Klasik anlamıyla sanayi kavramı tarihsel anlayış ve gelişim içinde tarımdan ayrılma sürecinin sonucu olarak görülmüş ve bu bağlamda “mal ve hizmet üreten, ya da sağlayan örgütlenmeler” olarak tanımlanmıştır. Bununla beraber Sanayi Devrimi’ni temel kavramlarda meydana gelen değişmeler ve gelişmelerin sağladığı unutulmamalıdır.[1284]Örneğin sanayi işletmeleri için gerekli olan üç temel faktör “emek, sermaye ve üretim araçları”nın bir araya gelmesi olarak belirlendi. Dolayısıyla bu soyut sınıflamayı sağlayan çeşitli sanayi işletmelerinin üretim sürecleri arasında Ekonomi bilimi artık kuramsal fark görmemeye başladı.
Böylece Sanayi Devrimi kriterleriyle organize edilen tarım, ormancılık, hayvancılık ve balıkçılık gibi üretim süreçleri ve ikincil (ağır) sanayi’ye de kendi içinde üretemediği hammaddeleri sağlayan madencilik, taşocağı işletmeciliği gibi konuları da hep birlikte “Birincil Sanayi” başlığı altında incelenebilir.
Bu bağlamda ele alınırsa Osmanlı ülkesinde de devlet’in “emek, sermaye ve toprak”unsurlarını bilinçli ve sistemli biçimde bir araya getirerek tarım ekonomisini “sanayi üretimi” biçiminde örgütlemiş olduğu düşünülebilir. Başka bir deyişle en küçük birimi “çiftlik” olan Osmanlı tarım işletmeleri de Sanayi Devrimi’nin yeniden biçimlendirdiği kavramlarla değerlendirilirse ülkede tarım üretiminin sanayi biçiminde örgütlendiği söylenebilir.
Dolayısıyla tımara bağlı Osmanlı tarım üretimini devletin organize edip desteklediği bir sanayi sektörü olarak görebiliriz. Diğer taraftan Osmanlı tarım sektörü, Birincil Sanayi üretimi içinde kuşkusuz en önde geleni ve en iyi işleyenidir. Devlet’in uyguladığı “dirlik düzeni” toprak, sermaye, iş gücü, devlet desteği gibi ana faktörlerin bir araya getirilmesini, zamana bağlı olmadan sürekliliğini sağlar. yasal süreç olarak düzenleyen Üstelik bir başka yanıyla da askerlik hizmetlerinin örgütlenmesi ve maliye hizmetlerinin sağlanması açısından Üçüncül Sanayi üretimi denilen kategoride mükemmel bir örnek oluşturmaktadır.
Bununla beraber tarım dışındaki birincil kategorideki sanayi ise ancak “yakın pazar için tüketim malları” üretecek biçimde düşük düzeyde düzenlenebilmiş, temel sanayi denilebilecek biçimde geniş bir örgütlenme oluşturulamamıştır.
“Asıl Sanayi Sektörü” ya da genel olarak “Ağır (Büyük ) Sanayi” ve “Hafif (Küçük ) Sanayi” olarak sınıflandırılan İkincil Sanayi, Birincil Sanayi’nin sağladığı hammaddelerle tüketim ve üretim malları imal edilmesi sürecidir. Bu bağlamda başta Payitaht İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde devlete ait tersâne, dökümhane, tophane, baruthane gibi ağır sanayi tesisleri yer almaktadır.
Bunlar dışında tabakhane, yağhane, sabunhane, kerpiçhane, mumhane, salhane, un değirmenleri, kireç, tuğla, kiremit gibi inşaat malzemeleri, şişe, kavanoz, bardak, lamba gibi cam eşya, eyer, semer gibi deri eşya, kereste, tahta kutu, fıçı, makara gibi ahşap eşya, kağıt ve mukavva imalâthaneleri gibi bağımsız “Küçük (Hafif ) Sanayi” imalathaneleri ve evlerde bulunan “el destgâhları” vardır.[1285]Örneğin İstanbul’un muhtelif semtlerinde “mumhâne” adıyla anılan fabrikalar bulunmaktaydı. Diğer taraftan mumcu ve balmumcu esnafı da şamdanlarda yakılmak üzere “şem’i asel, çiğ yağ ve şem’i rugan” üretiyorlardı.
Madenler şehirlerde çalışan “temürcü, kilitçi, çilingir ve mismarcı (çivici), bakırcı” adıyla anılan dükkan (atölye) sahibi zanaatkarlar tarafından işlenmekte ve “mıh, toka, nalin demiri, çadır demiri, kapı geçirmesi, zincir, cam çerçevesi, dolap ve yük geçirmesi, keçe mıhı, mandal, nal, kazma, kürek, tırpan, balta gibi muhtelif mallar, iri ve ufak kaşık çatal , bıçak, şamdan, tencere, sini, bakraç, güğüm, ibrik, kazan, su tası, abdest leğeni gibi çeşitli ev eşyaları üretilmekteydi. Ancak bir çok malın üretimi yapılmasına, hatta esnaf guruplarının % 80’e yakınının bu tür imalatla meşgul olmasına rağmen, üretim ihtiyaca kafi gelmemektedir.[1286]
Diğer taraftan eldeki veriler On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı devletinin her tür sanayi üretimi ve ticarete uyguladığı denetim sistemlerinin, yerli üretimin kendi iç pazar ihtiyacını büyük ölçüde karşıladığını ve hatta birçok önemli ham, yarı mamul ve mamul maddelerde yabancı ülkelere ihracat yapabilecek düzeyde tuttuğu gözleniyor.[1287]
Oysa On dokuzuncu yüzyıl başlarken Osmanlı Devleti dış pazarlarını kaybetmeye başlamış ve mamul madde ithal etmektedir. Giyim-kuşam, mefruşat, yaygı ve daha çok yünlü ve pamuklu, ipekli, keten-pamuk veya pamuk-ipek karışımı kumaş dokuma mamulleri, kavafiye, silah, saat, yiyecek , mutfak malzemeleri gibi hafif sanayi ürünlerinin yaklaşık % 70’i Osmanlı ülkesi dahilinde Anadolu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Rumeli’den[1288]ve % 30’u ise Avrupa, Asya ve Amerika’dan[1289]gelmektedir.[1290]Burada dikkat çeken husus, özellikle zenginler arasında alıcı bulan, “lüks ve kaliteli” malların dışarıdan getirilmesidir.[1291]
“Birincil Sanayi Sektörü” Osmanlı ekonomik hayatında tarım, hayvancılık gibi üretim sürecinde artırılabilen hammaddeler ile ikincil sanayilere kendi içinde çoğaltılamayan tükenebilir hammadde sağlayan maden ve taşocağı işletmeciliği konularını kapsar.
Birincil sanayinin ekonominin bütünündeki payı ancak ikincil ve üçüncül sanayiler geliştikçe azalma eğilimi gösterebilir. Ismarlama ya da atölye düzeyinde zanaat türü üretim biçiminde standart olmayan süreçleri ve malları kapsayan ikincil Osmanlı sanayisi ise azgelişmiş olduğundan birincil (ilk) sanayi doğal olarak ağır basmaktadır.
Diğer taraftan örneğin tarımda, nadas yerine, bilimsel araştırmalara dayanarak kökleri toprağın değişik düzeylerine kadar inen dönüşümlü bitkisel üretim, gübreleme, zararlılarla mücadele, sulama yöntemlerini ıslah gibi işlemlerle verimlilik ve ürün artırılabilecek ve keza hayvancılık’’a da yine bilimsel yöntemlerle verimlilik artışı sağlanabilecek iken üretimin geleneksel yöntemlerle yürütüldüğü görülüyor.
Osmanlı ormanları gerek gemi ve ahşap konut yapımında, gerekse maden ergitmesinde ve konutlarda yakacak olarak yararlanılmış, oysa bilimsel yöntemlerle düzenli ve seçici ağaç kesimi, zararlılarla mücadele, ıslah edilmiş türlerle ağaçlandırma mümkün iken, yeniden üretilmeleri ile ilgilenilmeden kendi doğal hallerine bırakıldıkları için birçok yerlerde harap olmuşlar, fundalıklara dönüşmüşler ya da ancak ulaşılamaz irtifalarda tutunabilmişlerdir.
a. Tarım Sektörü
Osmanlı birincil sanayisinin ve ekonomisinin en önemli kolunu şüphesiz tarım sektörü oluşturmaktadır. Tarımsal üretimin “emek, sermaye, toprak” biçimindeki üç temel unsurunu yasalarla ve periyodik arazî tahrirleriyle ülke çapında (dirlik sistemi) örgütleyerek bir çift öküz’ün üretim gücünü esas alan standart işletmeler kurması, gerektiğinde birkaç yıllık vergi afları çıkarması ya da tohumluk buğday dağıtması , Devlet’in tarımsal üretimin bir sanayi sektörü gibi yönetilmesinin bilincinde olduğunu gösteriyor.
Aslında devletin mirî toprak rejimi doğal olarak toprakların şahsî mülk olarak miras sebebiyle parçalanmalarını da önlüyordu. Böylece tarım yapılacak topraklar en az ölçüleri belirlenmiş standart tarım üniteleri biçiminde üretim için gerekli şartlara sahip olan köylünün kullanımına veriliyordu. Diğer taraftan toprak rakabesinin devlette olması, tarım ekonomisinin devlet tarafından denetlenip düzenlenmesinin de hukuksal gerekçesi olmaktaydı.
Devletin rakabesini (çıplak mülkiyet hakkını) elinde tuttuğu mîrî arazî cüz’i bağlar ve bahçeler dışında yalnızca hububat ziraati yapılan, tarla olarak kullanılan arazidir. Çünkü darlık buhranları, kıtlık ve açlık, ordunun ve şehirlerin iaşesi, başlıca buğday-arpa ekimine, tarla ziraatine dayanır. Osmanlı kanunnamelerine göre tarla, bağ ve bahçe haline getirilemez.
Osmanlı tarım ekonomisinin beslenme ve vergi gelirleri açısından her zaman gündemde kalan “hububat meselesi”n de çözüm yolu “mirî toprakların devlet denetimi altında işletilmesi” esasına dayandığından, tımar sisteminde Devlete karşı sorumlu olan tımarlı sipahiler, askerî örgütlenme için olduğu kadar işlenen toprakların genişlemesine, reaya’nın ara verilmeksizin tahıl üretmesine ve istihsalin arttırılmasına çalışıyorlardı.
Diğer taraftan Devlet aslında hem sistemi korumak ve hem de dirlik sahiplerinin çifçi ve köylüye karşı yerel güç kazanmalarını önlemek zorundaydı. Bu maksatla keyfi davranışları önleyerek reâyânın yükümlülükleri ve sipahilerin yetkilerini düzenleyen, tarlaların devamlı işletimini teminatı altına alan kanunnameler çıkarılmıştır.
(1) Üretim Araçları ve Emek
Tarım ekonomisinin esas üretim vasıtası, bir çift öküz ile çekilen kara sapandır. Osmanlı Devleti’inde vergileme öküz sayısına (çift) göre yapılmakta idi. Salgınlarda öküzü ölen köylü çaresiz kalıp, fakirliğe düşerse devlet vergi affına giderdi.
Öküz gücü Osmanlı tarım ekonomisinde “çift/hane” sisteminin temel elemanlarından biridir. Raiyyet çiftliği, bir çift öküzün işleyebileceği toprak ünitesidir. Dolayısıyla bir çift öküzü olan aile, bir işletme ünitesi sayılır.
Evlenmiş erkek köylünün simgelediği köylü aile ünitesi koca, kadın ve çoğu zaman evli oğullarla torunlardan oluşur.
Devlet karşısında vergi yükümlüsü ve söz sahibi olan evli erkekdir. Kocası ölen kadının erkek evladı yoksa, tarla arazisini elinden alınır ve başka bir köylüye aktarılır. Ancak dul kadın, oğulları çalışma çağına gelinceye kadar, ırgatla idare edebilirse, bîve adıyla işletmenin sahibi olabilirler.
Arazi tahrirlerinde, vergi kaynaklarını belirleyen vergi-nüfus sayımı defterlerinde, hane ve aile kocanın adiyle tespit edilir.
(2) Toprak
Osmanlı toprak düzeninin özü, toprağın devlet rakabesinde olmasıdır. Aslında rakabe “toprağın çıplak mülkiyeti” demektir. Ancak tasarruf hakkı çeşitli hukukî gerekçelerin doğurduğu durumlara göre başkalarında bulunabilirdi.
Bu bağlamda ele alınırsa dirlik sistemi devlet’in çiftçiye tarım üretimi yapmak üzere, üretiminden vergi almak şartıyla yaygın bir üretim sistemi kurmak için verdiği toprak ona sağladığı sermâye sayılabilir. Böylece “emek, üretim aracı ve sermaye “ birim işletme olan çiflik biçiminde birleşirler.
Osmanlı toprak hukukunda mülkiyet durumuna göre ülke toprakları kategorilere ayrılmıştır.
1. Mirî topraklar, önceleri timar ve zeamet sahiplerinin, sonra da mültezimlerin izniyle köylüler tarafından kullanılırdı. Mirî arazinin satışı yapılamaz ve borç karşılığında haciz edilemez.
2. Kasaba ve köylerden yarım saat uzaklıkta zıraata elverişsiz ama ıslah edilirse kullanma imkanı herkese tanınmış topraklar,
3. İşlenirse kullanılabilir sahipsiz “arazî-i mevat” (boş arazî),
4. Düzenli ekilmeyen otlak, harman yeri denilen baltalıklar “Arazî-i metruke”
5. Kaçak ekilip biçilen kaydedilmemiş “mektûm yerler”,
6. Yollar, akarsular ve göller, otlaklar, baltalıklar, harman ve pazar yerleri, panayırlar, meydanlar, namazgah, iskele ya da mera, yaylak ve kışlaklar gibi belirli topluluklara bırakılan topraklar da mirî arazî sayılırlar ve rakabeleri devlete aittir.
(a) Mîrî Topraklar
Devlet’in tasarruf hakkını elinde tuttuğu topraklara “arazî-i emîriye” de denirdi. Sahibi Mâliye Hazinesi (Dış Hazine)’dir. Tasarruf hakkı devlet tarafından bir bedel ya da hizmet karşılığı olarak belirli kişilere bırakılan yerlerdir. Esas olan bu kişilerin, toprağı işletmeleri, ekerek ürün elde edilmesidir. Üç yıl toprağı işletmeyenlerin elinden arazî geri alınır.
(b) Mülk Arâzî
Arazî-i memlûke de denir. Sahibine kullanma, yararlanma gibi tasarruf haklarıyla birlikte elde bulundurma ve elden çıkarma yetkileri gibi özel mülkiyet hakları da verilmiş olan topraklardır.
Şeriat hükümlerine göre araziler öşür arazisi ve haraç arazisi olmak üzere ikiye ayrılır. Halkı müslüman olan bir ülkenin toprakları ile fetihten sonra Müslümanlara ganimet olarak verilmiş, ya da iskân ettirilmek üzere yeni getirilen Müslüman ahaliye tevzi edilmiş araziye “öşür arazisi” denir.
Köy ve kasaba sınırları içindeki arsalar, bağ ve bahçelerle bir evin yanında yarım dönümü aşmayan yerler, fermanla mirî araziden ayrılarak kişi mülkiyetine geçirilmiş yerler, Müslüman ahaliye tevzi edilmiş “öşür arazisi” ve yeni fethedilen gayrimüslim ülkelerde bu bağlamda haraç vergisine bağlanarak gayrimüslim sahibinde bırakılmış topraklar da mülk arazilerdir.
(3) İşletim Sistemi
Sistemin esası, fethedilen toprakların yıllık vergi gelirlerine göre tımar, has, zeamet adıyla “dirlik” denilen birimlere ayrılması ve bazı vergilerin tasarruf hakkının, toprağın işletilmesinden sorumlu tutulan görevlilere berat verilerek dağıtılmasıdır.
Yeni kazanılan ülkeler eyalet ve sancak olarak devlet örgütlenmesine alındıktan sonra ikişer ya da üçer köy olarak tımarlara bölünür. Sonra bunlar “tımar, zeamet ve has” adlarıyla üç sınıfa ayrılıp tımar olanlar hak kazanan askerlere dağıtılır. Zeamet ve has sayılanlar da vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri arasında bölüştürülürdü. Hazine hakkı olanlar ise Havass-ı Hümayun (Padişah has’ları) adıyla kalırdı.
Mirî arazîye tasarruf hakkı verilenler istedikleri türde hububat tarımı yapabilirler, ancak izinsiz ağaç dikemezler, yapı yapamazlar. Devlet, mirî arazî gelirlerinin reâyâ’dan toplanması hak ve yetkilerini, belirli hizmet ve yükümlülükler karşılığında, tımar, zeamet ve has’lar olarak (genellikle) seyfiye mensuplarına bırakır. Bu kişiler, ünvanları her ne kadar “sahib-i arz” (toprağın sahibi) olarak bilinse de, aslında mülkiyete değil, çiftçiye verilen tasarruf hakkı dışında yalnızca vergileri toplama ve kullanma hakkına sahiptirler.
(a) Sahib-i Arz’ın Görev ve Yükümlülükleri
Bütün bu “dirlik”lerin arazisi “mirî toprak” sayılmakta ve rakabesi (çıplak mülkiyet hakkı) devlete ait bulunmaktadır.
Bununla beraber dirliklerin en büyük bölümünü sefere bizzat katılmak ve gelirine göre belirlenen sayıda atlı ve tam teçhizatlı asker (cebelû) götürmekle yükümlü kılınan sipahilere dağıtılan[1292]tımarlar oluşturmaktadır.
Timar düzeninin yürürlükte olduğu yerlerde, genel olarak otuz yılda bir arazî tahrirleri yapılıp, dirlik topraklar yeniden deftere yazılırdı.
Timarlı sipahiler, sancakbeyleri, beylerbeyleri, vezirler kendilerine hizmet karşılığı dirlik olarak verilen timar, zeamet ve haslar üzerinde yaşayan ve toprağı işleyen reaya’nın yıllık bazı vergi ve resimlerini kendi hesaplarına topluyorlardı. Dolayısıyla tarım ürünlerinin arttırılması, arazinin işletilmesi aynı zamanda kendi çıkarları gereği olmaktaydı.
Timarlar sipahilere ve diğer görevlilere beratla verilirdi. Ancak padişah ölünce vermiş olduğu tüm beratların da geçerliliği sona erdiğinden tahta çıkan her yeni Padişah tarafından bu beratların yenilemesi gerekirdi.
Bununla beraber Beylerbeyleri “kılıç timar” denilen en küçük başlangıç tımarlarını Merkez’den berat alınmadan doğrudan doğruya verebilirdi.
“Tezkireli tımar” denilen bir çiftlik tımarlar ancak Merkez’in beratıyla verilebilirdi. Ama tezkireli ya da tezkiresiz bütün tımarlar rakabesi devlete ait olan mirî arazî sayıldıklarından herhangi bir biçimde parçalanması, devri ya da satışı yasaktır.
Ancak ölen bir timarlı sipahinin erkek çocuğu yoksa tımarı bazı şartlar aranarak kızına veya yakın akrabasından birine ya da başkasına devredilebilir. Ancak tımar mîrî arazî olduğundan başkasına satılamaz, devir ve haciz edilemez.
Denetim hizmetini ihmal eden ya da reâyâ’ya kötü muamele sipahilerin tımarları geri alınırdı. Ancak devlet tımarı hiçbir sebep gösterilmeksizin de geri alabilirdi. Ölüm ve emeklilik durumlarında da tımar boşalırdı.
Ayrıca “dirlik içinde dirlik dağıtımı” da yasaklanmıştır. Timar toprağı üç yıl aralıksız kullanmayıp “boz” bırakılırsa tasarruf hakkı geri alınır ve arazî başkasına verilirdi.
Tımar sisteminin “mevâtın” yâni sahipsiz toprakları devlet adına “yurd”, ya da “vatan” hâline getirme gibi bir işlevi de vardır.
Devletin tımar üzerindeki denetimleri ve tımar sahiplerinin değiştirilmesi, sipahilerin taşrada bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmasını önlemiştir.
(b) Çiftçi’nin Görev ve Yükümlülükleri
Mirî topraklarda esas amaç, tapulu rejimi genel olarak sağlamaktır. Zira bu takdirde tapulu toprak sahibi köylü âilesi zirâî bir işletme biçimine geçecektir. Böylece reâyâ’nın işlediği kendi arazisi olacağından terketmesi engellenecektir.
Nitekim reâyâ’nın, kendisine mirî arazî üzerinde belirli bazı malî tasarruf hakları tanınmış ve toprağın ekonomik yönetimi ile görevlendirilmiş “sahib-i arz” denilen sipahi ile yaptığı kiracılık anlaşmasına (tapu) denilmektedir. Kadı siciline de işlenen bu anlaşma aslında, (çıplak mülkiyet hakkına dokunmamak şartıyla) topraktan tarım yoluyla yararlanma hakkının çiftçiye verildiğini belgelemekte ve ayrıca kendisini de toprağa bağlamaktadır. Çiftçi eğer anlaşmayı sona erdirip ayrılmak isterse sipahi’ye “çift-bozan resmi” ödemek zorundaydı. Bu resmi ödemeden toprağını terk edenler on yıl içinde yakalanırlarsa topraklarına geri gönderilirlerdi.
Tapulu arazî, tasarruf edilen, ancak satılamıyan, hibe ve vakf edilemiyen, fakat işletme hakkı babadan oğula geçen raiyyet çiftlikleridir. Köylü araziyi kendi sağladığı öküz, sapan ve tohumu ile kendisi işlemek zorundadır. Üretim vasıtalarını kendi temin eder, toprağı bağımsız bir işletme ünitesi olarak kendisi işler. Devlete ve sipahiye, kanunla belirlenmiş angaryalar dışında karşılıksız hiçbir hizmet yapmağa mecbur değildir.
Bununla beraber köylü reâyânın haklarının korunması açısından has, zeamet, tımar sahipleri ve vakıf mütevellileri arasındaki uyuşmazlıklarda dirlik sahiplerinin yargı hakları yoktur. Bu gibi anlaşmazlıkları çözmek “toprak kadıları” denilen gezici kadılara bırakılmıştır. Zirâ toprağı iskân eden reâyâ, Batı’da olduğu gibi bir senyör’ün[1293]değil devletin “teba”sı ve aynı zamanda vekaletle “kiracı”sıdır.
Başka bir deyişle toprağın çıplak mülkiyeti ile birlikte köylünün tarım konusundaki emeği de sistemin gereği olarak devletin koruması altındadır.
(4) Sistemin Denetimi
Osmanlı tımar sisteminde dirlik sahiplerine[1294]“reâyâ üzerinde yargı hakkı” verilmemiştir. Eyaletlerde tımarlı sipahilerle reâyâ arasındaki anlaşmazlıklara bakan merkezî yönetimin atadığı “Toprak Kadıları” vardı. Yargı erkinin dengeleyici bir kaza organı olarak kadıların elinde olması da dirlik sahiplerinin mirî arazî üzerindeki devlet rakabesini zamanla aşındırmalarını engellemiştir. Mirî arazînin genişliği, devlet rakabesinin sıkılığı ve tımar sisteminin merkeziyetçi niteliği, sömürü ve sınıf çatışmalarını içermeyen Osmanlı toprak düzenini özgün bir sistem hâline sokmuştur.
Devlet’in cizye, avarız gibi vergileri kendi tahsildarları aracılığı ile toplaması, tımar toprağı ve tımarlar üzerindeki denetimi, tımarın feodal bir kurum olmadığını göstermektedir.
(5) Sistemin Çözülmesi
On altıncı yüzyılda Devlet en geniş sınırlarına ulaşmış ve tımar sistemi de ülkenin çok büyük bir bölümünde yürürlükteydi.
Ne var ki hizmet ve görev karşılığı dağıtılan tımar topraklarının On altıncı yüzyıl sonundan itibaren iltizam ve malikâne olarak bedel ödenerek dağıtılmasıyla Osmanlı topraklarının mirî mülkiyeti, On yedi ve On sekizinci yüzyıllarda özel mülklere dönüşme sürecine girdi. Zamanla iltizam usulünün yaygınlaşması da, Merkez’e bağlı sahib-i arz’ların reâyâ üzerinde üretim denetimlerini azalttı. Diğer taraftan tımarlı sipahiler de geri hizmete alınınca köylü koruyucusuz kalarak tarım sektörü zarar görmeye başladı. Dolayısıyla reâyâ da toprağı bırakıp askerî sınıfa geçmeğe çalıştı ve ziraî üretim azaldı.
(6) Sistem Dışı Üretim
Mirî arazî üzerinde olmakla beraber, sahib-i arz olarak timarlı sipahi, zâim, kale dizdârı ya da timar sahibi bir başka görevliye hesap vermek durumunda olmayan müstakil tarım işletmeleri ya da çiftlikler de bulunmaktadır.
(a) Boş Topraklar
Yeni tahrirler sırasında ilk kez işletilmeye açılan arazî, orman ve madenler “hariç-ez-defter” olarak Defterhane kayıtlarına geçirilir ve hizmetlilere bırakılırdı.
Diğer taraftan Müslüman nüfusun, gayrimüslim nüfus yoğunluğu fazla olan Balkanlar’a kayması ve “mevat”[1295]denilen boş topraklarda üretim yapmalarını özendirmek için de buralara yerleşecek olanlara “temlikname” verilerek özel mülkiyet hakları tanındı. Böyle boş toprakları işleyenlerden toprak kirası alınmazdı.
Nitekim tahrir defterlerinde “hâlî” kaydı konulan terkedilmiş ve işlenmemiş çiftlik ve mezra’alar harap durumda kalmamaları için mukataalı çiftlikler, mezraalar biçiminde serbest kiralanırlar. Başka bir deyişle sistemin asıl gayesi mukataalı toprakları yerleşik tapulu arazi şekline getirerek reâyâ’nın köyünde oturması ve toprağını işlemesini sağlamaktır.
(b) Vakıf Arâzî ‘ler
Bunlara “arâzî-i mevkûfe” de denir. Bu topraklar eğer mülk araziden vakfedilmiş iseler rekabeleri (kuru mülkiyet) ve tasarruf hakkı vakıf tüzel kişiliğine aittir.[1296]Eğer Padişahın ya da onun izniyle valide sultan, hanım sultan, veya Padişah kadınlarından biri adına, mirî araziden ayrılarak vakfedilen bir arazî ise, toprağın rekabesi yine devlete aittir. Vakfedilen şey ancak devlet arazisinden öşür ve rüsum gibi yararlanma haklarıdır.[1297]Bu tür toprakları kiralayanların yararlanma hakkı mirasçılarına geçebiliyordu.
Diğer taraftan merkezî otoritenin mülk toprakları istimlak ederek eline geçirebilmesi ihtimaline karşı, toprak sahipleri kendi mülkiyet haklarının devlete geçmesini önlemek amacıyla “zürrî vakıflar” (aile vakıfları) kurdular.
(c) Mukataalı Arâzîler
Mukataa’lı arazî devlete ait bir gelir kaynağını özel bir şahsa kiralamaktır. Bu yönüyle iltizama benzemektedir. Tapuya verilmeyen mirî topraklarda , devlet ekilebilir bir araziyi belli bir kira karşılığı mukataa ile şahıslara ihale eder. Bu şahıslar şehirli, esnaf, asker , hatta toplu ya da tek kişi olarak köylüler de olabilir.
Hukuk açısından mukataa bir kiralama aktidir. Kira bedeli devletle kişi arasında bir karşılıklı bir anlaşma, mukavele yapılarak ve çoğu zaman bu bir açık artırma ile tespit edilir. Aslında ihaleyi alanın mukataanın verimiyle ilgileneceği böylece hem de tımar düzeniyle iltizam usûlü birleştirilmiş olacağı düşünülmüştür.
(d) Baştina’lar
Gayrimüslim reâyâ’ya yalnızca araziyi ekip biçme ve ürününden yararlanma hakkı tanınmış iken, Bosna’nın gayrimüslim ahalisine tanınan bir ayrıcalıkla çiftliklerinin miras yoluyla intikal etmesine izin verilmişti. Miras yoluyla aileye geçen ve “baştina” denilen büyük çiftlikler artık devlet malı olmaktan çıkmaktadır.
(e) Yurtluk’lar
Doğu sınır boylarındaki Bey’lerden sadakat ve bağlılıkları görülenlere, hanedanlarının uhdesinde bırakılmak ve bulundukları yerlerde verasetle devam etmek üzere “Yurtluk”* adıyla tevcihatlar yapılmıştır.
Bunların timar’dan farkı, bir yerin gelirinin ömür boyu ve verasetle tasarruf edilmek üzere verilmesidir. Bununla beraber arazinin sahibi değildir, satamaz, bağışlayamaz, vakfedemez. Ancak beylerin aşiretleri üzerinde bazı şartlarla yönetsel ve yargılama yetkileri vardır.
(f) Salyâneli Eyâletler
Yarı özerk sayılan “Salyaneli eyâletler”in toprakları tımar olarak dağıtılamadığından Merkez’den atanan beylerbeyleri yıllık eyâlet vergileri toplamak açısından bir anlamda emanet yöntemini uygulayan mültezim gibi çalışırlardı. Nitekim daha sonraları salyaneler gerçek iltizama verilmiştir.
(g) İltizam Uygulaması
İltizam sistemi, bir bölgenin belirli dönemlerdeki tarımsal üretiminin gerçek değerinden bağımsız olarak belirlenmiş tahminî vergilerinin toplanması işinin açık artırmaya çıkarılarak peşin para karşılığında 1-3 yıllığına en yüksek teklifi yapan “mültezim” denilen girişimciye satılmasıdır. Dolayısıyla mültezim belirlenmiş bedel karşılığında bir tarım bölgesinin vergi toplama işini üslenmiş müteahhit’tir.
b. Hayvancılık Sektörü
Bâb-ı Defterî’nin en önemli kalemlerinden olan Mevkufat Kalemi’ne bağlı dört halifelik (kâtiplik)’ten biri, gerek koyun, keçi, deve, manda, hatta domuz besleyen Müslim ve gayrimüslim hayvan yetiştiricilerinden ve gerekse konar göçer topluluklardan alınan vergilerle ile uğraşan Ganem Kitâbeti (ya da Koyun Kâtipliği) dir. Dahası On yedinci yüzyıl sonrasında bu vergilerin iltizam yöntemi ile toptatılması da hayvan yetiştiriciliğinden elde edilen gelirin yüksek olduğunu gösteriyor.[1298]Hayvan ticareti büyük gelir sağlamaktadır. Nitekim konar-göçer kavimler, özellikle Türkmenler arasında koyun, keçi gibi küçükbaş hayvan ticareti ve sürücülüğü (celeblik) çok yaygın ve revaçta idi.
Diğer taraftan gerek savaş zamanlarında Ordu-yi Hümâyun mühimmat ve ağırlıklarının nakli[1299], gerek sulh zamanlarında ticaret kervanı taşımacılığında kullanılan at, deve ve katır gibi hayvanlar da genellikle konar-göçer topluluklarından sağlanmaktadır.
Aslında konar-göçer’ler arasında at sevgisi ve binicilik gelenek biçiminde yaygındır At , binek hayvanı ya da damızlık olarak beslenirdi.[1300]Bazı oymaklar da at yerine deve yetiştirmekde ünlü idiler.[1301]Hatta, Türkmen devesi denilen ve her bir yanında 198-200 kilo arasında yük taşıyabilen güçlü bir deve cinsi de üretilmişti.
Konar-göçer toplulukları hayvanlardan elde ettikleri yoğurt, yağ, peynir, yapağı gibi ürünlerin fazlasını pazarlarda satarlar yahut başka birşey ile değiştirirlerdi . Diğer taraftan dokumacılık konusunda çuval, heybe, çul, halı, kilim ve diğer bütün ihtiyaçlarını kendileri temin ederlerdi. Nitekim Türkmen kilim ve seccadelerinin ünü dünyaca bilinmektedir. Bu hayvansal ürünlerin yanında doğal olarak dericilik de yer alırdı.
c. Madencilik ve Metalürji Sektörleri
Ülke’nin madenî eşya sanayii için gereken hammadeyi sağlayacak yeraltı ve yerüstü maden yatakları bulunmaktadır. Örneğin Niğde ve Bozkır’da kurşun, altın, gümüş; Ergani’de bakır, altın, gümüş; Gediz’de şap; Malatya’da simli kurşun; Gümüşhane’de bakır, altın, gümüş; Giresun’da bakır, gümüş, altın; Keban’da bakır, gümüş, altın; İnegöl’de gümüş, Kastamonu’da bakır; Kiğı’da demir; Şebinkarahisar’da şap; Üsküp’de kurşun, gümüş; Gümilcine’de şap; Samakof’da demir; Taşoz Adası’nda gümüş ve Bosna’da bakır yatakları bulunmaktadır.
Trablusgarp, Halep, Kıbrıs, Konya, Foça ve Bozok’da, o dönemler için çok değerli olan tuz elde edilmektedir. Bandırma ve Marmara Adası’nda zengin ve kaliteli mermer yatakları bulunmaktaydı.[1302]
On altıncı yüzyılda Osmanlı maden kuyularının derinliği 150-200 zira (115 -155 metre)’dır. Bununla beraber aynı dönemlerde Orta Avrupa’da çalıştırılan madenlerinin ortalama derinliği yaklaşık iki katı fazladır.[1303]Tahliye mekanik çarklarla, havalandırma ve drenaj yüzeyde birer ok atımlık aralıklarla açılan hava deliklerine bağlı elle işleyen pompalarla, zincirleme çarklı tulumba pistonları ile yapılıyordu.[1304]Galen (kurşun sülfür) cevherinin eritilmesi de ocak körüklerini su gücüyleçalıştıran frenk çarkı denilen çarklarla gerçekleştiriliyordu. Tüm bu yöntemler dönemindeki ileri tekniklerin uygulandığını gösteriyor.[1305]
Diğer taraftan Sırbistan’daki gümüş madenleri de kâr’dan pay alan Sakson uzmanlar nezaretinde işletilerek üretiminin On yedinci yüzyıl ortalarına kadar yüksek kalması sağlanmıştı. Rumeli topraklarından çıkarılan tüm cevher miktarı da Avrupa maden üretiminin[1306]yarı miktarı altına düşürülmemişti.[1307]Ancak sonraki yıllarda iltizam bedellerinde görülen düşüş üretimin azaldığını kanıtlıyor. Bu azalmanın sebeplerinden en önemlisi yüzeye yakın maden damarlarının tükenmesi ve daha derin kuyuların da yüksek maliyet getirmesi olmuştur. Belki de bu sebeple bazı madenlerin işletme hakkı yabancılara da veriliyordu.[1308]
Metalürji tekniğinde On sekizinci yüzyıla kadar her ülkede odun kömürü kullanılmaktadır. Bu da ormanların yok olmasını sebep olmaktaydı. Maden kömürünün kullanılması, ancak On sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde, kömürün kolayca çıkarıldığı İngiltere’de mümkün olabilmiştir. Yine de On dokuzuncu yüzyıla kadar dökümün demir haline getirilmesi odun kömürü ile sağlanabildi. Dolayısıyla gelişen süreç içinde Osmanlı dökümhaneleri ile Batı arasında bu konuda doğal bir dezavantaj eşitliği vardır. Ne var ki Osmanlılar Batı’da ”Döküm demiri çeliğe dönüştürmek ve ergimiş demiri (döküm) ıslah etme sanatı” ya da “yumuşak döküm elde etmek için katı haldeki dökümün dekarbürasyonu” gibi ancak Kimya ve Metalürji bilimlerinin yardımıyla oluşturulabilecek yeni teknikleri de geliştiremediler.[1309]
Klasik adıyla “Asıl Sanayi Sektörü” ya da genel olarak “Ağır (Büyük ) Sanayi” ve “Hafif (Küçük ) Sanayi” olarak sınıflandırılan İkincil Sanayi, Birincil Sanayi’nin sağladığı hammaddelerle tüketim ve üretim malları imal edilmesi sürecidir.
a. Ağır Sanayi
Ağır Sanayi, bina, yol, köprü, baraj gibi her türlü inşaat imalatında; ya da gemi, top,ağır makine gibi tersâne ve dökümhânelerde, hem uzmanlaşmış nitelikli işgücünün karmaşık biçimde örgütlenmesini ve hem de büyük sermaye yatırımını gerektiren düzenli üretim yapılan iş koludur.
(1) Tersâneler
Gelibolu, Sinop, Bodrum, Gemlik, İznik, İzmid, Akşehir, Süveyş, Basra, Samsun, Amasra, Bartın, Limni, Rodos, Midilli ve Kefken deniz tersâneleri ile, Birecik ve Rusçuk gibi nehir tersânelerinin tümü Tersâne-i Âmire’ye bağlı olarak çalışırlar. Memlükler’den intikal etmiş Süveyş Tersânesi’nde de Osmanlı “Bahr-i Ahmer Donanması için gemi inşa edilmektedir. Top ve ordu ağırlıklarını taşımak ve denetimle görevli “ince donanma”lar için Tuna ve Fırat[1310]nehirleri üzerinde tersâneler vardır.
Bu tersâne ve tezgahlarda yaptırılmak istenen gemilerin cins ve miktarı ile bitirilmeleri gereken yapım süreleri bulundukları yerin kadılarına bildirilirdi. Gerekirse merkez tersâneden mimar, usta ve malzeme de gönderilirdi.
(a) Tersâne-i Âmire
Tersâne-i Âmire, Fatih Sultan Mehmed’in Haliç’te inşa ettirmiş olduğu ilk tersâneye bânisi Güzelce Kasım Paşa’ya izafeten “Kasım Paşa Tersânesi” denilmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında gözlerinin bazıları iki gemi alabilecek büyüklükde genişletilip sayısı 144’e ulaşmıştır.[1311]Çevresine duvarlar çekilip 6 kapı bırakılarak giriş çıkışlar kayıt altına alınmıştır. Duvarların gerisinde gözler, ambarlar ile cami, medrese, divanhane, hamamı bulunan bir külliye ve tersânede çalıştırılan kürek mahkumları için bir de zindan bulunmaktadır. Amele ve ustalar için de (Hasköy’ün ilerisinde) ayrı bir mahalle kurulmuştur Böylece Tersâne-i Âmire Avrupa’nın en büyük tersânelerinden biri olmuştu.
n Tersâne esnâfı
Evliya Çelebi gemi yapım ve donanımı ile ilgili İstanbul esnâfını, sayıları ve meslek pîr’lerinin adıyla birlikte şöyle sıralıyor:[1312]
Esnaf-ı ta’ife-i kalafatçıyan (Dükkân 300, neferat 1 000. Pîr’leri Sa’d bin Ubeyd’dir) Bunlar gemileri kalafat ederek ellerinde tokmakları, malaları, zift ve katran ile bulaşık kendir destar, ve demir çengel harbeleri uçunda süpürge fundası olarak yağlarlar.
Esnaf-ı ziftçiyan ve katranciyan— (70 dükkan, 110 neferdir.) Bunlar zift, reçine, çam sakızı, katran satarlar.
Esnaf-ı urganciyan (500 neferdir.) Bunlar gomana, palamar, hurma lifi, top palamarı ve kendirden karamürsel halatı gibi katranlı ipleri bükerler.
Esnaf-ı serenciyan— (Dükkan 200, neferat 300.) Gemiler için seren, direk, kürek, tahta, bodoslama gibi keresteler satarlar.
Evsaf-ı kalafat üstübüsi büküciler (Dükkân 100, neferat 500. Pîr’leri na-ma’lumdur),
Esnaf-ı meş’aleciyan (Neferat 3 000. Pîr’leri Abdullah bin Semmas-ı Adenî’dir),
Esnaf-ı üstübüciyan (Bunların dükkânları yokdur, Pîr’i Sa’d’dır), Esnaf-ı marangozan (Bunların dahi dükkânları yokdur. Pîr’leri Hazret-i Nuh’dur),
Esnaf-ı urgancıyan (Neferat 500. Pîr’i Şeyh Abdullah Halebî’dir),
Esnaf-ı kendirciyan (Dükkânları mahzenlerdir, aded-i mahazin 100, neferat 300),
Esnaf-ı yelkenciyan.— (Neferat 300, dükkân 90. Pîr’leri Hazret-i Şit’dir),Gemiîere çeşit çeşit çember, alborata, tirinkete, çekel, ve biçimi yelkenler biçilip gemileri donatırlar.
Esnaf-ı tulumbacıyan (Dükkân yedi, neferat seksen. Pîr’i ma’lumum değildir),
Esnaf-ı pusulacıyan yani kıblenümâcıyan (Dükkân 15, neferat 45. Pîr’leri Hazret-i Urya’dır amma Hazret asrında pîr’leri Muvakkıt İbrahim Maaribî’dir),
Esnaf-ı kum saatçıyan (Dükkân 15, neferat 20. Pîr’leri Talha Ubeyd’dir),
Esnaf-ı hartacıyan (Neferat 15. Pîr’leri ikreme b. Ebu Cehil’dir),
Esnaf-ı gönbaş[1313](Dükkânları yokdur. Neferat 500. Pîr’leri Sun’ullah-ı Kurtubî’dir),
Esnaf-ı marangozân-ı Akdeniz (Pîr’i yine Hazret-i Nuh’dur amma Hazret asrında pîr’leri Amir-i Nevatî’dir),
Esnaf-ı pereme ve kayık marangozları (Neferat 200, pîr’leri Şeyh Amir-i Nevatî’dir),
Esnâf-ı çırnıkçıyan (neferat 200, cümle çırnık 80)[1314],
Esnaf-ı adeseciyan (Dükkân 70, neferat 200. Pîr’i Hatem-i Addasî’dir),
Esnaf-ı hasırcıyan-ı Mısır (Dükkân 20, neferat 45. Pîr’leri Hazret-i Süleyman’dır),
Esnaf-ı ketancıyan (Dükkân 105, neferat 208. Pîr’leri Hüşeng-i Şah’dır),
Esnaf-ı fişekçiyan-ı havayî ( Dükkân 18, neferat 50. Pîr’i Cemşid’dir),
Ehl-i sanayi-i mismâran[1315](Dükkân 1 006, neferat 3 000),
Esnaf-ı ehl-i tüccar-ı eğeciyan ( Dükkân 55, neferat 105. Pîr’leriUbeyd Tahir’dir),
Ehl-i kâni-i esnaf-ı keserciyan (Dükkân 200, neferat 500, Hazret asrında pîr’leri Ebu Müslim-i Gaffarî’dir),
Ehl-i kesb-i destereciyan (Dükkân 80, neferat 200. Pîr’leri Sima’ildir),
Esnaf-ı sevdager-i burgucıyan (Dükkân 100, neferat 200. Pîr’leri Ebu Rif-i Nakkabî’dir),
Ehl-i hıref-i mıhçıyan (Dükkân 100, neferat 200),
Esnaf-ı ehl-i şeri’at-ı kuffalan ya’ni kilidciyan ( Dükkân 100, neferat 200. Pîr’leri Zeyd-i Hindî’dir),
Ehl -i şugl-i haddeciyan ( Dükkân 15, neferat 400),
Esnaf-ı saatçıyan ( Dükkân 45, neferat 1 000. Pîr’’leri Hazret-i Yusuf’dur)”
n Gemi Türleri
Tersâne-i Âmire’de yapılan gemilerin kısa teknik özellik ve boyutları şunlardır:
Kadırga. On yedinci yüzyılın sonlarına kadar en çok edilen türdür. İki bodoslama arası 55-56 zira (41-42 m.), hemen hemen su seviyesinde, kıçları başlarına oranla daha yüksek ve baş bodoslamaları omurgalarına dikey iner,Baş ve kıç’da halatlarla çevrili yarım güvertelerde kaptanlarla savaşçılar durur, orta bölümde 25 oturak ve 49 kürek bulunur, her küreği 4 – 5 kürekçi çekerdi. Mürettebat yaklaşık 330 kişidir. Malzeme olarak 3 yelken, 2 tente, 5 lenger, 6500-7000 kg. halat ve On beşinci yüzyılın sonlarında 1 büyük top, 4 darbzen ve 8 prangı topu, sonraları 1 başta, 2 yanlarda olmak üzere 3 top bulunuyordu. On yedinci yüzyılın başlarında bir kadırganın maliyeti 236.500 akçe tutmaktadır.
Baştarda. İki bodoslama arası 57-72 zira (43-55 m.), 26-36 oturaklıdır; Küreklerde 5-7 kürekçi vardır.
Paşa baştardası 70-72 zira [53-55 m.), 36 oturaklı, her küreği 7 kürekçi çeker. Mürettebatı ise 500 kürekçi olmak üzere 800’e ulaşır. Baş tarafında 3 top, yanlarında daha küçük çaplı 4-5 top vardı.
Mavna. 65 zira (49 m.) uzunluğunda fakat baştarda’dan daha geniş ve daha yüksektir. 26 oturaklı, 52 küreğin her birini 7 kişi çeker; 2-3 direkli, 3 katlıdır. Mürettebatı 600 kişidir. 2 koğuş topu 6 kolon-borne topu ve 12 saçma topu vardı.
Kalyata. 42-48 zira (32-36 m.) uzunlukta ve 19-24 oturaklıdır. İnce donanmada da kullanılır. Baş topu ve 220 savaşçısı vardır.
Pergende. 33-40 zira (25-30 m.) uzunluğunda, 18-19 oturaklıdır.
Firkate. 4,5-27 zira (3,5-20 m.) uzunluğunda, 10-17 oturaklı, her kürekte 2-3 kürekçi vardır.
Firkateyn 46-64 zira (34-48 m.) uzunluğunda 46-50 topludur.,
Kalyon 63-66 (48-50 m.) zira uzunluğunda, iki anbarlı ve 80-84 topludur. Daha sonraları, örneğin 1814’te denize indirilen Mahmudiye Kalyonu gibi, üç anbarlı 100-120 toplu kalyonlar yapılmıştır.
n Kalyon Sınıfına Geçiş
On yedinci yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Donanmasının ana kuvvetini kadırgalar gibi koylarda ve küçük limanlarda kullanılmaya elverişli kürek ağırlıklı çektiri sınıfı gemiler teşkil ediyordu. Ancak 1645-1669 Girit seferleri sırasında kadırgalar ve “burton” tipi küçük kalyonlar Venedik kalyon donanması karşısında hafif kalınca Osmanlı Donanması âciz duruma düştü. Venedikliler hem Boğaz dışındaki bazı adalarla beraber Bozcaada’yı ve hem de Akdeniz üstünlüğünü ele geçirdiler.
On yedinci yüzyılın üçüncü çeyreği başlarında, Avrupa denizci devletlerinin Atlantik seferleri dolayısıyla yüksek bordalı gemiler inşa etmeğe başlamaları, o zamana kadar böyle bir tipe ihtiyaç duymayan Osmanlı denizciliği için de kalyon tipi gemilerin donanmanın esasını teşkil etmesi gerektiği anlaşıldı. Kalyonculuk hususunda bir de kanunname hazırlandı. Venedikliler’in Akdeniz’de yarım asra yakın bir zaman elde ettikleri sayı üstünlüğü de kısa zamanda ellerinden alındı. Kalyon dönemine geçtikten sonra (1770 yılındaki Çeşme Faciası’na kadar) seksen yıl müddetle Akdeniz hakimiyetini yeniden Osmanlı donanması’na geçti.
Bu bağlamda Sinop, Bodrum, Gemlik ve Tersâne-i Âmire tezgahları 80-84 toplu, 63-66 zira boyunda kalyon; Limni, Rodos, Samsun, Amasra, Bartın, Akşehir, İzmit, Midilli tezgahları 46-50 toplu, 46-64 zira boyunda firkateyn yapılmaktaydı.
n Haddehâne
Yelken gemilerinin su kesimi altında kalan kısımlarını bakırla kaplanmasını en evvel İngilizler, onları takiben Fransızlar yaptılar. Sultan I.Abdülhamid döneminde Kaptan-ı Deryâ Cezâyirli Hasan Paşa’nın Fransa’dan davet ettiği mühendislerin önerisiyle Osmanlı gemileri de bakırla kaplanmaya başladı. Önceleri bakır madeni elle işlenerek levha hâline getiriliyordu. Sultan II. Mahmud zamanında bakır levha yapmak için Haddehane kuruldu.
n Üretim Gücü
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Osmanlı donanması Karadeniz ve Akdeniz’de hakimiyeti sağlayan donanma’dan başka, Kızıldeniz’de Hind denizlerinde görev yapan bir donanma ile toplam 300 savaş gemisinden oluşuyordu.[1316]
Kanûnî’nin 1522 yılında Rodos seferine 300, 1538 yılında Preveze Deniz Savaşı’na 120, 1571 yılında Kıbrıs seferine 400 ve Girit seferine de 400 gemi katılmıştı. Başka bir deyişle Akdeniz ve diğer denizlerde hakimiyeti elde tutmak için Devletin yüzlerce gemilik büyük bir donanmayı sürekli yenileyerek canlı tutacak, bakım ve tamirini yapacak tersânelere sahip olmalıydı.
Diğer taraftan 1571 yılında İnebahtı yenilgisi gibi zuhur eden olağanüstü olumsuzluklarla da başa çıkmak gerekiyordu. Nitekim yenilgiyi takip eden kış döneminde 200’den fazla kadırga ve baştarda inşa edilmiştir. On yedinci yüzyıl ortalarında her yıl 40 adet kadırganın Tersâne’de hazır bulundurulması kanun haline getirildi.
On yedinci yüzyılın ilk çeyreğine kadar kıyılarının tümü Osmanlı hâkimiyetinde olduğundan Karadeniz’e donanma gönderilmiyordu. Ancak bu tarihlerden sonra Karadeniz’de Anadolu ve hatta Boğaziçi kıyılarına zarar veren korsanlar görüldüğünden küçük bir Karadeniz donanması kuruldu.
1710 yılında Büyük Petro’ya karşı Karadeniz’e gönderilen Osmanlı donanması 360 parça gemiden meydana gelmişti. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya bu denize inmesinden sonra Karadeniz’de güçlü bir donanma bulundurulması zorunlu olmuştur.
Tersânelerin faaliyetleri seferler sırasında ya da savaş ve fırtına sebebiyle verilen zayiatı telâfi etmek gerektiğinde hızlanmaktaydı. Ölçü kaybedilenin yerine yenilerinin sağlanmasıydı.[1317]
Diğer taraftan On yedinci yüzyıl boyunca Tersâne-i Âmire’de 300 gemi inşa edilmiş ve 800 gemi de onarılmıştır.[1318]Ayrıca mahallî tersânelerde de ince donanma gemileri yapılmaktadır.
n Malzeme Temini
Bütün Osmanlı tersâne ve tezgâhlarında denize indirilen gemilerin donanımları Tersâne-i Âmire tarafından sağlanmaktadır. Bir geminin maliyeti içinde dış malzeme % 50, iç malzeme % 20 ve işcilik ve genel giderler % 30 oranlarında yer almaktadır.[1319]
Aslında malzeme sağlamakta sıkıntı yoktur. Kullanılan kereste[1320], sütun, seren, işlenmemiş demir, katran, zift, yağ, reçine, kirpas gibi malzemeler avârız vergisi karşılığında ocaklık[1321]olarak sağlanmakta veya tüccardan satın alınmaktadır. Bu nedenle Tersâne-i Âmire için dışarıdan ham madde ithâl edilmemekte hatta yelken bezi gibi mamûl maddeler ihrâc edilmektedir.
Bu donanmaların bakımı, tamiri ve yenilenmeleri için eyâlet gelirlerinin dağıtımında İzmit yöresinden çınar ve çam kerestesi, reçine; Ağrıboz Adasından zift, katran; Kavala’dan demir; Karadeniz kıyılarından keten; Çanakkale’den yelken bezi gibi maddelerin temin edilmesine öncelik tanındı. Bronz top ve çıpaların dökümü için Selanik ve İstanbul “Tophâne” denilen top dökümhanelerinde izabe fırınları kuruldu.
On yedinci yüzyıl sonlarından itibaren de firkate’den üç ambarlı’ya kadar 100-120 toplu, yüksek bordalı kalyonların yapımına geçirildi.
Gemilerin yapımında Tersâne-i Âmire’de “Tersâne başmimarı” emrinde dört yüz marangoz ve on mimar çalışmaktadır. Ancak Evliya Çelebi’nin anlattığına göre gemilerin yapım ve onarımında 3000 nefer “Esnaf-ı marangozan” da çalışmaktadır. “Bunlar Galatada, Tophanede, Kasımpaşada lonca yerlerinde bulunur bir nevi gemi ustalarıdır. İslam, Rum, Frenk karışıktır. Ellerinde keser, destere, çekiç, kızaklar üzre gemi yaparlar.”[1322]
n İyileştirme Çabaları
Özellikle Uzak Doğu ve Hindistan’la deniz yolu bağlantısı yapan İngiltere ve Hollanda gibi Avrupa devletlerinin büyük gemileri gerek ticaret gerekse askerî alanda kullanmaları Osmanlı Devleti’nin hem deniz üstünlüğünde ve hem de ticaret yollarının değişmesiyle ekonomik açıdan gerilemesine yol açtı. Eski tersânelerin yeni ihtiyaçlara göre düzenlenmesi gerekiyordu. Nitekim 25 yıl devam eden Girit seferine de 400 gemi katılmış olmasına rağmen deniz savaşlarında çok defa Venedik donanması üstün geldi ve hatta Çanakkale Boğazı’nın girişini kapatarak İstanbul’u tehdit etti. Osmanlılar karadan top atışları yaparak düşmanı uzaklaştırdılar. Bütün bunlar gayretin Tersâne-i Âmire’ye düştüğünü gösteriyordu.
Aynalıkavak tersânesindeki kızak sayısı Kanunî Sultan Süleyman döneminde 200’e çıkarılmıştı. Kalyon sınıfında gemi yapılmasına ise ilk kez 1650 yılında karar verilerek otuz adet kalyonun inşasına başlandı. Ancak 45 metre uzunluğundaki bir kalyon suya indirilirken yan yatarak battı ve istenilen başarı sağlanamadı.
Bu olay Tersâne-i Âmire’de inşasına başlanan kalyonlarda yapım ve tasarım sorunları olduğunu gösteriyor. Eğer olay suya indirme sırasında meydana gelmiş ise, hata indirme yönteminde ve kızaklardadır. Eğer suya indirildikten sonra alabora olmuşsa, geminin denge hesaplarının yanlış olduğu ya da hiç yapılmadığı ve dolayısıyla metasantrasının yüksek bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu tür olaylar gemi yapımını Tersâne mimar ve sanatkârlarının ampirik yöntemler kullanarak yapmayı iyi becerdikleri kadırga sınıfına tekrar döndürdü.
Nihayet Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa zamanında on adet kalyon yapımı gerçekleştirildi[1323]ve On yedinci yüzyılın sonunda kalyon inşasına hız verildi. On sekizinci yüzyılda artık “üç ambarlı” denilen yüksek bordalı büyük kalyonlar yapılıyordu. 1710’da Karadeniz’e birçoğu kalyon sınıfından 360 gemiden oluşan donanma gönderildi. Öyle ki 1770 Çeşme faciasına kadar Osmanlı donanması Akdeniz hakimiyetini elinde tuttu.
1773 yılında “Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun” adıyla Bahriye Mektebi açılarak yabancı uzmanlar çağrılmış, bu arada Türk hocalar[1324]da yetişmiştir. Bütün bu faaliyetler sonucunda 1790’da irili ufaklı 90 gemiden ibaret bir donanma teşkil edilmiştir. Bütün modernleşme gayretlerine rağmen çeşitli tezgahlarda ampirik yöntemlerle inşa edilen bu gemilerde standartları belirli bir yapım tekniği henüz uygulanmamıştı.
On sekizinci yüzyılın sonlarında yapım tekniklerinin değişmesi üzerine Fransa’dan gemi inşa mühendisi bir uzman gurubu davet edilip Avrupa tersâneleri örnek alınarak Haliç tersânesinde yeni havuzlar inşa edildi. Kalyon, firkateyn ve korvet türü gemiler yapıldı. On dokuzuncu yüzyıl başlarında da Amerikalı mühendis Rhodes ve ekibine büyük bir havuz yaptırılarak donanmadaki gemilerin bakımına tahsis edildi.
(b) Birecik Tersânesi
Fırat nehri üzerindeki Birecik tersânesinin On altıncı yüzyıl başlarında faaliyette bulunduğu biliniyor. Burada nehir gemisiyle taşımacılık yapmanın ucuza malolacağı anlaşılmıştı. Birecik, çivi ve kereste gibi gemi inşaatına lazım olan maddelere yakın bulunuyordu. Nehrin burada genişlemiş olması da gemi inşası için çok uygundu.
Gemiler yapılıyor, kullanılmasalar bile devamlı bakım altında hazır durumda bekletiliyorlardı. Yağmur ve güneşten korunmalarına dikkat ediliyordu. Örneğin, On altıncı yüzyıl ortalarında Birecik’te 300 kadar gemi hazır bulundurulmakta, On sekizinci yüzyılın ikinci çeyreğinde ise 20 firkate ile 400 nehir gemisi yapılmaktadır.[1325]
n Malzeme Temini
Basra ve Birecik’te yapılan gemilerin kereste ve diğer malzemesi Maraş, Behisni, Antep, Katha, Güvercinlik, Andırın, Kars-ı Zülkadriye (Kadirli), Hısn-ı Mansur bölgelerinden, Azaz, Kilis sancaklarından geliyordu.Keresteler kesildikten sonra görevli mimar tarafından istenen boyda kestiriliyor, at, deve, eşek, öküz ve katır sırtında ya da çekilerek Birecik’e taşınıyordu.Basra’da yapılan gemilerin masraf ve malzemesi de Birecik’ten sağlanmaktadır. Gemiler için gerekli olan kerestelerin yerlerine emniyetle varması için her yörenin kadısına ve Birecik’ten Bağdad’a kadar Fırat’ı izleyen yolu üzerinde olan kale dizdarlarına, bu keresteleri birbirlerine devir ve teslim ederek varması için emirler gönderiliyordu.
Basra’da yapılacak firkateler için, Maraş dağlarından kereste kesilip Birecik’te depo edilmektedir. Basra’daki tersâneye lazım gemi kerestesi Fırat’ın suyu çoğaldığı zaman gemilerle buradan gönderilmektedir. Keresteler Basra Körfezi’ndeki Bahreyn’de, Hürmüz Boğazı’nda ve Hind Denizi’ndeki Osmanlı - Portekiz mücadelesinde kullanılmak üzere gönderilmekte idi.
Kiği madenlerinden çıkarılan ham demir Haleb’e ve Balis nahiyesine getirilerek çivi ve diğer gerekli aletler üretilmekte ve istenilen yerlere gönderilmekteydi. “Haleb ensarı” diye tanınan bu çiviler ülkenin en değerlisiydi. Gemiler için gereken zift Rodos ve İstanköy’den gelmektedir.
Birecik tersânesinde nehir gemilerinin yapımında görev alan mimar, neccar, marangoz, yontucu, kalafatçı, demirci gibi teknik elemanlar İstanbul’dan İskenderiye’ye bir gemi ile gönderilmektedir. Ancak bazı hallerde, Kaptan Paşa eyaletine dahil olan Rodos ve İstanköy’den de sağlanıyorlardı.
n Gemi Türleri
Birecik tersânesinde yapılan gemi türleri kalite, sandal, piyade kayığı, şayka, grab, firkate’dir. Bunlardan başka belgelerde “üstü açık, açuk-ı Tuna ve mavna isimleri de geçmektedir. Fırat nehri için çeşitli boylarda “firkate” yapılıyordu. Ortalama ölçülerde eni 75-90 cm, boyu en az 21, en fazla 27 zira uzunluğunda idi. Piyade kayığı 10 m., filika da 7 m. uzunluğunda oluyordu. “Tuna açuğu”nun uzunluğu 13.5 m. idi. Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde kullanılan kelekler şişirilmiş tulumların kesilmiş ağaç direkleriyle desteklenmesinden meydana getirilmiştir.[1326]
(2) Tophâneler
Ne kadar top varsa o kadar da top arabası bulunması gerektiğinden hareketle, büyük topları cepheye taşımak için ne gerekli ise yapmakla görevli Top Arabacıları Ocağı’nın teknik faaliyetlerini “Tophane”nin gelişimi ile birlikte ele almak gerekir.
Özellikle Fatih Sultan Mehmed dönemine kadar top nakli güç yerlerde ise seyyar top dökümhaneleri kurulurdu. Daha sonra top çapları büyüdükçe bu usûlden vazgeçildi. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Tophânenin top kârhânesi, top kalıbı dolapları, tunç fırını bölümleri yenilendi.
Tophâne-i Âmire dışında Semendire (Sırbistan), Budin, Işkodra , Pravişta, Gülanber, Banya Luka, Novoberda gibi sınır bölgelerinde ve Anadolu’da toprağında maden bulunan yerlerde, Bilecik, Van ve Kiğı da İstanbul’dan gönderilen ustalar top ve gülle dökmektedirler. Top ve gülleler mümkün olabildiğince savaş alanlarına en yakın bölgelerdeki tophanelerde dökülür ve top arabacıları marifetiyle gönderilirdi.
(a) Top Dökümcüleri
Osmanlı Devleti’nde top dökenler ve savaşta top kullanan askerlerin Cemaat-ı Topciyan-ı Dergâh-i Âli olarak bilinmektedirler. Tophâne’deki “Dökmeci Bölüğü”nde bakırdan, tunçtan, demirden top ve top gülleleri döken ustalar ve çırakların büyük bölümü dışarıdan aylıkla tutulmuştu. Topların törenle dökülmesi gelenekti. Topçubaşı’nın altındaki ocak zâbitanı (subayları) dökümhaneyi yöneten ser-rihtegân (ya da dökücübaşı), ocak kethüdası, ocak çavuşu, çorbacı, (topçu veya topçu ustası) bölükbaşı, dökücü halifesi, “Rihtegân-ı top” denilen top dökümcüleri, ocak kâtibi, odabaşılar ve vekilharçlar’dı. Tophane’nin malzeme ihtiyacını Tophâne nâzırı ve Tophâne emini sağlamakla görevliydiler.
Bununla beraber Ocağa çırak olarak giren neferler bir sınavdan geçirilerek dökücü veya atıcı sınıflarına ayrılırlardı. İmalâthaneye alınan acemi dökücüler zamanla ustalaşarak dökümcübaşılığa kadar çıkabilirlerdi.
(b) Top Üretiminde Gelişim Evreleri
On dokuzuncu yüzyılın ortalarında kamalı sisteme geçilmeden önce topçuluk önemli merhaleler geçirmiştir.
Top’lar ilk başlarda omuzda ya da hayvan sırtında taşınacak çapta ve ağırlıkta yapılmış, “tüfeng” irisi oldukça hafif silahlardır. Nitekim “kal’a tüfengi”olarak bilinen ve kale mazgallarına yerleştirilerek kullanılan uzun menzilli, çok iri tüfekler de vardı.
Topların deneme-yanılma yöntemiyle biçimlenen ilk büyük prototiplerinin ana paçaları yalın bir namlu ile dört tekerlekli basit bir kundak’tan ibarettir. Yivsiz ve setsiz boş bir tüb olan namlu’ya olan barut hakkı, sıkılama paçavraları ve gülle sıra ile ağızdan doldulur. Ateşleme kıç tarafında açılmış “falya” deliğine konulan ve “ağız od’u” denilen barut (ya da yağlı fitil) ateşlenerek yapılır.
Bu dönemde top imalatının en önemli faktörü metalin alaşımı ve dökümüdür. Aslında namlunun özellikleri çok fazla hassasiyet gerektirmemektedir. Gülleler taştan yontularak ya da metal döküm yapılabilmektedir.
Diğer taraftan topçuluğun On sekizinci yüzyıl ortalarına kadar gelişmesi teorik temellere dayanmadığından Avrupa’da imal edilen prototipler kategorik özellik belirtmek kaygısı taşımayan örneğin yırtıcı kuş isimleri ile anılırdı. Bizim toplarımızın bir bölümü de Hıristiyan ülkelerinden “esir” alınan (savaşlarda ele geçirilen) topların kopyası olduklarından isimleri de örneğin “şayka[1327], kolonborna[1328], şakloz[1329]” gibi asıllarından galat isimlerdir.
Top arabalarına gelince, yine aynı yıllarda dağ yollarından nakledilen muhasara toplarının kısa yarıçaplı virajlarını kolayca dönebilmeleri için ya da hafif sahra toplarının atların dört nal ile çekebilmelerini sağlayacak ortadan mafsallı ve yükseliş tamburası olan üstelik parçaları standart ve kendi aralarında değiştirilebilir top ve cephane arabaları icâd edildi.[1330]
(c) Araba Yapımcıları
İstanbul’daki Top Arabacıları kışlası bugünkü Şehremini’nde, yük çeken beygir ahırları da Ahırkapı semtinde idi. Top arabası yapımı için 380 kadar da arabacı ocağı müteferrikası (nalbant, marangoz, saraç vb usta ve kalfaları) çalıştırılmaktadır. Dışarıdan gelen demirci ustalarına yevmiye ve ulûfe verilmesi yerine “tekâlif-i örfîye”den (her türlü vergiden) muaf tutulurlardı. Arabaların imâli için gereken malzemenin bir kısmı Hırvatistan’dan, arabalara koşulan “kadana” tabir olunan güçlü atlar da Eflâk ve Boğdan’dan sağlanıyordu.
(d) Namlu, Kundak ve Araba İmalatı
Toplar çaplarına ve attıkları güllelerin ağırlığına ve atılan merminin çıkış açısı, yörüngesi ve menzilini de gösteren adlarıyla anılırlardı. Toplar çaplarına ve attıkları güllelerin ağırlığı açısından çeşitli boyutlarda idiler ve “balyemez, şayka, prankı, bacaloşka. zarbazen (veya darbazen), kolonborna, şakloz (veya çakaloz), prankı (veya prangı), bedoluşka, mar-ten[1331], ejder-dehen” gibi ayrı özel isimleri ile bilinirlerdi. Namlunun çıkış açısına bağlı olarak güllenin yörüngesine göre de “havayî” ve “havan” gibi isim-sıfatlar ve menzillerine göre de isimlerin başına “nim, miyâne ve şahî” sıfatları eklenerek “miyâne zarbazen, şahî zarbazen, miyâne balyemez” biçiminde anılırlardı. Bununla beraber Osmanlıların kuşatma ve sahra topları dışında, kara ve deniz topları arasında fazlaca bir ayırım yapmadıkları görülmektedir.
Top arabaları için tekerlek imalatı, madenî çember, kasnak, kollar, muylu ve yatakları gibi ayrı ayrı parçaların bir araya getirilmesi ölçü ve ayar isteyen oldukça hassas bir iştir. Top kundaklarına, cephane ve ağırlık arabalarına ait binlerce tekerlek Top Arabacıları Ocağı ve destek sınıfları tarafından sağlanıyordu.
(e) Ham Madde Temini
Bağdad ve Basra tophânelerinde kullanılan malzeme Diyarbekir ve Şehr-i Zor beylerbeyleri tarafından sağlanmaktaydı. Odun Şehr-i Zor’a bağlı bulunan Bacran ve Haris sancaklarından geliyordu. Malzemeyi taşımak için özel nehir gemileri yaptırılıyordu. Örneğin 1566 yılında 200 kelek yükü ardıç odunu, top yapımında gerekli olan özel kalıp toprağı, demir, tel ve kalayı Diyarbekir’den itibaren Dicle üzerinden taşınmıştı. Yine Hasan Keyf’den de Bağdad’a Dicle üzerinden 5 adet kelek içinde top kalıbı yapmak için kullanılan özel toprak ve ayrıca 2 kantar demir tel, 8 kantar kalay gönderilmişti. Hasan Keyf’den aynı şekilde Basra’daki Tophâne’ye de top kalıbı için gerekli toprak ve diğer malzeme gönderiliyordu.
Basra ve Bağdad tophânelerine gerekli olan malzeme önce develerle Birecik’e, oradan da nehir gemileriyle taşınmaktaydı. Yine örneğin 1566 yılında 10 gemi, bakır yüklü olarak Birecik’ten ayrılmıştı. Bağdad ve Basra tarafına bakır ve kurşun daima Haleb’den gönderilmekte idi.[1332]
Diğer taraftan özellikle üzün süren savaşlar sırasında ham madde temini güçleşmekte ve Avrupa’dan malzeme ve mühimmat tedariki yapılmaktadır. Örneğin İran’a karşı 1578-1590 ve Avusturya ile 1593-1606 yılları arasında yapılan savaşlarda kullanılan topların yapımı için İngiltere’den tunç yapmağa gerekli olan kalay madeni ile birlikte dökümlerde kullanılmak üzere hurda demir, çelik, bakır getirtilmiştir.
(3) Bârûdhâneler
Devrin en önemli savaş malzemesi barut, etkili silahı top’tur. Topçu sınıfının kullandığı malzeme olarak, barutun üretilmesi ve taşınmasına büyük özen gösterilmekte idi.[1333]
Her büyük şehirde ve müstahkem mevkide barut imalathanesi (kârhâne) vardı. Anadolu’da İzmir’de, Rumeli tarafında Gelibolu, Selanik, Belgrad, Budin ve Temeşvar’da, Arap ülkelerinde Bağdat’ta, Basrada ve Mısır’da Kahire’de “Bârûdhâne, Bârûd Kârhânesi” adıyla anılan barut fabrikaları bulunmaktadır.
“Çarhhâne”de ham maddelerin dibek, havan veya çarklarla ezilip toz haline getirildiği , ham maddelerin kaynatıldığı “soba”, eritilip kalıplara döküldüğü “kalhâne”, silindirden geçirildiği “haddehâne”, elendiği “kalburhâne” ve “perdahhâne” kısımlarından meydana gelmektedir.
Evliyâ Çelebi Tuna’ya yakın bir yerde bulunan Budin Bârûdhânesi’nin binası civarındaki Veli Bey Kaplıcası’nın bir bentte toplanan suları ile çalıştığını, baruthânede on iki çarh bulunduğunu, bunlara bağlı kolların tunç havanlarda siyah barutu dövdüğünü, ancak yaz sıcağında patlama tehlikesine karşı faaliyetini durdurduğunu yazmaktadır.[1334]Bununla beraber baruthânelerin çoğunda, örneğin Bakırköy ve Bağdat Bârûdhanelerinde olduğu gibi çarhlar hayvan gücüyle döndürülmektedir.
n Bârûdhâne-i Âmire
Bârûdhane-i Âmire adıyla anılan tesis Bakırköy Bârûdhanesi’dir. Daha önce Şehremini’de kurulu iken burasının yanması üzerine yeni bir tesis olarak şehir dışında bir yer düşünüldü. Önce Kağıthane deresi kıyısı üzerinde yapılacak iken, buranın mesire yeri olması dikkate alınarak, Marmara sahilinde Kazlıçeşme ile Bakırköy (Makri karyesi) arasında bulunan İskender Çelebi bahçesinde yapılmıştır. 1794 yılında[1335]Bakırköy Bârûdhânesi cami, padişah kasrı ve daha birçok binalar inşa edilerek iyi kaliteli barut yapılan büyük bir tesis haline getirilmiş ve “Avrupa perdahte barutu” yapımını arttırmak için ek tesisi olarak Küçükçekmece gölü kuzeyinde büyük ve devrine göre modern müessese olan “Azadlu Bârûdhânesi” kurulmuştur. Bârûdhâne Nezâreti olarak bütün Bârûdhâneler de buraya bağlanmıştır.
n Bağdad Bârûdhânesi
Fırat ve Dicle Nehirlerinin geçtiği Erciş, Ahlat, Bağdad ve Haleb de bulunan baruthaneler içinden en büyüğü, 16 barut imalathanesi bulunan Bağdad kârhânesi’dir. Sıradan üretimi 2000 kantar barut, 500 kantar güherçile ise de gerektiğinde 5000 kantara kadar çıkabiliyordu.[1336]Barut, develerle Trablus’a taşınıyor ve fazla üretildiği zaman nakliye sorunları yüzünden[1337]kalan miktar mahzenlerde depo edilip gerektiğinde istenilen yerlere gönderiliyordu.
İmalathânelerde kullanılan malzeme Diyarbekir ve Şehr-i Zor beylerbeyleri temin ediyorlardı. Odun Şehr-i zor’a bağlı bulunan Bacran ve Haris sancaklarından sağlanıyordu. Bu taşıma için özel gemiler yaptırılıyordu. Örneğin 1566 yılında ardıç odunu, top yapımında gerekli olan toprak, demir, tel ve kalayı Diyarbekir’den itibaren Dicle üzerinden taşımak için 200 kelek yaptırılmıştı.
Haleb eyaletinde ve Maraş’ta birçok barut imalathanesi bulunmakta idi. Ordunun doğu seferlerinde barut ihtiyacı bu merkezlerden sağlanıyordu. Barutun nehir yoluyla taşınması, alçak bordalı, düz karinalı kelekler içinde sudan etkilenerek bozulması ihtimaline karşı gerek duyulmadıkça karadan develer ile Trablus limanına taşınır ve oradan gemilerle istenilen yerlere gönderilirdi.[1338]
(a) Bârûdhâne Halkı
Bârûdhaneler Cebehâne-i Âmire’ye bağlı olan birer nazır tarafından idare edilirdi. Bârûdhânede barut yapımından sorumlu olan âmir ise Barutçubaşı’dır. Emrinde ambar mevcudu ve giriş-çıkış’larını, devir teslim muamelelerini ve muhasebesini yapan ruznamçeci, başmülâzım, marangoz, kükürtçü, kömürcü ve mükerrerci , iç ve dış emniyeti sağlamak için üç bölükbaşı ile on beş nefer ve yeterince işçi bulunmaktadır. İşçiler güherçileyi ezip kullanılabilir hale getiren “kalcılar”; güherçile, kükürt ve kömürü çarhlarda işleyen “çarhçılar”, barutu kurutmakla vazifeli “sergiciler” ve yaptıkları işlere göre de “silindirci, tekneci, keskici, kalburcu, elekçi “ olarak adlandırılan diğerleri, çarhların döndürülmesi için kullanılan, hayvanların bakımıyla uğraşan bir de “seyisler” den oluşurdu.
Bârûdhâne-i Âmire’de çalışanların maaş ve tayinat bahaları Tanzimat’a kadar ocaklık olarak tahsis edilen İstanbul cizyesinden üç ayda bir ödenirdi.
(b) Bârûd İmâlatı
Kara barut, ilk başlarda 6+1+1 formülü uygulanarak yani % 75 oranında güherçile[1339]ile % 12.5 kükürt ve % 12.5 söğüt kömürünün karışımından elde ediliyordu. En önemli maddesi olan güherçile İstanbul Bârûdhânesine güherçile temin eden ocaklar Anadolu’da Ankara, Kayseri, Aksaray, Konya, Akşehir, Karahisar-ı Sahib (Afyon), Ilgın, Eski İl, Kilisehisarı, Karapınar ve Aydın; Rumeli’de Atina Filibe, Tatarpazarı, Demirhisar, Selânik, Usküp, Pirlepe, Manastır, Vodina, Vardar Yenicesi, Tesalya Yenişehiri ve Eğriboz’du.
Barut imaline başlamadan önce doğal durumda kirli ve karışık olan güherçile su ısısı 18 derecede tutulan dört ayrı havuzda yıkanarak eritilirdi. Buradan kazanlara doldurulup 60-70 derecede kaynatılır ve tulumbalarla güherçilenin dondurulacağı ilk havuza alınırdı. Güherçile şerbeti bu havuzda 30-35, ikinci havuzda 20-25 dereceye kadar çalkalandıktan sonra kazanlarda kaynatılıp tuzu çıkarılır, “sergi”ye alınıp kurutularak suyu uçurulur ve fıçılara doldurulup yeniden yıkanır ve “kalhâne”de hamlığı giderilinceye kadar eritilip kalıplara boşaltılırdı.
Barut yapımı için her üç madde ayrı ayrı dibek veya çarhlarda[1340]ezilip perdahlanır sonra formülün gerektirdiği oranlarda karıştırılırdı. Bununla beraber kullanılan ampirik ve kaba ölçülerdeki formüller kimyasal deneysel sonucu elde edilmiş olmayıp, kaliteli barut yapımı için yetersiz ve üstelik gereken hassaslıkta tatbik edilememekteydi.
Dolayısıyla öteden beri yerli barutlardan tam randıman alınamıyordu. Örneğin Bağdad kuşatmasında barutun kalitesizliği sebebiyle topların falya’ları[1341]parçalanmış,[1342]yine aynı şekilde 1660 Girit savaşları sırasında düşük nitelikli (terbiyesiz) barutlar, topların menzillerini kısalttığı gibi kendisini de parçalamışlardı.[1343]Topçu savaşlarının ön plana çıktığı 1768 ve 1787 seferlerinde top ve humbara dânelerinin menzillerine ulaşamamasında kendini gösterdiğinden bu oranlar 1794’te Bârûdhâne-i Âmire’nin yeniden düzenlenmesi sırasında İngiliz ve Felemenk perdahtı barut yapımına geçilerek değiştirilmiş, güherçile miktarı aynı bırakılmış fakat kükürt l /4 azaltılmış ve kömür de l /2 oranlarında arttırılmıştı. Dolayısıyla klasık 6+1+1 formülü yerinine 6 +3/4 (kükürt) + 1.5 (kömür) formülü kullanılmaya başlanmış, imalat sırasında kömürün tam oluşması, kükürt’ün ince ipek elekten geçirilmesi ve güherçilenin çok iyi terbiye edildikten sonra kanştırıiıp perdahlanmasına çalışılmıştır.
(c) Ham Madde Temini
Selânik Bârûdhanesi kükürt ihtiyacı Ohri kazasının beş köyünden sağlanıyordu. Gelibolu Bârûdhânesi’nin güherçilesi Uzuncaabad ve Hasköyü kazalarından sağlanıyordu. Bağdad Bârûdhânesi’nin kömürü, Diyale kenarındaki mîrî ormanlardan kesilen kavaklardan sağlanıyordu. Güherçile ise Tâk-ı Kisra’nın karşı kıyısındaki çorak araziden elde ediliyordu. Bârûdhâne-i Âmire için güherçile İzmir ve Aydın yöresiyle Konya, Akşehir, Ilgın, Karapınar, Bozkır, Kilisehisarı, Niğde, Aksaray ve Kayseri’den sağlanmaktadır. Odun kömürü Ak söğüt çubuğundan imâl edilirdi. Kükürt maddesinin bir bölümü Erciş, Ahlat ve Lût gölü civarından getirilir ise de büyük kısmı özellikle İngiltere’den ve Felemenk’ten ithal edilirdi.[1344]Hatta İngilizler İstanbul’da silah ve cephane satmak üzere üç adet dükkan açmışlardı.[1345]
(4) Darbhâneler
Darbhâne deyimi madenî para imal edilen yer anlamındadır. İmal yöntemi kıymetli madenlerin nisbeten yumuşak olmalarından ötürü eritilmelerine gerek kalmadan kalıp içine alınarak üzerlerinde şekiller oluşturmanın mümkün olması esasına dayanmaktadır.
Ve başlangıçta sikkeler yazı ve şekiller bulunan dişi bir bir kalıp içine alındıktan sonra üzerine çekiçle vurularak oluşturulduğundan para imal edilen işyerlerinin adı “darbhâne” olarak kalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin sınırlarının genişlemesiyle beraber, ülkenin pek çok yerinde darbhâneler açılmıştır.
n Çekiçli Baskılar
Fatih Sultan Mehmed ilk Osmanlı altınını (1478) senesinde İstanbul’da bastırmıştır.
Sultan Bayezid zamanında (Serez) de, Kanunî Sultan Süleyman saltanatında (Yemen) vilayetinin (Zibit) kazası dahil (25) şehirde, Kanunî Sultan Süleyman döneminde 43 şehirde[1346], Sultan I. Ahmed (1603) devrinde Trabzon ve Erzurum’da, Sultan IV. Murad (1623) zamanında Mısır ve Cezayir’de, Sultan I. İbrahim (1640) zamanında[1347]Mısır, Trablusgarp, Tunus ve Cezayir’de altın ve gümüş para basılmıştır.
Sultan II. Süleyman (1688) Osmanlı altınlarında görülen ayar, ağırlık bozukluğunu düzeltmek amacıyla (Kostantaniye) dışında Anadolu, Rumeli ve Arabistan darphânelerinin hiç birisinde gümüş ve altın para bastırmamıştır.
Sultan II. Mustafa (1695) da bozulan altın ve gümüş ayar ve ağırlıklarını düzeltme işine devam etmiş ve İzmir’de yeni bir darphâne açılmıştır.[1348]
Sultan Ahmed (1703) birçok darphâneleri kapatmış, ancak (Edirne, Tebriz, Tiflis, Revan)’da yeni darphâneler açmıştır.
Sultan I. Mahmud (1730) devrinde (Kostantaniye) hariç Rumeli, Anadolu ve Arabistan’daki darphânelerde altın bastırılmamıştır.[1349]
n Mekanik Baskılar
Osmanlı Devleti bir yandan merkantilizmin ticarî baskıları ve maden temin etme sıkıntısı ile uğraşırken, diğer taraftan da çekiçle darp usulü tatbik edilen Darbhâne’nin kapasitesi para arzını karşılıyabilmek için çok yetersiz kalmaktaydı. Daha çok esedî, zolota ve yarım guruş imâli ile altın para darbı düşünülüyordu. Dolayısıyla batı anlamında kurulmuş ilk fabrika sayılabilecek Darbhâne’de On yedinci yüzyıl sonlarında[1350]mekanik yöntemlerle para darbedecek aletleri yapma teşebbüsüne girişildi.
Darp aletleri yapmayı teklif eden aslen Frenk mühtedisi olup cerrahlık yapan Yusuf Mustafa adında birine 60 bin akçe ile aletlerin yapılmasında kullanılmak üzere 8 kantar bakır, 6 kantar Frenk çeliği ve 8 kantar “yerli çelik” ve ayrıca 30 aded demir yumurta verilmişti. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra[1351]mankur darbında kullanılabilecek 3 çarh (laminoir), 2 rakkas (balançoire) 2 kesme (zımba - découpoire veya emporte-pièce) hazır bulunuyordu. Normal bir çalışma için ayrıca 2 çarh, 7 rakkas ve 8 kesme lazım geliyordu.[1352]
Fabrika bu haliyle günde yaklaşık 29 bin aded mankur[1353]darbedilebilecekti. Aletler tamamlandığı takdirde bu miktar günde 80 bin mankur olabilecekti.
“İcad Beratı” ve “Harc-ı Darbhane” (darb masrafları) karşılığı olarak aletleri çalıştıracak olanlara[1354]darbedilen mankurun 1/5’i verilecekti.
Hazinenin artan taleplerine cevap verebilmek için işletmeyi de genişletmek gerekti. 4.400 zira murabbalık (zira kare) arsa üzerinde maden kalhânesi (izâbehâne), demirci dükkanları, beygir barındırmak için ahır ve sair dehlizleri olan bir Darbhane binası[1355]ve evvelce teslim olunan kabil-i istimal (kullanılabilir) 6 çarh, 10 kesme, 10 rakkas’dan başka 6 çarh, 15 kesme, ve 15 rakkas faaliyete geçecekti. Bina tamamlandığında, yeni aletlerin teslimine kadar günde 300 bin aded, âletlerin tesliminden sonra yaklaşık 620 bin aded mankur darbedilebilecekti.
n Bakır Temini
Ne var ki depolardaki bakır stoku tükenmeye başlayınca darb adedi günde 340 bin mankura kadar düştü. İstanbul’da, Anadolu ve Rumeli taraflarında külçe, kırıntı (lukat), yeni ya da kullanılmış, hurda kap kacak satın alınarak gündelik darb kapasitesinin 661 bin mankur civarında tutulması başarıldı.
Aslında bakır hem Darbhane ve hem de Tophane için gerekli bir ham madde idi. Maden sıkıntısı çekildiği zamanlarda bakır eşyanın top dökümünden çok para darbına tahsis edildiği anlaşılıyor. Örneğin Darbhane’ye teslim edilen satın alınmış bakırın 1.000 kantarından ancak 218 kantarının top dökümü için Tophaneye verildiği görülmektedir.[1356]
On yedinci yüzyılda emekdar maden ocaklarının, örneğin Gümüşhane madenlerinin istihsali pek önemli değildir. Ürün yeterli olmadığından madenler emanetle işletiliyor ve eminler bir senelik müddetle sınırlı olarak madenleri yönettikleri için yatırımlara girişmiyorlardı. Zira yeni bir kuyu açmak veya madenleri tükenmekte olan galerilerde yeni lağımlar açtırmak aşırı masraflara mal olmaktaydı. Bu sebepten ötürü 1690’dan itibaren madenlerin işletme müddetinin 3 yıl olması halinde yılda 50 bin okka bakır çıkarılabileceği düşünüldü.
Mankur darbı sırasında Kastamonu’daki Küre bakır madeninden beş ayrı teslimatta 11.019 okka, Gümüşhane’den de 128.569,5 okka bakır teslim edilmişti. Bu madenlerin Saray mahzenlerinde depo edilmiş bulunan yaklaşık 400 okka tutan eski ürünleri Darphaneleri 1690 başına kadar kadar çalıştırdı. Ancak bu tarihten sonra lukat (bakırcıların kırıntı bakırı), hurda kap kaçak, yeni yapılmış (mamûl-i cedîd) bakır eşya, külçe v.s. toplam yaklaşık 450 bin okka (578 bin kg.) her nev’i bakır satın alınmıştır.
b. Hafif Sanayi
Dokumacılık, konfeksiyon, gıda işleme, değerli taş kesme gibi Küçük Sanayi üretiminde çok daha küçük sermaye yatırımları yeterlidir. Bu tür sanayi malları üretimindeki biçimsel değişiklikler sosyal yapı ve şehirleşme ile birlikte kendini göstermiektedir. Örneğin mumhane, dökümhane gibi kuruluşlar imâretler yanında vakıf kuruluşları olarak başlamaktadır.[1357]Bununla beraber sabunhane, yağhane gibi tüketim malları, kireçhane kerpiçhane gibi inşaat malzemesi üreten imalathaneler şehir içinde çeşitli semtlerde bulunmaktadır. Lonca’lara ve sanatlara göre yapılan küçük üretim kendilerine ayrılmış mahallelerde yerleşiktir. Oysa Devlete ait baruthaneler şehir dışına doğru yapılmaktadır.
Bu tür üretim yakın pazarlar için genellikle yardımcı işgücü kullanmadan el tezgahları ile yapılmaktadır. Dokumacılık, halıcılık, dikiş işleri, turşuculuk gibi “ev sanayii” de bu tür içindedir. Örneğin “İstanbul ve Üsküdar’da eskiden beri iki bin yedi yüz elli adet kumaşçı destgâhı, üç yüz elli adet kemhacı (ipek kumaş, havsız kadife yapanlar) destgahı, yüz yirmi çatma yasdıkçılar bulunmaktadır.[1358]
Gemi yapımı, metalürji, Ordu’nun silah ve cephane ihtiyaçları gibi devletin kurup, işlettiği büyük sanayi kolları ile dericilik, dokumacılık, madencilik gibi yaygın ve kitlesel üretim yapan işkolları dışında, örneğin “bakır ev eşyası, bıçak, kılıç, kama, tabanca ve tüfek yapımı, saraçlık ve kuyumculuk” gibi meslekler de Osmanlı toplumunun bireysel ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Bütün bu meslekler ya loncalarda usta-çırak yöntemiyle yeterlik icâzeti verilerek ya da babadan oğula devredilerek devam etmektedir.
Genel olarak bakılırsa, ilke olarak iç pazar ihtiyacını karşılamaya çalışan Osmanlı sanayi’inde bütün faaliyet ve mekanizmaların geniş ölçüde devletin denetimi altında olduğu hem üretim, hem fiyatlar devlet tarafından kontrol edildiği görülmektedir.
Bu bağlamda ister perakende, ister toptan olsun fiyatlar zaman zaman düzenlenen narh’larla ayarlanıp, kazançlar tespit ediliyor, bazı durumlarda hammadde veya gıda maddeleri için ihraç yasakları konuyordu.
Hafif sanayi üretimi, merkezî yönetime karşı kendi iç bünyesinde ve işleyiş yöntemlerinde özerk bırakılmış bir esnaf örgütü görünümünde olan “esnaf loncaları”ndan yararlanılarak denetlenir. Üretilen mal kalitesi, üretim yöntemleri, miktarı ve fiyatları, hammadde ve yarı mamullerin temin ve paylaştırılması lonca şeyhleri ve kethüdaları tarafından kadılar, ihtisap ağaları’nın denetimi ile birlikte düzenlenmekte ve esnaf arasında rekabet engellenmiş olmaktaydı. Böylece küçük sanayi sektörü devletin ekonomik denetimi altında tutulmuş oluyordu.
(1) Deri Sanayii
Terbiye edilmiş deri’den çizme, başlık, çadır, koşum takımları, özel giysiler, bazı savaş araçları yapımında ve ciltçilikte yararlanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Ordusu ve toplumu için vazgeçilmez bir önemi vardır. Diğer taraftan Ahiliğin kurucusu ve pîri sayılan Ahi Evran’ın debbağ (sepici) olması da bu mesleğin loncalar arasında itibarlı bir konumu olmasını sağlıyordu.
Dericilik, İstanbul, Edirne, Kayseri, Ankara, Bursa, Kastamonu, Konya, Tokat, Diyarbakır, Urfa gibi büyük şehirlerin hepsinde bir sanayi kolu olarak iyice gelişmiştir. Örneğin Fatih Sultan Mehmed döneminde İstanbul’da Yedikule’de sahilinde 33 adet salhane (mezbaha) ve 360 adet debbağhane (tabakhane) yaptırılmış, (şimdi Mimar Sinan’ın eseri Şehzade Camii’nin bulunduğu semtte) bir de saraçhane kurulmuştur. Evliya Çelebi İstanbul’da çeşitli semtlere dağılmış 700 tabakhane bulunduğunu söylemektedir. Anadolu’dan ve Rumeli’den gönderilen ham deriler, Mercan Çarşısı’nda bulunan lonca merkezinde toplanır ve burada “debbağlar kethüdası” ve “ahi baba” gözetiminde deri işleyen “debbağ” esnafına dağıtılırdı. Debbağlar da ham derileri işleyip, piyasanın istediği renklerde boyayıp saraç esnafına satarlardı.[1359]
Deri boyacılığı Tokat, Kırşehir, Konya, Sivas, ve Edirne’de de gelişmiş bir sanat kolu idi.
Sahtiyan denilen işlenmiş keçi derisi dış piyasalarda aranmaktaydı. Örneğin “Türk kırmızısı”yla (alizarin) boyanan sahtiyanlar iç ve dış piyasalarda çok değerli idi. Kırmızı sahtiyan Diyarbakır’da , sarı Musul’da ve siyah renkli sahtiyan da Urfa’da üretilmektedir. Ancak dericilik babadan oğula devredilen bir meslek olarak bütün işleme teknikleri sır olarak saklanmaktaydı. Bu sebeple On dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar Avrupalı üreticiler Osmanlı dericiliğin kalitesine ulaşamamışlardır. Bu da Avrupa piyasalarında büyük bir talep doğurmaktaydı. Ancak Kimya biliminde ve teknolojideki ilerlemelerle Avrupa ürünlerinin kalitesi giderek yükselmiş oysa ortaçağ teknolojisi uygulayan Osmanlı dericiliği ise ulaştığı yerde kalmıştır.
(2) Saat yapımcılığı
İslâmiyette zamanı tasarruf etme ve ibadet zamanlarının tesbiti meseleleri Osmanlı toplumunda doğal olarak bir saat kültürü oluşturmuştu. Mekanik saatlerin kullanılmasından önce de güneş saatleri ve dolayısıyla müneccimlik bilgileri bu bağlamda yoğun ilgi çekmişlerdi. Nitekim hemen hemen bütün büyük camilerde güneş saati ve onları kullanan muvakkithaneler bulunduğunu görüyoruz.
Avrupa’da mekanik saatlerin üretimine 1300’lerde başlandı. Osmanlı halkının bu alana karşı ilgisi İngiliz ve İsviçreli saat yapımcılarını Osmanlı pazarları için saat üretmeye yöneltti. Daha sonra Osmanlı ülkesinde saat ustaları Avrupa’dan temin ettikleri mekanizma parçalarıyla el yapımı saatler üretmeğe başladılar. Örneğin Takiyüddin (1525-1585)’in teknik çalışmaları Osmanlı’ların bu alanda teknolojik ilerlemelerinin bir belgesidir.[1360]
Yeni teknoloji’nin büyük ve küçük saat yapımcılığında uygulanması sonucu, 1630 -1700 yıllarında İstanbul’un Galata semtinde saatçiler loncası kuruldu. Osmanlı ustalarının ürettikleri saatler, onlara bu sanatı öğreten İngiliz ve İsviçreli ustalarınkiyle boy ölçüşecek nitelikteydi.[1361]
Ancak On sekizinci yüz yılda Avrupa’da sarkaçlı duvar saati mekanizmalarında teknik buluşlar yapıldı. Saatin çalışması için gerekli enerji ağırlıkların düşmesi yerine (otomatlar ve bazı araçlarda olduğu gibi) zemberek kullanılarak sağlanmış, yayların salınımlarında da pandül’lerde olduğu gibi periyod değişmezliği olduğu bulunmuş hareketin ayarlanmasında yararlanılmış, uygulamalı mekanikten yardımıyla saat maşası bulunmuş ve sıcaklık farklarının doğurduğu hataların da elimine edilmesi sağlanmıştır.
Bununla beraber On yedinci yüz yılda Avrupa ekonomi ve politikasında egemen olan merkantilism mamul malların ihracını teşvik etmekte ve buna karşılık yeni teknolojilerin dış ülkelere yayılmasını yasaklamaktadır. Bu önlemler Osmanlı saatçilerinin yeni teknolojileri görseler de gerekli parçaları temin etmelerini engelledi.
Herşeye rağmen Osmanlı ülkesinde saatçi ustaları el yapımı çarklar imal ederek orijinal saatler imal etmeğe devam ettiler. Ancak İngiltere ve İsviçre’de olduğu gibi saat mekanizmalarında yenilikler icâd etmeyi mümkün kılacak kadar gelişmiş “saat sanayii” ve teknolojiyi hiçbir zaman kuramadılar.[1362]
(3) Dokuma Sanayi’i
Ham pamuk Adana’dan geliyordu. Entari yapmak için kullanılan kırmızı üzerine sarı çubuklu “alaca” ve altı renkli “altı parmak alaca” Diyarbakır, Halep, Şam’dan gelmektedir.[1363]Daha çok kadın giyiminde kullanılan pamuklu bir kumaş olan kutnî Diyarbakır ve Halep’te üretiliyordu.[1364]Çit (yahut basma) denilen pamuklular da Halep, Kıbrıs, Urfa ve Antep’de; cübbe, kuşak, entari, örtü imalinde kullanılan şal Ankara, İstanbul, Tosya ve Halep’te; ipek ve mamulleri de Bursa ve Tokat’ta, üretilmektedir.[1365]Evliya Çelebi Osmanlı ülkesinin hemen her yöresinde aba üretildiğini örneğin On yedinci yüzyılın ortalarında İstanbul’da 300 dükkanda 700 nefer abacı olduğunu yazıyor. Ancak Maraş, Balıkesir ve özellikle Rumeli’ abaları meşhurdur. Kadınların kullandıkları yemeni, değirmi gibi ince örtülerin İstanbul yapımı olanları aranmaktadır. Yün kuşakların Arapkir, Hama, Ankara, Trablus’ta yapılanları makbuldür. Malatya’nın, Diyarbakır’ın bezleri, İskenderiye ve Kıbrıs’ın pamuklu tülbentleri, İstanbul’un patiskaları, Urfa’nın basmaları, Mardin, Musul ve Bağdat’ın pamuklu bezleri , Bursa’nın çeşitli dokumaları, özellikle peştamalleri, kadifeleri, alacaları, fitilli ve ibrişimli çatmaları, ipekli kese ve nakışlı kadife yastıkları, İstanbul’un basmaları, diba, kemha, alaca, kadifeleri[1366]ve altın ya da gümüş tel ile dokunan üzerine inci işlenmiş seraser’i[1367]meşhurdur.
Kısacası her türlü ürün hemen her bölgede üretilmektedir. Ancak bazı bölgelerin ürünleri diğerleri arasından temayüz etmişlerdir.
Bursa, İstanbul, Halep, Şam, Bağdad, Amasya, Ankara ve Hereke’de kumaş üretiminde ün yapmış şehirlerdir. En çok aranan Türk kırmızısı’ndan başka yeşil, krem, mavi, kahverengi ve nadiren siyah ve bu renklerin karışımından oluşan çok çeşitlilik içinde kaliteli ve zevkli kumaşlar imal edilmektedir. Dolayısıyla dokumacılık alt sektörü olarak kumaş, halı, çini gibi mamuller için de boya üretilmektedir.[1368]
Haleb’te pamuklu kumaş üreten 300 büyük imalathane, ipekli kumaş dokuyan 200 işyeri[1369]bulunmaktadır. Şam, Bağdad’da üretilen kırmızı ve siyah desenli işlemeli kadın kumaşları ile kadifeler hem yöresel ihtiyacı karşılamakta ve Mısır, Tunus, Trablusgarb ve Cezayir ile Güney Almanya’nın şehir devletlerine de gönderilmektedir.[1370]On dokuzuncu yüzyıl başlarında Bursa dokumaları Avrupa pazarlarına ihraç edilmektedir.[1371]
İstanbul’da da ülkenin çeşitli bölgelerine ve dış ülkelere gönderilmek üzere pamuklu, yünlü ve ipekli kumaş imal eden 3.000 dokuma tezgahı bulunmaktadır.[1372]
Hayvancılığın yaygın olduğu örneğin Selanik, Niş, Sivas, Konya, Maraş, İzmir ve Halep gibi bölgelerde geleneksel ev sanayi biçiminde halıcılık yapılmaktadır. İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika gibi dış piyasalara da gönderilen halılar dokundukları yöre veya şehirlerin adıyla tanınmaktadırlar.
n Kumaş Çeşitleri
“Eski Türk kumaşlarının desenlerinde yaprak veya çiçekler, veya çiçeklerden yapılmış rumî, hatayî geçmeler[1373]vardı. Türk kumaşçılığında kullanılan nebatların başlıcaları arasında stilize nohut, fasulye, kabak ve sarmaşık yapraklar ile lale, karanfîl, sümbül, gül, nar çiçeği, kadife çiçeği, zerrin, armut çiçeği de vardı. Bunlardan başka ikiye bölünmüş nar, yelpaze, tavus tüyü, stilize ejder, güneş, çintamânî denilen çift çizgi üstüne konmuş üç yuvarlak, yalnız ve ay şekli gösteren üç yuvarlak çintamânî, saplı ayna, selvi, yıldız, rumîler, hatayîler, ağaç filizleri bulunurdu. Osmanlı toplumunda kullanılan kumaşların adları, türleri şöyleydi:
Alaca: renklendirilmiş ipekle dokunur.
Arşın: Altın, gümüş ve ipek ile dokunur.
Atlas: Genellikle yorgan yüzü, yatak ve yastık için kullanılan ipekle dokunmuş,düz, hâreli ve muhtelif renkte sert bir kumaş.
Beşme: Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte dokunur.
Canfes: (Aslı canfeza’dır.) Cilâsız ince bir ipek kumaş türü,
Çatma: İpekle dokunan yastıklık ve döşemelik kumaş.
Çitarî: Bir ipek, üç pamuk ile dokunan ince bir kumaştır.
Çubuklu: Peştamal veya elbiselik ipekli kumaş.
Çuha: Sık ve tok yünlü kumaş.
Diba: Çeşitli renk ve desende ipekli kumaş (brocart).
Kemha: 6600 tel ile dokunan, iki katlı havsız kadife kumaş.
Kutnu : Pamuk ve ipekle dokunan çiçek desenli kumaş.
Serâser : İnce sırma ve ipekle dokunan “en makbul kumaş”[1374]
(4) Cam Eşya Sanayi’i
Osmanlı cam işciliği büyük bir ustalık sergilemekte ve gerek biçim gerekse işlev bakımından çok çeşitli cam eşya üretilen ileri düzeyde bir sanayi örgütlenmesine sahip olduğunu çeşitli resmî kayıtlar, belgeler ve seyyahlarla elçilerin mektuplarından anlıyoruz. Örneğin Rodos kuşatmasında (1522) havan toplarıyla atılan ve çaptığı yerde infilak eden, fitilli ve barut yüklü « humbara »lar çok kalın cam’dan yapılmışlardı.
1569’da da Sokullu Mehmed Paşa, Venedik’e 900 adet cami kandili sipariş etmiştir. Bu kandillerin bir bölümü boncuk dipli uzun silindir biçiminde, bir bölümü de Memluk ve XVI. yy îznik kandili tipindedir. Bu kandiller, Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir. III.Murad zamanından (1578-1595) kalma Surnâme-i Hümâyun’da Nakkaş Osman’ın minyatürlerinde tekerlekli seyyar cam fırını tasvirinde, çağdaş aletlerin benzerleri bulunmaktadır. Sürahi, hasırlı şişe, ibrik, kase, maşrapa, laledan, gülabdan, kum saati, kandil, yel fanusu, kadırga fanusu, ayna ve düz cam üretilmektedir. Evliya. Çelebi de İstanbul’da 350’den fazla cam kârhanesi bulunduğunu söyler.
Camcılık İstanbul’da yapılmakta ve devletçe desteklenmektedir. Saray’da hizmet veren 45 kadar «ehl-i hiref » denen seçkin sanatkâr zümresi arasında “sercamger” başkanlığında “camgerân” denilen camcılar gurubu bulunmaktadır. Saray binalarının camlarını takmakla görevli Camcılar Ocağı aynı zamanda Bostancı Ocağı’nın kollarından biridir. Camcılara malzeme temini açısından kolaylıklar sağlanmıştı. Örneğin fırınlar için odun temini ve imalatta “maya” olarak kullanılan cam kırıklarının ihraç edilmeyerek yalnız cam imalathanelerine satılması sağlanmıştı. Diğer taraftan cam eşya tacirleri ve camcılar mahsus Tarik-i Hirfet (usta ve tüccar loncaları) kurulmuştu.
Cam sanayiinin merkezi Eyüp, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı idi. Bakırköy Bârûdhanesi civarında hayvan gücüyle çalışan çarklar ve dibekler, perdah yerleri, camhane ve güherçile kazanları ve ocakları vardı. Mercan Çarşısı da taklit mücevher yapımında ün salmıştı.
Ancak On sekizinci yüzyılda savaşlar Avrupa’daki ticaret dengesini bozmuştu. Batılı cam üreticileri doğu pazarlarına yöneldiler. Cam eşya, ya Venedik ticaret gemileriyle Doğu Akdeniz’e ya da önce Portekiz’e sonraları da Flaman ve İngiliz gemileriyle Doğu’ya gönderilirdi. Zamanla Bati’da Osmanlı zevkine göre cam ürünleri yapılmaya başladı. Böylece Avrupa’dan cam eşya ithal edilir oldu. Aslında bu bir anlamda Doğu’daki cam ihtiyacını belirtiyordu. Dolayısıyla yerli üretimi arttırmaya karar verildi. İstanbul’da, Beykoz,[1375]Çubuklu ve Paşabahçe’de cam imalathaneleri kuruldu. Avrupa’dan ustalar çağrıldı.[1376]Beykoz atölyelerinde renkli, renksiz ve opal camlar üretilerek gülabdan, çeşm-i-bülbül denilen türlerde cam eşya yapıldı.
(5) Hafif Silâhlar ve Teçhizat İmâlatı
Seferlerde Ordu mevcudu ortalama 300.000’e yaklaşır. ve beraberinde 300 top ve ağırlıklar için nakliye arabaları bulunur. Anadolu beylerbeyinin emrinde toplanan Anadolu sipahileri kargı, ok, eğri kılıç, Rumeli beylerbeyinin emrindeki Rumeli sipahileri ise, süvari mızrağı ve düz namlulu kılıç kullanmaktadırlar. Göğüslerine ve kollarının dirsekten aşağısına demir göğüslük ve kolluk takarlar, vücutlarının diğer kısımlarını zincir örme zırhla kapatırlardı.
Osmanlılar Avrupalılardan daha uzun namlulu ve daha büyük çaplı mermi atan tüfekler kullanmışlardır. Silah üretiminde piştovların bir kısmı Anadolu’da Karahisar ve Rumelide Pizrekan, tüfenklerin bir bölümü Trabzon’da üretilir.[1377]Silah imalatında tüfenkçi, kundakçı, fişenkçi, kılınççı ve bıçakçı esnafı basit el aletleri kullanıyor, üretim dükkan bazında (atölye) yavaş ve maharet isteyen biçimde fakat yaygın olarak yapılıyordu.[1378]
(6) Orducu Esnafı
Sefer’den önce Yeniçeri zâbitleri yahut Enderun ağaları arasından “orducubaşı” ya da «Ordu-yi-Hümayun ağası» denilen ve ordunun ikmal ve lojistik işlerinde defterdar’a yardımcı olacak bir görevli seçilirdi. Bu görevli ordunun sefer sırasında silâh ve techizatın bakımı, tamiri ve diğer ikmal hizmetlerinde ihtiyacı duyacağı sanatkarların meslek ve sayılarını belirten bir fermanla birlikte atanırdı.
Ordu-yi Hümâyun ağası bu fermanla eyâlet kadılarına müracaat eder, hangi sınıftan adam isteniyorsa o sınıfın kethuda, yiğitbaşı ve ihtiyarları tarafından temin olunurdu. Fermanda sayıları gösterilen ve halk arasında kısaca “orducu” denilen «Ehl-i hiref» ya da «Erbâb-ı hiref»i (sanat sahipleri) toplayarak yine fermanda ismi belirtilmiş İstanbul, Bursa ve Edirne’deki toplanma yerlerinden birine gönderirdi.
Orducu olarak gidecek esnafa, gitmeyenler tarafından hizmetlerine karşılık olarak para verilirdi. Bunların hizmeti kabul ile aldıkları para şer’î mahkemelerde orducu ile esnaf kethüda ve ustaları ve şahitler tarafından tescil olunurdu. Orducu’lar sefere giderlerken toplanma yerlerinden alayla çıkıp ordugâha giderlerdi. Ordu ile beraber hareket edip yine beraber dönmeleri kanundu.
Ordu-yi Hümayun ağası da, sefere katılan defterdar’a yardımcı olmak üzere onlarla birlikte giderdi.
Soyut yararlar sağlayan, zenginlik yaratan ama somut mal üretmeyen Üçüncül Sanayi Sektörü olarak Osmanlı yönetim sisteminde Merkez ve Taşra yönetim örgütlenmeleri, Mâliye ve İlmiye teşkilâtı, Vakıf kurumlarının sağlık, konaklama ve ağırlama hizmetleri, meslekî kuruluşlar (loncalar), derbentcilik, köprücülük, menzil teşkilâtı gibi ulaşım ve iletişim örgütlenmesini gösterebiliriz. Ancak bütün bu sektörlerde üretimi, verimliliği, hizmeti arttırma konusunda bilimsel araştırmaların yapılmadığı, geleneksel yöntemlerle yetinildiği açıktır.
Bu tür sanayi bağlamı içinde ele alınan Osmanlı ekonomik, sosyal, kültürel ve yönetsel hizmet kurumları ve ürettikleri soyut değerler ilgili bölümlerde ele alınmışlardır.
Sanayi kavramının Ekonomi bilimindeki “hammaddelerin değişikliğe uğratılması ve kullanılması yoluyla maddî servetler üretilmesine yarayan iktisadî etkinliklerin tümü, ya da bunların her biri”[1379]tanımı ile Sanayi Devrimi’nin getirdiği anlayışın klasiklerinden olan “mal ve hizmet üreten ya da sağlayan örgütlenmeler” biçimindeki anlayış aslında aynı olgunun değişik pespektiflerden görünüşü olduklarından aralarında anlatımların gerektirdiği geçişlerin yapılabilmesi doğaldır. Örneğin kişisel imkânlarla ve geleneksel öğretilerle yapılan bireysel bir üretimi “maddî servetler üretilmesine yarayan iktisadî etkinlik” gibi görülüp sanayi kavramı içinde değerlendirmek mümkün değil ise de “belirli bir bölgenin bireysel üretimlerini toplu üretim biçiminde organize etmek” eylemi sanayi kapsamı içinde algılanabilir.
Aslında “ tüketim ve üretim malları imal eden Asıl Sanayi Sektörü (ya da genel olarak “Ağır Sanayi” ve “Hafif Sanayi”) olarak sınıflandırılan İkincil Sanayi ile ona hammadde sağlayan “Birincil Sanayi” ve soyut yararlar sağlayan, zenginlik yaratan ama somut mal üretmeyen Üçüncül Sanayi Sektörü”nden hangisinde olursa olsun, “sanayi” ile “bilim ve teknik” ikilisi arasında vazgeçilemez ilişki vardır.
Aslında bu bağlamda yer alan temel ve deneysel bilimler içinde bulunduğu çağ’ın şartlarını da belirler. Özellikle Onyedinci yüzyıl’dan sonra deeneysel bilimlerdeki gelişmeleri yakından izleyen teknoloji ise kültürlerin maddî uygarlık göstergesidir. Her ne kadar teknolojiler para gücüyle belirli bir oranda satın alınabilirler ise de, teknoloji meydana getiren bilimlere sahip ülkeler tüm diğer teknolojisi geri olan ülkelerden hem zenginlik ve hem de yeni teknojiler üretebilmek açısından daha ayrıcalıklı konumdadırlar.
Bununla beraber sanayi’nin gelişmesi bir yandan ülkenin bilimsel ortamına bağlı ise de, diğer taraftan ham madde kaynakları ile de ilgilidir. Ne var ki ham madde kaynaklarından gerektiği gibi yararlanmak da yine temel ve deneysel bilimlerin düzeyi ile bağlantılıdır.
Bu bağlamda Osmanlı ülkesinde temel bilimlerden olan matematik ve fizik özellikle On dokuzuncu yüzyıl öncesinde yeterince rağbet görmemiş ve Batı’daki gelişmeleri takip edememiştir. Dolayısıyla Osmanlı ülkesindeki teknolojik yenilikler fırsatlara bağlı olarak Batı’da geliştirilenlerin tekrarlayıcısı olmaktan ibaret kalmıştır. Bunlar dışında bazı ampirik düzeltmelerle geleştirilen geleneksel yöntemlerle yetinilmiştir.
Bu olguya dışardan ve uzaktan bakılırsa sebebinin kabaca “Sanayi Devrimi gelişmelerini takip edememek ve yerli üretimde geleneksel yöntemleri zamanında bırakıp yerine ağır ve hafif sanayinin kurulamaması” olduğu söylenebilir.
Oysa daha yakından bakılırsa Sanayi Devrimi sırasında Batı yeniçağdaki bilimsel gelişmeleri teknolojiye uygulamış iken[1380]Osmanlı ülkesinde örneğin Riyâziye (Yüksek Matematik) veya İlm-i Hikmet (İlm-i Tabi’î, Fizyoloji ve Fizik) gibi temel ve deneysel bilimlerin öğretimi yapılan medreseler bulunmadığı görülür. Dolayısıyla On dokuzuncu yüzyıl yaklaşırken Osmanlı teknolojisi ve sanayisi (örneğin gemi yapımı ve topçulukta Batı’dan aktarılmış birkaç kalem dışında) çağdışı kalmıştı.[1381]