GİRİŞ

Milâdî On üçüncü yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu giderek artan biçimde Moğol hâkimiyetine girmeğe başlamıştı. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde Anadolu Selçuklu Devleti tarih sahnesinden silinmiş ve Selçukluların Bizans sınırındaki Türkmen uçbeyleri de biçimsel olarak Moğol İlhanlı İmparatorluğu’na bağlanmakla beraber aslında bağımsız çok sayıda beylikler kurmuşlardı. On dördüncü yüzyıl başında bu Türkmen beylikleri içinde en küçüğü Eskişehir-Sakarya-Söğüt havâlisindeki “Osmanlı Beyliği” idi.

Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları gibi güçlü olanlar dururken Eşrefoğulları, Hamidoğulları, Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karasi Beyliği, Pervâneoğulları, Sahiboğulları, İnançoğulları beyliklerinin tümünü Osmanlı Beyliği’nin kendi egemenliği altına alabilmesi aslında onun geleceği hakkında sağlam ipuçları vermiş oluyordu.

Selçuklu Sultanı II. Mesud, Osman Bey’e “tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve berat” göndererek Söğüt ile Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi kendisine verdi. Osman Bey bu beratı gereken törenle okuttu. Artık bir uç beyliği kurulmuş oluyordu.

Sonraki on yıl içinde Anadolu’yu yakıp yıkan ve ağır vergiler koyan Moğollar’ın önünden kaçanlarla, onlara bağlanmak istemeyen Türkmen boy ve ulusları da beyleriyle beraber Osman Bey’e bağlandılar. Herkes Oğuz Han töresine göre yapılan bir törenle birer birer Osman Bey’in önünde diz çökerek onun verdiği kımızı içtiler ve sadakat yemini ettiler. Kayı boyu bu yeni katılmalarla iyice büyüdü. 1299 yılında Osman Bey bağımsızlığını ilân ederek fiilen ve hukuken Osmanlı Devleti’ni kurdu.

Altı yüzyıl sürecek olan Osmanlı kültürünün de mayası böylece bir yandan şeriat’a, diğer yandan örfe uygun törenlerle atılmış oluyordu. Daha sonra şeriat’ın zarfı içinde tutulan örf’e dayanan bu anlayış devletin düzenini sağlayacak, toplumun kültürünü yönlendirecek ve hukuk sisteminin de esasını meydana getirecekti.

Bu devlet fermanlarda, hükümlerde diğer resmi belgelerde ve halk arasında ya kurucusuna izafeten “Devlet-i Âl-i Osman” (“Devlet-i Âliyye-i Osmâniye”,) ya da bizzat tüzel kişiliğinin yüceltilmesini amacını yansıtan “Devlet-i Âliyye” veya “Devlet-i Ebed Müddet” (Devlet-i Ebed) gibi isimlerle anılmıştır.

Bununla beraber devletin adı çağdaşı Avrupa haritalarında ve kitaplarında “Empire Ottomane” olarak gözükür.[2] Oysa Batı dillerinde ünvanı “imparator” olan bir hükümdarın hükümranlık sahasını tanımlamak için kullanılan[3] “İmparatorluk” bizim dilimize has bir terim değildir. Batı’lıların Osmanlı Devleti’ne “İmparatorluk” ünvânı vermesi aslında üç kıt’aya yayılmış topraklarının olması yanında, bu kadar geniş hükümranlık sahalarını merkezî otoriteye bağlamasındaki başarısından dolayıdır.[4]

Ancak her ne kadar Batı kaynaklarında Osmanlı Devleti, “İmparatorluk” olarak anılmış ise de, onun koloniyal devlet anlamında bir hükümranlık olmadığını belirtmek gerekir. Tam aksine Osmanlı Devleti’nin eski eyâletleri olan Cezâyir, Tunus, Mısır, Trablusgarp gibi İslam ülkeleri Fransa, İngiltere ve İtalya gibi gerçek anlamda “sömürgeci emperyalist” devletlerin boyunduruğuna girmemek için sonuçta teknolojiye karşı yenilgileriyle sonuçlanmış savaşlar vermişlerdir.

Osmanlı Devleti’ni “İmparatorluk” olarak isimlendirmek, “devlet” kavramını kutsal bir nitelikte algılayan ve yüzyıllar boyu Batı kültürü ile hemen her konuda zıtlaşmış “Adâb-ı Osmâniye”ye yakışmaz. Gerçekten de Osmanlılar’ın “Devlet-i Âliye (Yüce Devlet)” ya da “Devlet-i Ebed Müddet” ideali, Avrupa devletlerinin dünyanın her tarafında kurmağa çalıştıkları “satelit sömürgeler birliği” türünde genişlemelerinden farklıdır. Osmanlı hâkimiyetinde kalmış bölgelerde evrensel adıyla “Pax Ottomana” olarak bilinen süreçte (klasik sömürgecilik olgusunun aksine) assimilasyon yoluna gidilmemiş, halkların etnik ve kültürel kimliklerine dokunulmamıştır.

Osmanlı devletinin Rumeli’deki fütûhatını “i’lâ-yi Kelime’t-ullah” gayreti, Anadolu’dan Afrika’ya doğru genişlemesini de ortak bir temel kültürde bulunan “İslâm ülkelerini tek bayrak altında birleştirmek” biçiminde yorumlayabiliriz. Nitekim Yavuz Sultan Selim’in Hilâfeti İstanbul’a getirmesiyle de, İslâm ülkelerinin Osmanlı bayrağı altında birleştirilmesine milletlerarası hukuk açısından âdeta doğal bir statü hazırlanmış olmaktadır.