Don Quijote, büyülü başın cevabı üzerine uzun uzun fikir yürütmekteydi; fakat hilesini keşfetmiş değildi; düşünceleri her defasında dönüp dolaşıp Dulcinea’nın büyüsünün çözüleceği sözüne geliyor, bunu kesin kabul ediyordu. Düşündükçe kendi kendine seviniyor, yakın zamanda bu sözün gerçekleşeceğine inanıyordu. Sancho, daha önce belirtildiği gibi, valilikten nefret ettiği halde, tekrar emir verebilmeyi, kendisine itaat edilmesini istiyordu; çünkü hükmetmek, şakadan da olsa, böyle bir bahtsızlığı mutlaka beraberinde getirir.
O gün öğleden sonra, Don Antonio Moreno, iki arkadaşı, Don Quijote ve Sancho, kadırgaları ziyarete gittiler. Kadırgaların reisi, meşhur Quijote-Sancho İkilisinin geleceğinden haberdar edilmişti; limana vardıkları anda, bütün kadırgaların tenteleri indirildi ve borazanlar ötmeye başladı. Değerli halılarla, kırmızı kadifeden yastıklarla kaplı büyük bir filika derhal suya indirildi ve Don Quijote filikaya adımını attığı anda, amiral gemisinin ve diğer kadırgaların orta kasara topları ateşlendi. Don Quijote sancak tarafındaki iskeleden gemiye çıkarken, bütün forsalar, kadırgaya soylu birisi bindiğinde âdet olduğu üzre, üç kere "Hu, hu, hu!" diyerek kendisini selâmladılar. Valencia'lı bir soylu olan amiral -kendisini artık böyle anacağız- Don Quijote'ye elini uzatıp sarılarak dedi ki:
"Bugünü, beyaz bir taşla işaretleyeceğim; La Mancha'lı Senor Don Quijote'yi gördüğüm bugün, hiç şüphesiz, hayatımın en güzel günü olacak; böylece, gezgin şövalyeliğin bütün faziletlerinin kendisinde toplandığını ve zirveye ulaştığını da göstermiş olacağım."
Böylesine muhteşem bir ağırlamadan büyük memnuniyet duyan Don Quijote, kibarlıkta bundan aşağı kalmayan sözlerle cevap verdi. Hepsi birlikte, süslemeleriyle dikkat çeken kıç köşke geçip oturdular. Gardiyanbaşı baş-kıç köprüsüne geçti ve düdüğüyle forsalara soyunma emri verdi; emir anında yerine getirildi. Onca insanı çıplak gören Sancho afalladı kaldı; hele tentenin ne büyük bir hızla açıldığını görünce, bütün şeytanlar bir araya toplanmış çalışıyor sandı; ama bütün bunlar, şimdi anlatacaklarımın yanında nohut çekirdek kalırdı. Sancho, tente bastonunda, sancak tarafındaki kıç kürekçisinin yanında oturmaktaydı; önceden ne yapacağına dair talimat almış olan kürekçi, Sancho'yu yakaladığı gibi havaya kaldırdı. Bütün forsalar ayakta ve tetikteydi; Sancho sancak tarafından başlayarak, elden ele, sıradan sıraya öyle bir hızla uçuruluyordu ki, zavallıcık hiçbir şey göremez olmuştu; şeytanların kendisini alıp götürdüğünden emindi. Forsalar aynı hızla devam ederek iskele tarafından geriye, pupaya kadar geçirdiler kendisini. Biçare Sancho perişan bir halde, nefes nefese, ter içinde kalmış, neye uğradığını şaşırmıştı.
Sancho'nun kanatsız uçuşunu gören Don Quijote, amirale bunun kadırgaya ilk kez binenlere yapılan bir tören olup olmadığını sordu; eğer öyleyse, kendisinin kadırgalarda görev almaya niyeti yoktu ve bu törenden geçmek istemiyordu; havada uçurmak niyetiyle kendisini yakalamaya çalışan olursa, yeminle, tekme tokat ciğerini sökecekti. Bunları söyleyip ayağa kalktı ve kılıcını kavradı.
O anda tente indirildi ve Latin yelkeni sereni büyük bir gürültüyle tepeden aşağı bırakıldı. Sancho, gökkubbenin menteşelerinden çıkıp kafasına düşeceğini sandı ve korkudan kafasını eğip bacaklarının arasına soktu. Don Quijote'nin de yüreği hopladı, tir tir titreyerek omuzlarını büzdü, beti benzi attı. Forsalar sereni indirdikleri hız ve gürültüyle çektiler; bütün bunları mutlak bir sessizlik içinde, dilsizmişler gibi, âdeta nefes almadan yapıyorlardı. Gardiyanbaşı demir alma işaretini verdikten sonra köprünün ortasına sıçrayarak kırbacıyla forsaların sırtına vurmaya koyuldu ve gemi ağır ağır denize açılmaya başladı. Sancho bunca kırmızı ayağın -kürekleri öyle sanıyordu- bir anda hareket ettiğini görünce kendi kendine dedi ki:
"Asıl büyülü olan, işte bunlar; efendimin dediği şeyler değil. Bu biçareler ne yapmışlar ki böyle kırbaç yiyorlar? Ya şu düdük çalıp duran adam, tek başına bunca adamı kırbaçlamaya nasıl cesaret ediyor? Hiç şüphem kalmadı, burası cehennem, en azından araf."
Sancho'nun olanları büyük bir dikkatle seyrettiğini gören Don Quijote dedi ki:
"Ah, sevgili dostum Sancho, isteseydiniz, bir çabukta, hiç zahmetsiz belden üstünüzü çıkarıp bu beylerin arasına katılır, Dulcinea'nın büyüsüne bir son verebilirdiniz! Bunca insanın ıstırabı, sefaleti yanında, kendi acınızı o kadar hissetmezdiniz; üstelik Bilge Merlin bu kırbaçların hakkıyla vurulduğunu dikkate alıp, her birini sizin vuracağınız on kırbaca bedel sayabilirdi."
Amiral tam bu kırbaçların ne kırbacı olduğunu, Dulcinea'nın büyüsünün ne olduğunu soracakken, gözcü dedi ki:
"Montjuich işaret veriyor; batı sahilinde, karaya yakın, kürekli bir gemi varmış."
Bunu duyan amiral baş-kıç köprüsüne sıçrayarak dedi ki:
"Haydi aslanlarım, kaçırmayalım şunu! Gözcü kulesinin işaret verdiği, Cezayirli bir korsan pergendesi olsa gerek."
Diğer üç kadırga da anında emir almak üzere amiral gemisine yanaştılar. Amiral, kadırgalardan ikisine denize açılma emri verdi; kendisi de diğer kadırgayla birlikte kıyı kıyı gidecek, böylece korsan gemisi kaçamayacaktı. Forsalar küreklere asıldılar; kadırgalar öyle hızlandı ki, âdeta uçuyorlardı. Denize açılanlar, yaklaşık iki mil gittikten sonra bir gemi gördüler; on dört, on beş oturaklı bir gemi olduğunu tahmin ettiler; gerçekten de öyleydi. Gemi kadırgaları görünce, hafifliği sayesinde kaçabilir umuduyla hızlandı. Ama maalesef amiral gemisi denizlerin en hafif gemilerinden biriydi; öyle hızla yaklaşmaya başladı ki, pergendedekiler kaçamayacaklarını kesin olarak anladılar; pergendenin reisi, bizim kadırgalara kumanda eden kaptanı kızdırmamak için kürekleri bırakıp teslim olmak istedi. Ne var ki kader başka türlü emretti; amiral gemisi, pergendedekilerin teslim ol çağrılarını rahatça duyabilecekleri kadar yakına geldiği sırada, iki tiryaki, yani iki ayyaş Türk -ki bunlardan on iki tane daha vardı- tüfeklerini ateşlediler ve amiral gemisinin kanatlarındaki iki askerimizi öldürdüler. Bunu gören amiral, gemide sağ adam bırakmamaya yemin ederek son hız üzerine giderken, pergende küreklerin altından kaçtı. Kadırga ileri doğru uzunca bir mesafe gitti; pergendedekiler sonlarının geldiğini düşünüyorlardı; kadırga dönerken yelken açtılar ve tekrar yelken kürek kaçmaya koyuldular. Ama bu gayretlerinin bir faydası olmadığı gibi, cüretleri de zararlı oldu; amiral gemisi yarım mil ilerledikten sonra kürekleri üzerine indirdi ve hepsini canlı olarak ele geçirdi.
Bu arada öbür iki kadırga da geldi ve dördü birden, avlarıyla birlikte limana döndüler; kıyıda büyük bir kalabalık onları bekliyor, ne getirdiklerini merak ediyordu. Amiral kıyıya yakın bir yerde demir attı ve şehrin genel valisinin limanda olduğunu farketti; kendisini gemiye getirmek üzere filikanın ve Latin yelkeni sereninin indirilmesini emretti; niyeti, reisi ve esir aldığı diğer Türkler'i hemen o anda asmaktı; toplam otuz altı kişi kadardılar; hepsi boylu boslu, gösterişli, çoğu da tüfekli Türk askerleriydi. Amiral pergendenin reisi hangisi diye sordu; esirlerden, sonra İspanyol dönmesi olduğu anlaşılan bir tanesi, İspanyolca cevap verdi:
"Reisimiz, şu gördüğünüz delikanlıdır efendim."
İnsan zihninin hayal edebileceği en yakışıklı, en alımlı delikanlıyı işaret etti; yaşı, görünüşe bakılırsa yirmiden azdı. Amiral sordu:
"Şuursuz köpek, kaçamayacağını anladığın halde askerlerimi niye öldürdün? Amiral gemisine böyle mi saygı gösterilir? Pervasızlığın cesaret olmadığını bilmiyor musun? Umudu az olan insan cüretkâr olabilir, ama pervasız olamaz."
Reis cevap verecekti ama amiral o sırada dinleyemedi; çünkü kadırgaya çıkmakta olan genel valiyi karşılamaya koştu; genel valiyle birlikte birkaç hizmetkârı ve şehirden bazı insanlar da gelmişti. "Başarılı bir avdı, sayın amiral!" dedi genel vali.
"Ne kadar başarılı olduğunu, Ekselansları birazdan şu serene asılı olarak görecek," dedi amiral.
"Ne demek istiyorsunuz?" dedi genel vali.
"Her türlü kanuna ve savaş kurallarına karşı gelerek, haksız yere, bu kadırgaların en iyi askerlerinden ikisini öldürdüler," dedi amiral; "ben de esir aldıklarımın hepsini, en başta da pergendenin reisi olan bu delikanlıyı asmaya yemin ettim."
Elleri bağlanmış, halat boynuna geçirilmiş, ölümü bekleyen genci gösterdi.
Genel vali baktı; bunca güzellik, zarafet ve tevazu karşısında, güzelliği o anda tavsiye mektubu yerine geçerek, onu ölümden kurtarmak istedi ve sordu:
"Reis, aslen Türk müsün, Magripli misin, yoksa dönme misin?"
"Aslen ne Türk'üm, ne Magripli, ne de dönme," dedi delikanlı İspanyolca.
"Öyleyse nesin?" dedi genel vali.
"Hıristiyan bir kadınım," dedi delikanlı.
"Hem kadın, hem Hıristiyan, hem bu kılıkta, hem de bu durumda ha? Şaşılacak şey, pek inanılır gibi değil."
"Zat-ı âlilerinize yalvarırım," dedi delikanlı, "asılmamı biraz erteleyin; intikamınızı, sizlere hayatımı anlatmama yetecek kadar bir süre geciktirmekle bir şey kaybetmiş olmazsınız."
Bu sözler karşısında yumuşamayacak, elemli, dertli delikanlının söyleyeceklerini dinlemeyi reddedecek kadar katı bir yürek olabilir miydi? Amiral ne istiyorsa anlatmasını, ama affedilmez suçunun cezasından kurtulmayı beklememesini söyledi. Delikanlı bu müsaadeyle, anlatmaya başladı:
"Ben son zamanlarda üzerine sayısız felâketlerin yağdığı, ihtiyatsız ve bahtsız ırktanım, Morisco bir anne babanın çocuğuyum. Soyumdan olanların uğradığı facia sırasında, dayımla yengem beni Berberistan'a götürdüler. Hıristiyan olduğumu söylemem hiç fayda etmedi; gerçekten de öyleyim, hem de sahte, görünüşte Hıristiyanlardan değil, gerçek ve Katolik Hıristiyan'ım. Sefil sürgünümüzden sorumlu görevlilere bu gerçeği söylememin yararı olmadı; dayımlar da inanmadılar. Yalan söylediğimi, doğduğum topraklarda kalabilmek için bahane uydurduğumu sandılar ve istemeye istemeye, zorla yanlarında götürdüler. Annem Hıristiyan'dı, babam da akıllı bir Hıristiyan'dı; Katolik dinini anne sütüyle emdim; ahlâklı yetiştirildim; bildiğim kadarıyla ne sözlerimle, ne hal ve tavrımla Morisca olduğuma dair bir işaret vermedim. Bu faziletlerimle birlikte, ki ben öyle olduklarını düşünüyorum, güzelliğim de zamanla gelişti - eğer bana güzel denilebilirse. Oldukça kapalı bir hayat sürdüğüm halde, komşu köyün senyörünün vârisi ve büyük oğlu olan, Don Gaspar Gregorio adında bir soylu delikanlı beni görme fırsatı buldu. Beni nasıl gördüğünü, nasıl konuştuğumuzu, benim için nasıl yanıp tutuştuğunu, benim ona gönlümü nasıl kaptırdığımı anlatmaya kalksam, çok uzun sürer; hele beni tehdit eden bu acımasız halatın dilimle boğazım arasında gerilivereceğinden korktuğum şu sırada. Bu yüzden sadece, biz sürgüne giderken Don Gregorio'nun nasıl bana eşlik etmeye çalıştığını anlatacağım. Başka köylerden yola çıkan Morisco'ların arasına karıştı; dilimizi çok iyi biliyordu; seyahat sırasında beni yanlarında götüren dayımlarla dost oldu. Babamsa, ileri görüşlü ve akıllı bir insan olduğundan, sürgün kararını duyar duymaz köyden ayrılmış ve yabancı krallıklarda bize kucak açacak bir yer aramaya gitmişti. Sadece benim bildiğim bir yerde, gömülü olarak, çok sayıda inci ve değerli mücevher, ayrıca altın paralar bırakmıştı giderken. Bana, kendisi dönmeden bizi memleketten sürecek olurlarsa, bıraktığı servete kesinlikle dokunmamamı sıkıca tembihlemişti. Ben de dediğini yaptım; dediğim gibi dayımlar, başka akraba ve dostlarla birlikte, Berberistan'a gittik. Yerleşmek üzere seçtiğimiz Cezayir, bizim için cehennemden farksız oldu. Cezayir beylerbeyi güzelliğimi ve zenginliğimle ilgili söylentileri duydu; bu bir bakıma benim lehime oldu. Beni huzuruna çağırdı; Ispanya'nın neresinden geldiğimi, ne kadar para ve mücevher getirdiğimi sordu. Nereli olduğumu ve bütün mücevherlerimle paralarımın orada gömülü kaldığını, ama kendim gidersem kolaylıkla alıp getirebileceğimi söyledim. Bütün bunları söylerken, hırsının değil, güzelliğimin gözlerini kör etmesinden korkuyordum. O benimle görüştüğü sırada, kendisine, akla hayale gelebilecek en yakışıklı, en alımlı delikanlının da benimle birlikte geldiğini söylediler. Don Gaspar Gregorio'dan sözettiklerini hemen anladım; çünkü yakışıklılığı kelimelere sığmaz. Don Gregorio'nun karşı karşıya bulunduğu tehlike beni telâşa düşürdü; çünkü barbar Türkler arasında yakışıklı bir delikanlı, en güzel kadından bile daha fazla rağbet görür. Beylerbeyi, delikanlının derhal huzuruna getirilmesini emretti ve delikanlı hakkında söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu bana. Ben de bunun üzerine, âdeta Tanrı'dan gelen bir ilhamla, doğru olduğunu, ama sözü edilen kişinin aslında erkek değil, benim gibi bir kadın olduğunu söyledim; gidip kendisini aslına uygun şekilde giydirmeme izin vermesi için yalvardım; böylece güzelliği iyice ortaya çıkar, kendisi de huzurunda daha az utanırdı. Beni memnuniyetle gönderdi; benim gizli hâzineyi almak için İspanya'ya nasıl gideceğimi ertesi gün konuşacağımızı söyledi. Don Gaspar'la konuşup erkek olduğunu belli etmesinin ne kadar tehlikeli olacağını anlattım; kendisini Magripli bir kadın gibi giydirip aynı gün öğleden sonra beylerbeyinin huzuruna çıkardım. Beylerbeyi kendisini görünce hayran kaldı ve onu padişaha hediye etmek üzere alıkoymaya karar verdi. Kendi hareminde bir tehlikeye maruz kalmasından korktuğu ve kendisine de güvenemediği için, onu soylu Magripli hanımların evine gönderip ihtimamla bakılmasını emretti; derhal alıp götürdüler. İkimizin neler hissettiğini -ben de onu sevdiğimi inkâr edemem çünkü- ayrılığın ne olduğunu bilen âşıkların hayalgücüne bırakıyorum. Beylerbeyi sonra benim bu pergendeyle İspanya'ya dönmeme ve iki Türk'ün de bana eşlik etmesine karar verdi; sizin askerlerinizi öldürenler işte onlardı. Bu İspanyol dönme de benimle geldi," diyerek ilk konuşan adamı gösterdi; "ben onun gizli bir Hıristiyan olduğunu ve Berberistan'a dönmekten çok İspanya'da kalma isteğiyle geldiğini kesin olarak biliyorum. Pergendedeki diğer tayfalar, kürek çekmekten başka bir işe yaramayan Magripliler ve Türkler. Aldıkları talimata göre, beni ve bu dönmeyi, İspanya sahillerine varır varmaz, yanımızda getirdiğimiz Hıristiyan kıyafetleriyle karaya çıkarmaları gerektiği halde, bu iki haris ve küstah Türk, emirlere karşı geldiler. Önce bu sahili tarayıp mümkünse bir yağma yapmak istediler; bizi önceden karaya çıkarırlarsa, başımıza bir şey gelir, pergendenin denizde olduğunu açık ederiz, kıyıda olabilecek kadırgalara yakalanırlar diye korktular. Dün gece bu sahili gördük; dört kadırgadan haberimiz olmadan görüldük ve bunlar geldi başımıza. Sonuç olarak, Don Gregorio şu anda kadın kılığında, kadınlar arasında, mahvolma tehlikesiyle karşı karşıya; ben de ellerim bağlı, artık beni bıktıran hayatımı kaybetmeyi bekliyor, daha doğrusu bundan korkuyorum. İşte, saygıdeğer beyefendiler, acıklı ve bahtsız olduğu kadar gerçek olan öyküm burada sona eriyor; sizden tek ricam, benim bir Hıristiyan olarak ölmeme izin vermenizdir; dediğim gibi ben bir an olsun, benim milletimden olanların düşmüş olduğu hatayı işlemedim, suçsuzum."
Sözlerini bitirdikten sonra güzel gözleri yaşlarla doldu; hazır bulunanlardan birçoğu da gözyaşlarını tutamadılar. Genel vali şefkat ve merhametle yanına gidip tek kelime söylemeden kızın güzel ellerini bağlayan ipi kendi elleriyle çözdü.
Hıristiyan Morisca bitmeyen yolculuklarını anlattığı sırada, genel valiyle birlikte kadırgaya çıkmış olan yaşlı bir hacı, gözlerini hiç ayırmadan onu izlemişti. Kız konuşmasını bitirince adam kendini yere atıp ayaklarına sarılarak, konuşması hıçkırıklarla kesilerek dedi ki:
"Ah Ana Felix! Benim bedbaht kızım! Ben senin baban Ricote'yim; sensiz yaşayamadığımdan, seni arayıp bulmak için geri döndüm, ruhum benim."
Başı önünde, feci gezintisini düşünen Sancho, bu sözler üzerine gözlerini açıp kafasını kaldırdı ve hacıya bakınca, valilikten ayrıldığı gün rastladığı Ricote olduğunu gördü; kızın da gerçekten Ricote'nin kızı olduğunu anladı. Bu arada ipleri çözülmüş olan genç kız babasına sarıldı; ikisinin gözyaşları birbirine karıştı. Ricote amirale ve genel valiye dedi ki:
"Saygıdeğer efendilerim, bu benim bahtsız kızımdır; adı Ana Felix, soyadı da Ricote'dir; benim servetimle olduğu kadar, güzelliğiyle de ünlüdür. Ben yabancı krallıklarda kendimize sığınacak bir yer aramak üzere vatanımdan ayrıldım ve Almanya'da böyle bir yer bulduktan sonra, bu hacı kıyafeti içinde, birtakım Almanlar'la birlikte kızımı aramak ve gömülü bıraktığım servetimi almak üzere geri döndüm. Kızımı bulamadım; servetimi bulup yanıma aldım; şimdi de, gördüğünüz tuhaf ve dolambaçlı yoldan en değerli hâzineme, sevgili kızıma kavuştum. Suçsuzluğumuz ve ikimizin de gözyaşları, sınırsız adaletiniz sayesinde merhametin kapılarını açabilirse, lütfen onu bizden esirgemeyin; ikimizin de aklından size karşı gelmek asla geçmediği gibi, haklı olarak sürülen soydaşlarımızın niyetlerini de hiçbir zaman paylaşmadık."
Bunun üzerine Sancho dedi ki:
"Ricote'yi ben gayet iyi tanırım; Ana Felix'in kızı olduğu konusunda söylediklerinin doğru olduğunu da biliyorum; ama bu gidip gelme, iyi niyetli, kötü niyetli olma hikâyelerine karışmam."
Hazır bulunanların hepsi, olanlara şaşırıp kalmıştı; amiral dedi ki:
"Gözyaşlarınız yeminimi tutmama kesinlikle izin vermeyecek; güzel Ana Felix, Tanrı size ne kadar ömür verdiyse, o kadar yaşayın; haris ve küstah kimseler de işledikleri suçun cezasını çeksinler."
Bu sözleri söyleyip iki askerini öldürmüş olan iki Türk'ün derhal serenden aşağı sallandırılmalarını emretti; ama genel vali, adamların yaptığının, küstahlıktan çok delilik olduğunu söyleyerek onları asmamasını hararetle rica etti. Amiral de genel valinin ricasını yerine getirdi; zaten intikam denen şey, soğukkanlılıkla alınmaz. Sonra, Don Gaspar Gregorio'yu, içinde bulunduğu tehlikeden kurtarmak için bir çare düşünmeye başladılar; Ricote bu iş için iki bin duka altını bedelinde inci ve mücevher vermeyi teklif etti. Çeşitli yollar tartışıldı; sonunda sözü edilen İspanyol dönmenin şu teklifi kabul edildi: Hıristiyan kürekçilerin çektiği altı çift kürekli bir tekneyle Cezayir'e dönecekti; çünkü nerede, nasıl ve ne zaman karaya çıkabileceğini ve Don Gaspar'ın kaldığı evi o biliyordu. Amiral ve genel vali, dönmeye ve kürek çekecek olan Hıristiyanlara güvenmek konusunda tereddüt ettiler; ama Ana Felix dönmeye kefil oldu; babası Ricote de, Hıristiyanlar kaybolursa fidyelerini ödeyeceğini söyledi.
Böylece bir anlaşmaya varıldıktan sonra genel vali kadırgadan ayrıldı; Don Antonio Moreno da, Morisca'yı ve babasını, genel valinin talimatıyla, evinde misafir etmek üzere yanında götürdü. Genel vali, gereğince ağırlanabilmeleri için kendisi de bütün imkânlarını sunacağını belirtmişti; çünkü Ana Felix'in güzelliği, kalbini şefkat ve merhametle doldurmuştu.