Hikâyede anlatıldığına göre, Don Quijote miğferi getirsin diye seslendiğinde, Sancho çobanlardan taze peynir satın almaktaydı; efendisinin acelesini görünce, peyniri ne yapacağını, nereye koyacağını bilemedi ve parasını da ödemiş olduğu için bırakmak istemediğinden, sonunda efendisinin miğferinin içine koymayı akıl etti. Bu işi böyle güzelce hallettikten sonra, efendisi ne istiyor diye bakmaya gitti; yanına vardığında, Don Quijote dedi ki:
"Şu miğferimi ver, arkadaşım; ben serüven denen şeyden biraz anlıyorsam eğer, şurada gördüğüm şey, beni silahlanmaya zorlayacak, hatta zorluyor."
Bunu duyan Yeşil Ceketli, her tarafa bakındı ve kendilerine doğru gelen bir arabadan başka şey göremedi; arabaya asılı iki üç küçük sancaktan, arabada Majesteleri'ne ait bir şeyin taşındığını anladı ve bunu Don Quijote'ye söyledi. Ama Don Quijote buna kulak asmadı; her olayın serüven, yine serüven olması gerektiğine inanmaya devam ederek, asilzadeye cevap verdi:
"Tedbirini alan, savaşı yarı kazanmış sayılır. Tedbir almakla bir şey kaybetmem; tecrübeden biliyorum, benim görünür ve görünmez düşmanlarım var; bana ne zaman, nerede, hangi anda ve hangi kılıkta saldıracaklarını bilemem."
Sancho'ya dönüp miğferi istedi; o da, peyniri çıkarmaya fırsat bulamayıp olduğu gibi vermek zorunda kaldı. Don Quijote miğferi aldı; içinde ne olduğunu farkedemeden, alelacele kafasına geçiriverdi. Taze peynir de sıkışıp ezilince, suyu olduğu gibi Don Quijote'nin yüzünden, sakalından aşağı aktı. Don Quijote korku içinde Sancho'ya dedi ki:
"Bu ne böyle Sancho? Sanki kafam yumuşuyor, beynim sulanıyor, tepeden tırnağa tere batmış gibiyim. Eğer terliyorsam, inan korkudan değil; buna rağmen, başıma gelecek serüvenin korkunç olduğundan eminim. Temizlenebileceğim bir şey varsa, ver; bu bitmeyen terler gözümü kör ediyor."
Sancho sesini çıkarmayıp bir bez verdi ve efendisi meseleyi anlamadı diye Tanrı'ya şükretti. Don Quijote temizlendi; sonra ona kafasını donduruyormuş gibi gelen şeyin ne olduğunu görmek için miğferi çıkardı. Miğferin içindeki beyaz bulamacı görünce burnuna yaklaştırıp koklayarak, dedi ki:
"Sevgilim Dulcinea del Toboso'nun başı üstüne yemin ederim, taze peynir koymuşsun sen bunun içine, hain, düzenbaz, edepsiz silâhtar."
Sancho buna büyük bir sükûnet ve riyakârlıkla cevap verdi:
"Peynirse, bana verin, ben yerim... Aman, şeytan yesin, herhalde oraya koyan da o. Ben zat-ı âlinizin miğferini kirletmeye cüret eder miyim hiç? Buldunuz küstahlık edecek adamı! Yemin ederim efendim, Tanrı'nın bana verdiği akılla anladığım kadarıyla, zat-ı âlinizin bir parçası, bir organı olarak benim de peşimi bırakmayan büyücüler var; o pisliği oraya, sizin sabrınızı taşırıp öfkelendirmek için, âdetiniz olduğu üzre kaburgalarımı parçalayın diye koymuşlardır mutlaka. Ama bu sefer yan bastılar; ben efendimin sağduyusuna güveniyorum; herhalde bende ne taze peynir, ne süt, ne de ona benzer bir şey bulunmadığını, bulunsa, miğfere koyacağıma mideme indireceğimi düşünmüştür."
"Her şey olabilir," dedi Don Quijote.
Asilzade de her şeyi izliyor, her şeye şaşırıyordu; onu özellikle şaşırtan, Don Quijote'nin, başını, yüzünü, sakalını ve miğferi temizledikten sonra miğferi kafasına geçirip üzengilerine iyice yerleşerek, kılıcına davranması, mızrağını kavraması ve şu sözleri söylemesi oldu:
’’Şimdi ne isterse çıksın karşıma; ben bizzat Şeytanla dövüşmeye hazırım."
Bu arada sancaklı araba yaklaştı; katır üzerindeki arabacıyla önde oturan bir adamdan başka kimse yoktu içinde. Don Quijote arabanın önüne çıkıp dedi ki:
"Nereye gidiyorsunuz kardeşim? Bu araba ne arabası, içinde ne var, bunlar ne sancağı?"
Arabacı şöyle cevap verdi:
"Araba benim arabam; içinde, kafeste iki vahşî aslan var; Oran komutanı, saraya, Majestelerine armağan olarak gönderiyor onları; sancaklar da sayın kralımıza ait; bu arabada ona ait bir şeyin taşındığını gösteriyor."
"Aslanlar büyük mü?" diye sordu Don Quijote.
"O kadar büyük ki," diye cevap verdi arabanın kapısındaki adam, "bu kadar büyüğü, irisi, daha önce Afrika'dan İspanya'ya gelmemiştir. Ben aslan bakıcısıyım; daha önce de aslan getirdiğim oldu; ama bu kadar irisi hiç olmamıştı. Biri dişi, biri erkek; erkek olanı bu öndeki kafeste, dişi de arkadakinde. Onun için yol verseniz iyi olur efendim; onlara yemek vereceğimiz yere bir an önce varmamız gerekiyor."
Don Quijote buna hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi.
"Bana aslan yavrusu ha? Bana aslan yavrusu, hem de bu saatte? Tanrı hakkı için, bunları gönderenler görecekler, benim aslandan korkacak adam olup olmadığımı. Aşağı inin arkadaşım; madem aslan bakıcısı sizsiniz, şu kafesleri açıp o hayvanları dışarı salın. Onları bana gönderen büyücülere inat, bu kırın ortasında, La Mancha'lı Don Quijote'nin kim olduğunu göstereyim şunlara."
"Eyvah!" dedi bunun üzerine asilzade kendi kendine. "Sevgili şövalyemiz gerçek kimliğini göstermeye başladı; peynir kafasını yumuşatmış, beynini sulandırmış olmalı."
Bu arada Sancho yaklaşıp dedi ki:
"Beyefendi, Tanrı aşkına bir şey yapın, efendim Don Quijote bu aslanlarla dalaşmasın; dalaşırsa, hepimizi paramparça ederler buracıkta."
"Efendiniz o kadar deli mi ki, bu kadar yırtıcı hayvanlarla dalaşmasından korkuyorsunuz?" dedi asilzade.
"Deli değil, cüretkâr," dedi Sancho.
"Ben mani olurum," diye cevap verdi asilzade.
Kafesleri açması için aslan bakıcısını sıkıştıran Don Quijote'nin yanına gidip dedi ki:
"Saygıdeğer şövalye, gezgin şövalyeler, tamamen umutsuz serüvenlere değil, başarı umudu vaat eden serüvenlere girişmelidirler. Çünkü pervasızlığın sınırlarına giren cesaret, yiğitlikten çok deliliktir. Üstelik, bu aslanlar zat-ı âlinize saldırmaya gelmemişler; hatırlarından bile geçmiyor böyle bir şey. Majestelerine armağan olarak gidiyorlar; onları oyalamak, yola devam etmelerini engellemek doğru olmaz."
"Saygıdeğer asilzade," dedi Don Quijote, "siz gidin evcil kekliğinizle, korkusuz gelinciğinizle ilgilenin; bırakın herkes kendi işini yapsın. Benim işim bu; bu aslan hazretlerinin bana saldırmaya gelip gelmediklerini ben biliyorum."
Sonra da aslan bakıcısına dönüp dedi ki:
"Yemin ederim Haydut Efendi, derhal şu kafesleri açmazsanız, şu mızrakla sizi arabaya mıhlarım."
Karşısındaki zırhlı hayalin kararlılığını gören arabacı dedi ki:
"Beyefendi, zat-ı âliniz müsaade ederseniz aslanları çıkarmadan katırların koşumlarını çözüp kendimi ve onları emniyete alayım. Katırlarımı öldürürlerse, hayatım kayar; bu arabayla katırlardan başka hiçbir şeyim yok benim."
"Ey imansız!" diye cevap verdi Don Quijote. "İn aşağı, çöz katırlarını, ne yapacaksan yap; boş yere zahmet ettiğini birazdan göreceksin nasılsa."
Arabacı inip süratle hayvanları çözerken, aslan bakıcısı haykırarak dedi ki:
"Burada bulunan herkes şahidimdir; ben istemediğim halde, mecbur kaldığım için kafesleri açıp aslanları salıyorum; bu beyefendiyi ikaz ediyorum: Bu hayvanların yol açacağı bütün zarar ve hasar, benim ücretim ve alacaklarım da dahil olmak üzere, onun hesabına yazılır. Beyler, ben kafesleri açmadan kendinizi emniyete alın; bana bir zarar vermeyeceklerinden eminim."
Asilzade tekrar ısrar etti; böyle bir deliliğe girişmemesini, bunun Tanrı'ya meydan okumak olacağını söyledi. Don Quijote, buna cevap olarak, ne yaptığını bildiğini söyledi. Asilzade bir daha düşünmesini rica etti; yanıldığından emin olduğunu belirtti.
"Bakınız beyefendi," diye cevap verdi Don Quijote, "size kalırsa trajediye dönüşecek olan bu serüvene şahit olmak istemiyorsanız, kır kısrağınızı mahmuzlayıp kendinizi emniyete alın."
Sancho bunu duyunca, gözlerinde yaşlarla, bu işten vazgeçmesi için yalvardı; bununla karşılaştırıldığında, yeldeğirmenleri serüveni de, korkunç tokaçlar serüveni de, hayatı boyunca gösterdiği bütün kahramanlıklar da, çocuk oyuncağı sayılırdı.
"Dikkat edin efendim," diyordu Sancho, "burada ne büyü var, ne de büyüye benzer bir şey. Ben kafesin parmaklıklarının arasından, gerçek bir aslan tırnağı gördüm; buradan da anlıyorum ki, öyle bir tırnağı olan aslan, bir dağdan daha büyük olmalı."
"Korku onu senin gözünde yarım dünya büyüklüğüne getirir zaten," dedi Don Quijote. "Çekil Sancho, beni bırak; eğer burada ölürsem, eski anlaşmamızı biliyorsun: Dulcinea'ya gideceksin ve.... daha fazlasını söylemeyeceğim."
Konuşmasına devam etti ve çılgınca niyetinden vazgeçmesi konusunda hiçbir umut olmadığını belirtir sözler söyledi. Yeşil Ceketli, karşı koymak istediği halde, silâh bakımından eşit olmadıklarını düşünerek, kendisine her bakımdan tam bir deli gibi görünen Don Quijote'yle dalaşmanın akıllılık olmayacağına karar verdi. Don Quijote tekrar aslan bakıcısını sıkıştırmaya, tehditler savurmaya koyuldu; bu arada asilzade kısrağını, Sancho eşeğini, arabacı da katırlarını dürttüler; hepsi, aslanlar serbest bırakılmadan önce, arabadan mümkün olduğunca uzaklaşmaya çalışıyorlardı.
Sancho efendisinin ölümüne ağlıyordu; ölümün bu sefer aslanların pençesinde geldiğinden hiç şüphesi yoktu. Kaderine ve efendisine tekrar hizmet etmeyi düşündüğü o meşum ana lânet ediyordu. Ama ağlayıp sızlaması, arabadan uzaklaşsın diye eşeğine boyuna vurmasını engellemiyordu. Aslan bakıcısı, kaçanların epeyce uzaklaştıklarını görünce, Don Quijote'ye daha önceki rica ve uyarılarını tekrarladı; Don Quijote de duyduğunu, daha fazla rica ve uyarıda bulunma zahmetine katlanmamasını, nafile olacağını ve acele etmesini söyledi.
Aslan bakıcısı, ilk kafesi açtığı süre içinde, Don Quijote acaba at üzerinde değil de ayakta savaşmak daha mı iyi olur diye düşündü ve sonunda, Rocinante aslanları görünce ürker korkusuyla, ayakta savaşmaya karar verdi. Bunun üzerine attan aşağı atladı; mızrağını attı ve kalkanını kavrayıp kılıcını kınından çıkararak, ağır ağır, inanılmaz bir cesaret ve korkusuz bir yürekle, arabanın önüne geldi; kendini bütün kalbiyle önce Tanrı'ya, sonra sevgilisi Dulcinea'ya emanet etti.
Şunu belirtmek gerekir ki, bu noktaya geldiğinde, hikâyenin yazarı haykırarak der ki: "Ey cesur, anlatılamayacak ölçüde gözüpek La Mancha'lı Don Quijote, dünyanın bütün yiğitlerinin bakabileceği ayna, İspanyol şövalyelerinin şeref ve gurur kaynağı Don Manuel de Leon'un vârisi! Bu korkunç serüveni hangi kelimelerle anlatacağım, hangi açıklamalarla gelecek çağlar için inanılır kılacağım? Ne kadar abartılı olursa olsun, sana uygun düşmeyecek, haketmediğin bir övgü var mıdır? Sen ayakta, sen tek başına, sen hiç korkmadan, sen yüreklilikle, bir tek kılıçla - üstelik keskin Toledo kılıçlarından da değil - pek parlak ve temiz çelikten olmayan bir kalkanla, Afrika ormanlarının bugüne dek yetiştirmiş olduğu en yırtıcı iki aslanı bekliyorsun. Ey yiğit La Mancha'lı, seni kendi işlerin methetsin; ben onları yüceltmek için kelime bulamayarak, oldukları şekilde bırakacağım."
Yazarın haykırışı burada sona erer ve hikâyeye kaldığı yerden devam ederek der ki: Aslan bakıcısı, Don Quijote'nin vaziyet almış olduğunu, erkek aslanı salmaktan başka çaresi olmadığını, aksi takdirde öfkeli ve gözüpek şövalyenin nefretini üzerine çekeceğini görerek, daha önce de belirtildiği gibi erkek aslanın bulunduğu ilk kafesin kapısını ardına kadar açtı ve olağanüstü irilikteki, korkunç ve çirkin görünüşlü aslan ortaya çıktı. Aslanın ilk yaptığı, kafeste, yattığı yerde dönüp pençelerini uzatarak, boylu boyunca gerinmek oldu. Sonra ağzını açıp uzun uzun esnedi ve neredeyse iki karış uzunluğundaki dilini çıkarıp gözlerini, yüzünü temizledi. Daha sonra, başını kafesten dışarı çıkarıp ateş saçan gözlerle her yana baktı; gözüpekliğin kendisine bile korku salacak bir görüntü ve edası vardı. Don Quijote, tek başına, dikkatle aslanı izliyor, arabadan atlamasını, yakınına gelmesini istiyordu; niyeti onu elleriyle paramparça etmekti.
Görülmedik deliliği bu noktaya ulaştı. Ama terbiyesi kibrine ağır basan yücegönüllü aslan, çocukluklara, kahramanlık gösterilerine aldırmayarak, belirtildiği gibi her yana baktıktan sonra, sırtını dönüp Don Quijote'ye gerisini gösterdi ve büyük bir tembellik ve sükûnetle tekrar kafese girip yattı. Bunu gören Don Quijote, aslan bakıcısına, sopayla vurup kızdırarak aslanı dışarı çıkarmasını emretti.
"Öyle bir şey yapmam," dedi aslan bakıcısı; "çünkü ben kızdırırsam, ilk parçalayacağı da ben olurum. Saygıdeğer şövalye, bu kadarıyla yetinin; bundan büyük cesaret olamaz; talihi ikinci defa kışkırtmayın. Aslanın kapısı açık; çıkıp çıkmamak onun elinde. Madem ki şu ana kadar çıkmadı, bütün gün çıkmaz. Zat-ı âliniz yürekliliğinizi açıkça ortaya koymuş oldunuz, benim bildiğim kadarıyla, hiçbir cesur savaşçı, düşmanına meydan okuyup açıkta beklemekten fazlasını yapmaya mecbur değildir; rakibi boy göstermezse, o rezil olur, meydan okuyan ise, galibiyeti kazanmış sayılır."
"Doğrudur," dedi Don Quijote; "kapıyı kapat arkadaşım; sonra da benim burada yaptığım şeye şahit olduğuna dair elinden geldiğince bir ifade ver. Şöyle ki: Sen aslana kapıyı açtın; ben bekledim; o çıkmadı; beklemeye devam ettim; yine çıkmadı ve tekrar dönüp yattı. Daha fazlasını yapmam gerekmiyor. Defolun büyüler! Tanrı adalete, doğruya ve gerçek şövalyeliğe yardımcı olsun. Sen, dediğim gibi, kapıyı kapat; ben de kaçanlara işaret edeyim de, gelip bu kahramanlığımı senin ağzından dinlesinler."
Aslan bakıcısı denileni yaptı; Don Quijote de peynir yağmuruna bulanan yüzünü temizlediği bezi mızrağının ucuna geçirip diğerlerini çağırmaya koyuldu. Onlar hâlâ sürü halinde kaçmaya devam ediyor, her adımda da başlarını çevirip bakıyorlardı; sürünün en sonunda, asilzade vardı. Sancho, beyaz bezle verilen işareti gördü ve dedi ki:
"Yemin ederim, efendim vahşî hayvanları yenmiş; bizi çağırıyor."
Hepsi durdular ve işaret verenin Don Quijote olduğunu gördüler; korkularını bir miktar yenerek, yavaş yavaş yaklaştılar ve sonra, onlara seslenen Don Quijote'nin sesini açıkça işittiler. Sonunda, arabaya döndüler; geldiklerinde, Don Quijote arabacıya dedi ki:
"Haydi kardeşim, katırlarınızı arabaya koşup yolunuza devam edin. Sancho, sen de arabacıyla aslan bakıcısına, benim yüzümden oyalanmalarının karşılığı olarak iki altın ver."
"Memnuniyetle veririm," dedi Sancho; "ama aslanlar ne oldu? Ölü mü, diri mi?"
Bunun üzerine aslan bakıcısı karşılaşmanın nasıl sonuçlandığını ayrıntılarıyla, dura dura anlattı; Don Quijote'nin cesaretini becerebildiğince abarttı. Aslan Don Quijote'yi görünce korkmuş, kafesten çıkmamış, çıkmaya cesaret edememişti; üstelik de kendisi kafesin kapısını uzun bir süre açık tuttuğu halde. Sonra kendisi, aslanın kızdırılıp zorla çıkarılmasını isteyen şövalyeye, aslanı kızdırmanın Tanrı'ya meydan okumak olacağını söylemiş, o da, istemeye istemeye, kapının kapatılmasına izin vermişti.
"Ne diyorsun buna Sancho?" dedi Don Quijote. "Gerçek cesaretin karşısında durabilecek bir büyü var mıymış? Büyücüler talihimi elimden alabilir, ama gücümü ve cesaretimi, asla."
Sancho altınları verdi; arabacı katırları arabaya koştu; aslan bakıcısı lütfuna karşılık Don Quijote'nin ellerini öptü ve saraya varır varmaz, bu kahramanlığını bizzat krala anlatacağına söz verdi.
"Majesteleri bu kahramanlığı kimin gösterdiğini soracak olursa, Aslanlar Şövalyesi dersiniz; bundan böyle, şu ana kadar taşıdığım Mahzun Yüzlü Şövalye lâkabının bununla değiştirilmesini, ikame edilmesini, düzeltilmesini ve yenilenmesini istiyorum. Bunu yaparken, canları istediğinde veya icap ettiğinde isimlerini değiştiren gezgin şövalyelerin köklü geleneğini izlemekteyim."
Araba yoluna devam etti; Don Quijote, Sancho ve Yeşil Ceketli de kendi yollarına devam ettiler.
Don Diego de Miranda, bütün bu süre boyunca tek kelime etmemiş, dikkatle Don Quijote'nin hareketlerini ve konuşmalarını izlemişti. Don Quijote ona delirmiş bir akıllı, akıllılığa yaklaşan bir deli gibi geliyordu. Hikâyesinin ilk bölümünden haberdar değildi; okumuş olsaydı, deliliğinin türünü bileceğinden, hareketleri ve sözleri onu şaşırtmazdı. Ama bilmediği için, onu kâh akıllı, kâh deli gibi görüyordu; çünkü sözleri tutarlı, seçkin ve iyi ifade edilmiş, yaptıklarıysa saçma, ihtiyatsız ve aptalcaydı. Kendi kendine diyordu ki:
"İçi peynir dolu bir miğferi kafasına geçirip büyücülerin beynini sulandırdığını düşünmekten daha büyük bir delilik olabilir mi? Zorla aslanlarla çarpışmayı istemekten daha büyük bir zırvalık olabilir mi?"
Don Quijote, Don Diego'yu bu düşüncelerden, kendi kendine yaptığı bu konuşmadan kopararak dedi ki:
"Senor Don Diego de Miranda, zat-ı âliniz, muhakkak beni sersem ve deli bir adam olarak görüyorsunuzdur. Böyle düşünmenizde, şaşılacak bir şey olmaz; çünkü yaptıklarım bunu gösteriyor. Bütün bunlara rağmen, kuşkusuz göründüğüm kadar deli de, sersem de olmadığımı bilmenizi isterim. Cesur bir şövalyenin, kralının gözlerinin önünde, büyük bir meydanda, azgın bir boğaya isabetli bir mızrak saplaması, güzel bir görüntüdür. Bir şövalyenin, parıl parıl zırhlar içinde, soylu hanımların gözü önünde, neşeyle kutlanan müsabakalarda birinci gelmesi güzel bir görüntüdür. Sayısız şövalyenin, askerî talimlerde ve buna benzer olaylarda prenslerinin saraylarını renklendirmesi, neşelendirmesi ve hatta şereflendirmesi, güzel bir görüntüdür. Ama bir gezgin şövalyenin, sırf kalıcı bir şöhret kazanmak uğruna, çöllerde, bozkırlarda, yol kavşaklarında, ormanlarda, dağlarda, tehlikeli serüvenler peşinde koşması, onları başarıyla sonuçlandırmaya çalışması, bütün bunlardan daha güzel bir görüntüdür. Bence bir gezgin şövalyenin, ıssız bir yerde bir dulun imdadına koşması, saraylı bir şövalyenin şehirde soylu bir genç kıza kur yapmasından daha güzel bir görüntüdür. Bütün şövalyelerin kendilerine has görevleri vardır: Saraylı şövalye, soylu hanımlara hizmet eder, kralının sarayına üniformalı hizmetkârlarla ihtişam katar, muhteşem sofrasıyla yoksul şövalyeleri doyurur, müsabakalarda, turnuvalarda birinci gelir, soylu, cömert, anlayışlı ve en önemlisi de, Hıristiyanca davranışlarda bulunursa, üzerine düşen görevleri yerine getirmiş olur. Oysa gezgin şövalye, dünyayı köşe bucak dolaşır; en karışık dolambaçlara girer; adım başı imkânsız bir işe girişir; ıssız, çorak yerlerde, yaz ortasında güneşin azgın ışınlarına, kışın da rüzgârın, buzun sertliğine, acımasızlığına göğüs gerer; aslanlardan korkmaz, canavarlardan ürkmez, ejderhalardan çekinmez; çünkü onun başlıca ve asıl görevleri, bunları bulmak, karşı koymak ve hepsini yenmektir. İşte benim de bahtıma, bu gezgin şövalyelerden biri olmak düştüğü için, benim görevlerimin arasında yer aldığını düşündüğüm her işe atılmak zorundayım. Yani biraz önce saldırdığım aslanlara saldırmak, doğrudan üzerime düşen bir görevdi; her ne kadar aşırı bir pervasızlık olduğunu kabul etsem de. Çünkü cesaretin ne olduğunu gayet iyi biliyorum; cesaret, korkaklıkla pervasızlık gibi iki kötü uç arasında yer alan bir fazilettir. Ama cesur kimsenin, pervasızlık noktasına tırmanıp değmesi, alçalıp korkaklık noktasına değmesinden daha iyidir. Nasıl ki müsrif kişinin cömert olması, cimrinin cömert olmasından daha kolaysa, pervasız kişinin gerçek cesarete ulaşması da, korkağın ulaşmasından daha kolaydır. Serüvenlere atılma konusunda, inanın Senor Don Diego, oyunu eksik kâğıtla kaybetmektense fazla kâğıtla kaybetmek tercih edilir; çünkü bir şövalye hakkında 'falanca şövalye pervasız ve cüretkârdır' sözü, kulağa, 'falanca şövalye çekingen ve korkaktır' sözünden daha hoş gelir."
"Senor Don Quijote," dedi Don Diego, "zat-ı âlinizin söylediği ve yaptığı her şey, aklın ibresiyle ölçülmüş; benim anladığım şu ki, gezgin şövalyeliğin kuralları, yasaları kaybolacak olsa, eksiksiz ve kusursuz biçimde, zat-ı âlinizin yüreğinde bulunabilir. Şimdi acele edelim, daha fazla gecikmeden köyüme, evime varalım; zat-ı âliniz orada geçirmiş olduğunuz serüvenin yorgunluğunu atarsınız; vücut yorgunluğu olmadıysa da, ruh yorgunluğu oldu; bu da bazen vücudu yorar."
"Teklifinizi büyük bir lütuf kabul ediyorum, Senor Don Diego," diye cevap verdi Don Quijote.
Bunun üzerine, öncekine göre hayvanlarını daha fazla mahmuzlayarak, öğleden sonra iki sularında, Don Quijote'nin Yeşil Ceketli Şövalye adını verdiği Don Diego'nun köyüne ve evine vardılar.