ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM - Orman Şövalyesi serüveni devam eder

Don Quijote'yle Koru Şövalyesi arasında geçen çeşitli konuşmalardan birinde, hikâyede anlatıldığına göre, Orman Şövalyesi Don Quijote'ye dedi ki:

"Kısacası, saygıdeğer şövalye, şunu bilmenizi isterim ki, kaderim, daha doğrusu seçimim, beni eşsiz Casildea de Vandalia'ya âşık etti. Eşsiz diyorum, çünkü hem boy bos, hem mevki, hem de güzellikte bir eşi yoktur. İşte bu anlattığım Casildea, benim namuslu hislerime, temiz arzularıma karşılık olarak, tıpkı üvey annesinin Hercules'e yaptığı gibi, beni çok çeşitli, tehlikeli işlere koştu; her birini tamamladığımda, bir sonrakini bitirince umutlarımın gerçek olacağına söz verdi. Ama hepsi birbirine eklendikçe, hesabını şaşırdım; temiz arzularımın gerçekleşmesini başlatacak olanı, yani sonuncusu hangisi, ben de bilmiyorum. Bir keresinde, gidip Sevilla'nın ünlü devanası Giralda'yla{8} düello yapmamı emretti; kendisi tunçtan yapılmışçasına sarsılmaz ve kuvvetlidir; hiç yerinden kıpırdamadığı halde, dünyanın en hareketli, en dönek kadınıdır. Gittim, gördüm ve yendim; onu kıpırtısız hale getirdim; çünkü bir hafta boyunca rüzgâr sadece kuzeyden esti. Bir keresinde de, gidip yiğit Guisando Boğaları'nı, o eski taşları tartmamı emretti; bir şövalyeden çok bir hamala verilecek bir görev. Bir seferinde de, Cabra Mağarasına dalıp o dipsiz karanlıkta ne olduğu konusunda kendisine etraflı bilgi getirmemi emretti; hiç duyulmamış, korkunç bir tehlike. Giralda'yı durdurdum, Guisando Boğaları'nı tarttım, mağaraya daldım ve derinliklerinde gizlenenleri açığa çıkardım, ne oldu? Benim umutlarım ölü mü ölü, onun emirleri, aşağılamaları canlı mı canlı. Son olarak da, İspanya'nın bütün illerini dolaşıp buralarda dolaşan bütün gezgin şövalyelere, onun yaşayan kadınların en güzeli, benim de yeryüzündeki en yiğit, en âşık şövalye olduğumu itiraf ettirmemi emretti. Bu emri üzerine, ben Ispanya'nın büyük bölümünü dolaştım ve bana karşı çıkma cüretini gösteren birçok şövalyeyi yendim. Ama benim en çok gururlandığım, övündüğüm, meşhur La Mancha'lı Don Quijote'yi benzersiz bir savaşta yenmiş ve benim Casildea'mın, onun Dulcinea'sından daha güzel olduğunu itiraf ettirmiş olmamdır. Sırf bu galibiyetle, kendimi dünyanın bütün şövalyelerini yenmiş sayıyorum; çünkü bu dediğim Don Quijote, onların hepsini yenmiştir. Ben de onu yenince, onun şanı, şöhreti ve şerefi benim şahsıma geçmiş, aktarılmış oldu.

Yenilen ne kadar ünlüyse

o kadar şeref kazanır onu yenen.

 

Bu yüzden de, adı geçen Don Quijote'nin sayısız kahramanlığı, artık benim oldu."

Don Quijote, Orman Şövalyesinin söylediklerine şaşırdı kaldı; yalanını bin kere yüzüne vuracak oldu, yalancı sözü dilinin ucuna geldi; ama yalanını kendi ağzıyla söyletmek, itiraf ettirmek niyetiyle, zar zor kendini tuttu ve sakin bir tavırla dedi ki:

"Saygıdeğer şövalye, zat-ı âlinizin İspanya'nın, hatta bütün dünyanın çoğu gezgin şövalyesini yenmiş olmasına bir diyeceğim yok; ama La Mancha'lı Don Quijote'yi yenmiş olmanızı şüpheyle karşılarım. Belki ona benzeyen bir başkası olabilir; her ne kadar benzeri pek az olsa da."

"Hiç olur mu?" dedi Orman Şövalyesi. "Yukarıdaki Tanrı şahidimdir, Don Quijote'yle savaştım, yendim ve pes ettirdim; kendisi uzun boylu, zayıf yüzlü, kolu bacağı uzun ve kemikli, kır saçlı, burnu kemerli ve biraz eğri, siyah, aşağı sarkık, uzun bıyıklı bir adamdır. Mahzun Yüzlü Şövalye namıyla savaşır ve silâhtarı, Sancho Panza adında bir çiftçidir. Rocinante adlı meşhur bir atın sırtına binip gem vurur. Gönlünün hâkimi de, ismi bir zamanlar Aldonza Lorenzo olan Dulcinea del Toboso'dur; nasıl ki ben gönlümün hâkimine ismi Casilda ve Endülüs'lü olduğu için Casildea de Vandalia diyorsam. Bütün bunlar, sözlerimin doğruluğunu ispatlamaya yetmezse, şüphenin kendisini bile ikna edecek kılıcım işte burada."

"Saygıdeğer şövalye, sakin olun ve söyleyeceklerimi dinleyin," dedi Don Quijote. "Şunu bilmeniz gerekir ki, bu dediğiniz Don Quijote benim bu dünyadaki en yakın dostumdur; o kadar ki, onu kendimle bir sayarım. Saydığınız özellikler o kadar kesin ve doğru ki, sizin yendiğiniz kişinin o olduğundan şüphe duyamıyorum. Öte yandan, aynı kişi olamayacağını, gözle görülür, elle tutulur şekilde biliyorum. Bir tek şu olabilir: Kendisinin birçok büyücü düşmanı vardır; özellikle bir tanesi, peşini asla bırakmaz; belki onlardan biri Don Quijote'nin kılığına bürünüp, inanılmaz kahramanlıklarıyla kazandığı, bütün yeryüzüne yayılmış şöhretini karalamak amacıyla, mahsus yenilmiş olabilir. Bunu teyid etmek için şunu da belirtmek isterim ki, daha iki gün önce, düşmanı olan bu büyücüler, güzel Dulcinea del Toboso'nun şeklini ve kimliğini değiştirip, kaba saba, aşağılık bir köylü kızına dönüştürdüler. Aynı şekilde Don Quijote'yi de dönüştürmüş olmalılar. Eğer bütün bunlar, söylediklerimin doğru olduğuna sizi inandıramazsa, işte Don Quijote'nin kendisi karşınızda; ayakta, at üzerinde veya isteyeceğiniz şekilde silâhlarıyla gerçeği savunmaya hazır."

Bunları söyleyip ayağa kalktı ve kılıcını kavrayarak Orman Şövalyesinin vereceği kararı beklemeye başladı; Orman Şövalyesi de, aynı sakin sesle cevap verdi:

"Borcunu ödemeye niyetli adam, teminattan korkmaz; sizi dönüşmüş halinizle bir kez yenmiş olan, pekala kendi halinizdeyken de yenmeyi umabilir. Ama şövalyelerin, yol kesenler, eşkıyalar gibi karanlıkta çarpışmaları doğru olmaz; sabahı bekleyelim, güneş de görsün çarpışmamızı. Çarpışmamızın bir şartı olmalı: Mağlûp olan, galip gelenin iradesine teslim olsun, emredilen şeyin, bir şövalyeye yakışmayacak bir şey olmaması koşuluyla, her emrini yerine getirsin."

"Şartı da, anlaşmayı da, memnuniyetle kabul ediyorum," diye cevap verdi Don Quijote.

Bu konuşmadan sonra, silâhtarlarının bulunduğu yere gittiler ve onları horlar halde, uyku bastırdığı anda oldukları konumda buldular. Silâhtarlarını uyandırıp atları hazırlamalarını emrettiler; çünkü şafakla birlikte, kanlı, görülmemiş, son derece tehlikeli bir çarpışmaya girişeceklerdi. Bu haber üzerine Sancho hayretten donakaldı; Orman Silâhtarı, efendisinin öyle kahramanlıklarını anlatmıştı ki, Sancho kendi efendisinin sağlığı için endişe duydu. Buna rağmen bir şey söylemedi; iki silâhtar, hayvanları aramaya gittiler; bu arada üç at ve boz eşek koklaşmışlar, bir araya gelmişlerdi."

Yolda giderlerken Orman Silâhtarı Sancho'ya dedi ki:

"Kardeşim, şunu bilmeniz gerekir ki, Endülüs'lü cengâverler, bir çarpışmada yardımcı şahit oldukları zaman, taraflar çarpışırken, kollarını kavuşturup boş oturmazlar. Efendilerimiz çarpışırken bizim de çarpışıp birbirimizi paralamamız gerektiğinden haberiniz olsun diye söylüyorum."

"Saygıdeğer silâhtar," dedi Sancho, "bu âdet, haydutlar, dediğiniz cengâverler arasında yaygın ve geçerli olabilir; ama gezgin şövalye silâhtarları için katiyen geçerli olamaz. En azından ben, böyle bir âdet olduğunu efendimden hiç duymadım; ki kendisi gezgin şövalyeliğin bütün kurallarını ezbere bilir. Ayrıca doğru olduğunu kabul etsem de, efendileri dövüşürken silâhtarlarının dövüşmesi kesin kural olsa da, ben yine bu kuralı uygulamam; barışçı silâhtarlara verilen ceza neyse, onu ödemeye razı olurum. Eminim iki libre mumu{9} geçmez. Ben onu ödemeye razıyım; kafamı sarmak için gerekecek sargı bezinin masrafından az olur, eminim; nasılsa kafamın iki parçaya ayrılacağı belli. Üstelik kılıcım da olmadığı için benim çarpışmaya girmem imkânsız; hayatımda kılıç kuşanmadım ben."

"Onun çaresi var," dedi Orman Silâhtan. "Yanımda aynı boyda iki çuval var; birini siz alırsınız, ötekini de ben, çuvallarla, eşit silâhlarla çarpışırız."

"Öyle olursa, ne âlâ," dedi Sancho. "Böyle bir çarpışmada birbirimizi yaralamayız, toz almış oluruz."

"Öyle olmaz," dedi öteki; "çünkü rüzgâr çuvalları uçurmasın diye içlerine beş altı tane eşit ağırlıkta, güzel, kaygan taş koyacağız; o zaman birbirimizi incitmeden, acıtmadan çuval dövüşü yapabiliriz."

"Aman Tanrım!" dedi Sancho. "Kafamız kırılmasın, kemiklerimiz unufak olmasın diye çuvallara böyle samur kürkleri, taraklanmış pamuk yumakları dolduracaksınız demek! Şunu bilin ki, canım efendim, ipek kozasıyla da doldursanız, ben dövüşmem. Efendilerimiz dövüşsün, bize ne? Biz içip yaşamamıza bakalım. Nasılsa zaman, canımızı alacak; bizim vakti, mevsimi gelmeden, kendiliğinden olgunlaşıp düşmeden, canımızı vermek için uğraşmamıza lüzum yok."

"Şunun şurasında yarım saat dövüşeceğiz," dedi Orman Silâhtarı.

"Ne olursa olsun," diye cevap verdi Sancho; "ben birlikte yiyip içtiğim birisiyle en ufak bir kavga çıkaracak kadar terbiyesiz ve nankör olamam. Üstelik de kızmadan, sinirlenmeden, kuru kuru nasıl kavga edeyim?"

"Ben onun bir çaresini bulurum," dedi Orman Silâhtarı. "Kavgaya başlamadan önce, ben usulca zat-ı âlinize yaklaşır, üç dört silleyle yere sererim. Böylelikle, şimdi kütük gibi uyuyan öfkenizi uyandırmış olurum."

"Bu çareye karşılık, ben bundan aşağı kalmayacak başka bir çare biliyorum," dedi Sancho. "Ben elime bir sopa alacağım; zat-ı âliniz benim öfkemi uyandıramadan ben o sopayla vura vura sizinkini öyle bir uyuturum ki, ancak öbür dünyada uyanır. Orada da herkes benim, kimseye kendimi ezdirecek adam olmadığımı bilir. Herkes kendi okuna mukayyet olsun, aslında herkes diğerlerinin uyuyan öfkesini bıraksa, uyandırmasa daha iyi olur. Kimse kimsenin gönlünde yatanı bilemez; kimi zaman da ava giden avlanır. Tanrı barışı kutsamış, kavgayı lânetlemiştir; kovalanan, bir yere kapatılıp sıkıştırılan kedi aslan kesilirse, kimbilir insan olan ben ne kesilirim. Kısacası, saygıdeğer silâhtar, şimdiden zat-ı âlinizi ikaz ediyorum, çarpışmamızın getireceği bütün zarar ziyandan siz sorumlusunuz."

"Tamam," dedi Orman Silâhtarı. "Sabah ola, hayrola.”

Bu arada, ağaçların arasında bin çeşit, rengârenk kuş, cıvıldaşmaya başlamıştı; hepsi değişik, neşeli şarkılarıyla, âdeta Doğunun kapılarından, pencerelerinden güzel yüzünü göstermeye başlamış olan serin şafağı selâmlar gibiydiler; şafak saçlarını salladığında dökülen, sonsuz sayıdaki inci damlasının tatlı iksirine bulanan bitkiler de, sanki tomurcuklanıyor, beyaz, minik incilerle donanıyor gibiydi. Şafağın gelişiyle söğütler tatlı kudret helvalarını damıtıyor, pınarlar gülüşüyor, dereler mırıldanıyor, ormanlar seviniyor, çayırlar bezeniyordu. Ama günışığı nesneleri görüp ayırt etmeye imkân verdiğinde, Sancho'nun gözüne ilk görünen, Orman Silâhtarının burnu oldu; o kadar büyüktü ki, gölgesi neredeyse bütün vücudunu kaplıyordu. Hikâyede anlatıldığına göre, aşırı büyük, ortası kemerli, her tarafı etbenleriyle kaplı, patlıcan rengindeydi; ağzından iki parmak aşağıda son buluyordu. Burnun büyüklüğü, rengi, benleri ve eğriliği adamın yüzünü o kadar çirkinleştiriyordu ki, Sancho görür görmez, eli ayağı, saralı çocuk gibi titremeye başladı; içinden, canavarla çarpışmak için öfkesini uyandıracağına, iki yüz tokat yemenin daha iyi olacağına karar verdi.

Don Quijote rakibine baktı ve miğferini takmış, siperliğini indirmiş olduğundan yüzünü göremedi. Ama adamın yapılı ve orta boylu olduğunu gördü. Zırhının üzerine giymiş olduğu üstlük, görünüşe bakılırsa, incecik altından yapılmıştı, her yanına serpiştirilmiş olan küçük parlak aynalar, kendisine son derece görkemli, gösterişli bir hava veriyordu. Miğferinin tepesinde, bol miktarda yeşil, sarı, beyaz tüy uçuşuyordu; bir ağaca dayamış olduğu mızrağı, upuzun ve kalın, ucu bir karış genişliğinde çeliktendi.

Don Quijote bunların hepsine baktı, inceledi ve gördüklerinden, sözkonusu şövalyenin çok güçlü olduğu kanaatine vardı; ama bu yüzden Sancho Panza gibi korkuya kapılmadı; aksine, sükûnet ve cesaretle, Aynalar Şövalyesine dedi ki:

"Saygıdeğer şövalye, çarpışmaya son derece istekli oluşunuz, eğer nezaketinizi alıp götürmediyse, rica ederim siperliğinizi biraz kaldırın, yüzünüzün ihtişamı, bedeninizinkine uygun mu, göreyim."

"Sayın şövalye, bu savaştan galip de çıksanız, mağlûp da çıksanız, beni görmeye, fazlasıyla zaman ve imkân bulacaksınız," diye cevap verdi Aynalar Şövalyesi. "Şu anda isteğinizi yerine getirmiyorsam, sebebi, size gayet iyi bildiğiniz şeyi itiraf ettirmeden siperliğimi kaldırmakla vakit geçirmenin, güzeller güzeli Casildea de Vandalia'ya büyük bir hakaret olacağını düşünmemdir."

"Öyleyse atlarımıza binerken, bana o yendiğinizi söylediğiniz Don Quijote'yle aynı olup olmadığımı söyleyebilirsiniz," dedi Don Quijote.

"Buna şöyle cevap verilebilir," dedi Aynalar Şövalyesi: "Benim yendiğim şövalyeye, bir yumurtanın diğerine benzediği kadar benziyorsunuz; ancak, siz, büyücülerin onun peşini bırakmadığını belirttiğinizden, adı geçen şövalye olup olmadığınızı kesin olarak söyleyemem."

"Aldatıldığınızı anlamam için bu kadarı yeterli," diye cevap verdi Don Quijote. "Bununla birlikte, yanılgıdan tamamen kurtulabilmeniz için, atlarımız gelsin; Tanrı, sevgilim ve bileğimin gücü beni terk etmezse, sizin siperliğinizi kaldırabileceğinizden daha kısa bir sürede, ben sizin yüzünüzü göreceğim; siz de benim, zannettiğiniz mağlûp Don Quijote olmadığımı göreceksiniz."

Bunun üzerine, konuşmayı kesip atlarına bindiler; Don Quijote, dönüp rakibiyle karşılaşmasına yetecek bir mesafeyi almak üzere Rocinante'nin dizginlerine asıldı; Aynalar Şövalyesi de aynı şeyi yaptı. Ama Don Quijote daha yirmi adım gitmemişti ki, Aynalar Şövalyesinin kendisine seslendiğini işitince, ikisi yarı yolda buluştular ve Aynalar Şövalyesi şöyle konuştu:

"Unutmayın ki, saygıdeğer şövalye, daha önce de söylediğim gibi, çarpışmamızın şartı gereği, mağlûp olan, galip gelenin insafına kalacak."

"Biliyorum," diye cevap verdi Don Quijote; "yalnız, yenilenin yerine getireceği emirlerin, şövalyeliğin sınırları dışına taşmaması koşuluyla."

"Pek tabii," dedi Aynalar Şövalyesi.

Bu arada Don Quijote'nin gözü, silâhtarın acayip burnuna ilişti ve  o da en az Sancho kadar şaşırdı; hatta onun bir canavar veya dünyada görülmemiş, yeni bir insan türünden olduğuna kanaat getirdi. Efendisinin hız almak üzere uzaklaştığını gören Sancho, büyük burunluyla başbaşa kalmak istemedi; o burnun bir hamlesiyle, çarpışmanın sona ereceğinden, kendisinin de o darbeyle veya korkudan, yere serileceğinden endişe ediyordu. Rocinante'nin üzengi kayışlarından birine tutunarak efendisinin peşinden gitti ve artık geri dönme zamanı geldiğine karar verince, dedi ki:

"Sevgili efendim, zat-ı âlinizden bir ricam var: Savaşmak üzere geriye dönmeden önce lütfen bana yardım edin de şu mantar meşesinin tepesine çıkayım; zat-ı âlinizin bu şövalyeyle korkusuzca çarpışmasını yerde göreceğimden daha iyi görürüm yukarıdan."

"Bana kalırsa Sancho," dedi Don Quijote, "sen daha ziyade, boğaları korkmadan seyredebilmek için tepeye tırmanmak istiyorsun."

"Doğrusunu isterseniz," diye cevap verdi Sancho, "o silâhtarın dev burnu dehşete düşürüyor, korkutuyor beni; yanında durmaya cesaret edemiyorum."

"Öyle bir burun ki," dedi Don Quijote, "ben ben olmasam, ben de korkardım; haydi gel, dediğin yere çıkmana yardım edeyim."

Don Quijote Sancho'nun mantar meşesine çıkmasına yardım ettiği süre içinde, Aynalar Şövalyesi, gerekli bulduğu mesafeyi aldı; Don Quijote'nin de aynı şeyi yapmış olacağını düşünerek, trompet sesi veya başka bir işaret beklemeden, Rocinante'den daha hızlı koşmayan, daha matah görünmeyen atının dizginlerine asılıp döndürdü ve düşmanıyla karşılaşmak üzere, var gücüyle koşturdu. Ama onun Sancho'nun tırmanmasına yardım etmekle meşgul olduğunu görünce, dizginleri çekip yarı yolda durdu; at, artık gidecek hali kalmadığından, buna çok memnun oldu. Düşmanın uçarcasına geldiğini zanneden Don Quijote, mahmuzlarıyla Rocinante'nin zayıf böğrünü deşti ve öyle bir hızla harekete geçirdi ki, hikâyede anlatıldığına göre Rocinante'nin ilk defa gerçekten koştuğu görüldü; çünkü diğerlerinin hepsi, lâfta koşuydu. Bu görülmemiş süratle, Aynalar Şövalyesinin olduğu yere geldi; rakibi ise, mahmuzlarını atına sapladığı halde, koşusuna son verdiği yerden bir parmak olsun oynatamıyordu.

Don Quijote rakibini işte bu elverişli konumda, atıyla uğraşır, desteğine takmayı ya beceremediği, ya da fırsat bulamadığı mızrağıyla bocalar halde buldu. Bu sorunlarla ilgilenmeyen Don Quijote, rahatlıkla, hiç tehlikesiz, Aynalar Şövalyesine hızla saldırdı. Çaresiz halde atın terkisinden aşağı devrilen rakibi, öyle kötü düştü ki, eli, ayağı kıpırdamıyordu; ölü gibiydi.

Sancho şövalyenin düştüğünü gördüğü anda mantar meşesinden aşağı kaydı ve aceleyle efendisinin yanına geldi. Don Quijote ise, Rocinante'nin sırtından inip Aynalar Şövalyesinin üzerine eğildi; öldü mü diye bakmak, yaşıyorsa hava almasını sağlamak için, miğferinin bağlarını çözünce, ne görse beğenirsiniz? Dinleyenleri hayrete ve dehşete düşürmeden, ne gördüğünü söylemek mümkün mü? Hikâyede yazdığına göre, gördüğü, bakalorya sahibi Sanson Carrasco'nun yüzünün aynısı, aynı hatlar, aynı görüntü, âdeta bir suretiydi. Görür görmez de haykırdı:

"Koş Sancho! Gözlerine inanamayacaksın bunu görünce! Çabuk ol evlâdım; bak da büyünün, büyücülerin, sihirbazların neler becerdiğini gör!"

Sancho yaklaştı ve Carrasco'nun yüzünü görür görmez, arka arkaya haç çıkarmaya koyuldu. Bu arada yere yıkık şövalyede, yaşadığına dair hiçbir belirti yoktu; Sancho, Don Quijote'ye dedi ki:

"Efendim, bana kalırsa, zat-ı âliniz Sanson Carrasco'ya benzeyen bu adamın ağzına kılıcınızı sokun, ne olur ne olmaz; belki de büyücü düşmanlarınızdan birini öldürmüş olursunuz."

"Fena fikir değil," dedi Don Quijote; "düşman ne kadar az olursa o kadar iyi."

Tam kılıcını çekip Sancho'nun tavsiyesini, nasihatini yerine getirecekti ki, Aynalar Şövalyesinin silâhtarı, bu sefer o çirkin burundan kurtulmuş olarak yetişip bağırarak dedi ki:

"Senor Don Quijote, ne yapacağınızı iyi düşünün; bu ayağınızın dibindeki, arkadaşınız, bakalorya sahibi Sanson Carrasco, ben de onun silâhtarıyım."

Sancho adamın önceki çirkinliğinin olmadığını görünce, dedi ki:

"Burnunuz nerede?"

O da şöyle cevap verdi:

"Burada, cebimde."

Elini sağ tarafına atıp, tarif edilen şekilde yapılıp boyanmış, macundan bir takma burun çıkardı. Sancho adama dikkatle bakıp şaşkınlıkla haykırdı:

"Yüce Meryem, sen beni koru! Bu benim komşum, arkadaşım Tome Cecial değil mi?"

"Ta kendisiyim!" dedi, burunsuz kalmış olan silâhtar. "Tome Cecial'im, sevgili arkadaşım Sancho Panza; sonra size, buraya ne kurnazlıklarla, yalanlarla, dolanlarla geldiğimi anlatacağım. Siz bu arada saygıdeğer efendinize rica edin, yalvarın, ayağının dibinde yatan Aynalar Şövalyesini ellemesin, tartaklamasın, yaralamasın, öldürmesin; çünkü o da, yemin ederim ki, hemşerimiz, cüretkâr ve düşüncesiz bakalorya sahibi Sanson Carrasco'dur."

Bu arada Aynalar Şövalyesi kendine geldi; bunu gören Don Quijote, kılıcının çıplak ucunu yüzüne yaklaştırarak dedi ki:

"Eşsiz Dulcinea del Toboso'nun, sizin Casildea de Vandalia'nızdan daha güzel olduğunu itiraf etmezseniz, kendinizi ölmüş bilin, şövalye. Ayrıca, bu savaş ve düşüşten sağ çıktığınız takdirde, El Toboso kentine gidip tarafımdan huzuruna çıkacağınıza ve kaderinizi onun ellerine teslim edeceğinize söz vermeniz de gerekiyor. Sizi serbest bırakırsa eğer, derhal dönüp beni bulacak, onunla neler konuştuğunuzu aktaracaksınız; kahramanlıklarımın izini sürerek bulunduğum yeri bulmanız zor olmayacaktır. Bunlar, çarpışmadan önce üzerinde anlaştığımız şartlara uygun, gezgin şövalyelik sınırları dışına taşmayan koşullar."

"İtiraf ediyorum ki," dedi yere düşmüş şövalye, "Senora Dulcinea del Toboso'nun yırtık, pis pabucu, Casildea'nın dağınık olmakla birlikte temiz yelesinden daha değerlidir. Tarafınızdan huzura çıkıp döneceğime ve istediğiniz etraflı malûmatı eksiksiz getireceğime de söz veriyorum."

"Ayrıca şunu da itiraf ve kabul etmeniz gerekiyor ki," diye ekledi Don Quijote, "o yenmiş olduğunuz şövalye, La Mancha'lı Don Quijote değildi ve olamazdı; ona benzeyen bir başkasıydı. Ben de itiraf ve kabul ediyorum ki, siz, bakalorya sahibi Sanson Carrasco'ya benzediğiniz halde, o değil, ona benzeyen bir başkasısınız; düşmanlarım, öfkemin şiddetini hafifletmek, galibiyetimin zevkini gaddarca çıkarmamı önlemek için, sizi onun şekliyle getirmişler karşıma."

"Hepsini sizin düşündüğünüz, yorumladığınız ve kabul ettiğiniz şekilde itiraf ediyor, yorumluyor ve kabul ediyorum," diye cevap verdi, böbrek sancılarıyla kıvranan şövalye. "Yalvarırım, kalkmama izin verin; bu düşüşten kalkabilirsem tabii; epeyce kötü durumdayım çünkü."

Don Quijote'yle silâhtar Tome Cecial onun kalkmasına yardım ederlerken, Sancho silâhtardan gözlerini ayırmıyor, çeşitli sorular soruyordu; aldığı cevaplar, adamın gerçekten, dediği gibi, Tome Cecial olduğunu açıkça gösteriyordu. Ama büyücülerin, Aynalar Şövalyesinin şeklini değiştirip bakalorya sahibi Carrasco'nun şekline sokmuş olduğu konusunda, efendisinin söyledikleri Sancho'da öyle bir korku yaratmıştı ki, gözleriyle gördüğü gerçeğe inanmasını engelliyordu. Sonuç olarak, efendi de, hizmetkârı da bu yanılgı içinde kaldılar; Aynalar Şövalyesiyle silâhtarı da, asık suratlarla, perişan bir halde, Don Quijote'yle Sancho'nun yanından ayrıldılar; kaburgalarına yakı yakıp sarabilecekleri bir yer aramaya gittiler. Don Quijote'yle Sancho da, tekrar Zaragoza yolunu tuttular; hikâye onları yolda bırakıp, Aynalar Şövalyesiyle iri burunlu silâhtarının kim olduklarını anlatır.