Seyyid Hâmid Badincani'nin, bu hikâyenin ikinci kısmı ve Don Quijote'nin üçüncü seferinde anlattığına göre, rahiple berber, geçmiş olayları canlandırıp hatırına getirmemek için, Don Quijote'yi yaklaşık bir ay görmediler. Ama yeğeniyle kâhya kadını ziyaret etmekten geri durmadılar; onlara Don Quijote'ye iyi bakmalarını, kalbini ve beynini sakinleştirecek, faydalı gıdalarla beslemelerini tembih ettiler; bütün dertlerinin kalbinden ve beyninden kaynaklandığına şüphe yoktu. Kadınlar öyle yaptıklarını, seve seve, büyük bir dikkatle yapmaya devam edeceklerini, çünkü efendilerinin, zaman zaman, aklının tamamen yerinde olduğunu gösterir işaretler verdiğini söylediler. Rahiple berber, buna çok memnun oldular; bu muazzam ve gerçek hikâyenin birinci kısmının son bölümünde anlatıldığı gibi, Don Quijote'yi öküz arabasıyla, büyülenmiş halde getirmekle, iyi ettiklerini düşündüler. Bunun üzerine, iyileşmesine hemen hemen imkânsız gözüyle baktıkları halde, onu ziyaret edip durumundaki düzelmeyi kendi gözleriyle görmeye karar verdiler. Kabuğu henüz çok taze olan yarasını deşmemek için de, gezgin şövalyelik konusuna hiçbir şekilde değinmemeyi kararlaştırdılar.
Ziyaretine gittiklerinde, kendisini üzerinde yeşil, kısa kollu bir fanila, başında kırmızı bir Toledo beresiyle, yatağında oturur halde buldular; o kadar zayıf ve süzgündü ki, mumya gibiydi. Kendilerini çok iyi karşıladı; sağlığının nasıl olduğunu sorduklarında, kendisi ve sağlığı hakkında çok mantıklı, güzel kelimelerle bilgi verdi. Sohbet sırasında söz, hikmeti hükümet ve yönetim biçimleri konusuna geldi; şu yolsuzluğu düzeltiyor, buna hüküm giydiriyorlar, bir âdette reform yapıp bir başkasını yasaklıyorlar, her biri yeni bir kanun koyucu, çağdaş bir Lykurgos, yepyeni bir Solon kesiliyordu. Devleti, sanki bir demirci ocağına atıp, bambaşka bir şey çıkartır gibi yenilediler. Don Quijote, değindikleri bütün konularda o kadar mantıklı konuştu ki, iki denetçi, hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, tamamen iyileşmiş ve şuurunun da yerinde olduğuna kanaat getirdiler.
Sohbette hazır bulunan yeğen ve kâhya kadın, efendilerini böyle akıllı gördükçe, durmadan Tanrı'ya şükrediyorlardı. Ne var ki, rahip, başlangıçtaki, şövalyelikle ilgili hiçbir şeye değinmeme kararından vazgeçip, Don Quijote'nin akıllılığının gerçek mi, sahte mi olduğunu tam olarak sınamak istedi ve sözü saraydan gelen haberlere getirdi. Osmanlılar'ın büyük bir filoyla çıkartma yapacaklarına kesin gözüyle bakıldığını, ama amaçlarının kesin olarak bilinmediğini, bu korkunç fırtınanın nerede patlayacağının belli olmadığını ve neredeyse her yıl duyulan, düşmanın bastıracağı tehdidiyle, bütün Hıristiyan âleminin seferber olduğunu, Majestelerinin, Napoli ve Sicilya kıyılarıyla Malta Adasını tahkim ettirdiğini söyledi. Don Quijote buna şöyle cevap verdi:
"Majesteleri, düşmana gafil avlanmamak için önceden eyaletlerini tahkim ettirmekle, tam tedbirli bir savaşçıya yakışır şekilde davranmış. Ancak, benim fikrim sorulacak olsa, ben Majestelerinin, şu anda aklından bile geçmeyen bir önlemi almasını tavsiye ederdim."
Rahip bunu duyar duymaz, kendi kendine dedi ki:
"Zavallı Don Quijote, Tanrı seni elinden tutsun! Bana öyle geliyor ki, kendini deliliğinin yüksek zirvesinden, saflığının derin uçurumuna atıyorsun."
Rahiple aynı şeyi düşünmüş olan berber, Don Quijote'ye, alınması gereken önlemin nasıl bir önlem olduğunu sordu; prenslere genellikle sunulan, çok sayıdaki münasebetsiz önerinin arasına katılabilir türden olabilirdi.
"Benimki," dedi Don Quijote, "münasebetsiz değil, yerinde olacak, sayın tıraşçı."
"Ben de onu demek istemedim," dedi berber, "ama Majestelerine sunulan önerilerin hepsinin, ya da çoğunun, ya imkânsız, ya saçma ya da kralın veya krallığın aleyhine olduğu, tecrübeyle sabittir."
"Ama benimki ne imkânsız, ne de saçma," dedi Don Quijote. "Benimki akla gelebilecek en basit, en doğru, en etkili ve en kısa öneri."
"Senor Don Quijote, bir türlü söylemiyorsunuz ne olduğunu," dedi rahip.
"Şimdi önerimi burada ifade edip, yarın sabah sayın Konsey üyelerinin dilinde gezmesini ve benim çabalarımın hakettiği teşekkür ve mükâfatları başkasının toplamasını istemem," dedi Don Quijote.
"Ben kendi adıma," dedi berber, "Sizlerin ve Tanrı'nın huzurunda yemin ediyorum, zat-ı âlinizin söyleyeceklerini ne krala, ne kula söylemeyeceğim. Bu yemini Rahibin Masalı'ndan öğrendim; en başında, krala, yüz altınını ve katırını çalan hırsızı ihbar etmiştir."
"Ben masal filan bilmem," dedi Don Quijote. "Ama bu yeminin doğruluğuna inanıyorum; çünkü sayın berberin dürüst bir kimse olduğunu biliyorum."
"Olmasa bile," dedi rahip, "ben bu konuda bir dilsizden daha fazla konuşmayacağına, cezasının tamamını ödemeyi üzerime alarak, kefil olurum."
"Peki size kim kefil olacak, muhterem Peder?" dedi Don Quijote.
"Sır saklamak olan mesleğim," dedi rahip.
Don Quijote bunun üzerine, "Tanrı aşkına!" dedi. "Tek yapılacak şey, Majestelerinin çığırtkanlarla, İspanya'da dolaşan bütün gezgin şövalyeleri, belli bir günde sarayda toplanmak üzere çağırması; sadece beş altı gezgin şövalye gelse bile, Osmanlılar'ın bütün gücüne tek başına karşı koyabilecek bir tanesi olabilir aralarında. Beni dikkatle dinleyin, izleyin lütfen. Bir tek gezgin şövalyenin, iki yüz bin kişilik bir orduyu, tek bir boğazmışçasına, badem ezmesinden yapılmışçasına yok etmesi, duyulmamış bir şey mi? Söyler misiniz, kaç öykü böyle mucizelerle doludur? Meşhur Don Belianis veya Galya'lı Amadis'in soyundan gelen onca gezgin şövalyeden biri bugün yaşasaydı -ki bir tek benim için kötü olurdu- bugün yaşasa ve Osmanlılar'la karşılaşsaydı, emin olun düşmanı pişman ederdi. Ama Tanrı milletini koruyacak ve geçmişteki gezgin şövalyeler kadar mükemmel olmasa da, en azından cesareti onlardan aşağı kalmayan bir tanesini bulacaktır. Tanrı dediklerimi anlıyor; daha fazla konuşmayacağım."
Bunun üzerine yeğen, "Eyvah!" dedi. "Efendim tekrar gezgin şövalye olmak istemiyorsa, canım çıksın!"
Don Quijote şöyle konuştu:
"Ben gezgin şövalye olarak öleceğim; Osmanlı ne zaman isterse, istediği güçle, çıkartma da yapabilir, indirme de. Tekrar söylüyorum: Tanrı dediklerimi anlıyor."
Berber bunun üzerine dedi ki:
"Sizlerden rica ediyorum, Sevilla'da cereyan eden bir olayı kısaca anlatmama izin veriniz; şu anda öyle yerine oturacak ki, anlatmak istiyorum."
Don Quijote izin verdi; rahip ve diğerleri de dikkat kesilince, berber anlatmaya başladı:
"Sevilla tımarhanesinde, akrabaları tarafından, aklından zoru olduğu için oraya kapatılmış bir adam varmış. Osuna Yüksek Okulu hukuk mezunuymuş; ama birçoklarının görüşüne bakılırsa, Salamanca mezunu da olsa, deli olurmuş. Bu hukuk mezunu, birkaç yıl tımarhanede yattıktan sonra, akıllandığına, iyileştiğine kanaat getirmiş ve bu düşünceyle, başpiskoposa bir mektup yazarak, güzel kelimelerle ve samimî bir ifadeyle, bu içinde bulunduğu sefaletten kendisini kurtarması için yalvarmış; Tanrı'nın kendisine acıyıp, kaybettiği aklını geri verdiğini, fakat akrabalarının, servetine konmak amacıyla onu orada tuttuklarını, doğru olmadığı halde, ölünceye kadar onu deli saymak istediklerini belirtmiş. Başpiskopos, aldığı çok sayıdaki güzel ve akıllıca yazılmış mektuptan etkilenerek, bir yardımcısına, gidip tımarhane müdüründen, hukuk mezununun yazdıklarının doğru olup olmadığını öğrenmesini, ayrıca deliyle de konuşup aklı başında olduğuna kanaat getirirse, oradan çıkarıp hürriyetine kavuşturmasını emretmiş. Başpiskopos yardımcısı, emredileni yapmış; tımarhane müdürü, o adamın hâlâ deli olduğunu söylemiş kendisine; çoğu kez gayet akıllıca konuştuğu halde, kendisiyle konuşarak da tecrübe edebileceği gibi, sonunda saçmalıyor, zırvaları baştaki Zekice konuşmalarını gölgede bırakıyormuş. Başpiskopos yardımcısı, tecrübe etmek istemiş ve delinin yanına gidip bir saatten fazla konuşmuş; bütün bu süre zarfında, deli saçma veya mantıksız tek kelime etmemiş. Aksine, o kadar ölçülü konuşmuş ki, başpiskopos yardımcısı, delinin akıllandığına inanmak zorunda kalmış. Deli bu arada, tımarhane müdürünün kendisine düşman olduğunu, çünkü akrabalarının, hâlâ deli olduğunu, sadece arada bir akıllandığını söylesin diye verdikleri armağanları kaybetmek istemediğini de belirtmiş; başına gelen bu felâkette, servetinin en büyük engel olduğunu düşünüyormuş; çünkü düşmanları bu servetten yararlanabilmek için bu dolabı çeviriyor, yüce Tanrı'nın onu bir hayvanken tekrar insana dönüştürmekle gösterdiği lütfa şüphe düşürüyorlarmış. Kısacası, öyle şeyler söylemiş ki, müdürü şüpheli bir şahıs, akrabalarını haris ve vicdansız, kendini de son derece aklı başında bir adam gibi göstermiş ve böylece, başpiskopos yardımcısı, onu alıp başpiskopos kendi gözleriyle görsün, meselenin aslını kendisi anlasın diye yanında götürmeye karar vermiş. İyi yürekli başpiskopos yardımcısı, bu dürüst düşünceyle, müdürden, hukuk mezununa oraya gelirken üzerinde bulunan giysilerin verilmesini rica etmiş; müdür tekrar yaptığı şeyi iyi düşünmesini, hukuk mezununun kesinlikle hâlâ deli olduğunu söylemiş. Fakat müdürün bütün itirazları ve uyarıları, başpiskopos yardımcısını, adamı götürmekten vazgeçirememiş; müdür, başpiskoposun emri olduğu için itaat etmek zorunda kalmış. Hukuk mezununa yeni ve düzgün durumdaki kıyafetini giydirmişler; o da kendisini delilikten kurtulmuş, akıllı kıyafeti giymiş halde görünce, başpiskopos yardımcısına, gidip deli arkadaşlarıyla vedalaşmasına izin versin diye, Tanrı aşkına yalvarmış. Başpiskopos yardımcısı da, onunla birlikte gidip, tımarhanedeki delileri görmek istediğini söylemiş. Orada bulunan birkaç kişiyle birlikte yukarıya çıkmışlar; hukuk mezunu, o sırada sakin ve sessiz olmakla birlikte, aslında tehlikeli olan bir delinin hücresine geldiklerinde, demiş ki: 'Kardeşim, benden bir istediğin varsa söyle, ben evime dönüyorum; ben haketmediğim halde, Tanrı sonsuz iyilik ve merhametiyle bana aklımı geri verme lütfunda bulundu. Ben akıllandım, iyileştim; Tanrı'nın gücü her şeye yeter. O'na güven, umudunu kaybetme, beni eski halime döndürdüyse, O'na güvendiğin takdirde, seni de döndürür. Ben sana yiyecek bir şeyler göndermeyi ihmal etmeyeceğim; onları mutlaka ye; ben de geçirdiğim için söylüyorum; bana kalırsa bütün deliliklerimiz, midelerimizin boş, kafalarımızın havayla dolu olmasından ileri geliyor. Gayret et, gayret et; çünkü ıstırap çekerken zayıflık, sağlığı bozar, ölümü hızlandırır.' Hukuk mezununun bütün bu sözlerini, tehlikeli delinin karşısındaki hücrede bulunan bir başka deli de dinlemiş ve çırılçıplak yatmakta olduğu eski hasırdan kalkarak, bağıra çağıra, akıllanıp, iyileşip gidenin kim olduğunu sormuş. Hukuk mezunu cevap vermiş: 'Giden benim kardeşim; artık burada kalmama gerek yok; bunun için de, bana böyle büyük bir lütufta bulunan Tanrı'ya durmadan şükrediyorum.' Deli şöyle konuşmuş: 'Aman konuşmalarınıza dikkat edin sayın hukukçu; şeytan sizi yanıltmasın; ayaklarınızı uzatın, evinizde sakin sakin oturun ki geri dönme zahmetinden kurtulun.' 'Ben iyi olduğumu biliyorum,' demiş hukuk mezunu, 'bir daha zahmete katlanmama gerek olmayacak.' 'Siz iyi ha!' demiş deli. 'Pekala, göreceğiz. Tanrı'ya emanet olun; ama yeryüzünde temsilcisi olduğum Jüpiter adına yemin ediyorum, Sevilla'ya, sırf bugün sizi bu tımarhaneden çıkarıp akıllı saymakla işlediği günah yüzünden, öyle bir ceza vermek zorundayım ki, yüzyıllar boyunca herkes tarafından hatırlansın, âmin. Sen benim bunu yapabileceğimi bilmiyor musun, hukukçu parçası? Dediğim gibi, ben Gök Gürleten Jüpiter'im; dünyayı tehdit edebileceğim, yok edebileceğim yakıcı yıldırımlar var benim elimde. Ama bu cahil şehri bir tek şekilde cezalandırmaya niyetim var. Bu sözler söylendiği andan başlamak üzere, tam üç yıl boyunca, ne şehre ne de etrafına hiç yağmur yağdırmayacağım. Sen hürsün, sen iyisin, sen akıllısın, ben deliyim, ben hastayım, ben hapisim ha?... Yağmur yağdıracağıma kendimi asarım.' Delinin bağıra çağıra söylediği bu sözleri, etraftakiler dikkatle dinlemiş; bizim hukuk mezunu ise, başpiskopos yardımcısına dönüp ellerini tutarak demiş ki: 'Sakın üzülmeyin, saygıdeğer efendim, bu delinin sözlerine de kulak asmayın; o Jüpiter'se ve yağmur yağdırmak istemiyorsa, ben de suların babası ve tanrısı Neptün'üm ve canım ne zaman isterse, ne zaman gerekirse yağmur yağdırırım.' Başpiskopos yardımcısı buna şöyle cevap vermiş: 'Her şeye rağmen, Senor Neptün, Senor Jüpiter'i kızdırmak doğru olmaz. Zat-ı âliniz şimdilik burada kalın; biz daha rahat bir günde tekrar gelip alırız sizi.' Tımarhane müdürüyle diğer hazır bulunanlar gülmüşler; başpiskopos yardımcısı biraz utanmış; hukuk mezununu soymuşlar, tımarhanede kalmış; hikâye de burada bitmiş."
"Şu anda yerine oturacak diye anlatmaktan kendinizi alamadığınız hikâye bu mu, sayın berber?" dedi Don Quijote. "Ah sayın tıraşçı, sayın tıraşçı, insan burnunun ucunu göremeyecek kadar kör olabilir mi? Zekâlar, cesaretler, güzellikler ve soylar arasında yapılan karşılaştırmaların daima nefretle karşılandığını, zat-ı âlinizin bilmemesi mümkün mü? Sayın berber, ben sular tanrısı Neptün değilim; akıllı olmadığım halde kimsenin beni akıllı sanması için de uğraşmıyorum. Ben sadece, dünyaya, gezgin şövalyelik tarikatının sancaklarının dalgalandığı o mutlu çağı canlandırmamakla düştüğü büyük hatayı anlatmak için uğraşıyorum. Fakat bizim yoz çağımız, gezgin şövalyelerin krallıkların savunmasını, bakirelerin korunmasını, öksüzlerle yetimlere yardımı, kibirlilerin cezalandırılmasını ve alçakgönüllülerin mükâfatlandırılmasını üstlendiği, görev bildiği çağların sahip olduğu mutluluğu yaşamayı hak etmiyor. Şimdiki şövalyelerin çoğunu, örme zırhlarının halkaları değil, giydikleri damasko, brokar ve diğer zengin kumaşlar okşuyor; kırlarda, gökyüzünün bütün şiddetine maruz, tepeden tırnağa zırhlı uyuyan şövalye yok; gezgin şövalyelerin yaptığı gibi, ayakları üzengide, mızrağına yaslanıp sadece bir şekerleme yapan da yok. Bir ormandan çıkıp dağa girecek, oradan ıssız, bomboş, muhtemelen fırtınalı, dalgalı bir deniz kıyısına varıp, sahilde ne küreği, ne yelkeni, ne direği, ne de donanımı olan küçük bir sandal bulunca gözünü budaktan sakınmadan içine atlayacak, derin denizlerin kendisini kâh gökyüzüne yükseltip kâh uçurumlara düşüren, dinmeyen dalgalarına teslim edecek, göğsünü karşı koyulmaz fırtınaya karşı gerip hiç beklemediği bir anda, kendini kayığa bindiği yerden üç bin fersah uzakta bulunca bu uzak, bilinmedik toprağa atlayıp değil parşömene, tunca kazılmaya lâyık kahramanlıklar gösterecek şövalye yok. Artık tembellik çalışkanlıktan, aylaklık gayretten, kötülük iyilikten, kibir cesaretten ve şövalyelik teorisi, sadece altın çağda ve gezgin şövalyelerde yaşayıp parlayan şövalyelik pratiğinden daha üstün. Söyler misiniz bana, kim meşhur Galya'lı Amadis kadar dürüst ve cesur olabilir? Kim İngiliz Palmerin kadar akıllı olabilir? Kim Beyaz Tirante kadar uysal ve ılımlı olabilir? Kim Yunanlı Lisuarte kadar mert olabilir? Kim Don Belianıs kadar kılıç yarası almış, kılıçla yaralamış olabilir? Kim Galya'lı Periön kadar gözüpek, kim Hirkanya'lı Felixmarte kadar tehlikeye girişmiş, kim Esplandiân kadar samimî olabilir? Kim Trakya'lı Don Cirongilio kadar atılgan olabilir? Kim Rodamonte kadar mükemmel olabilir? Kim Renaud kadar korkusuz olabilir? Kim Kral Sobrino kadar ihtiyatlı olabilir? Kim Roland kadar yenilmez olabilir? Kim, Turpin'in Kozmografya'sına göre, şimdiki iki Ferrara dükünün atası olan Ruggiero'dan daha kibar ve terbiyeli olabilir? İşte bütün bu şövalyeler ve sayabileceğim daha birçokları, gezgin şövalyeydiler, şövalyeliğin şanı ve şerefiydiler, muhterem Peder. Ben önerimdeki şövalyelerin bunlardan bazıları ya da bunlara benzer şövalyeler olmalarını isterdim; o zaman Majesteleri hem büyük masraflardan tasarruf eder, hem de iyi hizmet görür, Osmanlılar da saçlarını, sakallarını yolarlardı. İşte bu sebeple evimde kalmak istemiyorum; fakat başpiskopos yardımcısı beni çıkartmıyor. Berberin dediği gibi, Jüpiter yağmur yağdırmazsa, ben buradayım, istediğim zaman yağdırırım. Sayın Leğen kendisini anladığımı bilsin diye söylüyorum."
"Senor Don Quijote," dedi berber, "ben gerçekten onu demek istemedim; Tanrı şahidimdir, art niyetim yoktu; gücenmeniz için bir sebep yok."
"Gücenip gücenmeyeceğimi ben bilirim," diye cevap verdi Don Quijote.
Rahip bunun üzerine dedi ki:
"Ben şu ana kadar tek kelime konuşmadığım halde, Senor Don Quijote'nin biraz önce söylediklerinden dolayı vicdanımı kemiren, didikleyen bir vehimden kurtulmak istiyorum."
"Muhterem Peder'in daha önemli konularda da yetkisi olduğuna göre," dedi Don Quijote, "vehmini söyleyebilir; kişinin vicdanını vehimlerin kemirmesi hoş değildir."
"Öyleyse, izninizle bu vehmimi açıklayacağım: Senor Don Quijote, zat-ı âlinizin değindiği bütün o gezgin şövalyeler güruhunun, yeryüzünde yaşamış etten kemikten, gerçek insanlar olduklarına bir türlü inanamıyorum; aksine, hepsinin uydurma, masal, yalan olduğunu, uyanık, daha doğrusu yarı uykuda adamlar tarafından anlatılmış rüyalar olduğunu düşünüyorum."
"İşte birçok kişinin düştüğü bir başka yanılgı da bu," dedi Don Quijote; "yeryüzünde böyle şövalyelerin var olduğuna inanmamak. Ben birçok kez, çeşitli durumlarda, çeşitli kişileri, yaygın denebilecek bu yanılgı konusunda aydınlatmaya çalıştım; amacıma ulaşamadığım zamanlar da oldu, gerçeğin omuzlarıyla destekleyerek ulaştığım da. Bu o kadar kesin bir gerçek ki, neredeyse kendi gözlerimle Galya'lı Amadis'i gördüğümü söyleyebilirim; uzun boylu, beyaz yüzlü, siyah ama biçimli sakallı, yarı yumuşak yarı sert görünümlü, az konuşan, zor öfkelenen, kolay yatışan bir adamdı. Amadis'i çizdiğim gibi, sanıyorum dünyanın anlatılan bütün gezgin şövalyelerini çizip tasvir edebilirim; çünkü anlatıldıkları gibi olduklarını bildiğimden ve gösterdikleri kahramanlıklardan, mizaçlarından, sağlam bir felsefeyle, hatlarını, tenlerini ve cüsselerini çıkarmam mümkün."
"Senor Don Quijote," dedi berber, "dev Morgante sizce ne kadar büyüktü acaba?"
"Devler konusunda, yeryüzünde var olup olmadıkları konusunda değişik görüşler vardır," diye cevap verdi Don Quijote. "Ancak, gerçekten bir nebze dahi ayrılması mümkün olmayan Kutsal Kitap, devlerin var olduğunu kanıtlamakta; bize Golyat denen Filistinli'nin hikâyesini anlatırken, yedi buçuk arış boyunda olduğunu söylemektedir; ki bu da aşırı uzundur. Ayrıca Sicilya Adasında o kadar büyük kol, bacak ve sırt kemikleri bulunmuştur ki, irilikleri, sahiplerinin yüksek kuleler boyunda devler olduğunu göstermektedir; geometri bu gerçeği şüphe götürmez şekilde kanıtlamaktadır. Bütün bunlara rağmen, Morgante'nin iriliğini tam olarak söylemem mümkün değil; yine de, fazla uzun olmadığı kanısındayım. Böyle düşünmemin sebebi, kahramanlıklarına özel olarak değinilen hikâyede, çoğu zaman bir çatı altında yattığının belirtilmesidir. Sığabileceği evler bulduğuna göre, aşırı bir irilikte olmadığı açıktır."
"Doğru," dedi rahip.
Don Quijote'nin bu zırvalarını dinlemekten çok hoşlanan rahip, Renaud de Montauban ve Roland'ın ve hepsi gezgin şövalye olan On İki Asilzade'nin geri kalanlarının yüzleri konusunda ne düşündüğünü sordu.
"Renaud'nun geniş ve kırmızı yüzlü, gözlerinin fıldır fıldır ve biraz patlak, fazlasıyla alıngan ve sinirli, hırsızların ve düşkünlerin dostu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim," diye cevap verdi Don Quijote. "Roland, Rotolando ya da Orlando'ya gelince -ki bu isimlerin hepsi tarihlerde geçer- kanaatim odur ki, orta boylu, geniş omuzlu, biraz çarpık bacaklı, esmer yüzlü, sarı sakallı, vücudu kıllı, tehditkâr bakışlı, az konuşan fakat çok kibar ve terbiyeli bir adamdı."
"Roland zat-ı âlinizin anlattığından daha soylu değildiyse," dedi rahip, "Güzel Angelica'nın onu küçümseyip sakalı yeni çıkan genç Magripli'nin zarafeti, parlaklığı, inceliği uğruna terk etmesine şaşmamak gerekir; Roland'ın sertliğini değil, teslim olduğu Medoro’nun yumuşaklığını tutkuyla sevmekle akıllılık etmiş."
"Muhterem Peder," diye cevap verdi Don Quijote, "bu Angelica, dalgın, havaî ve biraz maymun iştahlı bir genç kızdı; dünyaya, güzelliğinin şöhreti kadar münasebetsizlikler de bıraktı; binlerce soylu, cesur, akıllı erkeği küçümsedi; bıyığı yeni terleyen, arkadaşına gösterdiği sadakatin kendisine kazandırdığı kadirşinas sıfatından başka bir ismi, serveti olmayan bir pajla yetindi. Güzelliğini şarkısıyla öven büyük Ariosto, cesaret edemediğinden ya da bu hanımefendinin, kendini aşağılık biçimde teslim edişinden sonra başına gelen ve herhalde pek namusluca olmayan olayları anlatmak istemediğinden, şu dizelerde bırakmıştı:
O nasıl becerdiyse Çinli'nin kılıcıyla,
daha iyi söyler belki başkası daha iyi bir mızrapla.
Hiç şüphesiz, bu da bir çeşit kehanetti; şairlere aynı zamanda vates, yani kâhin denirdi. Bu gerçek açıkça ortaya çıkmıştır; çünkü daha sonra, ünlü bir Endülüslü şair, Angelica'nın gözyaşlarının şarkısını söylemiş, bir başka benzersiz ünlü İspanyol şair de güzelliğini övmüştür."
"Söyler misiniz, Senor Don Quijote," dedi bunun üzerine berber, "bu Senora Angelica'yı öven onca şair arasında, ona hiciv yazan biri olmamış mı?"
"Doğrusunu isterseniz," diye cevap verdi Don Quijote, "bence Sacripante veya Roland şair olsalardı, hanımefendiyi mutlaka yerin dibine geçirirlerdi; çünkü sahte sevgilileri -veya hayallerinin sevgilisi olarak seçtikleri kadınların taklitleri- tarafından küçümsenen, reddedilen şairlerin hicivlerle, yergilerle intikam almaları çok rastlanan, tabii bir şeydir; kuşkusuz, cömert gönüllere yakışmayan bir intikam. Ama bugüne kadar dünyanın altını üstüne getiren Señora Angelica'nın aleyhinde, küçültücü bir şiir gelmedi kulağıma."
"Mucize!" dedi rahip.
Bu sırada, sohbeti bırakıp gitmiş olan kâhya kadınla yeğenin avludan gelen çığlıklarını duydular ve hepsi gürültüye koştular.