KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM - Ceziresini Teftiş Ederken Sancho Panza'nın Başına Gelenlere Dair

Büyük valiyi, tasvirci ve uyanık çiftçiye öfkelenmiş, sinirlenmiş halde bırakmıştık; çifçi, kâhyanın talimatıyla, o da dükten aldığı emirlere uygun şekilde oynamışlardı bu oyunu Sancho'ya. Ama Sancho, aptal, köylü ve kaba olduğu halde kimseye pabuç bırakmıyordu; yanındakilere ve dükten gelen gizli mektup okunup bittikten sonra tekrar salona girmiş olan Doktor Pedro Recio’ya dedi ki:

"Şimdi iyice anladım ki, yargıçlarla valilerin, iş görüşmesine gelenlerin münasebetsizliklerine sinirlenmemek için, gerçekten tunçtan olmaları gerekiyormuş; her saat, her an, ne olursa olsun sırf onları dinleyip sırf onların işleriyle ilgilenmek gerekiyor. Zavallı yargıç, mümkün olmadığı için ya da o saat onları dinlemeye ayrılmadığı için kendilerini dinlemez, ilgilenmezse de, hemen lânet okurlar, çekiştirirler, kemiklerini kemirir, hatta sülâlesini didiklerler. Sersemler, şuursuzlar, acele etmesenize; iş görüşmek için uygun zamanı, uygun şartları bekleyin; yemek saatinde, uyku saatinde gelmeyin, yargıçlar da etten kemiktendir; vücutlarına, tabiat kanunu gereği istedikleri şeyleri vermek zorundadırlar. Ben hariç; ben vücudumu beslemiyorum; şu gördüğünüz Senor Doktor Pedro Recio Tirteafuera sayesinde. Beni açlıktan öldürmeye niyetli; üstelik de bu ölümün sağlık olduğunu söylüyor. Tanrı kendisine de, bütün benzerlerine de böyle sağlık versin. Tabii kötü hekimlerden sözediyorum; iyi hekimler her türlü alkışa, övgüye lâyıktır."

Sancho Panza' yı tanıyanların hepsi, böyle güzel konuşmasına şaşırıyor, bunu neye yoracaklarını bilemiyor, ciddî görev ve mevkilerin bazı zihinleri hızlandırdığına, bazılarını da yavaşlattığına hükmediyorlardı. Sonunda Doktor Pedro Recio Agüero de Tirteafuera, Hippocrates'in bütün özdeyişlerini çiğneme pahasına, o gün kendisine akşam yemeği verileceğini vaat etti. Vali bununla tatmin oldu; akşamın ve yemek saatinin gelmesini sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Onun gözünde zaman hiç ilerlemediği, hep aynı yerde kaldığı halde, çok istediği saat nihayet geldi. Kendisine akşam yemeği olarak soğanlı sığır yahnisi ve birkaç gün beklemiş bir dana paçası verdiler. Hepsini zevkle mideye indirdi; önüne Milano'dan bıldırcınlar, Roma'dan sülünler, Sorrento'dan danalar, Moron'dan keklikler, Lavajos'tan kazlar gelse, bu kadar zevkle yemezdi. Yemek sırasında doktora dönüp dedi ki:

"Bakınız sayın doktor, bundan böyle bana nadide yiyecekler, makbul yemekler verme zahmetine girmeyin. Öylesi midemi zıvanadan çıkarmak olur; benim midem keçiye, sığıra, domuza, islenmiş ete, şalgama, soğana alışıktır; tutup da saray yemekleri verirseniz, nazla, hatta tiksintiyle karşılar. Sofracıbaşı şimdi gidip bana şu etli türlüden getirsin; ne kadar çok şey olursa içinde, o kadar güzel kokar türlü; türlünün içinde yiyeceğin her türlüsü bulunur. Sofracıbaşıya müteşekkir olurum, bir gün karşılığını öderim. Kimse benimle alay etmeye kalkışmasın, gösterelim kendimizi, hep birlikte huzur içinde yaşayıp yiyelim. Güneş doğdu mu herkese doğar. Ben bu cezireyi rüşvete göz yummadan, doğru yoldan ayrılmadan yöneteceğim; herkes de gözünü açıp kendi attığı oka mukayyet olsun. Ben haber vermiş olayım,eski çamlar bardak oldu; önüme fırsat çıkarsa size ne harikalar göstereceğim! Buldunuz bal alacak çiçeği!"

"Saygıdeğer vali," dedi sofracıbaşı, "zat-ı âliniz hiç kuşkusuz bütün söylediklerinizde çok haklısınız. Ben bu cezirede yaşayan bütün cezire ahalisi namına bütün sadakatimiz, sevgimiz ve iyi niyetimizle, zat-ı âlinize hizmetlerimizi sunuyorum; zat-ı âlinizin başlangıçta gösterdiği yumuşak yönetim tarzı, zat-ı âlinize hizmette kusur sayılabilecek bir şey yapmaya ya da düşünmeye meydan vermiyor zaten."

"Ben de öyle düşünüyorum," diye cevap verdi Sancho; "başka türlü davranmak veya düşünmek için aptal olmak lâzım. Tekrar söylüyorum, benim beslenmemle, karakaçanımın bakımıyla ilgilenilsin; şu anda en önemli konu bu. Zamanı gelince teftişe çıkalım; çünkü niyetim bu cezireyi her türlü pislikten, serseri, avare ve ahlâksız kimselerden temizlemek; şunu bilmenizi isterim ki arkadaşlar, bir cemiyetteki aylak, tembel insanlar, tıpkı kovanda işçi arıların yaptığı balı yiyen erkek arılar gibidirler. Niyetim, çiftçilere yardım etmek , asilzadelerin üstünlüklerini korumak, faziletlileri ödüllendirmek, hepsinden önemlisi de, dine ve dinadamlarının şerefine saygılı olmak. Ne diyorsunuz buna arkadaşlar? Söylediklerim doğru mu, yoksa boşuna mı kafa patlatıyorum? "

"Hem de çok doğru, saygıdeğer vali," dedi kâhya. "Zat-ı âliniz gibi, yanılmıyorsam tamamen tahsilsiz bir kişinin, bunca veciz, böyle bilgece sözler etmesine şaşırıp kalıyorum; zat-ı âlinizi buraya gönderenler de, zat-ı âlinizle birlikte gelen bizler de, dehanızdan bu kadarını beklemiyorduk. İnsan bu dünyada neler görüyor; şaka gerçek oluyor, aldatmaya kalkan aldanıyor."

Akşam oldu; vali, Senor Doktor Recio'nun izniyle yemeğini yedi. Teftişe çıkmak üzere hazırlandılar; valiye kâhya, sekreter, sofracıbaşı, yaptıklarını kaydetmekle görevli vakanüvis, kolluklar ve yazıcılar eşlik etmekteydi; o kadar kalabalıktılar ki, orta boy bir birlik oluşturabilirlerdi. Sancho'nun ortada asâsıyla bir gidişi vardı ki, görmeye değerdi; daha birkaç sokak geçmişlerdi ki, kılıç sesleri duydular. O tarafa seyirttiler ve iki adamın tek başlarına dövüşmekte olduğunu gördüler. Adamlar karşılarında adaleti görünce dövüşü kestiler; bir tanesi dedi ki:

"Tanrı hakkı için, kralın hakkı için! Artık herkesin içinde hırsızlık, sokak ortasında haydutluk da mı yapılacak burada?"

"Sakin olun kardeşim," dedi Sancho. "Dövüşmenizin sebebi nedir, anlatın bana; ben valiyim."

Bu kez sözü rakibi aldı:

"Saygıdeğer vali, ben kısaca anlatayım; zat-ı âlinize önce şunu belirtmek isterim: Bu adam biraz önce şu karşıdaki kumarhanede bin riyalden fazla para kazandı; nasıl kazandığını Tanrı bilir. Ben birkaç şüpheli atışta, vicdanımın yükselen sesine rağmen onun lehinde şahitlik ettim. Kazandığı paraları toplayıp kalktığında, en azından göz hakkı olarak bir bahşiş vermesini bekliyordum; benim gibi soylu kişiler, çıkabilecek anlaşmazlıklara nezaret etmek, haksızlıkları onaylamak ve kavgaları önlemek üzere kumar masasında hazır bulunduklarında, bahşiş verilmesi âdettendir. Ama bu adam parasını cebine attığı gibi kumarhaneden çıktı gitti. Ben de gücenip peşinden gittim; kendisinden terbiyeli, kibar sözlerle, hiç değilse sekiz riyal vermesini rica ettim. Şunu bilmenizi isterim ki, ben şerefli bir kimseyimdir; mesleğim de yoktur, gelirim de, çünkü ailem meslek öğretmedi, gelir de bırakmadı bana. Cacus kadar hırsız, Andradilla kadar düzenbaz olan bu açıkgöz ise, dört riyalden fazla vermek istemedi. Görüyor musunuz, saygıdeğer vali, ne utanmazlık, ne vicdansızlık! Ama yemin ederim, zat-ı âliniz gelmeseydiniz, ben ona kazancını kusturmayı bilirdim! Dünyanın kaç bucak olduğunu anlardı o zaman."

"Siz buna ne diyorsunuz?" diye sordu Sancho.

Adam da, hasmının bütün anlattıklarının doğru olduğunu, ama kendisine sık sık bahşiş verdiği için, dört riyalden fazla vermek istemediğini söyledi. Bahşiş bekleyenler terbiyeli olmalı, verileni güleryüzle kabul etmeli, düzenbaz olduklarından, hileyle kazandıklarından emin olmadıkları sürece, kazananlarla hesaplaşmaya kalkışmamalıydılar. Kendisinin iddia edildiği gibi hırsız değil, şerefli bir adam olduğunun en büyük delili de, bahşiş vermeyi reddetmiş olmasıydı; çünkü hilebazlar daima kendilerini farkeden meraklılara haraç öderlerdi.

"Doğru,” dedi kâhya. "Saygıdeğer vali, bu iki adamı ne yapacağımıza zat-ı âliniz karar vereceksiniz."

"Şöyle yapacağız," dedi Sancho: "Siz, haklı, haksız veya tarafsız kazanmış olan arkadaş, derhal hasmınıza yüz riyal verin; otuz riyal de, hapishanedeki yoksullara vereceksiniz. Siz, mesleği ve geliri olmayan, bu cezirede aylak dolaşan arkadaş, hemen şu yüz riyali alın, yarın akşam bu cezireyi on yıllığına terk etmiş olun. Yasağı çiğnerseniz, cezasını öbür dünyada çekersiniz; sizi kazığa çekerim, ben çekmesem de benim emrimle cellâtlar çeker. Kimse de karşılık vermeye kalkmasın, tokadı yer yoksa."

Adamların biri parayı verdi, öbürü aldı; beriki cezireyi terk etti, öteki de evine gitti; vali bunun üzerine dedi ki:

"Hiçbir şey yapamasam, şu kumarhaneleri kapatacağım; çok zararlı yerler gibi geliyor bana."

"En azından bunu kapatmanız mümkün değil efendim," dedi yazıcılardan biri; "çünkü sahibi çok önemli bir şahsiyettir; kumardan yıllık zararı, kârından kat kat fazladır. Daha ufak çaptaki kumarhanelere zat-ı âlinizin gücü yeter; en zararlı olanları, içlerinde en fazla münasebetsizliği gizleyenleri, bunlardır. Soylu şövalyelerin, senyörlerin kumarhanelerinde meşhur dolandırıcılar hile yapmaya cesaret edemezler. Kumar adı verilen kötü alışkanlık artık çok yaygın bir uğraş haline geldiğine göre de, soylu kimselerin kumarhanelerinde oynanması daha iyi; meslekten kumarcıların kumarhanelerine giden bir zavallı, gece yarısından sonra diri diri derisini yüzdürme tehlikesiyle karşı karşıyadır."

"Sayın yazıcı," dedi Sancho," bu konuda söylenecek çok şey var."

Bu sırada bir delikanlıyı tutmuş getiren bir polis geldi ve dedi ki:

"Saygıdeğer vali, bu delikanlı bize doğru yürüyordu; polis olduğumuzu anlar anlamaz sırtını dönüp tazı gibi koşmaya başladı; belli ki bir suç işlemiş. Ben de peşinden koştum; tökezleyip düşmese, imkânı yok yetişemezdim."

"Niye kaçıyordun kardeşim?" diye sordu Sancho.

Delikanlı şöyle cevap verdi:

"Polislerin bitmez tükenmez suallerine maruz kalmamak için efendim.”

"Ne iş yaparsın?"

"Dokumacıyım."

"Ne dokursun?"

"Zat-ı âlinizin yüksek müsaadesiyle mızrak demiri."

"Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Soytarılık mı marifetiniz? Pekala ! Nereye gidiyordunuz bakalım?"

"Hava almaya efendim."

"Bu cezirede hava nerede alınır?"

"Neresi esiyorsa orada."

"Pekala, pek münasip cevaplar veriyorsunuz! Akıllısınız delikanlı, ama şunu unutmayın ki ben havayım, pupa yelken esiverir, doğru hapse götürürüm sizi. Yakalayın, götürün şunu; bu gece orada havasız uyusun bakalım!"

"Tanrı hakkı için!" dedi delikanlı. "Zat-ı âlinizin beni kral yapması nasıl imkânsızsa, bu gece hapiste uyumaya zorlaması da imkânsız."

"Neden hapse atamıyormuşum seni?" dedi Sancho. "Seni canım ne zaman isterse tutuklayıp bırakmaya yetkim yok mu benim?"

"Ne kadar yetkiniz olursa olsun," dedi delikanlı, "beni hapiste uyumaya zorlayacak kadar olamaz."

"Nasıl olmaz?" dedi Sancho. "Derhal götürün şunu, kendi gözüyle görsün bakalım gerçeği. Gardiyan işine geldiği için merhametli davranmaya kalkarsa eğer, senin hapishaneden adım atmana izin verdiği takdirde, iki bin duka altını ceza veririm kendisine."

"Bütün bunlar çok komik," diye cevap verdi delikanlı. "Dünyada hiç kimse beni hapiste uyumaya mecbur edemez, işte o kadar."

"Bana bak, şeytan," dedi Sancho, "seni içine atmayı düşündüğüm hücreden çıkaracak, parmaklıklarını sökecek bir meleğin mi var senin?"

"Saygıdeğer vali," dedi delikanlı gayet kibarca, "gelin birlikte düşünüp anlaşalım. Farzedin ki beni hapse götürmelerini emrettiniz, orada beni parmaklıkların arkasına atıp üzerime kilit vurdular, hücreye tıktılar; gardiyana beni bıraktığı takdirde ağır cezalar koydunuz, o da emirleri aynen yerine getirdi. Bütün bunlara rağmen, ben uyumak istemezsem, bütün gece gözlerimi kırpmadan uyanık kalmak istersem, zat-ı âlinizin ne kadar yetkisi olursa olsun, ben istemedikten sonra beni uyutmaya yeter mi?"

"Yetmez tabii ki," dedi sekreter. "Adam iddiasını ispat etti."

"Yani," dedi Sancho, "sırf canınız öyle istiyor diye uyumayacaksınız; bana karşı gelmek için değil."

"Katiyen efendim," dedi delikanlı, "haddime mi düşmüş?"

"Öyleyse Tanrı'ya emanet olun," dedi Sancho; "gidin evinizde uyuyun; Tanrı rahat uykular versin, ben kaçırmış olmayayım. Ama benden size nasihat olsun, bundan böyle adaletle şakalaşmayın, şakanızı başınıza çalan biriyle de karşılaşabilirsiniz."

Delikanlı gitti, vali teftişine devam etti; az sonra iki polis, bir adamı kolundan tutmuş getirdiler ve dediler ki: "Saygıdeğer vali, bu, erkek gibi göründüğü halde, aslında kadın, üstelik çirkin de değil; erkek kıyafetiyle dolaşıyor."

Yüzüne iki üç fener tuttular; fenerlerin ışığında, on altı yaşlarında ya da biraz daha büyük, saçları sırmalı, yeşil ipekli bir fileyle toplanmış, mücevher güzelliğinde bir kadının yüzü çıktı ortaya. Tepeden tırnağa incelediler; çoraplarının pembe ipekten, sırma ve minik incilerle süslü kırmaları olan çorap bağlarınınsa, beyaz taftadan olduğunu gördüler. Şalvarı, yaldızlı yeşil kumaştandı, aynı kumaştan, bol ve kısa ceketinin altına, incecik sırmalı beyazlı bir kumaştan bir hırka giymişti;ayakkabıları da beyaz erkek ayakkabılarıydı. Belinde kılıç değil, çok değerli bir hançer, parmaklarında da çok sayıda değerli yüzük vardı. Kısacası, kız herkesin gözüne çok hoş göründü; görenlerden hiçbiri kendisini tanımadı; köyün yerlileri, kızın kim olabileceği konusunda hiçbir tahmin yürütemiyorlardı. Sancho'ya oynanacak oyunlardan haberdar olanlar ise, en çok şaşıranlardı; çünkü bu olay kendilerinin tasarladığı bir olay değildi ve şüpheyle işin nereye varacağını bekliyorlardı.

Sancho kızın güzelliği karşısında donup kalmıştı; kıza kim olduğunu, nereye gittiğini ve niçin öyle bir kıyafet giydiğini sordu. Kız, gözlerini samimî bir mahcubiyetle yere dikip cevap verdi:

"Gizli kalmasına bu kadar önem verdiğim bir şeyi alenen söyleyemem efendim. Bir şeyi belirtmek istiyorum: Ben hırsız değilim, kötü bir insan da değilim; sadece bahtsız bir genç kızım; şiddetli bir kıskançlık yüzünden ahlâkın gerektirdiği ağırbaşlılıktan uzaklaştım."

Kâhya bunu duyunca Sancho'ya dedi ki:

"Saygıdeğer vali, insanları uzaklaştırın da bu hanım çekinmeden istediğini söyleyebilsin."

Vali emir verdi, herkes uzaklaştı; sadece kâhya, sofracıbaşı ve sekreter kaldılar. Genç kız yalnız kaldıklarını görünce, sözlerine devam etti:

"Saygıdeğer beyler, ben Pedro Perez Mazorca'nın kızıyım; kendisi bu köyün yün taciridir; babamı sık sık ziyaret eder."

"Bu olmadı küçük hanım, " dedi kâhya; "çünkü ben Pedro Perez'i çok iyi tanırım; ne kız, ne oğlan, hiç çocuğu olmadığını biliyorum. Üstelik önce babanız olduğunu söylediniz, sonra da babanızı sık sık ziyaret ettiğini eklediniz."

"Ben de farketmiş tim," dedi Sancho.

"Beyler, kafam karıştı, ben de ne dediğimi bilmiyorum," diye cevap verdi genç kız; "ama aslında ben Diego de la Llana'nın kızıyım; hepiniz tanıyorsunuzdur kendisini. "

"Şimdi oldu," dedi kâhya; " Diego de la Llana'yı tanırım; nüfuzlu ve zengin bir asilzade olduğunu, bir oğluyla bir de kızı olduğunu biliyorum; dul kaldıktan sonra, bütün köyde bir tek kişi kızının yüzünü gördüğünü söyleyemez. Kızını o kadar kapalı yetiştirir ki, güneşin bile onu görmesine fırsat vermez. Bütün bunlara rağmen, çok güzel olduğu söylenir."

"Doğru," dedi genç kız; "işte o kız benim; söylendiği kadar güzel olup olmadığıma ise, kendi gözlerinizle gördüğünüze göre, kendiniz karar verebilirsiniz."

Bu sözlerin üzerine usulca ağlamaya başladı; bunu gören sekreter, sofracıbaşının kulağına eğilip çok alçak sesle dedi ki:

"Bu zavallı kızcağız, bu kadar soylu olduğu halde, bu kıyafetle, bu saatte evinden dışarı çıktığına göre, başına önemli bir şey gelmiş olmalı."

"Buna hiç şüphe yok," diye cevap verdi sofracıbaşı; "zaten gözyaşları da bu tahmini doğruluyor."

Sancho kızı elinden geldiğince teselli etmeye çalıştı; başından geçenleri hiç korkmadan kendilerine anlatmasını rica etti; hepsi derdine çare bulmak için ellerinden geleni yapacaklardı.

"Beyler," dedi kız, "babam on senedir, yani annem toprağın altına girdiğinden beri beni evde kapalı tutuyor. Evimizde duaların okunduğu güzel bir kilise var; bütün bu süre boyunca, gündüzleri gökyüzünde güneşin, geceleri de ay ve yıldızların dışında hiçbir şey görmedim. Sokak nedir, meydan nedir, kilise nedir, hatta erkek nedir bilmem; gördüğüm tek erkekler, babam, erkek kardeşim ve yüncü Pedro Perez'dir; evimize çok sık geldiğinden, asıl babamın adını söylememek için onunkini söylemek geldi aklıma. Böyle eve kapatıldığım, kiliseye dahi gitmeme izin verilmediği için aylardır çok üzülüyordum. Dünyayı, en azından doğduğum köyü görmek istiyordum; bu istediğimin de, soylu genç kızların korumak zorunda oldukları itibarlarına zararlı olmadığını düşünüyordum. Boğa güreşleri, mızrak dövüşleri olduğunu, temsiller oynandığını duyduğumda, benden bir yaş küçük olan kardeşime sorardım, bunların ve daha görmediğim birçok şeyin ne olduğunu. O elinden geldiği kadar anlatırdı; ama bu, kendi gözümle görme arzusunu daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramıyordu. Mahvımın öyküsünü daha fazla uzatmayayım, nihayet kardeşime rica ettim, yakardım, ah, keşke rica etmeseydim, yakarmasaydım..."

Ve tekrar ağlamaya koyuldu. Kâhya dedi ki:

"Devam ediniz hanımefendi; ne olduğunu anlatın. Sözleriniz de, gözyaşlarınız da hepimizi meraka boğdu."

"Anlatacak fazla bir şey kalmadı," diye cevap verdi genç kız;" akıtacak gözyaşım bol ama. Kötü arzular beraberlerinde ancak böyle felâketler getirirler."

Genç kızın güzelliği sofracıbaşının ruhuna işlemişti; yüzünü tekrar görebilmek için fenerini yaklaştırdı. Gözünden akan yaşlar ona gözyaşı değil, kırlardaki çiy taneleri gibi geldi; hatta daha da ileri giderek onları doğu incilerine benzetti. Başına gelen felâketin, ağlamasının ve hıçkırıklarının düşündürdüğü kadar büyük bir felâket olmamasını diliyordu içinden. Genç kız hikâyesini anlatmayı geciktirdikçe vali sabırsızlanıyordu; onları bu merak içinde daha fazla bekletmemesini, geç olduğunu, daha köyde dolaşacakları çok yer olduğunu söyledi. Kız kesik hıçkırıklarla, nefesi tıkanarak konuştu:

"Başıma gelen felâket, bahtsızlık şu ki, ben kardeşime, beni kendi kıyafetleriyle erkek gibi giydirip bir gece, babamız uyurken bütün köyü gezdirmesini, göstermesini rica ettim. Kardeşim ısrarlarıma, yalvarmalarıma dayanamayıp isteğimi kabul etti; ben bu kıyafeti giydim; o da benim bir elbisemi giydi. Elbise tıpatıp uydu üzerine; sakalı da olmadığı için, çok güzel bir genç kıza benzedi. Bu gece, herhalde bir saat kadar önce, evden çıktık; gençliğimizin aşırı heveslerine kapılıp bütün köyü dolaştık. Artık eve dönmeye karar vermişken, kalabalık bir insan topluluğunun bize doğru gelmekte olduğunu gördük. Kardeşim bana dedi ki: 'Abla, bunlar herhalde devriye; vargücünle benim arkamdan koş; bizi tanırlarsa hakkımızda hayırlı olmaz.' Bunları söyleyip sırtını döndü ve koşmaya değil, âdeta uçmaya başladı. Ben daha altı adım atmamıştım ki, korkumdan düştüm. İşte o sırada beni zat-ı âlilerinizin huzuruna getiren polis geldi; bu kadar insanın karşısında, ahlâksızlığım, heveslerim yüzünden rezil oldum."

"Gerçekten küçük hanım," dedi Sancho, "başınıza başka bir felâket gelmedi mi? Hikâyenizin başında söylemiş olduğunuz gibi, bir kıskançlık yüzünden ayrılmadınız mı evinizden?"

"Başka bir şey gelmedi başıma; evden dışarı çıkmamın sebebi de kıskançlık değil, dünyayı görmek isteğiydi; ki o da köyün sokaklarını görmekten öteye gitmiyordu."

Genç kızın söylediklerinin doğru olduğu, o sırada iki polisin kardeşini getirmesiyle de anlaşıldı; ablasını bırakıp kaçarken polislerden biri tarafından yakalanmıştı. Üzerinde güzel bir etek, mavi damaskodan, sırma süslemeli bir pelerin vardı; başında bir örtü veya altın buklelere benzeyen sapsarı, kıvırcık saçlarından başka bir süs yoktu. Vali, kâhya ve sofracıbaşı, oğlanı bir kenara çekip ablasına duyurmadan niye o kıyafetle dolaştığını sordular. O da, ablası kadar utanarak, çekinerek, ablasının anlattıklarını aynen tekrarladı. Âşık sofracıbaşı buna çok memnun oldu. Vali iki kardeşe dedi ki:

"Doğrusu beyler, çok çocukça bir haylazlık olmuş bu; bu sersemliği ve cüretkârlığı anlatmak için ne sözü bu kadar uzatmanıza, ne de bu kadar gözyaşı ve hıçkırığa gerek vardı. 'Biz filancayız, evimizden bu şekilde sırf meraktan, başka bir niyetimiz olmadan, gezmek için çıktık,' deseydiniz, mesele kapanır, inlemelere, ağlamalara, ısrarlara lüzum kalmazdı."

"Doğru," diye cevap verdi genç kız; "ama zat-ı âlilerinize şunu söylemek istiyorum: O kadar heyecanlandım ki, ne yapacağımı bilemedim."

"Üzülecek bir şey yok," dedi Sancho. "Haydi gidelim, sizi de evinize bırakalım; babanız belki farketmemiştir yokluğunuzu. Bundan böyle de bu kadar çocuksu davranmayın, dünyayı görmeye bu kadar heves etmeyin. Namuslu genç kız bacağını kırar, evinde oturur; çok gezen tavuk ayağında pis getirir; görmek isteyen kadın, görülmek de ister. Daha fazla bir şey söylemeyeceğim."

Delikanlı, kendilerini eve kadar geçirme teklifinden dolayı valiye teşekkür etti ve sonra, bulundukları yerden fazla uzak olmayan eve doğru gittiler. Eve vardıklarında oğlan bir pencereye küçük bir taş attı; kendilerini beklemekte olan bir hizmetçi derhal inip kapıyı açtı. İki kardeş içeri girdiler; diğerleri ise, ikisinin zarafetine, güzelliğine ve gece vakti, köyün dışına çıkmadan dünyayı görme isteklerine şaşırıp kaldılar; ama hepsini genç yaşlarına yordular.

Sofracıbaşı kalbinden vurulmuştu; derhal, ertesi gün gidip kızı babasından istemeye karar verdi. Dükün hizmetkârı olduğu için reddedilmeyeceğinden emindi. Hatta Sancho da oğlanı kızı Sanchica'yla evlendirmeyi istedi, düşündü; zamanı gelince meseleyi ele almaya karar verdi; ne de olsa, bir valinin kızına koca olmaya herkes razı gelirdi.

O geceki teftiş böylece sona erdi; iki gün sonra, valiliğin sonu geldi; ileride de görüleceği gibi, Sancho'nun bütün niyetleri de suya düştü.