Geçen yıl beğenisine güvendiğim bir arkadaş bir Alman yazarı olan Von Polenz’in Der Büttnerbauer adlı romanını verdi okumam için. Kitabı okudum ve aşağı yukarı iki yıl önce yayımlanan böyle bir romandan hemen hiç kimsenin haberi olmayışını hayretle karşıladım.
Günümüzde sanat yapıtı savıyla üretilmekte olan çok sayıdaki taklit yapıtlardan biri değil bu kitap. Anlattığı olay ve kişilere yabancı, onlarla hiç ilgisi olmayan, sanatsal anlatım tekniklerini iyi öğrenmiş bir yazarın salt yeni bir roman yazma arzusuyla bu kişi ve olayları yapay olarak bir araya getirdiği kitap da değil. Belli bir konuyu ele alarak işleyen ve günümüzde halk indinde yine sanat yapıtıymış gibi değer gören oyun, roman ya da tez benzeri bir yapıt da değil. Bulmacayı andırdıkları için çözümlenmelerinin insanların hoşça zaman geçirmelerine neden olduğu düşünülen, bir çılgının sayıklamalarına benzediği için günümüzün okurunu kendine hayran bırakan ve herkesçe kibarlık simgesi olarak görülen şu dekadan yapıtlardan da değil bu kitap.
Hiçbiri değil bunların bu kitap. Ya ne? Gerçek bir sanat yapıtı. Söylemesi gerekli olan şeyler var ve onları söylüyor yazar. Çünkü, üzerinde konuştuğu şeyi seviyor. Ve ne yargılarda bulunarak, ne de dumanlı birtakım alegorilerle konuşuyor; sanatı, sanatla dolu bir içeriği aktarmanın biricik yolunu izliyor o: Şiirsel imgelere başvuruyor. Aralarında hiçbir bağ, içsel bir zorunluluk bulunmadan bir araya gelmiş fantastik, alışılmadık ve anlaşılmaz imgelere yüz vermiyor; sanatsal zorunluluğun bir araya getirdiği, birbirlerine güçlü bir iç bağla bağlı, en sıradan, en yalın kişi ve olaylardan söz ediyor bize.
Gerçek bir sanat yapıtı olmanın ötesinde, güzel de bir sanat yapıtı bu roman; hem gerçek, hem de güzel bir sanat yapıtı olmanın üç temel koşulunun üçünü de en yüksek düzeyde kendinde barındırdığı için güzel bir sanat yapıtı.
Her şeyden önce, önemli bir konusu var romanın. Önemli, çünkü hemen her toplumda temel yapıyı oluşturan ve günümüzde yalnız Almanya’da değil, bütün Avrupa ülkelerinde yüzyılların kemikleştirdiği köhne yapısında çok önemli değişikliklerin yaşanmakta olduğu köylülük gibi büyük bir kesimin yaşamına değiniliyor (İlginçtir: Der Büttnerbauer’le hemen hemen aynı zamanda, yine aynı konuyu işleyen, Réné Bazin tarafından kaleme alınmış La terre qui meurt adlı bir Fransız romanı yayımlandı; sanatsal açıdan Der Büttnerbauer kadar güçlü olmasa da, bunun da hiç fena bir roman olmadığını belirtmek gerek.)
İkinci olarak, romandaki ustalık ve roman dilindeki yetkinlik belirtilmeli. Gerçekten de çok güzel bir Almanca ile yazılan romanda, özellikle de kişilerini kaba, güçlü, gözü pek işçi ağzıyla konuşturduğu yerlerde yazar çok başarılı.
Üçüncüsü, yazarın kahramanlarına duyduğu sevginin romanın tümüne baştan sona sinmiş olmasıdır.
Romanın bir yerinde şöyle bir sahne vardır. Koca, arkadaşlarıyla birlikte meyhanede geçirdiği bir gecenin sonunda, sabaha doğru zil zurna sarhoş bir halde eve döner, kapıyı çalar. Camdan bakıp kocasını gören kadın adama küfürler yağdırmaya başlar, kapıyı açıp adamı içeri almakta özellikle ağır davranır. Sonunda kapıyı açtığında adam yıkılırcasına içeri girer ve doğruca büyük odaya yönelir. Çocukların onu bu halde görmemeleri için kadın adamı geri iter, odaya girmesine engel olur. Adam kapının üst sövesine tutunup karısına direnir, kadını itip kakmaya başlar. Genelde uysal bir tip olan adamın adeta gözü dönmüştür (bunun nedeni, bir gün önce beylerin kendisine verdikleri bahşişi karısının gizlice cebinden alıp saklamasıdır); kudurmuşçasına saldırır karısına, saçlarına asılıp parasını ister. Kadın bir yandan adamın elinden kurtulmaya çalışırken, bir yandan da, “Ölürüm de vermem! Tek meteliğini bile vermem sana o paranın!” diye haykırır. Adam iyice çileden çıkar, neresi rast gelirse vurmaya başlar kadına. “Vermem!” der, başka bir şey demez kadın: “Ölürüm de vermem!” – “Demek vermezsin?” diye bağıran adam, kadının bacaklarına vurur, kadın yere düşer, adam da onun üstüne yıkılır ve sarhoş kafayla kadını boğmaya kalkışır. Ama birden kadının saçlarının arasından kan sızdığını fark eder; ayrıca alnından ve burnundan da kan akmaktadır… Yaptıklarından korkuya kapılır, durur, kadını öylece bırakıp yalpalaya yalpalaya yatağına yürür ve kendini olduğu gibi yatağına bırakır.
Sahici ve dehşet verici bir sahnedir bu. Ama yazar kahramanlarını gerçekten sevdiği için, eklediği küçücük bir ayrıntıyla her şeyin üstüne öyle bir ışık düşürür ki, bütün kabalıklarına, acımasızlıklarına karşın, bu insanlara okurun yalnız acımasını değil, sevgi de duymasını sağlar. Yerde kanlar içinde yatan kadın kendine gelir, ayağa kalkar, eteğinin ucuyla başındaki kanları siler, kolunu bacağını yoklar, kapılarını aralayıp ağlayan çocukları sakinleştirir, sonra bakışlarıyla kocasını arar. Adam nasıl yıkıldıysa, öylece yatmaktadır yatağında; ama başı yastıktan kaymıştır, üstelik kan içindedir. Kadın yaklaşıp adamın başını özenle tutar ve kaldırıp yastığının üzerine koyar, kaymış giysilerini, dağılmış saçlarını düzeltir.
Onlarca sayfalık laf kalabalığıyla anlatılamayacak şeyler anlatılmıştır şu bir iki küçük ayrıntıyla ve okurun gözünde birbirinden ilginç şeylerin canlanması sağlanmıştır: Geleneklerin biçimlendirdiği bir evlilik anlayışının sonucu olarak, ne olursa olsun, eşine hoşgörü gösterme, ama yine de –kendisi için değil– aile için gerekli olan parayı geri vermemekte kararlı oluş; aşağılanma, dövülme, ama yine de bunları yapanı bağışlama; kocaya, çocukların babasına –hadi sevgiyle demeyelim ama– bir sevginin hatırasıyla acıma, sevecenlik duyma ve onu hoş görme… Hepsi bu kadar da değil. Kadınla adamın aile yaşamlarına ilişkin verilen bu ayrıntılar, geçmişte böyle yaşamış ve bugün de böyle yaşamakta olan milyonlarca kadın ve erkeğin ev yaşamlarını da okurun gözünde aydınlatmış olur; çalışmaktan canı çıkmış bu insanlara yalnızca saygı ve sevgi duymamızı sağlamakla kalmaz, güzel ve sevgi dolu bir yaşam için olanakları olan, hem bedensel hem de ruhsal olarak güçlü bu insanların neden böylesine cahil, ezilmiş, yaşamın kıyısına fırlatılıp atılmış olduğunu düşünmeye zorlar.
Yazarın yazdığı şeyi sevmesinin –yalnızca bunun– sonucu olarak ortaya çıkan bu sanatsal inceliklerle romanın her bölümünde karşılaşırız.
Bu romanın güzel bir sanat yapıtı olduğunu, okuyan herkes kabul edecektir. Oysa üç yıl önce yayımlanmış olmasına ve hatta bu arada Rusça’ya da çevrilip Avrupa Habercisi dergisinde tefrika edilmesine karşın, hem Almanya’da, hem de Rusya’da kimselerin ilgisini çekmedi kitap. Son zamanlarda karşılaştığım edebiyatsever birkaç Alman’a bu kitabı sorduğumda, Von Polenz’in adını duyduklarını, ama kitabını okumadıklarını söylediler; oysa hepsi Zola’nın son romanlarını, Kipling’in öykülerini, İbsen’in oyunlarını –hatta d’Annunzio’yu, Maetherlinck’i– okumuşlardı.
Yirmi yıl kadar önce Matthew Arnold’un eleştirinin görevi üzerine çok güzel bir yazısı yayımlanmıştı. Yazar bu yazısında eleştirinin görevinin nerede, ne zaman, ne yazılıp yayımlanmışsa, bunların içinde en önemli ve en güzel olanlarını bulmak ve okurların dikkatini bu yapıtlara yöneltmek olduğunu söylüyordu. Gazete, dergi, kitap ve gelişen reklamcılığın bombardımanı altında yaşadığımız şu çağda böylesi bir eleştiri son derece zorunlu, hatta Avrupa’nın eğitimli sınıflarının geleceği de bu tür eleştirinin güç kazanıp kazanamayacağına bağlı.
Her şeyin fazla üretilmesi zararlıdır; hele amaç değil, araç olan şeylerin fazla üretilmesi –hele insanlar bunları araç değil, amaç olarak gördüler mi– büsbütün zararlıdır.
At ve araba ulaşım aracı olarak, ev ve giysiler hava değişikliklerine karşı korunma aracı olarak, besleyici yiyecekler organizmanın ayakta kalmasını sağlama aracı olarak hiç kuşkusuz yararlıdırlar. Ama insanlar bütün bu araçları amaç gibi görüp de, olabildiğince çok sayıda ata, arabaya, eve, giysiye, yiyeceğe sahip olmanın iyi bir şey olduğunu düşünmeye başladılar mı, yararlı olmadıkları gibi, zararlı oldukları görülür bu nesnelerin. Bizim Avrupa toplumunun varlıklı kesiminde kitap basımı tam bu durumdadır. Kitap yayıncılığı hiç kuşkusuz yetersiz eğitimli geniş halk yığınları için çok yararlı bir iştir; ama aynı yayıncılık, varlıklı kesimler arasında uzunca bir süredir aydınlanmanın değil, cahilliğin yayılmasının başlıca aracı haline gelmiştir.
Bunun gerçekliğini kanıtlamak hiç zor değil. Kitaplar, dergiler, özellikle de gazeteler günümüzde başarı için geniş kesimler tarafından tüketilmeye gereksinim duyan büyük sermaye işi olmuşlardır. Bu geniş kesimlerinse zevkleri ve ilgileri bilindiği gibi hep bayağı, kabadır; durum böyle olunca da yayınlar ticari başarı adına ister istemez bu kesimlerin kaba, bayağı zevklerine seslenme çabasında olurlar ve bunda da tam bir başarıya ulaşırlar, çünkü basınyayın alanında çalışanlar arasında ilgi ve zevklerine seslenmeye çalıştıkları kesimler gibi zevkleri kaba, ilgileri bayağı şeylere dönük olanlar, ilgileri, zevkleri incelikli şeylere yönelmiş olanlardan kat kat fazladır. Kitap, gazete, dergi basım ve yayımlarıyla bunların ticaretinin gitgide yaygınlık kazanması ve geniş kitlelerin zevk ve ilgilerine uygun yayın yapma karşılığında bu işi yapan insanların iyi ücretler almaları, insanlığı bir basılı kağıt tufanıyla karşı karşıya bırakmakta, bu da içerik olarak zararları şurada dursun, basım miktarının çokluğuyla bile aydınlanma karşısında büyük engel oluşturmaktadır.
Günümüzde akıllı bir halk çocuğuna eğitim alma, bütün kitap, gazete ve dergilere ulaşma olanağı tanınsa ve okuyacağı her türlü basılı malzeme de onun seçimine bırakılsa, on yıl boyunca durup dinlenmeksizin okuduğunda büyük olasılıkla delikanlımızın okudukları yalnızca ahmakça, ahlaksızca şeyler olacaktır. Bu süre içinde doğru dürüst bir kitaba rastlaması, bir çuval nohut içine karışmış fasulye taneciğini bulmak denli zor olacaktır. En kötüsü de, bu süre içinde hep pespaye şeyler okuduğu için, anlayışı, zevki körleşecek, eline büyük bir rastlantı sonucu iyi bir yapıt geçtiğinde okuduğunu ya hiç anlamayacak ya da yanlış anlayacaktır.
Bunun yanı sıra rastlantılar ve ustaca yürütülen reklam kampanyaları sayesinde Hall Caine’nin The Christian’ı türünden içerik yönünden sakat, sanattan nasipsiz kitaplar milyon adet basılabilmekte ve hiç hak etmedikleri halde Odol ya da Pears Soap kadar büyük ün kazanabilmektedirler. Hak etmeden elde edilen bu büyük ün, daha çok sayıda insanı bu kitapları okumaya zorlamakta, böylelikle de beş para etmez, hatta çoğu kez zararlı kitapların ünleri bir çığ gibi büyüyerek geniş yığınlarda yazınsal yapıtların artamlarını değerlendirememe, bu kitapları anlama konusunda kendini tümden yetersiz bulma gibi sonuçlar yaratarak, yine çığ gibi büyüyen kafa karışıklıklarına neden olmaktadırlar. Bu nedenle gazete, dergi, kitap basımı ya da genel olarak basınyayın işleri ne kadar yaygınlık kazanırsa, basılan şeyin değeri o kadar düşmekte, böylelikle de okumuş, eğitimli denilen halk yığınlarının büyük kesimi iflah olmaz bir cehalete gömülmektedir.
Son elli yıl içinde okumuş halk kesimlerinin beğeni düzeyinde inanılmaz bir düşüş gerçekleşti. Bunu edebiyatın bütün alanlarında izlemek mümkün, ama ben daha elle tutulur, kendi bildiğim birkaç örnek vermekle yetineceğim. Rus şiirinde Puşkin ve Lermontov’dan sonra (ki burada Tyutçev genellikle unutulur), Maykov, Polonski ve Fet gibi ozanlıkları kuşkulu kişilerin ünlü ozan olarak anıldıklarını görürüz; hele daha sonra Nekrasov gibi ozanlık yeteneğinden büsbütün nasipsiz birinin ünlü ozan oluşuna tanık oluruz. Nekrasov’dan sonra yapay düzyazı şiirler kaleme alan Aleksey Tolstoy’a sıra gelir; daha sonra da birbirinden zayıf, tekdüze şiirlerin sahibi Nadson gelir; Nadson’dan sonra şiir yeteneğinden hiç nasibi olmayan Apuhtin’i görürüz; Apuhtin’den sonra ise sap samana büsbütün karışır: Ne şiirin ne olduğundan, ne niçin yazdıklarından ve ne de yazdıklarının ne olduğundan hiç haberleri olmayan manzume kalemşorları yer alır.
Bir başka çarpıcı örneğe de İngiliz yazarları arasında rastlarız. Büyük Dickens’tan başlayan çizgi önce George Eliot’a sonra Thackeray’a iner; ardından da Trollope’a, sonra da Kipling, Hall Caine, Rider Haggard vd.nin birbirinin benzeri fabrikasyon yapıtlarına doğru alçalır. Aynı şaşırtıcı durum, üstelik çok daha çarpıcı bir şekilde Amerikan yazını için de söz konusudur. Emerson, Thoreau, Lowell, Whittier ve benzerlerinin oluşturduğu yüce kuşaktan sonra birden bir düşüş görürüz: Artık kapakları ve illüstrasyonları pek güzel, ama içeriklerindeki yoksulluk nedeniyle okunmaları mümkün olmayan cılız öykü ve romanlarla karşı karşıyadır okur.
Günümüzde eğitimli insanların cehaleti öyle bir düzeye gelip dayanmıştır ki, gerek geçmişin, gerekse 19. yüzyılın bütün gerçek düşünürleri, ozanları, yazarları yeni insanların yüksek ve incelmiş beğenilerine seslenemeyen geri kalmış sanatçılar olarak görülüyorlar. Bu insanların tümüne bugün küçümser bir gülümsemeyle bakılıyor. Günümüzde Nietzsche’nin ahlaksız, kaba, abartılı ve tutarsız zırvaları felsefenin son sözleri olarak kabul görüyor, değişik dekadan ozanların ölçü ve uyakla bir araya getirdiği anlamsız, yapay söz öbekleri en üst düzeyde şiirler olarak alkışlanıyor; anlamı, yazarı da içinde, hiç kimse tarafından bilinmeyen birtakım sözde oyunlar tiyatrolarda sahnelenebiliyor; içeriksiz, sanattan hiç nasiplenmemiş birtakım romanlar sanat yapıtı diye milyonlarca adet basılıp dağıtılabiliyor.
Durum buyken, üniversite eğitimini tamamlamış gençler soruyorlar:
“Eğitimimdeki eksikleri gidermek için ne okumalıyım?”
Okumayı öğrenmiş, okuduğunu anlayan ve gerçek aydınlığı arayan halktan birinin sorusu da aynıdır.
Bu tür sorulara yanıt olmak üzere toplumun ileri gelenlerine yöneltilen, “Size göre en iyi 100 kitap?” türünden saf soruların, soruşturma girişimlerinin ne denli yetersiz oldukları ortadır.
Bizim Avrupa toplumunda geçerliliğini sürdüren –ve herkesin de sessizce benimsediği– bir başka tutumun, yazarları birinci, ikinci, üçüncü vb. sınıf diye; dâhileri çok yetenekli, yetenekli ve fena sayılmaz diye sınıflara ayırma tutumunun da bir yararı yoktur bu sorunun çözümüne. Böylesi sınıflandırmalar, edebiyatın artamının gerçekten anlaşılmasına ve kötüler ummanında iyi olanların aranıp bulunmasına yardımcı olmak şurada dursun, işi büsbütün çıkmaza sokar. Bu türden bölümlemelerin çoğu kez gerçeği yansıtmaktan uzak olduğunu, salt çok uzun zaman önce yapıldığı ve sorgusuz sualsiz herkesçe benimsendiği için geçerliklerini koruduğunu bir yana bırakalım; ama unutmayalım ki, birinci sınıf diye benimsenen yazarlar arasında çok kötü olanların ve en son ayrımda gösterilen yazarlar arasında da son derece iyilerin çıkabilmesi nedeniyle zararlıdır da bu türden sınıflandırmalar. Böylece de, yazarların sınıflandırılmasını benimseyen, birinci sınıf yazarların her yazdıklarının güzel; üçüncü, beşinci sınıf –ya da hiç tanınmayan, bilinmeyen– yazarların ellerinden çıkma bütün yapıtların da zayıf olduğuna inanan bir insan, bu kafa karışıklığı nedeniyle yararlı ve gerçekten aydınlatıcı pek çok şeyden yoksun kalacaktır.
Bilgi eksiğini tamamlamak isteyen, aydın, donanımlı gençlerden ve aydınlanmayı arayan halktan insanlardan yükselen günümüzün bu can alıcı sorusuna yalnızca gerçek eleştiri yanıt verebilir. Yoksa bugün var olan ve tanınmış yapıtları övmeyi, bunlardaki belirsiz, anlaşılmaz felsefi, estetik kuramları haklı çıkaracak şeyler uydurmayı kendine görev bilen eleştiri değil; kötü yapıtları veya kendine yabancı bir çevreden gelen yapıtları az ya da çok nüktedanlıkla alaya almayı kendine görev bilen eleştiri de değil; hele hele bizde gelişmiş olan ve kimi yazarların çizdiği tiplerden bütün toplumun gelişim yönünü belirleme ya da yazınsal yapıtları kullanarak kendi ekonomik ve politik düşüncelerini dile getirme sevdasında olan eleştiri hiç değil!
Yazılmış bunca şey arasında okunacak olanlar hangileridir? Bu son derece önemli soruya yalnızca gerçek eleştiri yanıt verebilir; o gerçek eleştiri ki, Matthew Arnold’un da dediği gibi, hem geçmişin, hem de bugünün yazarlarınca yaratılmış ne kadar en güzel yapıt varsa, bunların tümünü insanlara göstermeyi kendine görev bilmiştir.
Çıkar gözetmeyen, hiçbir gruba, topluluğa bağlı olmayan, sanattan anlayan ve onu seven böyle bir eleştirinin ortaya çıkıp çıkmayacağı; bu eleştirinin reklamlardan, paralı tanıtımlardan daha güçlü bir yetkesinin olup olmayacağı bence şu sorunun çözümüne bağlıdır: Bizim şu aydın denilen Avrupa toplumunda aydınlanmanın son ışıkları halk yığınlarına ulaşamadan sönüp gidecek mi, yoksa ortaçağda olduğu gibi yeni bir parlamayla bugün ışıktan yoksun geniş halk yığınlarına ulaşıp onlar arasında yayılacak mı?
Beş para etmez, boş, anlamsız, hatta düpedüz iğrenç yazın yapıtları üzerinde her boydan, her soydan onca tartışma yapılır, bunlar yere göğe konulamaz ve milyonlarca adet basılıp dağıtılırken, basılı eser adı verilen ıskarta mallar ummanı içinde boğulup giden nice güzel yapıt gibi Von Polenz’in bu güzel romanının da toplumumuzca tanınmaması bende bu düşünceleri uyandırdı ve herhalde bir daha elime geçmeyecek bu fırsatı değerlendirerek, kısa da olsa düşüncelerimi açıkladım.