Serin bir sabahtı; gün de serin olacağa benziyordu; Don Quijote handan çıkmadan önce, Zaragoza'dan geçmeden Barselona'ya doğrudan nasıl gidilebileceğini öğrenmişti; aleyhinde onca şey yazdığı söylenen bu yeni tarihçiyi yalancı çıkarma arzusu kuvvetliydi çünkü.
Altı günü aşkın bir süre boyunca, başından kayda değer bir olay geçmedi; bir gün, yoldan ayrılmış ilerlerken sık bir meşe veya mantar-meşesi korusunda, akşam bastırdı; Seyyid Hâmid genellikle gözettiği titizliği bu konuda göstermemiş, ağaçların türünü belirtmemiştir.
Efendi ve hizmetkârı hayvanlarından indiler; ağaç gövdelerine yaslandılar; o gün akşamüzeri kahvaltısı etmiş olan Sancho, hemen uykunun kapılarından içeriye daldı. Oysa açlıktan çok hayalleri yüzünden uyanık kalan Don Quijote, gözünü bile kırpamıyor, hayalinde bin türlü yere gidip geliyordu. Kendisini bir anda Montesinos Mağarası'nda buluyor, ardından köylü kızına dönüşmüş Dulcinea'yı sıçrayıp eşeğine binerken görüyor, sonra kulaklarında Bilge Merlin'in sözleri çınlıyor, Dulcinea'nın büyüsünün çözülmesi için yapılması gereken şeyleri, şartları sayıyordu. Tahminince kendisine henüz sadece beş kırbaç vurmuş olan Sancho'nun aldırmazlığı ve merhametsizliği, onu çileden çıkarıyordu; geriye kalan sonsuz sayıdaki kırbaçla kıyaslanamayacak azlıkta bir rakamdı bu. Buna o kadar içerliyor, öfkeleniyordu ki, şöyle bir konuşma yaptı:
"Büyük İskender, 'Ha çözmek, ha kesmek,' diyerek Gordiyon düğümünü kestiğine ve buna rağmen bütün Asya kıtasının hâkimi olduğuna göre, şimdi Sancho'yu isteyip istemediğine bakmadan ben kendim kırbaçlasam, Dulcinea'nın büyüsünün çözülmesi de aynı şekilde gerçekleşir. Bu büyünün çözülmesinin şartı, Sancho'nun üç bin küsur kırbacı yemesiyse, kırbaçları kendisi vurmuş, başkası vurmuş, benim için ne farkeder? Önemli olan, kim vurursa vursun, Sancho'nun o kırbaçları yemesi."
Kafasında bu düşüncelerle, Rocinante'nin dizginlerini alıp kırbaç olarak kullanabileceği şekilde tutarak Sancho'ya yaklaştı ve şalvarını tutan kuşağını çözmeye başladı; ama Sancho derhal uyanıp dedi ki:
"Ne oluyor? Kim bu bana dokunan, kuşağımı çözen?"
"Benim," diye cevap verdi Don Quijote; "senin kusurlarını telâfi etmeye, kendi dertlerime çare bulmaya geldim. Seni kırbaçlamaya, ödemen gereken borcun bir kısmından kurtarmaya geldim Sancho. Dulcinea çürüyüp gidiyor, sen umursamazlık içinde yaşıyorsun, ben hasretimden ölüyorum; en iyisi kendi iradenle soyun Sancho; niyetim bu ıssız yerde sana en azından iki bin kırbaç vurmak."
"Katiyen olmaz," dedi Sancho. "Sakin olun efendim; yoksa Tanrı huzurunda yemin ediyorum, sağırlara bile duyururum sesimi. Benim yiyeceğim kırbaçların, zorla değil, kendi isteğimle vurulması gerekiyor; şu anda kırbaç yemek istemiyor canım. Canım istediği zaman kendimi kırbaçlayacağıma dair zat-ı âlinize söz vermem yeterli.”
"Bu işi senin keyfine bırakmamak lâzım Sancho," dedi Don Quijote; "çünkü senin kalbin taş gibi, etlerinse, köylü olduğun halde, yumuşak."
Bir yandan bunları söylerken, bir yandan da kuşağını zorla çözmeye çalışıyordu. Bunu gören Sancho Panza ayağa kalktı ve efendisinin üzerine atılıp boğuşmaya başladı; sonra bir çelmeyle Don Quijote'yi sırtüstü yere devirdi ve sağ dizini göğsüne yapıştırıp ellerini iki eliyle tuttu; ne kıpırdamasına izin veriyordu, ne de nefes almasına. Don Quijote diyordu ki:
"Seni hain! Efendine, senyörüne nasıl karşı gelirsin? Ekmeğini verene saldırmaya nasıl cüret edersin?"
"Ben etliye sütlüye karışmıyorum; sadece kendi başımın çaresine bakıyorum," dedi Sancho. "Zat-ı âliniz sakinleşeceğinize, şu anda beni kırbaçlamaya çalışmayacağınıza söz verirseniz, sizi rahat bırakırım. Yoksa,
Burada öleceksin sen,
ey Dona Sancha'nın düşmanı, ey hain."
Don Quijote söz verdi; kılına bile dokunmayacağına, ne zaman isterse kırbaçları o zaman vurmayı tamamen Sancho'nun iradesine bırakacağına hayatı üzerine yemin etti.
Sancho ayağa kalktı ve epeyce uzaklaşıp bir başka ağaca yaslandı; kafasına bir şeyin değdiğini hissedince ellerini uzatıp yokladı ve ayakkabılı, çoraplı iki insan ayağına rastladı. Korkudan tir tir titreyerek bir başka ağaca gitti; aynı şeyle karşılaştı. Bağırarak Don Quijote'yi yardıma çağırdı. Don Quijote gelip ne olduğunu, neden korktuğunu sordu; Sancho da bütün o ağaçların insan ayaklarıyla, bacaklarıyla dolu olduğunu söyledi. Don Quijote ağaçları yokladı ve derhal durumu kavrayarak Sancho'ya dedi ki:
"Korkulacak bir şey yok; dokunduğun ve görmediğin bu ayaklarla bacaklar, hiç şüphesiz, bu ağaçlara asılmış olan eşkıyalara, haramilere ait. Adalet bunları yakaladığı zaman, yirmişer otuzar buralarda asar; buradan da Barselona'ya yaklaştığımız sonucunu çıkarıyorum."
Gerçekten de, tahmini doğruydu.
Kafalarını kaldırıp baktıklarında, ağaçların dallarına asılı eşkıya cesetlerini gördüler. Bu arada şafak sökmekteydi; ölü haramilerden korktukları söylenebilirse, ansızın etraflarını çeviren kırkı aşkın diri eşkıyadan daha da fazla dehşete kapıldıkları rahatlıkla ileri sürülebilir; haramiler Katalanca kıpırdamamalarını, reisleri gelinceye kadar beklemelerini söylediler.
Don Quijote böyle yaya, atına gem takılmamış, mızrağı bir ağaca dayalı, kısacası tamamen savunmasız halde yakalanınca, kollarını kavuşturup başını eğmekten başka çare bulamadı; daha uygun bir zaman ve daha uygun şartlar beklemeye karar verdi.
Eşkıyalar karakaçanı didiklemeye koyuldular; heybelerde, bavulda ne varsa talan ettiler. Neyse ki Sancho dükün verdiği altınlarla memleketinden ayrılırken yanına aldığı parayı bir kuşağa sarıp beline bağlamıştı; buna rağmen, o adamlar kendisini soyup soğana çevirir, derisiyle eti arasına bir şey saklamış mı diye de bakarlardı; ne var ki o sırada reisleri çıkageldi. Otuz dört yaşlarında, yapılı, uzunca boylu, ciddî görünümlü ve esmer bir adamdı. İri bir ata binmişti; üzerinde örme çelikten bir zırh, belinde, o yörede pedrenal adı verilen, dört tane tabanca vardı. Silâhtarlarının (bu işi yapanlara bu ad verilir çünkü) Sancho Panza'yı soymak üzere olduğunu görüp durmalarını emretti; adamlar derhal itaat ettiler; paraların sarılı olduğu kuşak böylece kurtuldu. Ağaca dayalı mızrağı, yerdeki kalkanı ve zırhlı, düşünceli, akla hayale gelebilecek en hüzünlü, kaygılı görünümü arzeden Don Quijote'yi görünce şaşırıp yanına gitti ve dedi ki:
"Bu kadar üzülmeyin kardeşim, zalim bir Osiris'in{54} değil, merhametli Roque Guinart'ın eline düştünüz."
"Ey yiğit, şöhreti dünyada sınır tanımayan Roque!" diye cevap verdi Don Quijote. "Üzülmemin sebebi, senin eline düşmüş olmam değil, kendi dikkatsizliğimdir, askerlerin beni atımdan inmiş olarak yakaladı; oysa bağlı olduğum gezgin şövalyelik tarikatının kurallarına göre, her an tetikte, daima kendi kendimin nöbetçisi olmak zorundayım. Şunu bilmeni isterim ki, ey yüce Roque, beni atımın üzerinde mızrağım ve kalkanımla yakalamış olsalar, boyun eğdirmeleri o kadar kolay olmazdı; çünkü ben, kahramanlıkları bütün dünyaya yayılmış La Mancha'lı Don Quijote'yim."
Roque Guinart, Don Quijote'nin hastalığının cesaretten çok deliliğe yaklaştığını derhal kavradı. Adını birkaç kere duymuş olduğu halde, ne yaptıklarının gerçek olduğuna inanmış ne de böyle bir kişiliğin bir insanda varolabileceğine ikna olmuştu. Onun hakkında uzaktan duyduklarına yakından şahit olabileceğini düşünerek, bu karşılaşmaya müthiş sevindi. Don Quijote'ye dedi ki:
"Ey yiğit şövalye, içinde bulunduğunuz duruma üzülmeyin, bunu bir talihsizlik kabul etmeyin; belki de ters dönmüş talihiniz, bu tökezlemelerle düzelir; çünkü Tanrı, garip, hiç görülmedik, insanların aklına gelmeyecek dolambaçlı yollardan, düşmüşleri kaldırır, yoksulları zengin eder."
Don Quijote kendisine teşekkür etmek üzereydi ki, arkalarında bir at sürüsünün sesine benzer bir ses duydular; aslında dörtnala koşan bir tek attı; üzerinde de yirmi yaşlarında bir delikanlı vardı. Sırma şeritlerle süslü yeşil damaskodan şalvar ve ceket, kenarları kıvrık, tüylü şapka, cilâlı, dar çizmeler giymişti; mahmuzları, hançeri ve kılıcı yaldızlıydı; elinde kısa bir tüfek, belinde iki tabanca vardı. Sesi duyan Roque kafasını çevirip baktı; gördüğü alımlı delikanlı kendisine yaklaşıp dedi ki:
"Ey yiğit Roque, seni arıyordum; derdime çare olmasa bile hiç değilse bir teselli bulursun umuduyla geliyorum. Beni tanımadığını biliyorum; seni daha fazla bekletmeyip kim olduğumu söyleyeyim; yakın dostun Simön Forte'nin kızı Claudia Jerönima'yım ben. Babamın can düşmanı Clauquel Torrellas, sana düşman bir çeteye bağlı olduğundan, senin de düşmanındır; bildiğin gibi, bu Torrellas'ın, Don Vicente Torrellas adında bir oğlu vardır; daha doğrusu iki saat öncesine kadar vardı. İşte bu Don Vicente yüzünden başıma gelenleri, sözü fazla uzatmadan, kısaca anlatacağım. Beni gördü, kur yaptı, onu dinledim, âşık oldum; babamın haberi yoktu. İstediği kadar kapalı olsun, her kadının, aceleci arzularını gerçekleştirecek vakti mutlaka vardır. Nihayet, o benim kocam olmaya söz verdi; ben de onun karısı; hareketlerimizde bundan daha ileriye gitmedik. Dün, bana verdiği sözü unuttuğunu, bu sabah başkasıyla evleneceğini öğrendim. Bu haber beni altüst etti, sabrımı taşırdı; babam köyde olmadığı için ben gördüğün bu kıyafeti giydim ve bu atın üzerine atlayıp buradan bir fersah kadar uzakta, Don Vicente'ye yetiştim. Şikâyetlerde bulunmakla, özürler dinlemekle vakit kaybetmeyip bu tüfeği, ayrıca bu tabancaları da ateşledim; tahminimce en az iki mermi sapladım vücuduna; şerefimin onun kanına bürünerek dışarı çıkabileceği kapılar açtım. Onu orada, efendilerini korumak için hiçbir şey yapmaya cesaret edemeyen hizmetkârlarının arasında bıraktım. Beni Fransa'ya geçirmen için sana geldim; orada, yanında yaşayabileceğim akrabalarım var; ayrıca babamı koruman için de yalvarmaya geldim; Don Vicente'nin çok sayıdaki yandaşı, babamdan acımasızca intikam almak isteyebilir."
Güzel Claudia'nın cazibesine, cesaretine, boyuna bosuna ve yaptıklarına hayran olan Roque dedi ki:
"Gel hanımefendi, önce gidip düşmanın ölmüş mü diye bakalım; sonra senin için en iyisi ne olacaksa onu yaparız."
Claudia'nın anlattıklarını ve Roque Guinart'ın cevabını dikkatle dinleyen Don Quijote dedi ki:
"Hiç kimsenin bu hanımı savunma zahmetine katlanması gerekmiyor; bu görevi ben üstleniyorum. Bana atımı ve silâhlarımı verip burada bekleyin; ben gidip o beyefendiyi bulur, ölü veya diri, böyle bir güzele verdiği sözü tutmaya zorlarım."
"Bundan kimsenin kuşkusu olmasın," dedi Sancho. "Benim efendim evlendirme konusunda çok beceriklidir; daha birkaç gün önce, yine bir genç kıza verdiği sözü tutmayan bir başka delikanlıyı evlendirdi. Peşini hiç bırakmayan büyücüler delikanlının yüzünü bir uşağın yüzüne dönüştürmeseydi, o genç kız şu anda genç kız olmayacaktı."
Roque, efendiyle hizmetkârın sözlerinden çok, güzel Claudia'nın durumuyla ilgilendiğinden, onları işitmedi bile. Silâhtarlarına, eşeğin üzerinden aldıkları her şeyi Sancho'ya geri vermelerini ve bir gece önce konakladıkları yere çekilmelerini emredip hiç vakit kaybetmeden Claudia'yla birlikte yaralı veya ölü, Don Vicente'yi aramaya gitti. Claudia'nın kendisiyle karşılaşmış olduğu yere vardılar ve sadece taze kan izleri buldular; ama her yana iyice bakındıklarında, bir yamaçta birtakım insanlar gördüler ve bunların, Don Vicente'yi yaşıyorsa tedavi etmek, ölüyse gömmek üzere götüren hizmetkârları olduğunu tahmin ettiler (gerçekten de öyleydi). Kendilerine yetişmek için hızla ilerlediler; öndekiler ağır yol aldıklarından, hemen yetiştiler.
Don Vicente, hizmetkârlarının kollarında, boğuk bir sesle kendisini orada ölüme terk etmeleri için yalvarıyordu; yaraları daha fazla ilerlemesine izin vermeyecek kadar ağırdı.
Claudia'yla Roque atlarından aşağı atlayıp Don Vicente'nin yanına gittiler. Hizmetkârlar Roque'yi görünce korktular; Claudia da Don Vicente'yi görünce telâşa kapıldı. Yarı acıyarak, yarı kızarak yanına gitti ve ellerini tutup dedi ki:
"Anlaştığımız gibi ellerini bana uzatmış olsaydın, şimdi bu durumda olmayacaktın."
Yaralı asilzade, yarı kapalı gözlerini açtı ve Claudia'yı tanıyarak dedi ki:
"Güzel ve yanılgı içindeki hanım, görüyorum ki beni vuran sensin; bu cezayı ben haketmemiştim; çünkü ne düşüncelerimle, ne de hareketlerimle, sana bir kötülük etmedim, edemezdim."
"Öyleyse," dedi Claudia, "bu sabah zengin Balvastro'nun kızı Leonora'yla evleneceğin doğru değil miydi?"
"Kesinlikle değildi," diye cevap verdi Don Vicente. "Herhalde kara bahtım, kıskanıp benim canımı alman için bu haberi vermiş olmalı sana. Ama canımı senin kollarında verdiğim için yine de talihli sayıyorum kendimi. Bunun doğru olduğunu kanıtlamamı istiyorsan, elimi sık ve beni kocalığa kabul et; sana yaptığımı sandığın haksızlığa karşılık sana verebileceğim daha büyük bir teminat yok."
Claudia elini sıktı, kalbi de sıkıştı ve Don Vicente'nin kanlar içindeki göğsüne yığılıp bayıldı; Don Vicente ölüm kasılmaları içindeydi. Roque şaşkın, ne yapacağını bilemez haldeydi. Hizmetkârlar hemen su getirip ikisinin yüzlerine boca ettiler. Claudia ayıldı; ama Don Vicente kendine gelemeyip son nefesini verdi. Bunu gören Claudia, sevgili kocasının öldüğünü anlayınca hıçkırıklarıyla, yakınmalarıyla dağı taşı inletti; saçlarını yolup rüzgâra savurdu; kendi elleriyle yüzünü paraladı; yaralı bir kalpten beklenecek her türlü ıstırap ve keder belirtisini gösterdi.
"Ey acımasız, düşüncesiz kadın," diyordu; "bu kadar kötü bir düşünceyi nasıl da kolayca harekete döktün! Ey kıskançlığın öfkeli gücü, seni gönlünde barındıran zavallıyı ne sefil bir sona sürükledin! Ah benim bahtsız kocam, bana verdiğin söz yüzünden zifaf yatağı yerine mezara girdin!"
Claudia'nın bu acıklı haykırışları, hiçbir durumda ağlamaya alışkın olmayan Roque'nin gözlerini yaşlarla doldurdu. Hizmetkârlar ağlıyor, Claudia ikide bir bayılıyordu; ortalık bir kahır ve facia yerine dönmüştü. Sonunda Roque Guinart, Don Vicente'nin hizmetkârlarına, cesedi gömmek üzere, bulundukları yerden fazla uzakta olmayan babasının köyüne götürmelerini emretti. Claudia, teyzesinin başrahibe olduğu bir manastıra gitmek istediğini söyledi Roque'ye; orada ömrünün sonuna kadar daha iyi ve ebedî bir eşle evli olarak yaşamak istiyordu. Roque bu doğru kararı için kendisini kutladı; istediği yere kadar kendisine eşlik etmeyi, babasını Don Vicente'nin akrabalarından ve ona kötülük etmeyi isteyebilecek herkesten korumayı teklif etti. Claudia Roque'nin kendisine refakat etmesine katiyen razı olmadı; tekliflerine elinden geldiğince teşekkür edip ağlayarak vedalaştı. Don Vicente'nin hizmetkârları cesedini alıp götürdüler; Roque çetesine döndü; Claudia Jerónima'nın aşkı da böylece son bulmuş oldu. Ancak, acıklı öyküsünün ağını, kıskançlığın yenilmez ve acımasız gücü ördüğüne göre, bu sona şaşmamak gerekir.
Roque Guinart, silâhtarlarını gitmelerini emrettiği yerde buldu. Don Quijote de Rocinante'nin üzerinde, onların arasındaydı; hem vücutları, hem de ruhları için çok tehlikeli olan bu hayat tarzından kendilerini vazgeçirmek için bir konuşma yapıyordu. Ama adamların çoğu Gaskonya'lı, vahşî ve serseri ruhlu kimseler olduklarından, Don Quijote'nin konuşmasını kafaları pek almıyordu. Roque yanlarına geldiğinde, Sancho Panza'ya, adamlarının eşeğini soyup aldıkları mücevher ve değerli eşyaları geri verip vermediklerini sordu. Sancho, üç şehir değerindeki üç mendil hariç, her şeyi geri verdiklerini söyledi.
”Sen ne diyorsun be adam?" dedi aralarından biri. "O mendiller bende, üç riyal bile etmez onlar."
"Doğrudur," dedi Don Quijote; "ama silâhtarım onları bana kimin verdiğini bildiği için o kadar değerli olduklarını söyledi."
Roque Guinart mendillerin derhal geri verilmesini emretti; ardından adamlarını sıraya dizip, son paylaşımdan sonra çalınan bütün giysi, mücevher ve paraların ortaya getirilmesini buyurdu. Sonra hızla hesaplayarak, bölüşülemeyecek şeyleri ayırıp yerine para koyarak bütün çeteye paylaştırdı. O kadar dikkatli ve adaletli bir dağıtım yaptı ki, kimseden kimseye bir gıdım hak geçmedi. Bu iş bitip herkes memnun, mesut, hakkını aldıktan sonra, Roque Don Quijote'ye dedi ki:
"Bu adamlara bu kadar titiz davranılmazsa, birlikte yaşamak mümkün olmaz."
Sancho buna şöyle cevap verdi:
"Burada gördüğüm kadarıyla, adalet o kadar iyi bir şey ki, hırsızlar arasında bile geçerli."
Silâhtarlardan biri bunu duyunca arkebüzünü, dipçiği havaya gelecek şekilde kaldırdı; Roque Guinart haykırarak durdurmasa, hiç kuşku yok, Sancho'nun kafasını yaracaktı. Sancho neye uğradığını şaşırdı ve o adamların yanında bir daha ağzını açmamaya karar verdi.
Bu sırada, gelip geçenleri reise haber vermek üzere yollarda nöbet bekleyen silâhtarlardan biri geldi ve dedi ki:
"Reis, buradan az ötede, Barselona yolundan, kalabalık bir insan topluluğu geliyor."
Roque buna şöyle cevap verdi:
"Görebildin mi, gelenler bizi arayanlardan mı, bizim aradıklarımızdan mı?"
"Bizim aradıklarımızdan," dedi silâhtar.
"O zaman hepiniz yola çıkıp hemen buraya getirin, bir tanesini bile kaçırmayın elinizden," dedi Roque.
Adamlar dediğini yaptılar; yalnız kalan Don Quijote, Sancho ve Roque de, silâhtarların ne getireceğini beklemeye koyuldular. Bu arada Roque Don Quijote'ye dedi ki:
"Bizim hayat tarzımız, maceralarımız, yaptıklarımız, Senor Don Quijote'ye çok değişik ve tehlikeli geliyordur herhalde. Böyle düşünmesi beni şaşırtmaz; çünkü itiraf ederim ki, bizimki kadar huzursuzluk ve korkuyla dolu bir hayat olamaz. Ben bu hayata intikam arzusu yüzünden atıldım; intikam isteği en dingin gönülleri bile altüst edecek güçtedir. Ben aslında merhametli, iyi niyetli bir insanimdir; ama dediğim gibi, bana yapılan bir kötülüğün intikamını alma isteği, bütün iyi niyetlerimi bastırıyor; vicdanımın sesine kulak vermiyor, bu hayatı sürdürüyorum. Her uçurum bir yenisini, her günah bir yenisini çağırdığı için de, intikamlar birbirine zincirleniyor; öyle ki, yalnız kendiminkileri değil, başkalarınınkini de ben üzerime alıyorum. Ama Tanrı'ya şükür, kendimi karmakarışık bir labirentin ortasında gördüğüm halde, bu labirentten güvenli bir limana çıkma umudumu kaybetmiyorum."
Don Quijote, Roque'nin bu güzel, mantıklı sözlerine şaşırdı; çünkü işi hırsızlık, adam öldürmek ve yol kesmek olan kişiler arasında düzgün konuşan birinin bulunabileceğine hiç ihtimal vermemişti; şöyle cevap verdi:
"Senor Roque, sağlığın ilk şartı hastalığı anlamak ve hekimin verdiği ilâçları almaktır; zat-ı aliniz hastasınız, hastalığınızı anlıyorsunuz, hekimimiz olan Tanrı da, sizi iyileştirecek olan ilâçları verecektir. Bu ilâçlar yavaş yavaş iyileştirir; birdenbire, mucize kabilinden değil. Ayrıca akıllı bir günahkâr, aptal bir günahkârdan daha kolay düzelebilir. Zat-ı âliniz de sözlerinizle akıllı olduğunuzu gösterdiniz; tek yapacağınız şey, cesaretinizi kaybetmemek, vicdanınızdaki hastalığın iyileşmesini beklemek. Eğer vakit kaybetmeden kurtuluş yolunda zahmetsizce ilerlemek isterseniz, benimle gelin; ben zat-ı âlinize gezgin şövalyeliği öğretirim; bu yolda karşılaşacağınız sayısız zahmet ve bahtsızlıkları kefaret kabul ederek bir çırpıda cennete ulaşabilirsiniz."
Roque, Don Quijote'nin nasihatine güldü ve konuyu değiştirerek ona Claudia Jerónima'nın acıklı öyküsünü anlattı. Genç kızın güzelliğinden, cesaretinden ve cazibesinden etkilenmiş olan Sancho buna müthiş üzüldü.
Bu arada avcı silâhtarlar geldiler; yanlarında iki atlı, iki yaya hacı, kadınlarla dolu bir araba, onlara refakat eden yaya ve atlı altı hizmetkâr ve atlıların hizmetinde iki katırcı oğlan vardı. Silâhtarlar, yakaladıklarını ortalarına almışlardı; yenenler de, yenilenler de mutlak bir sessizlik içinde büyük Roque Guinart'ın konuşmasını bekliyorlardı. Roque atlılara kim olduklarını, nereye gittiklerini ve yanlarında ne kadar para olduğunu sordu. Bir tanesi cevap verdi:
"Beyefendi, biz ikimiz, İspanyol ordusunda piyade yüzbaşısıyız; birliklerimiz Napoli'de. Sicilya'ya gidecek olan dört kadırgaya binmek üzere Barselona'ya gidiyoruz. Yanımızda iki yüz, üç yüz altın var; biz kendimizi zengin ve talihli sayıyoruz; çünkü askerlerin genellikle içinde bulunduğu yoksulluk, daha büyük servetlere izin vermiyor."
Roque, yüzbaşılara sorduğu soruyu hacılara da sordu. Onlar da Roma'ya gitmek üzere gemiye bineceklerini, yanlarında toplam altmış riyal kadar para bulunduğunu söylediler. Roque arabada kim olduğunu, nereye gittiğini ve ne kadar parası olduğunu sorunca, atlı hizmetkârlardan biri dedi ki:
"Arabada, Napoli mahkemesi başkanının karısı Senora Dona Guiomar de Quinones, küçük kızı ve biri genç, biri yaşlı iki nedimesi var. Biz altı hizmetkâr, onlara refakat ediyoruz; yanlarındaki para da altı yüz altın."
"Yani," dedi Roque Guinart, "toplam dokuz yüz altın, altmış riyal var. Benim askerlerimin sayısı altmış civarında olmalı; her birine ne düştüğünü hesaplayıverin; benim hesabım zayıftır."
Yol kesenler bunu duyunca hep birden haykırdılar:
"Roque Guinart uzun yıllar yaşasın! Ayağını kaydırmaya çalışan düşman haydutlar kahrolsun!"
Mallarına el konduğunu gören yüzbaşıların canı sıkıldı; başkanın karısı üzüldü; hacılar da hiç memnun olmadılar. Roque onları bir müddet bu gergin bekleyiş içinde tuttu; fakat bir tüfek atımı mesafeden belli olan üzüntülerinin sürmesini istemeyip yüzbaşılara döndü ve dedi ki:
"Saygıdeğer yüzbaşılar, zat-ı âlileriniz zahmet olmazsa bana altmış altın borç verin, başkanın hanımı da seksen altın versin; emrimdeki birliği memnun etmem lâzım; çömlekçi suyu saksıdan içer. Sonra rahatça, serbestçe yolunuza devam edebilirsiniz; ben size bir izin belgesi vereceğim, civara dağılmış olan başka askerlerime rastlarsanız, size dokunmazlar. Ben askerlere, kadınlara, bilhassa soylu hanımlara kötülük etmekten hoşlanmam."
Yüzbaşılar Roque'ye uzun uzun, güzel sözlerle teşekkür ettiler; kendi paralarını kendilerine vermesini büyük kibarlık ve cömertlik sayıyorlardı. Senora Dona Guiomar de Quinones arabadan aşağı atlayıp büyük Roque'nin ellerini, ayaklarını öpmek istediyse de, o buna katiyen izin vermedi, aksine; hanımefendiden, yaptığı kötülük için özür diledi; aşağılık mesleğinin mecburiyetlerini yerine getirmek zorunda olduğunu belirtti. Başkanın hanımı hizmetkârlarından birine seksen altını derhal vermesini emretti; yüzbaşılar da altmış altını vermişlerdi. Zavallı hacılar varlarını yoklarını vermek üzereyken, Roque onları durdurdu ve kendi adamlarına dönüp dedi ki:
"Her birinize ikişer altın düşüyor; yirmi altın da artıyor; bu yirmi altının onu bu hacılara verilecek, onu da, bu serüveni iyi hatırlasın diye bu silâhtara."
Adamları Roque'ye her zaman yanlarında bulundurdukları yazı gereçlerini getirdiler; o da çetesinin gözcülerine gösterilmek üzere kendilerine yazılı bir izin belgesi verdi ve onları serbest bıraktı. Hepsi asaletine, cömertliğine ve garip tutumuna hayran kalmışlardı; onu meşhur bir hırsız değil, bir Büyük İskender gibi görüyorlardı. Roque'nin silâhtarlarından biri, kendi Gaskonya ve Katalan lehçesinde dedi ki:
"Bu bizim komutana keşişlik eşkıyalıktan daha çok yakışıyor. Bundan böyle cömertlik yapmak istediğinde bizim paramızla değil, kendi parasıyla yapsın."
Bahtsız haydut bu sözleri pek alçak sesle söylemediğinden, Roque işitti ve derhal elini kılıcına atıp adamın kafasını neredeyse ikiye ayırarak dedi ki:
"Ben terbiyesizleri, küstahları bu şekilde cezalandırırım."
Herkes dehşet içinde kaldı; kimse tek kelime söylemeye cesaret edemedi; reislerine itaatleri sonsuzdu.
Roque bir kenara çekilip Barselona'daki bir arkadaşına mektup yazdı; hakkında onca şey anlatılan ünlü gezgin şövalye La Mancha'lı Don Quijote'nin kendisiyle birlikte olduğunu haber verdi. Dünyanın en hoş, en bilgili adamıydı; dört gün sonra, yani Vaftizci Aziz Yahya yortusunda, şehrin yalı boyunun ortasına, zırhları ve silâhlarıyla atı Rocinante'nin üzerinde dikilecek, silâhtarı Sancho da eşeğinin üzerinde, yanında olacaktı. Bunu, dostları olan Niarro'lara haber vermesini, olayın tadını onların çıkarmasını istiyordu. Rakipleri Cadell'lerin bu zevkten mahrum olmalarını isterdi; ama bu da mümkün değildi; çünkü Don Quijote'nin deliliğiyle akıllılığının ve silâhtarı Sancho Panza'nın komikliğinin, bütün dünyanın hoşuna gitmemesi mümkün değildi. Mektubu silâhtarlarından biriyle gönderdi; adam eşkıya kılığını değiştirip çiftçi kıyafetinde Barselona'ya girdi ve mektubu sahibine götürdü.