ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM - Don Quijote'nin üzerine aralıksız yağan serüvenlere dair

Don Quijote kendisini kırda, Altisidora'nın ısrarlarından kurtulmuş, serbest bulunca, kendi ortamına döndüğünü, tekrar şövalyeliklerine devam etmek için heveslendiğini hissederek Sancho'ya dedi ki:

"Hürriyet, tanrıların insanoğluna bahşettiği en değerli lütuflardan biridir Sancho. Dünya yüzündeki, denizlerin altındaki bütün hâzinelerden daha değerlidir. İnsan, tıpkı şerefi için olduğu gibi hürriyeti için de canını feda edebilir, etmelidir de; bunun tersi, esaret ise, insanın başına gelebilecek en büyük felâkettir. Bunları söylememin sebebi şu Sancho: Biraz önce ayrıldığımız şatoda bize yapılan ikramı, içinde yüzdüğümüz bolluğu gayet iyi biliyorsun. Oysa ben o mükellef ziyafetlerin, buz gibi içkilerin ortasında, âdeta açlıktan kıvranır gibiydim; çünkü bütün bunlar bana aitmiş gibi serbestçe tadını çıkaramıyordum. Kişiye bahşedilen lütuflara karşılık verme mecburiyeti, hür bir ruhu engelleyen bağlardır. Tanrı'nın bir parça ekmek verdiği, bunun için Tanrı'dan başka kimseye minnet duymak zorunda olmayan kişiye ne mutlu!"

"Zat-ı âlinizin bütün bu söylediklerine rağmen," dedi Sancho, "dükün kâhyasının ufak bir kese içinde bana verdiği iki yüz altına minnettar olmamamız doğru değil. Onu uğur ve rahatlatıcı olarak kalbimin üzerinde taşıyorum; ne olur ne olmaz diye. Her zaman böyle ağırlanacağımız şatolar bulacak değiliz; dayak yiyeceğimiz hanlara da düşebiliriz."

İki gezgin, şövalyeyle silâhtarı bu ve benzeri konuşmalarla bir fersahtan biraz fazla yol gitmişlerdi ki, küçük, yeşil bir çayırda, çimenlerin üzerine pelerinlerini sermiş yemek yiyen, köylü kıyafetli on, on iki adam gördüler. Yanlarında, beyaz çarşaflara benzer örtülerle örtülmüş bir şeyler, kimi yüksek, kimi alçak, aralıklı olarak yerleştirilmişti. Don Quijote yemek yiyen adamlara yaklaşıp önce kibarca selâmladıktan sonra o bezlerin altında ne olduğunu sordu. Adamlardan biri cevap verdi:

"Efendim, bu bezlerin altında, köyümüzde oynanacak bir kukla tiyatrosunun tahta üzerine kabartma resimleri var. Kirlenip solmasınlar diye üstlerini örtüyoruz; kırılmasın diye de omzumuzda taşıyoruz."

"İzniniz olursa görmek isterdim," dedi Don Quijote. "Bu kadar dikkatle taşındıklarına göre, güzel resimler olsa gerek."

"Hem de nasıl!" dedi bir başkası. "Fiyatından da anlayabilirsiniz; her biri en azından elli duka altını değerinde. Biraz beklerseniz, zat-ı âliniz de kendi gözünüzle görebilirsiniz."

Yemeğini bırakıp oturduğu yerden kalktı ve ilk resmin üstündeki örtüyü kaldırdı; ortaya, at üzerinde Aziz George çıktı; resimlerde her zaman çizildiği gibi, ayaklarının dibinde çöreklenmiş korkunç bir yılanın ağzına mızrağını saplamıştı. Resmin tamamı bir altın parçası gibi ışıl ışıldı. Don Quijote resmi görünce dedi ki:

"Bu şövalye, ilahi ordunun en iyi gezgin şövalyelerinden biriydi; adı Aziz George'dur; ayrıca genç kızların da koruyucusuydu. Şu ötekini görelim."

Adam öbür resmi açtı; Aziz Martin at üzerinde, pelerinini bir yoksulla paylaşırken görülüyordu; Don Quijote resmi görür görmez dedi ki:

"Bu şövalye de Hıristiyan maceracılardandı; sanıyorum cesaretinden çok cömertliğiyle ün saldı; gördüğün gibi Sancho, pelerinini bir yoksulla paylaşıyor, yarısını ona veriyor. Hiç şüphe yok, o sırada mevsim kış olmalı; yoksa, o kadar merhametliydi ki, tamamını verirdi."

"Bence ondan değildir," dedi Sancho. "Cömertle nekesin harcı birdir diyen atasözüne dayanarak öyle yapmıştır."

Don Quijote güldü ve bir başka örtüyü açmalarını rica etti; Ispanya'nın Koruyucu Azizi'ni at üzerinde, kılıcı kana bulanmış, Magripliler'i yere serer, kafalarına basıp geçerken gösteren bir resim çıktı. Don Quijote resmi görünce dedi ki:

"İşte bu, gerçek bir şövalyedir; hem de İsa'nın ordusundan. Adı San Diego Matamoros'tur{52}; yeryüzünde yaşamış olan, şimdi de cennette bulunan en cesur azizlerden ve şövalyelerden biridir."

Sonra bir başka örtüyü kaldırdılar, bu resim Aziz Paulus'un attan düşüşünü ve Hıristiyanlığı kabul edişini, her zaman resimlerde anlatıldığı şekliyle gösteriyordu. O kadar canlı bir resimdi ki, sanki Isa konuşuyor, Paulus da ona cevap veriyordu.

"Bu," dedi Don Quijote, "zamanında Efendimiz Isa'nın Kilisesi'nin en büyük düşmanıydı; sonra gelmiş geçmiş en büyük savunucusu oldu. Hayattayken gezgin şövalye, ölürken sakin bir aziz, Efendimiz'in bağında yorulmaz bir ırgat, milletlerin muallimiydi; onun mektebi gökler, öğretmeni İsa'nın ta kendisiydi."

Bunlardan başka resim yoktu; bunun üzerine Don Quijote resimleri tekrar örtmelerini söyledi ve resimleri taşıyanlara dedi ki:

"Kardeşlerim, bu gördüklerim bana uğurlu bir işaret gibi geldi; çünkü bu aziz ve şövalyeler, benimle aynı mesleği, yani silâhşörlük mesleğini icra etmişlerdi. Benimle onlar arasındaki fark, onların aziz olup ilahi şekilde savaşmış olmaları, benimse günahkâr olup insan gibi savaşmam. Onlar, bilek gücüyle göklerin hükümdarlığını fethettiler; çünkü gökler zorlanır. Bense, gayretlerimle ne fethettiğimi hâlâ öğrenebilmiş değilim. Ancak, sevgilim Dulcinea del Toboso içinde bulunduğu dertlerden kurtulursa, talihim düzelebilir, zekâm keskinleşebilir; beni şimdi tuttuğum yoldan daha iyi bir yöne sevkedebilir."

"Tanrı söylediklerinizi duysun, şeytan sağır olsun," dedi Sancho bunun üzerine.

Adamlar Don Quijote'nin görünüşüne de, sözlerine de şaşırdılar; söylediklerinin yarısını anlamadılar. Yemeklerini bitirip resimlerini yüklendiler ve Don Quijote'yle vedalaşıp yollarına devam ettiler.

Sancho, sanki efendisini yeni tanıyormuş gibi, bilgisine hayran kaldı; bu dünyada efendisinin ezbere bilmediği hiçbir öykü, hiçbir olay olmadığını düşünerek dedi ki:

"Doğrusunu isterseniz saygıdeğer efendim, bugün başımıza gelen olaya serüven denebilirse eğer, yolculuklarımız boyunca başımıza gelen en hoş, en tatlı serüvenlerden biriydi. Bu serüvenden dayaksız, hiçbir korku geçirmeden çıktık; ne kılıcımıza el attık, ne yerlere kapaklandık, ne de aç kaldık. Tanrı'ya şükürler olsun ki böyle bir şeyi kendi gözlerimle görmeme izin verdi."

"Dediğin doğru, Sancho," dedi Don Quijote; "ama şunu unutma ki, her gün bir değildir, aynı şekilde geçmez; halkın uğur adını verdiği ve herhangi bir tabii sebebi olmayan şeyler, akıllı kimseler tarafından iyi olaylar gibi görülüp değerlendirilmelidir. Bâtıl inançları olan bir adam, bir sabah kalkıp evinden çıkabilir ve kutlu Aziz Francesco tarikatından bir keşişle karşılaşınca, sanki karşısına bir ejderha çıkmış gibi sırtını dönüp evine gider.{53} Yine bâtıl inançları olan biri, sofraya yanlışlıkla tuz dökse, kalbi hüzne boğulur; sanki tabiat, gelecek olan felâketlerin işaretini bu söylediklerim gibi önemsiz şeylerle vermeye mecburmuş gibi. Akıllı ve Hıristiyan kimse, Tanrı'nın yapmak istediği şeyleri ince ince araştırmamalıdır. Scipio Afrika'ya vardığında, karaya atlarken tökezlemiş, askerleri bunu uğursuzluk gibi görmüşler, ama o, toprağı kucaklayarak, 'Benden kaçamayacaksın Afrika; yakaladım seni; kollarımın arasındasın,' demiştir. Kısacası Sancho, bu resimlerle karşılaşmak, benim için çok mutlu bir olaydı."

"Ben de öyle düşünüyorum," diye cevap verdi Sancho; "zat-ı alinize ayrıca bir şey sormak istiyorum: İspanyollar savaşa girerken niçin o San Diego Matamoros'u anıp, 'Santiago, yüklen İspanya!' derler? İspanya hamal mı ki yüklenmesi gerekiyor, ne demek oluyor bu lâf?"

"Çok safsın Sancho," diye cevap verdi Don Quijote. "Bu büyük Kırmızı Haç Şövalyesi'ni, Tanrı İspanya’ya koruyucu aziz olarak bağışlamıştır; özellikle de İspanyollar'ın Magripliler'le giriştikleri zorlu savaşlarda. Bu yüzden, İspanyollar giriştikleri bütün savaşlarda koruyucu olarak ona seslenir, ona başvururlar; kendisi birçok kez savaşta açık seçik görülmüştür de - Müslüman birliklerini dağıtır, parçalar, mahveder, öldürürken. Sana bunun gerçek olduğunu, gerçek Ispanyol tarihlerinde anlatılan birçok örnekle gösterebilirim."

Sancho konuyu değiştirip efendisine dedi ki:

"Efendim, düşesin nedimesi Altisidora'nın serbestliğine çok şaşırdım. O Aşk dedikleri kör çocuk fena halde yaralamış olmalı kendisini. Derler ki bu çocuğun gözleri çapaklı, daha doğrusu kör olduğu halde, bir kalbe nişan aldı mı, ne kadar küçük olursa olsun, mutlaka okunu isabet ettirir, deler geçermiş. Ayrıca duyduğuma göre, aşkın okları, genç kızların edep ve iffetinde körleşirmiş; ama bu Altisidora'da oklar körleşmekten çok keskinleşmiş galiba."

"Şunu bil ki Sancho," dedi Don Quijote, "aşk, işlerinde ne saygı ne de mantık sınırlarını gözetir ve tıpkı ölüm gibidir. Yoksul çoban kulübeleriyle kralların görkemli sarayları arasında bir ayrım yapmadan saldırır. Bir kalbi tamamen ele geçirdiğinde ilk yaptığı şey, korku ve utancı o kalpten silmektir; işte bu yüzden Altisidora hiç utanmadan arzularını belirtti; benim gönlümde merhametten çok şaşkınlık yarattı."

"Feci bir zulüm!" dedi Sancho. "Duyulmamış bir nankörlük! Ben kendi adıma diyebilirim ki, o kızın ilk sevda sözünde teslim olur, kızın kölesi kesilirdim. Vay orospu çocuğu, bu ne biçim mermerden bir kalp, bronzdan bir gönül ve harçtan ruh! Ama o kızın zat-ı âlinizde ne bulup da böyle teslim olduğunu, köleleştiğini anlamıyorum; hangi yakışıklılık, hangi cazibe, hangi zarafet, hangi yüz, bunların hangileri tek tek veya bir arada âşık etti kendisini? Doğruya doğru, birçok kere zat-ı âlinize tepeden tırnağa uzun uzun baktım; benim gördüğüm şeyler insanı âşık etmekten ziyade irkiltir.  İnsanı âşık eden şeylerin en önemlisi, en birincisi güzelliktir dendiği için de, zat-ı âlinizde hiçbir güzellik olmayınca, zavallı kız neye âşık oldu bilemiyorum."

"Şunu bil ki Sancho," diye cevap verdi Don Quijote, "iki tür güzellik vardır: ruh güzelliği ve vücut güzelliği. Ruh güzelliği akılla, namusla, dürüstlükle, cömertlik ve terbiyeyle kendini gösterir; bütün bu meziyetler de çirkin bir adamda toplanmış olabilir. İnsan dikkatini vücut güzelliğine değil, bu güzelliğe yönelttiği zaman da, şiddetli, derin bir aşk doğar. Ben yakışıklı olmadığımı açıkça görüyorum Sancho; ama çarpık olmadığımı da biliyorum; dürüst, şerefli bir erkeğin, eğer saydığım ruh güzelliklerine sahipse, sevilmesi için bir hilkat garibesi olmaması yeterlidir."

Bu şekilde konuşarak, yol kenarındaki bir ormana girmekteydiler ki, birdenbire, hiç beklenmedik bir anda, Don Quijote ağaçlar arasına gerilmiş yeşil ipliklerden bir ağa dolanmış buldu kendini. Bunun ne olabileceğini tahmin edemeyerek Sancho'ya dedi ki:

"Bana Öyle geliyor ki Sancho, bu ağlar, hayal edilebilecek en değişik serüvenlerden biri olmalı. Bahse girerim, peşimi bırakmayan büyücüler, Altisidora'ya karşı takındığım sert tavrın intikamını almak için beni bu tuzağa düşürüp yolumdan alıkoymak niyetindeler. Kendilerini temin ederim, bu ağ yeşil iplikten değil de sert elmastan yapılmış olsaydı, kıskanç demirci tanrının Venüs'le Mars'ı düşürdüğü zincirli ağdan daha sağlam olsaydı bile, ben yine onu sazdan, pamuk ipliğinden yapılmış gibi koparırdım!"

Tam ilerleyip ağı yırtmak, boydan boya koparmak üzereydi ki, ansızın ağaçların arasından iki tane çok güzel çoban kızı çıktı, karşısına dikildi. Çoban olmasalar da, en azından, çoban kıyafeti giymişlerdi; ama kepenekleri, etekleri, nâdide brokardandı; kabarık etekleri, dalga dalga işlemeli, altın rengi ipektendi. Sırtlarına dökülen salık saçları, güneşin ışınlarıyla rekabet edebilecek sarılıktaydı ve yeşil defneyle kırmızı horozibiğinden örülmüş birer çelenkle taçlandırılmıştı. Yaşları, görünüşe bakılırsa, ne on beşten azdı, ne de on sekizden fazla.

Bu görüntü Sancho'yu afallattı, Don Quijote'yi şaşırttı, güneşi durdurup baktırdı ve dördünü de hayranlık dolu bir sessizliğe gömdü. Nihayet, çoban kızlarından biri sessizliği bozup Don Quijote'ye dedi ki:

"Saygıdeğer şövalye, lütfen durun ve ağımızı koparmayın; bu ağ buraya sizi tuzağa düşürmek için değil, bize eğlence olsun diye gerildi. Ağı buraya niçin gerdiğimizi ve kim olduğumuzu nasılsa soracağınızı bildiğim için, kısaca açıklamak istiyorum. Buradan yaklaşık iki fersah uzaklıktaki, çok sayıda asilzade ve zenginin yaşadığı köyümüzde, çok sayıda arkadaş ve akraba arasında, herkesin oğullarını, karılarını, kızlarını, komşularını, dostlarını ve akrabalarını alıp eğlenmeye buraya gelmesi kararlaştırıldı. Burası bütün bu civarın en hoş yerlerinden biridir; köyün genç kızları ve delikanlıları olarak bizler çoban kıyafetleri giyip burayı yeni bir Arkadia haline getirdik. İki tane eglog ezberledik; biri ünlü şair Garcilaso'nun, öteki de değerli şair Camões'in; üstelik de kendi dilinde, Portekizce; henüz temsil etmedik. Buraya dün geldik; bütün bu çayırları sulayan güzel bir derenin kenarına, ağaçların arasına kır çadırı dedikleri çadırlardan kurduk. Dün gece de, bizim gürültümüzden ürken saf kuşlar takılsın diye, bu ağaçların arasına bu ağları gerdik. Saygıdeğer efendim, misafirimiz olmak isterseniz, sizi cömertçe, kibarca eğlendiririz; çünkü şu anda burada sıkıntıya, hüzne yer yok."

Kız konuşmasını bitirip sustu; Don Quijote de şöyle cevap verdi:

"Güzeller güzeli hanımefendi, eminim ki Aktaion birdenbire Diana'yı derede yıkanırken gördüğünde, benim sizin güzelliğinizi gördüğüm zaman kapıldığım şaşkınlık ve hayranlığı hissetmemiştir. Eğlencelerinizi övgüyle, tekliflerinizi de minnetle karşılıyorum; size herhangi bir hizmette bulunabilirsem, yerine getirileceğinden hiç şüphe duymadan emredebilirsiniz; çünkü benim mesleğim, her tür insana, bilhassa sizler gibi soylu kimselere minnet ve yardımseverliğimi göstermektir. Herhalde küçük bir alanı işgal eden bu ağlar bütün yeryüzünü sarsaydı dahi, ben onları koparmadan geçmek üzere yeni dünyalar bulurdum. Bu mübalâğalı sözlerime biraz olsun inanmanız için, hiç değilse şunu belirtmek isterim ki, bu sözü veren, La Mancha'lı Don Quijote'dir; bilmem bu ismi hiç işitmiş miydiniz."

"Ah canım arkadaşım," dedi bunun üzerine öteki kız, "ne kadar talihliyiz! Bu karşımızdaki beyefendiyi görüyor musun? Kendisi dünyanın en yiğit, en âşık, en kibar şövalyesidir; kahramanlıklarını anlatan, benim de okuduğum kitap yalan söylemiyorsa tabii. Bahse girerim yanındaki şu adamcağız da silâhtarı Sancho Panza; dünyanın en komik adamıdır."

"Doğru," dedi Sancho; "ben zat-ı âlinizin dediği o komik silâhtarım; bu beyefendi de, öyküsü yazılan, dediğiniz La Mancha'lı Don Quijote'nin ta kendisi ve benim efendimdir."

"Ay!" dedi öteki kız. "Sevgili arkadaşım, kendisine yalvaralım da kalsın; ailelerimiz de bayılacak buna. Senin dediğin gibi ben de cesaretinin, hoşluğunun methini işittim; üstelik de gelmiş geçmiş en vefalı âşık diye biliniyor; sevgilisi Dulcinea del Toboso, bütün İspanya'nın en güzel kadınıymış diyorlar."

"Bunu söyleyenler haklı," dedi Don Quijote; "ancak sizin eşsiz güzelliğiniz buna şüphe düşürebilir. Saygıdeğer hanımlar, beni alıkoymak için nafile zahmet etmeyiniz; çünkü mesleğimin kaçınılmaz zorunlulukları, hiçbir yerde durup dinlenmeme izin vermiyor."

Bu sırada, çoban kızlarından birinin ağabeyi, dördünün bulunduğu yere geldi; o da genç kızlar gibi nâdide kumaşlardan çoban giysilerine bürünmüştü. Kızlar, yanlarındaki beyefendinin, La Mancha'lı yiğit Don Quijote, öbürünün de silâhtarı Sancho olduğunu söylediler kendisine; delikanlı da, kitabını okumuş olduğundan, Don Quijote'yi biliyordu. Yakışıklı çoban kendisini şövalyenin hizmetine sunarak çadırlarına gelmesini rica etti; Don Quijote de sonunda teklifi kabul etmek zorunda kaldı.

Bu arada avcılardan ürkerek kaçan kuşlar, ağların rengine kanıp tuzağa düşmekte, ağlar çeşit çeşit kuşla dolmaktaydı. Bu arada otuzdan fazla insan da orada toplandı; hepsi alımlı çoban kıyafetleri içindeki erkekli kadınlı grup, anında, yabancıların Don Quijote'yle silâhtarı olduklarını Öğrendi. Kendilerini basılmış olan öyküden tanıdıkları için, buna çok memnun oldular. Çadırlara vardıklarında, mükellef, tertemiz sofraların kurulmuş olduğunu gördüler. Don Quijote'ye başköşeyi sunarak şereflendirdiler; hepsi onu seyrediyor, baktıkça şaşırıyorlardı.

Nihayet, sofralar kaldırıldıktan sonra, Don Quijote gayet ağırbaşlı bir tavırla konuştu:

"İnsanların işlediği en büyük günah, kimilerine göre kibirlilikse de, ben nankörlüğün en büyük günah olduğu kanaatindeyim; cehennemin nankörlerle dolu olduğu söylentisi de bu düşüncemi doğrulamakta. Ben aklımı kullanmaya başladığım andan itibaren, elimden geldiğince bu günahtan kaçınmaya çalışmışımdır. Bana yapılan iyilikleri, iyilik yaparak ödeyemiyorsam, iyi dilekle, bu da yetmediğinde ilân ederek karşılık vermeye çalışırım. Gördüğü iyilikleri ifade eden, ilân eden kişi, mümkün olsa, iyilik yaparak karşılık vereceğini de göstermiş olur; çünkü iyilik yapanlar, genellikle iyilik görenlerden daha üstün kimselerdir. Bu sebeple de, Tanrı herkesten üstündür; çünkü herkesten daha vericidir; insanoğlunun armağanları, Tanrı'nın armağanlarına katiyen yetişemez. Bu imkânsızlığı ve eksikliği de, bir bakıma minnet tamamlar. Ben de, bana gösterdiğiniz lütuflara aynı şekilde karşılık veremeyeceğimden, minnetimi belirtmek için kısıtlı imkânlarım ölçüsünde, elimden geleni sunuyorum: Zaragoza'ya giden bu anayolun ortasında, iki gün boyunca, bu çoban rolündeki iki hanımın, düşüncelerimin tek hâkimi eşsiz Dulcinea del Toboso hariç, dünyanın en güzel, en nazik genç kızları olduklarını ısrarla iddia edeceğim; beni dinleyen, kadın erkek herkesin yüksek müsaadelerine sığınarak söylüyorum."

Efendisini büyük bir dikkatle dinlemiş olan Sancho Panza, bu konuşmanın üzerine kendisini tutamayıp haykırdı:

"Nasıl olur da bu dünyadaki bazı kimseler, efendimin deli olduğunu söylemeye, hatta buna yemin etmeye cüret ederler? Saygıdeğer çobanlar, zat-ı âlilerinize sorarım: Ne kadar akıllı, ne kadar tahsilli olursa olsun, efendimin söylediklerini söyleyebilecek bir tek köy rahibi var mıdır? Yiğitliğiyle ne kadar şöhret kazanmış olursa olsun, efendimin yaptığı teklifi yapabilecek tek bir gezgin şövalye var mıdır?"

Don Quijote, öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir yüzle Sancho'ya döndü ve dedi ki:

"Ey Sancho! Bu koca dünyada senin sırılsıklam aptal, üstelik de fesat ve düzenbaz olmadığını söyleyebilecek bir tek kişi var mıdır? Benim sözüme karışmanı, akıllı mı, aptal mı olduğum konusunda fikir yürütmeni kim söyledi sana? Sus ve sakın bana cevap verme; Rocinante'nin eyeri üzerinde değilse derhal eyerle; teklifimi gerçekleştirmek üzere yola çıkalım; haklı olduğum için, bana karşı çıkmaya çalışacak olan herkesi şimdiden mağlûp sayabilirsin."

Bu sözleri söyledikten sonra, büyük bir şiddet ve öfkeyle oturduğu yerden kalktı; hazır bulunanlar hayrete düşmüşlerdi; onu deli mi, akıllı mı sayacaklarını bilemiyorlardı. Böyle bir işe girişmesine gerek olmadığı konusunda kendisine ısrar ettiler; minnettarlığını kabul ettiklerini, yiğitliğinin anlaşılması için herhangi bir şey yapması gerekmediğini söylediler; kahramanlıklarının anlatıldığı kitapta sayılan yiğitlikleri yeterliydi. Bütün bunlara rağmen Don Quijote niyetinden vazgeçmedi; Rocinante'nin üzerine bindi; kalkanını göğüsleyip mızrağını da alarak yeşil çayırdan fazla uzakta olmayan anayolun ortasına dikildi. Sancho karakaçanın üzerinde onu izledi; bu gururlu ve hiç görülmedik iddianın nereye varacağını merak eden çobanlar kalabalığı da onun peşinden gitti.

Don Quijote, dediğim gibi yolun ortasına dikildikten sonra, havaya doğru haykırdı:

"Ey bu yoldan geçen, önümüzdeki iki gün içinde geçecek olan yolcular, şövalyeler, silâhtarlar, yayalar ve atlılar! Şunu bilin ki, gezgin şövalye La Mancha'lı Don Quijote, ruhumun efendisi Dulcinea del Toboso haricinde, dünyanın bütün güzelliklerinin ve nezaketinin, bu çayırlarla ormanlarda yaşayan perilerin güzelliğine ve nezaketine erişemeyeceğini iddia etmek üzere burada bulunmaktadır. Aksini düşünen varsa, gelsin; ben burada hazır bekliyorum."

Aynı sözleri iki kere tekrarladı; ikisinde de, duyan bir maceracı olmadı; ama olayları giderek iyiye götüren talihi, kısa bir süre sonra, kalabalık bir insan topluluğunu karşısına çıkardı; hepsi atlıydı; kimilerinin ellerinde mızraklar vardı ve düzensiz, sıkışık bir halde, hızla ilerliyorlardı. Don Quijote'nin yanındakiler, gelenleri daha yeni görmüşlerdi ki, sırtlarını dönüp yoldan iyice uzaklaştılar; orada beklemenin tehlikeli olacağını anlamışlardı. Bir tek Don Quijote, korkusuz bir yürekle kıpırtısız bekliyordu; Sancho Panza ise Rocinante'nin sağrısını kendisine kalkan edinmişti.

Mızraklı kalabalık yaklaştığında, diğerlerinden biraz daha önde giden biri, bağırarak Don Quijote'ye dedi ki:

"Yoldan çekil, kör şeytan, yoksa bu boğalar seni paramparça eder!"

"Haydi oradan, serseriler!" diye cevap verdi Don Quijote. "Benim karşımda, Jarama kıyılarında yetişen en azgın boğalar bile duramaz! Benim burada ilân ettiğim şeyin doğru olduğunu gözü kapalı itiraf edin, rezil herifler; yoksa hepinize savaş ilân etmiş sayılırım."

İnek çobanı cevap vermeye, Don Quijote de, istese bile yoldan çekilmeye vakit bulamadı; azgın boğalar ve uysal öküzler sürüsü, inek çobanları ve ertesi gün boğa güreşlerinin yapılacağı köye, boğaları kapatmaya götüren diğer insanlardan oluşan kalabalıkla birlikte, Don Quijote, Sancho, Rocinante ve karakaçanın üzerine basıp geçtiler; dördünü de yerlerde sürüklediler. Sancho'nun pestili çıkmış, Don Quijote dehşete düşmüş, karakaçan perişan olmuş, Rocinante de epeyce hırpalanmıştı. Ama sonunda hepsi ayağa kalkabildiler; Don Quijote aceleyle, sendeleyip tökezleyerek sürünün arkasından koşup haykırmaya başladı:

"Durun, bekleyin, haydutlar sürüsü! Sizi bekleyen bir tek şövalye; üstelik de, kaçan düşmanın yoluna halı serilir diye düşünenlerden değil!"

Ama bu haykırışlar, aceleyle yol alan sürüyü durduramadı; Don Quijote'nin tehditleri umurlarında bile olmadı. Sonunda Don Quijote yorgunluktan durup yolun ortasına oturdu; intikamını alamadan, öfke içinde, Sancho, Rocinante ve karakaçanın gelmelerini beklemeye koyuldu. Geldiklerinde, efendi ve hizmetkârı tekrar hayvanlarına bindiler ve sahte Arkadia'yla vedalaşmadan, memnuniyetten çok utançla yollarına devam ettiler.