Saat herhalde öğleden sonra dört sularında olmalıydı ki, güneş, bulutların arkasına gizlenerek, zayıf, yumuşak ışınlarıyla, Don Quijote'nin iki değerli dinleyicisine, Montesinos Mağarasında gördüklerini sıcaktan rahatsız olmadan anlatmasına imkân tanıdı. Don Quijote söze şöyle başladı:
"Bu zindanın on iki, on dört adam boyu derinliğinde, sağ kolda, katırlarıyla birlikte iri bir arabanın içine sığabileceği büyüklükte bir girintisi var. Çok uzaktan, toprak sathında açılmış kimi delik veya yarıklardan, solgun bir ışık sızıyor bu girintiye. Ben halatın ucunda aşağı sarkmaktan yorulmuş, bunalmış halde, belirli bir yol, iz olmadan, o aşağıdaki karanlık bölgede ilerlediğim sırada, bu girintiyi gördüm ve içine girip biraz dinlenmeye karar verdim. Sizlere seslenip, ben haber verinceye kadar daha fazla ip salmamanızı söyledim, ama duymadınız herhalde. Saldığınız halatı toparlayıp bir kangal halinde yığdım; üzerine oturup kara kara düşünmeye koyuldum; tutacak biri olmadığına göre, dibe varabilmek için ne yapabileceğimi kestiremiyordum. Ben bu şaşkınlık ve düşünceler içine gömülmüşken, birdenbire, hiç istemediğim halde, üzerime derin bir uyku bastırdı. Hiç beklemediğim bir anda, nasıl olduğunu anlayamadan, uykumdan uyandım ve kendimi tabiatın yaratabileceği, en yaratıcı insan zihninin hayal edebileceği en güzel, en şirin, en hoş çayırın ortasında buldum. Gözlerimi ovdum, açtım, uyumadığımı anladım; gerçekten uyanıktım. Buna rağmen, oradaki kişinin gerçekten ben mi, yoksa boş, sahte bir hayalet mi olduğunu anlamak için, başıma, göğsüme dokundum. Ama dokunma, his ve içimden yaptığım mantıklı akıl yürütmeler, şu anda buradaki ne kadar bensem, o anda oradakinin de o kadar ben olduğumu gösterdi. Sonra gözlerimin önünde, harikulade, muhteşem bir saray veya şato belirdi; duvarları, surları, saydam, lekesiz kristalden yapılmış gibiydi; açılan iki büyük kapıdan, saygıdeğer bir ihtiyar çıktı ve bana doğru gelmeye başladı. Üzerinde, yerleri süpüren, mor çuhadan bir pelerin vardı; omuzlarını ve göğsünü, yeşil satenden bir üniversiteli kaşkolü örtüyordu; başında, siyah bir Milano kepi vardı. Bembeyaz sakalı, göbeğine kadar uzanıyordu. Yanında herhangi bir silâh yoktu; elinde sadece, boncukları cevizden büyük, onarlık ara boncukları da devekuşu yumurtası iriliğinde bir tespih vardı. İhtiyarın edası, yürüyüşü, ciddiyeti ve çok güçlü kişiliği, ayrı ayrı ve hepsi bir arada , beni hayrete, hayranlığa boğdu. Yanıma geldi ve önce beni sıkıca kucaklayıp, sonra da dedi ki: 'La Mancha'lı yiğit şövalye Don Quijote, bu ıssız yerde, büyü etkisinde olan bizler, çok uzun zamandır seni bekliyorduk; gel ve Montesinos Mağarası denen, bu içine girdiğin derin mağaranın gizlediklerini dünyaya anlat diye; çünkü bu serüven, yenilmez yüreğin ve sonsuz cesaretinle üstesinden gelmen için, özel olarak sana ayrılmış bir kahramanlık. Benimle gel, sevgili şövalye; bu saydam şatonun gizlediği harikaları göstermek istiyorum sana; ben bu şatonun valisi ve daimî bekçisiyim; çünkü ben, bu mağaraya adını veren Montesinos'un ta kendisiyim.' İhtiyar, Montesinos olduğunu söyler söylemez, yukarıdaki dünyada anlatılanların doğru olup olmadığını sordum kendisine. Gerçekten, can ciğer dostu Durandarte'nin kalbini, küçük bir hançerle göğsünün ortasından söküp çıkarmış, arkadaşının ölürken vasiyet ettiği şekilde, Senora Belerma'ya götürmüş müydü? Buna cevaben, hançer haricinde hepsinin doğru olduğunu söyledi; kullandığı şey hançer de değilmiş, küçük de; bir bizden daha sivri, incecik bir kama imiş."
Bunun üzerine Sancho, "Herhalde Sevilla'lı Ramön de Hoces'in meşhur kamalarındandı," dedi.
"Bilmiyorum," diye devam etti Don Quijote; "ama o kamacının işi olmasa gerek; çünkü Ramön de Hoces daha dün yaşıyordu; oysa bu facianın geçtiği Roncesvalles olayı, çok uzun yıllar önce olmuş. Zaten bunun cevabı büyük bir önem taşımıyor; olayın gerçekliğini ve akışını da bozmuyor, değiştirmiyor.”
"Doğrudur," diye cevap verdi kuzen, "Devam edin lütfen, Senor Don Quijote; müthiş bir zevk alıyorum sizi dinlemekten."
"Ben de anlatmaktan en az o kadar zevk alıyorum," dedi Don Quijote. "Evet, devam edelim: Muhterem Montesinos beni kristal sarayın içine soktu; alt katta, inanılmaz derecede serin, baştan aşağı kaymaktaşından bir salona aldı. Salonda, büyük bir ustalıkla yapılmış, mermerden bir lahit duruyordu; üzerine boylu boyunca uzanmış olan şövalye, diğer lâhitlerde olduğu gibi, tunçtan, mermerden, akikten değil, salt etten ve kemiktendi. Bence sahibinin çok kuvvetli olduğunu gösterecek şekilde biraz kıllı ve damarlı olan sağ eli, kalbinin üzerinde duruyordu. Ben daha bir şey sormadan, lâhitteki adama merakla baktığımı gören Montesinos, dedi ki: 'Bu, arkadaşım Durandarte'dir; zamanının âşık ve yiğit şövalyelerinin baş tacı, aynasıdır. Onu da, beni de, daha birçoklarını da, şeytanın oğlu olduğu söylenen Fransız büyücü Merlin, büyü etkisi altında burada tutuyor. Benim fikrimce, şeytanın oğlu değildi de, deyim yerindeyse, şeytandan bir gömlek ötedeydi. Bizi nasıl ve niçin büyülediğini kimse bilmiyor; bu, zamanla ortaya çıkacak; zannımca oldukça da yakın bir zamanda. Beni şaşırtan şu: Durandarte'nin benim kollarımda can verdiğini, öldükten sonra kalbini kendi ellerimle yerinden söktüğümü adım gibi biliyorum. Üstelik de kalbi gerçekten iki libre ağırlıkta vardı; çünkü doğa bilimcilerine göre, kalbi büyük olan kişi, kalbi küçük olandan daha cesurdur. Bu böyleyken, bu şövalye gerçekten ölmüşken, nasıl oluyor da, şimdi, âdeta canlıymış gibi arasıra inliyor, yakınıyor?' Bu sözlerin üzerine, biçare Durandarte haykırarak dedi ki:
'Ey kuzenim Montesinos!
Sizden son ricam,
canım çıktığında,
kalbimi götürün,
Belerma'nın olduğu yere,
göğsümden söküp,
bir hançer veya kılıçla.'
Bunu duyan muhterem Montesinos, elemli şövalyenin önünde diz çöktü ve gözlerinde yaşlarla, dedi ki: ’Senor Durandarte, benim sevgili kuzenim, mağlûp olduğumuz o meşum günde bana emrettiğiniz şeyi yaptım; kalbinizi elimden geldiğince, göğsünüzde en ufak bir parçasını dahi bırakmadan oydum; dantelli bir mendille temizledim. Onu yanıma alıp Fransa yolunu tuttum; ama önce sizi toprağın sinesine gömdüm; akıttığım gözyaşları, göğsünüzün içine soktuğum ellerimdeki kanı yıkamaya, temizlemeye yetti. Daha fazla kanıt isterseniz, benim canım kuzenim, Roncesvalles'ten ayrıldıktan sonra rastladığım ilk köyde, kokmasın, Senora Belerma'nın huzuruna vardığında, taze olmasa da, hiç değilse kuru olsun diye, kalbinize biraz tuz ektim. Bilge Merlin, Senora Belerma'yı da, sizinle, benimle, silâhtarınız Guadiana'yla, nedime Ruidera, yedi kızı ve iki yeğeniyle, birçok ahbabınız ve dostunuzla birlikte, yıllar önce büyüleyip buraya kapattı. Aradan beş yüz yıldan fazla zaman geçtiği halde, aramızdan hiçbiri ölmedi. Yalnız Ruidera'yla kızları ve yeğenleri aramızda değiller; döktükleri gözyaşları Merlin'de merhamet uyandırmış olacak ki, onları birer lagüne dönüştürdü. Şu anda, yaşayanların dünyasında, La Mancha ilinde, Ruidera Lagünleri diye anılıyorlar. Yedi tanesi, İspanyol krallarına ait; iki yeğen de, St. Jean Şövalyeleri adı verilen çok kutsal bir tarikatın üyesi olan şövalyelere ait. Başınıza gelen faciaya aynı şekilde ağlayan silâhtarınız Guadiana, kendi adıyla anılan bir ırmağa dönüştü. Toprak sathına çıkıp da öteki göğün güneşini gördüğünde, sizden ayrılmanın ıstırabıyla, toprağın içlerine daldı. Ama tabii akışını engellemesi mümkün olmadığından, arasıra çıkıp kendini güneşe, insanlara gösteriyor. Bahsettiğim lagünler, sularıyla onu besliyorlar; böylece, daha çok miktarda su toplayarak, debdebe ve azametle Portekiz'e giriyor. Fakat bütün bunlara rağmen, nereye giderse gitsin, kederini, hüznünü belli ediyor; sularında değerli, makbul balıklar değil, sıradan, tatsız, altın Tajo'nunkilerden çok farklı balıklar yetiştirmekle övünüyor. Sevgili kuzenim, size şimdi anlattıklarımı daha önce çok anlattım; cevap vermediğiniz için, ya bana inanmadığınızı, ya da beni duymadığınızı düşünüyorum; bunun da beni nasıl kahrettiğini Tanrı biliyor. Şimdi size bir haber vermek istiyorum; kederinizi hafifletmese bile, hiç değilse artırmayacak bir haber: Gözlerinizi açtığınız takdirde, karşınızda, bilge Merlin'in, hakkında onca kehanette bulunduğu müthiş şövalyeyi göreceksiniz; yani, artık unutulmuş olan gezgin şövalyeliği, yeniden ve geçmiş çağlardakinden daha gelişmiş şekilde, bu çağda dirilten La Mancha'lı Don Quijote'yi. Onun aracılığı ve yardımıyla, üzerimizdeki büyünün kalkması mümkün olabilir; çünkü büyük kahramanlıklar, büyük insanlara ayrılmıştır.' 'Öyle olmasa bile,' diye cevap verdi kederli Durandarte, boğuk ve alçak bir sesle, 'öyle olmasa bile, sevgili kuzenim, sabredip kâğıtları tekrar karıştırmaktan başka yapılacak bir şey yok.' Sonra yan dönüp her zamanki sessizliğine gömüldü ve tek kelime daha etmedi. Bu sırada çığlıklar, ağlamalar, derin inlemeler ve kederli hıçkırıklar işitildi; başımı çevirdim; billur duvarın ardında, bir başka salondan, iki sıra, son derece güzel genç kızın geçtiğini gördüm; hepsi matem giysileri içindeydiler; başlarında Türk usulü bağlanmış beyaz türbanlar vardı. İki sıranın en sonunda, ağırbaşlılığıyla dikkati çeken bir hanımefendi vardı; o da siyahlar giymişti; beyaz başörtüsü, yerlere kadar uzanıyordu. Türbanı, diğerlerinin türbanlarının iki katı irilikteydi; kaşları bitişik, burnu biraz yassı, ağzı büyük, dudakları kırmızıydı. Arasıra görünen dişleri, soyulmuş badem kadar beyaz olmakla birlikte, aralıklıydı ve pek düzgün değildi. Elinde ince bir kumaş, üzerinde de, görüldüğü kadarıyla, kuruluğuna bakılırsa bir mumya kalbi vardı. Montesinos bana, o sıraya dizilmiş insanların hepsinin, Durandarte ve Belerma'nın, efendileriyle birlikte büyülenmiş olan hizmetkârları olduklarını söyledi. Elinde, kumaş üstünde kalbi taşıyan da, Senora Belerma'ydı; o ve nedimeleri, haftada dört gün bu âyini yapıp İlâhiler söylüyorlar, daha doğrusu, kuzeninin bedeni ve kederli yüreği üzerine ağlayarak ağıtlar yakıyorlardı. Montesinos, Senora Belerma bana biraz çirkin ya da methedildiği kadar güzel değil gibi geldiyse, büyü etkisi altında geçirdiği o kötü gecelerin ve daha da beter günlerin etkisiyle öyle olduğunu söyledi; gözlerinin altındaki iri mor halkalar ve soluk benzi de bunu açıkça gösteriyordu. 'Yüzünün sarılığı ve gözlerindeki halkalar, kadınlarda olağan olan aylık rahatsızlık yüzünden de değil; çünkü aylar, hatta yıllar var ki, bu rahatsızlık kendisini göstermiyor, kapısını bile çalmıyor. Sebebi, sürekli ellerinde tuttuğu, genç yaşında ölen âşığının başına gelen faciayı sürekli yenileyen ve hatırına getiren kalbin, kendi kalbinde yarattığı ıstıraptır. Öyle olmasa, bu yörede, hatta bütün dünyada o kadar övülen meşhur Dulcinea del Toboso bile, onun güzelliğine, zarafetine ve cazibesine zor ulaşırdı.' Ben bunun üzerine, 'Ağır olun, Senor Don Montesinos,' dedim. 'Hikâyenizi icap ettiği şekilde anlatın lütfen; siz de bilirsiniz ki, bütün karşılaştırmalar çirkindir; kimseyi kimseyle karşılaştırmanın gereği yok. Eşsiz Dulcinea del Toboso başka, Senora Dona Belerma başkadır; başkaydı; bu konuyu burada kapatalım.' Buna Montesinos şöyle cevap verdi: 'Senor Don Quijote, beni affediniz lütfen; hata ettim; Senora Dulcinea'nın Senora Belerma'ya zor ulaşabileceğini söylemekle iyi etmedim; birtakım ipuçlarından, zat-ı âlinizin onun şövalyesi olduğunuzu anlamış olsaydım, onu cennet dışında herhangi bir şeyle karşılaştıracağıma, dilimi ısırmayı tercih ederdim.' Montesinos'un yaptığı bu açıklama, sevgilimin Belerma'yla kıyaslandığını duyduğum zaman hoplayan yüreğimi yatıştırdı."
"Ben yine de şaşırdım," dedi Sancho; "zat-ı âliniz nasıl oldu da moruğun üstüne atılıp tekme tokat bütün kemiklerini paramparça etmediniz, tek tek bütün sakallarını yolmadınız?"
"Hayır, dostum Sancho," diye cevap verdi Don Quijote; "öyle yapmam doğru olmazdı; çünkü hepimiz, şövalye olmasalar da, yaşlılara saygı göstermek zorundayız; özellikle de şövalye ve büyü etkisi altında olanlara. Şunu gayet iyi biliyorum ki, aramızda geçen çeşitli soru ve cevaplarda, ikimiz de birbirimizden aşağı kalmadık."
Bu sırada kuzen söze girdi:
"Senor Don Quijote, ben anlayamıyorum; zat-ı âliniz, aşağıda kaldığınız o kısacık süre içinde, nasıl o kadar çok şey gördünüz, konuştunuz, cevapladınız?"
"Ben aşağıya ineli ne kadar zaman geçti?" diye sordu Don Quijote.
"Bir saatten biraz fazla," diye cevap verdi Sancho.
"Olamaz," dedi Don Quijote; "çünkü ben oradayken akşam oldu, sabah oldu; tekrar üç kere akşam olup sabah oldu; yani, benim hesabıma göre, o ırak ve gizli diyarda üç gün kaldım."
"Efendim doğru söylüyor herhalde," dedi Sancho; "başına gelen her şey büyü yoluyla olduğuna göre, belki de bize bir saat gibi gelen süre, orada üç gün, üç gecedir."
"Öyle olsa gerek," diye cevap verdi Don Quijote.
"Peki, bütün bu süre boyunca, yemek yediniz mi efendim?" diye sordu kuzen.
"Ağzıma tek lokma koymadım," diye cevap verdi Don Quijote; "karnım da acıkmadı, kesinlikle."
"Peki, büyü etkisi altında olanlar, yemek yer mi?" dedi kuzen.
"Yemezler," dedi Don Quijote; "defi hacet de etmezler; ancak, tırnaklarının, sakallarının ve saçlarının uzadığı sanılmaktadır."
"Peki efendim, büyü altındakiler uyur mu acaba?" diye sordu Sancho.
"Hayır, katiyen," diye cevap verdi Don Quijote; "en azından, ben kendileriyle bulunduğum süre boyunca hiçbiri gözünü kırpmadı; ben de öyle."
"Bu duruma tam oturan bir atasözü var," dedi Sancho. "Körle yatan şaşı kalkar. Zat-ı âliniz aç, uykusuz, büyülenmiş adamlarla gezin daha; onlarla gezdikçe yememenizde, uyumamanızda şaşılacak bir şey
yok ki. Sevgili efendim, zat-ı âlinizden af dileyerek söylüyorum; Tanrı yardımcım olsun; bu anlattıklarınızdan tek birisine inanıyorsam şeytan çarpsın."
’’Nasıl olur?” dedi kuzen. "Senor Don Quijote yalan söyleyecek değil ya! Üstelik, yalan söylemek istese bile, bunca yalanı uydurmasına, hayal etmesine fırsat olmadı ki."
"Efendimin yalan söylediğini düşünmüyorum," diye cevap verdi Sancho.
"Öyleyse ne düşünüyorsun?" diye sordu Don Quijote.
"O Merlin'in veya zat-ı âlinizin aşağıda görüp konuştuğunuzu söylediğiniz bütün o güruha büyü yapan büyücülerin, bütün bu anlattığınız icatları ve daha anlatacağınız birçoklarını, zihninize ya da hâfızanıza yerleştirdiğini düşünüyorum," dedi Sancho.
"Bütün bunlar olabilirdi, Sancho," diye cevap verdi Don Quijote; "ama öyle değil; çünkü ben anlattıklarımı kendi gözlerimle gördüm, kendi elimle dokundum. Montesinos'un bana gösterdiği bitmez tükenmez harikalardan birini sana anlattığımda, ne diyeceksin bakalım. Diğerlerini, yolculuğumuz sırasında, yavaş yavaş, zamanı geldikçe anlatacağım; şimdi hepsini anlatmanın sırası değil. Anlatacağım şu: Montesinos bana, o hoş kırlarda keçiler gibi zıplayarak, sekerek giden üç köylü kızı gösterdi; onları görür görmez, birinin, eşsiz Dulcinea del Toboso, ötekilerin de, El Toboso çıkışında onun yanında görüp konuştuğumuz iki köylü kızı olduğunu anladım. Montesinos'a, kendilerini tanıyıp tanımadığını sordum; tanımadığını söyledi; ama büyü yapılmış soylu hanımlar olduklarını tahmin ediyordu; o kırlarda ilk kez birkaç gün önce görüldüklerini belirtti. Buna da şaşırmamam gerektiğini söyledi; çünkü geçmiş ve şimdiki çağlardan daha birçok hanımefendi, büyüyle çeşitli garip şekillere sokulmuş halde, orada bulunmaktaymış; aralarında Kraliçe Guinevere ve
Britanya'dan döndüğünde
Lancelot'a şarap döken, kraliçenin nedimesi Quintanona da varmış."
Sancho Panza, efendisinin bu sözlerini duyunca ya aklını kaçıracağını ya da gülmekten patlayacağını sandı. Dulcinea’ya sözümona yapılan büyünün aslını bildiği, büyücü de, hikayeyi uyduran da kendisi olduğu için, efendisinin şuurunu tamamen kaybettiğini ve delirdiğini, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kavradı ve dedi ki:
"Sevgili efendim, öteki dünyaya indiğiniz saat ne lânetli bir saat,
o gün ne uğursuz bir günmüş; Senor Montesinos'la karşılaştığınız an, ne kötü bir anmış; zat-ı âlinizi bize ne halde geri gönderdi! Zat-ı âliniz burada, yukarıda, şuurunuz Tanrı'nın verdiği haliyle, tamamen yerinde, ne kadar iyiydiniz; sürekli dersler, nasihatler veriyordunuz; şimdiki gibi akla gelebilecek en büyük zırvalıkları anlatmıyordunuz."
"Seni tanıdığım için, sözlerine aldırmıyorum Sancho," diye cevap verdi Don Quijote.
"Ben de zat-ı âlinizin sözlerine," dedi Sancho. "Söylediklerim yüzünden ister vurun, ister öldürün beni; siz kendi sözlerinizi düzeltmez, tamir etmezseniz, daha da çok söylemeyi düşünüyorum. Hazır küs değilken, zat-ı âlinize bir şey sormak istiyorum: Saygıdeğer hanımefendimizi nasıl, nesinden tanıdınız? Konuştunuz mu kendisiyle; konuştuysanız, ne dediniz, o ne dedi?"
"Sen bana gösterdiğinde üzerinde olan kıyafetin aynısını giymişti; oradan tanıdım," diye cevap verdi Don Quijote. "Ben konuştum; ama o tek kelime cevap vermedi; sırtını dönüp öyle bir hızla koşarak kaçtı ki, hızına bir ok bile yetişemezdi. Onu takip etmek istedim; edecektim de; ancak Montesinos boşuna zahmet etmememi öğütledi; ayrıca mağaradan çıkmam gereken saat de yaklaşıyordu. Montesinos zamanı gelince, kendisinin, Belerma'nın, Durandarte'nin ve oradaki herkesin üzerindeki büyünün nasıl kaldırılacağından haberdar edileceğimi de söyledi. Orada gördüğüm şeyler arasında beni en çok üzen, şu oldu: Montesinos bana bunları söylerken, bahtsız Dulcinea'nın iki arkadaşından biri, ben geldiğini görmeden, yanımda bitiverdi ve gözlerinde yaşlarla, alçak ve telâşlı bir sesle, dedi ki: 'Hanımım Dulcinea del Toboso, zat-ı âlinizin ellerinden öpüyor; nasıl olduğunuzdan kendisini haberdar etmenizi rica ediyor. Çok büyük bir yoksulluk içinde olduğundan, zat-ı âlinize içtenlikle yalvarıyor; lütfedip bu yeni, pamuklu eteğin üzerine{17} altı riyal, ya da zat-ı âlinizin yanında ne kadar varsa, borç vermenizi rica ediyor; kısa zamanda ödeyeceğine de söz veriyor.' Gönderilen bu haber beni çok şaşırttı; afallattı; Senor Montesinos'a dönüp sordum: 'Senor Montesinos, büyü etkisindeki soyluların yoksulluk çekmesi mümkün müdür?' Buna şöyle cevap verdi: 'İnanın La Mancha'lı Senor Don Quijote, yoksulluk denen şey her yerde vardır; her yere uzanır; herkese ulaşır, büyü etkisindekileri bile affetmez. Madem Senora Dulcinea del Toboso bu altı riyal borcu istiyor, teminat da sağlam gibi görünüyor, vermekten başka yapılacak şey yok; hiç şüphe yok, büyük bir sıkıntıda olmalı.' 'Ben teminat almayacağım,' diye cevap verdim, 'istediğini de veremeyeceğim, çünkü sadece dört riyalim var.' Onları kendisine verdim (geçen gün, yolda gördüğümüz yoksullara sadaka olarak vermem için senin bana vermiş olduğun dört riyal, Sancho) ve dedim ki: 'Arkadaşım, hanımınıza söyleyin, çektiği sıkıntılar kalbimi parçalıyor; onu bu dertlerden kurtarmak için Fugger'lerden biri olmayı isterdim. Şunu da söyleyin: Ben onun güzel görüntüsünden, akıllı sohbetinden mahrum oldukça sıhhatte olamam, olmamalıyım da; ona bütün kalbimle yalvarıyorum, lütfedip kendini bana göstersin, bu zavallı hizmetkârının, bitkin şövalyesinin kendisiyle konuşmasına izin versin. Ayrıca söyleyin kendisine, hiç beklemediği bir anda, benim bir ant içtiğimi, bir yemin ettiğimi duyacak; tıpkı Mantova Markisi'nin, yeğeni Baudouin'i dağın ortasında, son nefesini vermek üzereyken bulduğu zaman ettiği yemin gibi; yeğeninin intikamını almaya, intikamını alıncaya kadar da sofrada ekmek yememeye ve saydığı diğer kıvır zıvırı yerine getirmeye ant içmişti. İşte ben de tıpkı onun gibi, bu büyüyü bozana kadar durup dinlenmeyeceğim; dünyanın yedi iklimini, Prens Don Pedro de Portugal'den daha büyük titizlikle dolaşacağım.' 'Hanımıma bütün bunları, hatta daha fazlasını borçlusunuz,' diye cevap verdi genç kız. Sonra dört riyali alıp eğilerek selâm vereceğine bir takla attı ve sekiz karış havaya sıçradı."
Sancho bunun üzerine, "Hey ulu Tanrım!" diye haykırdı. "Böyle bir şey olabilir mi bu dünyada; büyüler ve büyücüler, efendimin sağlam aklını böyle bir çılgınlığa çevirecek kadar güçlü olabilir mi? Ah efendim, canım efendim, Tanrı aşkına kendinize dikkat edin; şerefinizi koruyun; aklınızı tüketen, çarpıtan bu saçmalıklara inanmayın!"
"Beni sevdiğin için böyle konuşuyorsun, Sancho," dedi Don Quijote; "dünya işlerinde tecrübesiz olduğun için, biraz zor olan her şey, sana imkânsız gibi görünüyor. Ama zaman içinde, daha önce de söylediğim gibi, aşağıda gördüklerimden bazılarını sana anlatacağım; o zaman, şimdi anlattıklarıma inanacaksın; gördüklerimin gerçekliği ne itiraz, ne de tartışma götürür."