Profesyonelleşmesiyle birlikte zafiyete uğraması da bir oldu sanatın; en değerli niteliğini, içtenliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı böylece.
Profesyonel sanatçı sanatıyla yaşar, o bakımdan dur durak bilmeksizin bir şeyler uydurması, sanat alanıyla ilgili ürünler ortaya koyması gerekir. Bu durumda da, diyelim Yahudi peygamberler –Zebur yazarları–, İlyada ve Odysseia’nın, bütün halk masallarının, şarkıların, söylencelerin yazarları… bütün bu, yazdıkları için telif ücreti almak şurada dursun, bu yapıtlarla adlarını bile ilişkilendirmeyen sanatçılarla, yazdıkları karşılığında –önceleri– nişanlar, onur payeleri, paralar alan saray ozanları, müzisyenleri, oyun yazarları ya da –daha sonraları– ücretini gazete sahibinden, yayınevi sahibinden, emprezaryodan, kısacası sanatın tüketicisi olan kent halkıyla sanatçılar arasındaki aracılardan alan ve yapıtlarının geliriyle yaşayan profesyonel sanatçılar arasında ne büyük bir fark bulunduğunu belirtmeye hiç gerek yok.
Sahte –kalp– sanatın yaygınlık kazanmasının başlıca etkenlerinden biri bu profesyonelliktir.
İkinci etken, son zamanlarda tanık olmaya başladığımız sanat eleştirisi, yani herkesçe değil, asıl önemlisi de sıradan insanlar tarafından değil, bilginler, yani pek doğal olmayan ve kendilerine güvenleri tam kişiler tarafından yapılan sanat değerlendirmesi.
Bir arkadaşım eleştirmenlerin sanatçılara karşı tavırlarını değerlendirirken, şakayla karışık, “Eleştirmenler, akıllılar üzerine değerlendirmelerde bulunan ahmaklardır.” demişti. Her ne kadar tek yanlı, eksik, kaba gibiyse de, bu saptamanın hem belli ölçüde gerçek payı içerdiği, hem de eleştirmenlerin sanat yapıtları üzerine yaptıkları sözüm ona açıklamalardan çok daha adil bir yargı olduğu yadsınamaz.
“Eleştirmenler açıklarlar”. İyi de, ne açıklarlar?
Sanatçı eğer gerçek bir sanatçıysa ve yaratma sürecindeki duygusunu yapıtına yansıtmış, bu yolla da duygusunu öbür insanlara geçirmeyi başarmışsa, burada kim, neyi açıklayacaktır?
Yapıt, sanat yapıtı olarak iyi bir düzey tutturmuşsa, ister ahlaki ister ahlakdışı olsun, sanatçının dile getirdiği duygu başka insanlara geçer; böylece de insanlar o duyguyu yaşarlar, dahası, herkes kendine özgü bir biçimde yaşar; bu durumda da her türden açıklama, yorum gereksizdir. Eğer yapıttan başka insanlara geçiş olmuyor, yapıt başka insanlara “bulaşamıyorsa”, hiçbir açıklama, yorum ona bu niteliği kazandıramaz. Bir sanat yapıtı yorumlanamaz; olacak şey değildir bu. Anlatmak istediği şey sözle anlatılabilir, açıklanabilir bir şey olsaydı eğer, sanatçı bunu kendisi sözle yapardı. Oysa o bu işi sanatıyla yapmıştır; çünkü öbür yöntemlerin, yapıtını yaratırkenki duyguyu aktarmada yetersiz kalacağını sezmiştir. Bir sanat yapıtını sözle açıklama ya da yorumlama, bir tek şeyi kanıtlar, o da o yorumlamayı yapana sanatın bulaşmadığını, daha doğrusu bu kişinin sanata kapılmaya[105] yetenekli olmadığını kanıtlar. Biliyorum, şimdi söyleyeceğim söz epey şaşırtıcı gelecek ama şu bir gerçektir ki, eleştirmenler her zaman sanata kapılma yetenekleri en az olan insanlardır. Çoğu, kalemini kullanırken gözü pektir, ataktır; hemen hepsi akıllıdır, iyi eğitim almışlardır; gel gelelim sanata kapılma yetenekleri doğal değildir ya da körelmiş, dumura uğramıştır. O bakımdan da bu insanlar yazıp çizdikleriyle, kendilerini okuyan, izleyen, kendilerine inanan insanların beğenilerini iğdiş etmişlerdir ve etmeyi sürdürmektedirler.
Sanatın bölünmediği, onun bütün halkın dinsel dünya görüşü olarak değerlendirildiği toplumlarda sanat eleştirisi yoktu ve olamazdı da. Sanat eleştirisi yalnız, yaşadıkları zamanın dinsel bilincini, din kültürünü benimsemeyen yüksek sınıfların sanatı içinde doğabilirdi, öyle de olmuştur.
Halk sanatının belli bir iç ölçütü vardır; bu tartışma götürmez ölçüt, dinsel bilinçtir; yüksek sınıfların sanatı bu ölçütten yoksundur, o nedenle de bu sanata değer verenler, ister istemez herhangi bir dış ölçüte tutunmak zorundadırlar. Ve bu dış ölçüt, İngiliz estetikçinin de dediği gibi, best nurtured men, yani en eğitimli insanların zevkleri, daha doğrusu eğitimli oldukları varsayılan insanların otoriteleri, yalnız otoriteleri de değil, böyle insanların otoritelerine ilişkin söylenceler olacaktır. Bu söylence baştan aşağı yanlış olduğu için, best nurtured men’in değerlendirmeleri de çoğu kez yanlış olacaktır; bir zamanlar herkese doğru, tutarlı gelen değerlendirmelerin zaman içinde bu niteliklerini yitirmeleri de bu nedenledir. Yüzeysel –temelsiz– yargı sahibi eleştirmenler, hiç durmadan bu temelsiz yargılarını yineler dururlar. Bir vakitler eski trajedi artistlerinin çok iyi oldukları kabul edilirdi, değil mi; bu günümüz eleştirisi için de böyledir. Dante büyük ozan; Rafaello büyük ressam, Bach büyük besteci olarak kabul edilmişlerdir ve eleştirmenler ellerinde, iyi sanatı kötü sanattan ayıracak hiçbir ölçütleri olmadığı halde, bu sanatçıları yalnızca büyük sanatçı olarak nitelemekle kalmazlar, bu sanatçıların bütün yapıtlarını öykünmeye değer, dâhiyane yapıtlar olarak nitelerler. Sanatın bu ölçüde iğdiş edilmesinde hiçbir şey otoritelerce ortaya konulan eleştiriler denli etkili olmamıştır. İşte, genç bir sanatçı herhangi bir yapıt yarattı; yaptığı şey bütün sanatçılar gibi, yaşadığı duyguları kendine özgü bir yöntemle dile getirmek; çoğu kişiye onun yaşadığı bu duygular geçiyor ve sanatçının yapıtı yavaş yavaş ünlenmeye başlıyor; ama işte tam bu sırada devreye eleştirmen giriyor: Sanatçının yapıtı aslında fena sayılmazmış, ama kendisini Dante, Shakespeare, Goethe, Rafaello ve son dönemlerindeki Beethoven gibi sanatçılarla kıyaslamak mümkün değilmiş. Bunun üzerine genç sanatçı kendisine örnek diye sunulan sanatçılara öykünen yapıtlar üretmeye başlıyor; sonuçta da yalnızca başarısız değil, sahte, iğreti, yapmacık yapıtlar üreten biri olup çıkıyor.
Örneğin bizim Puşkin’i alalım: Bütün o küçük şiirleri, Yevgeni Onegin’i, Çingeneler’i, romanları… hepsi artamları farklı farklı yapıtlardır; ama bunların tümü de gerçek sanat yapıtlarıdır. Ne var ki, Shakespeare’i göklere çıkaran yalan yanlış bir eleştirinin etkisiyle, soğuk bir mantıklılığın egemen olduğu Boris Godunov’u yazdı; eleştirmenler ozanın bu yapıtını yere göğe koyamadılar, örnek yapıt diye gösterdiler; sonuçta da Ostrovski’nin Minin’i, Tolstoy’un Çar Boris’i gibi taklidin taklitleri ortaya çıktı. Her ülkenin yazını böyle beş para etmez, taklidin taklidi yapıtlarla doludur. Eleştirmenlerin en büyük zararı, sanata kapılma yeteneğinden yoksun kişiler olarak (evet, bütün eleştirmenler bu yetenekten yoksundur; yoksun olmasalardı, bir sanat yapıtını yorumlamak gibi olanaksız bir işe girişirler miydi?) hemen hep ussal, düş ürünü yapıtları övmeleri, öykünülecek, örnek yapıt olarak hep bu türden yapıtları göstermeleridir. Bunun sonucunda da eski Yunan trajedi yazarları ile Dante, Tasso, Milton, Shakespeare ve Goethe’yi (hemen hep bu sırayla); yenilerdense Zola ve İbsen’i, bir de Beethoven’in son dönem müziğiyle Wagner’i öve öve bitiremezler ve bu konuda katiyen itiraz kabul etmezler. Bu ussal, düş ürünü yapıtları göklere çıkarmalarında kendilerini haklı göstermek için de yığınla kuram icat ederler (şu ünlü güzellik kuramı da bunlardan biridir) ve birtakım budalalarla az ya da çok yetenekli insanlar yapıtlarını bu kuramlara uygun olarak üretirler; ama bundan da önemlisi, çoğu kez gerçek sanatçılar da kendilerini bu kuramların kurallarına uymaya zorlarlar.
Eleştirmenlerce övülen her sahte yapıt, aralığından ikiyüzlülerin süzülüverdiği bir kapıdır yalnızca.
Bugün bize kaba, yabanıl ve çoğu kez de anlamsız gelen eski Yunan’dan Sophokles, Euripides, Aiskhylos ve özellikle Aristophanes ya da yenilerden Dante, Tasso, Milton, Shakespeare; resimde bütün bir Rafaello, şu saçmanın saçması Korkunç Hüküm’ü de içinde olmak üzere bütün bir Michelangelo, müzikte bütün bir Bach, son dönemi de içinde olmak üzere bütün bir Beethoven gibi sanatçıların yapıtlarını eleştirmenlerin öve öve göklere çıkarmaları sayesindedir ki, günümüzde İbsenler, Maetherlinckler, Verlaineler, Mallarméler, Puvis de Chavanneslar, Klingerler, Böcklinler, Stucklar, Schneiderler; müzikte Wagnerler, Lisztler, Berliozlar, Brahmslar, Richard Strausslar vb. taklitçilerin taklitçileri olan muazzam bir kitle ortaya çıkabilmiştir.
Eleştirinin zararlı etkisine en güzel örnek Beethoven’dir. Beethoven’in çoğu kez sipariş üzerine ve alelacele yazdığı sayısız yapıtları arasında, biçimsel yapaylıklarına karşın, sanat yapıtı olarak nitelenmeyi hak eden yapıtları da vardır. Ama sağırlaşmaya başlamasından sonra sesleri duyamadığı için tümüyle uydurma, eksik, tamamlanamamış, o nedenle de anlamsız, müzikalite açısından anlaşılmaz yapıtlar bestelemeye başladı Beethoven. Müzikçilerin sesleri capcanlı biçimde tahayyül edebildiklerini ve okudukları bir notayı adeta duyabildiklerini biliyorum elbette. Ama hayalde canlandırılan sesler hiçbir zaman gerçek seslerin yerini tutamaz ve her besteci, hem işleyip tamamlamak, hem de süsleyip bezemek için yapıtını duyabilmelidir. Beethoven ise duyamıyor, duyamadığı için de yapıtını işleyip tamamlayamıyordu ve sanatsal sayıklamadan başka bir şey olmayan bu yapıtları bitti deyip teslim ediyordu. Beri yandan eleştiri, Beethoven’i bir kez dâhi besteci olarak kabul etmiş olduğu için alışılmadık, çarpıcı güzellikler bulmak üzere, özellikle de bu henüz tamamlanmamış, eksik, sakat yapıtlar üzerine özel bir sevinçle atılıyordu. Övgülerinde ne kadar haklı olduklarını gösterebilmek için de, müzik sanatı kavramını çarpıtarak, müzikte onun asla betimleyemeyeceği şeyleri betimleme özelliği buldular ya da ona bu türden özellikler yüklediler; sonuçta da sağır Beethoven’in müzik yapıtı niyetine yazdığı yalapşap şeylerin zaten çok sayıdaki taklitçilerine yeni taklitçiler eklendi.
Örneğin bir Wagner ortaya çıktı; önce eleştiri yazılarında Beethoven müziğini –özellikle de son dönem Beethoven müziğini– göklere çıkardı ve bu saçma müzikle ondan daha az saçma olmayan bir kuram arasında –Schopenhauer’in müziği istencin anlatımı olarak gören kuramı arasında (ama müziği istencin, nesnelleşmenin farklı basamaklarındaki anlatımı değil, onun kendisi, özü olarak gören mistik kuramı arasında) bağlar kurdu; sonra tutup kendisi de bu kurama uygun müzik yazdı; şu farkla ki, onun müziği bütün sanatların bireşimi gibi çok daha saçma bir sisteme dayanma savı taşıyordu. Wagner’i Brahms, Richard Strauss gibi sanattan daha da uzaklaşan yeni taklitçiler izledi.
Eleştirinin işte böyle zararlı sonuçları oldu. Ama sanatta sapkınlığın üçüncü etmenini oluşturan sanat eğitimi veren okullar sanata eleştiriden de büyük zarar verdiler.
Sanat bütün halkın değil de yalnızca varlıklı sınıfların malı olur olmaz bir mesleğe dönüştü, mesleğe dönüşür dönüşmez de bu mesleği öğreten yöntemler ve bu yöntemler yoluyla sanat öğretimiyle uğraşan, bu mesleği seçmiş insanlar ortaya çıktı, sanat okulları kuruldu: Liselerde bile söz sanatları –retorik– sınıfları kuruldu, güzel sanatlar akademilerinde resim, müzik, tiyatro öğretilmeye başlandı.
Şimdi, bu okullarda sanat öğretiliyor. İyi, güzel de, sanat sanatçının yaşadığı özel bir duygunun öbür insanlara aktarımı olduğuna göre, bunu okulda nasıl öğreteceksiniz?
Hiçbir okul insanda ne bir duygu uyandırabilir, ne de insana sanatın özünün ne olduğunu –kendine özgü yöntemle bir duygunun nasıl ortaya çıkarılabileceğini– öğretebilir.
Okulda öğretilebilecek tek şey, sanatçıların yaşadıkları duyguları başka sanatçılara nasıl aktarabildikleridir. Ve sanat okullarında öğretilmekte olan da bundan başka bir şey değildir; ancak böylesi bir eğitim, gerçek sanatın yayılmasına herhangi bir katkı sağlamadığı gibi, tam tersine, sanat adı altında taklit sanatın yayılmasına katkıda bulunarak insanların gerçek sanatı anlamalarına engel olur, hatta bu konudaki en büyük engeli oluşturur.
Söz sanatlarında insanlara öğretilen şey, üzerinde hiç düşünmedikleri bir konuda, canları bu konuda hiçbir şey söylemek istemese de, sayfalar dolusu şeyi ünlü diye kabul edilen yazarların yazdıklarına benzer biçimde nasıl yazabilecekleridir. Liselerde öğretilen budur.
Resimde öğretilen başlıca şey, orijinalinden ya da doğadan çoğu kez çıplak beden çizmektir; yani hiçbir zaman görünmeyen ve gerçek sanatla uğraşan birinin hiçbir zaman el atması gerekmeyen şeyi yapmaktır, üstelik de bu iş eski ustalara öykünerek, onlar nasıl yapmışlarsa tıpkı öyle yapılmalıdır. Eski üstatların yorumladıkları konulara benzer konuları yorumlamaları istenerek öğretilir resim öğrencilere. Drama okullarındaki eğitimin de bundan pek bir farkı yoktur: Tragedya ustası diye kabul edilen eskiler gibi okumaları istenir öğrencilerden monologları; sahnede onlar gibi olmaları istenir. Müzikte yine öyle. Bütün müzik kuramı, eski usta kompozitörlerin müzik yazmak için kullandıkları yöntemleri birbiriyle hiç ilintisi olmaksızın yinelemekten ibarettir.
Rus ressam Bryullov’un sanata dair çok anlamlı bir sözü var; bir yerlerde söylediğim bu sözü, okullarda neyin öğretilip, neyin asla öğretilemeyeceğini çok güzel ortaya koyduğu için şu anda da yinelemekten kendimi alamıyorum. Bir öğrencisinin çalışmasını gözden geçirirken Bryullov elindeki fırçayla öğrencinin yapıtına birkaç kez belli belirsizce dokunur ve başarısız, kötü, ölü çalışma birden canlanıverir. “İşe bak,” der öğrencilerden biri, “belli belirsiz birkaç dokunuşuyla her şey nasıl da değişiverdi!” Bunun üzerine Bryullov sanatın karakteristiğini, sanatı sanat yapan tılsımı açıklar: “Sanat,” der, “işte tam da o belli belirsizin, hayal meyalin başladığı yerde başlar.” Her ne kadar bütün sanatlar için geçerli bir saptamaysa da bu, müzik icrası için özellikle doğru olduğu tartışma götürmez. Bir müzik icrasının sanatsal olabilmesi, sanat olabilmesi –yani duygunun karşıdakilere geçmesini sağlayabilmesi için– üç temel koşulun gözetilmiş olması gerekir. (Müzikal mükemmeliyet için pek çok başka koşul daha var kuşkusuz: Sesler arası geçişlerin birdenbireliği ya da kaynaşıklığı, sesteki alçalış yükselişlerin dengeli olması; belirli tonlar için her sesin kendinden sonra falanca değil de filanca sesle birleşmesi ve daha pek çokları gibi… ama biz şimdilik şu üç temel koşulumuza dönelim.) Bunlar: Sesin yüksekliği, zamanı ve şiddetidir. Bir müzik yorumunun sanat olabilmesi –duygunun dinleyenlere geçebilmesi– için sesin olması gerekenden ne daha yüksek, ne daha alçak olması gerekir; tam bulunması gereken bir yere yerleştirilen bir nota, ölçü olarak en minicik parçacığından alınıp tam uzatılması gerektiği kadar uzatılmalıdır, ne daha fazla, ne daha az; yine sesin şiddeti de olması gerekenden ne daha güçlü, ne de daha cılız olmalıdır. Ses yüksekliğinde artıeksi en ufak bir sapma, zamanda en ufak bir uzama ya da kısalma ve sesin gerekenden daha şiddetli ya da zayıf olması yorumun mükemmel olmasını –dolayısıyla da yapıttaki duygunun dinleyenlere geçmesini– engeller. Müzik sanatı yoluyla karşı tarafa geçmesini beklediğimiz ve gerçekleşmesinin pek de o kadar zor olmadığını sandığımız duygu aktarımı, ancak yorumcunun mükemmel bir müzik için gereken sayısız ayrıntıyı gözetmesi ve bunları bir bir yerine getirmesiyle olasıdır. Bütün sanatlar için böyledir bu: Birazcık daha açık, birazcık daha koyu; az yüksek, az alçak; az daha sağa, az daha sola (resim sanatında); tonlamanın biraz daha güçlendirilmesi ya da yumuşatılması, bir hareketin, jestin biraz daha erken ya da geç olması (drama sanatında); abartmak ya da gereken vurguyu yapmamak, başarısız imgeuyak kombinasyonları (şiirde)… duygu aktarımını kolayca engelleyebilecek inceliklerden sadece birkaçıdır. Duygu geçişinin genel olarak gerçekleşip gerçekleşemeyeceği ve ne ölçüde gerçekleşebileceği, sanatçının yapıtı oluşturan sayısız ayrıntıdan ne kadarını yakalayıp yansıtabildiğine bağlıdır. Bu ayrıntıların nasıl yakalanabileceğinin dışsal eğitimi mümkün değildir: Bu ancak insanın bütün ruhunu o işe vermesiyle mümkündür. Hiçbir eğitim bir dansçıya müziğin ölçüsüne tam uyarak, müzikle tam bir uyum içinde dans etmeyi ya da bir şarkıcıya, bir kemancıya sayısız ses parçacıkları arasından o biricik gerekli sesi bulup çıkarmayı, bir ressama mümkün olan bütün çizgiler arasından yapıtı için gerekli biricik uyumlu çizgiyi bulup çıkarmayı ve bir ozana onca sözcük arasından tek gerekli sözcüğü bulmayı ve onu hem imge, hem ezgi açısından konabileceği biricik yere kondurmayı öğretemez. Bunları yalnızca duygu bulabilir. O bakımdan sanat okulları sanatı değil, ancak sanata benzer bir şeyler yapabilmeyi öğretebilirler.
Okulun verebilecekleri, hayal meyalin, başka bir deyişle sanatın başladığı yerde biter.
İnsanlara sanat gibi’yi, sanata benzer’i öğretmek, onların gerçek sanata olan heveslerini de kırar. Güzel sanatlar meslek okullarına gidip de oralarda üstün başarı gösterenlerin sanat konusunda en küt kafalı kişiler olmalarının nedeni budur. Bu okullarda sanat değil, ikiyüzlülük öğretilir; tıpkı din öğretme adına Protestan papazlarının din okullarında yaptıkları gibi. Bir din okulunda, görevi insanlara din öğretmek olan birini yetiştirmek nasıl olanaksızsa, sanat okullarında sanatçı yetiştirmek de öyle olanaksızdır.
Sonuçta, sanat okullarının sanata yararı olmak şurada dursun, zararı vardır: İlkin, bu okullara düşmek ve oralarda sekizon yıl eğitimden geçmek bahtsızlığına uğrayan insanlardaki gerçek sanat üretme yeteneği yok edilir buralarda; ikincisi de, bu okullar dünyamızı dolduran milyonlarca insanın sanat zevkini iğdiş eden sahte sanat türetme merkezi işlevi görürler. Sanatçı olarak doğmuş insanların çeşitli sanat dallarında geçmişteki sanatçıların ürettikleri yapıtlardan örnekleri tanıyabilmeleri için, bütün ilköğretim okullarında resim, müzik vb. derslere yer verilmeli, bu derslerde geçmişin ve şimdinin gerçek sanat ürünleriyle tanışan bütün yetenekli öğrencilere, bu örneklerden yararlanarak yetenekli oldukları sanat alanında kendi kendilerini daha da mükemmelleştirmelerinin yolu açılmalıdır.
Bu üçlü, yani sanatçıların profesyonelliği, eleştiri ve sanat okulları, günümüzde insanların büyük çoğunluğunu gerçek sanattan habersiz bıraktığı gibi, sanat adına üretilmiş en bayağı ürünlerin, en kaba sanat taklitlerinin sanat olarak benimsemesine de yol açtı.
XIII
Bizim çevremizden ve zamanımızdan insanların gerçek sanatı anlama yeteneğinden ne denli yoksun olduklarını ve sanatla hiç ilgisiz şeyleri nasıl sanat diye bağırlarına bastıklarını anlamak için Wagner’e bakmak yeter.
Yapıtları yalnız Almanlarca değil, Fransızlar ve İngilizlerce de sanatta yeni ufuklar açan en yüce yaratılar olarak değerlendirilen Richard Wagner’in müziği, bilindiği gibi, “müzik şiirin hizmetindedir, onun bütün ayırtılarını dile getirmekle yükümlüdür” görüşüne dayanır.
Antik Yunan dramasına yeniden hayat vermek için onu müzikle birleştirme fikri ilk kez 15. yüzyılda İtalya’da ortaya atılmıştı. Bu yapay yöntemle yaratılan yapıtlara yalnız yüksek sınıflar rağbet etmişlerdi, o da ancak Mozart, Weber, Rossini vb. yetenekli müzisyenler işe el attıklarında. Bu müzisyenler dramanın konusundan aldıkları esinle müzik yazmaya başlıyorlar, ancak kendilerini tümüyle yarattıkları müziğe teslim ediyorlardı; sonuçta da bunların operalarında dinleyici açısından belli bir metin üzerine yazılmış müzik önemli oluyordu, yoksa metnin kendisi değil, öyle ki, Sihirli Flüt’ünki gibi abuk sabuk bir metin bile müziğin etkileyiciliğine engel olamıyordu.
Wagner ise müziğin şiire boyun eğdiği, onunla karışıp kaynaştığı bir operadan yanaydı. Ama unutmamak gerekir ki, her sanatın öbür sanatlarla örtüşen değil, ancak onlarla temas halinde bulunan bir kendi alanı vardır, bu nedenle çok sayıda sanat da değil, drama ve müzik gibi yalnızca iki sanat bile tek bir bütün halinde birleştirilmeye kalkıldığında sanatlardan birinin isterleri öbürünün isterlerinin yerine getirilmesine olanak tanımayacaktır –ki operalarda sıkça görülen durum da bundan başka bir şey değildir: Drama sanatı müziğe boyun eğer, bir başka deyişle onun önünde geriler, yerini ona bırakır. Wagner ise bunun tersinden yanaydı, yani müziğin dramaya boyun eğmesini, hem müziğin, hem dramanın –ikisinin birlikte– olanca güçleriyle ortaya çıkmasını istiyordu. Ama bu olanaksızdır, çünkü her sanat yapıtı –tabii gerçek sanat yapıtlarından söz ediyoruz burada– sanatçının en içten duygularının ifadesidir ve tümüyle kendine özgüdür, başka hiçbir sanat yapıtına benzemez. Eğer gerçek sanat yapıtları iseler, müzik sanatı için de bu böyledir, drama sanatı için de. Bu yüzden de bir sanat yapıtının bir başka sanat yapıtıyla örtüşebilmesi için olanaksız bir şeyin gerçekleşmesi gerekir; yani farklı alanlardan iki ayrı sanat yapıtının her biri hem tümüyle kendine özgü olacak, kendinden önce var olan hiçbir sanat yapıtına benzemeyecek, hem de bu yapıtlar birbiriyle tam bir benzerlik içinde olacaklar, birbiriyle örtüşecekler.
Böyle bir şey olanaksızdır; tıpkı –birbirinin aynısı iki insan şurada dursun– bir ağaçta birbirinin aynısı iki yaprağın bile asla olamayacağı gibi. Sanatın iki farklı dalından –müzik ve söz– iki yapıtın birbirinin aynısı olması, bütünüyle örtüşebilmesi ise çok daha olanaksızdır. Eğer böyle bir örtüşme söz konusu ise, ya bunlardan biri sanat yapıtı, öbürü taklittir ya da her ikisi birden sanat yapıtı değil, taklittir. İki gerçek –canlı– yaprak hiçbir zaman birbirinin aynısı olamaz; ancak iki yapay yaprak için söz konusu olabilir böylesi bir benzerlik. Sanat yapıtları için de böyledir bu. “Sanat gibi” olan yapıtlar benzeyebilirler ancak birbirine, gerçek sanat yapıtları değil.
Şiir ve müzik şu ya da bu ölçüde marş, şarkı ve romansta birleşebiliyorlarsa (o da Wagner’in istediği gibi müziğin şiirin isterlerine boyun eğip onun içinde erimesi biçiminde değil, bunların her ikisinin de aynı ruh halini yaratmasına yönelik olarak), bu yalnızca lirik şiirin ve müziğin kısmen aynı amaca, belirli bir ruh hali yaratma amacına yönelik olmalarından kaynaklanır… ve lirik şiir ve müzikle yaratılan bu ruh hali az ya da çok birbiriyle örtüşür. Ama bu birleşmelerde bile iki yapıttan yalnızca biri ağırlık merkezini oluşturur, sanatsal etkiyi yaratır; öbür yapıt gölgede kalır. Epik ya da dramatik şiirle müzik arasında ise böyle bir birleşme hepten olanaksızdır.
Beri yandan, sanatsal yaratının en temel isterlerinden biri, sanatçının her tür önyargıdan uzak, tam özgür olmasıdır. Yazdığı müziği şiire ya da şiiri müziğe uydurma çabası ise tam da böyle bir önyargıyı gündeme getirir; burada artık sanatsal yaratıcılıktan söz edilemez; o yüzden de birbirine uydurulmuş bu türden yapıtlar, hep gördüğümüz gibi, sanat yapıtı değildirler, bunlar olsa olsa “sanatımsı”, “taklit”, “gibi” yapıtlardır, tıpkı melodramlardaki müzik, resimlerin, illüstrasyonların altındaki yazılar ya da opera librettoları gibi.
Wagner’in yapıtları da böyledir. Bunu doğrulayan şey de Wagner’in yeni müziğinin her gerçek sanat yapıtının en temel özelliği olan bütünsellikten ve organiklik yapıdan yoksun oluşudur; bu temel özellikler öyle şeylerdir ki, biçimdeki küçücük bir değişiklikle bile yapıtın anlamını bozulur, kaybolur. Şiir olsun, dram, resim, şarkı, senfoni olsun, gerçek bir sanat yapıtından yapıtın bütünsel anlamını bozmadan tek bir dize, sahne, figür, tek bir ölçü yerinden oynatılamaz, onun yerine bir başkası konulamaz, tıpkı canlı bir varlığın yaşamına halel vermeden bir organının çıkarılarak yerine bir başka organın konulamayacağı gibi. Wagner’in son dönem müziğinde ise –bağımsız müzikal anlamı olan kimi önemsiz yerler dışında – istediğiniz değişikliği yapabilir, müzikal anlamı değiştirmeden önde olan bir bölümü alıp arkaya atabilir ya da tersini yapabilirsiniz. Bu sırada Wagner’in müziğinin anlamı değişmez, çünkü müziğin kendisine değil, sözlere dayanan bir müziktir bu.
Wagner operalarının müziği, şimdilerde pek çok örneğini gördüğümüz gibi, manzum yapıt yazarının, dilini kırıp dökerek her tema, her uyak ve her ölçüde, bir anlamı olan, şiire benzer bir şiir yazmasına elverişlidir; böyle bir şairin Beethoven’in bir senfoni ya da sonatını veya Chopin’in bir baladını şiiriyle bezemek aklına esse ve tutup bu yapıtların ilk ölçüleri üzerine dizeler yazsa, kendi fikrince bu dizeler bu ilk ölçülerle uyumlu olsa… sonra bu ilk ölçüleri izleyen ölçüler üzerine, yine fikrince bu ölçülerle uyumlu, ama ilk şiirle arasında hiçbir iç bağı olmayan uyaksız, ölçüsüz yeni dizeler yazsa… böyle bir yapıtın –müziksiz olarak– şiirsel anlamı ne ise, –sözsüz olarak dinlenildiğinde– Wagner operalarının müzikal anlamı da odur; böylesine bir benzeşme söz konusudur aralarında.
Ancak Wagner yalnızca bir müzisyen değildir, ozandır da; ya da aynı anda hem o hem ötekidir; o bakımdan Wagner hakkında bir değerlendirmede bulunabilmek için onun, müziğinin hizmetinde olmasını beklediği sözlerini de bilmek gerekir. Wagner’in en önemli şiirsel yapıtı, Nibelungen’i yeniden işleyerek oluşturduğu yapıtıdır. Bu yapıt günümüzde öyle önem kazandı, sanat olarak öne çıkan her şeyi öylesine derinden etkiledi ki, bu yapıt üzerine herkesin bir fikrinin olması zorunlu hale geldi. Bu yapıtın yer aldığı dört kitapçığı da dikkatle okudum ve çıkardığım kısacık bir özeti bu yazımın sonunda yer verdiğim ikinci eke koydum; asıl metni okumamış olan okurlarıma bu şaşılası yapıt üzerine fikir sahibi olabilmeleri için, hiç değilse benim özetimi okumalarını salık veririm. Bu yapıt, alabildiğine iğreti, kaba, hatta gülünç denebilecek bir şiir taklididir.
Deniliyor ki, sahnede görmeden Wagner yapıtları üzerine bir değerlendirmede bulunmak doğru değildir. Bu kış Moskova’da bu yapıtın en iyi bölümü olarak gösterilen ve “İkinci Gün” adıyla da anılan ikinci perdesi sahnelendi ve bu gösteriye ben de gittim.
İğne atsan yere düşmez dedikleri şekilde doluydu salon. Prensler, prensesler, aristokrasinin her katmanı, ileri gelen tüccarlar, bilim insanları, yüksek memurlar, orta sınıf kentliler hınca hınç doldurmuşlardı salonu. Hemen herkesin elinde birer libretto vardı ve buradan yapıtın özünü anlamaya çalışıyorlardı. Müzisyenler –kimi yaşlı başlı, ak saçlıydı– önlerinde partisyonlar, dikkatle müziği izliyorlardı. Yapıtın icrasının kendi çapında bir olay olduğu belliydi.
Ben biraz gecikmiştim, ama başlangıç sahnesindeki kısa Vorspiel’in[106] fazla önemi olmadığını, dolayısıyla bir şey kaçırmamış olduğumu söylediler. Sahnede, kayaların arasında sözde bir mağara, mağaranın önünde sözde demirci gereçleri olan birtakım nesneler ve üzerinde hayvan postundan bir ceket ile bacaklarını ve bütün bedenini sımsıkı saran bir giysi bulunan, perukalı, takma sakallı bir aktör; hareketleri senlibenli, bedeninde kas diye bir şey yok, incecik ve bembeyaz ellerinin çalışan bir insana ait olmadığı besbelli… çekiciyle sözde kılıç dövüyor ki, ne öyle çekiç olur, ne çekiçle öyle vurulur, ne de öyle bir kılıç söz konusu olabilir… ve bu sırada ağzını ayıra ayıra tek bir sözcüğü bile anlaşılmayan bir şeyler söylüyor… adamın çıkardığı tuhaf seslere çeşitli çalgılardan yükselen bir müzik eşlik ediyor… Librettoya bakılacak olursa bu aktör, mağarada yaşayan güçlü bir cüce ve eğittiği Siegfried için kılıç dövüyor. Adamın cüce olduğunu sürekli olarak dizlerini bükerek, iki büklüm yürümesinden anlayabiliyoruz. Ve bu aktör uzunca bir süre, ağzını hep öyle tuhaf bir biçimde ayıra ayıra, şarkı söylemekle bağırmak arası sesler çıkarıp duruyor. Bu arada müzik de bir tuhaflaşıyor; bir şeyin başlangıcı izlenimi veren ezgiler duyuluyor ve bu bir süre devam ediyor, sonra başladığı gibi, belirgin bir sona ulaşmadan bitiyor ezgi. Librettodan öğrendiğimize göre cüce bu sırada kendi kendine, bir devin sahip olduğu yüzükten söz ediyor; cücenin amacı Siegfried aracılığıyla bu yüzüğe sahip olmak; bu nedenle de Siegfried’in güzel bir kılıca ihtiyacı var ve çeliği döverek kılıç yapma işini de cüce üstlenmiş durumda. Kendi kendine konuşma –ya da şarkı– bu minval üzre epeyce bir sürüyor, derken birdenbire orkestradan yine bir ezginin başlangıç nağmeleri yükseliyor ve başladığı gibi –herhangi bir sona ulaşmadan– bitiyor… aynı anda da omzunda bir avcı borusu, arkasında ayı kılığına girmiş, dört ayak üzerinde koşturup duran biriyle birlikte bir aktör daha çıkıyor sahneye ve bizim bacaklarını ve bütün bedenini sımsıkı saran elastik bir giysi giymiş, kırık dizli demircicücenin üzerine ayıyı salarak onu kovalamaya başlıyor. Bu ikinci aktör, kahramanımız Siegfried’den başkası değildir. Onun sahnede görünmesiyle birlikte orkestradan yükselen müzikle sözde Siegfried karakteri betimleniyor; Siegfried’in leitmotivi olarak adlandırılıyor zaten bu ezgiler. Siegfried’in sahnede her görünüşünde aynı ezgiler yükseliyor orkestradan. Aslında oyundaki her kişi için, bu leitmotivin belirli bir çeşitlemesi var. Böylece, ilgili kahramanın sahnede göründüğü, hatta adının anıldığı ya da anıştırıldığı anda, onunla ilgili motif yükseliyor orkestradan. Bu kadar da değil; her nesnenin de bir leitmotivi ya da akoru var: Yüzük motifi, miğfer motifi, elma, ateş, mızrak, kılıç, su vb. motifleri… ne zaman yüzük, miğfer, elma ya da ateşten söz edilse, bunlara gönderme yapılsa hemen bunların motifleri ya da akorları duyuluyor. Omzunda boru taşıyan aktör de tıpkı cüce gibi doğallıktan alabildiğine uzak, ağzını ayıra ayıra bir şeyler bağırıyor, Mime de aynı şekilde bağırarak, ona yanıt veriyor. (Mime, cücenin adı oluyor.) Ancak librettoya bakılarak anlaşılabilen bu karşılıklı konuşmanın özü şu: Siegfried, cüce tarafından eğitilmiştir ve bu yüzden de –her nedense– ondan nefret ediyor, onu öldürmek isteğiyle yanıp tutuşuyor. Cüce, Siegfried’e bir kılıç yapıyor, ama Siegfried kılıcı beğenmiyor. Aktörün ağzını ayıra ayıra yarım saat boyunca söylediklerinden (ki librettoda on sayfaya denk düşüyor bu bölüm) annesinin Siegfried’i ormanda doğurduğunu öğreniyoruz; babası hakkında tek bildiğimizse, adamın bir kılıcının olduğu ve parçalanan bu kılıcın parçalarının Mime’de bulunduğudur. Öte yandan, korku nedir bilmeyen Siegfried’in ormandan çıkmak istediğini, Mime’ninse onu bırakmaya yanaşmadığını öğreniyoruz. Müzik eşlikli bu karşılıklı konuşma sırasında, babadan söz edildiğinde baba motifi, kılıçtan söz edildiğinde kılıç motifi yükseliyor orkestradan; yeri, sırası gelen, anılan ya da anıştırılan hiçbir kişi ya da nesnenin motifi unutulmuyor. Bu konuşmadan sonra sahnede Tanrı Wotan’ın ezgisi duyuluyor, aynı anda da tuhaf kılıklı bir seyyah görüyoruz sahnede. Bu, Tanrı Wotan’dan başkası değildir. Başında peruk, üzerinde bacaklarına ve bedenine sımsıkı yapışmış bir elastik giysi bulunan Tanrı Wotan, elinde bir mızrak, aptalca bir pozla durup, nedense, Mime’nin bilmemesi olanaksız, ama anlaşılan seyircilere anlatılması gerekli şeyleri sayıp döküyor. Ancak bütün bunları sıradan bir şekilde anlatmıyor, gizemli bir eda ile ve kendine “hadi çöz bakalım” dediği, çözümü uğruna da nedense başını koyduğu bir bulmaca gibi anlatıyor. Bu arada pat diye mızrağını yere vuruyor, vurduğu anda da yerden bir ateş fışkırıyor; orkestradan ise mızrağın yere vuruş sesiyle “alevlerin sesi” yükseliyor. Konuşmaya eşlik eden orkestradan yükselen müzikte, kendilerinden söz edilen kişi ve nesnelerin motiflerinin yapay bir biçimde birbirine geçtiği duyuluyor. Duygular, olabilecek en nahif yöntemle –müzikle– dile getiriliyor: Örneğin korkunun bas seslerle; düşüncesizlik, hafiflik, tasasızlık gibi durumların ise diskant (tiz çocuk sesi) partileriyle vb. dile getirildiğini görüyoruz.
Başvurulan bulmaca numarasının, seyircilere Nibelungların, devlerin ve tanrıların kim olduklarını, bunların dev ya da tanrı olmadan önce ne olduklarını açıklamaktan öte hiçbir amacı bulunmuyor. Burada geçen konuşmalar da yine ağızlar ayrıla ayrıla, şarkı söyler gibi, heceler uzatıla uzatıla yapılıyor, librettoda sekiz sayfa kadar bir yer tuttuğu için de epey uzun sürüyor bu iş. Sonra seyyah efendi sahneden çıkıyor, yeniden Siegfried giriyor ve Mime’yle on üç sayfa tutan konuşmasına başlıyor. Tek bir melodi yok, duyulan yalnızca konuşmaya katılan ya da adları anılan kişi ve nesnelerin birbirine geçmiş leitmotivleri. Konuşmanın konusu, Mime’nin korku diye bir şeyden haberi olmayan Siegfried’e korkuyu öğretmesi. Bu konuşma bitince Siegfried kırık kılıcın parçalarından biri olması muhtemel bir şeyi alıp, demirci ocağı olduğunu sandığımız şeye götürüyor, kızdırdığı kılıç parçasını dövmeye başlıyor, bu sırada da tabii şarkısını söylüyor: Heaho, heaho, hoho! Hoho, hoho, hoho, hoho; hoheo, haho, haheo, hoho vee… birinci perdenin sonu!
Beni bu gösteriye getiren sorun, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde çözümlenmişti. Tanıdığım bir bayanın, saçları salıverilmiş, üzerlerinde bembeyaz entariler bulunan iki genç kızla, ardında iki beyaz köpek, başında tüylü bir à la Guillaume Tell şapka bulunan kahraman arasında geçen sahnesini okuduğu öyküsünün artamıyla ilgili sorunun, kafamda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde çözümlenmiş olması gibi… Şu benim izlediğim gibi yapay, sahte sahneler yazan ve estetik duygusunu bıçakla doğrayan bir yazardan beklenebilecek hiçbir şey yoktur; böyle bir yazarın kaleminden çıkacak her şeyin kötü olacağını öne sürmek gözü karalık falan değil, gerçekçilik olur, çünkü gerçek sanat yapıtının ne olduğundan habersiz bir yazar var karşımızda. Birinci perdeden hemen sonra çekip gidecektim, ama birlikte olduğum arkadaşlarım, tek bir perdeye bakarak bütün oyun hakkında karar vermenin doğru olmayacağını öne sürerek kalmamı rica ettiler. Kalıp ikinci perdeyi de izledim.
İkinci perde gece sahnesiyle başladı. Derken şafak söktü. Aslında bütün oyun söken şafaklarla, sislerle, ay ışıklarıyla, gece karanlığıyla, büyülü ateşlerle, fırtına, gök gürlemesi vb. ile doluydu.
Derken, bir orman. Ormanda bir mağara. Mağaranın önünde üçüncü bir aktör oturuyor: O da bütün bedenini sımsıkı saran bir giysi giymiş bir başka cüce. Gün ağarıyor. Elinde mızrağıyla yeniden Tanrı Wotan giriyor sahneye: Yine bir seyyah görünümünde. Yine ona ait motifler duyuluyor orkestradan, çıkarılabilecek en bas sesler. Ejderhanın söylediklerini dile getiren sesler bunlar. Wotan, ejderhayı uyandırıyor. Yine aynı bas sesler, hem daha bir baslaşmış olarak. Önce ejderha konuşuyor: “Uyumak istiyorum.” diyor, sonra da mağaradan çıkıyor. Ejderhayı iki oyuncu canlandırıyor: Üzerlerine yeşil bir post geçirmişler, sert, pul gibi şeylerle kaplı bir post… bir yandan kuyruğunu sallayan ejderha, bir yandan da timsah ağzına benzeyen ağzını ayırıyor… elektrik ampulleri marifetiyle ejderhanın ağzından ateşler falan fışkırıyor. Korkunç olması beklenen, ancak bu haliyle beş yaş çocuklarını bile korkutmaktan uzak olan ejderha bir de ağzını ayıra ayıra böğürmeyi andırır bas bir sesle bir şeyler söylüyor. Her şey o kadar aptalca ve o kadar müsamere düzeyinde ki, hepsi de yedi yaşın üzerinde bunca insanın nasıl olup da burada ciddi ciddi oturmakta olduklarını anlayamıyor insan. Ama işte binlerce eğitimlimsi insan oturmuş dikkatle sahneyi izliyor, dinliyor, görüp duyduklarına hayran oluyor.
Omzunda borusuyla Siegfried ve Mime giriyorlar; orkestradan onları tanıtan sesler yükseliyor. Siegfried ve Mime, Siegfried’in korku diye bir şeyden haberi olup olmadığı üzerine konuşuyorlar bir süre, sonra Mime çıkıyor ve en şiirsel olması gereken sahne başlıyor. Siegfried güzel olması umulan bir pozla yere uzanıyor, bazen susuyor, bazen kendi kendine konuşuyor. Düş kuruyor, kuşların şarkılarını dinliyor, onlara öykünüp aynı sesleri çıkarmaya çalışıyor. Bunun için de kılıcıyla ince bir sazı kesip kaval yapıyor kendine. Ortalık daha da aydınlanıyor, kuşlar coşkuyla şarkı söylüyorlar.
Siegfried onlara öykünerek, aynı sesleri çıkarmaya çalışıyor. Derken, orkestranın da kuş sesleri çıkardığını duyuyoruz, ancak bu sesler Siegfried’in söylediği sözlere eşlik eden ezgiye karışmış olduğu için doğru dürüst duyulamıyor. Bu arada Siegfried yaptığı kavalı çalamıyor, o da bunun üzerine omzundaki boruyu üflüyor. Bunun, insanın tahammül sınırlarını zorlayan bir sahne olduğunu belirtmeliyim. Ruh hallerini yansıtmanın aracı olarak müzikten, müzik sanatından böylesine nasipsiz oluş insanın kanını donduruyor. Hiçbir müzikal anlamı olmayan birtakım sesler ulaşıyor kulağımıza. Müzik açısından her umudu tam bir hayal kırıklığı izliyor: İşte, diyorsunuz, en nihayet müzik gibi bir müzik, anlamlı bir ezgi başlıyor… ama heyhat! Başlamasıyla bitmesi bir oluyor o anlamlı ezginin. Henüz başlamakta olan bir müziğe benzer bir şeyler var idiyse bile, bu başlangıç öyle kısa sürüyor, armoni, orkestrasyon yönünden öyle karmaşık ve çarpık, öyle kontrast efektlerle yüklü, öyle belirsiz, muğlak, tamamlanmamış hissi veren yarım yamalak bir şey oluyor ve sahnede olup bitenlerden öyle iğrenç bir sahtelik yayılıyor ki, sahneden size birtakım duyguların geçmesi şurada dursun, insan ne olup bittiğini doğru dürüst anlayamıyor bile. En önemlisi de, baştan sona dek her notada yazarın kasıtlılığı insanın gözünü ve kulağını öyle tırmalıyor ki, ne Siegfried’i, ne de kuşları görüp duyabiliyorsunuz; bunların yerine görüp duyduğunuz tek şey kendine aşırı güvenen bir Alman’ın sınırlılığı, zevksizliği, şiir üzerine gerçeklikten uzak, sahte kavrayışı oluyor; üstelik en kaba ve en ilkel bir biçimde bu sahte şiir kavrayışını bize aktarmak istediğine tanık oluyoruz.
Bir yazarda maksatlılık, kasıtlılık gibi şeyler sezildiğinde insanda nasıl bir güvensizlik ve karşı koyma duygusu uyandığını herkes bilir. Bir yazar peşin peşin, şimdi ağlamaya –ya da gülmeye– hazır olun demeye görsün, herhalde ne ağlar, ne de gülersiniz. Bir yazarın, sevecen olmak şurada dursun, gülünç, hatta iğrenç bir tipi sevecenmiş gibi göstermeye kalkıştığına tanık olduğunuzda ve bir de bu arada yazarda sizi avucunun içine aldığı, sizi büyülediği gibi bir özgüvenin belirdiğini gördüğünüzde, tıpkı yaşlı ve çirkin bir kadının üzerine balo giysileri geçirip, sizin tarafınızdan beğenildiğinden emin, gülümseyerek karşınızda dönüp durmaya başladığı anda kapıldığınıza benzer, ağır, acı bir duyguyla ezilir yüreğiniz. Tiyatro salonunu dolduran üç bin kişilik kalabalığın sahnedeki bütün bu saçmalıkları uslu uslu izlediklerine, hatta bununla da kalmayıp kendilerini bu saçmalıklara hayran olma zorunda hissetmelerine tanık olmaksa, büsbütün katmerlendiriyordu içimdeki acı duyguyu.
Bir sonraki sahneye kadar iyi kötü idare ettim. Birden bas notalar eşliğinde ejderha çıktı sahneye; Siegfried’i anlatan motiflerle karışmış durumdaydı ejderhayı tanıtan bas sesler. Ejderhayla kavga, bütün o böğürtüler, fışkıran ateşler, savrulan kılıçlar… daha fazla dayanamadım ve büyük bir iğrenti duygusuyla –ki şu anda bile kurtulabilmiş değilim bu duygudan– tiyatroyu terk ettim.
Operayı izlerken elimde olmadan aklı başında, okuması yazması olan kır emekçileri canlandı gözümün önünde; özellikle de halk içinde pek çok örneğini gördüğüm gerçekten akıllı, gerçekten dindar emekçiler… ve böyle bir insanın bir akşam şuraya gelip de benim izlediğim şu temsili izlese kapılacağı dehşeti düşündüm.
Bir köylü, şu gösterinin sahne ışıklarına çıkabilmesi için çekilen zorlukları bilse, hep saygı göstermeye alıştığı güçlüler dünyasının temsilcileri olan ve altı saat boyunca sessizce, dikkatlice, adeta kımıldamaktan korkarak bütün bu saçmalıkları izlemekten bitkin düşmüş yaşlı, ak sakallı, dazlak kafalı insanları görse ne düşünürdü acaba? Yetişkin bir emekçi şurada dursun, yedi yaş üzeri bir çocuğu bile bu aptal, bu abuk sabuk öyküyü izlerken düşünemiyor insan.
Öte yandan, salonu dolduran, toplumun kaymak tabakasının en eğitimli kesiminden insanların oluşturduğu büyük izleyici topluluğu altı saat boyunca bu ahmak gösteriyi izleyebiliyor… ve büyük olasılıkla da öncü, eğitimli, ayrıcalıklı oluşlarına ilişkin yeni bir diyet daha ödediklerini ve bu ayrıcalıklarını pekiştirdiklerini düşleyerek ayrılıyorlar tiyatrodan.
Moskova halkıdır burada sözünü ettiğim. İyi de, kimdir şu Moskova halkı? Kendini eğitimlilerin de eğitimlisi, en eğitimli olarak gören kesimin yüzde birini oluşturan ve sanattan tat alma yetisini böylesine yitirmiş olmayı kendileri için övünç kaynağı sayan bu insanlar, kendilerine opera diye sunulan ve her yanından vıcık vıcık sahtelik, yapmacıklık, riyakârlık akan ilkel gösteride hazır bulunmayı zül görmek bir yana, bundan onur duyuyor, izledikleri rezilliğe hayran olabiliyorlar.
Almanya’nın Bayreuth kentinde bu gösteri perdelerini açtığında dünyanın dört köşesinden, kendilerini incelmiş zevk sahibi, kültürlü, iyi eğitimli gören insanlar, adam başına yaklaşık bin ruble harcayarak, üst üste dört gün boyunca ve her gün altı saat yerlerinden kalkmadan bu saçmalığı izlemek için opera binasına akın ettiler.
Bu, hadi, vaktiyle böyleydi; iyi ama, bugün neden izleniyor bu gösteri ve bununla da kalmayıp ona bir de hayran olunuyor? İster istemez bir soru çıkıyor burada karşımıza: Wagner’in yapıtındaki başarının gizi nedir?
Ben bunu şöyle açıklıyorum: Kralın önüne serdiği maddi olanaklardan yararlanma gibi ayrıcalıklı bir konuma sahipti Wagner ve bu olağanüstü ayrıcalığından ustalıkla yararlanarak, sanat kalpazanlığı konusundaki büyük deneyimlerinin de katkısıyla, taklit sanatın timsali sayılabilecek böyle bir yapıt ortaya koyabilmiştir. Wagner’in bu yapıtını “taklit sanatın timsali” diye nitelendirdim, çünkü bildiğim hiçbir taklit sanat örneğinde, taklit sanat yaratmada kullanılan bütün yöntemler –yani ödünçleme, öykünme, şaşırtma ve ilginçlik– böylesine ustalıkla ve güçle bir araya getirilememiştir.
Eskil dünyadan alınan konudan başlayıp, sislere, dumanlara, ayın ve güneşin doğup batışlarına dek Wagner bu yapıtında şiirsel denebilecek her şeyden yararlanıyor. Uyuyan güzelden su perilerine, yeraltı ateşlerinden cücelere, kavga, dövüş, kılıç, öç, aşk ve ejderhadan kuşların ötüşlerine dek, şiirsellik depolarında ne var ne yoksa her şeyi işin içine kattığını görüyoruz.
Gördüğümüz bir başka şey de, dekorasyondan kostümlere dek her şeyin yansılama, taklit düzeyinde kaldığı… Arkeoloji biliminin verilerine göre eskil dünyada böyleydi noktasından hareket edilerek böyle yapılmış bütün bunlar. Sesler bile yansılama, taklit. Kuşkusuz müzik yeteneğinden bütün bütün yoksun biri değil Wagner; çekicin örs üzerine inmesiyle çıkan şakırtıya, akkor haline gelmiş metalden yükselen ıslık sesine ya da kuşların ötüşüne vb. öykünen sesleri tam canlandırabildiğini görüyoruz kendisinin.
Bu da bir yana, söz konusu yapıtta etkilemeşaşırtma öğesinin en yüksek düzeyde tutturulmuş bulunduğunu da belirtmeliyiz. (Ejderhalardan büyülü ateşlere, suda geçen olaylardan, izleyicilerin bulunduğu yerin karartılmış olmasına, orkestranın hiç görünmemesine ve daha önce hiç uygulanmamış, yeni armonik bütünlüğe dek.)
Öte yandan merak öğesi hiç teklemiyor, ilgi hep ayakta tutuluyor. Yalnızca kimin kimi öldüreceği değil merak edilen şey, kim kimle evlenecek, kim kimin oğlu, bundan sonra neler olacak vb. Ayrıca müzikmetin ilişkisi açısından da geçerli ilginçlik öğesi: Rhein nehrinin dalgalarının sesi müzikle nasıl verilebilir? Kötü yürekli cüce mi çıktı sahneye, kötü yürekli cücenin müziği nasıl olmalıdır? Cücenin kösnüllüğü nasıl yansıtılmalıdır müzikle? Sonra… yüreklilik, ateş, elma vb. nasıl yansıtılacaktır müzikle? Sahnede konuşmakta olan kişinin leitmotiviyle, onun sözünü etmekte olduğu kişi ya da nesnelerin leitmotivleri nasıl birbirine geçecek, birbiriyle nasıl karışıp kaynaşacaktır? Tek başına müziğin de ilginç olduğunu belirtmeliyiz. Müziğe ilişkin olarak daha önce benimsenmiş yasalara uymayan, onlardan ayrılan bir müzik bu: Hiç beklenmedik, tümüyle yeni modülasyonlar (kendine özgü “iç yasaları” olmayan bir müzikte gerçekleştirilmesi hiç zor olmayan bir niteliktir bu), sonra dissonans dediğimiz uyumsuzlukların, falsoların da yeni olduğunu ve bunların giderilmesinin, çözümlenmesinin yeni bir yolla gerçekleştirildiğini görüyoruz ki, bu da ilginçlik katıyor yapıta.
İşte bütün bu şiirsellikler, öykünmeler, şaşırtmalar ve ilginçlikler, Wagner’in yeteneği ve bulunduğu o çok elverişli koşulların da katkısıyla mükemmelliğin son aşamasına ulaşarak, usta bir konuşmacı gibi söylev veren bir delinin sayıklamalarını aralıksız birkaç saat dinleyen bir insan nasıl hipnotize olursa, seyirciyi öyle hipnotize ediyor, derinden etkiliyor.
Deniliyor ki: Wagner’in yapıtının Bayreuth’daki gösterisini izlemeden değerlendirmede bulunamazsınız; orada orkestra müziği sahnenin altında, karanlıkta icra ediyordu ve icrasında mükemmelliğin son noktasına ulaşıyordu. Burada söz konusu olanın sanat değil, hipnotizma olduğunu kanıtlayan bir görüş bu. Spritizmacılar da aynı şeyi söylemiyorlar mı? Gördükleri hayallerin gerçek olduğuna insanları inandırabilmek için genellikle şöyle şeyler söylemezler mi onlar da: Hayır, şimdi bir değerlendirmede bulunamazsınız; önce bir yaşamanız gerek, üst üste birkaç seansa geleceksiniz, yani karanlıkta, yarı deli insanlar arasında birkaç saat boyunca sessizce oturup söylenenleri bilmem kaç kez yineleyeceksiniz, bakın bakalım o zaman bizim gördüklerimizi siz de görüyor musunuz, görmüyor musunuz?
Aman efendim, görmez olur muyuz hiç? İnsan o koşullar altında kalmaya görsün, istediği her şeyi görür. Alkol ya da afyon içtiğinde aynı noktaya çok daha kısa sürede ulaşır insan. Wagner operaları izlenirken de olan aynı şeydir. Normal oldukları söylenemeyecek pek çok insanla birlikte dört gün boyunca karanlıkta oturup, duyma sinirleri yoluyla beynini en şiddetli biçimde uyarması hesaplanarak yazılmış bir müziği dinlemek elbette insanı normal halinden uzaklaştırır; böylesi saçma, anormal bir durum da, insanın kendini hayranlık duygusunun kolları arasında bulmasıyla sonuçlanır. Ama bunun için dört güne ne gerek var, Moskova’da olduğu gibi bir temsil süresi –tek bir günün beş saatlik süresi yani– yeter de artar bile. Hatta sanatın ne olduğu konusunda tam bir tasavvurları olmayan, burada göreceklerinin güzel şeyler olacağına, bu yapıta kayıtsız kalmanın ya da onu beğenmemenin kültürsüzlüklerinin, geriliklerinin bir kanıtı gibi görüleceğine kendilerini inandırmış insanlar için beş de değil, bir saat de yeter.
İzlediğim gösteride bu tür insanları gözleme olanağı buldum. Salonu dolduran izleyicileri yöneten, yönlendiren ve ona tonunu, rengini veren bir grup insan vardı; bunlar önceden kendilerini hipnotize etmiş, o anda da o çok iyi bildikleri hipnoz havasına girmiş kişilerdi. Bu hipnotize olmuş, dolayısıyla da normal kabul edilemeyecek bir ruh hali içinde bulunan insanlar tam bir hayranlık içindeydiler. Bu da bir yana, sanatı alımlama yeteneğinden yoksun, dolayısıyla da Wagner operalarında olduğu gibi her şeyin akılmantık işi olduğu yapıtlara büyük değer veren bütün sanat eleştirmenleri, derinlikli birtakım görüşler öne sürerek Wagner’in yapıtını akıl için gerçek bir ziyafet olarak nitelendiriyorlardı. Bu iki izleyici öbeğinin arasında ise asıl büyük izleyici kitlesi yer alıyordu. Sanatı alımlama yetenekleri çarpılmış, kısmen dumura uğramış, sanata karşı kayıtsız kentliler grubu: Prensler, varlıklı insanlar, özellikle de kötü av köpekleri gibi, kim görüşünü daha yüksek sesle ve kararlı bir şekilde açıklıyorsa, hemen onların yanına sokulan sanat koruyucuları.
“Ah, gerçek bir şiir! Şaşırtıcı! Hele kuş sesleri!” “Evet, evet, allak bullak etti bu yapıt beni!” Değişik seslerle hep aynı değerlendirmeleri yineler dururlar; görüşlerinin dinlenilmeye, saygıya değer olduğuna hükmettikleri kişilerden birkaç dakika önce duydukları sözlerdir bunlar.
Sanat diye sergilenen sahtelikten, taklitten kendini aşağılanmış hisseden bir avuç insan çıksa bile, bunlar da tıpkı sarhoşlar arasındaki ayık insanlar gibi, ürker, pısar, seslerini çıkaramazlar.
İşte, sanatla hiçbir ilgisi olmayan anlamsız, kaba, sahte bir yapıt, taklit sanat yapmada ulaşılmış ustalık sayesinde dünyanın her yanını dolaşıp duruyor, sahnelenmesi için milyonlar harcanıyor, toplumun üst tabakalarının beğenisini ve sanatın ne olduğuna ilişkin anlayışlarını her gün biraz daha iğdiş ediyor.
XIV
Biliyorum, yalnızca akıllı sayılan değil, gerçekten akıllı olan, bilim, matematik, felsefe vb. konularda en karmaşık sorunları kolayca kavrayabilen insanların büyük çoğunluğu, kimi kez en yalın, en açık gerçekleri bile anlamakta zorlanırlar; olaylar, olgular üzerine büyük çabalarla oluşturdukları, gurur duydukları, başkalarına öğütlemeye, aşılamaya kalkıştıkları ve bütün yaşamlarını üzerine inşa ettikleri değer yargılarının meğerse yanlış, sahte olduğunu ortaya çıkarabilecek gerçeklerdir bunlar. O bakımdan, toplumumuzda sanat ve artistik zevk sapkınlığına ilişkin öne süreceğim kanıtların benimsenebileceğini hiç sanmıyorum, hatta bunların epeyce bir gürültü koparacağından eminim; yine de sanat üzerine araştırmalarımın beni getirdiği noktayı sonuna dek açıklamak zorunda hissediyorum kendimi. Araştırmalarımın beni getirdiği nokta, toplumumuzda sanat olarak kabul edilen şeylerin bırakın iyi sanat, gerçek sanat, şu sanat bu sanat olmayı, sanatla hiç ilgisi olmayan, sanatın taklidinden öteye gitmeyen şeyler olduğu noktasıdır. Bu yargım, biliyorum, tuhaf, hatta çelişik görünecektir, ama sanatı, güzele hizmet ya da düşüncelerin ortaya çıkmasının aracı vb. olarak değil de kimi insanların duygularının başka insanlara aktarılmasının aracı olan bir insan etkinliği olarak görür ve bu doğrudan yola çıkarsak, varacağımız yer ister istemez yukarıdaki yargı olacaktır. Sanat eğer bir insanın yaşadığı duyguyu bilinçli olarak başka insanlara aktarması etkinliği ise ve bu tanım doğru bir tanım ise, kaçınılmaz olarak şunu kabul etmemiz gerekecektir: Sanat yapıtı diye öne sürülen ve toplumumuzda yüksek sınıfların sanatı olarak kabul edilen her şey, bütün o romanlar, öyküler, dramlar, komediler, resimler, heykeller, senfoniler, operalar, operetler, baleler vb. vb.nin ancak yüz binde biri yazarının yaşadığı bir duygudan yola çıkılarak yaratılmıştır, geri kalanların tümü fabrikasyon üretim, yani ödünçleme, öykünme, şaşırtma ve ilginçliğin duygu aktarımının yerini tuttuğu sanat taklidi şeylerdir. Gerçek sanat yapıtlarının sayısıyla sanat taklidi yapıtlar arasında yüz binde bir (hatta bundan çok daha düşük) bir oran bulunduğunu nereden çıkarıyorum? Şöyle bir hesap yapıyorum: Bir yerlerde okumuştum; yalnızca Paris’te 30.000 ressam varmış. Büyük olasılıkla İngiltere’de de bir o kadar ressam vardır, Almanya’da da, Rusya, İtalya ve öbür küçük ülkelerde de bir o kadar. Böylece, Avrupa’da yaklaşık 120.000 ressam bulunduğu sonucuna ulaşabiliriz. Aynı mantıkla müzisyen ve yazar sayılarının da 120’şer bin olduğunu düşünebiliriz. Bu 300 bin insanın her biri yılda üç yapıt yaratsa (ki yılda on, hatta daha çok yapıt verenleri de vardır), her yıl bir milyon dolayında yapıt ortaya çıkıyor demektir. Bir de bunların son on yıldaki toplam sayılarını düşünülecek… hele hele yüksek sınıfların sanatının halkın sanatından ayrılmasından bu yana geçen süredeki sayıları düşünülecek olursa… herhalde milyonlarla dile getirilecek rakamlara ulaşırız? Sanat alanında en bilgin, en yetkin kişilerden bile kaçı bu sözüm ona sanat yapıtlarıyla hemhal olup onlardan etkilenmek şurada dursun, bunların varlığından haberdardır? Bu yapıtlara ilişkin olarak kafalarının içi gecenin on ikisi kadar karanlık olan emekçi halktan söz etmiyorum, yüksek sınıflardan olan insanlar bile bu yapıtların binde birini bilmezler, bildikleri birkaç şey var idiyse bile, onları da unutup gitmişlerdir. Sanat yapıtı diye ortalıkta salınan bütün bu ıvır zıvırın, varlıklı kesimden bir avuç avare için gönül eğlencesi olmanın ötesinde kimse üzerinde hiçbir etki yaratmadığı ve hiçbir iz bırakmadan belleklerden silinip gittiği biliniyor. Bu konuda zaman zaman, çok sayıdaki bu başarısız girişimler olmasaydı, gerçek sanat yapıtlarına hasret kalırdık türünden bir itiraz yükseltilir. Kusura bakılmasın ama bu biraz, pişirdiği ekmekler hiçbir şeye benzemiyor diye eleştirilen bir fırıncının, çöpe giden bu kötü pişmiş ekmekler olmasaydı, nar gibi kızarmış, güzel ekmekler de olmazdı savunmasına benziyor. Doğru, altının olduğu yerde kum çok olur; ama bu kesinlikle, akıllıca bir şey söylemek için daha önce saatler boyu saçmalamak gerektiği anlamına gelmeyeceği gibi, böyle bir şeyin bahanesi ya da vesilesi de olamaz.
Her yanımızı sanat yapıtı savı taşıyan yapıtlar sarmış durumda. Binlerce şiir, roman, oyun, resim, müzik yapıtı yayımlanıyor. Bütün şiirler aşkı, doğayı ya da ozanın ruh durumunu yansıtıyor, bunların tümünde de ölçü, uyak gibi kurallara uyuluyor; bütün dramlar, komediler tam gerektiği gibi sahneleniyor, roller yetkin oyuncular tarafından gerektiği gibi oynanıyor; bütün romanlar bölümlere ayrılıyor, hepsinde aşk ya da yaşamdan gerçekçi birtakım ayrıntılar, etkili sahneler görüyoruz; bütün senfonilerde allegro, andante, scherzo, finale bölümleri oluyor, bütün senfoniler modülasyon ve akorlardan oluşuyor ve her inceliğin hakkı verilerek, iyi eğitim almış, yetkin müzisyenlerce seslendiriliyor; bütün resimler yaldızlı çerçevelerde sergileniyor, hepsinde yüzlerin, aksesuarların hakkının verildiği görülüyor. Kısacası, değişik sanat dallarından yüz binlerce yapıt… ama bunlar arasından bir tanesi, ötekilerden yalnızca daha güzel olmakla kalmıyor, pırlantanın camdan ayrılması gibi de ayrılıyor onlardan. Paha biçilmez bir şeydir o, son derece değerlidir; öbürlerinin ise hiçbir değerleri olmadığı gibi, insan zevkini tahrif, tahriş ve iğfal etme gibi olumsuz bir özellikleri de vardır.
Taklit yapıtların dış görünüşleri gerçek sanat yapıtlarından daha kötü olmadığı gibi, çoğu kez daha iyi olabiliyor; bu da toplumumuzda gerçek sanat yapıtını taklit olandan ayırt etmeyi büsbütün zorlaştıran bir öğe olarak karşımıza çıkıyor; taklit, çoğu durumda gerçek olandan daha fazla etkiliyor insanları; içeriklerinin dahi çok daha ilginç olabildiğini görüyoruz bunların. Peki, nasıl ayırt edeceğiz? Bilerek gerçeğine benzetilmiş, dış görünüş olarak ondan hiçbir farkı olmayan on binlerce yapıt arasından gerçek sanat yapıtını nasıl ayırt edeceğiz?
Zevki iğfal edilmemiş bir insan için –bu insan emekçi olacak, ama kent emekçisi değil– bu iş, yazıda, dağda ya da ormanda yabanıl bir hayvanın bozulmamış, çarpılmamış, iğfal edilmemiş –doğal– sezgileriyle binlerce iz arasından kendine gerekli tek izi bulması denli kolaydır. Hiç yanılmadan kendine gerekli olanı bulur hayvan. İnsanoğlu da doğal olarak kendinde bulunan özellikler çarpılmamış, bozulmamışsa eğer, binlerce yapıt arasından kendine gerekli olan gerçek sanat yapıtını hiç yanılmadan bulur, deneyimli sanatçının yapıtına aktardığı duygu ona geçer. Yeter ki, aldığı eğitim ya da yaşam biçimi, zevkini –gustosunu, damak tadını– iğdiş etmiş olmasın. Zevkleri iğdiş olmuş insanlarda sanatı alımlama yeteneği dumura uğramıştır; bunlar sanat yapıtlarını değerlendirirken, öğrendikleri şeyleri devreye sokarlar, bu da onların kafalarını öyle bir karıştırır ki, tam ters bir noktada bulurlar kendilerini. Sonuç: Toplumumuzda büyük çoğunluk, gerçek bir sanat yapıtını, onun en kaba taklidinden ayırt edebilecek durumda değildir. İnsanlar konser salonlarında saatlerce oturup yeni bestecilerin yapıtlarını dinliyorlar, ünlü yeni romancıların yapıtlarını okumak, ressamların anlaşılıranlaşılmaz tablolarını görmek zorunda hissediyorlar kendilerini, gerçekliği bunlarda daha iyi gördüklerini düşünüyorlar; en önemlisi de bunların hepsini sanat yapıtı gibi kabul ederek kendilerini bunlara hayran olmak zorunda hissediyorlar; bu arada gerçek sanat yapıtları, bu insanların çevresinde sanat yapıtı gibi görülmediği için hiç ilgi toplamadıkları gibi, küçümseniyor, sessizlikle geçiştiriliyor.
Geçenlerde yürüyüş yapmış, yorgun argın eve dönüyordum; evin önüne geldiğimde halka olmuş şarkı söyleyip dans eden kadınlara rastladım. Evlenen ve evine dönen kızımı kutlulayan. yücelten şarkılar söylüyor, dans ediyorlardı. Haykırışlarla, çığlıklarla, orak ve tırpan çınlayışlarıyla dolu bu şarkılar öylesine sevinç, dinçlik, enerjiyle doluydu ki, nasıl oldu anlamadım, kendimi birden bu duygulara gömülmüş buldum; yorgunluğumdan, bezginliğimden eser kalmadı, evime son derece dinç, neşeli girdim. Bütün ev halkının da aynı hava içine girmiş olduğunu gördüm, şarkılar herkesi etkilemişti. Aynı akşam klasikleri, özellikle de Beethoven’in yapıtlarını seslendirmede ünlenmiş, çok değerli bir müzisyen uğradı evimize ve bestecinin 101 eser sayılı sonatını seslendirdi.
Beethoven’in bu sonatına ilişkin yargılarımdan dolayı beni bestecinin bu yapıtını anlayamamış olmakla suçlayabilecek olanlara karşı belirtmek isterim ki, başkaları bu sonattan ve Beethoven’in öteki son dönem yapıtlarından ne anlıyorlarsa, müzik sezgisi, kavrayışı bayağı iyi olan biri olarak ben de aynı şeyleri anlıyordum. Uzunca bir süre, Beethoven’in öteki son dönem yapıtları gibi formsuz doğaçlamalardan oluşan bu yapıta hayran olmam gerektiğini telkin etmiştim kendime; ama ne zaman ki sanata farklı bir açıdan ve çok daha ciddi yaklaşmaya başladım, Beethoven’in son dönem yapıtlarının bende bıraktığı izlenimle, örneğin Bach (aryaları), Haydn, Mozart ve Chopin (karmaşıklıktan, süslemeden uzak ezgileri) ile yine aynı Beethoven’in ilk dönem yapıtlarının alabildiğine yalın, ışıltılı, güçlü ezgilerinin, özellikle de İtalyan, Norveç, Rus, Macar (Çardaş) vb. halk ezgilerinin yalın, sade, güçlü melodilerinin bende bıraktığı izlenimi karşılaştırmaya başladım, Beethoven’in son dönem yapıtlarına ilişkin olarak kendimi zorlayarak, yapay bir biçimde oluşturduğum belirsiz, neredeyse hastalıklı diyebileceğim gerginlik yaratan izlenimler bir anda ve tümüyle yok olup gitti.
Konserin sonuna doğru hepsi de son derece sıkılmış olan dinleyiciler –ki çok doğal ve beklenen bir şeydi bu– Beethoven’in “kat kat anlamlarla örülü” bu derin yapıtını coşkuyla övmeye başladılar: Eskiden bestecinin son dönem yapıtlarını anlayamıyorlarmış, oysa bu yapıtlar kendisinin en derinlikli yapıtlarıymış, falan filan. Aşağıdaki kadınların az önceki şarkılarının bende –ve bu şarkılara kulak veren herkeste– yarattığı izlenimle, Beethoven’in bu sonatını karşılaştırmaya kalkıştığımda, dudaklarda küçük gören gülümsemeler belirdi, kimse bu tuhaf sözleri yanıtlamaya değer görmedi.
Oysa kadınların şarkıları, belirli ve güçlü bir duyguyu aktaran, gerçek bir sanat yapıtıydı. Beethoven’in 101 eser sayılı sonatı ise, hiçbir belirgin duygu içermeyen, dolayısıyla kimseye bir şey aktarmayan, başarısız bir sanat girişimiydi.
Sanat üzerine araştırmalarımı sürdürürken bu kış Zola, Bourget, Huysmans, Kipling gibi Avrupa’nın en ünlü ve en çok övülen yazarlarının yapıtlarını okudum. Candan bir çabayla, ancak epeyce bir sıkıntıyla okudum bu yazarları. O arada, elime geçen bir çocuk dergisinde, adı duyulmamış bir yazarın kaleminden çıkma bir öykü okudum. Yoksul, dul bir kadının evinde paskalya hazırlığı yapılıyor. Kadıncağız bin bir güçlükle bulabildiği beyaz unu masanın üzerine boşaltmış, hamur yoğuracaktır. Maya bulmak için evden çıkmadan önce, una göz kulak olmaları ve asla kulübeden ayrılmamaları için çocuklarını uyarır. Kadıncağız çıkar, az sonra komşu çocukları bin bir şamatayla kulübenin önüne gelir ve yoksul kadının çocuklarını dışarıya, oynamaya çağırırlar. Çocuklar annelerinin uyarısını unutur ve dışarıya oynamaya çıkarlar. Anne maya ile eve döndüğünde bir bakar ki, unu boşalttığı masanın üzerine bir tavuk çıkmış, ayağıyla son kalan unları kulübenin toprak zeminine doğru fırlatıyor, yerdeki civcivler de toprağa karışan unları gagalıyor. Ana öfke ve umutsuzlukla çocuklarına bağırıp çağırıyor, çocuklar ağlaşıyorlar. Neyse, kadıncağız çocuklarına acıyor, elenmiş esmer undan yapmaya karar veriyor paskalya çöreğini; çöreklerin üzerine yumurta akı sürüyor, çevrelerini yumurta sarısıyla süslüyor. Çocuklarının gönlünü almak için de, “Esmer unun ekmeği, dedemin paskalya çöreği!” gibi bir de tekerleme söylüyor kadıncağız. O ana dek üzgün, umutsuz duran çocuklar birden coşkuyla tekerlemeyi yinelemeye başlıyor, böylece de pişmekte olan esmer paskalya çöreğini daha bir neşeyle bekliyorlar.
O da nesi? Zola, Bourget, Huysmans, Kipling’in en feryat figan konuları ele alan roman ve öyküleri yüreğimde tek bir teli bile bir an olsun titretememişler ve bende yalnızca bezginlik ve can sıkıntısı uyandırmışlardı (sizi son derece saf bulan ve aldatmak için söylemeye hazırlandığı yalanını gizleme gereğini bile duymayan birinin yüreğinize salacağı duygular!) Bir kez bu yazarların niyetleri daha ilk satırlarından belli oluyordu; ayrıca girdikleri bütün ayrıntılar gereksizdi, can sıkıcıydı. Hepsinden önemlisi de yazarların yüreğinde, bir roman ve öykü yazma arzusundan başka tek bir duygu yoktu. O nedenle de hiçbir sanatsal etkileşim olmuyordu. Ama meçhul bir yazarın çocuklar ve civcivler üzerine yazdığı bir öyküyü büyük bir ilgiyle okumuştum, çünkü yazar, besbelli kendi başından geçmiş, yaşadığı bir duyguyu başarıyla aktarabiliyordu.
Vasnetsov diye bir ressamımız var. Kiyev katedralindeki tasvirlerin resmini yapmıştır kendisi. Hıristiyan sanatında yeni ve soylu bir çığır açtığı öne sürülerek övgüler yağdırılmıştır kendisine. Bu tasvirler üzerinde onlarca yıl çalıştı Vasnetsov. Yaptığı işe karşılık on binlerce ruble ödendi kendisine. Bana kalırsa yaptıkları duygu denen şeyin zerresinden yoksun, bayağının bayağısı bir taklitten, taklidin taklidinin taklidinden başka bir şey değildi. Yine aynı Vasnetsov, Turgenyev’in Bıldırcın öyküsünü konu alan bir tablo yapmıştı. (Bir baba oğlunun gözü önünde bir bıldırcını öldürür, sonra yaptığı şeyden dolayı üzülür, pişman olur.) Tabloda üst dudağını kabartarak uyuyan bir çocukla, onun hemen üzerinde, çocuğun gördüğü bir düş gibi, bir bıldırcın resmedilmişti. İşte bu resim gerçek bir sanat yapıtıydı.
İngiltere’de Academy’de yan yana sergilenen iki resim gördüm: Bunlardan biri J.C. Dalmas’ın St. Antonius’un Ayartılması’ydı. Resimde St. Antonius’u diz çökmüş dua ediyor; onun hemen arkasında ise çıplak bir kadınla birtakım canavarlar görülüyor. Ressamın çıplak kadınlardan hoşlandığı, ancak St. Antonius’un o taraklarda hiç mi hiç bezi bulunmadığı apaçık ortada. Öte yandan ayartılmanın adama (ressama) korkunç bir şeymiş gibi gelmek şurada dursun, tersine, son derece hoş bir şey gibi geldiği de gayet açık. O bakımdan bu resimde eğer sanat denilebilecek bir şey varsa bile, bunun bayağı, sahte bir sanat olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz. Bu resmin hemen yanında Langley’in de küçük bir resmi var. Yoldan geçen yoksul bir oğlana acıyan bir kadın onu evine çağırmış; oğlan çıplak ayaklarını insanın yüreğini paralar biçimde oturduğu sıranın altına doğru kıvırmış, kadının önüne koyduğu yemeği kaşıklıyor; kadın da olasılıkla, “Doymadı galiba, biraz daha yemek eklesem mi tabağına?” gibi bir şeyler düşünüyor, yedi yaşında gösteren bir kız çocuğu da koltuğun kenarına dayanmış, pür ciddiyet, pür dikkat, aç oğlanın yemek yiyişini izliyor ve olasılıkla hayatında ilk kez yoksulluğun, insanlar arasında eşitsizliğin ne demek olduğunu anlıyor ve ilk kez kendine, neden o her şeye sahipken, şu oğlanın yalınayak ve aç olduğu sorusunu soruyor. Hem acıma, hem sevinç ifadesi var kızın yüzünde. Oğlanı da, ona iyilik yapılmasını da sevmiş… Ressamın da hem kızı, hem kızın sevdiği şeyleri sevdiği duyumsanıyor. Pek tanınmamış bir ressamın fırçasından çıkan bu resmin, hem güzel, hem gerçek sanat bir yapıtı olduğunu söyleyebiliriz.
Hamlet’i izlemiştim; hem oyunun kendisi, hem de başroldeki oyuncu, bizim eleştirmenlerce tiyatro sanatında ulaşılmış doruk noktası olarak nitelendirilmişlerdi. Bense oyunu, gerek içerik, gerekse oynanış biçimi olarak, gerçek bir sanat yapıtına özenen sahte bir sanattan duyulabilecek büyük bir ıstırapla izledim. Geçenlerde Vogullar denen yabanıl bir halka ait bir tiyatro üzerine okuduğum bir haberden de söz etmek isterim. Bu gösteriye tanık olan kişinin anlattıkları şöyle bir şey: Üzerlerine geyik postu geçirmiş, biri büyük, biri küçük iki Vogul; büyük olan anne geyik, küçük olansa, yavru geyik. Üçüncü bir Vogul’un ise elinde ok ve yay, ayaklarında kayaklar var; kuş rolündeki dördüncü bir Vogul ise, anneyle yavrusunu tehlikelere karşı uyarmakla görevlidir. Avcı, anne ve yavru geyiğin izlerini sürer. Geyikler avcıdan kaçmak için zaman zaman sahneden çıkıp sonra yeniden sahneye girerler. (Oyunun küçük bir çadırda oynandığını unutmayalım.) Avcı giderek kovaladığı avlarına yaklaşır. Bu arada yavru geyik koşmaktan bitkin düşüp annesine sokulur. Anne geyiğin de kaçacak hali kalmamıştır, biraz soluklanmak için durur. Sonunda avlarına yetişen avcı yayını gerip nişan alır. Bu sırada dördüncü Vogul kuş gibi öterek anne geyikle yavrusuna tehlikeyi haber verir. Geyikler yeniden kaçmaya başlarlar. Avcı da yeniden peşlerine düşer. Gitgide yaklaşır geyiklere, iyice yaklaşır ve okunu fırlatır. Yavru geyiğe isabet eder ok. Yavrunun kaçabilmesi olanaksızdır artık, iyice annesine sokulur, anne geyik yavrusunun yarasını yalar. Avcı yayına bir ok daha takar. Gösteriye tanık olanın anlatımına göre seyirciler soluklarını tutmuş, adeta donup kalmışlardır; inleyenler, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar bile vardır aralarında. Ben, doğrusu yalnızca bu tanığın anlatımından, burada gerçek bir sanat yapıtının söz konusu olduğunu hissettim.
Bu söylediklerimin şaşırtıcı bulunacağından, çılgınca bir çelişki gibi görüleceğinden eminim, ama yine de söylemeden edemeyeceğim: Bizim çevremizden kimileri şiir, öykü, roman, opera, senfoni, sonat yazar, resim, heykel yapar; kimileri bunları okur, izler, dinler; kimileri de bütün bu yazılıp çizilenleri değerlendirir, eleştirir, tartışır, yargılar, kınar, yüceltir; birbirlerini anıtlaştırır bu insanlar. İster sanatçı, ister sanat izleyicisi ya da eleştirmeni olsunlar, daha sanata dair hiçbir şey bilmedikleri, en sıradan birinin, hatta bir çocuğun bile yabancısı olmadığı bir başkasının duygusunu yaşamak, onun sevinciyle sevinip, acısıyla yanmak ve böylece sanatın özünü oluşturan bir başka insanla ruhça kaynaşmak duygusunu –çocukluk ve ilkgençlik dönemleri dışında– yaşamamış oldukları için, çok küçük bir yüzdeleri dışında gerçek sanatı taklidinden ayıramaz, en berbat, en bayağı, taklidin taklidi yapıtları gerçek sanat olarak benimserler; zira taklitler her zaman göz alıcı, gösterişli, gerçek sanat ise alçakgönüllü, gösterişsiz, yalındır.
XV
Toplumumuzda sanat öylesine soysuzlaşmış durumda ki, böylesi bir ortamda yalnızca kötü sanat iyi sanat olarak kabul görmekle kalmıyor, sanatın kendisinin ne olduğu, yani sanat kavramının kendisi de yok olmuş bulunuyor; o nedenle bizim toplumumuzda sanat üzerine konuşabilmek için her şeyden önce gerçek sanatı taklidinden ayırmak gerekiyor.
Gerçek sanatı taklidinden en kuşku götürmez biçimde ayıran özellik, ondaki aktarılma özelliğidir. Bir insan bir başkasının yarattığı yapıtı okurken, dinlerken ya da izlerken herhangi bir etkinlikte bulunmaksızın ve bakış açısını değiştirmeksizin, kendini o yapıtın sahibiyle ve o yapıtı kendisinin kavradığı gibi kavramış, algılamış, benimsemiş öteki insanlarla birleştirip bütünleştiren bir ruh durumu içine girerse, böylesi bir ruh durumunu yaratan yapıt, sanat yapıtıdır. Öte yandan gerçeğine ne kadar benzerse benzesin, ne kadar şiirsel, etkileyici ya da ilginç olursa olsun, bir yapıt eğer bütün öteki duygulardan farklı bir duygu olarak bir sevinç duygusu, yazarla ya da (o yapıtı okuyan, dinleyen, izleyen) başka insanlarla bir ruh birlikteliği yaratamamışsa, sanat yapıtı değildir.
Bunun içsel bir özellik olduğu doğrudur; gerçek sanat yapıtının yarattığı etkinin ne olduğunu unutmuş ve sanattan bambaşka şeyler bekleyen insanların (ki toplumumuzda büyük çoğunluktadır böyleleri), taklit sanat yapıtları karşısında kapıldıkları heyecan ya da gönül akışını estetik duygu olarak değerlendirebilecekleri de doğrudur; üstelik bu insanların düşüncelerini değiştirmek, bir renkkörünü yeşilin kırmızı olduğuna inandırmak kadar olanaksızdır; ama yine de sanat duyguları bozulmamış, kirlenmemiş insanlar için bu özellik, sanatın yarattığı duyguyu öbür bütün duygulardan ayıran en belirleyici, en ayırt edici özelliktir.
Sözünü ettiğimiz duygunun başlıca özelliği, gerçek bir sanat yapıtını izleyen kimsenin sanatçıyla karışıp kaynaşmasıdır; bu öylesine bir kaynaşmadır ki, izlediği yapıt bir başkasının değil de kendisininmiş gibi gelir izleyiciye; nicedir tam da kendisinin anlatmak istediği şeyler sergilenmiştir sanki. Gerçek bir sanat yapıtının becerdiği şey tam da budur: Yani o sanat yapıtını alımlayanın bilincinde sanatçıyla kendisi arasındaki sınır, yalnızca sanatçıyla kendisi arasındaki sınır da değil, aynı sanat yapıtını izleyen bütün öbür insanlarla kendisi arasındaki sınır yok olur. Hem kişiliğimizin başka insanlardan ayrılmışlığından, tek başınalığından özgürleşmesi, hem de onun başka kişiliklerle kaynaşıp bütünleşmesi böylece gerçekleşir; sanatın başlıca çekici gücü, belirleyici özelliği de burada yatar.
Bir insan bu duyguyu duyar, yazarın içinde bulunduğu ruh hali ona da geçerse ve yazarla bu kaynaşmanın, bütünleşmenin başka insanlar için de söz konusu olduğunu duyumsarsa, bu durumu yaratan şey sanattır; bu geçiş yoksa, yazarla ve söz konusu yapıtı benimseyen, algılayan öbür insanlarla karışıp kaynaşma, bütünleşme yoksa, sanat da yoktur. Sözünü ettiğimiz geçiş (bulaşma) nasıl sanatın en kuşku götürmez, en belirleyici özelliği ise, geçişin derecesi de sanatta ulaşılmış ustalığın, üstünlüğün, sanatın artamının biricik ölçütüdür.
Geçiş ne denli güçlüyse, o denli üstün bir sanatla karşı karşıyayız demektir; burada sanatın içeriği, başka bir deyişle bize aktardığı duyguların artamı söz konusu değildir.
Bir sanat yapıtında yapıtı yaratandan yapıtı alımlayana (algılayana) geçişin derecesini (geçişin az ya da çok olmasını) üç koşul belirler: 1. Aktarılan duygunun ne kadar kendine özgü, ne kadar sıra dışı olduğu, 2. Aktarılan duygunun ne kadar açık, net bir biçimde aktarıldığı, 3. Sanatçının içtenliği (yani aktardığı duygunun, sanatçının kendi içinde hangi güçte boy verdiği).
Aktarılan duygu ne denli özel, sıra dışıysa, algılayanı da o denli şiddetle etkiler. Yapıtın yarattığı ruh hali ne denli kendine özgü ise, algılayan da o denli büyük haz duyar ve yapıtla o denli istekle ve güçle kaynaşıp bütünleşir.
Duygu ne denli açık, net bir biçimde aktarılırsa, geçiş de o denli etkin olur, çünkü bilincinde sanatçıyla kaynaşıp bütünleşen algılayıcı, kendisine sanatçıdan geçen duygudan o denli büyük tatmin duyar: Ona öyle gelir ki, nicedir bildiği, tanıdığı, yaşadığı bir duygudur bu ve ifadesini ancak şu anda bulmuştur.
Geçişi en fazla etkileyen şey, sanatçının ne ölçüde içten olduğudur. Yapıtının en başta sanatçının kendisine bulaştığını, onun başkalarını etkilemek için değil, kendi kendisi için yazdığını (çizdiğini, çaldığını, oynadığını) hisseden okura (dinleyiciye, izleyiciye) sanatçının bu ruh hali hemen bulaşır. Ya da tersine, izleyici (okuyucu, dinleyici), sanatçının kendi kendini tatmin için değil de, onun için (okur, izleyici, dinleyici için) yazdığını (çizdiğini, çaldığını, söylediğini, oynadığını) ve ifade etmek istediği şeyi kendi kendisinin hissetmediğini hissettiği anda buna tepki gösterir, böylece de en özgün, en sıra dışı, en yeni duygular ve en sanatkârane, en usta işi teknik, hiçbir etki yaratmadığı gibi, tiksinti uyandırır.
Sanatta geçiş, aktarım dediğim şeyin üç koşulundan söz ettim, ama aslında bu işin tek bir koşulu vardır, o da sonuncu koşul, yani sanatçının aktarmak istediği duyguyu ifade etme konusunda bir iç gereksinim duyması koşuludur. Birinci koşulu da kapsayan bir durumdur bu, çünkü sanatçı eğer içtense, duygusunu nasıl yaşıyorsa, öyle ifade edecektir; hiçbir insan bir başkasına benzemediği için de, bu duygu başka herkes için özel bir duygu olacaktır ve sanatçı bu duyguyu ne denli kendine özgü bir biçimde ve ne denli derinlerinden söker çıkarırsa, o denli içten, candan olacaktır duygusu. Aktarmak istediği duyguyu en açık, net biçimde ifade etmeye sanatçıyı zorlayan da, bu içtenlikten başka bir şey değildir.
O nedenle de üç koşuldan en önemlisi üçüncü koşuldur (içtenlik). Halk sanatında hep var olan –halk sanatının bizi derinden etkilemesi bu nedenledir– ve sanatçıların sürekli olarak doymak bilmez kişisel çıkarları, ikbal beklentileri ya da ün uğruna yapıtlar ürettikleri bizim sanatımızda –yüksek sınıfların sanatında– hemen hiç görülmeyen koşuldur bu.
Bu üç koşul, varlığıyla gerçek sanatı taklit sanattan ayırır ve her tür sanat yapıtının artamını içeriğinden bağımsız olarak belirler.
Bu üç koşuldan herhangi biri eksikse, karşımızda sanat yapıtı değil, ona öykünen, taklit bir yapıt var demektir. Bir yapıt, sanatçının duygularındaki bireysel özelliği yansıtmıyorsa, bu nedenle de söz konusu duygular kendine özgülükten yoksunsa, duygular açık, anlaşılır biçimde aktarılamamışsa ya da sanatçının duyduğu bir iç gereksiniminden doğmamışsa, sanat yapıtı olmayan bir yapıt var demektir karşımızda. Pek az ölçülerde de olsa, bu koşulların üçünü de içinde barındıran bir yapıt, zayıf olsa bile bir sanat yapıtıdır.
Özgünlük, açıklık, içtenlik diye belirlediğimiz bu üç koşulun farklı ölçülerde de olsa bir sanat yapıtında var olması, içeriğinden bağımsız olarak o sanat yapıtının artamını belirler. Her tür sanat yapıtının artamı, bu koşullardan hangilerini, hangi ölçüde barındırdığına göre belirlenir. Bir yapıt aktarılan duygunun kendine özgülüğüyle öne çıkarken, bir başkası duygudaki açıklık, bir üçüncüsü ise içtenlik özelliğiyle öne çıkabilir; dördüncü bir yapıt içtenlik ve kendine özgülük nitelikleri yönünden yeterliyken, yeterince açık olmayabilir, bir beşincisi ise kendine özgülük, açıklık, anlaşılırlık yönünden yeterliyken, yeterince içten olmayabilir vb. vb. Her düzeyde pek çok bireşim olasılığı söz konusudur burada.
Sanatla sanat olmayanı birbirinden ayıran ve içeriğinden –iyi duygu mu, kötü duygu mu aktardığından– bağımsız olarak sanatın artamını belirleyen şey budur.
Peki, sanatın içeriği yönünden iyiyle kötüyü nasıl ayıracağız?
XVI
Evet, sanatın içeriği yönünden iyiyle kötüyü nasıl ayıracağız birbirinden?
Tıpkı konuşma gibi bir iletişim aracı olan sanat, bu niteliğiyle ilerlemenin, başka bir deyişle insanlığın mükemmelliğe doğru yürüyüşünün de bir aracıdır. Konuşma, yaşayan son kuşak insanların, hem önceki kuşakların, hem de kendi çağlarının en ilerici kesiminin deneyim ve düşünce yoluyla öğrendikleri şeyleri öğrenmelerini olanaklı kılar; sanat, son kuşak insanların, kendilerinden önceki insanlarla, kendi çağlarındaki öncü, ilerici insanların yaşadıkları duyguları yaşamalarını olanaklı kılar. Ve bilginin evrimi nasıl gerçekleşiyorsa, yani daha gerçek ve daha gerekli bilgi, yanlış ve gereksiz bilgiyi nasıl dışlıyor ve onun yerini alıyorsa, duyguların evrimi de sanat yoluyla gerçekleşiyor, yani daha düşük düzeyli, daha az iyi ve insanların gönenci için daha az gerekli duygular dışlanarak, yerlerine daha iyi, insanlığın gönenci için daha gerekli duygular geçiyor. Sanatın amacı budur. Dolayısıyla sanat, içeriğiyle ne kadar bu amacın hizmetinde olursa, o kadar iyi sanattır ve ne kadar bu amaçtan uzaklaşmışsa, o kadar kötü sanattır.
Duyguların değerlendirilmesinde, yani şu ya da bu duygunun daha iyi ve insanlığın esenliği, gönenci için daha gerekli kabul edilmesinde belirleyici olan şey, din bilincidir.
Her tarihsel dönemde ve her toplumda yaşamın anlamına ilişkin olarak o toplumun insanlarının ancak ulaşabildikleri, en yüce diye nitelenebilecek bir anlayış vardır; o toplumun erişmek için çabaladığı en yüce esenlik ve gönenci bu anlayış belirler. Bu anlayış, belirli bir zaman diliminde, belirli bir toplumda geçerli olan din bilincidir. Bu din bilinci o toplumda öncü olan kimi insanlarca dile getirilir ve toplumun tümü tarafından –ama az, ama çok– coşkuyla duyumsanır. Böylesi bir din bilinci, kendine uygun ifade biçimiyle her toplumda, her zaman vardır. Bize eğer toplumda din bilinci yokmuş gibi geliyorsa, bu onun gerçekten olmadığından değil, bizim onu görmek istemememizden dolayıdır. Bizim sık sık bu bilinci görmek istemeyişimiz ise, yaşamımızın onunla uyum içinde olmamasından ve din bilincinin bu gerçeği açığa vurmasından kaynaklanır.
Bir toplumda din bilinci, akan bir ırmağın doğrultusuna benzer. Bir ırmak akıyorsa, aktığı bir yön, doğrultu vardır. Bir toplum yaşıyorsa, o toplumun insanlarının az ya da çok bilinçle atıldıkları doğrultuyu gösteren bir din bilinci vardır.
O bakımdan her toplumda, her zaman din bilinci olmuştur. Ve sanatla aktarılan duygular her zaman bu din bilinciyle değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme yalnızca yaşanılan çağın din bilinci temeli üzerinde gerçekleşir ve insanlar sanatın sayısız çeşitlilikteki dalları arasından kendi dönemlerinin din bilincini hayata geçiren duyguları aktaran sanatı seçmişlerdir. Sanatın böylesi her zaman el üstünde tutulur, teşvik edilirken, geçmiş zamanların görece geri düzeydeki din bilincinden kaynaklanan duyguları aktaran sanatı hep hor görülmüş, kınanmıştır. Geri kalan ve birbirinden çok farklı duyguları aktararak insanların birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayan diğer bütün sanatlar –dinsel bilince karşıt duyguları aktarmıyor olmaları koşuluyla– kınanmamış, caiz görülmüşlerdir. Örneğin eski Yunan’da güzellik, güç, yüreklilik (Hesiodos, Homeros, Phidias) gibi duyguları aktaran sanatlar öne çıkmış, kabul görmüş, teşvik edilmişken; kaba kösnüllük, bezginlik, nazeninlik gibi duyguları aktaran sanatlar kınanmış, küçük görülmüştür. Yahudilerde kendi Tanrılarına ve kutsal kitaplarına bağlılık, boyun eğme gibi duyguları aktaran sanatlar öne çıkarılır, teşvik edilirken; puta taparlık (altın boğa) duyguları aktaran sanatlar kınanmış, hor görülmüş, diğer bütün sanatlar –öyküler, şarkılar, danslar, ev süslemeleri, ev gereçleri, giyim kuşam vb. – dinsel bilince ters düşmediklerinden hiçbir şekilde kınanmamış, küçük görülmemişlerdir. Sonuç olarak sanat, içeriği yönünden her zaman ve her yerde değerlendirmeye tabi tutulmuştur, bunun tam da böyle olması gerekir, çünkü sanata karşı böylesi bir yaklaşım insan doğasının özellikleri gereğidir ve bu özellikler hiç değişmez.
Biliyorum, günümüzde yaygın bir anlayış var; buna göre din, insanlığın nice zaman önce yaşadığı ve artık geride bıraktığı bir kör inançtır, o nedenle de günümüzde sanatta bir değerlendirme yapabilmeyi olanaklı kılacak, herkes için ortak bir din bilinci yoktur. Bu, günümüzün sözde eğitimli çevrelerine özgü yaygın bir inanıştır. Hıristiyanlığı gerçek anlamıyla benimsemeyen ve kendilerine, onlardan yaşamlarının ne denli anlamsız ve yüz kızartıcı olduğunu gizleyen birtakım felsefi ve estetik kuramlar türeten insanlardan başka bir şey beklenemezdi de. Bu insanlar bazen bilerek, bazen de bilmeyerek putlaştırılmış din kavramıyla din bilinci kavramını birbirine karıştırarak, putu, putlaştırmayı yadsımakla, din bilincini yadsıyabileceklerini sanıyorlar. Ne var ki, dine yönelik bu saldırılar ve günümüzün din bilincine aykırı bir dünya görüşü oluşturma girişimleri, böylesi bir din bilincinin varlığını her şeyden daha çok kanıtlamaktadır, üstelik de bir din bilincinin varlığını kabul etmeyen insanların yaşam biçimlerini sergileyerek ve şiddetle kınayarak.
Eğer insanlık ileri doğru hareket ediyorsa, bu hareketin doğrultusunu gösterecek bir kılavuzunun bulunması gerekir. Bu kılavuz dindir ve bu her zaman böyle olmuştur. Bütün tarih, insanlığın ilerleyişinin dinin kılavuzluğu altında gerçekleştiğini göstermektedir. İnsanlık, dinin kılavuzluğu olmadan ilerleyemiyorsa ve bu ilerleme bütün tarih boyunca olduğu gibi bugün de sürmekteyse, içinde bulunduğumuz zamanın da bir dini olması gerektiği açıktır. Dolayısıyla, günümüzün eğitimli insanları hoşlansınlar ya da hoşlanmasınlar, Katoliklik, Protestanlık vb. kültleştirilmiş bir dini değil ama, insanlığın günümüzdeki ilerleyişinin olmazsa olmaz kılavuzu olarak din bilincini kabul etmek zorundadırlar. Aramızda eğer bir din bilinci varsa, sanatımız da bu bilince dayalı olarak değerlendirilmelidir. Ve günümüzün din bilincinden kaynaklanan duyguları aktaran sanat, her zaman, her yerde bu bilince kayıtsız sanatlar arasından seçilip ayıklanmalı, benimsenmeli, en yüksek düzeyde değer görmeli, teşvik edilmeli; din bilincine aykırı, bu bilince kayıtsız bütün sanatlar ise ayrıcalık ya da teşvik görmek şurada dursun, kınanmalı, hor görülmelidir.
Çağımızın din bilinci en geniş uygulamasıyla, maddi ve manevi, bireysel ve genel, geçici ve sürekli gönenç ve esenliğimizin bütün insanların kardeşçe yaşamalarında ve kendi aramızdaki sevgi birlikteliğinde olduğu bilincidir. Bu bilinç, yalnızca İsa ve geçmiş zamanların en iyi insanları tarafından dile getirilmekle, zamanımızın en iyi insanlarınca da en değişik biçimleri ve en değişik yanlarıyla yinelenmekle kalmamış, aynı zamanda insanlığın birleşip kaynaşmasına engel olan maddi ve manevi sınırların yok edilmesini sağlama ve bir dünya kardeşliği içinde birleşebilecek olan –ve birleşmesi gereken– insanlık adına bu işin en genel ilkelerini belirleme gibi en çetrefil, en zorlu çabalarında da insanlığın kılavuzu olmuştur. Biz, hayatımızın bütün olgularını –ve bu kapsamda sanatımızı da– bu bilinci esas alarak değerlendirmeliyiz; bu dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran sanatı bütün öbür sanatlar arasından ayırarak ona en yüksek derecede değer vermeli, onu teşvik etmeliyiz; bu bilince karşıt olan bütün öbür sanatları ise önemsiz, değersiz görmeli ve yadsımalıyız.
Rönesans adı verilen dönemin yüksek sınıflarının –bizim de şu anda sürdürmekte olduğumuz– en büyük yanlışı, dinsel sanata değer vermekten, onu önemli görmekten vazgeçmeleri değil (o dönemin insanları dinsel sanata önem veremezlerdi, çünkü onlar, tıpkı günümüzün yüksek sınıf insanları gibi, çoğunluğun din diye kabul ettikleri şeye inanamazlardı), yalnızca insanların haz duymaları amacını güden, değersiz bir sanatı dinsel sanatın yerine koymaları, hiçbir zaman onların verdikleri önemi, değeri hak etmeyen böyle bir sanatı öne çıkarmaları, teşvik etmeleriydi.
Kilise büyüklerinden biri vaktiyle, insanların en büyük felaketinin Tanrı’yı tanımamak değil, onun yerine Tanrı olmayan başka bir şey koymak olduğunu söylemişti. Sanat için de geçerli bu durum. Günümüzün üst sınıf insanlarının en büyük talihsizliği, bunların bir dinsel sanatlarının olmayışı değil, bütün sanatlar içinden en önemli, en değerli sanat olarak ayrılmış ve öne çıkarılmış olan dinsel sanat yerine, bir avuç insana haz verme amacı güden, bu ayrıcalıkçı tavrı nedeniyle de yaşadığımız çağın dinsel bilincini oluşturan Hıristiyanlığın evrensel birlik ilkesine karşıt, çoğu kez zararlı, beş para etmez bir sanatı koymuş olmalarıdır. Dinsel sanatın yerine boş ve sefih bir sanat konularak, hayatı güzelleştirmek için onun içinde var olması gereken gerçek dinsel sanat insanlardan gizlenmiş olmaktadır.
Çağımızın dinsel bilincinin gerektirdiklerini karşılayabilecek olan sanatın önceki sanatlara hiç benzemediği doğrudur, ancak bu benzemezliğe karşın, gerçekleri bilerek ya da isteyerek kendinden gizlemeyen insanlar için zamanımızın dinsel sanatını oluşturan şey alabildiğine açık ve belirgindir. Yüce dinsel bilincin ancak bir kısım insanı bir araya getirebildiği antik çağda –büyücek bir topluluk oluştursalar da öbür toplumlardan, yani Yahudiler, Atinalılar ya da Romalı yurttaşlardan ayrı bir topluluktu bunlar– dönemin sanatıyla aktarılan duygular, bu toplumların güç, büyüklük, ün, esenlik, gönenç arzularından kaynaklanıyordu ve bu sanatın kahramanları da, söz konusu esenlik ve gönence güçleri, sinsilikleri, kurnazlıkları ve acımasızlıklarıyla katkıda bulunan kişiler oluyordu (Odysseus, Yakup, Davud, Samson, Herkül ve bütün öteki destan kahramanları). Günümüzün din bilinci ise bütün öbür halklardan, toplumlardan “ayrı” bir topluluğu öne çıkarmaz; tam tersine, herkesin, hiç ayrımsız bütün insanların birleşmesi isteğini yükseltir o ve herkese, bütün insanlığa duyulan sevgiyi erdemlerin erdemi kabul eder; o nedenle de günümüzün sanatıyla aktarılan duygular, geçmiş sanatların aktardığı duygulara benzeyemez; bu da bir yana, onların tam tersi duygular olmalıdır bunlar.
Hıristiyan, ama gerçek Hıristiyan sanatı uzunca bir süre yerleşik bir sanat olamadı, hâlâ da olabilmiş değil, çünkü Hıristiyan din bilinci insanlığı düzenli bir şekilde ilerleten küçük adımlardan biri değil, insanların hayat anlayışlarını ve hayatlarının iç düzenini henüz bütünüyle değiştiremediyse bile, kaçınılmaz olarak değiştirecek olan muazzam bir dönüşümdü. İnsanlığın hayatının bir bireyin hayatı gibi düzgün ve düzenli biçimde ilerlediği doğrudur; ancak bu düzenli ilerleyişte, bir önceki hayatı onu izleyen hayattan kesin biçimde ayıran, dönüm noktası diyebileceğimiz yerler vardır. İnsanlık için Hıristiyanlık böyle bir dönüm noktasıdır, hiç değilse Hıristiyan bilinciyle yaşayan bizlere bu böyle görünmelidir. İnsanoğlunun bütün duygularına bambaşka, yepyeni bir yön veren Hıristiyan bilinci, böylece sanatın hem içeriğini, hem de anlam ve önemini bütünüyle değiştirmiştir. Yahudiler nasıl Mısır sanatından yararlandılarsa, Grekler Pers, Romalılar da Grek sanatından yararlanmışlardır; çünkü bunların tümünde temel idealler bir ve aynıydı. Persler için olsun, Grekler ya da Romalılar için olsun, ideal, bu halkların büyüklüğü, gönenç içinde olmalarıydı. Aynı sanat, başka koşullara taşındı ve taşındığı yeni koşullara (ve yeni halka) uygun düştü, onların da işlerine yaradı. Ne var ki, Hıristiyan ideali her şeyi öyle değiştirdi, öyle tepetaklak etti ki, İncil’de de söylendiği gibi, “İnsanlar için yüce olan şey, Tanrı katında bayağılık oldu.” Firavunun ya da Roma imparatorunun büyüklüğü veya Grek kadının güzelliği, Fenike’nin zenginliği değildi artık ideal. İdeal artık alçakgönüllülük, tevekkül, temizlik, acıma ve sevgiydi. Kahramanlara gelince, varsıllar değil, yoksul Lazarus’tu artık kahraman; güzelliği dönemindeki Maria Magdalena değil, pişman olup nedamet getirdiği dönemdeki Magdalena’ydı; varlık sahipleri değil, varlığını dağıtanlar; saraylarda değil, yeraltı galerilerinde ve toprak damlarda yaşayanlar; başkalarına hükmedenler değil, üzerlerinde Tanrı’dan başka hâkim kabul etmeyenlerdi. En yüce sanat yapıtları ise, kazanılan zafer adına yapılmış, fatihlerin yontularıyla süslü tapınaklar değil, işkencecilerine acıyacak ve onları sevecek kadar sevgiyi hayata geçiren ruhların tasviriydi.
O nedenle de Hıristiyan dünyasının insanlarının, yaşamları boyunca içinde oldukları putperest sanatın ataletinden kendilerini kurtarmaları pek kolay değildi. Dinsel (Hıristiyan) sanatın içeriği onlar için öylesine yeni, önceki sanatın içeriğiyle öylesine benzeşmez durumdaydı ki, Hıristiyan sanatını sanatın reddiymiş gibi gören bu insanlar umutsuzluk içinde eski sanata sarıldılar. Oysa günümüzün dinsel bilincinde hiçbir kaynağı kalmamış olan eski sanat bütün önem ve anlamını yitirmişti ve biz ister istemez bu sanatı reddetmek zorundaydık.
Hıristiyan bilincinin özü, İncil’de de yer verildiği gibi (Yohanna, XVII, 21), her insanın Tanrı’nın oğlu olduğunu kabul etmesine ve buradan hareketle de her insanın Tanrı’yla ve öbür insanlarla birliği ilkesine dayanır. O bakımdan da Hıristiyan sanatının içeriği, insanların Tanrı’yla ve birbirleriyle birlik içinde oluşlarını sağlayan duygudur.
“İnsanların Tanrı’yla ve birbirleriyle birlik içinde olmaları” sözü, sık sık kötüye kullanılmasına alışmış oldukları için insanlara pek açık bir ifade gibi gelmeyebilir. Oysa alabildiğine açık, anlaşılır bir sözdür bu. İnsanların Hıristiyan bilinci içinde birlikte olmaları fikri, belli bir grup insanın kısmi ve istisnai birliği yerine, ayrı gayrı gütmeden bütün insanların birliğini öngörür.
Sanat, doğası gereği insanları birleştirme özelliğine sahiptir. Her sanat, sanatçının aktardığı duyguyu alan insanların ruhlarını birbirine bağlar: İlkin, sanatçıyla onun aktardığı duyguyu alanın ruhları arasındaki bir birleşme söz konusudur burada, ikinci olarak da sanatçının aktardığı duyguyu alan bütün insanların kendi aralarındaki ruh birleşmeleri söz konusudur. Belli bir grup insanı kendi aralarında birleştiren Hıristiyanlık dışı sanat ise, gerçekleştirdiği bu birleştirme işlemiyle bu insanları öteki insanlardan ayırmış olur. Böylece de bu ayrıcalıklı, kısmi birleşme, insanların yalnızca birbirlerinden ayrılmalarına değil, çoğu kez birbirlerine düşman olmalarına da neden olur. Ulusal marşları, destanları ve anıtlarıyla yurtsever sanat böyledir; ikonaları, heykelleri, tören yürüyüşleri, ayin biçimleri, tapınaklarıyla kilise sanatı –mezhepler sanatı– da böyledir; askeri sanat böyledir; yalnızca varsılların, hiçbir iş yapmayıp başkalarını ezenlerin algılayabildiği şu zarif sanat –aslında sefahat sanatı– da böyledir. Geçmişte kalmış, Hıristiyanlık dışı bir sanattır bu ve belli bir grup insanı birleştirirken güttüğü tek amaç, onları öbür insanlardan bütünüyle ayırmak, hatta onlara düşman etmektir. Hıristiyan sanatı, hiç ayrımsız bütün insanları birleştiren sanattır; ya da insanların Tanrı’yla ve yakınlarıyla olan ilişkilerinde aynılık (farklı olmama) duygusu uyandıran sanattır; ya da insanlarda son derece yalın olmakla birlikte, Hıristiyanlığa ve hiç ayrımsız bütün insanlara aykırı düşmeyen ortak duygular uyandıran sanattır.
Günümüzün iyi Hıristiyan sanatı, biçimsel eksiklerinden ya da insanların ona yeterli dikkat ve özeni göstermemelerinden dolayı kimilerine anlaşılmaz gelebilir; ama bu sanat, bütün insanların onun tarafından aktarılan duyguları yaşayabilecekleri bir sanat olmak zorundadır. Bu sanat, bir bölük insanın, bir toplumsal katmanın, bir ulusun, bir mezhebin, kısacası yalnızca belli tür bir eğitimden geçmiş olanların ya da yalnızca soylu olanın, tüccar sınıfından olanın ya da Rus, Japon, Katolik, Budist vb. olanın algılayabileceği duyguları aktaran değil, bütün insanların alabileceği, algılayabileceği duyguları aktaran bir sanat olmalıdır. Günümüzde yalnızca böyle bir sanat iyi sanat olarak benimsenebilir, bütün öbür sanatlardan ayrılıp öne çıkabilir ve teşvik görebilir.
Hıristiyan sanatı –başka bir deyişle günümüzün sanatı– sözcüğün doğrudan anlamıyla, Katolik olmak zorundadır; yani bu sanat evrensel olmalı ve bütün insanları birleştirmelidir. Yalnızca iki tür duygu insanları birleştirebilir: Bunlardan ilki, Tanrı’nın evladı olma ve kardeşlik bilincinden kaynaklanan duygudur; ikincisi ise, neşe, sevecenlik, cesaret, canlılık, huzur vb. hiç ayrımsız herkesin anlayabileceği, gündelik hayata ilişkin, yalın duygulardır. Yalnızca bu iki tür duygu iyi içerikli bir sanata konu oluşturabilir.
Birbirine pek benzemiyor gibi görünen bu iki tür duygudan hareketle üretilen sanatın işleyişi bir ve aynıdır. Hepimizin Tanrı’nın evlatları ve hepimizin kardeş olduğumuz bilincinden kaynaklanan duygular, başka bir deyişle: Gerçeğin sarsılmazlığı, tanrısal iradeye boyun eğme, özveri, insana saygı duyma ve onu sevme gibi Hıristiyan din bilincinden kaynaklanan duygular ile bir şarkıdan ya da eğlenceli ve herkesçe anlaşılabilecek bir şakadan ya da dokunaklı bir öyküden veya bir resimden, oyuncak bebekten duyulan neşe, sevecenlik dolu sıradan ve basit duygular... bu duyguların her ikisinin de yarattığı etki aynıdır: İnsanları sevgiyle birleştirmek. Bir arada olan insanlar kimi kez birbirlerine düşman olmasalar bile, ruh halleri ya da duygu durumları açısından birbirlerine karşı kayıtsız, yabancı olabilirler... derken, birden ya bir öykü, ya bir gösteri ya da resim, hatta bir bina, ama en çok ve ille de müzik, bir elektrik kıvılcımı gibi çakarak bu insanları birleştirir ve daha önce birbirlerine karşı kayıtsızlık, yabancılık, hatta düşmanlık duyan insanlar, tam bir birliktelik duygusuyla birbirlerine sevgi duymaya başlarlar. Kendisinin duyumsadığı bir şeyi bir başkasının da duyumsadığını bilmek herkesi sevindirir; yalnızca kendisiyle orada hazır bulunanlar arasında da değil, aynı izlenim, etkilenim, duygusal paylaşım içinde bulunan bütün insanlar arasındaki duygu ortaklığından duyulan bir sevinçtir bu, hatta bunun da ötesine geçerek, aynı duyguları yaşamış ama dünyamızdan göçüp gitmiş öbür dünya sakinleriyle ve dünyamızı şenlendirecek ve bizimle aynı duyguları paylaşacak gelecek kuşaklarla paylaşılan duygu ortaklığından duyulan gizemli bir sevinçtir. İşte böylesi bir etkiyi yaratabilecek iki sanat vardır: Bunlardan ilki Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz sevgiyi aktarmakta aracı olan ilahi sanat, öbürü bütün insanların ortaklaşa paylaştıkları en yalın duyguları aktaran gündelik (basit, sıradan) sanattır.
Günümüzün sanatıyla geçmişin sanatı arasındaki başlıca fark, insanların birliğini gerektiren dinsel bilince dayalı olması nedeniyle günümüzün Hıristiyan sanatının, insanları birleştirme yerine onları birbirinden ayıran, teklik, ayrıksılık duygusu veren her şeyi (sanatın içeriğini, konusunu oluşturan her şeyi) iyiden saymayıp, bunları içerik olarak kötü sanat içine sokarken; son derece önemsiz, basit, yalın duyguları aktaran, ama hiç ayrımsız bütün insanlarca anlaşıldığı için insanları birleştiren ve daha önce ayrımına varılmayan, saygın bulunmayan evrensel sanatı iyi sanat sınıfına sokmasıdır.
Günümüzde iyi sanat olarak benimsenecek sanat elbette böylesi bir sanat olacaktır, çünkü günümüzün Hıristiyan bilincinin insanlığın önüne koyduğu hedefe yalnızca bu sanatın ulaştığı görülmektedir.
Hıristiyan sanatı insanlarda –Tanrı’ya duydukları sevgi yoluyla– ya onların daha çok birleşmelerini sağlayan, onları böyle bir birleşmeye hazır ve yetenekli hale getiren bir duygu uyandırır ya da gündelik yaşamın sevinç ve tasalarında zaten birleşmiş olduklarını gösteren bir duygu uyandırır. Bu nedenle de günümüzün Hıristiyan sanatı iki türe ayrılır:
1. İnsanın dünyadaki konumu ve Tanrı’yla ilişkisiyle bağıntılı dinsel bilinçten kaynaklanan duyguları aktaran sanat, yani dinsel sanat, 2. Gündelik yaşama ilişkin, dünyadaki bütün insanların anlayabileceği, algılayabileceği en sıradan, en yalın duyguları aktaran sanat, yani evrensel sanat. Günümüzde yalnızca bu iki sanat iyi sanat olarak kabul edilebilir.
Bu iki tür sanattan hem Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz olumlu duyguları, hem de sevginin ayaklar altına alınması karşısında duyulan öfke ve dehşetten kaynaklanan olumsuz duyguları aktaran dinsel sanat, kendini daha çok söz sanatlarında, kısmen de resim ve yontu sanatında gösterir. İkinci türü oluşturan ve herkesin anlayabileceği duyguları aktaran evrensel sanat ise, hem söz sanatlarında, hem de resim, yontu, dans, mimarlık gibi sanatlarda kendini gösterir; ama en fazla müzik sanatında rastlarız bu türe.
Bu iki tür sanatın her birine günümüzün sanatından örnekler vermem istenecek olursa, Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz sevgiden kaynaklanan dinsel sanatın söz sanatlarında ifadesini bulan en yüce örneği olarak Schiller’in Haydutlar’ını, daha yeni yapıtlardan V. Hugo’nun Les pauvres gens ve Misérables ile Dickens’ın öykü, uzun öykü ve romanlarından Tale of Two Cities, Chimes vb.ni; sonra Tom Amcanın Kulübesi’ni, Dostoyevski’nin özellikle Ölü Bir Evden Anılar’ını ve George Eliot’un Adam Bede’ini sayabilirim.
Yaşadığımız çağın resim sanatında bu türden, yani Tanrı’ya ve insanlara duyduğumuz Hıristiyan sevgi duygusunu doğrudan aktaran yapıtlar –özellikle de ünlü ressamların imzasını taşıyanlar– ne yazık ki hemen hiç yoktur. İncil’de yer alan tarihsel olayları, üstelik de büyük ayrıntı zenginliğiyle işleyen pek çok tablo vardır, ancak bunlar, üzerinde hep durduğumuz dinsel duyguyu aktarmaz, aktaramazlar, çünkü her şeyden önce ressamın kendisi o duygudan yoksundur. Değişik insanların kişisel duygularını aktaran pek çok tablo vardır. Ancak yüce özverileri, Hıristiyan sevgisini işleyen pek az resim vardır, bunların da çoğu fazla tanınmamış ressamların, henüz tamamlanmamış, çizim aşamasında kalmış yapıtlarıdır. Örneğin Kramski’nin çoğu tablo olmaya değer çizimlerinden biri böyledir: Savaştan dönen bir askeri birliğin görkemli geçit töreni betimlenmiştir resimde; askerlerin tören adımlarıyla önünde yürüdükleri evin balkonlu konuk odasını görürüz; kucağında bebek bulunan bir sütnine ve bir erkek çocuk balkondan askerlerin geçişini hayranlıkla izlemektedirler; yüzünü bir mendille kapamış anne ise konuk odasında, divanın kolluğuna yığılmış, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Langley’in sözünü ettiğim resmi de böyledir; Fransız ressam Morlon’un, bir cankurtaran sandalının şiddetli bir fırtınada batmakta olan bir vapura yardım telaşını betimleyen resmi de böyledir. Çalışkan emekçilere sevecenlikle, saygıyla yaklaşan bu türden başka resimler de vardır. Millet’in resimleri –özellikle de Dinlenen Çapa İşçisi– Jules Breton, Lhermitte, Defregger vb.nin resimleri de bu kapsam içine sokulabilir. Tanrı ve insan sevgisinin ayaklar altına alınmasına duyulan öfke ve dehşeti betimleyen tablolara örnek olarak Gay’in Yargı Günü, Liezen Mayer’in Ölüm Fermanının İmzalanması’nı gösterebilirim. Ancak bu tür içine sokulabilecek resimlerin sayısı pek azdır, çünkü çoğu kez teknik ve estetik kaygılar duyguyu ikinci planda bırakmaktadır. Örneğin Gerom, Pollice Verso’sunda[107] izleyicilerin olup bitenler karşısında duydukları dehşetten çok, izlenen sahnenin güzelliğini yansıtmanın peşine düşmüştür. Yüksek sınıf ve tabakaların yeni sanatından bu ikinci tür içine girebilecek, gündelik yaşamı işleyen iyi evrensel sanat örneği vermek –özellikle de söz sanatları ve müzikte– çok daha zordur. Don Quijote gibi, Molière’in güldürüleri gibi, Dickens’ın Copperfield’ı ya da Pickwick’i gibi, Gogol’ün, Puşkin’in öyküleri ya da Maupassant’ın kimi yapıtları gibi, içerik yönünden bu tür içine sokulabilecek yapıtlar varsa da, aktardıkları duygunun ayrıksılığı, zaman ve yere ilişkin özel birtakım ayrıntılara boğulmuş olmaları ve en önemlisi, Güzel Yusuf’un Kıssası gibi evrensel eski sanat yapıtlarıyla karşılaştırıldıklarında sırıtıveren içerik sığlıkları nedeniyle bunların çoğu yalnızca o yapıtın yaratıldığı halk, hatta yalnızca o yapıtı yaratan yazarın mensubu olduğu özel çevre tarafından anlaşılabilecek yapıtlardır. Yusuf’u babalarından kıskanan kardeşlerinin onu tüccarlara satması; Pentefriev’in karısının delikanlıyı ayartmaya çalışması; yüksek makam ve mevkilere ulaşan Yusuf’un, en sevdiği kardeşi Bünyamin de içinde olmak üzere bütün kardeşlerini bağışlaması... bütün bu duygular bir Rus köylüsü, Çinli, Afrikalı, genç, yaşlı, çocuk, eğitimli, eğitimsiz... herkesin anlayabileceği duygulardır; üstelik öykü öylesine tutumlulukla, öylesine ayrıntılardan arındırılarak yazılmıştır ki, öyküyü istediğiniz ülkeye, ortama aktarın, herkes tarafından anlaşılacak, herkesi etkileyecektir. Oysa ne Don Quijote’nin, ne –en evrensel ve bu nedenle de yeni sanatın en harika sanatçısı olmasına karşın– Molière’in kahramanlarının, ne de Pickwick’in ve arkadaşlarının aktardıkları duygular böyledir. Bunların duyguları bütün insanlarca paylaşılan ortak duygular değil, çok özel, ayrıksı duygulardır, o nedenle de okurlara geçmesini, aktarılmasını sağlamak için yazarlar bu duyguları yer ve zamanla ilgili bolca ayrıntıya bulayarak sunmuşlardır. Ne var ki, ayrıntı bolluğu bu öyküleri büsbütün ayrıksılaştırmakta, böylece de yazarın ortamına yabancı insanların öyküleri anlamaları iyice zorlaşmaktadır.
Yusuf’un öyküsünde, günümüzde yapılmakta olduğu gibi, Yusuf’un kanlı gömleği, Yakup’un evi ve giysileri, Pentefriev’in karısının takıp takıştırdıkları, üstündeki süslü giysileri, sol kolundaki bileziği düzeltir gibi yaparken “Gel bana” demesi gibi ayrıntıların verilmesine gerek duyulmamıştır; çünkü öyküdeki duygunun içeriği öyle güçlüdür ki, Yusuf’un ağlamak için bir başka odaya çekilmesi gibi en zorunlular dışında bütün ayrıntılar, duygunun aktarılmasına engel olacağı için gereksiz kalmaktadır. Bundan dolayı da bu öykü herkesçe anlaşılmakta, bütün halklardan, sınıflardan ve her yaştan insanı duygulandırmaktadır; gücünden bir şey yitirmeden günümüze dek ulaşmıştır ve herhalde daha binlerce yıl yaşamaya devam edecektir. Peki, çağımızın en iyi romanlarından ayrıntıları çıkardığınızda geriye ne kalır?
Günümüzün söz sanatlarında evrenselliğin gerekirliklerini tümüyle yerine getiren bir yapıt gösterebilmek olanaksızdır. Bu gerekirlikleri yerine getirdikleri varsayılanların da çoğu realizm adı verilen –bana sorarsanız buna sanatta taşralılık demek daha doğru olur– bir hastalıkla maluldürler.
Söz sanatları için söylediğimiz her şey, yine aynı nedenlerle müzik için de geçerlidir. İçerik yoksulluğu, duygu, ezgi yoksulluğu nedeniyle çağımız bestecileri şaşılacak ölçüde boş, bomboş yapıtlar veriyorlar. Yarattıkları içeriksiz ezgilerin etkili olabilmesi için yeni müzisyenlerin, yazdıkları en önemsiz ezgileri, en küçük müzik cümlelerini bile, bir tek kendi ulusal havalarıyla da değil, üyesi oldukları özel çevrenin ya da bağlı oldukları müzik okulunun karmaşık modülasyonlarıyla sarıp sarmalayarak sunduklarına tanık oluyoruz... Ezgiler –her ezgi– bağımsızdır ve herkes tarafından anlaşılabilir; ancak belli bir armoniye bağlandığında ya da üzerine belli bir armoni yüklendiğinde o ezgi artık sadece kulağı söz konusu armoniye alışmış insanlar için anlaşılır bir ezgidir, başka bütün insanlar için –farklı uluslardan olanlar şurada dursun, kendilerini belli armonik formlara alıştırmış insanlardan farklı toplumsal çevrelere mensup kişiler için de– tümüyle anlaşılmaz, yabancı bir şey olur çıkar. Şiir gibi müzik de düzmece bir çevrede döner durur. Beş para etmez, çok özel, ayrıksı birtakım ezgiler daha çekici, etkileyici olabilmeleri için çeşitli armoni, ritim ve orkestrasyon numaralarıyla karmaşıklaştırıldıkça karmaşıklaştırılır, böylece büsbütün özelleşen, büsbütün ayrıksılaşan ezgi evrensel olmak şurada dursun, ulusal bile olamaz, sonuçta da herkesin değil, özel bazı insanların anlayabildiği bir şey olur.
Kimi bestecilerin evrensel sanatın isterlerine yaklaşan marşlarıyla dans havaları dışında, yalnızca halk şarkıları –Rus halkından Çin halkına dek– bu isterleri tutturur; akademik müzikten ise gösterilebilecek pek az yapıt vardır: Bach’ın keman aryası, Chopin’in mi bemol majör noktürnü ile belki bir de Haydn, Mozart, Schubert, Beethoven ve Chopin’in kimi yapıtlarından seçilmiş on, on beş dolayında bölüm.[108] (Parçaların tümü değil, yalnız bazı bölümleri.)
Şiir ve müzik için söz konusu olan durum –düşünce yönünden zayıf yapıtları daha ilginç kılabilmek için, üzerinde inceden inceye çalışılmış birtakım zaman ve mekan ayrıntılarıyla bunların bezenmesi ve böylece bu yapıtların zaman ve yer yönünden ilginç kılınması, ancak bunun sonucu olarak da yapıtların evrenselliklerine zarar verilmesi– resim için de aynen geçerlidir; ancak yine de resimde öbür sanat dallarına göre evrensel Hıristiyan sanatının isterlerini yerine getiren, yani herkese ulaşabilen, herkesin anlayabileceği duyguları dile getiren daha çok yapıt gösterilebilir.
Resim ve yontu sanatlarında hayvan resimleri, manzara resimleri, herkesin kolayca anlayabileceği karikatürler ve her türden süslemeler vb. içerik olarak evrensel yapıtlardır. Resim ve yontuda bu türden yapıtlar pek çoktur (örneğin porselen bebekler), ancak bunlar, örneğin her türden süslemeler, ya sanat sayılmazlar ya da ikinci sınıf sanat olarak görülürler. Gerçekteyse, bu tür bütün yapıtlar –bize ne kadar entipüften gelse de, eğer sanatçının içten duygularını yansıtıyor ve bu duygu herkes tarafından anlaşılıyorsa– öz olarak gerçek ve iyi Hıristiyan yapıtlarıdır.
Süslemeleri iyi sanat yapıtı olarak kabul etmekle, korkarım, sanat yapıtında güzellik öğesini yadsıdığım, böylece de kendi kendimle çeliştiğim suçlaması yöneltilecektir. Ancak haklı bir suçlama olmayacaktır bu, çünkü her tür sanatsal süslemenin içeriğini güzellik değil, çizgi ve renklerin oluşturduğu bütünlük karşısında duyulan haz ve hayranlık duygusu oluşturur; sanatçının yaşadığı ve ondan izleyiciye geçen bir duygudur bu. Sanat nasıl idiyse öyle kalır ve bir insanın yaşadığı duygunun bir başkasına geçmesinden başka türlü gerçekleşmez. Göze hoş gelene hayran olmak, ondan haz duymak da bu duygular arasındadır. Göze hoş gelen nesneler, birkaç kişinin ya da birçok kişinin hoşuna gidebileceği gibi, herkesin hoşuna da gidebilir. Süslemelerin tümü çoğunlukla bu kategoriye girer. Çok ayrıksı bir yerin peyzajı, son derece özel bir genre[109]olarak herkesin hoşuna gitmeyebilir; ama yakut taşlı bir süslemeden Grek süslemelerine kadar bütün süslemeler herkes tarafından anlaşılabilir, herkeste aynı hayranlık duygusunu uyandırır, dolayısıyla da Hıristiyan toplumlarınca küçük görülen bu sanat dalı, resim ve yontu gibi iddialı sanat dallarından daha yüksek değer görmeyi hak etmektedir.
Yalnızca iki tür iyi Hıristiyan sanatı vardır. Bu iki tür içine girmeyen bütün öbür sanatlar, insanları birleştiren değil, birbirinden ayıran sanatlar olarak hiçbir şekilde teşvik edilmemeli, dışlanmalı, yadsınmalı, küçük görülmeli, kötü sanat olarak kabul edilmelidir. Söz sanatları içine giren ve kiliseyle ilgili duyguları aktaran, yurtseverlik duygularını aktaran, ayrıca varlıklı ve tembel sınıflara özgü, yalnızca bunlara özgü (örneğin aristokrat onuru, doygunluk, bıkkınlık, hüzün, kötümserlik, cinsellikten kaynaklanan incelikli ama sefih duygular gibi) çok özel ve ayrıksı duyguları aktaran ve halkın büyük çoğunluğunca hiç anlaşılmayan bütün oyunlar, romanlar, şiirler vb. dışlanması gereken kötü sanatı oluştururlar.
Resim sanatında ise bütün sahte dinci, sahte yurtsever resimler kötü sanat örneğidir; tıpkı varlıklıların o ayrıksı, eğlenceli, bomboş yaşamlarının güzelliklerini betimleyen resimler gibi... tıpkı sembolik denilen resimler gibi –sembolün anlamı yalnızca belli bir çevrenin malumudur– ve en önemlisi de, tıpkı bütün galerileri, sergi salonlarını dolduran ve kösnüllüğü, kadın çıplaklığını işleyen iğrenç resimler gibi. Çağımız müziğinin de –oda müziğinden operaya, Beethoven’den Schumann, Berlioz, Liszt ve Wagner’e dek– kötü sanat içine sokulması gerekir; çünkü bu müzik içerik olarak, kendilerini bu yapmacık, ayrıksı ve karmaşık müziğin uyandırdığı hastalıklı hassasiyete göre eğitmiş olan insanların –yalnızca bunların– algılayabilecekleri duyguları aktaran bir müziktir.
“Yok artık, Dokuzuncu Senfoni de mi kötü sanat yapıtı?” diye haykıran öfkeli sesler geliyor kulağıma.
“Hem de kesinlikle!” diye yanıtlıyorum onları. Burada yazdığım her şey, bir sanat yapıtının değerini, artamını belirleyecek açık, belirgin, mantıklı bir ölçüt bulmaya yöneliktir. Ve insanın sıradan, basit duyularıyla, sağduyusuyla örtüşen bu ölçüt bize Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’sinin kesinlikle iyi bir sanat yapıtı olmadığını gösteriyor. Belirli sanat yapıtlarına ve onların yaratıcılarına hayranlık duymak üzere bir eğitimden geçmiş, bu hayranlık eğitimiyle zevkleri iğdiş olmuş kişiler böylesine ünlü bir yapıtı kötü olarak değerlendirmemi hiç kuşkusuz şaşkınlıkla karşılayacaklardır. Ne var ki aklın, sağduyunun işareti böyle ve bu konuda elden gelen hiçbir şey yoktur.
Evet, Beethoven’in Dokuzuncu Senfoni’si büyük bir yapıt olarak görülüyor. Bu yargıyı denetlemek için kendime öncelikle şunu soruyorum: Bu yapıt yüce bir din duygusu aktarıyor mu? Yapıtın böyle bir duygu aktarmakla hiç ilgisi olmadığı için soruya yanıtım olumsuzdur. Bu kez şunu soruyorum: Bu yapıt, yüce dinsel yapıtlar arasına giremese de, acaba çağımızın iyi sanat yapıtlarının sahip oldukları, örneğin bütün insanları aynı ortak duygu etrafında birleştirmek gibi özelliklere sahip mi ve evrensel Hıristiyan sanatının bir örneği olarak görülebilir mi? Bu soruya da yanıtım ister istemez olumsuz olmak zorunda, çünkü bu yapıtla aktarılan duyguların, bu karmaşık hipnotizmaya boyun eğmek için özel olarak eğitilmiş insanlardan başkasını birleştirdiğine tanık olmadığım gibi, anlaşılmazlık denizinde boğulup gitmiş kısacık bir iki bölümü dışında, bu uzun, karmaşık ve yapmacık yapıtı anlayabilecek bir insan topluluğunu da gözümün önüne getiremiyorum. O nedenle de elimde olmadan, bu yapıtın kötü sanata girdiğini kabul etmek zorundayım. Bu yapıtın ilginç bir yanı da senfoninin sonuna Schiller’in bir şiirinin eklenmiş olması; şiirde fazla açık ve belirgin olmamakla birlikte (Schiller yalnız sevinç, mutluluk duygusundan söz ediyor) insanları sevgiye çağıran, birleştiren bir duygu aktarılıyor. Bu şiir senfoninin en sonunda okunur, ancak şiirdeki düşünceye denk düşen bir müzik yoktur ortada, çünkü son derece özel, ayrıksı bir müziktir Dokuzuncu Senfoni ve bütün insanları birleştirmek yerine, bir kısım insanı ötekilerden ayırarak birleştirir.
Sanatın her dalından pek çok yapıt için (toplumumuzun yüksek sınıf ve tabakalarından insanların “büyük sanat” olarak benimsedikleri yapıtlardır bunların tümü) aynı değerlendirmede bulunma zorunluluğu vardır. Ünlü İlahi Komedya, Kudüs’ün Kurtuluşu, Shakespeare ve Goethe’nin yapıtlarının çoğu, Rafaello’nun Değişim’i de içinde olmak üzere resimde mucize olarak nitelenen bütün tabloların ve benzerlerinin bu sağlam, sarsılmaz ölçütle değerlendirilmeleri gerekir. Ortaya sanat yapıtı diye sürülen şey ne olursa olsun ve insanlarca ne denli övgülere boğulmuş olursa olsun, biz bu yapıtın değerini belirleyebilmek için onun gerçek bir sanat yapıtı mı, yoksa yalnızca bir taklit mi olduğunu sormak zorundayız. Taşıdığı duyguyu küçük bir topluluğa da olsa aktarmayı başarmış yapıtı, salt bu ölçütü yerine getirmesinden dolayı sanat yapıtı olarak kabul ettiğimizde, bu kez herkesçe anlaşılabilirlik bağlamında şu sorunun yanıtını araştırmamız gerekir: Bu yapıt çağımızın din bilincine aykırı, çok özel, ayrıksı, dolayısıyla da kötü bir yapıt mıdır, yoksa insanları birleştiren, Hıristiyan sanatı kategorisine sokulacak bir yapıt mıdır? Söz konusu yapıtın gerçek Hıristiyan sanatı kategorisine girdiğini kabul ettiğimizde, bu kez de bu temel üzerinde, yapıtın Tanrı ve insan sevgisinden kaynaklanan bir duygu mu aktardığını, yoksa bütün insanları birleştiren sıradan, saf duygulara mı yer verdiğini sorarak alacağımız yanıta göre onu ya dinsel sanat ya da gündelik yaşama ilişkin evrensel sanat kategorisine sokmamız gerekir.
Toplumumuzda sanat yapıtı diye ortaya sürülen yığınla yapıt arasından gerçekten önemli, gerekli, ruhun gıdası olacak yapıtları seçmemiz ve onları çevremizi kuşatan bütün o zararlı, sanatımsı, taklit yapıtlardan ayırabilmemiz ancak böylesi bir sınamadan sonra olanaklı olacaktır. Zararlı sanatın mahvedici etkilerinden kendimizi koruyabilmemiz de, iyi ve güzel sanatın hem insanın, hem de insanlığın manevi hayatı için zorunlu sonuçlarından, nimetlerinden yararlanabilmemiz de ancak böylelikle olanaklı olacaktır ki, iyi sanatın amacı da zaten bundan başka bir şey değildir.
XVII
İlerlemenin iki ayağından biridir sanat. İnsanoğlu, sözcükler aracılığıyla düşüncelerini, imgeler (sanat) aracılığıyla da duygularını iletir öteki insanlara; yalnızca şimdiyi değil, geçmişi ve geleceği de kapsayan bir iletişim söz konusudur burada. Bu ikili iletişim insanoğluna özgüdür; dolayısıyla da bunlardan birinin bile bozulması topluma zarar verir. İki farklı sonucu olur bunun: İlki, bozulan ayağın gerçekleştirmesi gereken işin toplumda yok olması; ikincisi de bozulan ayağın yarattığı zararlı etkiler. Bugün her iki sonucu da gözlemekteyiz bizim toplumumuzda. Sanat ayağının bozulması, toplumumuzun yüksek sınıf ve tabakalarını bu ayağın gerçekleştirmesi gereken etkinliklerden önemli ölçüde yoksun bırakmıştır. Toplumumuzda büyük ölçüde yaygınlık gösteren, insanları yalnızca eğlendirmeye ve yozlaştırmaya yönelik taklit sanat ile yüksek sanat olarak görülen değersiz, ayrıksı sanat, toplumumuzda çoğu kişinin gerçek sanat yapıtlarını anlama yetisine zarar vermiş, böylelikle de onları insanlığın bugüne dek yaşadığı –ve insandan insana ancak sanat yoluyla geçen– en yüce duyguları yaşama olanağından yoksun bırakmıştır.
İnsanoğlunun sanatta gerçekleştirdiği en güzel şeyler, sanattan etkilenme yetisini yitirmiş insanlara yabancılaşır ve bunların yerini ya sahte (taklit) sanat ya da onların gerçek sanat olarak benimsedikleri değersiz sanat alır. Günümüzde ve toplumumuzda insanlar, şiirde Baudelaire, Verlaine, Moréas, İbsen, Maetherlinck; resimde Monet, Puvis de Chavannes, BurneJones, Stuck, Böcklin; müzikte Wagner, Liszt, Richard Strauss vb. vb. sanatçıların yapıtlarına hayranlık duyuyorlar ve bu insanlar artık en yüce sanattan da, en sade, yalın sanattan da anlama yetisine sahip değiller.
Yüksek sınıf ve tabakalar arasında, sanattan etkilenme yetisinin yitirilmesinin bir sonucu olarak insanlar sanatın yumuşatıcı, geliştirici etkilerinden yoksun olarak yetişir, eğitim görür ve yaşarlar; böylece de ne daha güzele ve kusursuza doğru ilerleyebilirler, ne de iyi insan olabilirler; tam tersine, nesnel (dışsal) gelişmişlik koşullarında daha yabanıl, kaba ve acımasız olurlar.
İlerlemenin olmazsa olmaz ayağı olan sanatın toplumumuzda etkisini yitirmiş olmasının yarattığı sonuç budur. Sapınç içine düşmüş sanatın yarattığı sonuçlarsa, hem çok daha ağır, hem çok daha fazladır.
Bu sonuçlardan ilk göze çarpan, yalnızca yararsız değil, çoğu kez zararlı da olan bir şey için harcanan muazzam emektir; bu da bir yana, gereksiz ve kötü bir şey uğruna paha biçilmez, telafisi olanaksız insan yaşamları harcanmaktadır. İşlevleri sefih birtakım düşünceleri yaymak olan sanat taklidi birtakım kitapları dizebilmek için gece gündüz –bazen günde on dört, on altı saat– çalışan, bu nedenle de kendileri için, aileleri için en zorunlu işleri yapmaya zamanları kalmayan ya da –çoğunlukla yine aynı sefih düşünceleri yayma işlevi taşıyan– tiyatrolarda, konser salonlarında, sergilerde, galerilerde sayıları milyonları bulan insanın ne büyük gerilim, ne büyük yoksunluklar içinde çalıştığını düşünmek bile korkunç geliyor insana! Ama en korkuncu, iyi ve güzel olan her şeyi yapabilecek yetenekte, canlı, hayat dolu çocukların küçücük yaşlarından başlayarak ve günde sekiz, dokuz saat çalışarak, üstelik de on, on beş yıl boyunca yapmak zorunda oldukları işlerdir; bu çocukların kimi gam yapmak, kimi kol ve bacaklarını döndürmek, parmak uçlarında yürümek ya da bacağını başından yukarı kaldırmak, kimi solfej okumak, kimi zorlana zorlana şiir okumak, kimi büstlere ya da çıplak doğaya bakarak resim yapmak, kimi belli bir dönemin kurallarına göre kompozisyon yazmak zorundadır ve insan onuruna yakışmayan –çoğu kez yetişkin olduktan sonra da sürdürdükleri– bu işler uğruna çocuklar fiziksel ve zihinsel bütün güçlerini harcar, yaşamın anlamını yitirirler. Bacaklarını kaldırıp ayaklarını boyunlarının üstüne koyan küçük akrobatları izlemenin insanın yüreğini paramparça ettiği söylenir; iyi de, on yaşında konser veren bir çocuğu izlemek daha mı az yürek paralayıcıdır? Ya dokuz, on yaşlarında Latince dilbilgisindeki kuraldışılıkları ezberden sayan bir ortaokul öğrencisi? Bu çocuklar fiziksel ve zihinsel olarak bozulurlar, hatta ahlak olarak da bozulurlar ve sonuçta insanlar için gerçekten gerekli herhangi bir şeyi yapamaz hale gelirler. Toplumda varlıklıların eğlencesi olma rolünü üstlenen bu gençler, insanlık onurlarını da yitirirler ve kendilerinde övülme, alkışlanma tutkusu o denli gelişir ki, şöhretperestlik hastalığına yakalanırlar ve bütün ruhsal güçlerini bu tutkularını tatmine harcarlar. İşin en elem verici, kahredici yanı ise şudur: Sanat uğruna yaşamlarını mahveden bu insanlar, sanata herhangi bir katkıda bulunmadıkları gibi, tam tersine büyük zarar verirler. Akademilerde, liselerde, konservatuvarlarda taklit sanatın nasıl yapılacağını öğrenen bu insanlar giderek öyle yozlaşırlar ki, gerçek sanatı üretme yetilerini tümüyle yitirirler ve dünyamızı sayısız örneğiyle dolduran taklit, değimsiz ya da ahlaksız sanatın üstencileri haline gelirler. Sanatta bozulmanın, yozlaşmanın ilk sonuçlarından biri budur.
İkinci sonuca gelince... Muazzam bir profesyonel sanatçı ordusu tarafından hazırlanan ve adına sanat yapıtları denilen eğlencelikler, günümüzün varsıllarına yalnızca doğadışı değil, insanlık dışı da bir yaşam sürme olanağı sağlıyor. Tembel, avare varsılların –onların özellikle de kadınlarının– doğadan, hayvanlardan uzak, yapay ortamlarda, gelişmemiş, güdük kalmış ya da tam tersine jimnastikle aşırı geliştirilmiş kaslarla, iyice azalmış yaşam enerjisiyle vb. yaşamaları, sanat adı verilen eğlencelikler bu insanların dikkatlerini yaşamlarının ne denli anlamsız olduğundan uzaklaştırmasa, tümden olanaksız olurdu; varsılları sıkıntıdan patlamaktan sanat kurtarıyor. Bu insanların yaşamlarından tiyatroları, konserleri, sergileri, piyano çalmayı, romansları, romanları... kısacası onların çok incelikli, estetik, bu nedenle de yararlı uğraşlar olarak gördükleri bütün bu etkinlikleri çıkarıp alın; şu kendilerine sanat koruyucusu denilen, tablolar satın alan, müzisyenleri koruyan, yazar çizerlerle oturup kalkan insanların elinden sanat koruyuculuğu denilen, onları ayakta tutan o çok önemli işlevlerini koparıp alın, hiçbiri yaşamını sürdüremeyecek, nasıl bir anlamsız, ahlaksız yaşam sürmekte olduklarının bilincine vararak, hepsi can sıkıntısından telef olup gidecektir. Bu insanların ne denli anlamsız ve acımasız, hatta doğaya bile aykırı bir yaşam sürmekte olduklarını fark etmeden yaşayabilmelerini sağlayan tek şey, kendi aralarında sanat diye adlandırdıkları uğraşlardır. Sanatta bozulmanın, yozlaşmanın ilkinden daha az önemli sayılamayacak ikinci sonucu da budur işte: Varsılların sahte, iğreti yaşamlarını sürdürülebilir kılmak, ona destek olmak.
Sanatın bozulmasının üçüncü sonucu, çocuklarda ve sıradan halk kesimlerinde yarattığı kavram kargaşasıdır. İçinde yaşadığımız toplumun sahte kuramlarıyla bozulmamış insanlar, yani çalışan halk ve çocuklar arasında kimlere, niçin saygı duyulacağı, kimlerin, niçin övüleceğine ilişkin kesinleşmiş yargılar vardır. Sıradan halk kesimleriyle çocukların gözünde övgünün olsun, yerginin olsun temelini oluşturan şey maddi ve manevi güçtür; maddi güç (Herkül, destan kahramanları, fatihler) ve manevi güç (insanlar uğruna krallığını ve ailesini bırakan SakiaMuni, inandığı gerçekler uğruna çarmıha gerilmeyi göze alan İsa ve bütün öteki azizler, ermişler, çilekeşler), bunlar sıradan halk ve çocuklar için anlaşılır şeylerdir. Onlar maddi güce saygı göstermek gerektiğini iyi bilirler, çünkü maddi güç karşısındakini buna zorlar. Bozulmamış bir insan iyiliğin gücüne –manevi güce– saygı göstermezlik edemez, çünkü o zaten bütün ruhsal varlığıyla bu güce doğru yönelmiştir. Derken birdenbire bu insanlar, sıradan halk ve çocuklar, maddi ve manevi güçlerinden dolayı saygı duyulan, övülen, ödüllendirilen insanların yanı sıra, salt güzel şarkı söyledikleri, dans ettikleri, şiir düzdükleri için, üstelik de gücün ve iyiliğin kahramanlarından daha çok saygı gören, övülen, ödüllendirilen birilerinin daha bulunduğunu, ayrıca da bunların paraya para demediklerini görür ve apışır kalırlar.
Puşkin’in ölümünden elli yıl sonra hem şiirlerinin ucuz baskıları halk arasında dolaşmaya başlamıştı, hem de ozanın Moskova’da bir anıtını dikmişlerdi. Bu anıt dolayısıyla onlarca köylüden, Puşkin’in böylesine onurlandırılmasının nedenini soran mektuplar aldım. Yine o sıralarda okur yazarlığı da olan Saratovlu bir esnaf ziyaretime geldi; bu anıt dolayısıyla adamın kafası öyle karışmıştı ki, Bay Puşkin’in “heykel”inin dikilmesine katkıda bulunan din adamlarına teessüflerini bildirmek için Moskova’ya gidiyordu.
Gerçekten de bir an durup, bulunduğu uzak kente, kasabaya ulaşan gazetelerden ya da kulaktan kulağa yayılan söylentilerden, Rusya’nın en önemli insanlarının, din büyüklerinin, yöneticilerin toplanıp görkemli bir törenle adamcağızın o güne dek adını bile duymadığı, Rusya’nın velinimeti, övüncü, Puşkin adlı yüceler yücesi birinin anıtını açtıklarını öğrenen böyle bir vatandaşın durumunu düşünün. Gazetelerin ağız birliği etmişçesine yazdıklarından ya da kulağına çalınanlardan şöyle bir çıkarsamada bulunacaktır doğallıkla bu vatandaş: Böylesine onurlandırılan biri ya olağanüstü bir şeyler gerçekleştirmiştir, ya fiziksel olarak çok güçlüdür ya da çok iyi bir insandır. Ve hemen Puşkin’in kim olduğunu, neler yapıp eylediğini öğrenmeye girişecektir. Puşkin’in bir destan kahramanı ya da muzaffer bir komutan olmayıp yalnızca özel bir insan, bir ozan olduğunu öğrenince de, bu Puşkin kutsal bir insan, bir iyilik yayıcısı olmalı diyecek ve bir an önce onun yazdıklarını ve yaşamını öğrenmeye çalışacaktır. Şimdi, bu vatandaşın Puşkin’in bir düelloda –yani bir başkasını öldürmek için tutuştuğu ikili kavgada– ölmüş, tek yaptığı iş açık saçık aşk şiirleri yazmak olan, gayri ciddi, havai biri olduğunu öğrendiğinde ne hale düşeceğini bir gözünüzün önüne getirin.
Destan kahramanlarının, Büyük İskender’in, Cengiz Han’ın ya da Napolyon’un büyük insanlar olduğunu kolayca anlar bu vatandaş, çünkü bunların her birinin onu ve onun gibi daha binlerce insanı mahvedebileceklerini bilir; Buda’nın, Sokrates’in ve İsa’nın da büyük insanlar olduğunu anlar, çünkü kendisinin ve bütün öteki insanların onlar gibi olmaları gerektiğini bilir, duyumsar; ama kadınlara duyduğu aşk üzerine şiirler yazan birinin neden büyük insan sayıldığını anlayamaz.
Aynı durum, Baudelaire’in Fleurs du mal’ini okuyan –ya da kendisine şiirin içeriği açıklanan– ve bu arada tıpkı Meryem Ana heykeli diker gibi Baudelaire’in heykelinin dikildiğini öğrenen her Bröton ya da Norman köylüsü de hayretler içinde kalmış olsa gerektir. Hele hele Verlaine’in sürdüğü acınası sefih yaşamı öğrendiğinde ve onun şiir diye yazdıklarını okuduğunda köylüceğizin şaşkınlıktan dili tutulmuştur. Halktan birinin, Patti ya da Taglioni’ye bir sezon için 100.000 kağıt ödendiğini ya da tek bir resmi bu kadar eden ressamlar olduğunu, aşk sahneleriyle dolu romanlar yazanlarınsa bundan da çok kazandığını öğrendiğinde düşeceği durumun ne kadar içler acısı olacağı kolayca kestirilebilir.
Aynı durum çocuklar için de geçerli. Ben bu apışma, şaşıp kalma evresini nasıl atlattığımı ve sanatçıların tıpkı destan kahramanları ya da azizler, çilekeşler denli övülmeleriyle nasıl uzlaştığımı, bunu kendime nasıl kabul ettirdiğimi iyi anımsıyorum: Zihnimde manevi değerlerin önemini, anlamını düşürüp, sanat yapıtlarının doğal olmayan, sahte önem ve anlamlarını abartarak üstesinden gelmiştim bunun. Sanatçılara bol keseden onur payeleri, ödüller, unvanlar dağıtıldığını gören her çocuk, halktan her insan, benzer ruhsal süreçlerden geçer. Toplumumuzda sanata yanlış bakışın üçüncü sonucu da budur.
Toplumumuzun sanata bakışındaki çarpıklığın dördüncü sonucunu ise, güzellikiyilik çelişkisiyle her gün daha sık karşılaşan yüksek sınıftan insanların, güzellik idealini en yüce ideal yerine koymaları, böylelikle de kendilerini ahlaki zorunluluklardan bağışık görmeleri oluşturmaktadır. Bu insanlar rolleri çarpıtarak, hizmetinde oldukları sanatın ne denli geri olduğu gerçeğini kabul edecek yerde, maneviyatı, ahlakı, kendilerinin bulunduğunu varsaydıkları yüksek düzeye erişmiş insanlar için hiçbir önemi ve işlevi olmayan, geri, ilkel bir kurum olarak görmektedirler.
Sanata bakışımızdaki çarpıklığın bu sonucu toplumumuzda nicedir kendini göstermekteydi; ama son zamanlarda bu görüşün peygamberliğine soyunan Nietzsche ve onun izleyicileriyle, bunların hınk deyicisi dekadanlar ve İngiliz estetikçileri tarafından pek bir küstahça dile getirilmeye başlanmıştır bu görüş. Oscar Wilde benzeri dekadan ve estetler, yapıtlarında açıkça ahlakı yadsımakta, kendi sefih yaşam biçimlerine övgüler düzmektedirler.
Bu sanat, ortaya çıkmasına da kısmen katkıda bulunduğu bir felsefeyle önemli ölçüde örtüşür. Bu yakınlarda Amerika’dan bir kitap geçti elime: The Survival of the Fittest: Philosophy of Power. 1897 by Ragnar Redbeard, Chicago, 1896. Yayıncının da önsözde belirttiği gibi, kitapta özetle şunlar anlatılmaktadır: İyiyi, Yahudi peygamberlerin ve ağlayan (weeping) Mesih’in sahte felsefeleriyle değerlendirmeye kalkmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Hak, öğretilerden değil, iktidardan doğar. Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma diyen bütün yasaların, buyrukların, öğütlerin ve öğretilerin kendi başlarına hiçbir önemleri yoktur; onları önemli, güçlü kılan şey kırbaç, kılıç ve zindandır. Gerçekten özgür bir insan, dünyevi ya da ilahi hiçbir buyruğa uymak zorunda olmayan insandır. Boyun eğme, yozlaşma belirtisidir; boyun eğmeme ise, kahramanlık. İnsanlar, düşmanlarınca uydurulmuş söylenceleri umursamamalıdır. Bütün dünya kaygan bir savaş alanıdır. Yenilenin sömürülmesi, eziyet görmesi ve aşağılanması, ideal adaletin gereğidir. Özgür ve yürekli olan biri bütün dünyayı ele geçirebilir. O yüzden de, hayat, toprak, aşk, kadınlar, iktidar, altın uğruna hiç bitmeyen savaşlar olacaktır, olmak zorundadır. (Birkaç yıl önce ünlü ve zarif akademisyen Vogüé de benzeri şeyler söylemişti.) Yeryüzü bütün hazineleriyle “cesur insan için bir ganimet alanı”dır.
Sanatçının Nietzsche’den bağımsız olarak –ve kendi de farkında olmadan– yeni sanatçılarca yayılmaya çalışılan sonuçlara ulaştığı görülüyor.
Öğreti biçiminde sunulduğunda oldukça ürkütücü geliyor insana bu düşünceler. Gerçekteyse, güzelin hizmetindeki sanatın ulaşmak istediği ideali, hedefi dile getiren şeylerdir bunların tümü. Bizim yüksek sınıfların sanatı, insanlarda “üstün insan” idealini geliştirmeye çalışırken, gerçekte Stenka Razinlerin, Cengiz Hanların, Robert Macairelerin, Napolyonların ve onların hempalarının ideallerini yaymaya, yerleştirmeye çalışmaktadır.
İdeallerdeki bu yer değişimi, yani ahlak idealinin yerine güzellik, bir başka deyişle haz idealinin geçirilmesi, sanattaki yozlaşmanın toplumumuzda yol açtığı dördüncü korkunç sonuçtur. Bu yoz sanatın geniş halk yığınları arasında yaygınlık kazanması durumunda –ki usuldan yayılmaya başladı bile– insanlığın başına neler gelebileceğini düşünmek dahi korkunç.
Toplumumuzun Avrupai kesiminde –yüksek sınıflarda– gelişen sanatın beşinci ve en önemli sonucu ise, insanoğlu için düşünülebilecek en kötü, en zararlı duyguları (yurt sevgisine ilişkin kör inançlarla, şehvet duygularını) yayarak toplumu yozlaştırmasıdır.
Dikkatle baktığınızda halk yığınlarındaki cehaletin genel olarak düşündüğümüzün tersine, okul ya da kitaplık eksikliğinden değil, kiliseye ya da yurt sevgisine ilişkin kör inançlardan kaynaklandığını görürsünüz; bütün sanat kolları tarafından dur durak bilmeksizin üretilen kör inançlara gömülmüştür halk boğazına dek. Kiliseye ilişkin kör inançlar şunlardır: dualar, ilahiler, resimler, yontular, ikonalar, şarkılar, orglar, mimari ve tiyatro. (Evet, ayinler sırasında dramatik sanatlardan yararlanılarak resmen tiyatro yapıldığı da olur.) Yurtseverliğe ilişkin kör inançlar ise şunlardır: daha ilkokullarda öğretilmeye başlanan şiirler, öyküler, marşlar ile görkemli resmi geçitler, resmi kabuller, askerliği yücelten resimler ve anıtlar.
Bütün sanat dalları dur durak bilmeksizin halkı din ve yurt sevgisine ilişkin olarak sersemletmemiş, öfke ve kin duygularına gömmemiş olsaydı, yığınlar çoktan gerçek aydınlığa kavuşmuş olacaklardı. Üstelik sanatın yozlaştırıcı etkisi yalnız kiliseyle ve yurtseverlikle de sınırlı değildir.
Günümüzde sanatın insanları cinsellik gibi toplumsal yaşamın en önemli alanlarından birinde yozlaştıran başlıca etken olduğu görülmektedir. Cinsel tutkulardaki sınır tanımazlığın ne büyük ruhsal ve bedensel acılara mal olduğunu, bu uğurda ne inanılmaz çabaların heba olup gittiğini herkes kendisinden, ana babalar da çocuklarından bilir.
Çıkış nedeni cinsel tutkulardaki sınır tanımazlık olan Troya savaşından tutun da, her gün gazetelerde yer alan aşk intiharlarına ya da cinayetlerine kadar, dünya kuruldu kurulalı insanoğlunun içinde debelenip durduğu acılardaki en büyük pay hep bu cinsel kudurmuşluğundur.
Çok küçük bir istisnayla, gerçek ya da sahte bütün sanatlar, bütün çeşitlilikleriyle her türden cinsel aşkı tasvir, tahrik ve teşvik etmeye adamışlardır kendilerini. Edebiyatımızı baştan aşağı istila etmiş olan en incesinden, en kabasına dek aşk ve cinsel tutku tasvirleriyle dolu şu mahut romanları anımsadığınızda... Çıplak kadın bedenlerini işleyen resimleri, yontuları, ilan ve reklam panolarını kaplayan iğrençlikleri düşündüğünüzde... toplumsal yaşamımızın her alanını, her yanı kaplamış olan operaları, operetleri, aşk şarkılarını vb. düşündüğünüzde ister istemez, toplumumuzda bugün geçerli olan sanatın tek bir hedefinin bulunduğunu, o hedefin de ahlaksızlığı en geniş ölçüde yaymak olduğunu görürsünüz.
Toplumumuzu bugün kemirmekte olan sanatta bozulmanın yol açtığı sorunların belli başlıları, bunlar. Toplumumuzda sanat diye adlandırılan şeyin insanlarımızın ileri gitmesine en ufak bir katkıda bulunmak şurada dursun, tam tersine, toplumsal hayatımızın iyileşmesinin karşısındaki en büyük engel olduğu görülmektedir.
O bakımdan sanat etkinlikleriyle ilgisi olmayan, dolayısıyla ülkemizde bugün geçerli olan sanatla çıkar ilişkisi içinde bulunmayan herkesin kafasına ister istemez takılacak olan ve benim de bu kitabın en başında sorduğum, “Adına sanat denilen, toplumun bir avuç kesiminin ulaşabildiği etkinlik, uğruna heba edilen onca şeye, maddi ve manevi onca özveriye, hatta uğrunda yitirilen onca insan canına değer mi?” sorusunun yanıtı doğallıkla şu olacaktır: “Hayır, böyle bir şey doğru değildir, adil de değildir, böyle şey olamaz!” Sağduyunun ve çarpıtılmamış, sakatlanmamış ahlak duygusunun vereceği yanıt budur. Aramızda sanat diye adlandırdığımız şey uğruna özverilerde bulunmak, kurbanlar vermek şurada dursun, daha güzel bir yaşam sürmek isteyen herkes, var gücüyle bu sanatı yok etmek için çaba göstermelidir; çünkü o, insanlığın içini karartan, ona zarar veren kötülüklerin en acımasız olanıdır. Hıristiyan uygarlığımız için hangisi daha iyi olurdu: Sanat adı verilen şeyden, yanlışları ve barındırdığı bütün iyi yanlarıyla hepten yoksun kalmak mı, yoksa gelişmesi için ona destek olmayı sürdürmek ya da bugünkü haliyle varlığının sürmesine göz yummak mı? Böyle bir soruyla karşı karşıya kalmış olsaydık, her aklı başında ve ahlaklı insanın bu soruya da vereceği yanıt, Platon’un Devlet’inde sunulan ya da Hıristiyan ve Müslüman din bilginlerince getirilen yanıtın aynısı olurdu; yani: “Sanatın hiç olmaması, bugün sanat diye yürütülmekte olan ahlaksızlığın ve sanat öykünmeciliğinin sürüp gitmesinden çok daha iyidir!” Bereket versin ne kimse böyle bir sorunun muhatabıdır, ne de soruya öyle ya da böyle bir yanıt verme zorunluluğu söz konusudur. Konumumuz gereği hayatta karşılaştığımız ya da iç içe olduğumuz durumların önem ve anlamını kavramak gibi bir olanağa sahip bulunan biz eğitimliler de, insanların yapabildikleri her şeyi yapabilmeliyiz, yapmalıyız: İçinde bulunduğumuz yanılgıları, yanlışları görmeli, inat edip ayak diremeksizin onlardan kurtulmanın yollarını aramalıyız.
XVIII
Toplumumuzda sanatın içine düştüğü sahteliğin nedeni, Hıristiyan öğretisine, kilise gerçeğine inançlarını yitiren yüksek sınıfların, Hıristiyan öğretisini, insanların Tanrı’nın oğlu, birbirlerininse kardeşi oldukları şeklindeki en temel, gerçek ilkesiyle benimseyememeleri, inançsız bir şekilde yaşamaları ve bu inanç boşluğunu kiminin ikiyüzlülükle, kilise inancının saçmalıklarına inanıyormuş gibi gözükerek; kiminin inançsızlığını gözü kara bir şekilde haykırarak; kiminin pek inceltilmiş, rafine bir kuşkuculukla, kiminin ise eski Yunan’a dönerek (güzele tapınma, bencilliği din düzeyine yüceltme vb.) doldurmaya çalışmalarıdır.
Hastalığın nedeni, İsa öğretisinin gerçek anlamıyla (yani hiç eksiksiz, bütünüyle) benimsenmemiş olmasıdır. Dolayısıyla hastalıktan kurtulmanın yolu da tektir: Bu öğretiyi eksiksiz benimsemek. Günümüzde bu öğretiyi eksiksiz benimsemek yalnız mümkün değil, zorunludur da. İster Katolik olsun, ister Protestan, çağının bilgi düzeyine ulaşmış hiç kimse, günümüzde artık babaoğulkutsal ruh, İsaTanrı, günahların kefareti vb. kilise dogmalarına inandığını söyleyemez; tanrısız ya da skeptik olmayı ya da eski çağlardaki gibi güzele ve bencilliğe tapınmayı yeterli bulamaz; en önemlisi de günümüzde kimsenin artık İsa öğretisinin gerçek anlamını bilmediğimizi söyleyebilmesi mümkün değildir. Çünkü bu öğretinin anlamı çağımızda her insan için ulaşılabilir bir nitelik almakla kalmamış, günümüzün insanının bütün yaşamına egemen de olmuştur, öyle ki, bilinçli ya da bilinçsiz, bu öğretinin ruhu yönetmekte, yönlendirmektedir yaşamlarımızı.
Hıristiyan dünyasında insanın bu âlemdeki görevine, varlık nedenine ilişkin olarak birbirinden çok farklı biçimsel açıklamalar getirilmiştir. Kimi, şu ya da bu anlamda insanlığın ilerleyişini gerçekleştirmektir bu görev, demiştir; kimi, sosyalist devlet ya da komünal bir yapılanma içinde bütün insanların birleşmesini sağlamaktır, demiştir; bu görevi evrensel bir federal yapıyı gerçekleştirmek olarak görenler çıktığı gibi, fantastik İsa ile birleşmeyi ya da insanlığın tek bir evrensel kilise çatısı altında birleşmesini sağlamak olarak görenler de çıkmıştır. İnsanoğlunun varlık nedenine, dünyadaki görevine getirilen açıklamalar ne denli farklı olursa olsun, günümüzde herkesin üzerinde birleştiği bir şey varsa, o da şudur: İnsanoğlu, hayatın ona sunabileceği maddi nimetlere ve ulaşabileceği en yüksek refah düzeyine, ancak kendi arasında birleştiğinde erişebilecektir.
Bizim yüksek sınıflar –varlıklı, bilgili, kültürlü insanlar olarak– kendilerini işçilerden, yoksullardan, cahil insanlardan farklı görür, onlardan uzak durmayı görevleri bilirler ve ayrıcalıklarının sürüp gitmesini sağlayacak dünya görüşleri geliştirmeye çalışırlar kendilerine: Kimi antik çağ ideallerine doğru tarih içinde yol alırken, kimi gizemciliğe, kimi Ellenciliğe, kimi de üstüninsancılığa döner yüzünü. Oysa isteseler de, istemeseler de kabul etmek zorunda oldukları bir gerçek vardır, yaşamın her alanında durmaksızın kendini doğrulatan bir gerçek: İnsanoğlu gönenç ve esenliğe ancak bütün insanların kardeşliğiyle ulaşacaktır.
Bu gerçek, bir yandan telgraf, telefon, basınyayın araçlarının gelişmesi ve dünya nimetlerinin gitgide daha fazla insan için ulaşılabilir olması yoluyla kendiliğinden; bir yandan da çağımızın en güzel sanat yapıtları aracılığıyla bilginin, gerçeklerin yayılması, insanların kardeşliği idealinin dile getirilmesi ve insanları birbirinden ayıran kör inançların yıkılması yoluyla bilinçli olarak sürekli doğrulanmakta, onaylanmaktadır.
Sanat, insan yaşamının manevi donanımıdır ve onu yok edebilmek olanaksızdır; bu nedenle de insanlığın yaşadığı ve yaşattığı din idealini gizlemek, üzerini örtmek için bizim yüksek sınıfların gösterdikleri bütün çabalara karşın, bu ideal insanlar tarafından gitgide daha çok benimsenmekte ve bizim yozlaşmış toplumsal hayatımızda dahi bilimiyle, sanatıyla gitgide daha sık ifadesini bulmaktadır. Yüzyılımızın başından bu yana, edebiyatta olsun, resimde olsun, gerçek Hıristiyan ruhunun damgasını taşıyan dinsel sanat yapıtlarını gitgide daha sık görmeye başladık; tıpkı gündelik yaşamı dile getiren, herkesin kolayca anladığı halk yapıtları gibi yaygınlık kazanmaya başladı bunlar da. Çünkü sanatın kendisi zamanımızın gerçek idealini bilmekte ve kendisi ona doğru atılmaktadır. Çağımızın en güzel yapıtları (edebiyatta Dickens, Hugo, Dostoyevski; resimde Millet, Bastien Lepage, Jules Breton, Lhermitte vd.) insanları bir yandan birlik, kardeşlik duygularına doğru yönlendirirken; bir yandan da yalnızca yüksek tabaka üyelerine özgü duyguları değil, istisnasız bütün insanları birleştirebilecek duyguları aktarmaktadırlar. Bu tür yapıtların sayıları şimdilik az, ancak bunlara gereksinim duyulduğu artık itiraf ediliyor. Öte yandan, son zamanlarda halkın tümüne seslenen kitap, resim, konser, tiyatro girişimlerine gitgide daha sık rastlar olduk. Bütün bunlara karşın, kuşkusuz, olmamız gereken noktanın henüz çok uzağındayız; yine de kendine özgü doğrultusuna kavuşabilmek için sanatın kendiliğinden atılım yaptığı yön artık herkes tarafından apaçık görülmektedir.
Gerek toplumsal, gerekse bireysel yaşamın amacı olarak insanların birleşmesini gören çağımız din bilinci kendini apaçık ortaya koymuş bulunmaktadır; dolayısıyla günümüzde insanlara düşen tek şey, sanatın hedefi olarak hazzı gören sahte güzellik kuramını bir yana bırakmaktır; o zaman din bilinci doğal olarak günümüzün sanatının tek yönlendiricisi, yöneticisi olacaktır.
Çağımızda insanların yaşamlarını, onlar bilincinde olmadan yönlendirmekte olan din, insanlar tarafından bilinçli olarak benimsendiğinde, sanatın yüksek ve alçak sınıflar sanatı olarak bölünmesi kendiliğinden ve derhal sona erecek ve bunun yerini herkese kardeşçe seslenen, ortak bir sanat alacaktır. O zaman da, doğal olarak önce çağımızın din bilinciyle bağdaşmayan, insanları birleştirmek yerine ayıran sanat, sonra da bugün kendisine hiç hak etmediği bir şekilde önem verilmekte olan o beş para etmez seçkin sanat bir köşeye atılacaktır.
Bu gerçekleştiği anda, sanat şu ana dek olageldiği şeyden bambaşka bir şeye dönüşecek ve artık kabalığın ve sefahatin değil, –bugüne dek olduğu ve bundan böyle de olması gerektiği gibi– insanların kardeşçe birlik ve esenliğinin aracı olacaktır.
Ne kadar acı olsa da kabul etmek zorundayız ki, mensubu olduğumuz yüksek çevrenin sanatının durumu, salt ana olması için kendisine bahşedilmiş dişilik çekiciliğini, haz düşkünlerine satan kadınların durumuna benziyor.
Evet, bizim çevremizin bugünkü sanatı günahkâr kadınlara benzemeye başladı. En küçük bir yanlışlık yok bu benzetmede: Bizim çevremizin sanatı da tıpkı günahkâr kadınlar gibi her zaman süslü, takıp takıştırmış; her zaman satılık, baştan çıkarıcı ve mahvedici.
Gerçek sanat yapıtının sanatçı yüreğinde gövermesi öyle sık rastlanan olaylardan değildir; bir kadının gebeliği gibi, rahimde gelişen bebek gibi, içinde bulunulan yaşamı önceleyen özel bir yaşamın ürünüdür o. Taklit sanat ise, işin usta ve zanaatçılarınca önü arkası düşünülmeden, dur durak bilmeksizin üretilen sanattır (yeter ki tüketicisi olsun).
Gerçek sanat, kocası tarafından sevilen bir kadına benzer; süslenip püslenmeye gereksinim duymaz; taklit sanat ise fahişeler gibi sürüp sürüştürmek, takıp takıştırmak zorundadır.
Gerçek sanatın ortaya çıkış nedeni, sanatçının biriken duygularını dile getirmek için duyduğu içsel gereksinimdir; tıpkı bir ananın gebeliğinin nedeninin sevgi olması gibi. Taklit sanatın nedeni ise, tıpkı fahişelerinki gibi maddi çıkardır.
Gerçek sanatın sonucu, yaşama yeni duygular katmaktır; tıpkı bir kadının sevgisinin sonucunun hayata yeni bir insan yavrusu getirmek olması gibi. Taklit sanatın yarattığı sonuçlar ise, insanlarda kokuşma, manevi güçlerde zayıflama ve bedensel hazlarda doyumsuzluktur.
Günümüzün insanının, özellikle de bizim çevreden olanların, karşı karşıya bulunulan ahlaksız, kösnül, kokuşmuş sanatın iğrenç selinden kendilerini koruyabilmeleri için anlamaları gereken şey budur işte.
XIX
Geleceğin sanatından söz ediyor insanlar; geleceğin sanatı sözüyle toplumda belli bir sınıfın, seçkinlerin günümüzde yüksek sanat olarak nitelenen sanatından evrilmiş çok özel, incelikli, yepyeni bir sanatı kastederek. Ama geleceğin böyle bir “yeni sanat”ı olamaz, olmayacaktır da. Hıristiyan dünyasının üst sınıfınca yaratılan ayrıksı sanat –şu bizim seçkin sanat yani– artık bir çıkmaz sokaktadır. Bu sanatın bugüne dek izleyegeldiği yoldan gidebileceği bir yer yoktur. Sanatın en temel isterini (yani onun din bilincinin yönlendiriciliğinde olması gereğini) yerine getirmeyen bu sanat gitgide daha da ayrıksılaşmış, bunun sonucu olarak gitgide daha da yozlaşmış ve sonuçta bir hiç olmuştur. Geleceğin sanatı, yani gelecekte gerçekten var olacak sanat kesinlikle bugünkü sanatın devamı olmayacak, üst sınıfların sanatıyla hiçbir ortak yanı olmayan bambaşka ve yepyeni temeller üzerinde yükselecektir.
Geleceğin sanatı, başka bir deyişle insanlar arasında yayılmış onca sanat arasından ayrışacak özel sanat, bugün olduğu gibi yalnızca varlıklı sınıflara seslenen duyguların aktarımını gerçekleştirmeyecek, çağımız insanına gereksindiği en yüce din bilincini aktaracaktır. İnsanlara kardeşçe birlik duyguları aktaran, bütün insanların birleşmesini sağlayacak ortak insanlık değerleri aktaran yapıtlar, yalnızca bu yapıtlar sanat yapıtı sayılacaktır. Öbür sanatlardan ayrılıp öne çıkacak, onaylanacak, teşvik görecek, yaygınlık kazanacak sanat yalnızca bu sanat olacaktır. İnsanların geçmişte yaşamış oldukları geri şeylerden, dinsel öğretilerden kaynaklanan ve kiliseyi, yurtseverliği, zevk ve sefa düşkünlüğünü konu alan; batıl korkular, gurur, kibir, kösnüllük, kahramanlara hayranlık gibi duyguları yayan, kendi halkına karşı özel, ayrıksı sevgi besleyen sanat ise kötü, zararlı sanat olarak nitelenip, toplum tarafından kınanacak, hor görülecektir. Ancak bir avuç insana ulaşan duyguları ileten bütün öbür sanatlar önemsiz görülecek, bu sanatlar ne ayıplanacak, ne de övülecektir. Sanatın değerlendirilmesi de bugün olduğu gibi varlıklı sınıf üyelerinin değil, bütün halkın işi olacak; böylelikle bir sanat yapıtının övgüye ve yayılmaya değer bulunabilmesi için, hepsi birbirine benzer, yapay bir yaşam süren belli birtakım insanların isterlerini değil, çalışıp çabalayarak doğal bir yaşam süren geniş halk yığınlarının isterlerini yerine getirmesi gerekecektir.
Ve sanat üretenler, sanatçılar, bugün olduğu gibi varlıklı sınıflar ve onlara yakın olanlar, yani halkın çok küçük bir kesimi içinden değil, en geniş halk yığınları arasından sanata eğilim duyan, sanat yeteneği olan bütün insanlar içinden çıkacaktır.
O zaman sanatsal etkinlik bütün insanlar için erişilebilir bir şey olacaktır. Bu böyle olacaktır, çünkü birincisi, geleceğin sanatı için, günümüzün sanat yapıtlarını çarpıklaştıran, büyük gerilimlere ve zaman yitimine neden olan o karmaşık teknikler değil, tam tersine, mekanik egzersizlerle ulaşılamayacak açıklık, yalınlık, kısalık gibi, ancak zevkin eğitilmesiyle ulaşılabilecek koşullar gerekecektir. Sanatsal etkinliklerin bütün halk kesimleri için erişilebilir olacak olmasının bir başka nedeni, kapıları yalnızca bir avuç seçkine açık olan bugünkü sanat meslek okullarının yerini bir başka uygulamanın alacak olmasıdır: Herkes daha ilkokulda okuma yazmayı öğrenirken, aynı anda müziğin ve resmin abecesini de öğrenmeye başlayacak, bu sanat dallarına karşı içinde yetenek keşfeden, istek duyan herkes kendini ilgi duyduğu alanda yetiştirip mükemmelleştirebilecektir. Sanatsal etkinliklerin bütün halk kesimleri arasında yayılacak olmasının, belirttiğimiz bu iki neden dışında son bir nedeni de bugün sahte sanat için harcanmakta olan bütün güç ve olanakların, artık gerçek sanatın halk yığınları arasında yayılması için harcanacak olmasıdır.
Alanlarında uzmanlaşmış sanat okulları olmazsa, sanatın gereksindiği özel tekniklerinin zayıflayabileceğini düşünenler olacaktır. Teknikten bugün bir meziyetmiş gibi görülen, gösterilen karmaşıklıklar, çapraşıklıklar kastediliyorsa eğer, doğru, bunlarda bir zayıflama olacaktır; ama eğer teknikten açıklık, güzellik, yalınlık, özlülük kastediliyorsa, teknikte zayıflama şurada dursun, tam tersine yüz kat mükemmelleşme olacaktır; uzmanlaşmış sanat okulları olmasa da, hatta halk çocuklarının gittiği okullarda temel resim ve müzik eğitimi hiç verilmese de bu böyle olacaktır. Bunun böyle olacağını bize halk sanatı apaçık göstermektedir. Çünkü halk yığınları arasında gizli kalmış bütün dâhi sanatçılar ortaya çıkacak ve bunlar sanatın aktif katılımcıları, üreticileri olacaklar ve bugün olduğu gibi karmaşık sanat tekniklerini öğrenme gereksinimini duymadan, gerçek sanatın, yeni sanatın kusursuz örnekleri olarak gelecek sanatçılar için en güzel teknik okul işlevini göreceklerdir. Günümüzde de her gerçek sanatçı okulda değil, yaşamda görüyor eğitimini büyük ustaları örnek alarak; halk içinden en yetenekli insanların sanatsal etkinliklere katılımları arttıkça, bu türden örneklerin de hem sayıları artacak, hem bunlar daha kolay ulaşılabilir olacak, böylece de okul eğitiminden yoksun kalan geleceğin sanatçısı, toplumda alabildiğine yaygınlık kazanmış, dolayısıyla kolayca erişilebilir olmuş iyi sanat örnekleri yoluyla okulda görebileceğinden yüz kat daha iyi eğitim almış olacaktır.
Geleceğin sanatının, günümüzün sanatından bir farkı bu olacaktır. Bir başka farksa, geleceğin sanatının ürettikleri işlere karşılık para alan ve sanattan başka bir şeyle uğraşmayan profesyonel sanatçılar tarafından üretilmeyecek olmasıdır. Geleceğin sanatının üretiminde bütün halk yer alacaktır; ve bu insanlar ne zaman gereksinim duyarlarsa, o zaman katılacaklardır sanat etkinliklerine.
Günümüzün toplumunda sanatçı maddi gereksinimlerini karşılayabilmişse, daha verimli olabilmekte, daha çok şey üretebilmektedir. Bu, bizim kendi aramızda sanat diye adlandırageldiğimiz şeyin sanat falan değil, sanatın yalnızca taklidi olduğunu –böyle bir kanıta hâlâ gereksinim duyuluyor olsaydı eğer– olanca açıklığıyla bir kez daha kanıtlayan bir olgudur. Çizme ve ekmek üretimi için iş bölümü yapılmasının, yani çizmecinin ya da fırıncının yiyecekleri yemeği pişirmek ya da yakacakları odunu ormandan getirmek gibi işlerle uğraşmamalarının, bu tür işlerle ilgili kaygılardan uzak olmalarının onların daha çok çizme ve ekmek üretmelerini sağlayacağı açıktır. Gelin görün ki, sanat çizme ya da fırıncı ustalığına benzemez; sanatçının yaşadığı duygunun aktarımı işidir o. Duygu ise insanda ancak her yönüyle doğal, insana özgü bir yaşam sürüldüğünde doğan bir şeydir. O bakımdan sanatçıların maddi gereksinimlerinin karşılanması, hem kendilerini hem de başkalarını geçindirmek için doğayla mücadele etmek gibi insanoğluna özgü en önemli, en yaratıcı duyguları yaşayabilme fırsat ve olanağından onları yoksun bırakacak, bu da onların sanatsal üretimleri açısından ölümcül bir darbe olacaktır. Her türlü gereksinimi karşılanmış olarak bir eli yağda bir eli balda yaşamak bir sanatçının yaratıcılığını mahveder ki, bizim toplumumuzda sanatçıların durumları genel olarak böyledir.
Geleceğin sanatçısı kendi geçimini kendi sağlayacak, sıradan insanların yaşadıkları gibi yaşayacaktır. Sanatçı olarak kendinde var olan yüce manevi gücün meyvelerini ise olabildiğince çok insana cömertçe sunmaya çaba gösterecektir; duygularını mümkün olan en fazla sayıda insana aktarmaktan duyacağı sevinç, onun ödülü olacaktır. Dahası, yapıtının olabildiğince çok sayıda insana ulaşmasını mutlulukların en büyüğü olarak gören geleceğin sanatçısı, sanat yapıtlarının nasıl olup da yalnızca belirli bir para ödeyenlerin yararlanmasına sunulabildiğini anlayamayacak.
Tacir, tüccar takımından temizlenmedikçe, sanat tapınağı tapınak olamayacak. Geleceğin sanatı, istilacı bezirganları tapınağından kovacak.
O nedenle de geleceğin sanatının içeriği, bence bugünkü sanatın içeriğine hiç benzemeyecek. Geleceğin sanatının içeriğini, öbür bütün insanlar gibi çalışıp çabalamaktan kendilerini zorbalıkla kurtarmış seçkinlere özgü, yalnız onlara ilginç gelebilecek ve bir tek onların anlayabilecekleri kibir, melankoli, doygunluk, kösnüllük gibi duygular ve bunların çeşitlemeleri değil, herkes gibi yaşayan insanların duydukları, günümüzün dinsel bilincinden kaynaklanan, istisnasız bütün insanların anlayabilecekleri duygular oluşturacaktır.
Geleceğin sanatının içeriğini nelerin oluşturması gerektiğini anlamayan, anlamak istemeyen ya da anlayamayan bizim çevremizden insanlar, kapılmış oldukları seçkinci, ayrıksı sanatın incelikleri yanında bu sanatı pek sığ, içeriksiz, yoksul bulurlar. “Kardeşini sev, şeklindeki Hıristiyan duygusuyla yeni ne söylenebilir ki? Herkesin anlayabileceği duygular, kim bilir ne kadar süfli, değersiz, tekdüzedir!” diye düşünürler. Oysa günümüzde gerçekten yeni duygular, yalnızca dinsel (Hıristiyan) duygular ile herkesçe anlaşılabilen duygulardır. Günümüzün dinsel bilincinden kaynaklanan Hıristiyan duygular sonsuz derecede yenidirler ve çeşitlilik gösterirler; ama bu yenilik ve çeşitlilik, kimilerinin sandığı gibi İsa’yı ve İncil’de anlatılanları yorumlamak ya da birlik, kardeşlik, eşitlik, sevgi gibi Hıristiyanlık gerçeklerini yeni bir biçimde yinelemek anlamında değil, hayatın en eski, en alışıldık ve herkesin her açıdan çok iyi bildiği olgularının, bunlara Hıristiyanlık açısından baktığınız anda en yeni, en beklenmedik ve en yürek burkucu duygular uyandırması anlamındadır.
Hangi ilişki ana babaların çocuklarıyla, çocukların ana babalarıyla; insanların birbirleriyle, saldırıyla, savunmayla, mülkiyetle, toprakla, hayvanlarla... ilişkisinden daha eskidir? Bu olgulara Hıristiyanlık açısından baktığınız anda, sonsuz derecede yeni, hiçbiri birbirine benzemez, karmaşık, yürek burkan duygular içinde bulursunuz kendinizi.
Aynı şekilde, gündelik yaşama değgin en yalın ve herkesçe anlaşılır duyguları aktaracak olan geleceğin sanatında içerik gibi konu alanında da bir daralma değil, tersine genişleme söz konusu olacaktır. Bizim geçmiş sanatımızda, yalnızca belli konumda (ayrıcalıklı konumda) olan insanların duygularının aktarılmaya değer olduğuna inanılırdı. (O da çoğunluğun anlayamayacağı bir yöntemle ve alabildiğine incelikli bir biçimde.) Geri kalan bütün o muazzam sanat alanı, halk ve çocuk sanatı (şarkılar, şakalar, atasözleri, bulmacalar, danslar, oyunlar) değimsiz bulunur, sanata konu olabilecek değerde görülmezlerdi.
Geleceğin sanatçısı, içe işleyen bir masal ya da şarkı yazmanın, eğlenceli, insanı güldüren bir bilmece, bir nükte ya da bir şaka yazmanın, kuşaklarca insanı ya da milyonlarca çocuğu ve yetişkini kendine hayran bırakacak, gönüllerini şenlendirecek bir resim yapmanın; varsıl sınıftan bir avuç insanın –o da bir süre için– gönül eğlencesi olacak, sonra da sonsuza dek unutulup gidecek bir roman, senfoni yazmaktan ya da bir resim yapmaktan çok çok daha önemli, yararlı, verimli bir iş olduğunu anlayacaktır. Sanatta, herkesçe anlaşılacak, yalın duyguların dile getirildiği bu alan, inanılmaz ölçüde büyük ve neredeyse hiç el değmemiş, bakir bir alandır.
Sözümüzün başına dönersek, geleceğin sanatı içerik yönünden yoksullaşmak, sığlaşmak şurada dursun, tam tersine, çok daha zengin, derin, kapsamlı olacaktır. Yalnız içerik yönünden mi? Biçim yönünden de geleceğin sanatı bugünün sanatından daha aşağı olmayacağı gibi, karşılaştırılamayacak ölçüde ondan daha üstün olacaktır; yalnızca incelik açısından, karmaşık bir tekniğe sahip olma açısından da değil, sanatçının yaşadığı ve aktarmak istediği duyguyu gereksiz hiçbir şey katmadan alabildiğine kısa, açık, yalın bir biçimde aktarma yönünden de böyle olacaktır bu.
Anımsıyorum, Samanyolu yıldızlarının tayfölçümsel analizleri konusunda halka açık konferanslar veren ünlü bir gökbilimciyle konuşuyorduk bir gün. Kendisine, derin bilgisi ve deneyimiyle, Samanyolu’nun bütün öbür yıldızlarını bir yana bırakalım, yalnızca dünyanın en bilindik hareketleri üzerine bile gökbilim konferansları vermesinin kim bilir ne kadar yararlı olacağını, çünkü Samanyolu yıldızlarının tayfölçümsel analizleri konusundaki konferanslarını izleyenler arasında –özellikle de kadın izleyiciler arasında– geceyle gündüzün, yazla kışın nasıl oluştuğunu doğru dürüst bilmeyenlerin bulunabileceğini söyledim. Deneyimli gökbilimci gülümseyerek, “Haklısınız,” dedi, “gerçekten çok iyi, çok yararlı olurdu; ne var ki, üstesinden gelinmesi çok zor bir iş bu. Samanyolu yıldızlarının spektrometrik analizleri konusunda konferans vermek, inanın, ondan çok daha kolay.”
Sanatta da böyledir bu: Kleopatra ve dönemiyle ilgili bir destan yazmak ya da Roma’yı yakan Neron’un resmini yapmak veya Brahms ve Richard Strauss’unkiler gibi senfoni, Wagner’inkiler gibi opera bestelemek, içinde gereksiz tek bir satır olmayan, ama öykücünün duygularını olduğu gibi aktaran yalın bir öykü yazmaktan ya da bakanın içini titreten veya onu güldüren karakalem bir resim yapmaktan ya da hiçbir eşliği falan olmayan, dört ölçülük, alabildiğine yalın, ama duygu iletebilen ve dinleyenlerin aklında kalan bir ezgi bestelemekten çok daha kolaydır.
“Böylesi bir gelişmişlik düzeyine ulaşmışken, geçmiş zamanların ilkelliğine dönebilmemiz olanaksız!” diyeceklerdir günümüzün sanatçıları. “Bugün Güzel Yusuf ya da Odysseus gibi şeyler yazmamız, Milo Venüsü gibi yontular yapmamız, halk ezgileri gibi ezgiler bestelememiz olacak şey değil!”
Günümüzün sanatçıları için gerçekten de olanaksızdır bu; ama teknik üstünlük denen –içeriksizliği gizleme amaçlı– bozulmadan haberi olmayan, ürettiği şeylerin karşılığında para almayan ve ancak içinde karşı koyamayacağı bir istek yükseldiğinde sanat üreten geleceğin sanatçıları için hiç de olanaksız değildir.
Geleceğin sanatı, bugün sanat diye adlandırılan şeyden hem içerik, hem de biçim olarak tümüyle başka olacaktır. Geleceğin sanatının içeriğini insanları ya birliğe, birleşmeye yönlendiren ya da onları bugünden birleştirmiş olan duygular oluşturacaktır; bu sanatın biçimi ise, herkesçe anlaşılabilen bir biçim olacaktır. O bakımdan, geleceğin sanatında duygularda ayrıksılık, belirli bir seçkin kesime ulaşılabilirlik değil, genellik, herkesçe anlaşılırlık; biçim / biçem konusunda ise, günümüzde geçerli olduğu gibi muğlaklık / müphemlik, karmaşıklık, istife dayalı bir büyüklük değil, kısalık, açıklık, yalınlık öne çıkacak, sanatta mükemmellik idealini bu değerler oluşturacaktır. Ve sanat ancak o zaman, bugün olduğu gibi maddi ve manevi büyük bedeller ödenerek insanları eğlendiren, soysuzlaştıran bir sanat olmaktan çıkacak ve kendisinden beklendiği gibi Hıristiyan bilincini akıl ve bilinç düzleminden duygu düzlemine taşıyan, böylelikle de insanları lafta değil, gerçekte, hayatın içinde, tıpkı dinsel bilincin işaret ettiği gibi mükemmellik ve birlik yoluna yaklaştıran bir sanat olabilecektir.
XX
Sonuç
Kendimi yakın duyduğum bir konu olarak on beş yıldır beni uğraştırıp duran sanat üzerine düşüncelerimi elimden geldiğince açıklamış bulunuyorum. On beş yıldır beni uğraştırıp duran derken söylemek istediğim, kitabın yazımının on beş yıl sürdüğü değil, kitabı yazmaya on beş yıl önce başlamış olduğumdur; ara vermeden yazarsam bitirmem fazla uzun sürmez, diye düşünüyordum. Ama yazdıkça, sanat üzerine düşüncelerimin o sıralar hiç de açık seçik olmadığı ortaya çıktı; açıklamalarım hiç doyurucu gelmiyordu bana. O günden bu yana konu üzerinde düşündüm durdum ve belki altı yedi kez, artık yazmaya başlayabilirim diyerek masaya oturdum. Ama her girişimimde, üstelik de sayfalar dolusu yazmama karşın, işi sonuçlandıramayacağımı hissederek yazmayı bıraktım. Şimdi ise çalışmamı bitirmiş bulunuyorum; kitabımın pek çok eksiği olduğundan hiç kuşkum yok, ancak toplumumuzun sanatta izlemekte olduğu yanlış yola, neden böyle bir yola girmiş bulunduğumuza ve sanatın asıl amacının ne olduğuna ilişkin ana düşüncemin doğru olduğu ve pek çok eksikleri olan, pek çok tamamlayıcı açıklamayı gereksinen çalışmamın boşuna olmadığı, yok olup gitmeyeceği ve sanatın şu an izlemekte olduğu yanlış yoldan er ya da geç döneceği umudunu taşıyorum. Ama bunun olabilmesi, sanatın yeni bir yola girebilmesi için, sanatla her zaman yakın ilişkisi olan, onun kadar önemli bir başka insan etkinliğinin, bilimin de tıpkı sanat gibi içinde bulunduğu yanlış yolu terk etmesi gerekmektedir.
Bilim ve sanat öylesine birbirine bağlıdır ki, tıpkı kalp ve akciğerler gibi, biri sakatlanırsa, öbürünün de çalışması bozulur.
Gerçek bilim, belirli bir zaman diliminde, belirli bir toplumun en önemli saydığı gerçekleri, en önemli saydığı bilgileri araştırır, inceler ve insanların bunları anlamalarını, algılamalarını sağlar. Sanat ise bu gerçekleri bilgi alanından duygu alanına aktarır. O bakımdan, eğer bilimin yürüdüğü yol yanlış ise, sanatın yolu da yanlış olacaktır. Bilim ve sanat, eskiden nehirlerimizde işleyen ve makine adı verilen bir çapa demiri düzeneği olan tekneler gibidir. Bilim tıpkı o tekneler gibi, yönü dince belirlenmiş seyir hareketinin hazırlığını yapmak üzere demiri ileri doğru fırlatırken, sanat teknenin bocurgatı gibi çalışarak onu demire doğru çeker, hareketin kendisini gerçekleştirir. O nedenle bilimsel etkinliklerdeki bir yanlışlık, kaçınılmaz olarak sanatta da yanlışa neden olacaktır.
Sanat genel anlamda her türden duygunun aktarımı olmasına karşın, sanat dediğimizde sözcüğün dar anlamıyla nasıl yalnızca önemli saydığımız duyguların aktarımını anlıyorsak; tıpkı bunun gibi, genel anlamda her türden olası bilginin aktarımı olmasına karşın, bilim dediğimizde de sözcüğün dar anlamıyla yalnızca önemli saydığımız bilgilerin aktarımını anlıyoruz.
Gerek sanatın aktardığı duyguların, gerekse bilimin aktardığı bilgilerin önem derecesini belirleyen şey, içinde yaşanılan toplumda ve zaman diliminde geçerli olan dinsel bilinç, yani o toplumdaki insanların, yaşamlarının anlamına, amacına ilişkin genel anlayışlarıdır.
İnsanlar, bu amaca ulaşılmasını en çok etkileyen şey üzerinde en fazla duracaklar, onun üzerinde araştırmalar yapacaklar ve onu temel bilim olarak benimseyeceklerdir; bu amaca ulaşılmasında daha az etkin olan şeylere ise daha az önem verilecek, bunlar daha önemsiz bilimler olarak görülecektir; insanların yaşamlarının anlamı, amacı olarak gördükleri şeyin gerçekleşmesinde hiçbir etkinliği olmayan konular hiç araştırılmayacak, araştırılsa bile bu çalışmalar bilim olarak kabul edilmeyecektir. Bu, geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle olmak zorundadır; çünkü insan bilgisinin de, yaşamının da özelliği budur. Ne var ki, hiçbir dini kabul etmemekle kalmayıp bütün dinleri kör inanç olarak gören zamanımız yüksek sınıflarının bilimi, olayı böyle görememiştir, göremeyecektir de.
Günümüzün bilim insanları her şeyi düzenli olarak, eşitlikçi bir yaklaşım içinde inceledikleri savındadırlar, ama her şey, inanılmaz bir çokluğu dile getirdiği için (“her şey” demek, sonsuz sayıda nesne demektir), o nedenle de her şeyi inceleyebilmek olanaksız olduğu için bu yalnızca lafta kalan bir iddiadır; gerçekte ise hem incelenen her şey değildir, hem de inceleme eşitlikçi değildir. Her şeyden önce, incelenen konular bilimle uğraşanların en gerekli, en öncelikli buldukları ve en hoşlandıkları konulardır. Yüksek sınıflara mensup bilim insanları için en öncelikli konu, yararlandıkları ayrıcalıkların hep var olacağı düzenin sürüp gitmesidir; incelemekten en hoşlandıkları şeyler ise, daldan dala dolaşan avare meraklarını gidermeye yönelik, ciddi hiçbir zihinsel ve fiziksel çaba gerektirmeyen, sade suya tirit şeylerdir.
O bakımdan bilimin bir kolunun, yani ilahiyat, felsefe, tarih, siyasal ekonomi gibi mevcut düzende uygulamasını bulan alanlarının uğraştığı şey daha çok şu olmuştur: Mevcut toplumsal yapı tam da olması gereken yapıdır, o vardır ve insan iradesine, bu iradenin ürünü yasalara bağlı olmaksızın varlığını hep sürdürecektir; o nedenle de bu düzeni bozmaya dönük her girişim gayri meşrudur, yararsızdır, boşunadır. Bilimin öbür kolu –matematik, gökbilim, kimya, fizik, botanik gibi bütün deneysel, doğal bilimler– ise yalnızca, insan yaşamını doğrudan ilgilendirmeyen, ama ilginç olabilecek ve yüksek sınıfların gündelik yaşamları için yararlı sonuçlar doğurabilecek şeylerle ilgilenmiştir. Toplumsal konumlarının dayattığı bu seçimlerinde kendilerini haklı gösterebilmek için günümüzün bilim adamları, sanat için sanat kuramının tıpkısı diyebileceğimiz, bilim için bilim diye bir kuram icat etmişlerdir.
Sanat için sanat kuramında, bize zevk veren şeylerle uğraşmak nasıl sanat oluyorsa, bilim için bilim kuramında da, ilginç bulduğumuz için incelediğimiz her şey bilim oluyor.
Böylece bilimin bir kolu, görevinin gereğini yerine getirmiş olmak için, insanların nasıl yaşamaları, nasıl bir toplumsal yapı kurmaları gerektiğini araştıracak yerde, mevcut düzenin –bu kötü ve yanlış düzenin– meşruiyetini ve değişmezliğini savunurken, öbür kolu –deneysel bilim– ise basit meraka dayalı şeylerle ya da bazı teknik aksaklıkları giderici mükemmelleştirme çalışmalarıyla uğraşmaktadır.
Bilimin ilk kolu, bir tek insanların kafasını karıştırdığı ve onları yanlış yönlendirdiği için değil, sadece var olduğu ve böylece gerçek bilimin yerini işgal ettiği için de zararlıdır. Hafife alınacak bir zarar değildir bu: Her insanın hayatın önemli sorunlarını ele alıp incelemeye ve bu sorunları çözümlemeye girişmeden önce, yüzyılların –insan aklının da olanca yaratıcılığıyla ona destek olmasıyla– hayatın en önemli konuları çevresinde yükselttiği yalan dağlarını devirmesi gerektir.
Günümüzün biliminin çok övündüğü –pek çok kişinin de biricik gerçek bilim olarak gördüğü– ikinci bilim kolu da, hem insanların dikkatini gerçekten önemli konulardan incir çekirdeğini doldurmaz konulara kaydırdığı için zararlıdır, hem de temeldeki yanlışlığın sonucu olarak bilimin birinci kolundan da gördüğü destekle, deneysel bilim alanı adı verilen bu alanda da insanlığın yararına değil, zararına teknik buluşlar gerçekleştirilmektedir.
Doğal bilimlerde gerçekleştirilen buluşlar, sadece yaşamlarını bu alanda sürdürdükleri inceleme ve araştırmalara adamış insanlara çok önemli ve insanlığın yararınaymış gibi görünür. Bunun bu insanlara böyle görünmesinin nedeni, çevrelerine hiç bakmamaları ve gerçekten önemli olanın ne olduğunu görmemeleridir. Kendilerine safça bir gurur veren bütün o bilimlerinin, bilgilerinin ne denli önemsiz olduğunu anlayabilmeleri için üzerine eğildikleri psikolojik mikroskoptan başlarını kaldırıp çevrelerine şöyle bir göz atmaları yeter. Uzay geometrisi, Samanyolu üzerine spektrometrik analizler, atomların biçimleri, taş devri insanlarının kafatası ölçüleri gibi fasa fiso şeyler değil sözünü ettiğim; mikroorganizmalar, x ışınları vb. konularda ulaştıkları bilgilerin bile, diledikleri gibi çarpıtsınlar diye ilahiyat, hukuk, siyasal ekonomi, finans ve diğer alanların profesörlerinin önüne attığımız bilgilerin yanında ne kadar önemsiz olduğunu göreceklerdir. Başımızı çevirip şöyle bir çevremize baktığımızda, gerçek bilime özgü etkinliklerin geçici bir an için ilgimizi çeken şeyler değil, insan hayatının nasıl yapılanması gerektiğine ilişkin, çözümlenmemeleri durumunda deneysel bilimlerden, doğa araştırmalarından elde ettiğimiz bilgilerin tümünü zararlı bilgiye dönüştürecek ya da bir hiç düzeyine düşürecek, dine, ahlaka, toplumsal yaşama ilişkin can alıcı sorunlar olduğunu görebiliriz.
Bilimin bize sudan enerji kaynağı olarak yararlanabilme olanağı sunmuş olmasından, su gücüyle fabrikalar çalıştırmaktan sevinç, övünç duyuyoruz; dağları delip tüneller açmak vb. de bize gurur veriyor. Ne var ki, biz enerji kaynağı olarak su gücünden yığınların yaşamını kolaylaştırmak için değil, lüks nesneler ya da silah gibi insanları yok eden şeyler üreten kapitalistlerin zenginliklerine zenginlik katmak için yararlanıyoruz. Tünel açmak için dağları delmede kullandığımız dinamiti savaşlarda birbirimizi öldürmek için de kullanıyoruz; o savaşlar ki, toptan karşı çıkmamız, yadsımamız gerekirken, tam tersini yaparak onları gerekli, hatta zorunlu görüyor, dur durak bilmeksizin onlar için hazırlık yapıyoruz.
Bugün istediğimiz kadar aşı yoluyla difteriyi önleyebilelim, x ışınlarıyla bedendeki küçücük bir iğneyi bulabilelim, sırttaki bir kamburu düzeltebilelim, frengiyi sağaltabilelim ve hayranlık verici daha nice ameliyatlar yapabilelim, –hepsi de hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde başarılı buluşlar olmasına karşın– gerçek bilimin asıl amacının ne olduğunu anlayamamışsak eğer, bu buluşlarla övünç duyamayız. Sıradan meraklarımızı gidermek ve bunları pratiğe uygulamak için harcadığımız gücün onda birini insan hayatının temelini oluşturan gerçek bilim uğruna harcamış olsaydık, bugün hasta olan ve ancak çok küçük bir bölümü hastanelerde şifa bulabilen insanların çoğunda bu hastalıklar olmazdı; fabrikalarda iğne ipliğe dönmüş, kaşeksiden mustarip, kamburlaşmış çocuklar olmazdı; bugün olduğu gibi çocuklarda ölüm oranı yüzde elli olmazdı; kuşaklar soysuzlaşmaz, fahişelik, frengi, yüz binlerce insanın savaşlarda ölmesi gibi şeyler olmaz, insanlar çıldırmaz, delirmez, acılar içinde kıvranmaz, günümüzün biliminin insan yaşamının zorunlu evreleri olarak gördüğü bütün bu dehşet verici şeyler yaşanmazdı.
Bilim kavramını öylesine tersyüz etmiş durumdayız ki, bugün insanlarımıza çocuk ölümlerini, fahişeliği, frengiyi, kuşaklar boyu süren soysuzlaşmayı, insanların yığınlar halinde ölmelerini durdurmanın, bütün bunları önlemenin yollarını bulabilecek bilimlerden söz edecek olsanız, yüzünüze tuhaf tuhaf bakarlar. Bilimi hep laboratuvarda bir cam kaptan öbürüne sıvı aktarmak, tayf çözümlemesi yapmak, kurbağaları ya da domuzbalıklarını kesip biçmek gibi görürüz ya da bilim bizim için felsefe, tarih, teoloji, hukuk, ekonomi politik gibi alanlarda, amacı “var olan, olması gerekendir”i kanıtlamak olan, şart kipinde cümlelerle kendileri için bile tam anlaşılır olmayan özel, bilimsel bir dilde döktürüp durmaktır.
Oysa gerçek bilim, bugün onun en az önemli bölümünde yer alanların kendilerine gösterilmesi gerektiğini iddia ettikleri saygıyı gerçekten hak eden bilim, bundan çok başka bir şeydir. Gerçek bilim, neye inanılıp neye inanılmayacağı; insanların yaşamlarını bir bütün olarak nasıl yapılandıracakları, kadın erkek ilişkilerinin hangi temeller üzerinde yükselmesi gerektiği, çocukların nasıl yetiştirileceği, topraktan nasıl bir düzen içinde yararlanılacağı, onun başkalarını ezmeden nasıl işleneceği, yabancılara nasıl davranılacağı, hayvanlara karşı davranışlarımızın nasıl olması gerektiği... gibi insan hayatı için önemli pek çok şeyi bilmek, anlamak, öğrenmek isteyen bilimdir.
Gerçek bilim her zaman böyle olmuştur, böyle de olmalıdır. İçinde yaşadığımız zaman diliminde böyle bir bilim doğmaktadır; ancak doğmakta olan bu gerçek bilim, bir yandan mevcut düzenin savunucusu bilim adamlarınca yadsınır, yalanlanırken, bir yandan da deneysel bilimle uğraşan bilim adamlarınca boş, gereksiz, bilimdışı görülmektedir.
Örneğin günümüzde dinsel fanatizmin eskimişliğini, saçmalığını anlatan ve çağın isterlerine uygun, akla dayalı yeni bir dinsel anlayışa gerek duyulduğunu savunan yazılar, yapıtlar, vaazlar görüyoruz. Ve günümüzde nice ilahiyatçı bu akılcı, çağdaş görüşleri yalanlamak, çürütmek için didinirken, bir nicesi de çoktan ömrünü tamamlamış kör inançları destekleyici, onlara arka çıkıcı şeyler yazmak için kafa yormaktadırlar. Ya da diyelim ki, bir vaazda Batı’da yoksulluğun baş nedenlerinden biri olarak emekçi yığınların topraksızlığı gösterilir. Şimdi bilimin, gerçek bilimin bu çıkarsamayı hemen kutsaması ve bu gerçeklikten başka bazı sonuçlar daha çıkarması gerekir, değil mi? Ne gezer? Günümüzün biliminin böyle şeyler yapmak aklından bile geçmez. Hatta ekonomi politik bunun tam tersini, yani günümüzün Marksistlerine benzer şekilde, bütün öbür mülkiyetler gibi toprak mülkiyetinin de az sayıda insanın elinde toplanması gerektiğini savunur. Tıpkı bunun gibi, savaşın, ölüm cezasının, uyuşturucu kullanmanın, fuhuşun, hayvansal gıda yemenin ya da fanatik yurtseverliğin ne denli gerici, zararlı, akıldışı, insanlık dışı, anlamsız, ahlaksız şeyler olduğunu kanıtlamayı gerçek bilimin göreviymiş gibi görürüz. Vardır da aslında bu yönde çalışmalar, ama bunların tümü bilimdışı olarak nitelenmiştir. Bilimsel olarak nitelenen çalışmalar ise, ya bütün yukarıda saydıklarımızın tam da öyle olmaları gerektiğini savunan çalışmalardır ya da insan yaşamıyla hiçbir ilgisi olmayan, ciddiyetten uzak, aylakça merakların giderilmesine dönük çalışmalar.
Günümüzün biliminin gerçek hedefinden sapma eğilimi içinde olduğu apaçık ortadır. Bu sapış, kimi bilim insanlarınca belirlenen ve bilimcilerin büyük çoğunluğu tarafından ne yadsınan, ne de benimsenen idealler doğrultusunda gerçekleşmektedir.
Bu idealler, bin yıl, üç bin yıl sonraki dünyayı betimlemeye kalkışan, günün modası aptalca birtakım kitaplarda kendilerine yer bulmakla kalmaz, ciddi bilimci olma savı taşıyan toplumbilimciler tarafından da dile getirilirler. Yiyeceklerin tarım ve hayvancılık yoluyla toprak ve hayvanlardan değil, laboratuvarlarda kimyasal yollarla elde edileceğine ve insan emeğinin yerini dizginlenip yararlı hale getirilmiş doğa güçlerinin alacağına ilişkin ideallerdir bunlar.
İnsan artık bugün olduğu gibi kümesindeki tavuğun yumurtasını yemeyecek, ekmeğini tarlasında yetiştirdiği buğdaydan yapmayacak ya da elmasını yıllar içinde büyütüp olgunlaştırdığı ağaçtan koparıp yemeyecek, bunun yerine pek çok insanın ortaklaşa çabasıyla –bu çabada onun da birazcık katkısı olacak– laboratuvarda hazırlanmış besleyici, lezzetli yiyecekleri yiyecek.
Hiç kimse çalışmaya fazla bir gereksinim duymayacak, herkes bugünkü egemen –varlıklı– sınıfların üyeleri gibi kendilerini tembelliğin, aylaklığın kollarına bırakacak.
Günümüzde bilimin asıl izlemesi gereken yoldan ne kadar uzaklaşmış olduğunu bu ideallerden daha açık hiçbir şey gösteremez.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu sağlıklı ve yeterli beslenmekten uzaklar. (Barınma, giyim kuşam gibi birincil öncelikli her şey için geçerlidir bu durum.) Üstüne üstlük bu büyük çoğunluk, durup dinlenmeksizin çalışmak zorunda olduğu için kendisine refah payı olarak layık görülen o bir parçacık şeyden de doğru dürüst yararlanamaz... Bu olumsuzluklar karşılıklı savaşımlara, lüks yaşam biçimine, adaletsiz gelir dağılımına son verilmesiyle, başka bir deyişle yanlış ve zararlı düzenin yerine, akla dayalı bir yaşam düzeninin geçirilmesiyle kolayca giderilebilir. Bilime bakacak olursanız, şu anki düzen eşyanın düzenidir ve tıpkı yıldızların hareketleri gibi onu da değiştirmek olanaksızdır; o bakımdan da bilimin görevi bu düzenin yanlışlığını ortaya çıkarmak ve yerine yeni, akla dayalı bir yaşam düzeni göstermek değil, mevcut düzen içinde herkesin karnının doymasını ve sefih bir yaşam sürmekte olan yönetici sınıfların aylaklığını yaşama olanağına kavuşmasını sağlamaktır.
Bu arada tabii, yiyeceği ekmeği, sebzeyi, meyveyi topraktan kendi elleriyle çıkarmanın ne denli hoş, keyif verici bir iş olduğu, böylesi doğal ve hafif ürünlerle beslenmenin ne denli sağlıklı olduğu, bu ürünleri yetiştirmek için bedenimizin, kaslarımızın çalışmasının soluk alıp verişlerimizde kanın oksijenle temizlenmesine benzediği de unutulur.
Mülkiyetin ve işbölümünün dağılımı böylesine yanlışken, kimyasal yollarla besin elde ederek insanların daha iyi beslenebileceklerini düşünmek ve bu uğurda insan gücü yerine doğanın güçlerini devreye sokmak ise, kapalı ve havasız bir yerde bulunan bir insanın ciğerlerine oksijen pompalamaya benzer; oysa yapılması gereken tek şey, bu durumdaki kişiyi bulunduğu kapalı yerden hemen temiz havaya çıkarmaktır.
Bitkiler ve hayvanlar dünyasında besin elde etmek için, daha iyisini hiçbir profesörün kotaramayacağı bir laboratuvar düzeni kurulmuştur. Bu laboratuvarın ürünlerinden yararlanmak ve orada yürütülen çalışmalara katılmak için insana düşen tek şey, kendini keyif dolu bir çalışmanın kollarına bırakmaktır –ki zaten bu olmadı mı, hayat bir işkenceye döner insan için. İşte yüzyılımızın bilimcileri, insanoğluna sunulmak üzere hazırlanmış olan bu nimetlerden onun yararlanmasını önleyen engelleri ortadan kaldırmak için var güçleriyle çalışacak yerde, insanı bu nimetlerden yoksun bırakan koşulların değiştirilemez olduğunu kabul eder; bununla da yetinmez, hayatı insanların mutluluk içinde çalışarak, topraktan beslenebilecekleri bir biçimde yapılandıracak yerde, insanı yapay yolla beslenen bir ucubeye çevirmenin yollarını araştırırlar. Bu tutumun, insanı kapalı tutulduğu bodrum katından temiz havaya çıkarmak yerine, ona oksijen pompalayacak bir düzenek tasarlayarak, yine o havasız bodrum katında yaşamasını sağlamaya çalışmaktan hiçbir farkı yoktur.
Bilim yanlış yolda olmasaydı, bilim adına böyle yanlış idealler de olmazdı.
Beri yandan, sanatın aktardığı duyguların bilimin sunduğu veriler üzerinde, onları temel alarak doğup geliştiğini unutmamak gerek.
Böylesine yanlış, sapkın bir yolda bulunan bilim ne tür duygular doğurabilir ki insanda? Bu bilimin bir kolu geri, insanlığın daha önce yaşadığı, günümüz içinse son derece kötü ve ayrıksı (küçük bir gruba seslenen) duygular yaratırken; bir başka kolu, özünde insan yaşamıyla bir ilişkisi olmayan, ayrıca da sanat için bir temel oluşturmayacak nesneler dünyasının araştırmasıyla uğraşmaktadır.
Dolayısıyla günümüzün sanatı sanat olabilmek için, ya bilimden ayrı olarak kendi yolunu kendisi döşemelidir ya da bilimin –ortodoks bilimin– benimsemediği, yadsıdığı yolu izlemelidir. Bir parçacık da olsa kendi işlevini yerine getirmek istiyorsa eğer, sanatın izleyeceği yol bu olmalıdır.
Umarım, benim sanat için yaptığım deneme niteliğindeki bu çalışmanın bir benzeri de bilim için yapılır ve böylece insanlara bilim için bilim görüşünün yanlış olduğu; Hıristiyan öğretisinin gerçek anlamıyla kabulünün bir zorunluluk olduğu; sahibi olmaktan övünç duyduğumuz bilgilerin bu öğretinin temelleri üzerinde yeniden değerlendirilmesi gerektiği; deneysel bilimlerin ikincil önemde, hatta önemsiz olduğu; asıl önemli bilimlerin dinsel, ahlaksal ve toplumsal bilimler olduğu ve bu bilimlerin bugün olduğu gibi yalnızca yüksek sınıfların eline bırakılmaması gerektiği, tam tersine yüksek sınıflarla her zaman da uyum içinde olmayan, hatta onların tersine olarak gerçek hayat bilimini ilerleten, gerçeği seven, gerçekten yana olan bütün özgür insanların başlıca ilgi konularını oluşturacağı... gösterilir.
Matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji gibi bilimlere gelince, tıpkı teknik ve tıp bilimleri gibi insanların dinsel, hukuksal ve toplumsal aldatmacalardan kurtulmalarına ya da tek bir sınıfın değil de bütün insanların esenliğe kavuşmalarına katkıda bulundukları ölçüde bunlarda da araştırmalar, incelemeler yapılacaktır.
İşte ancak o zaman, bilim bugün olduğundan bambaşka bir şey olacak; yani bir yandan ömrünü tamamlamış toplumsal düzeni desteklemek için gerekli olan sofizm sistemi olmaktan; bir yandan da belki kimi bir parça gerekli olan, ama çoğunun hiçbir yararı, gereği olmayan rastgele bilgiler yığını olmaktan çıkacak ve organik bütünlüğü olan, herkesçe anlaşılan, görevleri belli, akla dayalı, düzgün, dizgeli bir bilim olacak ve çağımızın dinsel bilincinden kaynaklanan gerçekleri insanlara aşılayacaktır.
İşte ancak o zaman, sürekli olarak bilime bağlı kalmış olan sanat, kendi olması gerektiği gibi olacak ve o da tıpkı bilim gibi, insan hayatının, insanın ilerlemesinin önemli bir organına dönüşecektir.
Sanat ne keyiftir, ne avuntu, ne de eğlence; sanat yüce bir iştir. Sanat insan yaşamında bilinçli bilgiyi duygulara aktaran bir organdır. Günümüzde insanların ortak dinsel bilinci, insanların kardeşliklerinin bilincidir; insanların bir ve beraber olmak için karşılıklı olarak birbirlerine atılışlarından kaynaklanan esenliğin bilincidir. Gerçek bilim bu bilincin hayata uygulanışının farklı biçimlerini gösterirken, sanat bu bilinci duygulara taşımalıdır.
Sanatın üzerine düşen büyük görevler vardır: Sanat, ama gerçek sanat, dinin güdümündeki bilimin de yardımıyla, günümüzde mahkemeler, polis, teftiş, denetleme, hayır kurumları vb. dışsal birtakım önlemlerle gerçekleştirilen bir şeyi, insanların özgür, mutlu, barış içinde bir arada yaşamalarını sağlamalıdır. Sanat, zoru, şiddeti hayatımızdan uzaklaştırmalıdır.
Bir tek sanat yapabilir bunu.
Bugün insanların ortak yaşam sürebilmeleri, şiddet ve ceza korkusunun dışında kalan şeyler sayesindedir ve yaşamımızın önemlice bir parçasının üzerinde yükseldiği temel de budur. Bunu gerçekleştiren şey ise sanattır. Dinsel değerler, ana babamıza, çocuklarımıza, karımıza, kocamıza, yakınlarımıza, düşmanlarımıza, yabancılara, büyüklere, hastalara, hayvanlara… nasıl davranılması gerektiği sanat yoluyla aktarılabilir ve kuşaklar boyunca milyonlarca insan, herhangi bir zor uygulamak şurada dursun, bu işin tek yolunun sanat olduğundan en ufak bir kuşku duymaksızın buna uyarsa eğer, o zaman sanat günümüzün din bilincine karşılık gelecek, ona uygun düşecek başka değerlerin, başka anlayışların da doğmasını sağlayabilir. Kutsal tasvirlere, şaraplı ekmek yemek türünden dinsel ayinlere ve krala saygı duymak; arkadaşa ihaneti utanç verici bir davranış olarak görmek, bayrağa bağlılık, onur kırıcı bir davranışla karşılaştığında kendini ille de bunun öcünü almak zorunda hissetmek, dinsel tapınakların yapımında ve süslenmesinde karşılıksız çalışmak, kendinin ya da ülkesinin onurunu korumak gibi duygular uyandırabiliyorsa eğer sanat insanda; tek tek her insanı değerli görme, her hayvanın canına saygı duyma; lüksten, şiddetten, öç almaktan, başkaları için gerekli şeyleri kendi zevki için kullanmaktan utanç duyma gibi duygular da uyandırabilir, bu da bir yana, farkında bile olmadan, hatta sevinç, mutluluk duyarak insanın kendini başkaları uğruna feda etmesini de sağlayabilir.
Sanat, günümüzün toplumunda yalnız bir avuç iyi insanın sahip olduğu kardeşlik ve sevgi duygusunu, herkes için olağan, sıradan, içgüdüsel bir duygu haline getirmelidir. Hayali koşullarda insanlarda kardeşlik ve sevgi duyguları uyandıran dinsel sanat, gerçek yaşamda da benzer duyguları yaşamaları için insanları eğitmeli ve eğittiği insanların ruhlarında, üzerinde güvenle, doğallıkla ilerleyecekleri yollar döşemelidir. Her tür ayrılığı ortadan kaldırıp, birbirinden çok farklı insanları tek bir duygu etrafında toplayarak, insanları birlik yolunda eğiten evrensel sanat, onlara düşünüp taşınarak, akıl yürüterek değil, hayatın çizdiği sınırların ötesindeki evrensel birliğin insanı ne denli gönendirdiğini, mutlandırdığını hayatın kendisiyle göstermelidir.
Çağımızda sanatın görevi, insanların esenliğinin onların bir araya gelmelerinde, birleşmelerinde olduğu gerçeğini akıl alanından duygu alanına geçirmektir; sanatın akıl alanından duygu alanına geçireceği bir başka gerçek de, varlığını sürdürmekte olan şiddetin egemenliğinin yerini ilahi egemenliğin, başka bir deyişle hayatımızın en yüce amacı olarak bizlere sunulmuş olan sevginin egemenliğinin alması gerektiğidir.
Kim bilir, bilim belki de gelecekte sanatın önüne yepyeni ve çok daha yüce idealler koyacak ve sanat da bunları gerçekleştirecektir, ama günümüzde sanatın görevi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır: Hıristiyan sanatı, insanlar arasında kardeşçe birliği gerçekleştirmek göreviyle karşı karşıyadır.