kiu T’ang-şu’nun ana metni bize İstemi’nin Türklerin ulu hakanının yani T’u-man’ın Batı seferlerine katıldığını, her biri bir kabileyi yö­neten on büyük beyi kumanda ettiğini ve onun soyundan gelen­lerin nesilden nesile bu on kabile veya boyu bagatur yabgu un­vanıyla idare ettiklerini göstermektedir. Demek ki Türkler, da­ha T’u-man ve İstemi döneminden itibaren ağabey ve kardeş ko­lu olmak üzere fiilen iki kol oluşturuyorlardı. Unvanlarında yabgu kelimesi bulunan prensler, otomatikman dahilde ulu ha­kana bağlı idiler ve on kabileyi yönetiyorlardı. Nitekim Batı Türklerini bazen “On Ok Türkleri”, bazen “Yabgu Türkleri” adıyla tanıyoruz. Şu halde T’u-man ve İstemi, Türk halkının iki bölümünün hakanı ve sahip olduğu ünün kaynağı idiler ki, Ko-şo-Saydam kitabelerinin başında Bumin ve İstemi adı altında birlikte anılmalarının sebebi de budur.4

4 Thomsen, Inscriptions, s. 97: “Beni adem üzerinde atalarım Bumin kağan ve İstemi kağan yükselirler.” Şe-ti-mi ile İstemi’nin özdeşleştirilmesi Marquart’a aittir (Historische Glossen, s. 185). Baştaki “i” harfinin düşmesi Çince çeviriyazımlarda bir kuraldır: Şe-ti-mi = İs­temi; keza Şe-ti-han = İştikan ve hatta Sai-kia-şen =Işkeşm gibi.

Ancak, her ne kadar Batı ve Kuzey Türkleri henüz VI. Yüzyıl ortalarından itibaren ayrılmışlarsa da, siyasî yönden bölünmeleri­nin yalnızca 582’de fiilen tamamlandığı bir vakıadır. Bu kopmayı teşvik eden sebepleri ortaya çıkarmak kolay. Bir kere İstemi, ikti­darı, 603 yılında dahi tarih sahnesinde gözüktüğüne göre uzun süre iktidarda kalan oğlu Ta-t’u’ya devrederken, 552’de ölen T’u-man, birbiri ardından iktidara gelen K’o-lo (552), Mu-han (553­572) ve T’o-po adında üç halef oğul bırakmıştı. T’o-po’nun ölü­münden sonra durum oldukça karmaşıktı, çünkü son üç kağanın da oğulları eşit şekilde tahtta hak sahibiydiler. Bunlardan K’o-lo’-nun oğlu Şe-t’u veya Şa-po-lio taht mücadelesinden zaferle çık­mış; Mu-han’ın oğlu Ta-lo-pien veya nam-ı diger A-po, hakkının gaspedildiğine inandığı için yeni prensle didişmekte gecikmemiş, onun saldırısına uğrayınca Batı Türklerinin hakanı Ta-t’u’ya sığın­mıştı. Çinliler bu değişiklikleri dikkatle takip ediyorlar, böl-yönet kuralını uygulamak için azami gayret sarfediyorlardı. Olayları tah­rik etmek için en uygun anın geldiği kanaatindeydiler; çünkü ajanları, Ta-t’u’nun Kuzey Türklerinin genç hakanı Şa-po-lio’dan gerçekte daha güçlü olduğunu, onun kendisini süzeren olarak ta­nıması konusundaki baskılarına karşı dişini sıkıp durduğunu, do­layısıyla bu çekişmenin meyvelerini toplamak için onun isyan duygularını tahrik etmenin yeterli olduğunu haber veriyorlardı. Çin hükumeti, önce Ta-t’u’ya kanca attı. Ona kurdu totem olarak gören tüm Türk halkı üzerinde âli otoritenin sembolü durumun­daki kurt başlı bir tuğ gönderdi.5 Ayrıca gönderdiği elçilere ona Şa-po-lio’dan daha fazla değer verildiğini göstermeleri tenbihlendi. Bu destekten güç alan Ta-t’u isyan etti ve arkasından impara­torun 584’de Kan-su’ya düzenlediği bir yolculuk esnasında gelip itaat arzetti.6 Daha sonra Ta-t’u aşırı şekilde güçlenip tüm Türk kabileleri üzerinde hakimiyet iddiasında bulununca, bu defa Çin­liler ona karşı çıkması için Kuzey Türklerinden başka bir kağanı desteklediler. Böylece düşman kardeşler arasında bizzat kendileri­nin icat ettikleri geçimsizlikleri sonuna kadar zinde tutmak için daimi bir denge politikası uyguladılar. Öncelikle bu ayrılığın Türklerin mengü bir imparatorluk kurmasını engelleyen ana se­bep olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer bu bölünme olmamış ol­saydı, birkaç asır sonraki Moğol hakimiyeti onların gücünün han­gi noktaya ulaşağını gösterirdi.

5 Rivayete göre Türk kağanlarının çıktığı A-şi-na ailesi, Hiung-nular-dan bir gencin ilişki kurduğu bir dişi kurttan türemiştir (Julien, Do-cuments, s. 2-3 ve 25-26). Türkler “sancak ve tuğlarının tepesine al­tın bir kurt başı konduruyorlardı. Hassa birliklerine Çince kurt an­lamına gelen fu-li (Türkçe böri) deniliyordu. Böylece dişi kurttan tü­reyiş inancı muhafaza ediliyordu.” (Pei-şi, XCIX, s. 2 r°) Kao-kü’ler de [Uygurlar] aynı şekilde bir kurtla bir Hun prensesinin birleşme­sinden türediklerini söylerlerdi (Pei-şi, XCIX, s. 10, r° ve v°).

6 Sui-şu’nun I. bölümünde da aynı olay anlatılmakta, fakat ayrıca bu olaydan üç gün önce Türklere mensup Su-ni kabilesinden on binden fazla erkek ve kadının imparatora bağlılık bildirmek için geldikleri kaydedilmektedir.

II. Türk imparatorluğunun Kuruluşu.
Juan-juan ve Eftalitlere Karşı Kazanılan Zaferler

Batı Türklerinin bağımsızlıkları değilse bile dikkat çeken mev­cudiyetleri İstemi’ye yani Türklerin otonom bir millet haline gel­dikleri kahramanlık dönemlerine kadar çıktığına göre, olayların seyrini takip ederek kendimiz de bu çıkış noktasına ulaşabiliriz. Tarihçilerin eserlerinde kaydedilmedi diye, Batı Türk hakanları tarihte daha az önemli rol oynamış değillerdir.

Türkler, VI. Yüzyılın birinci yarımında Ju-janlara bağlıydılar. Bu Ju-janlar veya Kuzey Wei imparatoru Şi-tsu’nun (424-451) sü­rekli hareket halindeki düzensiz böceklere benzeterek Juan-juan adını verdiği bu halk, 400 yılı civarında büyük bir devlet kurmuş, kağanları Şe-lun Uygurlar’ın ataları Kao-küleri mağlup ederek, hakimiyet alanını doğuda Karaşar’dan batıda Kuzey Kore’ye ka­dar genişletmişti. Kendisi Tun-huang (Şa-çu yakınında) ve Çang-ye’nin (Kan-su’daki Kan-çu) kuzeyinde ikamet ediyordu. VI. Yüzyılın birinci yarımında, 519’da tahta çıkan A-na-kui komuta­sındaki Juan-juanlar, Kuzey Asya’da hâlâ hakim güç idiler. Kral­ları A-na-kui’nin amcası P’o-lo-men’in üç kızkardeşiyle evlenmiş bulunan Eftalitlerle müttefiktiler.7

7 Pei-şi, XCVIII, s. 7 r°.

546 yılından biraz önce, bilâhare şanlı bir geleceğe yönelen Uygurların mensup olduğu Tölösler,8 Juan-juanlara saldırmayı planlamışlardı. Küçük boyları Juan-juanlara tâbi olan ve onlara demir döküp veren Türkler, boyunduruktan kurtulmak için bu­nu bir fırsat bildiler. Reisleri T’u-man, Töleslerin üzerine yürüye­rek onları mağlup etti. Elde ettiği zaferle gururlanan T’u-man, 546’da hizmetlerinin mükafaatı olarak bir Juan-juan prensesiyle evlenmek istediyse de, A-na-kui’den şu hakaretâmiz cevabı aldı: “Sen bizim demirci kölemizsin, böyle konuşmaya nasıl cür’et edebilirsin?”9

8 Pek çok boyu doğuda Tola’dan batıda Doğu Roma sınırlarına kadar saçılan Tölös veya Tölesler konusunda bkz. Hirth, Nachworte zer Inschrift des Tonjukuk, s. 37-43. Hirth’in tahlil ettiği Sui-şu metni (LXXXIV) Pei-şi’de (XCIX, s. 8° v-9 r°).

9 Çou-şu, L, s. 1 v°.

Juan-juanlar tarafından öfkelendirilen T’u-man, Kuzey Çin’i aralarında paylaşmış bulunan küçük Tonguz hanedanlarından bi­rinin liderinden hatırı sayılır bir yakınlık gördü ve 551’de Batı Wei hanedanından bir prensesle evlendi. Hemen arkasından kendisine yapılan hakaretin intikamını almak için harekete geçti ve 552’de Juan-juanlara karşı kazandığı zafer kendisini son derece memnun etti. Çünkü Kral A-na-kui üzüntüsünden intihar etmiş, oğlu Anlo-ç’en ise Kuzey Ts’i’lerden yardım istemeye gitmişti.10 555’de Ju-an-juanların son kalıntıları Ç’ang-an’a sığındıklarında, Türkler öy­le prestij sahibi olmuşlardı ki, basit bir ricaları üzerine Batı Wei im­paratoru mültecileri onlara göndermiş ve sayıları üç bini bulan bu mülteciler başkentin giriş kapısı önünde infaz edilmişlerdi.11

10 Pei-şi, XCIX, s. 1 v°: St. Julien’in çevirisi yanlış olduğu için (Docu-ments, s. 6) reddediyoruz: “A-na-kui, öz oğlu An-lo-şen’i öldürüp, Thsi Krallığı’na kaçtı.”

11 Pei-şi, XCVIII, s. 9 v°.

Juan-juanların ortadan kaldırılması ile Türkler batıda Eftalitler-le komşu oldular ve çok geçmeden onlarla çarpışmaya başladılar.

Çin kaynaklarında ilk başlarda Hua adıyla geçen Eftalitler,12 Wei’lerin Şan-si’nin kuzeyindeki Sang-kan’da oturdukları dö­nemde, yani 386-494 yılları arasında, Juan-juanlara boyun eğen küçük bir halktı.13 V. Yüzyıl ortalarına doğru Amu-derya havza­sında oldukça güçlenen Eftalitler, o tarihten itibaren Pers İmpa-ratorluğu’nun en zorlu düşmanları arasına girdiler. 484’de Efta-lit hükümdarı Akşunwâr,14 savaş meydanında öldürülen Sâsânî hükümdarı Piruz’u mağlup etti. Bizanslı Theophane’a göre Efta-litler bu adı kralları Eftalanos’dan almışlardır.15 Leang tarihi Ye-tai-i-li-t’o adındaki Hua kralının 516 yılında Çin’e bir büyükel­çi gönderdiğini kaydederken, T’ang-şu’da şu satırları okuyoruz: “Ye-ta, kralın soy adı idi. Daha sonra onun soyundan gelenler bu ismi krallık adı olarak kullandılar.” Bu üç bilgi birbiriyle ör-tüşmekte, Eftalit adlandırmasının neden yalnızca V. Yüzyıl son­larına doğru, soy adı Heftal veya Hetailit olması gereken muzaf­fer Akşunwâr’ın hükümranlığını müteakiben ortaya çıktığını izah etmektedir.

12 Eftalitler konusunda Bkz. Memoire sur les Huns Ephthalites dans leurs rapports avec les rois Perses Sassanides (Ext. du Museon, 1895). -Uzun süredir yaptığı araştırmalarla mütehassısı olduğu bir konu üzerinde bana bibliyografik bilgilerin tamamını sağlayan M. Dro-uin’e burada teşekkür ediyorum.

13 Leang-şu, LIV, s. 13 v°: Wei’ler, Şan-si’deki Ta-t’ung fu’nun doğusun­da Sang-kan nehrinin yukarı akımlarındaki Tai’da bir asırdır yaşayan bir Tunguz hanedanıydı. Bu hanedana mensup prensler, T’o-pa soy adını kullanıyorlardı. 494’de başkentlerini Lo-yang’a (Ho-nan fu) ta­şıyıp da Çin kültürünün etkisi altına girdikten sonra 496’de soy ad­larını “ilkel” anlamına gelen “yüan” kelimesiyle değiştirdiler. Çünkü onlara göre kuzey dilinde T’o-pa “yer yüzü prensi” demekti ve top­rak da “ilkel” unsurdu. (Wei-şu, I, s. 1 r° ve VII, b, s. 8 v°).

14 Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 123, n. 4.

15 japonca_dipnot_20.png

Eftalit İmparatorluğu’nun sınırları 500 yılı civarında nerelere dayanıyordu? Hazar Denizi’nin güneydoğu zaviyesindeki Gurgan, İran’ın sınırdaşı olan bu halka ait kalelerden biriydi.16 Hayli gü­neyde, doğuda Merv-er-Rud’a 23 fersah, batıda Belh’e 55 fersah mesafedeki Talekan şehri, Pers ve Eftalitler arasında sınırdı.17 Mirkhond’a göre Eftalitler Toharistan, Kabulistan ve Çaganiyan’ı ellerinde bulunduruyorlardı.18 Bu son husus, Soğdiyanların Türk­lerin hakimiyetine girmeden önce Eftalitleri metbû tanıdıklarını belirten Menandre tarafından teyit edilmiştir. Taberi, Eftalitler’in hakimiyeti altında bulunan belli başlı bir çok bölge arasında Belh, Toharistan ve Garçistan’ı zikretmektedir.19 Dineveri, Zabulistan’ı (Gazne bölgesini) Hüsrev’in Eftalitler’den zaptettiği ülkeler arasın­da göstermektedir.20 Eftalitlerin başkenti, Herat yakınlarındaki Ba-dagis [Badgis] bölgesinin can damarı Bamyin şehriydi. Bu bilgiyi Ebu’l Feda,21 Yakut22 ve Badagis’i Pa-ti-yen şeklinde yazan Çin kaynaklarında buluyoruz. Çin kaynakları ayrıca bize Badagis veya Pa-ti-yen’in “dâr’us-saltana”23 diye adlandırıldığını ve Belh’e “kü­çük payitaht”24 denildiğini kaydetmektedir ki, Badagis’in başkent, Belh’in ise Heftalitler’in ikinci başkenti olduğu sonucu çıkarılabi­lir. Çin kaynakları Eftalit İmparatorluğu’nun doğu ve güneydeki sı­nırları hakkında da faydalı bilgiler vermektedir: 502-556 yıllarını kapsayan Leang tarihine göre, Hua yani Eftalitler, sadece İran’a de­ğil, Ki-pin, Ku-mo (Yeke-arık), Yü-t’ien (Hotan) ve (Çu-) kü-p’an’a (Kökyar) da ordu sevketmişlerdir.25 Bu konuda Sung Yün’ün 519’daki gezi notlarına dayanan Pei-şi, Batı ülkeleri arasında K’ang-kü (Soğdiyana), Hotan, Şa-le (Kaşgar), An-si (Buhara) ve di­ğer otuzdan fazla krallığın Eftalitlere tâbi olduğunu kaydetmekte-dir.26 Aynı eserde Eftalitlerin tebaası olan şu ülkelerin de isimleri verilmektedir: Çu-kü (Kökyar), K’o-pan-t’o (Taş-kurgan), Po-ho (Wahan), Po-çi (Zebak)27, Şe-mi (Çitral) ve Kan-t’o (Gandahar). Kan-t’o Krallığı konusunda Pei-şi ve Sung Yün’deki notlar, burası­nın asıl adının Şe-po28 veya Şe-po-lo olduğunu, ancak Eftalitler ta­rafından fethedildikten sonra adının değiştiğini, kralın yerini bir tegin aldığını ve bu yeni hanedanın Sung Yün’ün ziyareti sırasında iki nesildir iktidarda bulunduğunu29 belirtmektedir. Sung Yün Gandahar’ı 520’de ziyaret ettiğine göre, Eftalitler’in burasını fethi muhtemelen beşinci yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiş olmalı.

16 Procope, ed. de Bonn, s. 16’de bu yerin adı rop-f-û olarak geçmektedir. Procope’un metnini dikkatsiz bir şekilde okuyan Cunningham (Nu-mismatic Chronicle, 1894, s. 246 ve 270) yanlışlıkla Gurgan’ı Eftalit-ler’in başkenti olarak görmektedir. Gorgo (Gurgan), Piruz zamanın­da Perslere aitti; bkz. Priscus, Bonn baskısı, s. 221.

17 Tabari, Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 116. Belh’in doğusunda ay­nı adla yer alan şehirle karıştırılmaması gereken Talekan’ın yeri hak­kındaki bilgiyi İbn Hurdadbeh’de buluyoruz. (Barbierd de Meynard çev., 1865, s. 169). Mirkhond, (Hist. des Sassanides, Sacy çevirisi, s. 344) ve diğer Arap yazarlar iki imparatorluğun sınırlarının Tirmiz’de buluştuğunu kaydetmektedirler, ama bu sonuncu şehir adı, Nölde-ke’nin (age., s. 116, n. 1) mükemmelen ispat ettiği gibi, yanlıştır.

18 Mirkhond, Hist. des Sassanides, Sacy çevirisi, s. 364-365: “Nuşirvan, Bizans ve diğer ülkelerle barış anlaşması yaptıktan sonra ordularını Toharistan, Kabulistan ve Saganiyan üzerine sevkederek, Hayatile (Haytallar) ülkesini zaptetti.”

19 Tabari, Farsça metin, Zotenberg çevirisi, II/131: “Hayatile (Haytal-lar) kralının Belh, Toharistan, Garcistan ve tüm imparatorluk sınır­ları içinde tebaasına aşırı zulmettiği görülmektedir.”

20 Nöldeke, age., s. 159, n. 1.

21 Geographie, II, 2, s. 194: “Badagis... Merkezi Bamyin’dir. Bamyin’in Hayatile’nin başkenti olduğu söylenir.”

22 Barbier de Meynard, Dictionnaire geographique, historique et litteraire de la Perse, s. 75: “Badegis. Merv er-Rud ve Herat’a bağlı önemli bir kanton... Burasının Haytalların başkenti olduğu söylenir.”

23 Pei-şi, XCVII, s. 10 v°: “Hükümdar payitahtları, hükümdarın ikamet ettiği şehirdir.” - Pa-ti-yen ve Badagis’in özdeşleştirilmesi ilk defa Specht tarafından teklif edilmiştir. (Etudes sur l’Asie Centrale, JA, Oct., Dec. 1883, s. 340, n. 4) Si-an fu Nesturi kitabesinde payitahttan gelen İ-se adında bir din adamından bahsedilmektedir. Genellikle bu şehrin Hindistan’daki Rajagrahapura olduğu farzedilir. (Kraliyet başkenti olarak Kuçagarapura gösterilmesine rağmen Rajagrahapura’nın yeni payitaht olduğunu kaydeden İ-tsing’in Le Religieux eminents, trad. Française, s. 65, n. 8’e bkz.) Ancak, İ-se’nin mensup olduğu şehir pe­kala Badagis de olabilir.

24 Hsüan-tsang, Julien çev., Vie, s. 64, Memoires, I/29.

25 Leang-şu, LIV, s. 13 v°: Buradaki metinde geçen ve güneyde bir de­niz krallığına işaret eden P’an-pan kelimesi mantıklı gözükmüyor ve muhtemelen yanlıştır ki, herhalde doğrusu Ho-p’an-t’o (Taş-kur-gan)dır.

26 Pei-şi, XCVII, s. 11 r°.

27 Sung Yün’ün kaydının (Lo yang kia lan ki, V, s. 6 r°) burada japonca_dipnot_21.png yerine japonca_dipnot_22.png (Persia) işaretini kullandığını belirtmeliyim. Bu hatalı metin, çevirmenlere ancak sıkıntı yaratmıştır. (Bkz. Beal, Travels of Buddhist Pilgrims, s. 186, n. 2).

28 [s. 314’deki ek ve düzeltme: Şe-po Krallığı’nın adı Çin elçisi K’ang T’ai tarafından III. Yüzyılda zikredilmiştir: “Tüm yörede Kia-wei (Kapilavastu), Şo-wei (Çrâvasti), Şe-po vs. gibi on altı büyük krallık vardır.. Bazıları T’ien-çu (Hindistan)dan iki veya üç bin li uzaktadır; bunlar, dünyanın merkezinde bulundukları iddiasıyla övünürler. (Leang-şu, blm. LIV, s. 8 r°)].

29 Pei-şiye göre (XCVII, s. 11 v°) Gandahar başlangıçta Şe-po adını ta­şıyordu ve Eftalitler tarafından yıkıldıktan sonra adı değişti. Aslında kral bir ç’e-le (tegin) idi ve ülkeyi iki kuşaktır o yönetiyordu. Bu son cümle iki kralın tevarüsen tahta çıktıkları şeklinde kabul edilmelidir. Tegin unvanının Çincede daima t’e-k’in değil t’e-le şeklinde yazıldığı, daha önceleri ç’e-le ortografisinin de kullanıldığı bilinmektedir (Tse-çi t’ung kien, CLXIV, s. 7 r°). T’e-le kelimesi bazen Tölös halkının adı­nı göstermek için de kullanılmaktadır (T’ang-şu, CCXVII, a, s. 1 r°). Ama burada böyle bir anlam aramaya kalkışmak beyhudedir. Çünkü Sung Yün’ün metni (Lo yang kia lan ki, V, s. 9 v° ve 10 r°) bize tegin’in yorumu konusunda garanti sağlamaktadır: “Gandahar’ın adı başlan-gıcta Şe-po-lo Krallığı idi. Burası o sıralar kral olarak bir ç’e-kin (tegin) atayan Eftalitler tarafından yıkıldı. Onun tahta geçtiği günden bugüne kadar iki nesil geçti.” Bu iki kelime japonca_dipnot_23.png ç’e-kin (yazılışı japonca_dipnot_24.png) Be-al’in (Travels of Buddhist Pilgrims, s. 197) Lae-lih adını keşfetmesine yol açmış ve bu hayali kişi Cunningham ve diğer ikinci el eser yazar­larında önemli bir kişiliğe dönüşenerek Hindistan Eftalitlerinin kralı halini almıştır. Bu kelimelerde Türkçe tegin unvanının basit bir çevi-riyazımını bulma başarısı Marquart’a aittir (Eranshahr, s. 211-212). Gandahar prenslerinin esasen tegin unvanı kullandıkları, thakkana (tegin) denilen iki kişiden birinin geçtiği Râjatarangini (VI, 230, 31, 36; Stein, s. 255, dn) vasıtasıyla Sylvain Levi’nin de gösterdiği gibi, teyit edilmiş bir husustur. Vaktiyle Gandahar’a atfedilen Şe-po adının kökeni nedir? Hsüan-tsang’ın (Memoires, I/122-123) doğrudan Sanskritçe metinlerdeki Viçtantara’yla özdeşleştirilen Prens Sudâna efsanesini Gandahar’a odakladığı bilinmektedir. Halbuki Sanskritçe Jâtakamâlâ (Speyer çev., Sacred books of the Buddhists, I/71) Prens Viçtantara’nın Çibilerin kralının oğlu olduğunu kaydederken, Prens Sudâna sutrası (Trip. Jap., VI, 5, s. 90 v°) bu prensin Şe-po kralının oğlu olduğunu belirtmektedir. Bence bu mukayese Şe-po ülkesini Çi-bi’yle özdeşleştirmek için yeterlidir.

Türklerin V. Yüzyıl ortalarında tarih sahnesine çıkışları, duru­mu bütünüyle değiştirdi. Türkler, Juan-juanları mağlup etmek suretiyle Eftalitlerin en belli başlı dayanaklarından birini ortadan kaldırmış oldular. Hüsrev Anuşirvan dedesi Piruz’un mağlubiye­tin intikamını almak için bu fırsattan yararlanmak istedi. Kağa­nın kızıyla evlenerek Eftalitlere karşı onunla müttefik oldu.30 Ka­ğan Sincibu, diye anlatır Taberi,31 bütün Türklerin en zorlusu ve en güçlüsüydü. Ordusu çok kalabalıktı. Eftalitleri mağlup eden ve krallarını öldüren de odur.

30 Nöldeke, Geschichte, s. 167, n.

31 Age., s. 159.

Bu olay ne zaman olmuştur? Bunu Menandre’in iki metniyle takribi olarak tespit edebiliriz. Birincisine göre kağan Silzibul,32 562’de Eftalitlerle giriştiği savaşı bitirdikten sonra Avarlara sal­dıracağını açıklar; ikincisine göre ise kağan Dizabul’un33 elçile­ri 568’de Eftalitlerin ortadan kaldırıldığını duyururlar. Şu halde Eftalitlerin ortadan kaldırılışı 563 ila 567 yılları arasında olmuş olmalıdır.

32 Menandre (Fragm. Hist. graec, tome IV, s. 205): japonca_dipnot_25.png

33 Menandre (aynı yerde): japonca_dipnot_26.png

Taberi’nin Eftalitleri hezimete uğratan kişiye verdiği Sincibu adı, Silzibul ve Dizabul’un aynı kişi olduğunu göstermektedir ve Silzibul şekli tercih edilmelidir.34

34 Nöldeke, Geschichte, 158, n. 2. Von Gutschmid (Bemerkungen zu Tabari’s Sassanidengeschichte, ZDMG, 1880, XXXIV, s. 721-748) aynı dergide yazan de Guignes’in defalarca tekrarladığı bir şeyi, Dizabul’la Çinlilerin Ti-t’ou-pu-li şeklinde yazdıkları kağanın aynı kişi olduğu­nu hatırlatarak Dizabul şeklinde yazımın doğru olduğunu teyit et­mektedir. De Guignes, Türklerin 563 yılında Kuzey Ts’i hanedanına karşı düzenledikleri saldırılar konusunda, esasen iki defa “Türklerin Han unvanı alan Ti-t’ou-pu-li adlı reisinden” bahsetmekte, Dizabul söz konusu olduğu zaman da “Bu prens yalnızca Mo-han han veya Ti-t’ou-pu-li han olabilir” diye ilave etmektedir. Şimdi Çin metinle­rini gözden geçirelim: Çou-şu, XXXIII, s. 1 v°’de T’u-küe Mu-han Kağan’ın küçük kardeşi olan ve Ti-t’ou Kağan unvanı taşıyan A-şi-na K’u-t’ou adında birinden bahsedilmektedir. Bu kağan doğuda yaşı­yordu; - diğer yandan Çou-şu, XIX, s. 7 r°’de “Çou generali Yang Çung’un Ts’i’lere saldırdığı sırada, T’u-küe’lerin Mu-han kağanı, Ye-t’ou kağan ve Pu-sui kağan’la birlikte yüz bin süvariyle gelerek Yang Çung’a katıldı” denilmektedir, ama bu metin yanlıştır, çünkü blm. XXXIII’da olduğu gibi Ye-t’ou yerine Ti-t’ou, Pu-sui yerine de Pu-li olarak okumak gerekir. Bu iki tashih, Ts’i’lere karşı 563’de düzenle­nen sefer sırasında üç Türk kağanı Mu-han, Ti-t’ou ve Pu-li yüz bin süvariyle Yang Çung’a katıldılar diyen Se-ma Kuang’ın Tse- çi t’ung kien metninde (CLXIX, s. 4 v°) verilmektedir. Eseri yorumlayan ki­şi Ti-t’ou Kağan’ın doğuyu, Pu-li Kağan’ınsa Batıyı yönettiği, buna karşılık Mu-han’ın Tu-kin’de yaşadığını belirtmektedir. İki değişik kişiyi aynı kişi gibi gösteren ve T’i-t’ou Kağan’la Pu-li Kağan’dan hiç yaşamamış olmaktan başka hatası bulunmayan meşhur Ti-t’ou-pu-li’yi türeten de Guignes’in hatasının nereden kaynaklandığı anlaşılı­yor. - Abel Remusat (Recherches sur les langues tartares, I/320, n. 2) da “Batı ülkelerindeki Tha-po’nun hakanı (ho-kan) veya genel vali­si Tan-no-pu-li” adlı kişinin Dizabul olduğunu iddia ettiği zaman fazla mutlu olmamıştı. Tan-no adı, Ju-tan şeklinde yazılması gereken ismi Tan-n’ou olarak kaydeden Ma Tuan-lin’in (CCCXLIII, s. 4 v°) yanlış metninden kaynaklanıyordu. Remusat ayrıca, Pu-li Kağan un­vanının bizzat Ju-tan’a değil, oğluna verildiğine dikkat etmemişti. Halbuki Sui-şu’nun (LXXXIV, s. 1 v°) metni şöyle: “T’o-pa, devleti­nin doğu bölgesini yönettiği için Şe-t’u’ya Öl-fu [Ör-fu] Kağan unva­nı verdi ve ayrıca onun küçük kardeşinin oğlu Ju-tan Kağan’a Pu-li Kağan unvanı vererek batıya yerleştirdi.” Dolayısıyla Tan-no-pu-li de Ti-t’ou-pu-li gibi hayali bir kişidir. Bunları, zamanlarının çok bü­yük bilim adamları olan de Guignes ve Remusat’ı asla kötülemek ni­yetiyle yazmadım, ama bilim alanında uzun süredir kalabalık yapan bu absürd özdeşleştirmelere bir son vermek de gerekirdi.

Çinlilerin kaydına göre Eftalitleri mağlup eden35 ve 553-572 yılları arasında hüküm süren bu kağanı Mu-han’la özdeşleştir­mek de mümkündü; ama Mu-han Kuzey Türklerinin kağanıydı ve ayrıca Batı Türkleri o sıralar Kuzeylilerin hakimiyetini tanı­dıkları için de tüm Türklerin hakan-ı kebiriydi. Silzibul’un kim olduğunu net bir şekilde belirlemek için elimizde zaten aracı­mız var; çünkü bu kişi Menandre tarafından Dilzibul adıyla üç defa zikredilmiştir ve ayrıca 576’da Türklere elçi olarak gelen Valentin zamanında Turksant’ın36 babası Dilzibul ölmüştü. Şu halde onun 572’de ölmüş olan Mu-han’la özdeşleştirilmesi mümkün değil. Dahası, Turksant Çinlilerin Ta-t’u dediği Tar-du’nun37 kan kardeşiydi. Binaenaleyh Tardu’nun babası olan Dilzibul, Ta-t’u’nun babası İstemi’den başkası değildir. Daha da uzağa giderek Dilzibul veya Silzibul adının esasen İstemi’ye uy­duğunu göstermek de mümkün. Menandre’in Silzibul, Tabe-ri’nin Sincibu olarak yazdığı isimde, 627’de İmparator Herakli-us’la ittifak akteden, Theophane tarafından Ziebel,38 Ermeni ta­rihçisi Kalankatlı Moses tarafından Cebu39 ve Gürcü kaynakla-rınca Cibgu40 olarak adlandırılan Hazar Türkleri hakanının adı­nın muadili olan Zibul veya Cibu kısmını buluyoruz. Bu ismin Türkçe yabgu unvanı olduğu açık; Ziebel 627’de, Zibul ise 562­676 yılları arasında hüküm süren iki yabgudur. Bilindiği gibi İs­temi de 562-676 yılları arasında Batı Türklerinin kağanıydı. Pek tabiidir ki Batı Türklerinde kağanların tevarüsen kullandıkları yabgu unvanı Bizanslılar ve Araplarca bu şekilde tanınınıyor-du.41 O halde bu, Menandre’in Silzibul’u, Taberi’nin Sincibu’su olsa gerektir, ama burada bir var sayım formüle edecek durum­da değiliz. İstemi’nin üçüncü kuşaktan torunu T’ung şe-hu yab-gu adındaki T’ung gibi Sil veya Sin’in bir şahıs adı olduğunu var sayıyoruz; dolayısıyla Silzibul Sin cabgu’dur ve T’ung cabgu’dan daha tuhaf bir isim değildir.42

35 Sui-şu, LXXXIV, s. 1 r°.

36 Menandre, age., s. 247. C. Müller’in Latince çevirisinde Dilzibul adı bu üç parçada yanlışlıkla atlanmıştır.

37 Tardu ve Ta-t’u’nun kimliklerinin tanımlanmasına daha ileride bü­yükelçi Valentin konusunda döneceğiz.

38 Theophane, Chronographie, Bonn bask., I/486.

39 Patkanian, Histoire de la dynastie des Sassanides, JA, Fev.-Mars 1866, s. 206; Brosset, Histoire de la Georgie, Additions et eclairsissements du tome I, s. 490. [Kalankatlı Moses’in bu eseri Selenge Yayınları arasında Alban Tarihi adıyla çıkmıştır - Editör].

40 Brosset, Histoire de la Georgie, I/226, 228.

41 Daha önceki sayfalara bkz; E. H. Parker (Chine Review, XXIV, s. 168) Dizabul adının uluğ yabgu anlamındaki ta şe-hu unvanının çevirisi ol­duğu yönünde görüş bildirmiştir. Zabul’un yabgu’nun muadili olduğu konusunda kendisiyle hemfikirim, ama burada Çince ta kelimesinin hiçbir işe yaramadığı kanaatindeyim; çünkü Bizanslıların bir Türk ha­kanını tanımlama konusunda Çinlilerden kelime ödünç almış olmala­rı akla muhaldir.

42 Silzibul’u İstemi’yle özdeşleştiren ilk kişi Marquart’dır (Eranshahr, s. 216). Ona göre Silzibul kelimesi Sir-cabgu yani Sir halkının cabgusu unvanından ibarettir. Sir’lerin Tarduş’larla kaynaşarak Sir-Tarduş’un (Çinlilerin Sie-yen-t’o’su) halkını teşkil ettikleri bilinmektedir. Şahsen ben bu görüşe katılmıyorum, çünkü Sir-Tarduşlar Türklere değil, Tö-lös grubuna mensuptular. Dolayısıyla Batı Türklerinin yabgusu İste-mi’nin Sir halkının yabgusu unvanı taşımış olması pek kabul edilebi­lecek bir şey değil.

Arap tarihçilerin kavline göre Eftalit İmparatorluğu’nun kö­künün kazınmasında Persler başrol oynamışlardır. Belh’in zaptın­dan sonra Hüsrev Anuşirvan’ın Mâverâünnehir’e bir ordu gön­derdiği ve ordusuyla Fergana’da kamp kurduğu43 söylenir ve hat­ta şehrin bânisi44 olarak onun adı geçer. O sıralar Anuşirvan’ın nüfuzu Kaşmir ve Serendib’e kadar uzanmıştı.45

43 Taberî, Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 167.

44 İbni Khordadbeh, age., s. 166: “Fergana Anuşirvan tarafından kurul­muştur.”

45 Nöldeke, age., s. 168, n. 1’de Serendib’i Seylan’la özdeşleştirmekte­dir.

Dineveri,46 Saalibi47 ve Mirkhond,48 Hüsrev’in Toharistan, Zabulistan ve Çağaniyan’ı alırken, Sincibu’nun da Şaş (Taşkent), Fergana, Semerkand, Buhara, Keş ve Nesef’i49 aldığı şeklinde bi­raz farklı bir gözlem sunmaktadırlar. Bu tarihçiler, Pers hüküm­darının çok geçmeden kağana yediğini kusturduğunu ilave et­mektedirler ki, bunun pek inandırıcı bir tarafı yok.

46 Nöldeke, age., s. 159, n. 1.

47 Al-Tha’âlibi, Histoire des rois des Perses, Zotenberg çev., s. 615: “Anu-şirvan, daha sonra Belh üzerine yürüdü, Mâverâünnehir’e bir ordu gönderdi ve Fergana’da bir miktar asker yerleştirdi. Haytallar, Türk­ler, Çinliler ve Hintiler onun hakimiyetini tanıdılar; nüfuzu Kaşmir ve Serendib’e kadar uzanmıştı.”

48 Mirkhond, Histoire des Sassanides, Sacy çev., s. 364-365: “Nuşirvan, Bizanslılar ve diğerleriyle barış sağladıktan sonra ordularını Toharis-tan, Kabulistan ve Saganiyan üzerine çevirerek Haytallar’ın ülkesini zaptetti. Fakat kendisi bu fetih hareketiyle meşgulken, kendisine bağlı bölgelerden ordu toplayan Hakan, başkentinden çıkarak Şaş, Fergana, Semerkand, Buhara, Keş ve Nesef’i ele geçirdi. Nuşirvan bunu haber alır almaz düşmanı püskürtmesi için oğlu Hürmüz’ü ka­labalık bir orduyla gönderdi. Hürmüz, Hakan’ı karşılamak için iler­ledi, fakat o yakınlaşınca hakan zaptettiği toprakların tamamını ter-kederek kaçtı ve Türkistan’ın en ucra bölgelerine çekildi.”

49 Maalesef kaynağını zikretmeyen Saint-Martin’e göre (Lebeau’da, His-toire du Bas-Empire, X, s. 63, n. 3) Türkler Eftalitler’i Nesef (Nah-şeb)de mağlup etmişlerdir.

Gerçekte Eftalitler’in 563-567 yılları arasında ortadan kaldırıl­masından sonra Amu-derya Türklerle Persler arasında sınır kabul edilmeliydi ki, nehrin kuzeyindeki Dervaze-i Ahenîn (Demirkapı) Geçidi iki imparatorluğun sınırında bulunuyordu.50 Türkler, Sâsâ­nîlerin yavaş yavaş zayıflamış olmasından istifade ederek, çok geç­meden bu sınırı aşacak, güneyde Kapiça’ya kadar uzanacak ve Ef-talitler’in eski topraklarının tamamını ilhak edeceklerdir.

50 Hsüan-tsang’ın seyahati sırasında, yani 630’da her ne kadar Türk İm-paratorluğu’nun sınırı İndus nehrine kadar uzanıyorsa da, gerçek an­lamda Demirkapı, Türklerin kuzey sınırının uç noktası olarak kabul ediliyordu. Bkz. Vie, s. 61: “İşte burası T’u-küe engelini oluşturur.”

III. Avarlar ve Kermichionlar

Amu-derya’ya ulaştıkları andan itibaren Batı Türklerinin tari­hini incelemeden önce, onların batıya sürdükleri bir halkın, Avarların adının ortaya çıkardığı probleme hiç olmazsa yapılabil­diği kadarıyla ışık tutmak gerekmektedir.

Theophylacte’ın (VII, 7) işaret ettiği gibi, aslında bu Avarlar yalnızca Pseudavar (Sahte Avar)lardı. Acaba gerçek Avarlar kimdi? Gerçek Avarlarla ilgili en eski metin, onların 461-465 yılları arasında Sabirleri ittiklerini, yerlerinden edilen bu Sabir-lerin de Bizans’a komşu diğer halklarla savaştıklarını kaydeden Priscus’un metnidir.51 Theophylacte Simocatta’ya göre (VII, 7) İskit halkları arasında ilk sırada yer alan gerçek Avarlar, Türk­ler tarafından mağlup edildikten sonra bakiyelerinin bir kısmı Taugast şehri sakinlerine, diğerleri ise Mukrilere sığınmışlardır. Taugast veya daha doğru ifadesiyle Taugats, Türklerin Çinlilere verdikleri isimdir.52 Mukrilere gelince, muhtemelen bunlar, Çinliler’in önceleri Mu-ki, daha sonraları Mo-ho dedikleri bir Tunguz kabilesidir.53

51 Priscus, s. 158.

52 Klaproth, Memoires relatifs d l’Asie, III/261-264, Theophylacte’ın bu metnini inceleyerek “Taugast’ın kesinlikle Çin olduğunu” ispat et­miştir. 1221-1224 yılları arasında dolaşan Ç’ang-ç’un’un Si yu ki’sin-de Kulca yakınındaki Almalık sakinlerinin Çinlilere T’ao-hua-şi de­dikleri kaydedilmektedir. Koşo-Saydam kitabelerinde Çinliler’den Tabgaç adıyla bahsedilir. (Thomsen, age., s. 139) Fakat bu adlandır­manın kökeni henüz fazda aydınlatılmış değildir. Bkz. ayrıca Hirth, Nachworte, s. 35, n. 1.

53 Pei-şi (XCIV, s. 7 r°): Mu-ki Krallığı Kao-kü-li’nin kuzeyindedir; ona Mo-ho da denilir.”

Bu kısa girizgahtan maksadımız, Avarları, esasen V. Yüzyıl or­talarına doğru büyük fetihler gerçekleştiren, ama Asya’nın en meşkuk barbar halkları olarak kabul edilen ve en nihayet Türk­ler tarafından mağlup edildikten sonra kısmen 552-555 yılları arasında Tunguz asıllı Batı Wei hanedanınca yönetilen Çinlilere sığınan Juan-juanlarla özdeşleştirmektir.54

54 Gerçek Avarlar’ın Juan-juanlarla özdeşleştirilmesi daha önce St. Martin (Lebeau, Hist. du Bas-Empire, X, s. 361) ve Marquart (Erans-hahr, s. 53-54) tarafından desteklenmiştir. Ben de aynı görüşteyim, ama Türkler’in Avarlara ancak Abdel yani Eftalitleri tamamıyla itaat altına aldıktan sonra saldırdıklarını kaydeden Theophylacte’ın (VII, 7) metniyle, Eftalitler ancak 563-567 yılları arasında tepelenirken, Juan-juanların 552’de mağlup edildikleri ve 555’de bir millet olarak tarihten silindikleri vakıası arasında bocaladığımı belirtmeliyim. Bu engeli aşmak için, Theophylacte’ın Abdel adıyla Eftalitler arasında kurduğu bağlantının doğru olmadığı hükmüne varmaktan başka ça­re yok. Türk hakanının 598’de İmparator Maurice’e yazdığı mektup­tan bahsederken ileride bu konuya tekrar döneceğiz.

Ancak, burada söz konusu edilen Avarların yanı sıra, haksız ye­re onların adını kullanmakla birlikte, Macaristan’a yerleştikten sonra Charlemagne’ın hakimiyetini tanımak zorunda kalacakları tarihe kadar fetihlerinin yankılarıyla Galya’yı çınlatan meşhur Avarlar olmaları hasebiyle bu adı şerefli bir noktaya taşıyan başka­ları da vardır. İşte, 558’de Avrupa’da zuhur eden bu Avarlar (The-ophylacte, VII, 7), yani şu bizim sahte Avarlar, düşmanları Türkle­rin önünden kaçıyor ve Alanların aracılığıyla Bizanslılardan yar­dım istiyorlardı. Bunlar Kafkaslara geldiklerinde, burada yaşayan sekene onları amansız Avarlar zannettikleri için, uzlaşmak maksa­dıyla zengin hediyeler sundular. Berikiler de kendilerine bu denli yarar sağlayan korkunun sürdürülmesinde bir sakınca görmediler. Böylece Avarlar adı onlara miras kaldı. Aslında bunlar, adlarını çok eski iki Uygur prensinden alan Uar ve Kun adlı iki Uygur kabile-siydi. Theophylacte zamanında sahte Avarlar içinde kimin Uar, ki­min Kunlardan olduğu ayırt edilebiliyordu.55 Onların ortak adı Uar ve Kun, yahut Türk hakanının sözlerini nakleden Menandre’in metninde gördüğümüz gibi Varhonit’di.56 Theophylacte, ayrıca bi­ze, Varhonitlerle aynı etnik gruba mensup olan ve VI. Yüzyıl son­larına doğru onların yanına sığınmaya gelen Tarniak, Kotzager ve Zabender kabilelerini de zikretmektedir.57

55 Theophylacte, s. 284.

56 Fragm. Hist. graec., IV, s. 246.

57 Theophylacte, s. 286.

Bizans literatüründe esrarengiz izine rastladığımız Kermichion veya Hermichion adı bence sahte-Avarlar veya Varhonitler için kul­lanılmış. Gerçekten de Theophane’ın Chronographie’sinde 6055 (563) yılının Temmuz ayında Okyanus yakınlarındaki Avar (?) halkının arasında yaşayan Hermichionların kralı Askel’in elçileri­nin Bizans’a geldiğini okuyoruz.58 Diğer yandan Menandre, Justi-nien’in 36. yılında yani tam olarak 562-563’de Avarların Konstan-tinopolis’e gerçekten bir elçi gönderdiklerini nakletmektedir.59

58 Theophane, Chronographie, s. 239. De Boor, burada Varhonit keli­mesinin yerine Avar kelimesinin konulması gerektiğini belirtmekte­dir ki, bence tamamıyla haklıdır. Çünkü okyanusa yakınlıktan bah­sedilmesi dolayısıyla Avar kelimesi tercih edilebilir. Nitekim Priscus Panites’de de (Fragm. Hist. graec., IV, s. 104) Avarların okyanus kı­yısında yaşayan halklar yüzünden muhaceret etmek zorunda kaldık­larını okuyoruz. Kral Askel’e gelince, büyük ihtimalle Scultar ile ay­nı kişidir ki, VI. Yüzyılda yaşayan Afrikalı şair Corippus şu mısralar-da bu şahsa imada bulunmuştur:

En Scultor nostra servire paratus in aula Legatos nobis et plurima munera mittit

Bu özdeşleştirme Marquart’a aittir (Historische Glossen, s. 197; E-ranshahr, s. 50, n. 5); Nöldeke ise (Geschichte der Perser, s. 58, n. 2) Scultor’u Silzibul’la özdeşleştirmektedir.

59 Menandre, Fragm. hist. graec., IV, s. 205.

Avrupalı bilim adamları şu ana kadar Hermichionların Türk­lerden başka bir halk olmadıkları konusunda hemfikirdirler ve bu kanaat, 568’de Türklerin Justin’e gönderdikleri elçinin “Tana-is’in doğusunda geçmişte Massagetler denilen ve Pers dilinde Kermichion tesmiye edilen Türkler yaşarlar” şeklindeki sözünü nakleden Bizanslı Theophane’ın metnine istinat etmektedir.60 Halbuki bu metin ilk bakışta göründüğü kadar kesin değildir. Bir kere metin, Massagetlerle Türkleri tek ve aynı halk olarak göster­memektedir. Metnin demek istediği, sadece Massagetlerin ve Türklerin aynı bölgede birbirinin devamı olarak yaşadıklarıdır. Acaba bunun aksi varit olamaz mı? Yani Kermichionlar Türkle­rin yaşadıkları aynı topraklarda yaşadıkları için Türk olarak gö­rülmüş olamaz mı? Eğer bu görüş kabul görseydi, o takdirde Ker-michionlar Türklerden önce yaşayan Juan-juanlar olabilirlerdi. Halbuki Marquart kesin bir biçimde Kermichion kelimesinin Farsça “solucan” anlamına gelen kerm ve Avesta’ta geçen Hyaonas etnik adından geldiğini izah etmiştir.61 Hyaonasların genellikle Kionitlerle özdeşleştirildiği ve Ammien Marcellin’e göre Miladi IV. Yüzyıl ortalarına doğru İran sınırını zorladıkları bilinmekte­dir.62 Kermichionlar solucanlara benzetilen Hyaonas (=Juan)lar idi ve dolayısıyla bu adlandırma böcekler veya solucanlar gibi fı­kır fıkır kaynaşmaları sebebiyle Juan-juanlara münhasıran uy­maktadır. Bir diğer yandan, Juan-juanların gerçek Avarlar olması gerektiğini görmüştük; Varhonitler Avrupa’ya geldikten sonra Avar adını aldıkları gibi, onlar da Perslerin Juan-juanları yani ger­çek Avarları kastederek verdikleri Kermichion adını almışlardır. Bu durumda Kermichionların kralı Askel’in sahte-Avarların veya Varhonitlerin kralı olduğunu ispat edecek hiçbir kanıt yoktur. Aksine Askel’in elçileri 563’de, Türk elçisi 568’de Bizans’a geldi­ğine göre, o bir Türk kağanı değildi.

60 Theophane, Fragm. hist. graec, IV, s. 270.

61 Marquart, Historische Glossen, s. 196-197; Eranshahr, s. 50. Marqu-art, bu tutarlı açıklamaya rağmen, Bizans metinlerinde geçen Ker-michion kelimesinin Türklere işaret ettiğini var saymaktadır.

62 James Darmesteter, le Zend-Avesta, Annales du Musee Guimet, tome XXIV, p. LXXXIII.

IV. Batı Türklerine Gelen Bizans Elçileri

Türkler, Mâverâünnehir’de Eftalitlerin yerini aldıktan sonra Persia’nın komşusu oldular. Halbuki Hazar Denizi’nin kuzeyinde Bizans İmparatorluğu ile ilişki kurabilirlerdi, fakat ticari konuda çıkan bir anlaşmazlık siyasi tavırlarını etkiledi.

Çin ipeği ticareti, Asya’nın en önemli meşgalelerinden biriydi ve iki yolla yapılıyordu. Bu yollardan en eski olanı Soğdiyana’ya gi­deni, diğeri en belli başlısı Barygaza (günümüzde Cambay Körfe-zi’nde Narbada nehrinin mansabındaki Broach) olan Hint limanla­rına ulaşan yoldu. İpeğin alıcısı Bizanslılar ve Persler, simsarlarsa Merkezi Asya göçebeleri ve Hint Okyanusu denizcileriydi.

Bizanslılar, aracıları devreden çıkarmak için bir teşebbüste bu­lunmuşlardı. Justinien zamanında ipek böceği yumurtaları Bi­zans’a getirilmişti. 568 yılında ise İmparator II. Justin, ipek böce­ği yetiştirmeyi ve bundan yararlanmayı bildiklerini şaşkınlık içindeki Türk elçilerine gösteriyordu.63

63 Procope (de bello Gotthico, IV, 17): Hindistan’dan Bizans’a gelen ve Justinien’in ipeği satın almak için artık Pers aracıları istemediğini gören din adamları, imparatora kendisini hoşnut edecek bir şey ge­tirme vaadinde bulundular. Bunlar, pek çok Hintlinin yaşadığı Serin-da denilen ülkede uzun süre kalmışlar ve Bizans topraklarında ipek üretimini mümkün kılacak vasıtaları tam olarak öğrenmişlerdi. Bu din adamları, imparatorun isteği üzerine Hindistan’a dönerek Bi­zans’a ipek böceği yumurtaları getirdiler ve böylece Bizans İmpara-torluğu’nda ipek kumaş üretimi başladı. - Bizanslı Theophane’a gö­re (fragm. hist. graec., IV, s. 270) Justinien zamanında Konstantino-polis’e ipek böceğinin ne işe yaradığını gösteren bir İranlıydı. O, ipek kozalarını bastonunun içine koyarak Seres ülkesinden hareket ederek Konstantinopolis’e gelmişti. Daha sonraları İmparator Justin, böceklerin nasıl yetiştirileceğini ve ipeğin nasıl hazırlandığını bildi­ğini gösterince Türkler şaşırıp kalmışlardı, çünkü Seres pazar ve li­manlarını onlar ellerinde tutuyorlardı.

Yine de bu sanayi dalının Bizans’da asla gelişmediği kanaatinde­yim. Çünkü Justinien ipek temin etmek maksadıyla Pers İmpara­torluğu topraklarından geçmeden doğrudan Hint limanlarıyla te­mas kurmanın yollarını aramış; bu amaçla 531’lerde Arabistan’ın güneybatısında, Yemen sahilinde yaşayan Himyeri tacirlerle gizlice temasa geçmişti.64 Zaten tacir gemileri de Hindistan’da ipek ara­mak için yolculuğa çıkmaya âmâde vaziyette beklemekteydi.

64 Procope (de bello Persico, I, 20): Justinien, 531’lerde o sıralar birle­şik olan Himyerilerle Etyopyalılara bir elçi göndererek, Etyopyalıla-rın Hindistan’a gidip ipek satın almalarını ve Bizans’a satmalarını teklif etti. Böylece hem onlar büyük kârlar sağlayacaklar, hem de Bi­zans etek dolusu altınlarını düşmanı Perslere kaptırmamış olacaktı.

Persler de Hindistan’daki deniz ticaretini bütünüyle tekelleri­ne almak niyetindeydiler. Bu yüzden hem Himyerilerin Bizans çı­karlarına hizmet etmelerini engellemeye çalışıyor, hem de kara­dan nakliyatla uğraşan halkların cesaretini kırmaya gayret edi­yorlardı.

Ön Asya’nın belli başlı ipek stokçuları Soğdiyanlardı.65 Soğdi­yanlar, Eftalit hakimiyetinden Türk hakimiyetine geçtikten sonra yeni efendilerinin itibarından yararlanmak niyetiyle, Pers İmpa-ratorluğu’nda ipek ticareti yapma izni almak üzere Persler nez-dinde yapacakları girişime destek olmalarını istediler. Maniah ad­lı birinin yönetimindeki bir Soğd heyeti, Türk kağanı Dizabul’un (İstemi’nin) onayını aldıktan sonra, 568’den daha önceki bir ta­rihte Hüsrev Anuşirvan’la görüşmeye gitti. Anuşirvan’ın Katulf adında Eftalit asıllı bir danışmanı vardı. Bu adam, karısına haka­ret eden kraldan intikam almak amacıyla ülkesini Türklere teslim ettikten sonra Perslere sığınmıştı. Muhtemelen ipek ticaretinin hangi şartlar altında yapıldığını biliyordu. Sonradan herhangi bir şekilde suçlanmamak ve Türklerden gelecek herhangi bir ipekten yararlanmamaya kararlı olduğunu göstermek için, Hüsrev’i geti­rilen hediye ipekleri satın almaya fakat bilahare halkın gözü önünde yakmaya ikna etti. İsteği aynen yerine getirildi ve elçiler oldukça öfkeli bir vaziyette geri döndüler. Dizabul (İstemi) olayı hazmedemeyerek yeni temsilciler gönderdi, fakat hepsi zehirlen­diler ve ancak birkaç tanesi kaçmayı başarabildi. Türklerin çıkıp gelmesini önlemek için ayrıca İran havasının öldürücü olduğu şeklinde dedikodular da yayıyorlardı. Bu söylenti, oldukça kur­naz olan ve adamlarının haince yok edildiklerini anlayan kağanı etkilemedi. Ama öfkeden küplere binmişti ve o günden sonra Türklerle Persler arasına kara kediler giriverdi.

65 Bunun devamı için Menandre’e bkz. (Fragm. hist. graec., IV, s. 225 vd.)

Maniah, kağanın bu davranışından faydalanarak Perslerin red­dettiği çıkış yolunu Bizanslılarda aramayı teklif etti ve görevin kendisine verilmesini istedi. Kağanın bu isteği kabul etmesinden sonra yola koyuldu ve uzun bir yolculuktan sonra Kafkasları66 geçerek Justin’in imparatorluğunun dördüncü yılının başında, yani 567 yılının son aylarında, Bizans’a vardı. İmparatora efendi­sinden selamlar, çok değerli ipek kumaşlar ve İskit alfabesiyle ya­zılmış bir mektup sundu. İmparator Justin bu mektubu tercüman aracılığıyla okuttu. Maniah, Türklerin dört yönetime bölündüğü­nü, ancak tamamı üzerinde sadece Dizabul’un söz sahibi olduğu­nu, onun Eftalitleri bütünüyle hakimiyet altına alıp haraca bağla­dığını ve en nihayet onun boyunduruğundan kurtulmak için Av­rupa’ya kaçan Avarların (yani sahte Avarların) sayısının yirmi bin civarında olması gerektiğini belirtti. Maniah, ayrıca görüşmenin sonunda, Türklerin Bizanslılara sadık kalacakları konusunda ka­sem ve yemin etti.

66 Maniah, Kafkasya’yı kuzeyden güneye geçti. Perslerin müstahkem Gorgo Geçidi’nin kapadığı güneyden değil, ancak Hazar Denizi’nin kuzeyinden geçmiş olabilirdi.

İmparator Justin, hükümdarlığının dördüncü yılının son ayla­rı olan 568 yılının Ağustos ayı başlarında başkanlığını Kilikyalı Zemarque’ın yaptığı bir elçilik heyetini yanına katarak Maniah’ı geri gönderdi. Zemarque, uzun bir yolculuktan sonra Soğdiyana’ya vardı; orada birkaç Türk kendilerini tanıttıktan sonra ona demir satmayı teklif etiler. Menandre’ın görüşüne göre kendilerinde demir madeni olduğunu bu şekilde anlamasını isti­yorlardı. Bu tanıklık, Pei-şi’nin Türklerin Juan-juanların hakimi­yeti altında yaşadıkları sırada demiri işlemek için kullanıldıkları şeklindeki kaydıyla örtüşüyor. Daha sonra Türk büyücüler Ro­malı elçiyi alevlerden geçirerek arındırdılar. Aynı gelenek XIII. Yüzyıl Moğollarında da görülür.67

67 Bkz. Jean du Plan de Carpin, Avezac yay., s.621 : “unde nuper conti-git quod Michael, qui fuit unus de magnis ducibus Rusciae, cum ivisset ad reddendum se Bati, fecerunt cum prius inter duos ignes transire”. — W. W. Rockhill, The Journey of friar William of Rubruck, s. 240, n.2.

Elçilik heyeti, daha sonra Dizabul’un (İstemi) Menandre’a gö­re anlamı “Altın tepe”68 olan Ektag’daki ikametgahına gitti. Bi­zanslı tarihçinin bu iddiası hayli can sıkıcıdır çünkü Ektag, daha doğrusu Ak-tag, Ahsiket69 değil Ak dağ anlamına gelir. Menand-re, Valentin’in 576’daki elçilik raporuna dayanarak Tardu (Ta-t’u) Kağan’ın “altın” anlamına gelen Ektel dağında bulunduğunu bir kez daha belirtmektedir.70 Klaproth’a göre71 bu isim, esasen altın anlamına gelen Altay (Altun) kelimesinin bozulmuş şeklidir. Fa­kat böylesi bir bozulmayı kabullenmek hayli zordur ve Ektag var­yantı tag = dağ kelimesini içerdiği için şüphesiz daha tercihe şa­yandır. Günümüzde genel kabul gören görüş, Menandre’in kay­dının dikkate alınmasının gerekmediği, Ektag veya Ak Dağ’ın Altay yani altın dağlar zinciri içinde özel bir dağ olduğudur. (Koşo-Saydam yazıtlarındaki Altun-yuş). Fakat bana göre bu da fazla muteber bir bakış açısı değil. Menandre tarafından Ektag kelime­sine yüklenen anlam yanlış ise, o anlamı hiç dikkate almamak ge­rekir ki, bu durumda Ektag veya beyaz dağın başka yerlerden zi­yade Altaylarda yer aldığına dair en küçük neden kalmamaktadır. Dahası, İstemi ve Tardu kağanların otağlarının Altaylarda bulun­ması fazlasıyla ihtimal dışıdır. Çünkü Batı Türkleri en kudreti ol­dukları dönemde doğuda Altaylara kadar yayılabilmişlerse, bu ancak Kara İrtış ve Altaylar arasında yaşayan Karluklar ile daha önce Altaylarda yaşayan Sir-Tarduşları hakimiyet altına almakla mümkün olabilirdi, ama Batı Türkleri başka yerde yaşıyorlardı. Çin metinlerinde Ç’u-lo Kağan’ın (605’e doğru) sabit bir ikamet­gahı olmadığı, fakat çoğu kez Wu-sunların topraklarında, yani İli nehri havzasında kaldığı kaydedilmektedir. Onun emrinde bir­çok küçük kağan vardı ve bunların biri Taşkent’in kuzeyinde, bir diğeri Kuça’nın kuzeyindeki Yulduz (Ying-so) vadisi tarafında oturuyordu. Kiu T’ang-şu, Karaşar’dan kuzeybatı istikametine yönelerek (yani Kuça’nın kuzeyine kadar Yulduz vadisi boyunca çıkarak) yedi günlük yoldan sonra Batı Türklerinin güney otağı­na varıldığını belirtmektedir; Ayrıca Ta-t’u (Tardu)’nun torunu Şe-kui Kağan (611’e doğru) otağını Kuça’nın kuzeyindeki San-mi dağında kurmuştu. Diğer taraftan Kuça Krallığı’yla ilgili notlar­dan, krallığın sırtını kuzeydeki A-kie veya A-kie-tien dağına ver­diğini, bununsa pi-şan yani akdağ olduğunu biliyoruz.72 Dolayı­sıyla A-kie aslında Türkçe “ak” kelimesinin ortografisinden baş­ka bir şey değildir ve zaten A-kie-t’ien’de Ak-tag = “ak dağ” teri­mini görmemiz gerekir. Yulduz vadisinden kuzeybatı yönünde yukarı çıkılarak ulaşılabilen ve Kuça’nın kuzeyinde bulunan bu akdağ, kuzey yamacına Ç’u-lo Kağan’ın kendisine bağlı iki küçük kağandan birini yerleştirdiği, Batı Türklerinin güney ordasının bulunduğu yer değil miydi; ayrıca Şe-kui Kağan’ın yaşadığı San-mi dağına komşu olan ve nihayet Bizanslı elçilerin İstemi Ka-ğan’ı, bilâhare oğlu Tardu’yu ziyaret ettikleri dağ Ektağ değil miy­di? Bu bakış şekli benimsenirse, Kuça’nın kuzeyindeki dağların ötesinde yer alan Tekis nehri vadisinin Batı Türklerinin73 ilk ka­ğanlarının ikametgahı olduğu sonucu çıkar.

68 Menandre (Fragm. Hist. Graec., IV, s.227)

69 Saint-Martin, Lebeau’da, age., cilt IX, s. 400, n. 1.

70 Menandre (Fragm. Hist. Graec., IV, s.227)

71 Tableaux historique de l’Asie, s. 117.

72 Si yü şui tao ki, (II, s.13 r°): “Eşek-başı dağı (oğlak başı) akdağ diye adlandırılan dağdır; Sui-şu ona A-kie ismini verir; T’ang-şu’da ise A-kie-t’ien şeklinde geçer”. - Bu dağın M.S. VIII. Yüzyıldan itibaren “akdağ” adını taşıdığını, “Hami’nin batısında, Karaşar’ın kuzeyinde ve akdağ eteklerinde” oturan bazı Tölös boylarından bahseden Sui-şu’nun (LXXXIV, s. 8 r°) ve T’ang-şu’nun (CCXXI, a, s. 8 r°) “ak dağ denilen A-kie-t’ien dağı” ifadesi de teyit etmektedir.

73 Bugün hâlâ Tekis’in kuzey yakasında bulunan bir dağa Altan-tav (Al­tın Dağ) adının verilmesi oldukça calib-i dikkattir. (Elisee Reclus, Nouv. Geographie universelle, cilt VII, s.175’deki haritaya bakınız)

Zemarque Dizabul’un (İstemi) yanına gelince onu otağında gerektiğinde bir atla çekilebilen iki tekerlekli altın bir tahtta otu­rur buldu. Otağ, baştan sona en güzel renklerle sanatkârane şe­kilde alacalanmış ipek kumaşlarla süslenmişti. Elçilere üzümden yapılmamış, kımız veya Moğollarda74 âdet olan mayalanmış kıs­rak sütü olduğu belli yumuşak bir şarap ikram ettiler. Tarihçi, diğer günlerde Bizanslıların kabul edildiği diğer iki bölümü de tasvir etmektedir. Birinde heykeller, kağanın üzerinde uzandığı altın bir divan, sürahiler, ibrikler ve altın fıçılar; ikincisinde al­tınla kaplı ahşap direkler, dört tavus kuşu üzerinde oturan altın süslü bir yatak hayranlıkla seyrediliyordu. Girişteki arabalar gü­müş yemek takımları ve gümüşten yapılmış hayvan resimleriyle doluydu. Bu resimlerin Bizans’ta75 bulunan benzerlerinden aşa­ğı kalır bir yanı yoktu. Gerçek barbar olarak görmeye alıştığımız bu Türkler aslında zannettiğimiz kadar kaba değillerdi. Sadece kıymetli maden üzerine yansıtılan sanatları, değerleri bozulup paraya dönüştürülünceye kadar geçerli olan eşyalar yaratmıştır. Bu sanatın neredeyse tamamen kaybolmuş olmasının sebebi de budur. Bununla birlikte, çok kuvvetle muhtemeldir ki, bu sana­tın izleri Sibirya’nın güneyinde gün ışığına çıkarılıp günümüzde Ermitage Müzesi’nde76 saklanan birkaç altın kabartma süsleme içinde bulunabilir.

74 Rubruk, büyüklerin kullanımına sunmak için Moğollar’da üretilen Ka­ra koumis (caracosmos)’dan bahsederken, onu şıra veya tatlı şaraba benzetir.

75 Menandre, Fragm. hist. graec., cilt IV, s. 228 b. - Theophylacte Simo-catta (III, &) Perslerin verdiği altınla Türklerin yaptığı yatak, san­dalye, kupa, koltuk, kürsü, at süslemesi ve silahlardan bahseder.

76 Bu anıtlar hakkında bkz. Güney Rusya’nın eski eserleri, N. Konda-kof, J. Tolstoy ve S. Reinach’ın Fransızca yay. ; Paris 1891; şekil 341-360 ; ayrıca bkz. S. Reicnach, Eski ve modern sanatta dört nalın tem­sili, 4. madde, Arkeoloji Dergisi, cilt XXXVIII, 1901, s. 27-45.

Dizabul (İstemi), Kırgız77 bir cariye verdiği Zemarque’ı Pers İmparatorluğu’na karşı başlattığı sefer sırasında refakatine aldı. Talas nehri yakınında aynı ismi taşıyan ve gerek Çinli78 gerekse Arap yazarlarca79 iyi bilinen şehirde mola verdiler. Orada Pers sa­rayının bir elçisi kendini kağana tanıttı, kağan da onu ziyafete da­vet etti; ama onu Bizans elçisinin arkasında oturmak ve yurttaş­larının adaletsizliği hakkında kinayelerde bulunarak bunaltmak suretiyle tahkir etme fırsatını kaçırmadı. Pers elçisi bu saldırılara yüksek sesle cevap verme cesaretini gösterebildi.

77 Menandre, Fragm. Hist. Graec., IV, s.228 b.

78 Vie s. 59; Memoires, cilt I, s.14

79 Talas, komşu Yengi, Sayram ve Aşpara şehirleri hakkında Araplardan gelen bilgiler 4 Deniz’de (El yazmalarının dipnot ve bölümleri, 1828, cilt XIII, s. 224, n.1) çok özlü bir notta toplanmıştır.

Zemarque’ı Emba, Yayık ve Volga’yı geçerek yaptığı dönüş yolculuğunda izlemeyeceğiz. Bu güzergah daha önce yeterince incelenmiştir80 ve üzerindeki karanlık noktalar bizim inceleme alanımız içinde değildir. Sadece Volga’nın batısındaki Uygur re­islerinin Dizabul (İstemi) adına hükmettiklerinden bahseden pasaja işaret etmekle yetineceğiz.81 Ayrıca Bilge Kağan kitabe­sinde ve Çince transkiripsiyonlarda geçen tarkan unvanı kulla­nan Tagma adlı bir Türk temsilcinin Zemarque’a refakat ettiğini de belirtmiş olalım.82

80 Bkz. Klaproth, Tableaux historique, s. 117; Lebeau, Histoire du Bas-Empire, X/64 vd.

81 Menandre, Fragm. hist. Graec., IV, s. 229 b.

82 Menandre, age., s. 229 a: Tarkan unvanını değişik biçimlerde sunan birkaç örnek: Bulgarlarda, Boyla Tarkan (Constantin Porphyogene-te, De caerim., II, 47 ; Marquart, Die Chronologie, s. 42, n. 1) - Bilge Kağan yazıtları : Taman Tarkan (Thomsen, Orhun Yazıtları, s. 131 ve 185, n. 113). Elinizdeki eserde Mu-pi Tarkan, Pu-şi Tarkan, Baga Tarkan. - Wu-k’ung’un gezisi bağlantısında, Ki-pin (Kapiça) kralının 750’de Çin sarayına gelen elçisinin ismi Sa-po tarkan’dır (JA., Eyl-Ekim 1895, s. 345) ...

Türklerle Bizanslılar arasındaki diplomatik ilişkiler o noktada kalmadı. Zemarque’dan sonra Anankaste adlı bir Türk Konstan-tinopolis’e, arkasından Eutyhios, bilâhare 576’da yeni bir heyete başkanlık edecek olan Valentin, bir biri ardına kağanı ziyaret eden Herodion ve Sicilyalı Paul gibi Bizanslılar Türklere geldi-ler.83 Türkler Bizanslıları Perslerle savaşa itmek istiyorlardı, on­ların düzenledikleri entrikalar Bizanslılarla Sâsânîleri84 kapıştı­ran ve 571’den 590’a kadar süren savaşın belli başlı sebebi oldu. Bizanslılar, müttefikleri Himyerilere hücum etmeleri, Bizansa85 gelen Türklerin güzergahı üzerindeki Alanları Türk elçileri zehir­lemeleri için parayla satın almaları yüzünden Perslere zaten diş gıcırdatıp duruyorlardı. Hüsrev de Ermenileri infiraka teşvik eden, onları yıllık beş yüz altını İran’a vermemek için kışkırtan Justin’e kinliydi.86

83 Menandre, age., s. 245 a.

84 Menandre, age., s. 236 b ve 237 a.

85 Theophylacte Simocatta, III, 9. Jean d’Epiphanie’ye göre (Fragm. hist. Graec., IV, s. 274 a), Persler, Alanlar aracılığıyla Zemarque’ı ve beraberindeki Bizanslılarla Türkleri öldürtmek istediler.

86 Jean d’Epiphanie (Fragm. hist. Graec., IV, s. 274 a.

Bizanslılarla Türkleri birbirine yaklaşmaya iten menfaatler ne kadar çok olursa olsun, bu, aralarındaki uyumun sürekli olması için yeterli değildi. Bunun kanıtını Menandre’in elçi Valentin hakkında bize bıraktığı yazılarda buluyoruz. Tiberius Sezar’ın ikinci naiplik yılında, yani 576’da,87 Bizans’tan yola çıkan bu ki­şi, daha önceki elçilikler sırasında Bizans’a gelip orada kalmış al­tı yüz Türkü beraberinde götürüyordu; onun görevi Tiberius’un imparatorluk yetkilerini üzerine aldığını kağana bildirmekdi. Ze-marque ayrıca Dizabul’la yapılan anlaşmayı yenilemek ve Türkle­ri Perslere saldırmaya teşvik etmek niyetindeydi.88 Valentin, muhtemelen Aral Gölü’nün kuzeyindeki bir bölgede Utigur kralı Anagai89 sayesinde hükmeden Akkagas adında bir kadının yönet­tiği bir İskit halkının arasından geçip giderek, Turksant’ın90 hu­zuruna vardı. Turksant, Türk İmparatorluğu’nu yöneten sekiz prensten biriydi ve bunların en eskisinin adı Türkçe aslan sözcü­ğünü anımsatan Arsila91 idi. Turksant, Valentin’i oldukça asık bir çehreyle karşıladı ve çevirdikleri daleverelerden dolayı Bizanslıla­rı acı bir dille eleştirdi. Onları köleleri Varhonitlerle (sahte-Avar-lar veya Avrupa Avarları) anlaşma yapmakla suçlayarak, Türkler tarafından yenilgiye uğratılan Alanlar ve Utigurları ezdikleri gibi Varhonitleri de ezecekleri tehdidinde bulundu. Arkasından bizzat elçiyi hedef alarak, ölen babası Dilzibul’un yasını tutmak için Türk geleneklerine uygun olarak yüzünü yırtmamasından dolayı tenkit etti. 572’de bu barbar âdete uymayı reddeden Çinli elçi Wang K’ing kadar cesaret sergileyemeyen Valentin ve beraberin­dekiler, derhal yanaklarını çizdiler ve arkasından Dilzibul’un ce­naze törenini izlediler. Turksant, tören sırasında babasının ruhu­na sağlığında bindiği atları ve ayrıca merhumu taşımakla görev­lendirdiği dört esiri kurban etti. Valentin daha sonra Turksant’ın Ektel dağında oturan öz kardeşi Tardu’nun yanına gitti. Bu dağ daha önce sözü edilen Zemarque’ın Dizabul’u ziyaret ettiği dağ ile aynıdır. Görünüşe göre bu dağ, Yulduz vadisinden kuzeybatıya çıkarken Kuça’nın kuzeyinde kalan Akdağ’dır. Bu arada meydana gelen olaylar sebebiyle Türklerle Bizanslıların arası iyice açılmış­tı. Bohan adlı birinin kumandasındaki Türk ordusu ilkçağda Pan-ticapee denilen Bosporus’u kuşatan Utigur kumandanı Anagai’ın ordusuna yardıma gelmişti. Bosporus, Kimmer Boğazı’nın girişin­de, Kırım’ın doğu ucunda bugünkü Kerç şehrine komşu bir yer­leşim yeriydi. Bu şartlar altında, Valentin’in kağanın sarayındaki ikameti çok can sıkıcı geçti. Ancak bir güzel zılgıt çektikten son­ra dönmesine izin verdiler.

87 Tiberius’un naipliğinin ikinci yılı Aralık 575’de başlar.

88 Menandre, (age., s. 245 b) : Zemarque’ın ziyaret ettiği kağanın Diza-bul olduğunu yukarıda görmüştük. Dolayısıyla bu metin Dizabul ile Dilzibul’un aynı kişi olduğunu göstermektedir.

89 Bu isim, Türkler tarafından mağlup edildikten sonra 552’de intihar eden Juan-juan hükümdarı A-na-kui’nin adıyla benzerlik göster­mektedir. Hirth bu görüştedir. (Nachworte, s. 110, n. 1)

90 Marquart’a göre (Historische Glossen, s. 188) Turksant adı Türgiş şad yani Türgişlerin şadı sözcüğünden gelmektedir. Ancak Menandre’in anlattıkları Turksant’ın en batı noktasında yaşayan Türk hakanı ol­duğu sonucu çıkmaktadır. Halbuki Türgişler en doğuda yaşayan beş Tu-lu boyundan biriydi ve en azından o sıralarda İli havzasında ol­maları gerekirdi. Dolayısıyla Turksant’ın Türgiş kağanı olduğu görü­şüne katılamam.

91 Bu şahıs Çin belgelerinde hiç geçmez. Menandre’in kullandığı japonca_dipnot_27.png kelimesi sekiz Türk kağanı arasında en yaşlısı ve kıdem­lisi olan Arsila’yı gösteriyor olmalıdır. Yoksa Marquart’ın dediğinin aksine (age., s. 186) Arsila’nın Türklerin uluğ hakanı olduğu anla­mına gelmez.

Tardu adının Menandre’da zikredilmesi oldukça önemlidir. Esasen bu ad, tüm bu yüzergezer tarihi konuda Bizans belgeleriy­le Çince metinler arasında belli bir uyum sağlamak için kullana­bileceğimiz tek sabit dayanak noktasıdır. De Guignes, Yunanlıla­rın Tardu’sunun Çinlilerin Ta-t’u’su92 ile aynı kişi olduğunu ka­bul etmişti. Bilgilerimizin artması bu özdeşleştirmeyi kesinleştir­mektedir. Esasen dilbilim de bunu teyit etmektedir: Ta-t’u’daki “ta” daha önceleri “tat” şeklinde telaffuz edilirdi. Halbuki sonda­ki t Hirth’in93 tespit ettiği gibi yabancı isimlerin yazılışındaki r’ye tekabül etmektedir ki, buna göre tıpkı Ta-mo’nun Darma, ta-kan’ın tarkan oluşu gibi Ta-t’u Tardu halini almıştır. Şu halde Tar-du Ta-t’u’dan başkası değilse, bundan onun babası Dilzibul’un da Şe-ti-mi (İstemi) olduğu sonucu çıkmaktadır. Elçi Valentin’in verdiği bilgi, İstemi Kağan’ın 575 yılı sonunda veya 576 başların­da öldüğü tespitini yapmamıza imkan sağlamaktadır ki, bu tarih 582’den itibaren İstemi’nin oğlu Ta-t’u’dan bahseden Çin metin­leriyle de bütünüyle örtüşmektedir.94

92 De Guignes, Reflexions generales sur les liaisons et le commerce des Ro-mains avec les Tartares et les Chinois (Memoires... de l’acad. Des Insc. Vt B. L., tome XXXII, 1768), s. 365: “Çinlilerin Ta-t’u dedikleri Tar-du...” - Bkz. Saint-Martin (Lebeau, Hist. du Bas-Empire, X?180, n. 3): “Çok muhtemeldir ki Yunanlıların Tardu’su Çinlilerin Ta-t’u’su ile aynıdır”. - Klaproth, Tableaux historiques, 1826, s.118. - Hirth, Nachworte, s. 131. - 655’de Batı Türklerinden başka birine, Hie-li Tardu şad’a da Tardu adı verilmiştir. Hirth’e göre, age., bu isimde Tarduşların şadı unvanı mevcuttur. - K’ang Krallığı’yla ilgili notta adı geçen Ta-tu Kağan, T’u-küe’lerle ilgili notlarda geçen Ta-t’u ka­ğanla aynı kişidir.

93 Hirtsch, Chinese equivalents of the letter R in foreign names (Journ.of the China branch of the R.A.S., N.S., cilt XXI, s. 214-223).

94 Ta-t’u ile ilgili tüm metinlerin toplandığı s. 79’a bakınız.

V. Sâsânîlere Karşı Türkler ve Bizanslılar

Şimdi olayların seyrine bir göz atalım.

Hüsrev Anuşirvan 579’da ölünce yerine oğlu IV. Hürmüz geçti ve 579’dan 590’a kadar hüküm sürdü. Ona “Türk oğlu”95 lâkabı­nı takmışlardı. Çünkü annesi, kağanın Türklerle birlikte Eftalitlere saldırma anlaşması yaptığı sırada Hüsrev’e verdiği kızıydı. Hür­müz, aradaki akrabalığa rağmen Türklerle hiç iyi geçinmedi. Tabe-ri’nin anlattığına göre hükümdarlığının on birinci yılında96 (588­589) Türklerin melik’ul a’zamı Şaba 300.000 askeriyle Hürmüz’ün üzerine yürüdü ve Badagis ve Herat’a97 kadar geldi. Bu arada Bi­zans imparatoru Suriye çölü yönünde ilerlerken, Hazar hakanı Ha­zar Denizi güneyindeki Derbend’de her yeri ateşe ve kana boğu­yordu. Persler en çok sıkıştırıldıkları tarafa koştular, yani var güç­leriyle Şaba’yı püskürtmeye çalıştılar. General Behram Çûbin onu karşıladı, mağlup etti ve bir okla öldürdü. Arkasından Şaba’nın oğ­lu Bermuda’ya Baykend şehrinde saldırdı ve esir ederek bol miktar­da ganimetle birlikte Hürmüz’e gönderdi.98 “Behram kaleye girip hazineyi açtırdığında, diye anlatır Saalibi, sayısız miktarda gümüş, kıymetli eşya, muhteşem silahlar ve mobilyalar buldu. Bunların arasında Afrasyâb’ın ve Arcâsf’ın hazineleri, Siyavuş’un tacı, keme­ri ve küpeleri vardı. Behram, bir liste çıkardıktan sonra tüm bu zenginlikleri binlerce deveye yükleterek güvenilir bir muhafız bir­liğinin nezaretinde Hürmüz’ü99 sarayına gönderdi”. Metin bariz şekilde abartılı olmakla birlikte önemlidir, çünkü Buhara yakının­daki Baykend’in herhangi bir şehir değil, Şaba’nın en kıymetli var­lıklarını koruduğu kale olduğunu kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Ta-berî ne söylerse söylesin, Şaba ve Dineveri’nin Yer-tegin veya Yeltegin100 dediği oğlu Bermuda, Türklerin uluğ hakanı değillerdi ve muhtemelen Türklerin tebaası olan küçük Soğd hanedanlarından birinin hükümdarlarıydılar. Abel Remusat’nın da101 belirttiği gibi, bu, Soğd prenslerinin Çao-wu şeklindeki soy adı, Arapça Şaba ve Farsça Şawa olarak yazılan isimdir.

95 Türk-zade. - Patkanian (JA., Şub.-Mart, s. 189), Ermeni tarihçi Se-beos’un şu sözünü nakletmektedir: “ Hürmüz’ün annesi Kaien, The tal’ların (Türk) kralının kızıydı. “ Keza bkz. Nöldeke, Gesischte des Perser, s. 264, n. 5.

96 Nöldeke, age., s. 269, n. 2.

97 Tabari, Nöldeke’de, age., s. 269; Tha’âlibi, Zotenberg terc., s. 642 : “... Şaba-Şah isimli hakan, zapt etmek ve oradan İranşehr’i ondan almak için Belh üzerine yüz bin atlıyla yürüdü”.

98 Tha’alibi, Zotenberg terc. s .653. - “Baykend Mâverâünnehir’de Bu-hara’ya bir menzil mesafede bir yerleşim yeridir” (Geographie d’Aboulfeda, Reinaud terc., cilt II, 2, s. 217. - Firdevsi, Bermuda’nın sığındığı ve Türk hükümdarlarının hazinelerini sakladığı kaleyi A-wâza diye adlandırmaktadır. Bkz. Marquart, Eranshahr, s. 82-83.

99 Zotenberg terc. s. 655.

100 Nöldeke, Geschichte der Perser, s.272.

101 Nouveaux Melanges asiatiques, I/227, n. 2; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 261, n.1. - Çao-wu aile ismi konusunda bkz., s. 182, n.1. - “Mazkout’ların kralına karşı kazandığı parlak bir zaferden sonra onu öldürdü ve topraklarında çok büyük ganimetler elde etti” di­yen Ermeni tarihçi Sebeos’un sözünü ettiği zafer, Behram’ın Şaba’ya karşı kazandığı zaferdir (Patkanian, JA. Şub-Mart 1866, s. 187). Marquart (Eranshahr, s. 64) oldukça başarılı bir şekilde Türklere işaret etmek için kullandığı Mazkut adının Massagetlerin eski ismi olduğunu belirtir. Aslında Bizanslı Theophane’ın (bkz. age., s.232) kaydına göre Türklere daha önce Massaget deniliyordu. - Diğer yandan Marquart’ın Şaba’yı Ç’u-lo-hu ile özdeşleştirme görüşünü ( Eranshahr, s. 65; Historische Glossen, s. 18189) pek de yerinde bul­muyorum. Bu kıyaslamanın tek sebebi, Ç’u-lo-hu’nun 588’de Batı­ya karşı düzenlediği seferde aldığı bir ok yarası sebebiyle ölmüş (Sui-şu, LI, s. 3 v°) olmasıdır. Ama Ç’u-lo-hu Kuzey Türkleri kolu­na mensuptu ve Baykend’de oturuyor olamazdı.

Behram Çûbin, kazandığı zafere rağmen çok geçmeden iti­bardan düştü. Arap ve Ermeni tarihçilere göre102 bazıları Hür­müz’ü onun ganimetin bir kısmını kendisine ayırıp, kalanını gönderdiğine inandırmışlardı. Theophylacte’a göre ise103 Beh-ram Türkler’e karşı muhteşem bir zafer kazandıktan sonra Kaf­kaslarda Albanya topraklarında [Gence ve Karabağ çevresi] Araks nehrinin kollarından biri yakınında Bizanslılar tarafından hezimete uğratıldı. Bu ikinci varyant Hürmüz’ün generaline alaycı bir tavırla neden öreke ve kadın elbiseleri gönderdiğini daha iyi anlatmaktadır. Bu hakarete tahammül edemeyen Beh-ram isyan bayrağı açtı. Ctesiphone’da çıkan kargaşa üzerine Hürmüz tahttan indirilerek gözlerine mil çekildi ve yerine bilâ­hare kazandığı zaferler sebebiyle “muzaffer” anlamına gelen Per-viz [Eberviz/Abraviz] lâkabı verilen oğlu Hüsrev 590’da şah ilan edildi. Bununla birlikte hükümdarlığının başlangıcında kendisi­ne azamet kazandıran herhangi bir olay yoktur. Babasını ölüme terk eden Hüsrev, kendisini Medain’de [Ctesiphone] şah ilan eden Behram’ın önünden kaçmak zorunda kaldı. Büyük badire ve tehlikeler atlattıktan sonra ülkesinin batı sınırında Fırat üze­rinde yer alan Bizans şehri Circesium’a [Roha]104 varınca İmpa­rator Maurice’e yalvarırcasına destek isteyen bir mektup yazdı. Maurice, istenen takviyeyi 591’de105 Ermeni Narses’in komutası altında gönderdi. Perviz ve Narses, Beleres106 nehri yakınlarında Behram’a karşı savaştılar ve Behram yenildi. Onun ordusunda bir miktar Türk vardı, çünkü isyan ettikten sonra eski düşmanı Bermuda’nın107 oğlu kağanla yani Buhara bölgesinde hüküm sü­ren teginle ittifak kurmuştu. [Esir alınan] Türklerin birçoğu alınlarında haç işareti taşıyordu. Hüsrev, diğer esirleri fillerinin ayakları altında ezdirmesine rağmen, onları Maurice’e Hristiyan inancının savunucuları olarak göndermişti. İmparator barbarla­ra neden bu işareti taşıdıklarını sorunca, işaretleri annelerinin yaptıklarını söylediler. Batı İskitleri arasında öldürücü bir salgın hastalık yayıldığı zaman bazı Hıristiyanlar bu işareti çocukların alınlarına çizmeye onları ikna etmişlerdi ve barbarlar bu fikri ters bulmadıkları için kurtulmuşlardı.108 Bu metin, Hristiyanlı­ğın, muhtemelen Nesturi Hristiyanlığın, 591 tarihinden otuz yıl kadar önce Soğdiyana Türkleri arasında mevcut olduğunu gös­termektedir. Çünkü o tarihte Hristiyan olan insanlar taşıdıkları haç işaretini çocuklarına da yapmışlardı. Türkler arasında Hris-tiyan cemaatlerinin bulunduğu, Si-an-fu notlarına göre 635’de Çin’e dinini yaymak için geldiği anlaşılan Nesturi din adamı A-lo-pen’in seyahatinden de anlaşılmaktadır.

102 Tha’âlibi, Zotenberg terc. s. 657; Sebeos, Patkanian’da, JA., Şub-Mart 1866, s. 188.

103 Theophylacte Simocatta, III, 7-8 ve Theophane, Chronographie, De Boor yay., s. 263; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 272, n. 3.

104 Theophylacte Simocatta, IV, 10.

105 Nöldeke’nin verdiği bu tarih (Etudes historiques sur la Perse ancien-ne, s. 188) Theophane’ın verdiği 6081 tarihine tekabül etmektedir. - Burada Theophane’ın çok tartışılan kronolojisi konusunda nasıl bir tavır takınacağımızı belirtmemiz gerekiyor. Theophane’nın dün­yanın başlangıç tarihini MÖ. 1 thoth = 29 Ağustos 5493’e sabitleyen Mısırlı rahip Pamodore’un takvimini esas aldığını biliyoruz. Dolayı­sıyla tarihlerin Hristiyanlık devri tarihlerine çevrilmesi için, olay 29 Ağustos ile 31 Aralık arasında olmuşsa dünya tarihinden 5493, 1 Ocak ile 28 Ağustos arasında oluşmuşsa 5492 çıkarmak gerekir. Fa­kat Theophane’ın bazı bölümlerinde dünya tarihiyle gösterilenler arasında birbiriyle bir senelik bir uyuşmazlık olduğu bilinmektedir ve dolayısıyla bu bölümlerde dünyanın tarihini bir yıl arttırmak ge­rekmektedir veya bu tarihlerden 5492 yahut 5491 ( 5492?5493 de­ğil) çıkarmak aynı hesaba gelir. E.W. Brooks’a göre (The chronology of Theophanes, 607-775; Byz. Zeitschrift, VIII, 1899, s. 82-97), The-ophane’ın hatası 607 yılından itibaren başlamakta ve 607’den 685’e kadar uzanmaktadır. Bu gözlem, esasen dünya tarihi ile belirtilen tarihler arasındaki uyumu yeniden kurmayı sağlamakta, fakat soru­nu kökünden halletmemektedir. - Örneğin Hüsrev’in ölümü The-ophane tarafından 6118 yılı olarak gösterilir, halbuki bu ölümün 628 yılı Şubat ayında vukû bulduğunu kesin olarak biliyoruz. Chro-nique Paschale (Bonne yay, s. 727-7314) Heraklius’un Persia’dan Konstantinopolis yetkililerine yolladığı bir mektubun metnini ve­rir; 15 Mayıs 628’de ana kilisede halka okunan bu mektup Hüs-rev’in aynı yılın 28 Şubatında öldüğünü duyuruyordu (bkz. E. Ger-land, Byz. Zeitschrift, III, s. 337; Nöldeke, Geschichte der Perser, s. 382, n. 1’e kesin ölüm tarihini 29 şubat 628 olarak göstermiştir). Şu halde burada dünyanın 6118. yılı 29 Ağustos 627 yerine 28 ağustos 628 sayılmalıdır ve çevrimi yapmak için 5491/5490 çıkarmak gere­kir. Yine Theophane (Bonn yay. S.471) Heraklius’un Ermenistan’a hareketini dünya tarihi 15 Mart 6114’e tarihler; Chronique Pascha-le (Bonn yay, s. 713) bu olayı 25 mart 624’e yerleştirir; Heraklius’un kendi zamanında yazılan Chronique Paschale, evvelce yaratılmış tüm kronoloji sistemlerinden bağımsızdır ve burada Theophane’a nisbetle daha güvenilir bir nirengi noktasıdır; halbuki Theophane tarafından belirtilen Mart 6114 tarihinden şayet 5491/5490 sayısı çıkarılırsa Mart 624 tarihi bulunamaz. Üçüncü bir örnek, önceki iki örneği teyit edecektir: Yermuk nehri yakınında yapılan muharebe Theophane’a göre (Bonn yay, s.518) 23 Temmuz 6126 salı günü ce­reyan etmiştir; Nöldeke ise (Zur Geschichte der Araber im 1 Jh. D. H. Aus syrischen Quellen, ZDMG, XXIX, s. 79-82) bu muharebe bir Suriyeli anonim tarihçisine göre Selevkus devrinin 20 Abh 947 = 20 Ağustos 636 tarihinde sona eren bir dizi çarpışma içinde yer alma­sı gerektiğini kaydeder. Burada da dünya tarihinin çevrimi 5491/5490 çıkartılarak yapılmalıdır. Bu üç örnek Nöldeke’nin görü­şünü tümüyle desteklemektedir (ZDMG, s. 80, n. 1) ve tüm bu de­vir, Theophane’ın tarihleri, iki yıllık bir hata ile lekelenmiştir. Şah­sen ben, sırf bu yüzden İmparator Maurice’in yolladığı orduların Behram’a karşı zaferle sonuçlandırdıkları muharebeyi 591 yazına oturtan (Theophane’a göre 6081) Nöldeke’nin peşinde gidiyorum.

106 Theophylacte Simocatta, V. 10. Bu metin Beleres nehrinin Ganza-ca’dan uzak olmadığını kanıtlamaktadır. Burada sözü edilen Ganzaca şehri Dicle yakınlarındaydı ve dolayısıyla Azerbaycan’daki Ganzaca [Gandzak] ile karıştırılmamalıdır. (Nöldeke, Geschichte des Perser, s. 100, n.1) Nöldeke’ye göre (Etudes historiques, s.188), Acem ve Bizans orduları Behram’ı Zap suyu civarında mağlup etmiştir.

107 Tha’alibi, Zotenberg terc, s.658: “Behram Bermuda’nın oğlu hakan ile barış yaptı, ülkesini ona geri verdi ve onunla bir dostluk anlaş­ması imzaladı”.

108 Theophylacte Simocatte, V, 10 : bkz. Theophane, Chronographie, De Boor yay., s. 266-267.

Bahrâm yenilince Türk kağana sığındı. Kağan onu hayli iyi karşıladı; fakat hatun’u yoldan çıkaracak zengin hediyeler getiren Hüsrev’in aracıları tarafından katledildi. Bu kağan, büyük ihti­malle Bermuda’nın oğlu ve halefidir. Bununla birlikte Sebeos’a göre Behram Belh’de ölmüştür109.

109 “Vahram’ın tüm hazinesi galiplerin eline geçti. Kendisi bile ancak büyük zahmetlerle Bahl-Şahastan’a (Belh) sığındı ve kısa süre son­ra Hüsrev’in entrikaları neticesinde orada öldürüldü.” (Patkanian, JA., Şub.-Mart 1866, s. 193-194).

Kronoloji akışı şimdi bizi 598’de Türklerin uluğ hakanının İmparator Maurice’e yazdığı mektuptan bahsetmeye sevketmek-tedir. Bu mektubun günümüze kadar ulaşmasını sağlayan The-ophylacte Simocatta’nın metni110 oldukça önemlidir, ama çok ti­tiz araştırmaların bile henüz aydınlatamadığı bazı karanlık nok­talar içermektedir. Bizim konumuzu ilgilendiren bölümlerin tam tercümesini vermekle başlayacak, ortaya çıkan sorunları aydın­latmaya daha sonra gayret edeceğim.

110 Theophylacte, kitap VII, 7-9.

“Kafkaslara doğru uzanan bölgelerde yaşayan İskitler’den ve kuzeye yönündeki halklardan bahsettiğime göre, - der Theophy-lacte, - aynı dönemde bu büyük milletlerin başına gelenlerden de söz etmeliyim. Bu yılın (598) başlangıcında doğuda Türklerin meşhur bir kağanı İmparator Maurice’e elçiler ve çok parlak ifa­delerinden bahsettiği bir de mektup gönderdi. Mektubun adresi şöyle yazılmıştı: “Yedi halkın uluğ hakanı ve dünyanın yedi ikli­minin sahibinden Roma [Bizans] imparatoruna.” Gerçekten bu kağan savaşta Abdellerin (yani Eftalitler denilen halkın) prensini yenmiş ve halkını itaat altına almıştı. Zaferiyle gururlanarak ve Stembi kağanla silah arkadaşı olarak Avar halkını köle haline ge­tirdi. Avarların Avrupa’ya ve Pannonya’ya yerleştiklerini ve oraya İmparator Maurice’den önce geldiklerini düşünerek, o dönemin olayları arasında kaybolup gittiğimi zannetmeyin. Aslında sahte bir isimle İster ırmağı [Tuna] kıyılarına yerleşen barbarlar Avar giysisine büründüler. Bunların aslının ne olduğunu birazdan açık­layacağız. Avarlar yenilmiş olduklarından (bu konuya da tekrar döneceğiz) aralarından bazıları Taugast’ı111 işgal edenlerin yanına sığınmaya geldiler. Taugast, Türk denilen halktan bin beş yüz mil uzakta meşhur bir şehirdir. Hintlilerle sınırdaştır. Taugast bölge­sinde oturan barbarlar çok cesur ve çok kalabalıktır; nüfus cihe­tinden dünyanın hiçbir milletiyle karşılaştırılamaz. Avarların di­ğerleri bozgunlarından sonra daha sefil bir kaderin eline düşerek Mukri denilen halkın arasına karışmaya geldiler. Bu halk Ta-ugast’a çok yakındır. Tehlikeler karşısında katı ruhlu olmaları ka­dar, günlük vücut ekzersizleri sayesinde savaşlarda oldukça zorlu­durlar. Kağan o sıralar yeni bir girişimle tüm Ogor ( japonca_dipnot_30.png Uy­gur) ları itaat altına aldı. Bunlar, kalabalık nüfusu ve savaştaki gö-züpekliği ile en zorlu halklardandır. Doğuda Türklerin Kara de­dikleri Til nehrinin mansabında yaşarlar. Bu halkın en eski reisle­ri Uar ve Hunni idi. Uar ve Hunni isimlerini taşıyan birkaç halk, isimlerini bu iki kişilerden almıştır”.

111 De Boor yay. s. 257: - Bu metnin birinci kısmı, biraz aşağıda The-ophylacte’da görüleceği üzere takip eden pasajdaki gibi kurulmuş. (De Boor ed., s. 260) “İkar, altın dağı denilen dağa dört yüz mil me­safededir.” Dolayısıyla Taugast şehriyle ilgili benzer cümlenin çevi­risi konusunda herhangi bir şüphe olamaz. Bu cümle, şu ana kadar konuyla ilgilenen herkes tarafından münferiden yorumlandı. “Kolonileştirmek” anlamındaki “ japonca_dipnot_28.png “ fiilinden dolayı Taugast şehri Türklerin bir sömürgesi gibi gösterildi.

japonca_dipnot_29.png

“Taugast meşhur bir Türk şehridir; Hintlilerle sınırdaştır” diye ya­zan Nicephore Kalliste (Hist. Eccl., XVIII, 30) tarafından daha önce işlendiği için eskiden beri süregelen bir hatadır bu. Aşağıdaki yazar­lar da bariz bir şekilde aynı hataya düşmüşlerdir: Klaproth, “Table-aux historiques de l’Asie, s. 266): “Bu, Türklerin Hindistan’a 1500 stad uzaklıktaki zengin bir sömürgesiydi.” Byzantine de Bonn, 1834, s. 283: “est autem Taugast Turcarum nobilis colonia, stadiis mille quingentis ab India distans.”; Yule, (Cathay and the way thither, I/XLIX): .. esasen Türk halkının bir kolonisidir ... Onların başkenti Hindistan’a 1500 mil mesafedeydi.” Esasen Türklere 1500 mil mesa­fede ve Hindistan’la hemhudut bir şehir olan Taugast’ı Hindis­tan’dan 1500 mil uzaklıktaki bir Türk kolonisi gösteren bu hatanın gösterilmesi gerekirdi. Taugast bir Çin şehri olmalıydı, ama bugüne kadar onu Ç’ang-an’la özdeşleştirmek ve bu isimden T’ang haneda­nını (T’ang kia) türetmek için yapılan denemeler, bana fazla inandı­rıcı gelmemektedir.

Theophylacte, burada Uar ve Hunnilerin Avrupa’ya varışların­da neden gereksiz yere Avarlar ismini aldıklarını anlatarak, arka­sından kağanın yaşadığı önemli olayları şu sözlerle hikaye etmek­tedir:

“Ogor’lara (Uygurlar) karşı muhteşem bir zafer kazandıktan sonra Kolkh (halkı) reisini de kılıçtan geçirdi. Savaşta bu halktan ölüp gidenlerin sayısı en az üç yüz bindir. Öyle ki, dört günlük yol boyunca cesetler saçılmıştı. Zaferin kağana gülümsediği sıra­da Türkler arasında bir iç savaş başladı. Kağan’ın akrabalarından japonca_dipnot_31.png Turum adlı bir Türk darbe yaparak büyük bir ordu top­ladı. Kağan, gâsıbm savaşta üstünlük kazanması üzerine, Sparzö-gun, Kunaksola ve Tuldih ( japonca_dipnot_32.png ) adlı diğer üç kağana adamlar gönderdi. Böylece tüm birlikler top­landıktan ve geniş vadiler içinde yer alan İkar bölgesinde japonca_dipnot_33.png savaşa tutuştuktan sonra, düşmanların kahramanca çarpışması­nın ardından gâsıp mağlup oldu ve ona bağlı ordular geri dönüp kaçtılar. Büyük bir katliamdan sonra kağan tekrar topraklarına sahip oldu. Kağan, elçiler vasıtasıyla İmparator Maurice’i bu ba­şarılardan haberdar etti.”

“Ikar, altın dağ112 diye adlandırılan dağa dört yüz mil mesafe­dedir. Bu dağ, güneşin doğduğu yöndedir. Yerlilerin ona altın dağ demelerinin sebebi ise hem burada bol meyve bulunması, hem de büyük ve küçükbaş hayvanların yetişiyor olmasıdır. Altın dağın en güçlü kağana bırakılması Türkler arasında bir töredir. Türk milleti çok önemli iki hususta övünür ki, gerçekten de bu bölge­de en eski çağlardan beri küçük bir salgın hastalık bile görülme­miş ve çok nediren deprem olmuştur. Halbuki Unnugurların bir zamanlar bir şehir kurdukları Beket japonca_dipnot_34.png depremlerle yok olup gitmiştir. Soğdiyana ise depremler ve salgın hastalıklardan muz-dariptir.

112 Buradaki altın dağı Altaylar olarak düşünmemek gerekir. Aksine bu dağ, Zemarque’ın İstemi’yi gördüğü, Valentin’in Tardu’yu ziyaret et­tiği dağla aynı yerdir. Dolayısıyla eğer tahminlerimiz doğruyla Tekis nehri vadisinde bulunuyordu.

“Türkler ateşe çok aşırı saygı duyarlar; ayrıca hava ve suyu kutsal kabul ederler; toprağı da kutsal sayarlar, ama (bunlara) tapmazlar. Sadece göğün ve yerin yaratıcısını tanrı olarak adlan­dırırlar; ona at, koyun ve öküz kurban ederler. Kendilerine gele­ceği okuyan rahipleri [şamanları] vardır.

“Bu esnada Uar ve Hunnilerden inen Tarhiahlar ve Kotzager-ler,113 Türklerden uzağa kaçtılar ve Avrupaya gelerek Avarların kağanına bağlı olanlara katıldılar. Zabenderlerin de Uar ve Hun-ni halkından olduğu söylenir. Avarlara katılan destek gücünün on bin kişi olduğu tahmin ediliyor.

113 Marquart (Die Chronologie, s. 91) Kotzagerlerle Kutrigurları özdeş­leştirmektedir.

“Türklerin kağanı iç savaşa son verdikten sonra, işlerini hu­zurlu bir şekilde yönetti. Ve böylece soğukkanlılıkla hareket ede­rek, zayıf bir devleti ayakta tutabilmek için Taugastlarla bir anlaş­ma yaptı.”114

114 Theophylacte’ın metninin devamında Klaproth (Memoires relatifs.., III, s. 261-264), Yule (Cathay, I/XLIX-L) ve Marquart (Eranshahr, s. 316) tarafından aşağı yukarı tamamıyla tahlil edilmiştir.

Burada akla gelen ilk soru 598’de İmparator Maurice’e mektu­bu hangi kağanın yazdığıdır. Bu kağanın mektubunda kendisini “dünyanın yedi ikliminin sahibi” diye tanıttığını biliyoruz. “Yedi iklim” tabiri, pek çok Arap yazarının eserinde rastlanan ve dün­yanın meskun alanlarının tamamını gösteren meşhur bir tabirdir. Şu halde yedi iklimin hakimi alelade bir hükümdar değil, Türk­lerin hakan-ı kebiri olmalıydı. Eğer Ta-t’u’nun hayat hikayesini özetlediğimiz sayfalardaki nota bakarsak, o sıralar Türk Hakanlı-ğı’nı parçalayan iç çalkantılar arasında Ta-t’u’nun 598’de kuzey kadar batı Türkleri üzerinde de en meşru hakimiyet iddiasında bulunabilecek kişi olduğu ve 599’de Bilge Kağan unvanı alarak bunu fiilen ortaya koyduğu görülecektir. Ta-t’u’nun 576’da büyü­kelçi Valentin’in huzuruna geldiği Tardu Kağan olduğu hatırla­nırsa, Bizans hükumetiyle çoktan ilişki kurmuş olan bu kağanın muhatabını yakın geçmişteki başarılarından haberdar etme arzu­su anlaşılır.

Her ne kadar Theophylacte’nın metni, mektupta sözü edilen tüm zaferleri tek ve aynı kağana malediyorsa da, ya mektubun Bi­zans diline yanlış tercüme edilmesi ya da başka bir sebebe bina­en, Ta-t’u (Tardu)ya izafe edilen ilk zaferlerin onun seleflerine hamledilmesi gerektiği açıktır. Eğer gerçek Avarları Juan-juanlar-la özdeşleştirmekte haklıysak, bu durumda onları kırıp geçiren kağan T’u-man olmalıdır, ama T’u-man’ın seferlerine kardeşi Şe-timi veya İstemi’ye de götürdüğünü, bu yüzden Theophylacte’ın Stembi Kağan’la bariz bir şekilde Şe-ti-mi’yi kastettiğinü görmüş-tük.115 İstemi zaten Tardu’nun babası olduğuna göre, eğer bizim düşündüğümüz gibi bu mektubun yazarı Tardu ise, babasının Türk Hakanlığı’nın kuruluşundaki payını özellikle hatırlatmış ol­mak istemesi çok doğaldır.

115 Marquart (Historische Glossen, s. 185) bu özdeşleştirmeyi ilk teklif eden kişidir.

Türkler Avarlara saldırmadan önce Theophylacte’ın Eftalitler-le özdeşleştirdiği Abdelleri ezmişlerdi. Fakat Avarlar Juan-juan-larsa, onlar 552’de T’u-man tarafından yenilerek 555’de kesinlik­le yok edildiler. Eftalitler de Türklerin öldürücü darbelerinden nasiplerini 563 ve 567 yılları arasında aldılar. O halde Theophy-lacte’in Eftalitlerin Avarlardan önce mağlup edildikleri varsayımı nasıl açıklanabilir? Türklerin Avarlardan önce mağlup ettikleri halkın Eftalitler olduğu kağanın mektubundan anlaşılıyor. Hal­buki Suriyeli bir yazarın Abdelleri Eftalitlerden ayırt ettiği görülmektedir.116 569 yılından önceki bir derlemede bu metinden bahsedildiğine göre, metin o tarihten daha önce, Eftalitlerin he­nüz güçlü bir devlet oldukları günlerde yazılmış olmalıdır ve do­layısıyla yazarın Abdel ve Eftalitlerden iki ayrı halkmış gibi bah­setmekle yanılmış olması çok zayıf bir ihtimaldir. Bu durumda Theophylacte tarafından ileri sürülen özdeşleştirme reddedilme­lidir. İyi ama, eğer Abdeller Eftalitler değilse, kimdir? Muhteme­len Çinli yazarların T’ie-le, Türk kitabelerinin Tölös dediği halk­tır. Bilindiği gibi Türkler güçlerini ilk önce Tölösleri mağlup ede­rek ispatlamış, arkasından da elde ettikleri zaferin coşkusuyla o güne kadar efendileri durumundaki Juan-juanlara savaş açmayı göze almışlardır. Eğer Abdeller yerine T’ie-leler, Avarlar yerine de Juan-juanlar konulursa, Theophylacte’ın ne demek istediği doğ­ru olarak anlaşılacaktır.

116 Bu metin bazen söylendiğinin aksine Zakhariya le Rhetor’a ait de­ğildir, aksine XII. kitaba Zakhariya’nın kroniğinin Aramice çevirisi­ni III-VI. cüzlerinde muhafaza eden Suriyeli Yakubi bir anonim ya­zar tarafından 569’da kaleme alınmış bir derlemeden girmiştir. Bu bilgiyi borçlu olduğum M. Rubens Duval, bizi ilgilendiren bu par­çanın tercümesini verme inceliğinde bulunmuştur: “Ermenistan’ın Yunancayı andıran bir dil konuşan Gurzan bölgesinin Pers hüküm­darına bağlı küçük bir Hristiyan kralı var. - Ermenistan’ın aynı böl­gesinde onunla aynı dili konuşan, aynı dine mensup vaftizli Aran veya Ara halkı yaşar; bunların da Pers hükümdarına bağlı küçük bir kralları var. - Sisgan, kendi dili olan bir ülke, halkı inançlı, ama pa­ganlar da var. - Bazgun, kendi dili olan, Bab el-Ebvab’a ve Hazar De-nizi’ne sınırdaş, Hunlara ait bir ülke. - El-Ebvabın iç tarafında Bur-gar (Bulgar)lar var; bunların dili kendilerine özgüdür; halk pagan ve barbardır. Ayrıca beş şehirleri var. - Dağlarda oturan Dadu hal­kının kaleleri var. - Ungur (Uygur)lar, çadırda yaşayan bir halktır. - Ugar, Sabar, Burgar, Kurtargar, Abar, Kasar, Dirmar, Sarurgur, Ba-yarsik (Barsilk, bkz. Eranshahr, s. 258), Kulas (Holas), Abdal, Efta-lit; bu on üç halk çadırlarda yaşarlar. Sürülerinin etleriyle, balıkla, vahşi hayvanlarla ve yağmayla idame-i hayat eylerler. - Sayılan son isimler on üç değil, on iki adettir, şüphesiz onlardan önce sayılan Uygurları bu rakama ilave etmekte fayda vardır. Land’daki Aramice metne bkz., Anecd. Syr., III, s. 337).

Uygurlara ( japonca_dipnot_30.png ) gelince, onlar Tölös grubuna mensup bir halktı. Zaman içinde güçlenmişler ve adları Tölös adını bastır­mıştır. Her ne kadar onların Türkler tarafından ne zaman mağlup edildiklerini tam olarak bilmiyorsak da, en azından onların haki­miyetlerini tanımak zorunda kaldıkları açıktır. Hangi nehir sahi­linde yaşadıkları Theophylacte tarafından tam olarak belirtilme­miş olmakla birlikte, zikrettiği Til ( japonca_dipnot_35.png ) kelimesi, “nehir” anla­mına gelen etil veya itil’ den başkası değildir. Marquart da dahil olmak üzere,117 bu su yolunun Sui hanedanı döneminde yani VI. Yüzyıl sonlarında veya VII. Yüzyıl başlarında Uygurların yaşadık­ları Tola nehri olduğunu var sayabiliriz.118

117 Die Chronologie, s. 95.

118 Sui-şu, LXXXIV, s. 8 r°: “Tu-lo (Tola) nehrinin kuzeyinde reisleri se­kin unvanı taşıyan Pu-ku, T’ong-lo, Wei-hu (Uygur), Pa-ye-ku (Bayırku)lar yaşarlar.”

Theophylacte’ın metninde hâlâ pekçok müphem nokta var­dır. Kolkh’lar kimdir? Kağana destek veren Sparzögun, Kunakso-la ve Tuldih ve kağanın düşmanı Turum kimdir? İkar denilen yer neresiydi, Uygurlar tarafından kurulan Beket şehri ve adı Türkler nezdinde Çinlilere işaret Taugast şehri neredeydi? Bilimsel bir şe­kilde cevap veremeyeceğimiz ve zayıf varsayımların büyük des­tekleriyle halletmeyi tercih etmediğimiz onca soru...

597-598’de, yani İmparator Maurice’in kağanın mektubunu aldığı sıralarda, İran şahı Hüsrev Perviz, generali Smbat Bagratu-ni’yi Eftalit ve Kuşanlar’a saldırmaya göndermiş, onlar da kendi­lerine 300 bin kişilik bir destek gönderen kuzey ülkelerinin hü­kümdarı uluğ hakandan yardım istemişlerdi. Bu birlikler Amu-derya’yı geçerek Smbat’ın ordusunu mağlup ettiler, ama hemen akabinde kağanlarının emriyle Amu-derya’yı geçerek tekrar ülke­lerine döndüler. Bunun üzerine Smbat tekrar saldırıya geçip, Ku-şanlar’ın başkenti Belh’e kadar sokuldu, tüm ülkeyi, Herat ve Ba-dagis’i, bütün Toharistan ve Talekan’ı yakıp yıktı. Ayrıca pek çok kaleyi ele geçirip yerle bir etti ve pek çok ganimetle muzaffer bir şekilde döndü. Merv ve Merv er-rud bölgesine gelerek kampını orada kurdu.119

119 Smbat’ın seferinden bahseden Suriyeli tarihçi Sebeos’dur. Bkz. Pat-kanian, JA., Şub-Mart 1866, s. 195-196, ve özellikle Marquart, E-ranshahr, s. 65-66.

Kısacası Smbat’ın seferi yalnızca bir yağma hareketiydi ve bir fetihten ziyade İran’ın doğu sınırını belirlemeyi amaçlamıştı. 598’den itibaren tüm Toharistan, Belh, Badagis, Herat ve hatta Ta-lekan İran’a aitti. Bu bölgeler daha önce Türk hakimiyetini tanı­yan Kuşan prensleri (ki bazıları muhtemelen Eftalitlerden inmey­di,) yönetiliyordu. İran’ın batı sınırını Merv ve Merv er-rud oluş­turuyordu.

Şimdi İmparator Heraklius’un İran’a karşı düzenlediği meşhur seferler sırasında Türklerin iştirak ettikleri olayları gözden geçi-relim.120 Heraklius, 610’da Maurice’in katili zorba Phocas’ı devir­miş ve Bizans tahtına çıkmıştı. Hükümdarlığının ilk yılları fazla dikkat çekici değildi. Hüsrev Perviz, velinimeti Maurice’in intika­mını alma bahanesiyle Bizans İmparatorluğu’na adavet sergile­mek için Phocas’ın cinayetlerini fırsat bildi. Bizans’ın Anado­lu’daki bazı şehirlerini tahrip etmiş ve 614’de generallerinden bi­ri Kudüs’ü ele geçirerek gerçek haç ağacını alıp götürmüştü.

120 Bu seferler hakkında E. Gerland’ın mükemmel makalesine bkz., Die Persichen Feldzüge des Kaisers Heraklios (Byzantinische Zeitschrift, III, 1894, s. 330-373).

Heraklius, savaşmaya ancak 622’de karar verdi. Böylece Hüs-rev’in 628’de ölümüyle son bulacak uzun seferler dizisi başladı. Türklerin üçüncü ve son savaşda (626-628) ortaya çıktıklarını görüyoruz.

Önce Theophane’ın anlatısını özetleyelim121: Hüsrev, 627’de ordularını Şahin’in kumandası altında Heraklius’a saldırmak için gönderdi. Şahrbaraz kumandasındaki bir diğer ordu Avar, Bulgar, Slav ve Gepidlerin yardımıyla kuşatmak amacıyla Cons-tantinopolis önlerine geldi. Heraklius hemen kuvvetlerini üç gruba ayırdı. Birini Konstantinopolis’i savunmak, ikincisini Şa-hin’in üzerine yürümekle görevlendirdi. Üçüncüsünün başına ise bizzat kendisi geçerek savaşı düşman arazisine taşımak ama­cıyla istila hareketine girişti. Heraklius, önce Karadeniz’in doğu ucundaki Lazistan’a gitti. Hazar denilen doğu Türkleriyle ittifak anlaşması yapmak için orada bir süre kaldı. Hazarlar, Hazar Ka­pısı geçidini zorladılar. İtibar yönünden kağandan sonra ikinci adam durumundaki reisleri Ziebel komutasında Azarbaycan eyaletini fethettiler. Heraklius, kendi payına Lazistan’ı terkede-rek Tiflis’e kadar ilerledi. Perslerin işgali altındaki bu şehrin du­varlarının dibinde barbar reis ve imparator arasında görüşmeler yapıldı. Ziebel, Heraklius’u farkedince ona doğru yürüdü, ku­cakladı ve tazim kıldı. Bu esnada tüm Türk ordusu emperyal majesteden gözü kamaşmış gibi yerde secdeye varıyordu. Zi-ebel, oğlunu Heraklius’a takdim etti ve ona kırk bin kişilik bir ordu bırakarak ülkesine çekildi122.

121 Theophane, Chronographie, ed. De Boor, s. 315-316.

122 Konstantinopolis patriği Nicephore’a göre (ed. Bonn, s. 78) Türk kağanı imparatoru görünce o ve tüm maiyeti attan inerek yere ka­pandılar. İmparator ondan yanına at sırtında gelmesini istedi ve kendisine ‘oğlum’ dedi. Türk kağanı onu kucaklayınca başındaki ta­cını çıkarıp onun başına koydu; kızı Evdokya’nın suretini gösterdi ve düşmanlarına karşı yardım ederse kızını vereceği vaadinde bu­lundu. - Ermeni tarihçiler imparatorun kızı Evdokya’yı Kuzey hanı olan hakana verme vaadinde bulunduğunu de belirtmektedirler. (bkz. Patkanian, JA, Şub.-Mart, 1866, s. 213).

Türk birliklerince desteklenen imparatorluk ordusu Eylül 627’de123 Pers topraklarında ilerlemeye başladı. Fakat Türkler yaklaşan kışı bahane ederek birer ikişer firar ettiler ve sonunda tamamı geri gitti. Ne var ki bu kopmalar Heraklius’un fetih yürü­yüşüne devam etmesini engellemedi. 628 yılı başlarında Ctesip-hon’a üç günlük mesafesindeki Dastagerd’de124 bulunduğu sıra­da İran’ın başkentinde gerçekleştirilen bir darbe sonucunda Hüs-rev tutuklanıp ölüme mahkum edildi ve Heraklius’la alelacele an­laşmak isteyen Şiroya lâkaplı büyük oğlu Kavad tahta geçirildi (25 Ocak 628).

123 Gerland, age.. , s. 365.

124 Bu yerleşim yeri hakkında, bkz. Nöldeke, Geschischte der Perser, s.295, n. 1.

Ermeni tarihçi Kalankatlı Moses, bu olayda125 Türklerin rolü hakkında bize daha detaylı bilgiler vermektedir. “Hüsrev’in 36. yı­lında (626), Heraklius, Çoh kapısı126 üzerinden 1000 adam gön­deren Khazir kralı Cebuha-han’dan127 yardım istemek üzere And-re isimli bir elçi gönderdi. Bunlar (bu 1000 kişi) Albanya [Gence-Karabağ civarı], Gürcistan, Lazika veya Egeri’yi geçerek imparato­ra katılmak üzere Konstantinopolis’e gittiler.” - “Hüsrevin 37. yı­lında (627) Cebuha, Agovaniya128 ve Atrpatakan’ı129 yerle bireden kardeşinin oğlu Şat’ı130 gönderdi.” - “Hüsrev’in 38. yılında (628) Cebuha-Han ve oğlunun komutasında (Khazir’ler) Agova-niya’ya girerek, Çoh ve Barda’yı ele geçirdiler. Barda’dan kaçan ahali, benim doğduğum büyük Kagankaytuk kasabasının bulun­duğu Uti’de, dağın eteğine kadar takip edildi, diye anlatır Mo-ses.”131 “Daha sonra Gürcülerin ülkesine birbirini takip eden coş­kun seller gibi aktılar; büyük ve hayranlık verici, eğlence ve tica­ret şehri Tiflis’i sardılar ve kuşattılar. Bunu haber alan büyük im­parator hemen imparatorluğun bütün kuvvetlerini toplayarak da­ha önce hediye ve ihsanlara boğduğu müttefikine doğru alelacele yola çıktı. Onun gelişi her iki taraf için de büyük bir sevinç kay­nağı oldu.” - Romalılar [Bizanslılar] ve Hazarlar tarafından kuşat­ma altına alınan Tiflis halkı mücadeleden vazgeçmedi. Büyük bir kabağın üzerine Hun kralının kocaman bir kelle resmini çizdiler ve onu getirip düşmanın karşısına, surların üzerine yerleştirdiler. Çığlıklar atarak (düşman) askerlerine seslendiler: “İşte sizin mo-narşist kralınız, gelin ve ona saygılarınızı sunun; bu Cebuha-Han’dır!” Sonra, bir mızrak kaparak onların göreceği şekilde üze­rine portresi çizilmiş kabağa saplıyorlardı. Diğer hükümdar da on­ların alaylarından, soytarılıklarından ve küfürlerinden daha az pay almadı, çünkü onu da oğlancı ilan etmişlerdi”. - Her iki hü­kümdar da şehri almayı başaramadılar ve yedikleri küfürlerden çok kızmış olarak çekildiler. Buna karşılık Hazarlar intikam al­makta gecikmediler. Kavad Şiroya henüz tahta çıkmıştı ki, (25 Şu­bat 628) “aniden kuzey rüzgârı yeniden esti ve doğu denizini ka­barttı. Gürcistan ülkesindeki Tiflis yüzünü döndüren ilk şehir ol­du”. Bu şehri aldıktan ve sakinlerini kılıçtan geçirdikten sonra Cebuha-Han ülkesinde geri çekildi, fakat çekilirken oğlu Çat’a birlikler bıraktı; o da bu birliklerle Agovaniya’yı vahşice yıktı. Yi­ne Kalankatlı Moses’den öğrendiğimize göre “Kuzey hanı altın ve gümüş dökümcülerine, demir işleyenlere, büyük Kür ırmağından balık avlayanlara vergiler salıyordu.”132 Kavad’ın oğlu Arteşir za­manında (630’larda) Khazir hükümdarı büyük bir istilaya hazırla­narak, General Çorpan-Tarkan kumandasında 3000 kişilik bir ön­cü birlik gönderdi. Bu sırada General Şahvaraga (Şarbaraz) veya Khurian kral ilan edildi ve Arteşir tahttan indirildi. O, Tackatsi ya­ni Türk süvarileri taburunun kumandanı Honahn tarafından ku­manda edilen 10 000 kişilik Khazirlere karşı gönderdi. Persler Ge-gam Gölü yakınlarında mağlup edildiler. Hunlara gelince, onlar da Ermenistan, Gürcistan ve Agovaniya üzerinden geçip gittiler.”

125 Kalankatlı Moses’in burada verilen veya tahlil edilen metinleri Bros-set’den alınmıştır. Histoire de la Georgie, Additions et eclaircisse-ments au tome I, St. Petersburg, 1851, s. 490-493.

126 Patkanian, JA, aynı tarih, s. 207, daha doğru bir şekilde Cebu-ha-kan olarak yazmaktadır.

127 Çoh veya Çor, Bab el-Ebvab girişinde, Derbend yakınında müstah­kem bir yer.

128 Kafkasların doğu kesimindeki Albanya.

129 Araplar’ın Azerbaycan, Rumların Atropatene dedikleri yer. J. Dar-mesteter (Revue Critique, 1880, n. 16) bu ismi “ateşin indiği ülke” şeklinde açıklıyor. Nöldeke (ZDMG, 1880, XXXIV, s. 692-697) ise aynı ismi İskenderin öldüğü sıralarda bu bölgede satrap olan Atro-pates’in adından türetmektedir.

130 Patkanian, age., s. 207: “Otuz yedinci yılın başlarında, 626-627, ku­zey hanı vadettiği birlikleri Şah unvanı taşıyan yeğeninin kumandası altında gönderdi. Hazarlar Agvanya’yı ve Atrpatakan’ın bir kısmını yerle bir ettiler.” - Şah veya şat unvanı Türkçe şad unvanını göster­mektedir.. XIII. Yüzyıl Ermeni tarihçisi Gantzaklı Kirakos ise aynı kelimeyi şara şeklinde yazar: “Agovaniya katolikosu Ter Veroy, Pers hükümdarı Hüsrev zamanında Şara, Şarar, Şamkor, Şeki, Şirvan, Şa-mahi ve Şaburan adlı yedi şehri bina eden Cabuhtagon oğlu Hazar Şara tarafından esir edilen bir çok Agovan, Ermeni ve Gürcüyü satın aldı.” (Brosset, age., s. 413).

131 Günlük yazarının Kagankatut’lu Moise [Kalankatlı Moses] olarak adlandırma âdeti buradan gelmektedir.

132 Tiflis’den geçen Kura [Kür] ırmağı.

Kalankatlı Moses’in metinlerinde sık sık adı geçen Cebu-ka-ğan, şüphesiz İmparator Heraklius tarafından Tiflis bölgesinde Cala kalesini almakla görevlendirilen Cibga veya Cibgu ile aynı kişidir.133 Muhtemelen Sebeos’un sözünü ettiği Çinli Cepetuh da aynı kişidir.134

133 Brosset, age., s. 226 : “(imparator) Gürcistan kralı Bakur’un oğlunu getirtti: ona Tiflis’i verdi ve Gürcistan mthawarlığını kurdu. Cala kalesini zaptetmesi için ona aynı zamanda Cibga adında bir erist-haw bıraktı”. - age., s. 228 : “Fakat eristhaw Cibga çok kısa süre içinde Cala kalesini ele geçirdi...”

134 Patkanian, age., s. 196 : “Smbat’ın ölümünden sonra Ermeni birlik­ler (birkaç tümen) Kuzey ülkelerinin hakanının koruması altına girdiler. Hakan onlara ordu komutanı Çinli Cepetuh’a gitmelerini ve onun emrine girmelerini söyledi. Bilâhare Heraklius’un Hüsrev’le savaştığı sıralarda Derbend Boğazı’ndan geçip onun yardımına ko­şan ordular işte bu ordulardır”. Sebeos’un bu metnini oldukça fark­lı bir şekilde anlayan Marquart, (Historische Glossen, s. 191) onu şu şekilde çevirmektedir: “Derauf abfallend, begaben sie sich aus der Knechtscahft des grossen Chak’ans, des Königs der Nordlânder, in den Schutz des Cepetuch von Canestan. Sie gingen von Osten nach Nordwesten, um sich zu vereinigen mit den Truppen dieses Cepe-tuch. Und indem sie auf Befehl ihresKönigs des Chak’ans die Wac-he von Cor mit der Heeresmasse passirten, zogen sie dem griech-hischen Kaiser zu Hilfe”. İki tercümeyi değerlendirecek niteliğim yok; bununla birlikte gördüğümüz olaylarla Patkanian’ınki daha iyi bağdaşıyor gibi geliyor: “Kuzey hükümdarı Hakan” Kalankatlı Mo-ses’in kullandığı bir ifadedir ve Hazar kralını gösterir. Diğer yandan Moses Cebu Kağan’ı Hazarların da kralı gibi gösterirken, Theopha-ne, aksi bir görüş belirterek onun itibar yönünden kağandan hemen sonra gelen kişi olduğunu belirtmektedir. Eğer Theophane haklıy­sa, o takdirde Cebu’nun kuzey hanının yani Hazarların hükümdarı­nın başkomutanı olarak adlandırılması daha iyi anlaşılmaktadır. Netice itibariyle Bizans imparatoruna yardıma gelen Çinli Cepetuh ile Heraklius’a destek veren Ziebel veya Cebu’yu özdeşleştirmek hayli zordur. Dolayısıyla Sebeos’un yukarıda verilen metni, Theop-hane ve Kalankatlı Moses vasıtasıyla iyi bildiğimiz olaylara bir ima­dan başka bir şey değildir. - “Çinli Cepetuh” ifadesine gelince, “Çin” kelimesinin Turan halklarını ifade etmek için sık sık kullanıl­dığını hatırlarsak, bu deyim bizi şaşırtmamalı; Firdevsî Türk kağa­nı ile Çin kağanı ifadelerini aynı anlamda kullanır.

Ziebel, Cebu veya Cibgu ve keza Silzibul isminin bir parçası­nı oluşturan Zibul’da, daha önce belirttiğimiz gibi, Türk unvanı “jabgu” vardır. Ziebel’in isminde o tarihlerde Batı Türklerini yö­neten Jagbu Kağan’ı yani Çinli tarihçilerin kat’i bir şekilde Per-sia’ya karşı düzenlenen müteaddit saldırıları ve Hüsrev’in katlini hamlettikleri T’ung şe-hu (yabgu) Kağan’ı görme eğilimi fazla olurdu. Fakat bu yakınlık ne kadar çekici olursa olsun, burada durabileceğimi sanmıyorum. Theophane ve Kalankatlı Moses, as­lında Ziebel veya Cebu’nun Hazarların reisi olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu sav zaten tüm metinlerde teyit edilmiştir. Der-bend Geçidi’nden geçerek Pers vilayetlerini işgal eden, Albanya ve Gürcistan’ı yakıp yıkan Türkler, sahillerinde yaşadıkları için Kaspi Denizi’ne kendi adlarını veren ve İtil üzerindeki Astakhan’ı başkent yapan Hazarlardır. Hazarlar Batı Türklerine bağlı olabi­lirler, ama onlarla karıştırılmazlardı.135 Her ne kadar her ikisi de Hüsrev Perviz’in en azından dolaylı yoldan ölümüne yol açan sal­dırılara katılmışlarsa da, Hazar hakanları Ziebel ve Cebu Batı Türklerinin kağanı T’ung Yabgu ile karıştırılmamalıdır.

135 Her ne kadar Çinliler Hazarları tanımamışlarsa da, yeri geldiğinde onları diğer Türklerden kesin olarak ayırt etmişlerdir. Nitekim T’ang-şu (CCXXI, b, s. 64°), Pers ve Fu-lin hakkındaki dip notun­da (Doğu Roma) bu iki ülkenin kuzeyde Türklerin Hazar boyuna komşu olduğunu belirtmektedir ...

Batı Türklerinin kağanı T’ung yabgu, Heraklius’la birlikte se­fere giden Ziebel değilse bile, Bizans imparatorunun Kazarlarının Türklerin İran’ın doğusundaki bölgelerde ilerlemelerini münferi­den kolaylaştırdığı bir vakıadır. Çinli hacı Hsüan-tsang’ın Hindis­tan’a giderken 630 yılında ziyaret ettiği Yabgu Kağan döneminde Türk Hakanlığı gücünün zirvesine erişmişti ve sınırları İndus’a kadar dayanıyordu.

Fakat yeni bir istilacı her şeyi altüst etmek için çıkagelmişti. Bizans ve İran, uzun savaşlar neticesinde zayıf düşmüşlerdi ve Arapların şok dalgasına dayanabilecek güçte değillerdi. 20 Ağus­tos 636’da vukû bulan Yermuk savaşı sonrasında Bizanslılar Suri­ye’yi kaybetmiş, 636 yılı sonunda veya 637 başlarında Araplar Kadisiye zaferiyle Ctesiphon’un kapısına dayanmışlar ve çok geç­meden Yezdigerd başkentini terketmek zorunda kalmıştı. Bir şe­hirden ötekine kaçmaya çalışan kaçak şah, 638’de boş yere elçi­ler yolladı. 651 veya 652’de ise ülkesinin doğu ucundaki Merv’de sıkışıp kaldığı yerde yardım istediği Türklerin işbirliği sonucun­da öldürüldü ve böylece Sâsânî hanedanı sona erdi.

Bununla birlikte Çinli tarihçiler, Pers kralı unvanını Yezdi-gerd’in Toharistan’daki Türk topluluklarına sığınıp babasının tahtında hak iddia eden oğlu Pirûz’a vermeye devam ettiler. T’ang-şu’ya göre Pirûz, İmparator Kao-tsung’dan destek istedi fa­kat imparator onun için parmağını oynatmaya gerek görmedi. Toharistan tegini ona karşı daha anlayışlı gözüktü ve taht iddi­asında bulunan Piruz’u Arapların soluklanma anından faydalana­rak tahtına oturttu. 658’de Batı Türklerine karşı kazandığı zafer­lerden sonra hükümranlığı altındaki ülkelerin idarelerini yeniden düzenleyen Çin, 661’de bir Pers hükumeti kurdu ve başına Pi-ruz’u geçirdi. Hükumetin payitahtı Tsi-ling idi. Aslında Çin, ol-du-bittileri kabullenmekten başka bir şey yapmıyordu. Tsi-ling’de oturan ve kendini Pers kralı ilan eden Piruz’a bir tür gü­venoyu vermekle yetiniyordu. Acaba bu Tsi-ling şehri neredeydi? Onu kesinlikle İran içlerinde aramamak gerekir, zira Piruz İran’a asla giremedi ve şayet Toharistan tegini Piruz’u yeniden ayağa kaldırmışsa, bu, onu yalnızca İran’a en yakın doğu illerinden bi­rine göndererek olmuştur. Benim teklifim, Tsi-ling’in Secistân’ın (bugünkü Se’istan)Tn136 başkenti Zereng şehri olduğudur.

136 Bu sav daha önce Yule tarafında ileri sürülmüştür. Cathay and the way thither, cilt I, s.LXXXXVII, n.1.

Fakat Piruz Tsi-ling’ de uzun zaman kalamadı, Araplar tarafın­dan yeniden hücuma uğradığından Toharstan’da da tutunamadı ve Çin’e kaçmak zorunda kaldı. Şang-yüan’ın ilk yılının on birin­ci ayında (674)137 iki büklüm vaziyette daha önce kendisini İran hükümdarı olarak tanımakla hüsn-ü ikbal gösteren imparatorun huzuruna vardı. Bu defa da hüsn-ü ikbal ile karşılandı. Bildiğimiz kadarıyla 677’de Ç’ang-an’da bir âteşgede yani Mazde tapınağı kurulması ricasında bulundu ve istediğini elde etti. Kısa süre sonra da oğlu Ni-nie-şi’yi Çin sarayına bırakarak öldü.

137 Tse- çi t’ung kien’in verdiği tarih.

Çinli komiser P’ei Hing-kien, 679’da Çin’e karşı Tibetliler ve Kaşgar prensleriyle işbirliği yapan Batı Türkleri kağanını ceza­landırmakla görevlendirildi. Hing-kien, düşmanı kuşkulandır­mamak için yanına Ni-nie-şi’yi de aldı ve güya tahtta hak iddia eden Sâsânî prensini tahta iclas için Türk topraklarından geçip gitmek zorunda olduğunu duyurdu. Bu taktikle Tokmak’da A-şi-na Tu-çi’yi gafil avlayarak, esir edip tekrar Çin’e döndü. Ken­di kabiledaşlarına kavuşan Ni-nie-şi ise Toharistan’a giderek orada yirmi yıldan fazla kaldı. Ancak herkes tarafından terkedil-diğini görünce, boş bir ümit arkasından gitmekten vazgeçip, 707 yılında tekrar Çin’e dönmeye karar verdi ve kısa süre sonra orada hastalıktan öldü.

Ni-nie-şi’nin başarısızlığından sonra bile Pers kralı unvanını almak isteyen pek çok prens ortaya çıktı. Çin tarihi, 722’de İran şahı Pu-şan-huo tarafından gönderilen bir elçiden söz etmekte­dir. Diğer yandan Hicri 110 yılında (728-729) Yezdigerd’in so­yundan Hüsrev adında biri kendisini tahtına iade edecek olan ka­ğanın ordusunda bulunuyordu.138 Ve en son olarak Si-an-fu kita­besinde adı geçen Ki-lie isimli Nesturi rahip, 732 yılında İran kralı namından Ç’ang-an’a elçi olarak gelmiştir.139 Fakat tüm bu Pers kralları artık sadece Toharistan’ın batı sınırlarında hüküm­ranlık sürebiliyorlardı.

138 Tabari, ap. Marquart, Eranshahr, s. 69.

139 JA, Ocak-Şub., 1897, s. 57.

Şu ana kadar anlatılanlardan Toharistan’ın Türk yöneticilerinin hatırı sayılır ölçüde Araplara kafa tuttukları ve ihtişamlı günlerin­de can düşmanı kesildikleri Sâsânî hanedanı mensuplarının son müdafileri oldukları görülmektedir. Onların mahalli nüfuzları ne olursa olsun, tek başlarına kaldıkları için er geç Araplar tarafından yenileceklerdi. Batı Türk Hakanlığı, şayet VII. Yüzyılın ilk yarısın­da Sir-derya’dan İndus’a kadar hakimiyeti altındaki tüm halkları bir demet gibi elinde tutacak bağları korumuş olsaydı, muhteme­len halifelik böyle bir direnci kırmakta çok zorlanacaktı. Fakat o imparatorluk artık yoktu; esasen Çin 657’den 659’a kadar On Ok­ları yöneten kağanları yenmiş ve esir etmiş; batıda Türk hakimiye­tinin sağladığı bütünlük artık ebediyen yok olmuştu. Araplar çıkıp geldiklerinde karşılarında bu tecavüze karşı koymaktan âciz, bö­lünmüş prenslikler bulmuşlardı. Çin’in Batı Türklerinin kaderinde oynadığı rolü incelerken bunu daha iyi göreceğiz.

VI. Batı Türkleri ile Çin Arasındaki ilişkiler

(VI. Yüzyıl ortasından VII. Yüzyıl ortalarına kadar)

Türkler ve Çinliler, ezeli rakiplerdi; biri zayıflarken öbürü güçleniyor, beriki yükselirken öteki fakirleşiyordu. Türklerin iniş çıkışlarla imparatorluklarını ayakta tuttukları döneme şöyle bir nazar ederek de bunu kolayca tespit etmek mümkün.

Türklerin en parlak birinci dönemi, Batı ve Kuzey Türkleri olarak bölünmelerinden önce 546-581 yılları arasında kalan dö­nemdir ki, Çin’in kuzey ve güney olarak bölündüğü dönemin so­nuna tekabül etmektedir. Çin’de de Kien-k’ang’a (Nan-king) ka­dar Leang (502-556), daha sonra Ç’en (557-588) hanedanı impa­ratorları refah içinde yüzerlerken, Tunguz prens ailelerinin kalın­tıları Kuzey Çin için birbirlerini yiyorlar; 534’deki bölünmeden ve arkasından Wei hanedanının sukutundan sonra Çou’lar (557­581) Ç’ang-an’da (Şan-si’deki Si-an-fu) Batı Wei’lerin yerini alır­ken, Ts’i [Ch’i]ler (550-577) Ye’de (Ho-nan’daki Çang-ti fu) Do­ğu Wei’lerin mirasına konuyorlardı. İlk Türk hakanları, Ç’ang­an’da hüküm süren prenslere yaptıkları yardımın faturasını fazla­sıyla ödetmek için kuzeyli hanedanların didişmelerinden fayda­lanmayı bilmişlerdi. 551’de T’u-man (Bumin kağan) Batı Wei’ler-den bir prensesle evleniyor ve bu evlilik ona Juan-juanların tanı­mayı reddettikleri bir iktidar sağlıyordu. Daha sonraki yıldan başlayarak, Türkler tarafından mağlup edilen Juan-juan hanı A-na-kui hayatını noktalıyordu. 556’da T’u-man’ın oğlu ve halefi Mu-han, Kuku-nor sahillerinde bulunan Tonguz devleti T’u-yü-hunlara karşı başlatılan bir seferde Batı Wei’lerle işbirliği ediyor-du.140 562-67 yılları arasında T’u-man’ın kardeşi ve Mu-han’ın amcası olan on batı kabilesinin kağanı Şe-ti-mi (İstemi) kazandı­ğı zaferlerin yankısıyla batıyı çınlatıyor; arkasından Hüsrev Anu-şirvan’la birleşerek Eftalit İmparatorluğu’nu yıkıyor, 568’de ise Bizans’a bir Türk elçilik heyeti gönderiyordu. Yine 568 yılında Batı Wei’lerin yerini alan Çou hanedanından İmparator Wu, Mu-han’ın öz kızı olan Prenses A-şi-na’yla141 evlenmekten büyük şe­ref duyuyor ve her yıl tartuk olarak kayınpederine yüz bin top ipek göndermeyi taahhüt ediyordu. Çoular, Türklerin destekleri sayesinde rakipleri Ts’i’leri 577’de saf dışı etmeyi başardılar, ama tüm bu olaylarda çifte rol üstlenen Türkler, menkup hanedandan bir prensi ağırlayarak onu Ts’i hanedanı imparatoru ilan ettiler.

140 T’ung kien kang mu: 556 yılının dokuzuncu ayında Türk kağanı Mu-han, T’u-yü-hunlara karşı bir akın düzenlemek için Leang-çu yolu­nu kullandı. Wei hanedanından Yü-wen T’ai, Leang-çu valisi Şi Ning’den süvarilerinin başına geçerek kendisine refakat etmesini is­tedi. T’u-yü-hunlar güneydaki dağlara kaçtılar. Mu-han’ın onları ta­kip etmeye hazırlandığı bir sırada Şi Ning şöyle dedi: “Şu-tun ve Ho-çen şehirleri T’u-yü-hunların can damarıdır. Eğer (T’u-yü-hun-ların) can damarları kesilirse geri kalanları kendiliklerinden dağılır­lar.” Mu-han bu tavsiyeye kulak verdi ve o bir yoldan, Şi Ning baş­ka bir yoldan bu iki şehri tahrip etmeye gittiler ve arkasından Ku-ku-nor sahillerinde operasyona giriştiler.” - Şu-tun ve Ho-çen şe­hirleri bugünkü Si-ning’in batısındaydı (Ta Ts’ing i t’ung çi, CCC-CXII, a, s. 8 r°). Şu-tun şehri şüphesiz eski Ch’üan-jungların Çou hanedanı hükümdarı Mu döneminde Kuo yü’de zikrolunan önderi Şu-tun’un hatırasını yaşatmaktadır. (Bkz. Se-ma Ts’ien, Fransızca çev., I/258, n. 5)

141 İmparatoriçe A-şi-na’nın biyografisi Çou-şu’nun IX. bölümünde bu­lunmaktadır.

Bunun üzerine Çou hanedanı hükümdarı kağanın gönlünde iyi duygular oluşması için her türlü diplomatik yola başvurdu ve hatta 580’de Tsien kin kung-çu adlı kızıyla evlenmesine izin ve­rerek, bunun mukabilinde Ts’i tahtında hak iddia eden kişinin kendisine teslim edilmesini sağladı.

581-611 yılları arasındaki ikinci dönem, Çin’de yaklaşık üç asırdır kırılan imparatorluk bütünlüğünü yeniden tesis etmeyi ba­şaran Sui hanedanının en parlak devridir. Bu hanedanın kurucu­su, tahta geçtiği ilk günden itibaren Türkler arasına nifak tohum­ları ekilmesi gerektiği yönündeki tavsiyeleri kulak arkası etmedi. Kuzey Türkleri arasındaki anlaşmazlıkları körükleyerek, Batı Türklerinin kağanı Ta-t’u’yu onlara karşı kışkırttı ve onları birbi­rini parçalamaya muntazır Kuzey ve Batı Türkleri olarak ikiye bö­len ayrılığı teşvik etti, hatta hedefine ulaşmasına ramak kaldı. Çünkü Ta-t’u, kuzeylileri birbirine silah çekmeye iten ihtilafları destekler bir tavırla, kendi hesabına Türk birliğini yeniden kur­mak istedi. Fakat Ta-t’u, yani Bizanslı tarihçilerin Tardu’su, 575’de büyükelçi Valentin’i oldukça abus bir çehreyle karşılamış olması­na ve 598’de İmparator Maurice’e mağrurane bir mektup yazma­sına rağmen, Tölös kabilelerinin isyanına karşı koyamadı ve 603’de ebediyen tarihten silindiği Kuku-nor bölgesine sığınmak zorunda kaldı. Mirası için bir boğuşma başladı. Topraklarının en batı kesiminde torunu Şe-kui Kağan 609’dan önce Taşkent’e vali atayabildiğine göre belli bir otoriteye kavuşurken, Ç’u-lo Kağan adında bir diğeri İli vadisini işgal etmiş gibi görünüyordu. Fakat Ç’u-lo, uyguladığı şiddet sebebiyle Tölösleri ve Sir-Tarduşları ya­bancılaştırmıştı. Bu esnada Çinli komiser P’ei Kü, onun rakibi Şe-kui Kağan’ı el altından destekliyordu ve 611 yılına gelindiğinde artık Sui’lerin sarayına sığınmaktan başka çaresi kalmamış, Şe-kui ise Batı Türklerinin yegane efendisi olarak kalmıştı.

İmparator Yang’ın (605-616) Kore’ye karşı bir dizi ihtişamlı ve tahripkâr seferlere giriştiği 611 yılı, aynı zamanda Türkler için Sui’lerin son yıllarının önemli bir kısmını ve T’ang hanedanının birinci imparatorunun hakimiyet devrini (611-626) kapsayan ye­ni bir dönemin (611-630) başlangıcıydı.

Önce Kuzey Türklerini ele alalım. Onlar, Leao-tung’da Çin or­dularını yavaşlatan başarısızlıkları öğrendiklerinde, cesaretlenmiş ve kısa süre sonra sınır tanımayan cüretkârlıkları artmıştı. İmpa­rator Yang, 615’de kuzey sınırlarını teftiş etmek amacıyla şahsen bir gezi tertipleme tedbirsizliğinde bulunmuştu. Türkler Yen-men’de (Şan-si’deki Şo-p’ing fu) ona bir sürpriz hazırlayarak şeh­ri sekiz ve dokuzuncu ay boyunca kuşatma altına aldılar. Gerçi imparator kaçıp kurtulmayı başardı ama, öyle çok korkmuştu ki, bir sonraki yıl, en bilge danışmanlarının tavsiyelerini hiçe sayarak batıdaki başkenti Lo-yang’ı terketti ve günümüzde Kiang-su eya­letindeki Yang-çu fu’ya tekabül eden Kiang-tu’ya taşındı. Güney­deki bu kaçış bir aczin ifadesiydi ve her yerde isyan bayraklarının açılmasına sebep oldu. İmparator Yang generallerinden Yü-wen Hoa-ki tarafından öldürüldükten sonra, bütün çete reisleri hakim güç olmak istediler ve o günden sonra ancak en güçlülerin haklı olabildikleri bir kör döğüşü başladı. Bu kargaşa günlerinde, on al­tı hanedan döneminde Miladi 400 yıllarında Batı Leang’ların kü­çük hanedanına prensler yetiştiren Li ailesinden inme Lü Yüan adlı bir T’ang prensi ve oğlu Li Şi-min, Sui hanedanından genç bir temsilciyi tahta çıkarmayı, arkasından Li Yüan lehine tahttan fe­ragat etmesini (12 Haziran 618) sağlamayı başardılar. Ç’ang-an’ı kendine başkent edinen Li Yüan, T’ang hanedanının kurucusu olarak bilinir. Ölümünden sonraki adı Kao-tsu’dur.

Kao-tsu’nun muzaffer olabilmek için daha çok çalışması gere­kiyordu. Bu bahtlı asker her ne kadar Ç’ang-an’a yerleşebildiyse de, diğer maceraperestler Çin’in öteki bölgelerinde ellerinde si­lahla iddialarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Kao-tsu, uzun yıllar boyu bunlarla mücadele etmek zorunda kaldı ve en sonun­cuları Liu Hei-ta’yı ancak 623’de mağlup edebildi. Yine de düş­manlarının hakkından gelmek için Kuzey Türklerinin desteğini almak zorunda kaldı, fakat onlar lehine verdiği bazı sözler bilâ­hare onu alçakça davranışlarda bulunmaya zorladı. Bilindiği gibi Batı Türklerinin kağanı Ç’u-lo Suilere sığınmış, daha sonra Li Yü-an’ın saflarına katılmış ve hatta Li Yüan 618 yılında ona “adalate dönen kral” unvanı vermiş, ama Ç’u-lo Kuzey Türklerinin kağa­nı Şi-pi’yle olan eski bir ihtilaf yüzünden onun öldürülmesini is­tediğinde misafirini teslim etmekten başka bir şey yapamamıştı.

Hie-li, 620’de Kuzey Türklerinin kağanı olduktan sonra T’ang’ların çok güçleneceklerinden korkarak, sürekli saldırmaya başlamıştı. Öylesine dehşet saçmıştı ki, nihayet Kao-tsu 624 yılı­nın yedinci ayından sonraki artık ayda başkenti Ç’ang-an’ı ateşe verip daha güneye taşınmayı bile düşündü. Fakat Li Şi-min baba­sını bu fikrinden vazgeçirdi ve bir sonraki ay kağan ordusuyla Ç’ang-an önlerine geldiğinde bizzat karşılamaya çıkarak, kararlı tutumuyla onu geri dönmek zorunda bıraktı.142

142 Tse-çi t’ung-kien’de verilen tarihlere bkz.

Li Şi-min askerî yeteneği sayesinde tahtın gerçek dayanağı gi­bi görünüyordu, fakat aynı zamanda imparatoru gölgeleyen bir şöhrete kavuşmuştu ve kendi desteğiyle ayakta duran tahtı ele ge­çirmesi uzun sürmedi. Kendisini zehirlemeye çalışan veliaht ağa­beyini 2 Temmuz 626’da143 öldürdü ve imparator 4 Eylülde onun lehine tahttan feragat etmek zorunda kaldı. Li Şi-min, artık İm­parator T’ai-tsung idi.

143 Daha önceki bir dipnotta Gaubil’in verdiği 4 Ağustas 626 tarihini göstermiştim.

Yönetimi ele aldığı sırada durum çok kritikti. 23 Eylülden sonra Hie-li Kağan muhteşem bir ordunun başında Wei ırmağı kıyılarında boy gösterdiğinde, yeni imparator surların arkasına saklanacağı yerde ordularını savaş düzenine soktu. Türkler bu kadar cesaretten şaşkınlığa düşerek ve zaten fazlasıyla ileri gitmiş olmaktan çekinerek görüşmeyi kabul ettiler; barış anlaşması Wei ırmağı üzerindeki Pien köprüsünün yanında imzalandı; Han ha­nedanından imparator Wu tarafından yaptırılan bu köprü Ç’ang-an’ın kuzey surlarında açılan Pien kapısının karşısındaydı. Bu küçük detay, T’ai-tsung’un savunmasını üstlendiği Çin başkenti­nin nasıl bir tehlike içinde olduğunu göstermektedir.

Kuzey Türklerinin Çinin varlığını tehdit ettiği günlerde, Batı Türkleri de bir bolluk dönemi yaşıyorlardı. 611 yılında Batı Türklerinin başına geçen Şe-kui Kağan, iktidarını oldukça geniş­letti. Altaylardaki Sir-Tarduşlar onlara bağlandılar. Kağanın otağı Kuça’nın kuzeyindeki San-mi dağında yani büyük bir ihtimalle Tekis vadisindeydi. Bizans elçilerinin dedesi Tardu ve büyük de­desi İstemi’yi ziyaret ettiği yer olan Ektag’ı esasen bu bölgeye yer­leştirme gerektiğini belirtmiştik. T’ung şe-hu yani Şe-kui’nin kar­deşi T’ung Yabgu 618’den daha önce bir tarihte onun yerine geç­ti. Wu-sunların eski topraklarını yani Kunje, Tekis ve İli vadileri­ni elinde tutuyordu, ama o daha ziyade Evliya-ata’dan 150 li uzaktaki Min Bulak (Ch’ien-ch’üan)’da yaşamak hoşuna gidiyor­du. Kuzeyde Tölösleri yenmiş, batıda seleflerinin fetihlerini ta­mamlamış; VI. Yüzyılın sonundan itibaren Hüsrev Anuşirvan za­manında İstemi’nin ulaştığı Amu-derya’nın ötesine ulaşmıştı. Mağlup edilen her krallıkta krala hie-li-fa unvanı vererek, yanına verginin toplanmasına ve içinden haracın alınmasına nezaret et­mekle görevli bir tudun144 bırakmıştı. T’ung şe-hu Kağan’ın gü­cünün ne olduğunu hiçbir şey Çinli hacı Hsüan-tsang’ın yazıla­rından daha iyi anlatamaz. Kağana 630 yılı başlarında Tokmak yakınlarında rastlayan bu gezgin, onun maiyetinin barbar şatafa­tını çok doğru bir şekilde anlatır. Aynı gezgin Batı kağanının ola­ğanüstü itibarının ne olduğunu Turfan’a varışından itibaren çok yakından görecekti. Kao-ç’ang (Turfan) kralı esasında kağanın müttefiki ve neredeyse kölesiydi. Kağan, Hsüan-tsang’a büyük komşusu için tavsiye mektupları vermiş ve netice hacı onun hi­mayesi sayesinde Turfan’dan İndus sahillerine kadar hiçbir prob­lemle karşılaşmadan ulaşabilmiştir. Amu-derya’nın güneyindeki Kunduz’da kağanın büyük oğlu ve Turfan kralının damadı Tardu Şad’ı da ziyaret etmişti. Tardu Şad, bütün Toharistan’a yönetiyor­du. Hsüan-tsang orada kağanı ölüme götüren canice entrikalara ve oğlunun tahta çıkışına şahit olmuştu. Yeni tegine kızmamış ve onun tavsiyesi üzerine Belh şehrini ziyaret etmişti. Belh, Batı Türklerinin batı tarafındaki uç sınırı değildi; Garcistan’a bağlı Ta-lekan da Türklere aitti ve ancak Merv’den sonra Pers İmparator­luğu sınırları başlıyordu.145

144 Tudun unvanı Türk kitabelerinde geçmektedir. Bkz. Radloff, Die alttürkischen, s. 197: tudun Yamtar; s. 257: Kül tudun. Türklerle il­gili Çince metinlerde bu unvan çoğu kez t’u-t’un şeklinde geçmek­tedir. Batı Türkleri Karaşar kralına tudun unvanı vermişlerdir. Taş­kent’in bazı hakimleri tudundu. 609’da Hami’yi bir tudun yöneti­yordu. Şi-wei’ler VI. Yüzyılın ikinci yarısında kendilerini üç tudun-la yöneten Türklere itaat etmişlerdi. (Pei-şi, XCIV, s. 9 v). - Theop-hane’a göre 711 yılında Kerson şehrinde Hazar hakanını bir tudun temsil ediyordu. Theophane’ın metninde geçen tudunun bugüne kadar zannedildiği gibi (Saint-Martin, ap. Lebeau, Hist. du Bas-Em-pire, XII/75, n. 4 ve 5) özel bir isim olmadığı açıktır. Charlemagne’a boyun eğen ve 796’da Aix-la-Chapelle’de vaftiz olan Avar hanı Tu-dun adında da bu unvanı görmek gerektiği açıktır.

145 Memoires, Julien terc., I/35.

Bir gerileme devrinin başlangıcı olarak nitelendirebileceği­miz 630 yılı, Türkler için kuzeyde olduğu kadar batıda da uğur­suz bir tarihti. Kuzey Türklerinin çöküşü ani ve küllî idi; sebe­bi de İmparator T’ai-tsung’un politikasına damgasını vuran enerjik yönetimdi.

627’de Altaylı Sir-Tarduşlar Hie-li kağana karşı isyan ettiler. Hie-li, Tu-li Kağan’ı onları tedib etmekle görevlendirdi, ama göre­vini başarıyla tamamlayamayan Tu-li itibardan düştü. Bu olayları öğrenen imparator, Tu-li Kağan’a ve Sir-Tarduşlar’a yaklaşmaya başladı. Onun bu yaklaşımları her iki tarafca da olumlu karşılan­dı ve sonuçta Tu-li Kağan 626’da kendisine bağlı tüm göçebe ka­bilelerle birlikte Çin topraklarına geçip sığınma istedi. Buna kar­şılık T’ai-tsung’un desteğine güvenen Sir-Tarduşlar, saldırılarını daha şiddetli bir şekilde yenilemeye başladılar. Böylece sırası ge­lince Çin birlikleri de saldırılara iştirak ettiler ve 630 yılının bi­rinci ayında büyük bir zafer kazandılar. Aldıkları esirler arasında Sui hanedanından İmparator Yang’ın dul karısı ve torunu da var­dı. Türkler bu kişileri T’ang’lara146 karşı sürdürdükleri davaları­na destek olmaları için misafir ediyorlardı. Bir sonraki ay, impa­ratorluk kuvvetleri Hie-li Kağanı kendisini yakalayacak ve ha­kanlığı harabeye döndüreceklerdi. Türkler için elli yıl sürecek kölelik devri başlıyordu. Koşo-Saydam yazıtlarında bu devir “.. Tabgaç halkına beylik evladı kul oldu, hatunluk kız çocuğunu cari­ye kıldı. Türk beyler Türkçe isimlerini bırakıp Tabgaç beylerinin Tabgaçca adını kabul edip, Tabgaç’a bağlandı. Elli yıl gücünü ve emeğini ona verdi”147 sözleriyle anlatılır.

146 Kiu T’ang-şu, III, s.1 r°.

147 Thomsen, Orhun Yazıtları, s. 90.

Çinliler, Batı Türklerine karşı başlangıçta o kadar saldırgan değillerdi. Aksine Kuzeylilerden korktuklarında müttefik kazan­mak için Batılıları hoş tutmuşlardı. Nitekim Kao-tsu kendi süla­lesinden bir prensesi T’ung şe-hu’ya vaat etmiş, ama ne pahasına olursa olsun bu ittifaka önlemek isteyen Kuzeyliler, söz konusu evliliği engellemişlerdi. Hatta eğer bazı kayıtlar doğruysa, Hie-li Kağan’ın kurmayları Guçen yakınlarındaki Bişbalık’a kadar iler­lemiş, T’ung şe-hu’nun topraklarının büyük bir kısmını ele geçir­mişler ve aynı sıralarda Kara İrtış civarındaki Karluklar isyan et­mişlerdi. T’ung şe-hu bu sırada öldürüldü. Çin kaynakları onun ölüm tarihini 628 olarak göstermektedir, ama Hsüan-tsang’ın ta­nıklığı bu ölümü Hie-li’nin [Kat İl-han’ın] felaketine şahit olan 630 yılına tarihlemektedir.

Batı Türkleri homojen bir millet oluşturamazlardı. Çünkü esasen On Boylar [On Oklar] iki gruba bölünmüştü: Beş Nu-şi-pi boyları Issık-göl’ün batısında, beş Tu-lu boyları ise aynı gö­lün doğusunda yaşıyorlardı. Çince metinlerin dikkatli bir şekil­de incelenmesi, bu boyların 630’da T’ung şe-hu’nun ölümünden sonra ayrıldığı ve başlarında daima iki ayrı lider bulunduğunu gösterecektir. On Oklar’ın kaderin cilvesiyle tek bir kağanın idaresi altında olduğu kısa dönemler hariç tutulursa, Nu-şi-pi-lerin başında sırasıyla şu kağanların bulundukları söylenebilir: Belh kuşatması sırasında ölen Si şe-hu, 639’larda Fergana’da ölen Tie-li-şi, Şe-hu, Şe-kui, Çen-çu şe-hu; Tu-luları ise münfe­riden şu kağanlar yönetmiştir: Mo-ho-tu, Tu-lu, Ho-lu.148

148 T’ung şe-hu’nun katledilmesinden sonra Mo-ho-tu iktidarı gaspet-tiyse de Nu-şi-piler tarafından tutulmadı ve mağlup olunca Altayla-ra sığındı. O sıralar doğu kabilelerine hükmediyordu. Nu-şi-pi ka­bileleri tarafından intihab olunan ve mağlubiyetten sonra Soğdiya-na’ya kaçan Si şe-hu ise aynı sıralarda batı kabileleri üzerinde söz sahibiydi. 634’de ölen Ni-şu, On Oklar birliğine hükmetmiş gibi gö­rünüyor ve en azından ilk başlarda oğlu ve halefi Tie-li-şi de öyle idi, ama 638’de Tu-lu Kağan doğu kabilelerinin reisi olmuştur. Tie-li-şi’nin ölümü üzerine, batı kabileleri yani Nu-şi-piler 639’de Şe-hu Kağan’ın şahsiyetinde yeni bir kağan seçtiler. Ts’e-fu yüan kui’de (blm. 964, s. 6 r°) onbeşinci çeng-kuan yılının (641) yedinci ayın­da Çang Ta-şi adında üst düzey bir Çinli memurun Batı Türkleri arasında Nu-şi-pilerin lideri Mo-ho-tu şe-hu’ya İ-p’i-şa-po-lo şe-hu Kağan unvanı verip, hakanlığının onaylandığını bildirmek üzere gitmekle görevlendirildiğini okuyoruz. (Pi-ho-tu şe-hu, daha önce­ki bir metinde [Nu-şi] pe [mo] ho-tu şe-hu şeklindeki geçen ibareden çıkmış olsa gerek. Tu-lu Kağan, Şe-hu Kağan’ı mağlup edip top­raklarını ilhak etmeyi başarmıştır, ama metinler bize Nu-şi-pi kabi­lelerin içten gelerek ona itaat etmediklerini belirtmektedir. Ho-lu başlangıçta Tu-lu kabilelerini yönetiyordu, fakat bilâhare Şe-kui’nin halkını yani Nu-şi-pi kabilelerini zaptetmiş ve On Okları yönetme iddiasında bulunmuştur. Fakat aynı sıralarda Çen-çu şe-hu beş Nu-şi-pi kabilesi adına ona kafa tutuyordu.

Çinliler, 630’da Kuzeylilere karşı zafer kazandıktan sonra ken­dilerine hiçbir yararları kalmayan Batılılarla dostluk kurma te­şebbüslerini bıraktılar. Daha önce kendilerine bağlı olan bölgele­ri yavaş yavaş ele geçirmek isteyen Nu-şi-pi ve Tu-lu boyları ara­sındaki bitmez tükenmez kavgalardan yararlandılar. 640’da Kao-ç’ang’ı (Turfan) aldılar ve batının tüm yollarını kontrol eden bu stratejik noktayla gerçekten ilgilenmeye karar verdiler. Arkasın­dan Kao-ç’ang üzerinde hak iddia eden Yen-k’i (Karaşar) hakimi­ne saldırıp, esir ettiler. 646’da Sir-Tarduşlara karşı ayaklanan Uy­gurları desteklediler; onların ülkelerinde kendi idari sistemlerini kurdular ve oraya ulaşmak için atmış sekiz menzilli bir yol açtı­lar. Daha sonra Uygurlar Batı Türklerine karşı onların değerli bir müttefiki olacaklardı. Yine aynı yıl, Batı Türklerinin kağanı Şe-kui bir Çinli prensesle evlenmek istedi. T’ai-tsung buna karşılık [çeyiz olarak] Kuça, Hotan, Kaşgar, Kökyar ve Taş-kurgan gibi Batı Türkistan’ın belli başlı şehirlerini talep etti.149 Fakat istedi­ğini elde edemeyince, hemen bu şehirleri fetih kararı aldı. Kuça 648’de Çinlilerin eline geçti ve ülkenin hükümdarı hapsedildi. Ona arka çıkan yeni Karaşar hükümdarı da ölüme mahkum edil­di. T’ai-tsung 649’da öldüğünde, sadece Kuzey Türklerini yarım yüzyıllığına kul haline getirmekle kalmamış, aynı zamanda bazı kervan yollarını ellerinden yolup almak suretiyle Batı Türklerini de münferiden zayıflatmıştı. Siyasî arenada yeni boy göstermeye başlayan Tibet, o sıralar Çin’in pişmiş aşına soğuk su katacak du­rumda değildi ve esasen daha ziyade onunla müttefik olmak isti­yordu. Nitekim kral Srong-tsan Gam-po 641’de imparatorluk ai­lesinden Wen-ç’eng prensesiyle evlenmişti. 643-645 yıllarında ise Çin elçileri Li İ-piao ve Wang-Hsüan-ts’e, Tibet ve Nepal üzerin­den Magadha kralı Harşa Çiladitya’nın yanına gidebiliyorlardı; fa­kat 646’da ikinci defa Magadha’ya gelen Wang Hsüan-ts’e, gâsıp A-lo-na-şun’un adavetiyle yolu kesilince Tibet ve Nepal’den aldı­ğı yardımlarla Hint birliklerine karşı büyük bir zafer kazanmıştı. 648’de Ç’ang-an’a döndüğünde aldığı esirler arasında A-lo-na-şun da vardı.

149 T’ung kien kang mu, bu olayın yirminci çeng-kuan yılının altıncı ayında olduğunu kaydetmektedir.

T’ai-tsung tarafından başlatılan devâsâ hamle, halefi Kao-tsung (650-683) tarafından tamamlandı. Ho-lu adlı bir kağan, T’ai-tsung’un ölümünden sonra Tu-lu boylarının başına geçerek isyan etmişti. Çin yönetimi onu bertaraf etmek amacıyla Nu-şi-pi boyları üzerine sürdü, fakat sonuçta On Ok boy birliğinin tama­mı onun liderliği altında toplandı ve Ho-lu hiç olmadığı kadar güçlendi. Bu durumda onunla açıktan açığa bir savaşa girmek ge­rekiyordu. Böylece Batı Türk Hakanlığı’nın yıkılmasına yol açan bir dizi askerî sefer başlatıldı. Çinliler, 652’de Uygurlarla birleşe­rek Guçen yakınlarında yaşayan Ç’u-yüe’leri ezdiler ve Manas nehri sahillerinde oturan Ç’u-mi boyu reisini hapsettiler. 656’da ise Karluk ve Ç’u-yüe reislerine karşı savaşırlarken, ikinci derece­den bir general, Çu-mu-kunların yaşadığı Tarbagatay’a kadar so­kulup Yen isimli şehirlerini zaptediyordu. Üçüncü bir ordu da Tanrı Dağları’nın güneyine geçerek Yulduz vadisinde Şu-ni-şi ka­bilelerine saldırıyordu. Çinliler, nihayet 657’de ve yine Uygurla­rın desteğiyle bizzat Ho-lu’ya karşı saldırıya geçtiler. Onu İli neh­rinin kuzeyinde mağlup ederek, nehri geçip batıya, Talas’ın öte­sine kadar kaçmak zorunda bıraktılar. Ho-lu, Taşkent hakimi Şu­nu şad’a sığınabileceğini ümit ediyordu, fakat bizzat onun tara­fından tutuklanarak 658’de Çinlilere gönderildi. Yine imparator­luk ordusundan bir kol aynı sıralarda Ebi-nor yakınlarındaki Çang-ho’da Ho-lu’nun yüzbaşılarından birini hezimete uğratır­ken, bir diğeri Kuça’da Ho-lu’ya arka çıkan bir reisi mağlup etti. Hâlâ savaşı sürdüren Çen-çu şe-hu ise 659’da hezimete uğratıldı. Çin, böylece Batı Türklerinin yaşadıkları tüm toprakların nomi­nal hakimi oldu ve buraları sınırlarına kattı.

VII. Batı Türklerinin Topraklarında Kurulan Çin idari Teşkilatı

658-659 zaferlerinden sonra Çin’in Batı Türk Hakanlığı’nda kurduğu idari teşkilat, bu toprakların siyasî coğrafyasını kısmen yeniden yapılandırma imkanı sağladığı için, gerçek bir bilimsel öneme sahiptir.

Doğuda Barkul Gölü’nden T’ien-şan veya Tanrı Dağları’nın ku­zeyine, batıda İskender dağlarına kadar uzandığını belirtmek sure­tiyle Türklerin öz topraklarının sınırlarını çok kesin bir şekilde ta­nımlamış oluruz. Beş Tu-lu boyu doğuda, beş Nu-şi-pi boyu da ba­tıda bulunuyordu. Türklere bağlı olan batı ülkelerine gelince, bun­lar iki gruba ayrılır: Hü King-tsung’un150 raporuna göre 659’da Çin yönetimine geçen birinci gruptakiler Mâverâünnehir’deydi, Wang Ming-yüan’ın verdiği bilgilere istinaden 661’de organize edi­len ikinci grup ülkeler ise Demirkapı Geçidi’nin güneyinde yer alı­yor ve Amu-derya vadisinden İndus’a kadar uzanıyordu.

150 658 yılında Hü King-tsung’un, bu krallıkların tamamını teftiş eden özel komiserlerin raporlarına istinaden arşiv memurlarıyla birlikte “batı ülkelerinin haritalı bir kitabının” hazırlanması ve tashih edil­mesiyle görevlendirildiğini, böylece meydana getirilen eserin 60 bö­lüm içerdiğini ve 658’de tahta sunulduğunu (T’ang-şu, LVIII, s. 14 r°) daha önce görmüştük. Diğer yandan Tse- çi t’ung kien (CC, s. 9 r°) on-dördüncü hien-k’ing yılının (659) dokuzuncu ayında Şe (Taşkent), Mi (Maymarg), Şi (Keş), Ta An (Buhara), Siao An (Hargan), Ts’ao (İş-tikan), Pa-han-na (Fergana), İ-ta (Eftalitler), Su-le (Kaşgar) ve Çu-kü-p’an’ın (Kökyar) idari cihetten teşkilatlandırılması yönünde bir imparatorluk fermanı yayınlandığını kaydetmektedir. Burada zikre­dilen son iki isim, Kaşgar ve Yarkend’in Mâverâünnehir’le ayna anda resmen imparatorluğa ilhak edildiğini göstermektedir. Ayrıca Doğu Türkistan’ın önemli bir kısmının 648’den itibaren Çin etkisi altına girdiğini de kaydetmek gerekir. (Kuça ve Hotan’la ilgili notlara bkz.) Her ne kadar Doğu Türkistan çoğu kez Türklerin hakimiyetini tanı­mak zorunda kalmışsa da, kendi mahalli prenslerine sahip olmuştur ve dolayısıyla Batı Türk Hakanlığı’nın bir parçası olarak görülemez.

Batı Türklerinin öz toprakları 657 yılının on ikinci ayından itibaren iki askeri valiliğe151 dönüştürüldü. Mung-ç’i’nin yöne­timindeki askeri valilik Sui-şe (Çu) vadisinin batısındaydı ve Nu-şi-pi kabilelerini teşmil ediyordu; Kun-ling’deki ise aynı va­dinin doğusundaydı ve Tu-lu kabilelerini teşmiş ediyordu. Ayrı­ca her ikisi de Guçen’in 90 li güneybatısında, bugünkü Tsi-mu-sa’nın bulunduğu bölgeye yakın yerdeki Pei-t’ing (Bişbalık) as­keri valiliğine bağlıydı. Diğer batı ülkelerinin tamamı 658 yılı­nın beşinci ayında merkezi (Turfan’ın batısındaki) Kiao-ho ç’eng’den Kuça’ya nakledilen An-si askeri valiliğine tâbi idi.152

151 Daha önce, 649 yılının ikinci ayından itibaren, A-şi-na Ho-lu’nun toprakları Yao-ç’i vaskeri valiliğine dönüştürülmüştü. (Tse-çi t’ung kien, CXCIX, s. 5 r°) 653’de çoktan lağvedilen bu askeri valiliğin merkezi bugünkü Fu-k’ang kazasının 190 li doğusunda, T’ing eya­letine bağlı Mo-ho şehrindeydi (T’ung kien tsi lan, LI, s. 38 v°) Yao-ç’i, Mu t’ien tse çuan’da anlatılan bir efsaneye göre Si wang mu’nun sahilinde Göğün Oğlunu kabul ettiği meşhur gölün adıydı.

152 Tse-çi t’ung kien, CC, s. 6 v°.

T’ang-şu’nun XLII b bölümünde hem beş Tu-lu kabilesinin ve onlara bağlı boyların topraklarında, hem de Amu-derya’nın gü­ney bölgelerinde kurulan hükumetlerin (tu tu fu) ve ilçelerin tam listesi mevcuttur.153 Bununla birlikte, izahı güç bir unutkanlık sebebiyle T’ang-şu’nun aynı bölümü, hem Nu-şi-pi boylarını, hem de Mâverâünnehir’i bütünüyle görmezden gelmektedir. Bu boşluk Mâverâünnehir için kısmen doldurulabilir, fakat beş Nu-şi-pi boyuyla ilgili hiçbir bilgi bulamadık.

153 Her iki listeyi de 67. sayfadaki dipnotta vermiştim. Ancak, bazı coğ­rafi özdeşleştirmelerimin haklı sebeplerini göstermek ve bazıları M. Marquart’ın Eranshahr’ında geçen şekliyle, bazıları ise bu bilim ada­mının bana yazma lutfunda bulunduğu mektuplarında belirtilmek­le birlikte, bu eserin basımı sırasında gözüme çarpan kimi yeni öz­deşleştirme teklifinde bulunmak amacıyla biraz daha detaya girece­ğim. Okuyucunun maalesef s. 96-98’deki dipnota girmiş bulunan bazı hataları eserin sonuna koyduğumuz düzeltmeler kısmındaki bilgilere göre tashih etmesi rica olunur. [Bu düzeltmeler doğrudan kitabın ilgili yerlerine konulmuştur. - Editör.]

Bilgilerimiz bu durumdayken Batı Türk Hakanlığı’nın değişik bölgelerini gözden geçireceğiz.

I. Beş Tu-lu Kabilesi ve Ona Bağlı Boylar:

a) Beş Tu-lu kabilesinin yaşadığı topraklar tam olarak daha sonraları Cungarya denilen bölgeye tekabül etmektedir. Bu beş kabile şunlardır:

1. Ç’u-mu-kunlar (Fu-yen hükumeti) Targabatay bölgesini iş­gal ediyorlardı.154 Belli başlı şehirleri Yen şehriydi.155 Ç’u-mu-kun beyleri, Ç’u-mu-kun lü ç’o (çur) veya Ç’u-mu-kun k’ü-lü-ç’o (çur) unvanına sahiptiler.

154 Si yü t’ung wen çi (blm. I, s. 17 r°) Emin veya Emil şehrinin T’ang döneminde Ç’u-mu-kunların oturduğu bölgede bulunduğunu be­lirtmektedir. 1122’de Kara-Kitanlar tarafından kurulan Emil şehri, Tarbagatay’da Çuguçak’ın güneyinde Emil nehrinin sahilleri üze­rindeydi. (Bretschneider, Mediaeval Researches, II/42-44). Si yü t’u çi (X, s. 5 v°) Ç’u-mu-kunları ayrıca Tarbagatay’a yerleştirir, ama ora­da Karluklarla kaynaştıklarını belirtir. İleride Karlukların Altaylar-dan Tarbagatay’a kadar uzandıkları görülecektir.

155 Tse-çi t’ung kien, CC, s. v°: 656’da Çinli general Çu Çi-tu, Türgişle-re ve zaptettiği Yen şehrindeki Ç’u-mu-kunlara saldırdı. Yorumcu şu cümleyi ilave ediyor: “Sin T’ang-şu’ya göre Yen şehri Ç’u-mu-kunların oturduğu şehirdi.”

2. Hu-lu-wular (Yen-pi hükumeti) Kur-kara-ussu ve Ayar-nor bölgesini işgal ediyorlardı.156 Beyleri Hu-lu-wu k’üe ç’o (kül çur) unvanına sahipti.

156 Si yü t’u çi (X,s. 5 v°) Hu-lu-wu’ları Cungarcada “acûze karnı” anla­mına gelen ve haritamızda Ayar-nor olarak gösterilen Ebin-gesun Gölü’nün güneyine yerleştirmektedir (Si yü t’ung wen çi, V, s. 8 r°) Si yü t’u çi’ye göre (aynı yer) Hu-lu-wu’lar Sui-lai yani Manas kaza­sı bölgesini işgal etmişlerdi. O sıralar birazcık batıya, Kur-kara-us-su’ya doğru kaymış olmalılar; çünkü Manas bölgesi Ç’u-milerin toprağı olarak gözükmektedir.

3. Şe-şo-tiler (Şuang-ho hükumeti) Borotala ve Ebi-nor bölge­sini işgal ediyorlardı.157 Beyleri Şe-şo-t’i t’un ç’o (çur) unvanına sahipti.

157 Si yü t’u çi (X, s. 5 v°) Şe-şo-t’i’leri Borotala’nın sağ ve sol cenahına yerleştirmektedir. Bu nehir, serâpâ yemyeşil bir vadide aktığı için bu ismi almıştır. Cungarcada “boro” ‘yeşil’, “tala” da ‘vadi’ demek­tir. (Si yü t’ung wen çi, V, s. r°) Borotala, Bulgatay veya Ebi-nor gö­lüne dökülür. Nehrin 70 li boyuncaki akımı Nan-ho (güney nehri) ve Pei-ho (kuzey nehri) adıyla iki kola ayrılır (Bkz. Julien, Melan-ges, I/72). Çinlilerin bu bölgedeki hükumete Çuang-ho (iki nehir) adını vermeleri de bunu açıklamaktadır.

4. Tu-k’i-şi (Türgiş)ler, iki gruptan oluşuyordu. Bir tarafa İli vadisinde158 yaşayan So-ko mo-ho159 kabilesi (Wu-lu hükume­ti), diğer tarafta daha batıda yani İli nehrinin batısında160 kalan Yedisu’da yaşayan A-li-şe (Hie-şan hükumeti) kabilesi. Türgiş ka­bilesi beyi Tu-k’i-şi (Türgiş) ho-lo-şi ç’o (çur) unvanı taşıyordu.

158 Daha önce benim yaptığım gibi “So-ko ve Mo-ho kabileleri” de de­nilebilir. So-ko kabilesi adı, kısaca Wu-lu eyaletinin yönetimini elinde tutan So-ko Kağan’ın adında bulunan kelimeyle aynıdır.

159 Si yü t’u çi, V, s. 5 v° ve Si yü t’ung wen çi, I, s. 22 r°. Sonuncu esere göre (blm. I, s. 30 r°) İli nehrinin batısı ile Issık Göl’ün doğusunda bulunan Kuna-şar (=eski şehir) şehri, Türgiş kağanı Wu-çi-le’nin payitahtıydı.

160 Si yü t’u çi, X, s. 5 v°.

5. Şu-ni-şiler (Ying-so hükumeti) Yulduz vadisini161 işgal edi­yordu. Beylerinin unvanı Şu-ni-şi ç’u-pan ç’o (çur) idi.

161 Si yü t’u çi, X, s. 5 v°; Si yü t’ung wen çi, I, s. 24 v° ve 25 r°. Ying-so (Yulduz) vadisinde yaşayanlar yalnızca Şu-ni-şiler değildi. Uygur K’i-pi veya K’i-pi-yü kabileleri de orada yaşıyorlardı. Bkz. T’ang-şu, CCXVII, b, s. 6 r° - Yulduz, (yıldız) Türkçe bir kelimedir; esasen bu bölge, diyor Si yü t’ung wen çi (I, s. 25 r°) baştan sona kaynaklarla bezelidir. Bereketli oluşundan dolayı bu ismi alan Yulduz vadisi Mo­ğollar döneminde sık sık geçer. 1389’da Timur ordularının değişik birliklerine burada toplanma emri vermiştir. Çin sarayına giden Şah-ruh elçileri 1420’de buradan geçmiştir. Bkz. Yule, Cathay, s. CC ve s. 575, n. 2; Bretschneider, Mediaeval researches, II?229, 230, 234. Prjewalsky, Kulca’dan Lob-nor’a giderken Kiçik Yulduz’dan geçmiş­tir. (Petermeann’s Mittheilungen, Ergânzungshejt, n. 53); Kiçik Yul-duz, Kaydu-göl’e dökülen Baga Yulduz-göl ile sulanır. Kaydu-göl ise Büyük (Baga) Yulduz’u dolaştıktan sonra Bagraç Göl’e dökülür.

Bu hükumetlerden dördü yani İn-şan, Ta-mo, Hüan-ç’i ve Kin-fu, Karluk kabilelerinin topraklarındaydı. Karluklar batıda Tarba-gatay’la doğuda Altaylar arasında yaşıyor, Kara İrtış ve Urungu sahillerini işgal ediyorlardı.162

162 T’ang-şu, Karluklardan bahsederken, onları Pei-t’ing’in (Guçen ya­kınında) kuzeybatısına Kin-şan (Altay)ın batısına yerleştirir ve on­ların Pu-ku-çen nehrinin iki yakasına saçıldıklarını kaydeder. T’ang dönemindeki batı ülkeleri haritasına göre (Si Yü t’u çi, III, s. 8 v°) Pu-ku-çen nehri Kara İrtış idi. Mu-lo kabilesi Zaysan ve Urungu gölleri arasında, Ç’i-si kabilesi Urungu Gölü’nün batısında ve Ta-şi-li kabilesi de Tarbagatay’da yaşıyordu.

Lüan-t’ai hükumetinin hangi kabilenin toprakları üzerinde kurulduğunu bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey Urumçi’nin hemen bitişiğinde ve doğusunda yer aldığıdır.163

163 T’ang dönemindeki Urumçi’ye tekabül eden Lüan-t’ai ile Karaşar’la Kuça arasında Bukur şehrine tekabül eden Han dönemi Lüan-t’ai’yı-nı birbirine karıştırmamak gerekir. (Si yü t’ung wen çi, II, s. 16 r°; Si yü t’u çi, I, s. 9 v°). Burada sözü edilen Lüan-t’ai, Ye-lü Çu-ts’ai ve Ç’ang-ç’un’un güzergahlarında belirtilen Urumçi’dir. (Bkz. Bretsch-neider, Mediaeval researches, I/16 ve 66)

Ç’u-yüe kabilesi Kin-man hükumetini oluşturuyordu. Yerinde ( in situ) bulunan bir T’ang dönemi kitabesi, aynı sülale dönemin­deki Kin-man’ın Guçen’in batısındaki bugünkü Tsi-mu-sa’nın ay­nı yerde bulunduğunu kesinkes göstermektedir.164 Diğer yandan Kin-man’a “beş şehir” de dendiği ve burasının Pei-t’ing askeri va­lilik karargahı olduğu için, onun Bilge Kağan kitabesinde geçen meşhur Bişbalık’dan başka bir şehir olmadığı malum.165 Şu hal­de Bişbalık, uzun zamandır söylendiği gibi Urumçi’de değil, Tsi-mu-sa’da olmalıdır.

164 Çok zarar görmüş bu tu taş dikit üzerindeki metin Si yü şui tao ki, III, s. 25 v°’de bulunmaktadır. Bişbalık’ı Çinlilerin Pao-hui hien de­dikleri Tsi-mu-sa ile özdeşleştirmenin başarısı bu kitabenin yazarı Sü Sung’a aittir. Aryıca bkz. Si yü şui tao ki, V, s. 18 r°: Bişbalık Pei-t’ing askeri valiliğinin eski idari merkezidir. Pei-t’ing bugünkü Tsi-mu-sa’dır.” Biz daha önce de Kiu T’ang-şu’nun aynı hususu teyit eden metnini vermiştik.

165 Thomsen, Inscriptions, s. 124.

Yen-mien hükumeti aynı adı taşıyan kabilenin toprakları üze­rindeydi. Üç Yen-mien kabilesi Balkaş Gölü ile Ala-tav Cungarı-nın kuzeyindeki Ala-kul Gölü arasında yaşıyor olsalar gerektir.

Adlarını verdiğimiz hükumetlerin dışında kalan on hükumet-ten yalnızca ikisinin yeri kesin olarak bilinmektedir. Birisi, Gu-çen ve Urumçi arasındaki yol ortasına yakın bir yerde bulunan Fung-lo, diğeri aynı adı taşıyan kabilenin topraklarında olmuş ol­ması gereken Şa-t’o’dur. Şa-t’olar ise Barkul Gölü’nün doğusunda yaşıyorlardı. Bunlar, T’ang hanedanının düşüşü sırasında çıkan kargaşalak döneminde bir miktar önem kazandılar ve Muahhar T’ang (923-936), Muahhar Tsin (936-947) ve Muahhar Han (947-951) adında üç hanedan kurdular.

II. Beş Nu-şi-pi Boyu

Sui-şe (Tokmak) ve (Evliya-Ata yakınındaki) Talas şehirleri­nin Batı Türkleri tarihinde oynadıkları rolün önemine binaen, bunların yalnızca Nu-şi-pi boylarının topraklarındaki iki ana merkez olması gerektiğini belirtebiliriz, ama elimizde daha fazla bilgi bulunmadığı için artıkça bir şey diyemiyoruz.

III. Mâverâünnehir

Bölgeyle ilgili bilgilerimiz bölük pörçüktür. Çinlilerin Mâve-râünnehir’de kurdukları idari teşkilat hakkında toplayabildiğimiz bilgiler aşağıdakilerden ibarettir:

1. Şe (Taşkent): Ta-yüan hükumetinin merkezi olan K’an-hie şehri.

2. K’ang (Semerkand), K’ang-kü hükumeti halini aldı.

3. Mi (Maymarg), Nan-mi ilçesi haline geldi. Görünüşe göre K’ang-kü hükumetine bağlıydı, çünkü 731’de Semerkand kralı Gurek’in oğullarından birine Mi (Maymarg) kralı un­vanı verilmesini istediğini görüyoruz.

4. Şi (Keş/bugünkü Şehr-i sebz), K’ü-şa ilçesine dönüştü.

5. Ho (Kuşanya), Kui-çuang ilçesi halini aldı.

6. Pa-han-na (Fergana), Hiu-siun bölgesinin merkezi halini alan K’o-sai (Kasan) şehri.

7. An (Buhara), An-si ilçesi haline gelen A-lan (Amul?) belde­si. Ho-han (Hargan) da denilen Se-kin beldesi, Mu-lu ilçe­sine dönüştürüldü.

IV. Amu-derya’dan indus’a

Amu-derya’dan İndus’a kadar uzanan bölge içinde yer alan tüm bölgelerin ve buralarda kurulan idari birimlerin detaylarını T’ang-şu’nun XLIII b, bölümünde liste halinde buluyoruz. Bu böl­geyi incelemeden önce bazı ön bilgiler sunmakta yarar vardır.166

166 Abel Remusat, Remarques sur l’extension de l’empire chinois du cöte de l’Occident (Meni. De l’Acad. Des Inscr. T. VIII, 1827) adlı bildirisiy­le bilim dünyasının dikkatini bu metin üzerine çeken ilk kişidir.

“Birinci lung-şo (661) yılında, diye okuyoruz Kiu T’ang-şu’da,167 batı ülkeleri ve T’u-ho-lo (Toharistan) bir engele çarptı­lar (yani Çin hükumetinden kapılarını açmasını ve kendilerini imparatorluğa dahil etmesini istediler). Bunun üzerine Yü-t’ien’in (Hotan) batısında ve Po-ssu’nun (Persia) doğusunda bu­lunan on altı krallığın tamamında hükumetler kuruldu. Bu on al­tı hükumette yirmi dört ilçe, yüz on kaza ve yüz otuz askerî ka­rakol tesis edildi. Ayrıca T’u-ho-lo’da (Toharistan) bunun anısına bir kitabe dikildi.”

167 Blm. XL, s. 30 r°.

Metinden, Çinlilerin kurdukları on altı hükumetin daha önce­ki on altı krallığa [prensliğe] tekabül ettiği anlaşılıyor. Bu hüku-metlerin listesi, bize, Türklerin VII. Yüzyılda Amu-derya’dan İn-dus’a kadar uzanan belli başlı prensliklerinin siyasi taksimi konu­sunda son derece net bir fikir verecektir.

Diğer yandan bu prenslikler arasında, tüm bu bölgenin idarî merkezi olması ve Çinlilerin Amu-derya ile İndus arasındaki ül­keler üzerinde tesis ettiği hakimiyetin hatırasına dikilen kitabe­nin yer alması hasebiyle Toharistan’ın bariz bir yer işgal ettiği gö­rülüyor.

Çinlilerin kurdukları hükumet ve ilçeler listesinde oldukça farklı bilimsel değeri olan iki kısmı ayırt etmek gerekir. Çinlile­rin yeni hükumet ve ilçelere verdikleri isimler, tarihten ve efsane­vi hatıralardan alınmış adlardır. T’ang dönemi münevverlerinin eski literatürde hatırası korunan ülkeleri Batıya yerleştirdiklerini göstermesi cihetinden bu isimler ilginçtir; ancak, herhangi bir tenkit yapılmadan bu tanımlamalara abartılı bir değer atfetmek­ten kaçınmak gerekir. Örneğin Han döneminin Şen-tu veya T’iao-çi’sini, T’ang dönemi başbakanlığının belirlediği ülkelerin isimle­ri arasında görmeye çalışmak tehlikelidir. Fakat bu fantazi ono-mastikanın yanı sıra, hükumet veya vilayet merkezi olması için seçilen yüz kadar şehrin mahalli adlarını ihtiva eden oldukça önemli bir liste de buluruz. Yine de tüm Çince çeviriyazımların özünü teşkil eden kelimeyi bulmamız zor; ama işlediğimiz coğra­fî belgenin mutlak kesinliğini garanti eden Arap müelliflerin mü-şahedeleriyle tamamen örtüşen bazı tanımlamalar teklif edilebi­lir. İşte size ulaşabildiğimiz bazı neticeler:

1. Yüe-çi hükumeti. MÖ. I. Yüzyılda Amu-derya nehrini aşan Ta Yüe-çi adını hatırlatmaktadır. Yüe-çi hükumeti, Toharistan’ı içine alıyordu ve Hsüan-tsang’ın Hindistan’a gidip gelirken T’ung şe-hu Kağan’ın önce oğlunu, sonra torununu ziyaret ettiği Kun­duz şehri idari merkeziydi. Bu şehir, Hsüan-tsang’ın biyografisini anlatan eserde Huo adıyla geçmektedir. T’ang-şu’daki adı A-hu-an, Kiu T’ang-şu’daki adı ise O-huan’dır. Bu iki çeviriyazımda Arap-Pers kaynaklarındaki War-waliz kelimesinin bir tür türevi olan Awar adı görülmektedir.168

168 Marquart, Eranshahr, s. 85; Yule, Notes on Hwen-thsang’s account of the principalities of Tokharistan, JA, R. A. S., 1873, s. 99-100.

Bu hükumete bağlı yirmi beş eyalet arasında şunlar tanımla­nabilmektedir:

k) Lan şehri, Kunduz nehrinin sağ sahilinde ve Kunduz’un güneyindeki Baglan’dır.169

169 Bkz. Atlas de Stieler’de Indien und Inner-Asien, Nordl. Blatt haritası. Baglan konusunda Yule’nin adı geçen eserinin 100-101. sayfalarına bkz. - İstahri (Marquart, Eranshahr, s. 229) Toharistan’ın belli baş­lı şehirlerini şu şekilde vermektedir (Çince listedeki de bulunanla­rı italik olarak yazdık): Hulm, Simincan, Baglan, Skalkend, Warwa-lis, Arhan, Râwen, Talekan, Skimişt, Rûb, Saray-ı Asım, Host-ı En-derab, Enderab, Madr ve Kâh.” Bkz. la Geographie d’Edrisi, Jaubert çevirisi, I/474.

l) Si-ki-mi-si-ti şehri, Araplar’ın Skimişt dedikleri şehir. Mo­dern atlaslarda170 İskemiş adıyla geçmektedir ve Baglan’ın doğu-sundadır.

170 La carte Iran und Turan de l’Atlas de Stieler.

m) Hun-mo şehri ancak Hulm olabilir.

n) Si-mi-yan, günümüzde Hulm nehrinin sağ cenahındaki Haybak’dır ve Arapların Simincan dedikleri şehirdir.

o) Pa-t’o-şan şehri, muhtemelen bugünkü Feyzabad’ın daha doğusunda yer alan Badahşan şehridir.171

171 Yule, age., s. 109-110.

2. Ta-han hükumeti, Eftalitler’in topraklarına tekabül ediyor­du. Bu yüzden onu Herat ve Badagis bölgesine yerleştireceğiz. Ancak, ona bağlı on beş şehirden hiç biri bu var sayımı doğrula­yacak veya teyit edecek ölçüde şu ana kadar özdeşleştirilemedi.

3. T’iao-çi hükumeti, Yunanlıların Arahozya ve Arapların Za-bulistan dediği (ki başkenti Gazne idi) Arrohac Krallığı’na teka­bül ediyordu. Ona bağlı ilçelerden ilki, Marquart’ın Hsüan-tsang’daki Hu-pi-na ile özdeşleştirdiği172 Hu-wen şehrindeydi. Vivien de Saint-Martin173 ve Yule,174 Hu-pi-na’yı bugünkü Şari-kar yakınındaki Hupiyan’a yerleştirmekte, Cunningham175 ve Marquart176 ise, muhtemelen haklı olarak, onu Kabul ile özdeş­leştirmektedirler.

172 Eranshahr, s. 288.

173 Memoires, II, s. 414-416.

174 Age., s. 104.

175 The ancient geography of India, s. 33/34.

176 Eranshahr, s. 287-289.

4. T’ien-ma hükumeti, Kie-su Krallığı’nın Şu-man şehrindey-di. Hsüan-tsang’ın başında kral Hi-su Tu-küe yani Hi-su kabilesi veya halkından bir Türkün bulunduğu Şu-man Krallığı’ndan bahsederken177 sözünü ettiği ülke budur. Bu Hi-su ismi T’ang-şu’daki Kie-su Krallığı’nın adına dönüşmüştür.178 Şu-man’a ge­lince, Arapların Şumân’ıdır ki Amu-derya’nın kuzeyinde Kafirna-gân nehrinin yukarı akımındaydı.179 Bu hükumette bulunan iki eyaletin merkezi olan Hu-lun şehri, Şuman’ın hemen güneyinde Arapların Harun veya Ahrun dedikleri şehirdir.180

177 Memoires, I/26.

178 Marquart’ın bir tebliğine göre.

179 Aboulfeda, Reinaud çevirisi, II, 2, s. 229. Tomaschek, Sogdiana, s.42-44.

180 Tabari, Zotenberg çevirisi, IV/153: “Toharistan’a bağlı Ahrun ve Şo-mân ülkesinin prensi Çaganiyan prensiyle bir ittifak anlaşması yap­mıştı.” - Ayrıca bkz. Tomaschek, Sogdiana, s. 42 ve Marquart, Eranshahr, s. 299.

5. Kao-fu hükumeti, Ku-tu-şe Krallığı’nın başkenti Wu-şa şeh­rinde kurulmuştu. Ku-tu-şe, T’ang-şu’da Ku-tu şeklinde yazılan Huttal’dır.181 Şe ise muhtemelen bu ülke prensinin unvanıdır.

181 T’ang-şu, CCXXI, b, s. 6 r°.

Wu-şa, Hsüan-tsang’ın Hu-şa’sı,182 Arapların bazen Huttal’ın bir şehri, bazen de siyasî açıdan oraya bağlı bir bölge olarak göster­dikleri Vahş’dır.183 Bir şehir olarak Vahş, Kurgan-tübe’ye bir gün­lük mesafede, Wahşab veya Surhab üzerindeki Lâvekend’le aynı yer olmalıdır.184

182 Memoires, I/26-27.

183 Aboulfeda, Reinaud çev., II, 2, s. 228-229: “Ansab’da şu satırları bu­luyoruz: Vahş, Belh civarında, Huttelan’da yer alan temiz havalı bir şehirdir. (Türk) hükümdarlar orada ikamet etmişlerdir. Her türlü nimet mebzuldür. İbni Havkal’da ise şöyle yazar: Huttal ve Vahş, iki ayrı bölgedir, fakat birlik halinde tek hükumet oluştururlar. Huttal vadilerinde akan sellerden altın toplanır. Yine aynı yazar şöyle der: Huttal’ın merkezi Helâverd ve Lâvekend’dir. Her ikisi aynı zaman­da Vahş’ın merkezi durumundadır.”

184 Marquart, Eranshahr, s. 299.

6. Siu-sien hükumeti, Ki-pin (Kapiça) Krallığı’nda kurulmuş­tu. Bu hükumeti meydana getiren on ilçe arasında San-pen-ni-lo-se beldesi Hsüan-tsang’ın Kapiça’nın başkentinin 40 li uzağına yerleştirdiği Si-pi-to-fa-la-se beldesiyle aynı olmalı.185 Lan-kien şehrine gelince, Hsüan-tsang’ın tanıklığına binaen aslında Kapi-ça’ya bağlı olan Lamgan şehrinden başkası değildir.186 Ve nihayet Pan-çi şehri şüphesiz Panjer yani aynı adı taşıyan nehir üzerinde­ki modern Panşir şehridir.187 Son ilçeye atfedilen T’an-t’o adı gö­ründüğü kadarıyla Prens Viçvantara efsanesinin geçtiği T’an-t’o dağından alınmıştı. Ancak A. Foucher’nin Cabaz-Garhi’nin ku­zeydoğusundaki Mekha-Sandha tepesiyle özdeşleştirdiği bu dağ, Kapiça’da değil, Udyana’daydı. Burada Çinlilerin muhayyilesin­deki yerini alan yeni bir numenklaturadaki bu yer isimlerin dağı­lımını yönlendiren bir fantazya örneği ile karşı karşıyayız.188

185 Memoires, I/46 ve II/299-300.

186 Memoires, I/95: “Son zamanlarda Lan-po (Lampa) Kia-pi-şe Krallı-ğı’nın hakimiyetine geçmeye başladı.”

187 Marquart’ın bir bildirisine göre.

188 T’an-t’o dağıyla ilgili olarak bkz. A. Foucher, Notes sur la geograp-hie ancienne du Gandhara, Bulletin de l’Ecole française d’Extreme-Orient, t. 1, s. 353, n. 1, - et Sylvain Levi, Les missions de Wang Hi-uen-ts’e dans llnde, dan JA, Mars-Avril 1900, s. 324-326.

7. Sie-fung hükumeti, Hundukuş’un kuzey yamacında, Kun­duz nehrinin doğduğu yere yakın bir yerde, Bamyan’da kurul­muştur. Ling-lüan ve Hie-ku ilçelerinin adı, T’ang dönemi bilgi­lerinin bu batı bölgesine, geleneğe göre Ling-lüan’ın Çinlilerin Pisagor tablosundaki oranları bulmalarına yarayan on iki kamışı aramaya gittiği Hie vadisine yerleştiklerini göstermektedir.189

189 Bkz. Des rapports de la musique grecque avec la musique chinoise, dans le tome III de la traduction française de Se-ma Ts’ien, s. 642­644.

8. Yüe-pan hükumeti, adında ilk bakışta Amu-derya’nın kuze­yinde yer aldığı için Toharistan’a bağlı olan Çaganiyan’ı bulabile­ceğimiz Şe-han-na Krallığı’na tekabül etmektedir. Fakat bu hüku-met burada Bamyan’dan sonra yer aldığı ve T’ang-şu’da da Şe-han-na adı Bamyan’dan sonra zikredildiği için, kanaatimizce bu ülke­nin Bamyan’dan çok uzakta aranmaması gerekir. Diğer yandan Kü-lan ilçesinin adı, T’ang-şu’nun Kökçe nehrinin yukarı akımla-rındaki Kurân bölgesi olarak gösterdiği yere tekabül etmektedir ki, bu yüzden bu ilçeyi ve dolayısıyla sekizinci hükumeti oraya yerleştirmeyi teklif ediyoruz.

9. K’i-şa ilçesi hükumeti, Belh ile Merv er-rud arasında,190 Arapların Cüzcan dediği Hu-şe-kien Krallığı’nda kuruldu. Jui-mi ilçesi, Cüzcan’ın doğusunda, İbni Hurdadbeh’in Cumasan dediği yerdir.191

190 Marquart, Eranshahr, s. 80 ve 227.

191 Age., s. 227.

10. Onuncu hükumetin sınırları içinde yer aldığı Ta-mo Kral­lığı, Amu-derya üzerindeki Tirmiz olmalı.192

192 Marquart’ın bildirisine göre.

11. On birinci hükumete tekabül eden Wu-la-ho Krallığı, Sui-şu’da193 geçen Wu-na-ho Krallığı’yla aynıdır. Şu halde Amu-der-ya’nın batısında ve Mu’ya (Amul, bugünkü Çarcuy) 200 li güney­doğuda olmalıydı.194

193 Sui-şu, LXXXIII, s. 7 ro.

194 Marquart, Eranshahr, s. 310-311.

12. On ikinci hükumetin kurulduğu To-le-kien (Talekan), Yu­karı Toharistan’da, Kunduz’un doğusunda ve adı hâlâ modern ha­ritalarda geçen Talekan şehri olmalı.195

195 Bu durumda s. 71’de Belh’in batısında yer alan daha doğudaki Tale-kan şehriyle bu şehri özdeşleştirme görüşünden vazgeçiyoruz.

Çe-pa hükumeti bizi Ptoleme’nin japonca_dipnot_36.png Arap coğrafyacı İbni Rusta’nın Kumed196 dediği Kiu-mi Krallığı’na götürür ki, bugünkü Karategin’dir.

196 Tomaschek, Sogdiana, s. 47; Marquart, Eranshahr, s. 233.

Niao-fei hükumeti, Hu-mi-to’ya tekabül eder ki, Wa-han’dır ve muhtemelen aynı Wahan adı Po-ho (=Wa-ha) ilçesin­de rastladığımız isimdir. Bu ilçenin merkezi olan So-le-so-ho, Kü­çük Pu-lü’yle ilgili kısımda zikredilen Hu-mi (Wahan) ülkesinin So-le şehriyle kesinkes aynı yerdir. So-le ismine gelince, muhte­melen sahilleri üzerinde günümüzde Sarhad’a tekabül eden bel­denin bulunması gereken Penc nehridir.

On beşinci hükumete tekabül eden Kiu-yüe-to-kien Kral­lığı, Amu-derya’nın kuzeyindeki Kafirnagân nehrinin aşağı akım-larındaki Kavaciyan’dır ...197

197 Marquart’ın bir bildirisine göre.

Bir Pers hükumeti olan on altıncı ve sonuncu hükumetin payitahtı, Sâsânî tahtında hak iddia eden Piruz’un sığınmak zo­runda kaldığı Tsi-ling şehriydi. Bu şehir, Secistân’ın adını yakı­nında bulunduğu Zare (şimdiki Hamun) gölünden alan başkenti Zereng olsa gerektir.198

198 Bu özdeşleştirme Yule’nin (Cathay, s. LXXXVII) ve Tomaschek’in (Sogdiana, s. 77) teklifidir.

VIII. VII. Yüzyıl Ortasından VIII. Yüzyıl Ortasına Batı Türklerinin Öz Toprakları

Çin, Batı Türklerine ait olan uçsuz bucaksız toprakların haki­mi olduğu ilan edildiğinde, kısa zaman zarfında gayr-ı kabili kı­yas bir prestij elde etmiş, hiçbir devirde bu kadar büyük olduğu izlenimi vermemişti. Wang Hsüan-ts’e, 661’de Hindistan’a düzen­lediği üçüncü yolculuğundan, artık bir Çin hükumetine tâbi olan

Kapiça üzerinden dönebiliyordu.199 Tibet en iyi düzenlemelerle canlanıyor ve 664 yılından çok az önce Wen-tch’eng prensesi ha­cı Hsüan-çao’nun gezilerini teşvik ediyordu200. 665 yılının onun­cu ayında, imparatorun maiyetinde Udyana’nın ve doğuda Ko­re’den batıda İran’a kadar olan ülkelerin elçilerinin toplandığı görülüyordu201.

199 Sylvain Levi, Les missions, ayrı basım, s. 8-9 ve 19.

200 İ-tsing, Les religieux eminents, trad. Français, s. 13-14 ve 20.

201 Tse-çi t’ung kien, CCI, s. 6 r°.

Bununla birlikte bu mutluluk gerçekten çok zahiri idi. Çünkü Çin yeni fetihlerde fiili otoritesini sürdürmemişti. İlk hedefi ken­dilerini Çin’e vakfeden A-şi-na ailesinden Mi-şe ve Pu-çen vasıta­sıyla beş Nu-şi-pi ve beş Tu-lu kabilesini yönetmekti. Fakat bu iki prens birbirine rakipti. 662’de Kuça prensliğini tecziye ile görev­lendirilen Çinli generale refakat ettikleri sırasıda Pu-çen Mi-şe’ye iftira atmış ve karargahta idam edilmesini sağlamıştı. Bu adaletsiz infaz, Mi-şe’ye bağlı Tu-lu boyları arasında infiale sebep oldu. İren-şabirgan dağlarının güney yamaçlarında yaşayan Kung-yüe’ler silaha sarıldılar ve kuzeydeki Yen-mienlerle birlikte güney­de Tibetlilerle ittifak sağlayarak Kuça’ya sefer düzenlemekle gö­revli Çin birliklerini tehdit ettiler. İmparatorluk güçlerinin komu­tanı yollarına devam etmelerine izin vermeleri için ellerindeki tüm erzakı Tibetlilere bırakmak zorunda kaldı.

Çin, bu ilk başarısızlıktan ve 666 veya 667’de A-şi-na Pu-çen’in ölümünden sonra artık Batı Türklerine sözünü geçiremiyordu ve üstelik Tibetliler sürekli kendisine kafa tutuyorlardı. Tibetliler, 663’de Kuku-nor sahillerinde T’u-yü-hunların Tunguz devletini ta­mamıyla yıktıktan sonra daha da tehlikeli olmaya başlamışlardı. Devrik kral Leang-çu’ya sığınmış ve 670’de imparator onu tekrar tahtına iade etmeye çalışmıştı, ama Çin orduları Ta-fei202 vadisinde çok ağır bir yenilgiye uğramış, akabinde Tibetliler dört garnizonu yani Kaşgarya’yı yolup almışlardı. Böylece Batı Türklerinin eski topraklarına komşu olarak, imparatorluğun siyasi oyunlarına karşı dirayetle karşı koydular.

202 Ta tsing i t’ung çi (CCCCXII, a, s. 67 r°, 7 r° ve T’ung kien tsi lan (LII, s. 18 r°) Ta-fei nehrini, suyunun önemli kısmını Kuku-nor’un batı nehrinden alan Buhayn Göl’le özdeşleştirmektedir. (Buhayn Göl için bkz. Sven Hedin, Die geographisch-wissenschaftlichen Er-gebnisse meiner Reisen in Zentralasien, 1894-1897, s. 331-332).

670’de Çinliler, Türk reis A-şi-na Tu-çi’yi Fu-yen203 yani Ç’u-mu-kunların toprakları üzerinde kurulu hükumetin yöneticisi olarak atamak suretiyle onunla iyi geçinmenin yollarını aramaya çalışıyorlardı. Fakat A-şi-na Tu-çi, kısa zamanda kendini Tibetli­lere kaptırdı. 677’de imparatorluk komiseri P’ei Hing-kien, Sâsâ-nî tahtında hak iddiasında bulunan kişiye yardım etme bahane­siyle onun topraklarından geçip giderken birden Tokmak yakın­larında onu tutuklayarak hapsetti. Böylece Wang Fang-i Tok-mak’da kaleler kurdu. 682 yılından itibaren ise A-şi-na Kü-pu çur adlı birisi On Okların başına geçerek isyan etti. Wang Fang-i onu İli yakınlarında mağlup ettikten başka, Issık Göl sahillerinde de onun müttefiki olan Yen-mienleri hezimete uğrattı.

203 670 yılını bize Ts’e-fu yüan kui (blm. 964, s. 67 r°) bildirmektedir: Birinci hien-heng yılının (670) dördüncü ayında beş Tu-lu kabilesi ve Yen-mienleri zapt-u rapt altında tutması için Batı Türkleri reisi A-şi-na Tu-çi sol cesur muhafızlar büyük generali ve ayrıca Fu-yen kumandanı olarak atandı.”

Çinliler, 685-686 yıllarında da daha önce A-şi-na Mi-şe ve A-şi-na Pu-çen’in deruhte ettikleri kumandanlık vazifelerini bun­ların oğulları Yüan-k’ing ve Hu-şe-lo’ya vermek istediler.204 Fa­kat Kuzey Türklerinin saldırılarından bunalan Hu-şe-lo, 690’da205 Ç’ang-an’a sığınmak zorunda kaldı. Yüan-k’ing zaten oradaydı. Bu iki reis Batı Türklerine karşı yürütülen seferlere katıldılar, ama asla onları fiilen yönetemediler.

204 İmparatoriçe Wu, Yüan-k’ing’e 685 yılının on birinci ayında, Ho-şe-lo’ya ise 686 yılının dokuzuncu ayında berat verdi. (Tse-çi t’ung kien).

205 Birinci t’ien-şu yılının onuncu ayında. (Tse-çi t’ung kien).

692’de “Dört Garnizon”u istirdat eden Çinliler, 694’de de Ti­betlilerin adamı A-şi-na T’ui-tse’yi yendiler.206 Tibetliler, arası ke­silmeyen bu çekişmelere son vermek için 696’da bir anlaşma tek­lif ettiler. Buna göre Çin Kaşgarya’yı boşaltıp, beş Nu-şi-pi kabi­lesini yani Issık Göl ile Çu ve Talas nehirleri vadilerini Tibetlile­re bırakacak, buna karşılık kendisi de beş Tu-lu kabilesini yani İli vadisi ile Tanrı Dağları’nın kuzey kesimini alacaktı. Fakat Kuo Yüan-çen’in tavsiyesi üzerine bu teklif reddedildi.

206 Daha önce bu olayı 692 yılına atfetmiştik, çünkü T’ang hanedanı ta­rihindeki Tibet’le ilgili bir notta bu olay 692’de Dört Garnizon’un fethinden hemen sonrasına yerleştirilmektedir; ama Tse-çi t’ung ki-en, A-şi-na T’ui-tse’ye karşı kazanılan zaferin 694 yılının ikinci ayında gerçekleştirildiğini belirtmektedir. Daha önce A-şi-na T’ui-tse’nin A-şi-na Yüan-k’ing’in oğlu ve A-şina Hien’in ağabeyi olduğu belirtilmişti.

İmparatorluk hükumeti, kendine yapılan açılımları kabul ko­nusunda menfi bir tavır takındıktan sonra, artık iradesini kabul ettiremedi. Nitekim 700 yılında generallerini ve Hu-şe-lo’yu Tok-mak’ı fethedip, Nu-şi-pi boylarının reislerini ihanet yoluyla öl­dürmek için boş yere gönderdi.207 Çünkü elde edilen başarı kalı­cı sonuçlar doğurmadı. A-şi-na Huai-tao ve A-şi-na Hien 701-704 yılları arasında babaları Hu-şe-lo ve Yüan-k’ing’in yerine geçtiler, fakat onlar ta tıpkı babaları gibi göstermelik yetkilere sahiptiler ve vakitlerinin çoğunu Çin sarayında geçiriyorlardı.

207 Tse-çi t’ung kien: 700 yılının birinci ayı: Hu-şe-lo, Sui-şe’yi (Tok­mak) korumakla görevli batı barış ordusu büyük yönetici generali olarak atandı; - 6. ay: A-si-ki Po-lu (yani beş Nu-şi-pi boyundan bi­rincisi olan A-si-ki veya A-si-kie kabilesinin reisi Po-lu) isyan etti. Tso kin-wu tsian-kün T’ien Yang-ming ve t’ien-çung şi-yü-şi Feng Se-ye onu tedip için gönderildi; ordu Tokmak’a geldi. Po-lu şehrin yan tarafından huruç yaparak kaçmayı başardı. Feng Se-ye süvari­lerle peşine takıldıysa da yenildi. T’ien Yang-ming, Hu-şe-lo’nun en iyi adamlarını yanına alarak şehre saldırdı, ama on günden daha uzun bir süre şehri alamadı. Dokuzuncu ay Po-lu isyandan vazgeç­ti. Feng Se-ye onu yanına getirtip infaz etti. Artık Po-lu’nun adam­ları onun esiriydi.”

VII. Yüzyılın son yıllarında Batı Türklerinde fiili iktidar, beş Tu-lu kabilesinin en güçlüsü olarak gözüken Türgiş boyunun re­isi Wu-çi-le’deydi. Wu-çi-le’nin biri Tokmak’da Nu-şi-pilerin top­raklarında, diğeri Tu-luların toprakları üzerinde, İli’nin kuzeyin­deki Kung-yüe’de olmak üzere iki ikametgâhı vardı. Bununla bir­likte doğuda büyük değişiklikler olmuştu; Kuzey Türkleri kendi­lerini politik olarak yok eden uzun kölelik devrinden sonunda çıkmışlardı. Kutluk isminde bir reis (Koşo-Saydam yazıtlarında-ki İlteriş) 682-691 arasında Orhon sahillerinin Türk devletini ye­niden kurdu; 691’de onun yerine geçen kardeşi Mo-ç’o (Kapagan Kağan) oldukça güçlendi. Bölündükleri için zayıflamış olan Batı Türklerini bayrağı altında toplamakta zorlanmadı ve 699 yılında On Oklar’ın yönetimini kendi oğluna devretti.208 Dolayısıyla Türgişler ona bağlıydılar.209 Efendi sıfatıyla onların işlerine karı­şıyordu. 706’da babası Wu-çi-le’nin210 yerine geçen Türgiş kağa­nı So-ko’yu 711 yılında öldürtmüştü.211

208 Kuzey Türkleri’nin Batı Türklerindeki On Okları resmen kendi saf­larına almaları 699 yılında gerçekleşmiştir. Tse-çi t’ung kien (CCVI, s. 11 v°): “O yıl T’u-küe Mo-ç’o (Kapagan Kağan) kardeşi Tu-si fu (beg?)’i sol kanat şadı (Hirth, Nachworte, s. 47) ve Ku-tu-lu (Kut-luk)’un oğlu Me-kü’yü sağ kanat şadı olarak atadı. Her birinin em­rinde yirmi binden fazla savaşçı vardı. Oğlu Fu-kü’yü küçük-kağan olarak isimlendirdi. Mevkisi bu iki şaddan daha yukarıdaydı. Ç’u-mu-kunları ve diğerlerini yani On Okları yönetti. Kırk binden faz­la savaşçısı vardı. Ona “Batıda düzeni sağlayan kağan” da deniliyor­du.” Mo-ç’o’nun oğlu olan ve küçük kağan unvanına sahip bulunan Fu-kü, 716’da babasının ölümünden sonra kağan ilan edilen ve Kül-tegin tarafından öldürülen Mo-ç’o’nun oğlu “küçük kağan”la aynı kişidir. (Tse-çi t’ung kien, CCXI, s. 9 v°).

209 Koşo-Saydam kitabelerinde bu durum şu şekilde açıklanmaktadır: “Türgiş hakanı Türklerimden, kavmimden idi. Bilmediği için, bize karşı yanıldığı için hakanı öldü. Buyruğu, beyleri yine öldü. On Ok kavmi zahmet çekti..” (Thomsen, Orhun Yazıtları, s. 103-104.)

210 Koşo-Saydam kitabeleri metninde verilen tarih budur. Bkz. Marqu-art, Die Chronologie, s. 17 ve 53. Tse-çi t’ung kien ise bu olayı 714 yılı sonuna koymaktadır, ama T’u-küe’lerle ilgili not daha kesin ola­rak king-yün dönemi (710-711) tarihini vermektedir. (T’ang-şu, CCXV, a, s. 11 v°)

211 Wu-çi-le’nin ölüm tarihi 706 yılına bağlanmalıdır. Çünkü Ts’e-fu yü-an kui’nin şu iki metni bu tarihi teyit etmektedir: 1 (blm. 964, s. 10 r°) “İkinci şen-lung yılının (706) onuncu ayında Türgiş Wu-çi-le’ye bölgesel Huai-ti kralı unvanı verildi; 2 (aynı yerde) Aynı yılın on ikinci ayında wu-sü günü imparator Wu-lu ilçesi yöneticisi Türgiş So-ko’nun sol cesur süvariler büyük generali ve aynı zamanda wei-wei-k’ing ve Huai-ti bölgesel kralı unvanlarıyla babası Wu-çi-le’nin yerine geçmesini emretti; ayrıca sağ t’un-weileri büyük generali ve On Ok kağanı A-şi-na Huai-tao bir beratla bu unvanları ona tevdi et­meye gitmekle görevlendirildi.”

Bu idam ve takip eden karışıklılar Çinlilere müdahale fırsatı­nı verdi. Onların maşası olan A-şi-na Hien 714212 yılının üçün­cü ayında isyankar reis Tu-tan’a karşı Tokmak’ta bir zafer kazan­dı; bu olayın ardından Karluklar ve On Oklar, özellikle Tu-lu grubuna mensup Hu-lu-wu ve Su-ni-şi imparatorluğa bağlılık yemini ettiler213. 715’de Çinliler ve A-şi-na Hien, Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) saldırılarına karşı onları fiilen desteklemek için devreye girdiler.214

212 Tse-çi t’ung kien, 714 yılı: “Batı Türklerine mensup On Okların reis­lerinden Tu-tan isyan etti. Üçüncü ay, i-hai günü, Tsi-si tsie-tu-şi’si A-şi-na Hien, Sui-şe’nin (Tokmak) muhkem mevkilerini ele geçirdi; Tu-tan’ı yakalayıp infaz etti ve onun kabilelerine ait yirmi binden fazla çadırı itaat altına aldı.”

213 Burada adları verilen kabilelerin itaat altına alınışı 714 ve 715 yılı­nın değişik zamanlarında gerçekleşmiştir (Tse-çi t’ung kien, 715 yı­lı, 2. ay, şerh). Aynı kabileler T’ang-şu’da (CCXV, a, s. 11 v°) bir bü­tün halinde verilmektedir: “On oklar, yani beş sol Tu-lu kabilesinin (çurları) ve beş sağ Nu-şi-pi kabilelerinin se-kinleri, itaatlerini sun­mak istediler. Ko-lo-lu (Karluk)lar, Hu- (lu-)wular ve Şu-ni-şiler, -ve ayrıca üç (Karluk) kabilesinin bir kısmını teşkil eden özel terfi ettirilmiş Ta-mo valisi Çu-si, - Mu-lo’ların begi, İn-şan valisi Ki ve Hsüan-ç’i valisi Ta-şi-li Hu-pi, kendine bağlı insanların başında ge­lerek imparatora bağlandılar. Ta-mo, İn-şan ve Hsüan-ç’i isimlerin­de üç Karluk kabilesinin topraklarında kurulan üç hükumet ismi bulunmaktadır; bu hükumetlerin başındaki hakimlerin isimlerinde ise bizzat üç Karluk kabilesinin isimleri geçmektedir: Ç’i-si (burada Çu-si şeklinde), Mu-lo ve Ta-şi-li.

214 Tse-çi t’ung kien, bu olayları 715 yılının beşinci ayına bağlamaktadır.

Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) ölümünden sonra 716’da sahne­ye çıkan ve Türgişlerin kağanı olan Su-lu215 adlı biri, bağımsızlı­ğını ilan etti. Su-lu, Çinlileri çok geçmeden Çinlileri endişelen­dirdi. 717 yılından itibaren Arap ve Tibet birliklerini kendisine çekerek Kaşgarya’da Yeke-arık ve Aksu şehirlerini kuşatma altına almıştı. A-şi-na Hien, üç Karluk boyunun yardımıyla ona karşı savaşa girişti. 719’da Çin artık Tokmak’ı hakimiyeti altında bulu­nan şehirlerden sayamıyordu. Su-lu’nun direncini kıramayınca bir takım naz-ı nimetler sunarak onu kazanmaya çalıştı. 718 ve 719 yıllarında bazı unvanlar verdikten başka, 722 yılında da bir noktada iktidarını meşrulaştırmak maksadıyla A-şi-na Huai-tao’-nun kızını ona eş olarak verdi. Ne var ki, Su-lu hiçbir şekilde im­paratorluğun adamı olmadı ve hatta aksine sık sık onu endişelen­dirdi. 738’de ise Koşo-Saydam kitabelerine göre Su-lu’nun Kara Türgişler denilen siyah kabilelerine muhalif bulunan sarı kabile­lerin [Sarı Türgişlerin] bir beyi tarafından öldürüldü. Baga tarkan denilen bu bey, Ç’u-mu-kunların kül-çuru unvanına sahipti. (Ta-beri’nin kaydettiği Kursul216 adında da bu unvan görülmektedir.)

215 Tse-çi t’ung kien’de (blm. CCXI) Su-lu’yla ilgili bilgiler şöyle: Diğer adı So-ko olan Türgiş Şu-çung’un ölümünden sonra 715 yılında, halkından arta kalanlar Şu-çung’un generallerinden Su-lu adında birine bağlandılar. Su-lu yavaş yavaş güçlendi. Emrinde iki yüz bin adamı vardı. Çin’e elçiler gönderdi ve imparator 715 yılında Su-lu’ya sol yü-linlerin büyük generali ve Kin-fang sancağı tanzim edi­ci komiseri unvanlarını verdi. 716’da Mo-ço’nun ölümünden sonra altıncı ayda ortaya çıkan Su-lu kendini kağan ilan etti. 717’de ise, her ne kadar Su-lu tartuklarını muntazaman gönderiyor ise de, sı­nırları yağmalamayı da ihmal etmiyordu. Beşinci ayda, On Okların kağanı A-şi-na Hien, ona saldırmak için Karluk savaşçılarını devre­ye sokmak istedi, ama imparator izin vermedi. Yedinci ay, An-si (Kuça) ikinci askeri valisi T’ang Kia-hui, Türgişlerin Dört Garni zon’u (Kaşgarya’yı) zaptetmek için Ta-şi (Arap) ve T’u-poları (Ti­betliler) getirdiğini, Yeke-arık ve Aksu şehirlerini muhasara ettikle­rini, kendisininse onlara saldırmak için üç Ko-lo-lu (Karluk) boyu­nu A-şi-na Hien’in kumandasında gönderdiğini rapor etti. 718 yılı­nın beşinci ayının sin-hai günü, Türgişlerin reisi Su-lu, sol yü-linle-rin büyük generali ve imparatora tekabül eden dük unvanları alıyor ve Kin-fang sancağı tanzim edici komiseri görevini üstleniyordu. 719 yılının onuncu ayının jen-tse günü, Türgiş Su-lu “sadık ve ita­atkâr kağan” nişanı ile taltif edildi. 722 yılının on ikinci ayının keng-tse günü, On Okların kağanı Huai-tao’nun kızı A-şi-na’ya Ki-ao-ho prensesi unvanı verilerek, Türgiş kağanı Su-lu’ya gelin olarak gönderildi. 726’da Kuça’ya satışa sunulan atların başına gelen bir kaza yüzünden Su-lu Dört Garnizon (Kaşgarya) bölgesini talan et­ti. 730’da Türgiş ve Kuzey Türkleri elçileri, Çin sarayında [mevki önceliği konusunda] birbirleriyle atıştılar. 736 yılının birinci ayın­da Pei-t’ing genel valisi Kai Kia-yün, Türgişlere saldırarak ağır bir yenilgi tattırdı. 738’de Mo-ho takan (Baga tarkan) adlı bir bey gece Su-lu Kağan’a saldırarak öldürdü.

Von Gutschmid (ZDMG, 1880, XXXIV, s. 736), 716’da Horasan hakimi Yezid’in saldırısına uğrayan Curcan ve Dihistan prensi Sul’un Su-lu Kağan olduğu kanaatindedir, ama Sul bir özel isim değil, Curcan hakimlerinin kullandığı ortak bir unvandır ve bu prenslerin Yezid’le hırlaşan Sul adlı birinden sonra bu unvanı al­dıkları şeklindeki iddia mesnetsiz bir görüştür. Diğer yandan Çin tarihçilerinin aktardıkları tüm bilgiler Su-lu’nun Batı Türklerinin Talas’la Tokmak arasındaki eski topraklarını işgal ettiği yönünde; yoksa o, Hazar Denizi sahillerindeki Curcan hakimi Sul değildi. Bu özdeşleştirmenin reddedilmesi gerektiği kanaatindeyim.

216 Bu özdeşleştirme Marquart’a aittir. (Historische Glossen, s. 181-182 ve Die Chronologie, s. 38, n. 1). W. Barthol da (Die alttürkischen Inschriften, s. 27) aynı görüştedir. Taberî’ye göre, 119 (M. 737) yı­lında (Şu nehri sahilin üzerindeki) Nevaket’de ikamet eden kağan, Araplara karşı bir sefer düzenleyerek Toharistan’a kadar geldi. Türkler orada bir yenilgi aldılar ve kısa süre sonra kağan bir gece Türgiş beyi Kursul tarafından öldürüldü. Diğer yandan Tse-çi t’ung kien (CCXIV, s. 10 v°) 738 yılında Mo-ho ta-kan (Baga tarkan)ın gece Su-lu Kağan’a saldırarak onu öldürdüğünü kaydetmektedir. Bu müşahede, Mo-ho ta-kan (Baga tarkan)ın kağana saldırmak için Tu-mo-çi adlı başka bir beyle ittifak ettiğini kaydeden T’ang-şu’nun ri­vayetinden daha gerçekçi görünüyor. Çünkü Tu-mo-çi bu olaya hiç karışmadı ve yalnızca iş bittikten sonra maktul kağanın oğlunu tah­ta çıkardı. Bunun üzerine Mo-ho ta-kan (Baga tarkan) Çinli komi­ser Kai Kia-yün’den yardım istedi ve muhtemelen onun bu isteği 738 yılında Çin sarayına ulaştığı için Çinli tarihçiler, her ne kadar olay Taberî’nin belirttiği gibi, 737’de vukû bulmuşsa da, Su-lu’nun ölüm tarihi olarak bu yılı kaydettiler. Bu kronolojik mesele bu şe­kilde aşıldığına göre, şimdi Baga tarkan ile Kursul’un nasıl aynı ki­şi olabildiği konusuna geçelim. Marquart, (age.) Kursul’un aslında Türkçe kül çur unvanı olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Halbuki T’ang-şu’nun metninde Çinli komiser Kai Kia-yün’ün hem Su-lu’nun oğlu T’u-ho-sien kağana saldırmak için Baga tarkan, Taş­kent ve Keş kralıyla birleştiğini görüyoruz, hem de bir sonraki yıl (740) k’ü-lü ç’o (kül çur)dan başka Taşkent ve Keş kralına hediye­ler ve fahri unvanlar verildiğini okuyoruz. Bu iki metnin birbiriyle salıştırılmasından Baga tarkan’la kül çur’un aynı kişi olduğu sonu­cu çıkmaktadır. Böylece Arapların Kursul (kül çur)u ile Çinlilerin Baga tarkan’ının özdeşleştirilebileceğine yapılabilecek son itiraz de çürütülmüş olmaktadır.

Bu tespitten sonra Baga tarkan’ın Ç’u-mu-kun kabilesinin kül çur’u olduğunu ispat için bir adım daha atabiliriz. Bu konuda şu metinlere istinat etmekteyiz: 739 yılının sekizinci ayında T’u-ho-sien kağan hapsedildikten sonra, “dokuzuncu aydan itibaren Ç’u-mu-kunların Fu-yen (hükumetinden) kül çurun kabilesi, Pa-sai-kan kabilesi, Şu-ni-şi kabilesi, A-si-ki kabilesi, Kung-yüe kabilesi ve Ko-hi kabilesi, gösterdiği himmetten dolayı imparatora teşekkürlerini sunmak ve imparatorluğun bünyesine kabul edilme talebinde bulunmak için temsilciler gönderdiler.” (Ts’e-fu yüan kui, blm. 977, s. 20 v°) Diğer yandan 740 yılının üçüncü ayında “Türgiş kabilelerinden Ç’u-mu-kunların Fu-yen (hükumetinin) kül çuru sağ cesur muhafızları terfi dışı büyük generali unvanı aldı.” (Ts’e-fuyüan kui, blm. 975, s. 18 v°) Halbuki sağ cesur muhafızlar büyük generali unvanı, Baga tarkan’la özdeşleştirdiğimiz kül çur’a münferiden verilmiştir ki, bu durumda Baga tarkan Ç’u-mu-kunların kül çuru idi.

Sarı boylarla Kara boylar arasındaki didişlemeleri sonuna ka­dar takip etmek mümkün değil.217 Mevcut belgeler, Çin’in bazen fiilen iştirak ettiği bu karanlık çarpışmaları gün ışığına çıkarmak için yeterli değildir. Örneğin 748’de Çinli general Wang Çeng-ki-en Tokmak’ı zaptetmiş ve orada Büyük Bulut Tapınağı’nı inşa etmiştir.218 Sadece bir ipucunun işaretini verebiliriz: Karluk, Uygur ve Basmallar bir koalisyon oluştararak 744’de Kuzey Türk Ha-kanlığı’nı yıktıktan sonra, doğuda iktidarı ele geçiren Uygurlar Orhon nehrinin sol sahilinde Karabalgasun şehrini kurdular; Karluklar kendilerini batının hakimi olarak tanıttılar; yavaş yavaş On Okların topraklarını istila ederek 766’larda eski Türk yabgu-larının ikametgahları olan Tokmak ve Talas’ı işgal ettiler.

217 Tse- çi t’ung kien’de bulabildiğimiz olayların kronolojik sırası şöyle: 740 yılının üçüncü ayında, Kai Kia-yün, A-şi-na Huai-tao’nun oğlu Hin’e On Ok kağanı unvanı verilmesi teklifinde bulunur ve impara­tor da bunu uygun bulur. Dördüncü ayın sin-wei gününde Hin, Ki-ao-ho prensesi unvanı alan Li adında imparatorluk ailesine mensup bir kızla evlenir. O sıralar Baga tarkan ve Wu-su-wan-lo-şan adlı bi­risi barbar kabileleri Çin’e karşı isyana sevketmeyi planlıyorlardı, bu olay üzerine kötü niyetlerinden vazgeçerler ve Baga tarkan on ikinci ayda itaat arzetmek için gelir. Halkının reisi olarak tanınmak suretiyle ödüllendirilir. - 742: İmparator, On Okların kağanı A-şi-na Hin’i Türgişlerin başına tekrar geçirmek için askerler gönderir, fakat Kü-lan (Talas’ın 60 li doğusundaki Kulan) şehrine vardıkla­rında A-şi-na Hin Baga tarkan tarafından öldürülür. Bu olay üzeri­ne Türgiş reisi Tu-mo-tu (Tu-mo-çi ile aynı kişi) itaat arzetmek için gelir ve altıncı ay kendisine üç kabilenin yabgusu unvanı tevdi edi­lir. - 749 yılının beşinci ayında Ho-si tsie-tu-şi’si Fu-meng Ling-ç’a Türgiş Baga Tarkan’a saldırarak kellesini keser ve onun yerine kara kabilelerin [Kara Türgişlerin] reisi olarak İ-li-ti-mi-şi ku-tu-lu pi-kia (Eletmiş Kutluk Bilge)nin atanması teklifinde bulunur; altıncı ayın kia-ç’en günü, bir nâme ile bu şahsa On Okların kağanı unva-m tevdi edilir. - 749 yılının yedinci ayında Türgiş 1-po’ya japonca_dipnot_37.png On Ok kağanı unvanı verilir (Bu şahıs Ts’e-fu yüan kui, blm. 965, s. 5 r°’de 753 yılında japonca_dipnot_38.png adıyla zikredilen zatla aynı kişi gibi görü­nüyor.) - 751 yılının dördüncü ayında, An-si tsie-tu-şi’si Kao Sien-çi Türgiş kağanı, Tibet beyi, Taşkent kralı ve Kie-şe kralından iba­ret olan esirlerini saraya takdim etmek için gelir. - 753, T’ang-şu, Kara Türgişlerin kağanlarına Teng-li-i-lo-mi-şi (Tenride bolmış) un­vanı verdiklerini belirtmektedir. Ve en son olarak Ts’e-fu yüan kui, On Oklardan Kara Türgişlerin kağanı A-to p’ei lo (boyla)nın 759 yı­lının sekizinci ayında sunduğu hediyelerden söz etmektedir. [s. 314’deki ek ve düzeltme: Her ne kadar tarihen iyi bilinirse de Bud­dist kaynaklarda zikredilen bir olayın buraya alınması gerekiyor. Bir sutrada birinci t’ien-pao yılında (742) aralarında Ta-şe (Aksu) ve K’ang (Semerkant) krallıklarının da bulunduğu beş krallığın An-si (Kuça) şehrini kuşşattıkları belirtilmektedir. 742 yılının ikinci ayın­da An-si genel valisinden yardım isteyen bir mektup geldi. İmpara­tor çok endişeliydi, çünkü An-si başkente on iki bin li uzakta bu­lunduğundan, gönderilecek kuvvetlerin oraya varması için sekiz ay gerekiyordu ki, çok gecikeceklerdi. İ-hing adlı din adamı bu durum karşısında efendisine sarayda bulunan bir keşiş vasıtasıyla tanrı Va-içramana’ya yalvarmasını salık verdi. İsteği yerine getirildi ve bir­den üç ilahî savaşçı peyda oldu. İmparatora bunların, An-si şehrini kurtaracağını bildiren Vaiçramana’nın ikinci oğlu tarafından ku­manda edildiği söylendi. İki ay sonra An-si genel valisinin gönder­diği bir çapar, imparatorun tanrı Vaiçramana’ya yalvardığı sırada, tabiatüstü bir birliğin şehrin kuzeydoğusunda peyda olduğunu ve barbarların korkuya kapıldıklarını, silaha sarılmak istediklerini fa­kat yaldızlı fareler yaylarının ve ok atma makinalarının kirişlerini kemirdikleri için onları kullanamadıklarını ve arkalarına bakmadan kaçıp gittiklerini anlattı. - Aynı hikayeyi Pu-k’ung biyografisinde (Amoghavajra) da da buluyoruz. Orada da bir din adamı tanrı Vaiç-ramana’ya dua etmekle görevlendirilir, fakat bu defa kuşatma altın­da olan şehir Si-leang fu (Leang-çu)dur. Bkz. Sung kao seng çuan (Trip. Jap.b, XXXV, fasc. 4, s. 72). Tuhaftır ama düşmanın silah ki­rişlerini kemiren fareler hikayesi Hsüan-tsang tarafından da Ho-tan’la ilgili olarak rivayet edilir. (Memoires, II/233-234) ve Vivien de St. Martin’in belirttiği gibi tamamen aynısı bir hikaye Herodot’ta an­latılır. Stein’in Dandân uylik’de ortaya çıkardığı tabletlerden biri fa­re başlı bir tanrıça figürü içermektedir. (Arch. Exploration in Chi-nese Turkestan, s. 36).

Bu notun sonuna ilave edebileceğimiz bir başka husus ise, T’ang-şu’nun Tibet’le ilgili olarak verdiği bilgide Batı Türklerinden Karluk-lar’la yapılan bir savaş sırasında ak elbiseli Türkler adıyla bahsedildi­ğidir. (Bkz. Buschell, Journ. of the R. As. Soc., N. S., vol. XII, s. 533, n. 58)].

218 Bu olaydan Tu Huan’ın seyahat notlarında söz edilmektedir ki, Tu Yu’nun T’ung tien adlı ansiklopedisinde fragmanlar halinde muha­faza edilmiştir. (T’ung tien, blm. 193, s. 19 v°)

IX. Mâverâünnehir ve Amu-derya ile indus arasındaki ülkeler

(VII. Yüzyıl ortalarından VIII. Yüzyıl ortalarına kadar)

Batı Türklerinin 659 yılında Çin tarafından fethinden ve bir yüzyıl sonra Karluklarca topraklarına el konulmasına kadar ge­çen süre içindeki tarihî seyirde, daha önce Sir-derya’dan İndus’a kadar Türklerin hakimiyetinde bulunan tüm beyliklerden söz et­memiştik. Bunlarla ilgili bilgileri belli bir bölümde vermeyi uy­gun gördük. Esasen 659’dan itibaren bu ülkeler Batı Türk Hakan-lığı’nın bir parçası olarak görülemez. Gerek Tibetlilerin kontro­lünde ve gerekse Çin’in desteğiyle İli vadisinde veya Tokmak-Ta-las bölgesinde hüküm süren hiçbir kağan nüfuzunu Sir-derya’dan ötesinde fiilen hissettirecek kadar güçlü olamadı. Artık Batı Türklerinin sultası kırılmıştı ve bir daha da eski haline gelecek gibi değildi. Şu halde bu araştırmamızda VII. Yüzyıl ortalarından başlayarak esasen artık birbiriye ilgisi kalmayan bu bölgeleri in­celemeyi gerekli görüyoruz.

Gerçeği söylemek gerekirse Çin, 657-659 tarihleri arasında fethettiği tüm bölgede öncelikle hükümranlığını kabul ettirme iddiasında bulundu, ama 665’e kadar bu iddia gerçekleşmemiş görünüyor. Çünkü Tibetlilerin adaveti Çin’i tüm güçlerini onlara tevcih etme mecburiyetinde bıraktı. 665 yılından 715’e kadar Çin, Sir-derya-İndus arasındaki ülkelere nadiren müdahelede bu­lunabildi. İ-tsing’in rivayetlerine göre219 yaklaşık 670 yılından itibaren Araplar Kapiça yolunu tıkamıştı ve hacılar, vaktiyle Hsü-an-tsang zamanında olduğu gibi artık Hindistan’a Toharistan üze­rinden gidemiyorlardı. Çin sarayına haraç getirmeye gelen elçilik heyetleri bir yana bırakılırsa, - ki bunlar özellikle belli bir krala atfedilmedikleri zaman hiçbir resmi özelliği olmayan ticaret ker­vanlarından başka bir şey değillerdi,- tüm bu dönemde işaret ede­bileceğimiz olaylar, 696’da T’u-sa-po-t’i’nin K’ang (Semerkant) kralı atanması, 705’de Ki-pin (Kapiça) kralının, krallığını teşkil eden on bir ilçenin askeri levazım sorumlusu tayin edilmesi ve yine aynı yıl Toharistan kralı Na-tu-ni-li’nin kardeşi Pu-lo’nun sa­raya gelişinden ibarettir.

219 1-tsing, Les religieux eminents, trad. Française, s. 25.

Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Çin’in batıda neden fazla aktif bir politika yürütemediğinin sebeplerini tespit etmek zor değil­dir. 657-661 yılları arasında Ali ile Muaviye arasında devam eden iç savaş, Arap fetihlerinin hızını kesmişti; halifelik orduları Orta Asya’daki saldırgan ilerleyişini ancak 705’de meşhur general Ku-teybe b. Müslim’in düzenlediği seferlerle tekrar başlatacaktı. 661’den 705’e kadar Soğdiyana ve Amu-derya’nın güneyinde bu­lunan prenslikler nisbeten huzur içindeydiler ve Çin’den yardım istemiyorlardı. Diğer yandan, İmparatoriçe Wu’nun hüküm sür­düğü 684-705 yılları arasında Çin dahi bu hırslı ve zalim kadının kanlı entrikaları yüzünden dış politikayla fazla ilgilenecek du­rumda değildi. Ayrıca 670-692 yılları arasında Tibetlilerin Kaş-garya’yı işgal altında tuttuklarını ve böylece Pamir üzerinden ba­tıya giden tüm yolları Çinlilere kapadığını hatırlatmak gerekir.

705’den 715’e kadar devam eden Kuteybe fetihleri dönemi Or­ta Asya prenslerini dışarıdan destek aramak zorunda bırakmış, fakat ilk önce Çin’in kapısını çalmak yerine, Kuzey Türklerinden yardım istemişlerdir.

Mo-ç’o (Kapagan Kağan) 699’da On Ok kabilelerini impara­torluğunun şemsiyesi altında toplamayı başardıktan sonra, İn-dus’a kadar değilse bile, en azından Sir-derya’dan Amu-derya’ya kadar uzanan topraklar üzerinde nüfuzunu yaymak için bazı te­şebbüslerde bulundu. Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yeğeni Kül-tegin için dikilen kitabeye göre “henüz on altı yaşındaki bu ku­mandan, kağan amcasının hakanlık ve devleti için Altı Çublara ve Soğdak (Soğdiyanalı)lara karşı bir sefer düzenlemiştir.”220 Kül-tegin’in bu sefer sırasındaki yaşı tam olarak tespit edileme­miştir, ama ister yirmi altı, isterse biraz daha fazla yaşta olsun, Kül-tegin “Soğdak halkını organize etmek için İncu (Sir-derya) nehrini geçerek Demirkapı’ya kadar (Keş’in güneyinde) uzanan bir sefer düzenlemiştir.221 Kül-tegin’in on altı ve yirmi altıncı ya­şı 701 ve 711 yıllarına tekabül etmektedir ki, bu durumda Kül-tegin 701 ve 711 yılında veya biraz daha sonra iki defa Soğdiyana’ya girmiştir.

220 Veya Marquart’a göre (Historische Glossen, s. 5), “Altı Çubların Soğ-dakları” yani soy adları Çao-wu olan prenslerin Soğdiyana’daki altı devleti. Kül-tegin kitabesindeki bu metin Thomsen’in çevirisinden alınmıştır, ama Bang’ın dikkatli tashihine istinaden biz “yirmi altı yaş” yerine “on altı yaş”ındayken diye yazdık.

221 Thomsen, Inscriptions, s. 110.

Şimdi Arap kayıtlarına bir göz atalım: Hicri 88’de (yklş. M. 707) Arap general Kuteybe Buhara’nın başkenti Numeşkes’i itaat altına almıştı ve oradan Merv’e dönerken Türklerin saldırısına uğradı. Mezbûhane bir çarpışmadan sonra Kuteybe’nin ordusu galip geldi, “söylendiğine göre Allah’ın yardımıyla mağlup ettik­leri düşman, Çin hakanının iki yüz bin savaşçıyla kendilerine sal­dırmaya gelen yeğeni Kurgengabun (?)dur.”222 Çin kaynakların­da bu tarihte Batı ülkelerine düzenlenen bir seferden kesinlikle söz edilmez223 ve dolayısıyla bu metinde sözü edilen Çin hakanı Türklerin ulu hakanından başkası değildir ki, bu durumda onun yeğeni de Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yeğeni olan Kül-tegin’di. Ancak 707 tarihi kitabelerde verilen tarihlerle örtüşmemektedir. Muhtemeldir ki kitabe, kahramanının şanına nakıs getiren bir olayı görmezlikten gelmiştir. Fakat başka bir durumda olaylar arasındaki bağlantı daha kolay sağlanabilmektedir: 712 ilkbaha­rında Kuteybe Çin tarafından Tarkhon (Tu-hun)un yerine tahta geçirilen Kral Gurek’i (Çin metinlerinde Wu-le-kia) Semerkant’ta kuşatma altına aldı. Gurek, Taşkent kralı, Fergana prensi ve aynı zamanda kağandan yardım istedi.224 Sonuncusu oğlunun ku­mandasında seçkin bir birlik gönderdi, fakat bu ordu mağlup edildi ve Semerkant kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kal-dı.225 Burada sözü edilen “kağanın oğlu”nun Kül-tegin olma ih­timali kuvvetlidir,226 çünkü 712 yılı kitabedeki tarih sıralaması­nın ikincisiyle yeterince örtüşmektedir.

222 Tabari, farsça metin, Zotenberg çevirisi, IV/162-163. Ayrıca bkz. Barthold, Die alttürkischen, s. 7-8. Barthold’a göre bu metinde geçen Türk kumandan, bir Türgiş’di.

223 706 yılının on ikinci ayında Çinli general Şa-ça Çung-i, Şa-çu (Kan-su) yakınlarındaki Ming-şa dağı eteklerinde Kuzey Türkleri tarafın­dan ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Dolayısıyla 707 yılında Çin kuv­vetlerinin Amu-derya’nın ötesine gönderilebilmiş olması kesinlikle imkan dahilinde değildir. Çünkü onlar Türkleri mağlup etmemiş, aksine onlar tarafından hezimete uğratılmıştır.

224 Marquart, Die Chranologie, s. 8.

225 Tabari, age., IV/181-182.

226 Marquart’ın görüşü böyle. Bkz. age., s. 8; ama Barthold aynı düşün­cede değil. Bkz. age, s. 10-11.

Bu kıyaslama ne ifade ederse etsin, zikrettiğimiz iki müşahede vazıh bir şekilde bir yandan VIII. Yüzyıl başlarında Soğdiyana’ya müdahele eden Türklerin Kuzey Türkleri olduğunu, diğer yan­dan onların Arapların ilerlemesine karşı çıkacak durumda olma­dıklarını göstermektedir. Otağını Orhon sahillerine kuran bir ha­kanın İslam ordularının saldırısını püskürtmeye yetecek kadar bir gücü Sir-derya’nın öte tarafında tutacak durumu yoktur.

Çin, Mo-ç’o’nun (Kapagan Kağan) yapamadığı işi 715’de Kar-lukları ve On Okları itaat altına aldıktan sonra kendine vazife saydı. İmparator Hsüan-tsung’un 713’de tahta geçmesi, Batıda bir dizi önemli olaylar şeklinde tezahür eden ve k’ai-yüan (713-741) ve t’ien-pao (742-755) dönem adlarının şanına hiç de az katkıda bulunmayan Çin politikasındaki bu ikiye katlanışın kökenini oluşutruyor gibi gözükmektedir.

Çin’in Batı Türklerinin eski hakimiyet kalıntılarını müdafaa edeceği tek düşman yalnızca Araplar değildi. 663’de T’u-yü-hunla-ra ait Kuku-nor bölgesini zaptettiğinden beri Çin’in karşısına diki­len Tibet, Kaşgarya’ya gözünü dikmiş ve 670-692 yılları arasında burasını fiilen işgal etmişti. Çinliler, bu bölgeyi istirdat ettikten sonra, Gilgit ve Yassin üzerinden Kaşgarya yolunu Tibetlilere açan Pamirlerde nüfuzunu kabul ettirmek için çabalamaya başladılar. Batı Türklerinin sahipsiz bıraktığı Orta Asya prensliklerine gözü­nü diken Arapları batıda, Tibetlileri güneyde frenlemek isteyen Çin’in 715-750 yılları arasındaki diplomatik ve askeri faaliyeti Pa-mir üzerinden yürütülüyordu.

Çin’in birçok Asya devletiyle ilişkide bulunduğu 715-750 yıl­ları oldukça özel bir önem arzetmektedir ve tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. Vakanüvislerin sıradan müşahedelerinden başka, bu dönemle ilgili olarak, 1013’de yayınlanan Ts’e-fu yüan kui an­siklopedisinde bir yığın kançelerya belgesi, yabancı prenslerin ta­lepleri veya uluslararası müzakerelerde rol oynayan belli başlı ki­şilerin hususi hayatları hakkında bize bilgi sunan imparatorluk atama yarlıkları buluyoruz. Bu belgelerde onların konuşmalarını işitir gibi oluyor, kişiliklerini yansıtan kalıplaşmış hissiyat ifadele­rini tahmin edebiliyoruz. Arapları, Tibetlileri ve Çinlileri kazan­mak veya fethetmeye çalışan değişik halklar arasında cereyan eden entrikalar, ittifaklar ve çatışmaların kısa izahatlarını şu veya bu kesin detayda görür gibi oluyoruz.

Kuteybe’nin 715’de Süleyman’a karşı başlattığı isyan ve arka­sından ölümü, Çinlileri Araplara karşı üstün getiren ilk başarıla­rın zeminini hazırlamış gibi görünüyordu. Çinli tarihçileri refe­rans alırsak, yine aynı yıl Araplar ve Tibetliler Fergana kralı ola­rak A-leao-ta adında birini atamışlardı. Meşru hükümdar Kuça’ya sığınmaya gelmiş ve Çinli komiserden destek istemişti. Çinli ko­miser derhal bir ordu toplayarak cebri yürüyüşle batıya hareket etmişti. A-leao-ta on birinci ayda yenildi ve dağlara kaçtı. Bu ba­şarıların ardından aralarında Arapların, Taşkent’in, Semerkant’ın ve Kapiça’nın bulunduğu sekiz krallık bağlılıklarını bildirmek için elçilik heyetleri gönderdiler. İşte kesinlikle bu olaydan sonra imparator Bagatur tudun’a Taşkent kralı unvanı verdi.

Araplar, Tibetlilerin kendilerine Sir-derya’da verdikleri des­teğin karşılığını Kaşgarya’da ödediler. Bu yüzdendir ki Kuça’da-ki Çinli genel vali, 717 yılının yedinci ayında gönderdiği bir ra­porda Türgişlerin Dört Garnizon’a (Kaşgarya’ya) saldırmak için Araplar ve Tibetlilerden yardım aldıklarını, Yeke-arık ve Ak­su’nun çoktandır kuşatma altına alındığını ve kendisinin de on­lara karşı savaşmak için Batı Türkleri kağanlarının soyundan gelen birinin kumandasında üç Karluk kabilesini gönderdiğini belirtiyordu. Yine 717 yılında imparator kendi safına çekebil­mek ve Tibetlilere geçiş yolunu kapatmak amacıyla Büyük Pu-lü (Baltistan) hükümdarının krallığını resmen tanıyordu.

718 tarihinde Tokaristan kralı veya yabgusunun on dört yılı aş­kın bir süredir Çin sarayında gezinen ve mevkisine uygun bir dav­ranış görmediğinden yakınan küçük kardeşi A-şi (-na) tegin Pu-lo’nun bir dilekçesini görüyoruz. Tegin, iddiasını haklı göstermek için de her biri iki yüz bin süvari ve askere kumanda eden Zabu-listan ve Kapiça krallarının, ayrıca her biri ellişer bin kişiyi ku­manda eden Huttal, Kurân, Şuman, Şignan, Eftalit, Wahan, Cüz-can, Bamyan, Kavaciyan ve Badahşan krallarının efendisi kardeşi­nin sahip olduğu gücü gözler önüne seriyordu. Bu açıklama bize Toharistan’ın Demirkapı’dan İndus’a, Merv’in doğusundan Wa-han’a ve Pamirler’de Şignan’a kadar uzanan tüm prenslikler üze­rindeki hakimiyetini göstermektedir. Gerek Sâsânî hanedanının son temsilcilerine sığınma hakkı vermek ve gerekse çevresindeki prenslikleri tek bir sancak altında toplamanın yollarını aramak suretiyle bu ülkenin Arap istilasına karşı direnişin önderi olarak oynadığı önemli rolü daha iyi anlıyoruz.

719 yılının ilkbahar aylarında An (Buhara) hükümdarı Tu-sa (Tuğşada) po-t’i, Kiu-mi (Kumed = Karategin) hükümdarı Na-lo-yen (Nârâyana), K’ang (Semerkant) hükümdarı Wu-le-kia (Gu-rek), aynı anda Çin’e müracaatta bulunarak Araplara karşı kendi­lerine yardım etmesini istediler. Biz, onların üç dilekçesini bu ki­tapta verdik. Örneğin Tuğşada imparatordan Türgişlere yardımı­na gelmelerini emretmesini istiyor, kendisi de kuvvetlerini onla-rınkiyle birleştireceğini ve zaferin kesin olacağını belirtiyor; Nâ-râyana Arapların kendisini sonuna kadar soyduğundan şikayet ederek Çin’den adaleti sağlamasını diliyor, karşılığında impara­torluğun batı kapısında sadakatle nöbet tutacağını vaat ediyor; Gurek ise ülkesinin otuz beş yıldan beri harp halinde olduğunu beyan edererek, 712 yılında Semerkant’a karşı Emîr Kuteybe (İ­mi Kü-ti-po) tarafından yapılan kuşatmayı hatırlattıktan sonra, batı ülkelerinde rağbette olan ve Arap egemenliğinin süresini yüz yıl ile sınırlayan bir kehanete atıfta bulunup onların vadelerinin sonunda geldiğini ve başarılarının son bulması gerektiğini ve ar­tık fazla gecikmeden onlara saldırmak icap ettiğini düşündüğünü beyan ediyordu. - Toharistan bu seferlere katıldı mı? Muhteme­len katıldı, çünkü 719 yılının altıncı ayında Çaganiyan kralı ve Toharistan yabgusu Ti-şe (Teş)den Çan’ang’a bir elçi geliyordu ve yanında da Mo-ni dinini yani muhtemelen Maniheizmi ilk defa Çin’e sokan Ta-mu-şi adında biri vardı.

Her ne kadar imparator hemen Araplara karşı bir ordu gön-dermemişse de, en azından onlarla savaşanlara cesaret verdi. 720 yılının dördüncü ayında Wu-ç’ang (Udyana), Ku-tu (Hattal) ve Kiu-wei (Yassin) krallarına Araplara kafa tutmuş olmalarının mü­kafatı olarak krallık beratı gönderdi. Yine aynı yıl ve şüphesiz ay­nı sebeple Hu-mi (Wahan) kralına kral unvanını veriyordu.

İmparator, 720 yılının dokuzuncu ayında da Zabulistan kra­lına Arrahoc hie-li-fa’sı, Kapiça kralına Arrohac tekini unvanla­rını veriyordu. Arrohac’la Zabulistan aynı yerdir ve ülkenin hie-li-fa’sı Batı Türklerinden kalma Türkçe unvanı taşıyan gerçek kralı idi. Çünkü Zabulistan kralı Kapiça’yı ele geçirmiş ve elbet­te kardeşlerinden birini veya tegin unvanı taşıyan bir oğlunu orayı yönetmekle görevlendirmişti ve dolayısıyla Kapiça kralı Arrohac veya Zabulistan tegini unvanına sahipti. Arap yazarlar­dan 710-720 yılları arasında Zabulistan kralı veya Zambil’in Arapların ülkesine girmesini engellediğini biliyoruz.227

227 Marquart, Eranshahr, s. 290.

İmparator ayrıca 720 yılında Kaşmir kralı Çandrapida’ya bir beratla kral unvanı verdi. Zabulistan ve Kaşmir’e aynı anda çı­kartma yapılması bir tesadüf değildi. Çünkü her iki ülke de aynı dava etrafında birleşmişti. Böylece Çin onları sadece Araplara karşı değil, Tibete karşı da yanına almış oluyordu. Bunun kanıtı­nı 724 yılında Zabulistan kralından Göğün Oğlunun sarayına ge­len ve hayli acayip bir olayı içeren dilekçede görüyoruz. Bilindi­ği gibi Çinliler 722 yılında Tibet tarafından tehdit edilen Küçük Pu-lü (Gilgit) kralına yardım göndermişler ve onun zafer kazan­masını sağlamışlardı. Halbuki Tibet btsanposu on beş yıl önce Çin imparatorluk ailesinden Kin-ç’eng prensesiyle evlenmiş; im­paratorlukla Tibet arasındaki savaş bu prensesi çok zor duruma düşürmüş ve o sırada Kaşmir’e sığınmayı düşünmüştü. Kaşmir kralı ise prensesin talebini kabul ederek Tibetlileri püskürtebil­mek için Zabulistan kralından yardım istemiş, bunun üzerine Za-bulistan prens kralı Çin’e bir mesaj göndererek talimat beklemiş, fakat imparator her iki kralın tavırlarını takdir etmekle birlikte bu konuda herhangi bir şey yapmamış, Kin-ç’eng prensesi de 741’de öldüğü Tibet’de kalmıştı.228

228 Bushell, The early history of Tibet, Journ. of the R. A. S., N. S., t. XII, s. 472-473.

727 yılında Toharistan kralı uzun bir felaket çığlığından ibaret bir mektup gönderdi. Babası Araplar tarafından esir alınmış, hal­kı müstevlilerin soyup soğana çevirmesi yüzünden büyük sıkıntı­ya düşmüş, dolayısıyla tüm ülkede Göğün Oğluna hediye edebile­ceği değerli bir eşya kalmamıştı. Yabgu ayrıca Türgiş kağanının en kısa zamanda kendisine yardıma gelmesi için emir verilmesini ıs­rarla rica ediyordu, ama Çin bu yakarışlara 729’da tegine Toharis-tan yabgusu ve Eftalit kralı unvanlarını vermekle yetindi.

O sıralar Çin’deki batı ülkeleri elçilerinin sayısı artıyordu. Baş­kente 726 yılında Buhara kralı ve aynı zamanda Tu-sa (Tuğşada) po-t’i’nin kardeşi Arslan ta-fu tan-fa-li, arkasından Arap elçisi Sü-leyman,229; 727’de Keş kralı Hu-pi-to’nun elçisi; 728’de Wahan ve Maymarg elçileri; 729’da Wahan ve Huttal elçileri; 730’da Maymarg elçisi gelmişti. 731’de ise Semerkant kralı Gurek, oğul­larından Tu-ho’nun Ts’ao [Ch’ao) (Kabuzan), Me-çuo’nun Mi (Maymarg)230 kralı olarak atanmasını istiyor; 732’de de sözde Persia kralının bir temsilcisinin refakatinde Nesturi rahip Ki-lie başkente teşrif buyuruyordu.

229 T’ang-şu, b, s. 8. r°.

230 731 tarihi Ts’e-fu yüan kui, blm. 999, s. 18 r°’de verilmiştir.

719’da Buhara kralı Tuğşada, 727’de Toharistan yagbusu tara­fından sunulan dilekçelerden bu prenslerin imparatordan ordu­lardan birisini göndermesini, hiç olmazsa Türgiş kağanının yardı­mına gelmesinin sağlanmasını istiyorlar; fakat Türgiş hanı Su-lu kendisine fazla bağımlı olmadığı için imparator bu isteklere cevap veremiyordu. Ne var ki Su-lu 738’de Ç’u-mu-kunların kül çuru ta­rafından katledildiğinde katil lehine müdahelede bulunmuş, 739’da generallerinden biri, Tokmak yakınlarında Su-lu’nun oğlu T’u-ho-sien’in yakalanması için Keş ve Taşkent krallarıyla işbirli­ği yapmış, aynı sıralarda başka birlikler Talas’da Kara Türgişlerin kağanını aniden bastırmak için Fergana kralıyla birleşmişti. Çin, bu askeri seferlerden sonra Mâverâünnehir’de nufuzunu yayabil­mek için Batı Türklerinin asli topraklarında hakimiyeti yeniden ele geçirdi. Nitekim 739’den 742 yılına kadar Taşkent kralına “adalete uyum sağlayan kral” (740), arkasından yine aynı şahsa “değişimi kabul eden kral” (742), Batı Ts’ao (İştikan) kralına “fa­zileti seven kral” (742) unvanları veriyordu. Diğer yandan Keş, “itibara teveccüh eden krallık” (Lai-wei kuo), Fergana ise “huzur­lu uzak ülke” (Ning-yüan) Çin isimlerini alıyordu. 744 yılının on ikinci ayında da Çinli Ho-i prensesi Fergana kralı Arslan tarkan’a eş olarak verildi. Çin nüfuzu Hazar Denizi’nin güneyine kadar ya­yılmıştı ve Taberistan kralı 744 yılında “değişime saygı duyan kral”, 747’de ise “doğru yola dönen kral” unvanı aldı.

Çin, Tanrı Dağları’nın kuzeyinden Mâverâünnehir’e inen ve batıda Hazar Denizi kıyılarına kadar yayılan topraklarda egemen­liğini ilan ederken, daha güneyde Kaşgarya’dan Pamir’e, oradan ya Gilgit ya da Çitral vadisi üzerinden İndus havzasına ulaşan yol boyunca da etkinliğini gösteriyordu. 728’de Hotan ve Kaşgar krallarına unvan verilmiş; 720’de imparatordan bir berat alan Çandrapida’nın kardeşi Muktapida, 733’de Kaşmir kralı olarak atanmıştı. 738’de ise Hsüan-tsung, Ju-mo-fu-ta’yı müteveffa Za-bulistan kralı babasının yerine meşru varis olarak atıyor, 745’de Pu-fu-çun’u Kapiça ve Udyana kralı tayin ediyordu. (O sıralar bu iki ülke siyasî yönden birleşmişti.)

Çin, Kaşmir, Udyana, Kapiça ve Zabulistan’la olan ilişkileri muhafaza etmek için Wahan ve Gilgit vadisi üzerinden giden yo­lu açık tutmak zorundaydı. Halbuki Kaşgarya’ya nüfuz etmek için kullanılan tabii güzergah olması hasebiyle bu yol sürekli Ti­bet tehdidi altındaydı. Dolayısıyla imparatorluk yönetiminin sık sık bu bölgede gövde gösterisinde bulunmasında şaşılacak bir şey yok. Daha önce imparatorun 720’de Wahan kralına berat verdiği­ni ve 722’de Tibetliler tarafından tehdit edilen Küçük Pu-lü’ye (Gilgit) yardımda bulunduğunu görmüştük. Çin, 737’de Küçük Pu-lü kralına ani bir kurtarma harekatında bulunmak için Kuku-nor yakınlarında Tibetlilere hücum etmiş, 741’de müteveffa kra­lın kardeşi Ma-hao-lai’yı231 ülkenin kralı olarak atamış, 742’de ise Wahan kralını Tibetle ilişkisini keserek kendi egemenliğini kabul etmesinden dolayı kutlamıştı.

231 Ma-hao-lai’ın diğer bir adı da Ma-lai-hi idi.

Tibetliler yine de ilerlemelerini sürdürüyorlardı. Küçük Pu-lü (Gilgit) kralı Ma-hao-lai ölünce yerine geçen kişiyi kandırmayı başarmış ve Tibetli bir prensesle evlendirerek tümüyle kendi saf­larına çekmişlerdi. Bu diplomatik başarıdan sonra Küçük Pu-lü’nün kuzeybatısındaki yirmiden fazla krallık Tibet’e bağlandı. Çin’in hakimiyeti altındaki boylar da artık saraya saygı sunmaya gelmiyorlardı. Kaybedilen bölgenin yeniden kazanılması için çok gayret sarfetmek gerekiyordu. 747 yılında böyle bir çapa sarfedil-di de. O yıl Çin’in hizmetinde bulunan Kore asıllı general Kao Si-en-çi, Pamir dağları arasında, Barogil ve Darkot geçitlerinin öte­sinden Gilgit vadisine kadar Gilgit kralını müteşekkir olmak zo­runda bırakan ve Çin ordularına şeref bahşeden meşhur seferini gerçekleştirdi.

Ne var ki elde edilen başarı tüm dirençleri kırmaya kâfi gelme­di. 749’da Toharistan yabgusu Şe-li-mang-kia-lo, Tibetlilerle itti­fak sağladıktan sodra Küçük Pu-lü ile Kaşmir arasındaki yolun kontrolünü eline geçiren küçük dağlı prense, Kie-şe kralına kar­şı imparatorluk birliklerinden yardım istedi. Şe-li-mang-kia-lo’-nun cesur bir politikayla hazırladığı plana göre, kuvvetleri Pamir ve Kaşgarya üzerinden Çin İmparatorluğu ile birleşecek ve Tibet akınlarına karşı geçilmez bir duvar meydana getirecekti. 750 yı­lının ikinci ayında general Kao Sien-çi bu çağrıya cevap verdi ve bir kez daha zafer kazanarak Kie-şe kralı Pu-t’o-mo’yu esir edip, tahta onun kardeşi Su-kia’yı geçirdi. - Bu olaylardan kısa zaman sonra Senerkant’dan Mo-ye-men, daha sonra Kapiça’dan Sa-po tarkan Çin sarayına elçi olarak geldiler. Sa-po tarkan 751’de ülke­sine dönerken yanında bilâhare Buddist din adamı olacak olan hacı Wu-k’ung’u da götürdü.

Pamir’in barınılması güç bölgelerinde ordusunu üstün bir ba­şarıyla yöneten Kao Sien-çi, tüm kahramanlığına rağmen kötü ni­yetli ve açgözlüydü. İşlediği hatalar kendisinin mahvına yol aça­caktı. 750 yılının on ikinci ayında Taşkent’in işlerine müdahele-de bulundu. Taşkent kralı itaat ettiğini bildirmesine rağmen, ve­rilen sözün hilafına tutuklanarak idam edildi. Tüm serveti Kao Sien-çi’nin eline geçti ve utanç verici bir yağmalamaya maruz kal­dı. Fakat oğlu kaçmayı başararak, komşu halkları Çinlilerin kötü niyetleri ve açgözlülüklerine karşı ayaklandırdı, arkasından da Araplardan yardım istedi. Abbasilerin Horasan’daki özel temsilci­si Ebû Müslim, Göğün Oğlunun hakimiyeti yerine halifenin nü­fuzunu yerleştirebileceği böyle güzel bir fırsatı kaçırmadı ve he­men Ziyad bin Salih komutasında bir orduyu yola çıkardı.232 Fer-gana ordularını da kendi saflarına katan Kao Sien-çi, düşmanı karşılamaya çıktı; fakat Karluk boylarının isyanıyla hem önden, hem arkadan sarılınca Atlah’a çekildi ve H. 133 yılının Zülhicce ayında (751 Temmuzunda) Taraz (Talas) nehri yakınlarında or­dusu kamilen kırıldı. Geri çekilişi öyle bir karışıklığın içinde ce­reyan etti ki, kendisi ve kurmayları fırari sürüleri arasından yol açabilmek için ellerindeki sopaları kullanmak zorunda kaldı-lar233. Galip Arapların Semerkant’a götürdükleri Çinli esirler o zamana kadar Çinlilerin tekelinde bulunan kağıt sanayini orada kurdular ve böylece İslam dünyasına taşınan bu sanayi orada bü­yük bir gelişme yaşamakta gecikmedi.234

232 J. Karabacek, Das arabische Papier (Mittheil, aus der Sammlung der Papyrus Erzherzog Raine, vol. II et III, s. 87-178), s. 113.

233 Taşkent kralı, Kao Sien-çi tarafından 750’de tutuklanmış, Araplara karşı savaş ise 751 Temmuzunda gerçekleşmiştir.

234 Karabacek’e göre (age., s. 112) Saalibi olayı şu şekilde nakletmekte­dir: “Semerkant’ın özellikleri arasında Papirus ruloları ve parşöme­ni ortadan kaldıran kağıdı saymak gerekir. Çünkü onlardan daha güzel, daha hoş ve daha kullanılışlıydı. Kağıt, sadece orada ve Çin’de bulunurdu. “El-Mesalik ve’l-Memalik” adlı eserin yazarı, ka­ğıdın Çin’den Semerkant’a Çinli esirler vasıtasıyla geldiğini naklet­mektedir ki, gerçekten de aralarında tesadüfen kağıt ustalarının bu­lunduğu bu esirleri getiren Ziyad b. Salih’dir. Bu olaydan sonra ka­ğıt sanayi gelişti ve üretimi Semerkant halkı bunu önemli bir ticari meta haline getirinceye kadar sürdü. Sonuçta tüm dünyada insa­noğlunun kullandığı bir meta haline geldi.”

Hirth’in kaydettiğine göre (Nachworte, s. 3) muhtemelen Çinli esir­ler arasında yabancı ülkeler hakkında yazdığı ve mâlesef günümü­ze kadar yetip gelmeyen King hing ki adlı eserin müellifi Tu Huan da vardı. Bu kitabın bazı pasajlarını muhafaza eden Tu Yu’nun T’ung tien adlı eserinde şu cümleyi okuyoruz: “Ailem Tu Huan, batıya dü­zenlenen sefer sırasında Çinli komiser Kao Sien-çi’nin peşine takı­lıp gitti. Onuncu t’ien-pao yılı (751) batı denizine ulaştı; pao-ying dönemi başlarında (762) Kuang-çu (Kanton) üzerinden Çin’e dö­nüş için bir tacir gemisine bindi. O, King hing ki’nin yazarıdır.”

Kao Sien-çi’nin Talas ırmağı kıyılarında uğradığı felaket, Çin’in Batı ülkelerindeki kudretinin sona ermesinin işaretiydi. Fakat Asya’nın diğer ülkelerinde aynı devrede cereyan eden olay­lar göz önünde bulundurulmadan bir savaşın tek başına böyle köklü bir sonucu nasıl doğurduğu anlaşılamaz.

Prensleri Tayland kökenli olan Nan-çao Krallığı’nın başkenti, Yün-nan’da Ta-li-fu yakınlarındaydı. Eskiden Altı Çao olarak ad­landırılan altı ayrı prensliği bir sancak altında toplayan Kral P’i-lo-ko’nun enerjisi sayesinde bu krallık, 738 yılına doğru kuvvet­li bir devlet olmuştu. 748’de yerine geçen oğlu Ko-lo-fong’un Yün-nan’ın doğu kesiminden Tonkin’e giden bir yol açmak iste­yen Si-ç’uan’lı Çinli memurlarla arasının bozulması uzun sürme­di. Gerginlik yükselince 751’de Çinli general Sien-yü Çung-t’ung Ta-li-fu üzerine yürüdü. Başkentinin tehdit altında olduğunu gö­ren Ko-lo-fong, imparatorluk güçlerine kafa tutarak, onlara Si-öl gölü [şimdiki Sier Gölü] yakınlarında ağır bir darbe indirdi ve at­mış binden fazla düşman askeri öldürdü. 29 Mayıs 751’de vukû bulan bu savaş, Asya’nın öteki ucunda, Talas yakınlarında Arap­larla Çinliler arasında çıkacak olan savaştan en az iki ay önce ol­muştu. Kazandığı zafere sevinemeyen ve misillemelerden korkan Ko-lo-fong, Tibet kralı veya btsanposundan korunma istedi. Ti­bet kralı münferiden kendisini güçlü kılacak olan bu açılımı ha­raretle karşıladı ve Nan-çao kralına doğu imparatoru (tung-li) unvanı vererek, kardeş btsanpo olarak adlandırdı. Çin ordusu­nun 754’de Ko-lo-fong’a boyun eğdirme isteği yeni bir mağlubi­yeti beraberinde getirdi ve Ta-li-fu’nun kuzey kesimi iki yüz bin askere mezar oldu.235

235 Tüm bu detaylar için bkz. Une inscription du royaume de Nan-tchao (JA, Nov.- Dec.1900).

Bir sonraki yıl (755), askeri yeteneğinden ziyade dalkavukluk-larıyla imparatorun güvenini kazanan, ancak sonradan onu devir­meye kalkışan yabancı asıllı paralı asker An Lu-şan’ın isyanı pat­lak verdi. Başarmasına ramak kaldı. Hsüan-tsung, 13 Temmuz 756’da isyancıların Ç’ang-an yolunu açan T’ung Geçidi’ne236 ha­kim olduklarını görünce alelacele başkentini terk ederek Si-ç’uan bölgesine sığındı.

236 T’ung Geçidi, Hua dağı ile Huang-ho arasında, Si-an-fu’nun doğu­sunda yer almaktadır.

Bu olaydan sonra iktidarı ele alan oğlu İmparator Su-tsung’un enerjisi neredeyse ümitsiz bir durumu kurtardı. Hüku-met kuvvetleri 757’de Ç’ang-an’ı geri aldılar. Şehre saldırı sıra­sında işbirliğinde bulunan askerler arasında An-si (Kaşgarya as­keri valiliği), Pei-t’ing (Kuzey T’ien-şan askeri valiliği), Fergana ve Arap birlikleri de vardı.237 Çin’in Batıda henüz yeni oynadı­ğı şanlı rolün son kalıntısı da işte buydu.

237 Tse-çi tung kien, blm. CCXIX, s. 5 v°.

IX. Sonuç

Gördüğümüz gibi Batı Türklerinin tarihi neredeyse birbirine eşit iki kısma ayrılır. VI. Yüzyılın ortalarından VII. Yüzyıl ortala­rına kadar bağımsız, VII. Yüzyıl ortalarından VIII. Yüzyıl ortala­rına kadar ise Çin, Tibet, Araplar ve diğer Türk halklarıyla reka­bet halindeydiler. Her ne kadar Türklerin ikinci dönemde hakan­lığın kurucuları İstemi ve Tardu tarafından itaat altına alınan tüm kabileleri bir bayrak altında toplayan bir hakan-ı kebirleri olma­mışsa da, ilk devrede tek vücut olma ve birlik içinde bulunma ko­nusunda da çoğu kez zayıflık yaşanmıştır. Batı Türkleri, gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir zaman kuvvetli bir merkezi devlet oluşturmadılar: Kendi topraklarında, Tanrı Dağları ve İskender tepelerinin kuzeyinde her biri bir şekilde bağımsız birçok mün­ferit gruba bölünmüşlerdi ve bir krallıktan ziyade federasyon du­rumundaydılar. Hakan-ı kebirin otoritesinin zayıfladığı veya bir­kaç beyin hakanın iktidarını tartışma konusu yaptıkları durum­larda, boylar arasındaki rekabet hemen su yüzüne çıkıyordu. Bu yüzdendir ki, onların tarihi kayıtları Cungarya’daki beş Tu-lu bo­yu ile Tokmak ve Talas civarında yaşayan beş Nu-şi-pi boyu ara­sındaki iç çekişmelerin hikayeleriyle doludur. Soğdiyana ve To-haristan prenslikleri Türklerin hakimiyeti altındayken bile yarı bağımsız haldeydiler. Çinlilerin 657-659 yılları arasındaki Çin zaferleri hakanların gücünü bitirdikten sonra, bir kez daha dağıl­dılar ve ortak bir bağları kalmadı. Eğer Türklerde taht tevarüs hu­kukunun sarsılmaz kurallarla tespit edilmemiş olduğunu, oğulun babasının tahtını mutlaka tevarüs etmediğini ve kağanın ölümü üzerine kardeşlerin taht kavgasına başladıklarını da göz önünde bulundurursak, onların siyasi teşkilatlanmalarındaki iç hataların neler olduğu anlışılacaktır. Başlarında yetenekli bir önder bulun­duğunda herkesin önünde eğildiği yenilmez bir güç teşkil ediyor­lar, ama hızlarının kesildiği andan itibaren, barış zamanında ha­kanlığın gücünü ve azametini korumaktan âciz kalıyorlardı.

Batı Türklerinin politik yaşamda sürdürülebilir bir şey yaratma­daki yetersizliğini sanat ve edebiyatta da buluyoruz. Çin ve İran sa­natta yüksek bir seviyeye ulaşırken, bu iki ocağın arasında oturan Türkler onların ışıklarıyla aydınlanmayı bilemediler. Birkaç kita­benin bir gün onların yazılarındaki ve dillerindeki gerçek dehayı önümüze çıkarması mümkün olsa bile, onlardan bu isme layık hiç­bir edebi anıtın kalmadığı muhakkak. Bizanslı tarihçilerin metin­leri ve Sibirya’nın güneyinde bulunan altın süslemeler kıymetli madenleri işlemeyi bildiklerini teyit etse de, bu sanatın maddenin değerinin madeni işlemenin hakettiği değerden daha fazla önemli olduğu bir barbar sanatı olarak kaldığını belirtmek gerekir.

Bununla birlikte Asya’nın umumi tarihi ele alındığında, Batı Türklerinin rolü gözardı edilemeyecek kadar önemlidir. Bu sa­vaşçı halk, fetihleriyle hatırı sayılır bir rol oynamıştır. Doğuda Altaylar’dan batıda Volga’ya [İtil’e], kuzeyde Tarbagatay’dan güney­de İndus’a kadar dağılmış boyları yaklaşık bir asır boyunca ikti­darı altında toplayarak, vaktiyle kargaşa ve yağmadan başka bir şey olmayan bir bölgede belli ölçüde bir düzen ve barış tesis et­miş; ortasında bulunduğu Çin, Bizans, Pers ve Hindistan gibi dört devâsâ uygarlık arasında onun sayesinde ticari ilişkiler ku­rulabilmiş; böylece Türkler, kendileri bir ürün üretmeksizin uluslar arası değişimleri kolaylaştıran yararlı aracılar olabilmiş­lerdir.238 Kara yoluyla ipek taşımacılığı onların tekelindeydi; bu ti­carete bir çıkış noktası bulmak için Bizans’la görüşmelere giriş­mişler ve kendilerinden herhangi bir şey almayı reddettiği için Perslerle savaşmaktan çekinmemişlerdir. Diğer taraftan Japon-ya’daki eski Horiuji tapınağının hazinesinde başka zenginliklerin yanı sıra üzerine dört ayaklı ve kanatlı bir hayvanın hakkedildiği bir gümüş ibrik ve her biri bir aslanla dövüşmek için geri dön­müş dört süvariyi gösteren bir çeşit bayrak bulunmaktadır. Her iki sanat eserinin de Pers Sâsânî sanatından esinlendiği görül­mektedir.239; Bunlar, en uzak ülkelerin birbirleriyle ilişki kurma­larını sağlayan ticari hareketin kanıtlarıdır.

238 Sonuç bölümünde yazarın tipik Fransız ve haçlı fanatizmi ile Türk halklarına bu kadar haksızlıkta bulunması, doğrusunu söylemek gerekirse, akademisyen kimliğine yakışmayan bir tavır ve aynı za­manda Türk uygarlık tarihini derinlemesine incelememiş olmanın getirdiği bir cehalet olarak sırıtmaktadır. Halbuki Türklerin panto­lonun, kağnının, tekerleğin, tuzun, oku 800 m. uzağa fırlatan yay­ların, kendilerine özgü bir taht tevarüs sisteminin, üzenginin ve hepsinden önemlisi yüzlerce yıl boyunca savaşçıları ölümden kur­taran zırhın vs.. mucidi olduklarını bilmemiş olması mümkün de ğildir. Fakat yobazlık ve fanatizm, yalnızca entellektüel insanların hastalığıdır (editör).

239 Atıfta bulunduğumuz ibrik, 1900’de açılan Paris sergisinde yer al­mıştır. (Histoire de l’art du Japan, Ouvrage publie par la Commission Imperiale â l’Exposition universelle de Paris, 1900, p. 61) Bayrağa gelince, onun bir temsili, mühendis Ito’nun Horiuji tapınağının in­şaatı hakkındaki kitabında görülebilir (Tokyo İmparatorluk Akade­misi bildirisi, 1. fasikül, 1.sayı), Atlas’da s. 18, şekil 54. Avrupalı şar­kiyatçılar tarafından çok az bilinen bu kitabın iletişimini Sylvain Le-vi’nin nezaketine borçluyum. 9 Mart 1902’de Guimet Müzesi’nde verilen bir konferansta Desyahes bu bayrağın bir röprodüksiyonunu göstermiştir; üstteki iki atın böğründe Çince [İl kelimesi, alttaki iki atın böğründe ise japonca_dipnot_39.png kelimesi fark edilmektedir ki, bu da kumaşın doğrudan İran’dan gelmemiş olduğunu göstermektedir ve muhte­melen bir Pers örneğinden yararlanılarak Çin’de üretilmiştir. M. Desyahes bu konferansta Foukoutchi olarak adlandırdığı benzer bir kumaştan bahseder. Sanat tarihi açısından gerçek bir değere sahip belgeleri sıkı sıkıya tam ve doğru bir şekilde yayınlanması çok arzu edilirdi. - Dieulafoy (Yazıtlar Akademisi seansları üzerine raporlar, 1901, s. 3), Japonya’da muhafaza edilen ve 650 ile 720 arasındaki devreye ait olan sanat eserleri arasında “bazı eşyaların Persia’dan ve­ya Hindistan’dan ithal edildiği izlenimi verdiğini” kaydetmiştir.

Türk toprakları üzerinden sadece ticari mallar nakledilmiyor­du. Aksine fikirler de kervan yolunu takip ediyordu. Hsüan-tsang, 630’da Buddizmin kutsal diyarında Çin itikadını tekrar canladırıp arındıracak öğretiler aramak için Türk dünyasını ku­zeyden güneye katetmiş ve Şe-hu Kağan’ın desteği sayesinde hiç­bir sıkıntıya maruz kalmadan İndus’a ulaşabilmiştir. Dört yıl ön­ce, henüz 626’da yine aynı Şe-hu Kağan, Hintli din adamı Prab­hâkaramitra ve yoldaşlarını ağırlamış, bilâhare bunlar o sırada Türklerin yanında bulunan imparatorluk elçilik heyetinin ardın­dan Çin’e gelmişlerdi. 621’de ilk âteşgede Ç’ang-an’da inşa edil­miş ve 631’de mecusî Ho-lu Orta İmparatorlukta semavi tanrının dinini, yani Zerdüştizmi yaymıştı.240 Nihayet 635’de Nesturî ke­şiş A-lo-pen, Batı Türklerinin ülkesini batıdan doğuya katederek Suriye’den Wei ırmağının kıyılarına Hıristiyanlık dinini Nasturî-lerin kendisine öğrettikleri şekilde getirmişti.241 Tüm bu tarihle­rin çakışması tesadüfî değildir ve aksine Batı Türk Hakanlığı’nın varlığının Asya’nın bir ucundan ötekine gidiş gelişleri özellikle kolaylaştırdığının kanıtıdır; onun sayesindedir ki üç büyük din, Mazdeizm, Hıristiyanlık ve Budizm’den ilk ikisi Çin’de tutunabil-miş, üçüncüsü hayat bulabilmiştir.

240 JA., Ocak-Şub. 1897, s. 61-62.

241 Inscription chretienne de Si-ngan-fou.

Aynı devre doğru Muhammed, 632’de öldü, kendisinden önce gelenlerle savaşmakta gecikmeyecek yeni bir din kuruyordu. Baş­ka bir açıdan, Batı Türkleri İslamın yayılış hızını kolaylaştırdılar. Yaşamlarının başlangıcında Eftalitlere karşı zafer kazanmak için 563-567 yılları arasında Perslerle ittifak kurmuşlardı; fakat Pers kralları kendilerine Amu-derya sınırını veren bu beraberlikten işin başında bazı faydalar elde etmişlerse de, bir enayi pazarlığı yapmış olduklarını fark etmekte gecikmediler. Çünkü Türkler onlara komşu olduktan sonra en zorlu düşmanları olacaklardı. Bizans’ın Ctesiphon’a [Medain] karşı mevcut eski düşmanlığını körüklediler ve böylece Amu-derya’dan İndus’a kadar sıralanan tüm prensliklere sahip olmak için yarattıkları kalıcı savaştan fay­dalanmış oldular. Halbuki Persia’nın zayıflaması Müslümanlığın hızlı yayılmasının ana sebebi oldu; Arapların zaferleri, aslında Türklerin ve Bizanslıların düzenli saldırılarının yaşlı Sâsânî mut-lakiyeti üzerinde yarattığı sarsıntı sayesinde hazırlanmış ve mümkün kılınmıştır.

Batı Türkleri, güçlerinin zirvesinde bulundukları sırada Ara­bistan’dan gelen istilacılara geçilmez bir engel koyabilirlerdi. Fa­kat Sâsânîlerin arkasından onlar da uzun yaşamadılar. Bu haneda­nın fiilen hüküm süren son temsilcisi Yezdigerd, 651 veya 652’de ölmüş, Çinlilerse 657-659 arasında On Okların gücünü nihâî şe­kilde yok eden kesin zaferler kazanmışlardı. Bu olay da yine Arap­lara yaradı. Çin, boşu boşuna Türk Hakanlığı’nı kendisinin yönet­tiğini iddia edip, orada yönetimini düzenleyedursun, böyle büyük bir işi iyi sona eriştirecek kadar güçlü değildi. Sonunda Batı Türk­lerinin gerçek mirasçıları, en azından Sir-derya’ya kadar, tıpkı kendilerinden önceki Pers kralları gibi, Araplardı.

Bununla birlikte Mâverâünnehir ve Toharistan’ı hazmetmek için Araplara yaklaşık bir yüzyıllık süre daha gerekiyordu. Bu yüz­yıl süresince batı ülkelerinin Araplara karşı Çin’den yardım iste­me ihtiyacının doğurduğu diplomatik ilişkiler, tüccar ve hacıların özel inisiyatifleri sayesinde bir süre öncesine kadar ifa edilen işi devam ettirmişti. Yine de fikir hareketleri tarihi içinde bu döne­min bir öncekinden daha az önemi haiz olduğu söylenemez. Sâsâ-nî tahtında hak iddia eden ve Araplar tarafından kovulan Piruz, 677’de Ç’ang-an’a gelmiş, orada bir Pers tapınağı, - tabi ki bir âteş-gede - inşa etme iznini amış; 719’da Maniheizm olduğu izlenimi­ni veren bir dinin rahibi astronom Ta-mu-şi Toharistan yabgusu-nun temsilcisi olarak Çin’e gelmiştir. 732’de bir sözde Pers kralı, adı Si-an fu kitabesinde geçen Nesturi keşiş Ki-lie’nin refakatin-deydi. Nihayet, 751’den sonra Buddist Wu-k’ung’un Kaşmir’e ve Gandahar’a yaptığı gezinin hikâyesi eskiden Türk prensler tara­fından bu ülkelerde yapılan dini kurumlaşmayı hatırlatıyordu.

Batı Türk Hakanlığı’nın kaderi, Hıristiyanlık, Zerdüştizm ve Maniheizmin Çin’e kadar nasıl ulaştıklarını, Müslümanlığın ken­di kapılarına kadar nasıl geldiğini ve Buddizmin kendini nasıl ye­nilediğini açıklıyorsa, bunun sebebi, dinlerin evriminin burada, fikir alanında, politik evrimin sadece ters yüz edilmiş şekli olma­sıdır. Aslında Batı Türklerinin tarihi Türk halklarının tarihi için­deki en önemli başlıklardan sadece biri değildir. De Guignes, bu­nu sezmişti ve yazılacak daha çok şeyi kalmıştı. Bu tarih, aynı za­manda dünya tarihi içindeki bir başlıktır. Bu başlıkta, hem Bi­zans’ın Roma egemenliğini doğuda sürdürmek için sarf ettiği aşı­rı gayretler, hem de İran ve Turan arasındaki eski zamanlardan kalma mücadelenin düğümünün çözülmesi, Arap fetihlerinin ya­rattığı beklenmedik olaylar ve Çin diplomasisinin ustalık dolu gi­rişimlerinin yansımasını bulmaktadır. Ve yine bu tarih, büyük milletlerin çoğu kez birbirinden ayrı imiş gibi görülen özel tarih­lerinin birkaç yıllığına birleşip ayrıldığı temel taşı gibidir. Bu ta­rih, bize, sürekliliğin kainatın bir kanunu olduğunu hatırlatmak­tadır ki, tüm parçaların birbirine ulanıp gittiği sonsuz zincirde bilmediğimiz bir halka yoktur.