Osmanlı sikkelerinin günümüzdeki anlamıyla nominal değer ifade edecek biçimde standart ağırlıkta olmamaları (hatta çaplarının bile farklı olması) üstelik pek çok yabancı değişik isim, ağırlık ve ayarlı paraların tedavülde olması, sikkeleri alım satım aracı gibi kullanılmasını zorlaştırması yanında, bunların birbirleri arasında da satın alınmaları sonucunu doğurmuştur. Başka bir deyişle paraların satın alma güçlerini esas alan bir de para piyasası oluşturdu. Dolayısıyla dönemin imkanları ölçüsünde ayar, tartı gibi kuyumculuk araç, gereç ve yöntemlerini kullanarak para alıp, satan ve bu paralar arasındaki farktan yararlanan adına “sarraf” denilen bir esnaf zümresi meydana geldi. Bunlar daha ziyade Venedik ve Cenevizli tüccarların, yerli azınlıklarla evlenerek Galata’da yerleşen Levanten’ler ile Ermeni, Rum, Yahudi yerli azınlıklardan oluşmaktaydı.
Sarraflar doğal olarak alış-veriş’in en fazla olduğu İstanbul’da ve Anadolu ve Rumeli’nin ticaret merkezlerinde çalışmaktadırlar. Ancak özellikle Başkent’te ve eyalet merkezlerinde sarrafların asıl müşterileri önemli devlet adamları ve ricâl’dir. Sarraflar bu kadar karışık para piyasası içinde devleti yönetenlere bir tür ekonomist, muhasebeci ve bankerlik hizmetleri vermektedir.[1217]Bu bağlamda paraların devletin öngördüğü rayiçlerin üstünde tedavül etmemesi, başka bir deyişle alınıp, satılmaması hususunda Devletin ülkenin ticaret merkezlerine zaman zaman gönderdiği fermanların hazırlanmasına yardım ederler.
Sultan Süleyman Kanunnamesi’ne göre reâyâ’nın vergi yükümlülükleri din gereği olan şer’i vergiler (Tekâlif-i Şer’iye), devletin koyduğu vergiler (Tekâlif-i Örfiye) ve olağanüstü durumlarda toplanan Avârız Vergisi (Avârız-ı Divâniye[1218]) olmak üzere başlıca üç gruptur.
a. Tekâlif-i Şer’iyye
Tekâlif-i şer’iye, Osmanlılarda (ve İslam devletlerinde) şer’î hükümlere dayanan ve zekât, öşür, cizye ve haraç genel kategorilerinde yer alan değiştirilemez veya kaldırılamaz[1219]vergilerin genel adıdır.
Zekât İslam’ın temel şartlarından olmakla beraber zaman içinde Osmanlı Devletinin genişlemesine bağlı olarak ziraî önemi olan “öşür” öne geçmiştir. Gayrimüslimler tarafından ekilmiş arazi-i haraciye’den de “harac” alınmaktadır.
Gayrimüslimlerden ayrıca cizye denilen “baş vergisi” ve savaş ganimetlerinin beşte biri de (hums) “ganâim-i cizye” olarak alınırdı.
Diğer taraftan vârissiz ölenlerin terekelerinden, “lükata” denilen bulunmuş mallar ve “yâve” denilen sahipsiz hayvanlar’dan da tekâlif-i şer’iye kapsamında vergi alınırdı.[1220]
(1) Müslim’ler
(a) Zekât
Zekât yoksulların mal üzerindeki hakkı sayılır. İslamın beş şartı bağlamında reşid, akl-ı bâliğ ve hür Müslüman tebaa’ya farz olan vergi’dir. Hayvan sayısından “sevaim”, altın ve gümüşten “nukûd” ve mahsullerden “urûs”, ticaret mallarından ondalık hesabıyla “âşir”[1221], maden ve definelerden “rikaz” adıyla tahsil olunurdu.
Vergi mükellefleri ve matraha tâbi olacak gelirler ve verginin kimlere verileceği Kur’an’da belirtilmiş olup bu hususların şer’î özellik, ölçü ve ayrıntıları da fukâhâ tarafından belirlenmiştir.
Mükellefler açısından köleler, çocuklar, akıl ve ruh hastaları (Hanefi fıkhına göre tarım ürünleri dışındaki mallarından ) yükümlü sayılmazlar.[1222]
Zekât’a tâbi mallar ise “nisab[1223], nemâ[1224], mülkiyet ve tasarruf[1225], havelân-ı havl[1226], semeniyet[1227], saimiyet[1228], ticaret niyeti” şartlarını taşımalıdırlar.
Zekâtın kimlere verilebileceği Kuran’da “fakirler, miskinler, âmiller, müellefe-i kulûb[1229], köleler, borçlular, ebnâ-yi sebil ve fî-sebîl-illah” olarak belirlenmiştir.[1230]
Burada geçen “âmiller[1231]ve fî-sebîl-illah[1232]” kategorileri devlete de şer’î vergi anlamında zekât toplama yetkisi vermektedir.
(b) Öşür
Öşür ürün üzerinden ve ürün olduğu zaman verilen bir tür arazi vergisidir. Halkı müslüman olan ülkenin doğal hâli ıslah edilerek verimli duruma getirilmiş topraklarına “öşür arazisi” denir. Arazî-i öşriye sahipleri, elde edilen ürün üzerinden devlete pay verirler.
Nüfusun büyük çoğunluğunu “ırsî ve daimî kiracı” durumundaki köylü “reâyâ” oluşturmaktadır. Köylü reâyâ’nın ödediği vergilerin en önemlisi, arazinin ednâ, evsat ve âlâ oluşuna göre üzerinden “bir yıl geçmesi şartı” aranmadan hasat mevsiminin ardından alınan “öşür”dür. Yağmur, akarsu ve çeşme suları ile sulanan arazinin öşür oranı verimliliklerine göre hums (1/5), südüs (1/6), ya da öşür (1/10), yapay imkânlarla sulanan kurak arazinin öşür oranı ise 1/20’dir.
Vergiler mülk ya da vakıf sahibine verilir. Devlet rakabesindeki mirî araziyi tapu resmi ödeyerek işleyenler ise vergilerini, kendisine dirlik tevcih olunmuş “sahib-i arz”a (tımar sahibine) verirler. İstenildiği takdirde öşr’ün sipahinin anbarına ya da pazara kadar götürülmesi zorunludur.
Bu bağlamda maden ürünleriyle definelerden de yüzde 5-10 ile yüzde 20’ye kadar değişen ölçülerde “rikaz” (arazî vergisi) alınırdı.
(2) Gayrimüslimler
(a) Cizye
“Cizye” askerlik çağına gelmiş gayrimüslimlerin askerlik hizmetlerinden muaf tutulmalarına karşılık[1233]olarak alınmaktadır. “Alerruüs” (kişi başına) ve malî durumlarına göre zenginler âlâ (yüksek), orta halliler için evsat (orta) ve ednâ (aşağı) olmak üzere üç düzeyde düzenlenmiştir. Bu vergiden kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, köleler, hastalar ve din görevlileri muaf tutulmuşlardır.
Ayrıca Padişah berat ve fermanlarıyla birçok aileler hizmetlerinin karşılığı olarak ya da yaşlı kişiler âcizlik sebebiyle vergi dışında bırakılmışlardır.
Diğer taraftan bazan cizye toplu olarak (an cemaatin) “maktu’” olarak alınabilir veya tamamen de affedilebilir.
Fetih sırasında yapılan antlaşmalarda maktu cizyenin ne şekilde ve ne miktarda olacağı kararlaştırılır. Hatta daha sonra miktarında ayarlamalar da yapılabilir.[1234]
(b) Harac
Fetholunan gayrimüslim bir ülkede, yerli halkın elinde bırakılan, ya da şenlendirmek maksadıyla yeni getirilen gayrimüslimlere verilen yahut bir vergi karşılığında “eman” yoluyla gayrimüslim yerli halkın elinde bırakılan topraklara “Harac arazisi” denirdi.
Müslüman reâyâ’nın ödediği çift resmi ve öşür’e karşılık gayrimüslimlerin devlete ödedikleri toprak vergisine harac-ı arazî denir. Bununla beraber gayrimüslimlerden genelde “cizye” adıyla alınan “baş” (alerrüûs) vergiye “harac-ı rüûs” denildiği gibi, “harac”da bazan “cizyetü’1-arz” olarak anılır. Kuran’da alınmasına izin verilen bu vergi “rüsüm-i şer’iyye”den sayılmaktadır.[1235]
Uygulamada iki tür “harac” vardır. “Harac-ı muvazzaf” kullanılan arazinin büyüklüğüne bağlı olarak haraç arazisinden dönüm başına alınan vergi olarak belirlenir ve sabit kalır.
“Harac-ı mukaseme” toprağın ve bölgenin coğrafî özelliğine göre ürünün üçte biri ile onda biri arasında değişen oranlarda “aynî” olarak alınır. Ürün alınmamışsa vergi de alınmaz. Ancak birden fazla ürün alınan araziden her yeni ürün için harac tekrarlanır. Ancak 1/10 oranı, hem öşürde olduğu gibi haraç’ta da değişik bölgelere göre değişebilir. Diğer taraftan bağ ve bahçelerden alınan harac-i mukasemeye «bağ ve bahçe resmi» denilirdi.[1236]
Böylece Müslüman çifçilerin “çift” vergisi de çiflik arazisinin alanına, “öşür” ise mahsûl miktarına göre düzenlenmektedir. Böylece Müslim ve gayrimüslim reâyâ arasında vergi adaleti sağlanmış olmaktadır.
b. Tekâlif-i Örfiyye
Osmanlı Devleti’nde[1237]vergi sistemi hukukî temeli şer’î hükümlere dayanan tekâlif-i şeriye’den ibârettir. Ancak bazı olağanüstü hallerde “tekâlif-i fevkalâde” olarak hükümdara şer’an tanınan yetkiyle Osmanlı Devleti’nde “Tekâlif-i örfiye”[1238]adıyla vergi ve resimler alınmaktaydı.
Diğer taraftan olağanüstü durumlarda konan ve durumlar geçince bitmeleri gereken vergiler, uygulamada “Avârız” kategorik adı verilerek normal bir vergi gibi süreklilik kazandı.
Mâliye kayıtlarına göre, tekâlif-i örfiye kapsamında büyük bölümü “arus (evlenme), kaza (mahkeme)” gibi yönetim ve yargı işlemlerinden alınan harç ve resimler olmak üzere mükelleflerden çeşitli sebeplerle alınan 100’e yakın vergi vardı.
Bununla beraber İstanbul’ dan ve “Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Musul, Trablusgarp, Bingazi, Yemen” eyâletleriyle, maktu yıllık vergi olarak salyâne’ye bağlı “Mekke Şerifliği, Mısır, Sisam, Cebel-i Lübnan, Kıbrıs, Bosna, Kırım, Erdel, Eflâk ve Boğdan” eyalet-i mümtâze’lerinde tekâlif-i örfiye alınmazdı.
Bunlar dışında kalan yerlerde beylerbeyi, sancakbeyi, mütesellim ya da voyvoda’nın başkanlığında her yıl toplanan “vücuh ve âyan” denilen belde ileri gelenleri tahakkuk eden vergiyi, erkek yükümlülere göre haneler arasında bölüştürürlerdi. “Tevzi defterleri” kadı tarafından tasdik edildikten sonra vergi yaz ve kış dönemlerinde olmak üzere iki taksitte toplanırdı. Bir yöreden o yıl için tevzi defterlerine yazılmış tekâlif-i örfiye’den fazlası istenemezdi. Bundan dolayı “bâd-ı hava” denilen ve miktarı önceden bilinmeyen vergiler için ortalama bir tutar tahmin edilerek hâsılata ilave edilirdi. Tevzi defterlerinde yangın, zelzele, sel gibi âfet zararlarını telâfi için İâne Kalemi’nden akçeler ayrılırdı. Ancak yine de olağanüstü bir durum “Aralık Tevziatı” adı altında ek vergi salınabilirdi.
(1) Kırsal Kesim
Kırsal kesimde yaşayan halk mücerred (bekârlık), bennak, arus (evlilik), çift (gayrimüslimler için “ispençe”), ağnam (koyun), otlak, kışlak, kovan, asiyab (değirmen), duhan (tütün), kaçkun, esir ve kaza (yargı) resimlerini ödemekle yükümlüdür.
Üzerine çiftlik yazılmamış fakat geçinmeye gücü yeten müslüman reâyâ evliyse “bennak”, bekârsa “mücerred” vergisini peşin ödemek zorundaydı. Alınacak vergilerin oranı tahrir defterlerine eklenmiş olup sancak ya da liva kanunnameleriyle de ayrıca belirtilirdi.
Bu vergilerden cizye, koyun resmi ve avârız vergisi devletce; diğerleri ise tımarlı sipahi tarafından toplanırdı.
Timarlı sipahi topladığı vergiler Tekâlif-i Şer’iyye (Şer’i vergiler) ve Tekâlif-i Örfiyye (devletçe konmuş vergiler) olarak iki bölüme ayrılır.
(a) Raiyyet Rüsûmu
Raiyyet rüsûmu sisteminde kırsal kesimin ahalisi “çift sahibi olanlar, az toprak sahibi olanlar, topraksızlar, fakir ırgatlar” olarak tasnif edilmiş ve tahrir defterlerinde bu sisteme göre kayıt ve tespit olunmuştur.
n Çift Resmi
Bir çift öküzle işlenebilecek büyüklükte arazi anlamında “çift” adıyla anılır. Dolayısıyla “çift” köylü ailesinin geleneksel olarak ekonomik değerlendirme birimidir. Verimli toprakta tam çift alan olarak 60-80 dönüm, orta evsaflı toprakta 80-100 dönüm, kıraç yerlerde 100-150 dönümdür.[1239]
Bununla beraber arazî “nim çift” (yarım çift) hatta daha küçük olabilir. Toprağı yarım çiftlikten de ufak olanlar «zemin resmi» öderlerdi. Bennak tam yahut yarım çift arazisi olmamakla beraber “kâr u kisbe kaadir” (geçinmeğe gücü yeten) evli, bir yerde yahut babasının yanında oturan köylüdür. Bunlardan 12 şer akçe (bahçe işleriyle uğraşan “ekinli bennak”den 18 er akçe) alınır. Bennak bir mikdar arazi daha ziraat ederse bunun için “zemin resmi” verir. Ancak bennak resminden fazla olursa yalnızca zemin resmi alınır. Küçük mikdar arazi ziraat eden mücerredlerden aynı şekilde alınır. Diğer taraftan geçimlerini başka yollardan sağladıkları halde, ayrıca toprak da işleyenlerin çiftlikleri, yarım çiftlikten ufaksa aile emeği esas alınarak «ekinli bennak resmi» öderlerdi.
Timar sahibi, reâyâsının tam veya yarım çiflik arazisini ölçer, fazlasından dönüm resmi alır. Çift veya dönüm resmi bağlanmamış mezraada ziraat edenlerden de dönüm resmi alınmaz, fakat mahsulunün onda biri olan “öşür” alınırdı.
Nihayet “kara” veya “caba” adıyla anılan ve gelir üreten mücerred (bekâr) köylüler hatta “bîve” adıyla kocasının çiftliğini işletebilen dul kadınlar da bu sistem de yer alır.
Topraksız aileler veya yeterince toprağı olmayan ailelerin vergisi toprak esasına göre değil, emek kapasitesine göre belirlenir.
Reâyâ, çıplak mülkiyeti devlete ait mirî arazî uzerinde “irsi devam eden süresiz kiracı” konumundadır. Toprağı işleme hakkını miras yoluyla aktarabilir; ancak mülkiyet hakkına sahip olmadığı için satamaz, bağışlayamaz, vakfedemez. Nadas ya da başka bir zorunlu sebep olmadan işlemeksizin boş bırakamazdı.
Çifti verasetle devralmak ya da ilk kez çift almak sırasında sipahi’ye (ya da emin’e) kiranın peşin bölümü “icâre-i muaccele” sayılmak üzere “tapu resmi” adıyla bir bedel öderdi. Bu arada toprağı üst üste üç yıl boş bırakırsa, çifti elinden alınır, ödediği tapu resmi de iade edilmezdi. Toprağı kendi imkânlarıyla işler, ürünü kaldırırken (daha önce söylendiği gibi) dirlik sahibine, oranı önceden belirlenmiş miktarda ürünü aynî öşür olarak öderdi.
Reâyâ, nakit olarak da her yıl mart ayında arazî kirasının sonradan verilen “icâre-i mueccele” bölümü anlamında, 22 akçeden 50 akçeye kadar değişen miktarlarda “çift resmi”ni öderdi.
Böylece devlet, kendiliğinden ortaya çıkabilecek bir toplum düzeni yerine, tahrir sistemi ve vergilendirme yoluyla kendi sınıflandırdığı bir düzeni kurarak çiftliklerin dağılması, tarlaların bağ, bahçe haline gelmesi ya da büyük mütegallibe çiftliklerinin kurulmasını da önlemiş olmaktadır.
n İspençe Resmi
Gayrimüslim reâyânın (“cizye” adı verilen “rûus” (baş) vergisi dışında) Müslümanların ödediği “Çift resmi”ne karşılık ayrıca ödediği vergiye “ispençe” denilmekteydi. Bu vergi işlenilen toprağa göre değil, Toprak işleyen her zimmîden kişi başına göre alınan bu vergiye ispenç ya da ispençe resmi denilirdi. Fatih Kanunnamesi’ne göre her gayrimüslim evli erkek sipahi’ye kendisi için 25 akçe aynı çatı altında oğlu varsa onun için de ayrıca 25 akçe öderdi. Bu miktar bazı yerlerde 20-30 akçe arasında değişirdi.
(b) Bâd-ı Hevâ
Osmanlı mâliye sisteminde miktarı önceden saptanamamış, zamanı ve tutarı önceden belli olmayan, düzensiz olarak toplanması beklenilen vergi ve resimlere bâd-i hevâ (niyâbet ya da tayyarat) denilirdi.
Bu tür vergi ve resimler, resm-i arus (gerdek resmi) ve tapu-yı zemin (vârisi olmayan çiftliklerin tapu bedeli ya da resmi), resm-i kaçkun[1240]ya da resm-i yâve[1241], resm-i ibak[1242], bağ, bahçe ve bostanlara zarar verenlerden alınan paraya çevrilmiş cezalar bunlardandır. Bâd-ı heva’nın, genellikle yarısı timar sahibine, yarısı sancak beyine verilirdi.
Kırsal kesimde örneğin evlenmelerden alınan resmi arus, gerdek resmi gibi niyabet resimleri ise sancak beyi, subaşı, yaya sancakbeyi, müsellem sancak beyi, vakıflar olarak kime “hasıl” yazılmışsa ona gönderilirdi.
n Gerdek Resmi
Gerdek yahut Arusek (veya Gelin) resmi de denir. Bir kız veya dul kadın evlendirilirken (kadıya verilen nikah muamelatı resmi dışında) timar sahibi yahut sancak beyine ödenen resimdir. Kızdan 60 akçe (bazı yerde 100 akçe), kadından 30 yahut 40 akçe alınır. Rüsumu, kız veya kadının nüfusunun arazî defterine kayıdlı olduğu yerin sahibi alır. Konar göçerlerde başka bir boy’a gelin gidiyorsa sipahiye kız ise 200 akçe, kadın ise bu resmin yarısı verilir.
n Yâve Vergisi
Yave (kaçkun) sonradan bulunmuş olan hayvan ve kölenin sahibinden alınan vergidir. Yave vergisini bulundukları yerin timar sahibi alır. Konar göçerlere ait hayvanların bulundukları yerler timar değilse boy beyi alır.
(c) Ağnam Resmi
“Koyun vergisi” olarak bilinen Ağnam resmi ya da “resm-i ganem” devletin çok önemli gelir kaynaklarındandır. Aslında “ağnam resmi” yedi değişik türde tahsil olunmaktaydı:
l) Koyun ve keçiden çiftinden bir akçe olarak alınan “adet-i ağnam”,
2) Rumeli’de 1/10 oranında alınan “öşr-i ağnam”,
3) Köprü, geçit ve iskelelerde alınan “selâmet akçesi” (geçit resmi),
4) Hayvan pazarlarında değişik oranlarda alınan “bâc-ı ağnam”,
5) Konar göçerlerden alınan “otlak, yaylak, kışlak” resimleri,
6) Kasaplık hayvanlar için alınan “şercin, dercin, mürde bacı, zebhiye”,
7) Her 300 koyun için yılda 5 akçe ağıl resmi (çit parası).
Yerliden, yörükden, eşkincilerden ve yüzdecilerden alınan “ağnam vergisi” ödeme güçlerine göre farklı olmaktadır. Örneğin genel kural yerli ve yörük’den iki koyunu bir akçe iken koyun ve keçileri kırılıp 24 veya daha az kalanlardan vergi alınmaz. Bu duruma “felâket” anlamında “kara” denir. Yılda yalnız on iki akçe “kara resmi” istenir. Diğer taraftan Padişah ve vüzera haslarından koyun başına bir akçe, timar ve zeamet köylerinden iki koyuna bir akçe olarak alınır.[1243]
(d) Konar Göçer Vergileri
Asıl işleri hayvancılık olan konar göçerler kışları avcılık yaparlar, biraz da tarımla uğraşırlar, civar şehirlerin et, yağ, yoğurt ve peynir ihtiyaçlarının bir bölümünü sağlarlardı. Sahip oldukları geniş sürülerle ülke hayvancılığına ve taşımacılığına hayvan sağlıyorlardı. Konar göçerler yerleşik tarımcı reâyâ gibi “çift” ve “hane halkı” esasına göre değil, iç yapılarına dokunulmadan, “topluluk olarak” vergilendirilirlerdi. Besledikleri hayvanlardan bir çift koyun için 1 akçe koyun vergisi (ağnam resmi), 300 koyunluk bir sürü için 5 akçe ağıl resmi ve ayrıca kışlak ve yaylak rüsumu alınır. Bazen bunun yerine bir koyun yahut bir kuzu verildiği ya da yahut otuz akçe alındığı da olur . Kanunnamelerde “Âdet-i ağnam”{koyun resmi) hesaplanmasında kaydedilen kuzulu koyun, kuzusu ile beraber bir kabul edilir. Keçilerden de hesaba dahildir. Bunun dışında çeşitli ayrıca, gerdek vergisi (resm-i arus), resm-i otlak vs kışlak, resm-i kovan vb. vergiler ve resimler alınırdı.
Timar (mirî) yaylaklarda yaylayan sürüler için yılda bir defa olmak üzere, sürü başına, veya koyun başına resim alınmaktadır.[1244]Hatta bazı yerlerde sürü vergisi “âlâ, evsat, ednâ” olarak da değişir. Hayvanı hangi timar sınırı içinde otlarsa, timar sahibine 17 şer akçe otlak resmi vermek “kanun-i kadim”dir. Bazı yerlerde diğer sancakdan gelen koyunların âlâsından 20 akçe, vasat’ından 15 akçe, ednâ’sından 10 akçe alınır. Develerin her biri 30 koyun olarak hesaplanır. Ancak aynı sancakta bulunan sürüden otlak resmi alınmaz.[1245]
Konar-göçer ahali dağda veya terk edilmiş arazide bir çiftlik yeri düzenler ve ziraata açarsa aynı yerde aynı işi yapan köylüden daha az resm alınır. Diğer taraftan konar-göçerler reâyâya bırakılmış bir yerde ziraat ederlerse o yerin kanunname’de yazılı vergi bedelini verirler. Bir konar-göçer başka sancaktan gelip bir timara yerleşirse zemin resmi verir.
Vergi bağışıklığı karşılığında aşiretler (Rumeli yörükleri) sahile yerleştirilip gemi yapımı ve malzeme temini, yol geçid muhafazası, kervanların korunmasında derbendcilik, köprü tamiri ve inşası, kale yapımı ve onarımında, madenlerin eşkıyalardan korunması, maden elde edilmesinde çalışmak[1246], çıkarılan madenleri ya da madenlerde kullanılan odun ve kömürü nakletmek, Ordunun nakliyat işlerinde[1247]ve yurdiçi inzıbat ve emniyet kuvveti olarak[1248]çalışmaları karşılığında “avarız-i divâniye”den bağışıktılar.
Bir kısım oymaklar da vergi ve rüsum ödemek yerine, savaşlarda kullanıldıkları dönemlerde ok ve yay gibi silahları imal ederek cebehaneye teslim etmişlerdir.
(e) Vergi Muafiyetleri
Reâyânın bir bölümü (örneğin dağ köylerinde bulunan derbentçiler gibi) belirli hizmetlerle görevlendirilip, başka bir deyişle “kılıç erbâbı” yapılıp bunun karşılığında da belirli vergilerden bağışık tutulurlardı. Yurtiçi hizmet bölüklerini oluşturan menzilciler, belderanlar, voynuklar, martulozlar, cerahorlar, derbentçiler, yürük, yaya, müsellem, canbaz ve şatır adları altında toplanan gayrimüslim askerî reâyâ bazı vergilerden kısmen ya da tamamen bağışıktırlar.
Kaleleri korumakla yükümlü hisar erleri ve kale mülâzımları, kürekçi, demirci, marangoz ustaları, kuşçular, madenciler, çeltükçüler, derbendciler, köprücüler, zâviyedârlar, emekli sipahiler, cami mülâzımları, hatip, imam, hâfız ve şeyhler, cemâat-ı ulemâ, şeyhler ve şeyhzâde denen şeyhoğulları, sipahizâde denen beyoğulları da, ya vergi ödemezler veya bazılarından muaf tutulmuşlardır.
Arazî tahrirler sırasında ilk kez işletilmeye açılan topraklar, orman ve madenler “hariç-ez-defter” olarak Defterhane kayıtlarına geçirilir, hizmetlilere bırakılırdı.
n Vergi İndirimleri
Özel durumlarda üç tür vergi yükümlüsünden de azaltılmış “kara resmi” alınırdı.
1.Hayvanları ölen ya da sayısı yirmi dördün altına düşen yörüklere “kara” denir ve “âdet-i ağnam” adıyla yılda yalnızca 12 akçe alınırdı;
2. Bir çift’lik toprağı olan köylü öldüğünde, toprağı iki oğlu arasında bölünür, evli olandan bennak vergisi, bekar olanından “kara resmi” alınırdı;
3. Kuraklık, sel, taşkın, dolu gibi doısıyla ürün alamayan köylü “kara resmi” öderdi.[1249]
n Vergi Kaçıranlar
Vergi ve rüsumların ödenmeleri sırasında zaman zaman anlaşmazlıklar oluyordu. Özellikle nüfus artışı sebebiyle konar göçer topluluklarının kendilerine tahsis olunan kışlak ve yaylaklarının, yetmemesi, dolayısıyla gerek ekonomik durumlarının bozulması ve gerekse salgın hastalıkların sürülerini kırması gibi sebeplerle vergilerini veremez duruma düşüyorlardı. Bu durum bunların dağılmasına ve daha iyi şartlar altında yaşayanlarla aralarında eşitsizlik sebebi oluyordu .
Diğer taraftan bazı tahrirlerde reâyâdan ödeyemiyecekleri ölçüde vergi istendiği ortaya çıkmış olduğundan vergi şikayetleri ve itirazları yapan konar-göçerlerin bulundukları bölgede vakit kaybetmeden sayım yapılıyordu.
Devletin yaptırdığı bu kısmî sayımlarla hem vergi adaletsizliği önleniyor ve hem de vergi kaçıranlar tesbit ediliyordu. Diğer taraftan vergi vermemek için bazı topluluklar (örneğin bazı konar göçer oymakları gibi) üslendikleri yurdiçi görevleri ileri sürerek askerî sınıftan olduklarını iddia ediyorlardı. Ya da bazı cemaatler yapılan sayımlara yine askerî’lik gibi sebeplerle itiraz ediyorlardı.[1250]Bazan bir kısım şehir, kasaba halkı hatta köylüler vergilerinden kurtulmak için seyyid’lik iddiasında bulunuyorlar veya askerî olduklarını ileri sürüyorlardı.
(2) Yerleşik Bölgeler
Bu tür vergilerin kaynağını ticaret ve zanaatle uğraşan “şehirlü” halkın uğraştığı işten alınan ve kanunnamelerde belirtilen “resim-bac” (vergi) oluşturur. Şehirlerin en önemli alış veriş merkezleri pazar ve çarşı idi. Tahrir defterlerinde vergilendirmeye tâbi Osmanlı şehirleri “Cuma kılınur ve bazarı durur” olarak geçer.
Şehirliler esnaf loncalarına bağlı olarak uğraştıkları zanaatla ya da öteki tarım dışı üretim ya da gelirlerinin ortalama olarak yüzde 10’unu bulan zekât ve sadaka türünden vergiler ve “avârız” ödemekle yükümlüydüler.
Şer’î vergilerin temelini oluşturan zekât İslam’ın beş şartından biridir. Hayvan sayısından “sevaim”, altın ve gümüşten “nukûd” ve mahsullerden “urûs”, ticaret mallarından ondalık hesabıyla “âşir”[1251], maden ve definelerden “rikaz” adıyla tahsil olunurdu.
(a) Nüzul Mükellefiyeti
Nüzul lojistik bir terim olarak «askerin iaşesi» için menzillerde askerin gelişinden önce mikdarı ve cinsi tespit edilmiş olarak hazır bulundurulan erzak manasına gelmektedir. Sınırlarında savaşan orduların iasesi için halktan “nüzul” olarak un ve arpa alınmaktadır.
Başlangıçta “nüzul mükellefiyeti”, ordunun geçeceği yolun güzergahı civarında bulunan şehir, kasaba ve köylerden istenen mikdarı tesbit edilmiş bu erzakın belirtilen menzillere taşınıp hazır bir durumda bulundurulması anlamına geliyordu.
Ancak On altıncı yüzyılın sonlarında nüzul mükellefiyeti olarak istenen un ve arpa, artık ordu menzillerine değil hudut boylarına, savaş alanlarına ulaştırılmak üzere belirli noktalarda kurulan ordu anbarlarına konmaktadır. Böylece ordunun stratejik harekatına göre iaşe ikmali yapılmaktadır.
Öşür ve salâriye gibi ayni vergilerin ödenmesinde doğrudan doğruya sahib-i arz ve tasarrufu kendisine bırakılan tarlada üretim yapan çiftçi mükelleftir. Oysa nüzul’de mükellefiyet kazaya yani bir kadı’nın adlî ve idarî yetki alanına giren malî ve iktisadî bölgede bulunan şehir, kasaba ve köy gibi yerleşim birimlerine aittir. Başka bir deyişle orduların iaşesi için toplanacak miktarı ve cinsi belli erzakı teslim etmekle mükellef malî bölge kaza olmaktadır.[1252]
Önemli bir husus da, aynı yıl içinde hem “nüzul” ve hem de “avârız akçası” birlikte alınmamaktadır.
(b) Sürsat Mükellefiyeti
Ordu-yi Hümayun sefere çıktığında memleket içinden geçtiği yol boyunca sıralanan yerleşim birimleri tarafından iaşe edilmektedir. Orduların yol boyunca iaşesini sağlamak maksadıyla alınan bu “aynî mükellefiyet”in adı “sürsat” idi.
Dolayısıyla ordunun hareketinden evvel takip edeceği yol üzerinde kısa bir müddet kalacağı “oturaklar”, daha uzun konaklıyacağı menziller belirleniyor ve bu beklemelerde yiyecek ve yem olarak gerekli olan «un, ekmek, yağ, bal, koyun, ot, arpa, yulaf, saman, odun» miktarları belirlenip kadılara önceden emirler gönderilerek bu zahirenin temini isteniyordu.
Kelime anlamı olarak Osmanlı malî mevzuatı bakımından gerçek durumu açıklayan “götür-sat” maksatlı bir kullanımdan türemiştir. Sürsat için menzile götürülen zahire ve canlı hayvanlar önceden gönderilmiş “sürsat””memurları tarafından defter kayıtlarına göre teslim alınır, bedelinin yarısı peşin ödenir, gerisi için kısa vadeli senetler verilirdi.
Görüldüğü gibi, nüzul mükellefiyeti gibi askerî maksatlara yönelik “sürsat” aslında mutlak bir vergi türü olmayıp karşılığında bedeli alınan bir mükellefiyettir. Başka bir deyişle devletin tesbit ettiği bedeller karşılığında halkın bir kamu görevi olarak muayyen miktarda mal teslim etme zorunluluğudur. Dolayısıyla “sürsat” yaptırımlı zorlayıcılığı ile bir mükellefiyet ise de hukukî durumu açısından karşılıklı satış akdi olmaktadır.[1253]
Buna rağmen, ordunun ülke içindeki sefer yolları belirli olduğundan, bu yollar civarındaki şehirlerin ahalisinin bu değişmez mükellefiyetleri dolayısıyla sıkıntıya düşmememeleri için devlete karşı olan diğer vergi yükümlülükleri düşük tutulmaktaydı. Bununla beraber “sürsat” karşılığı alınan (ivazlı) bir mükellefiyet olduğundan, tam anlamıyla vergi sayılmamakta ve dolayısıyla aynı belde halkı hem “nüzul” ve hem de “sürsat” mükellefiyetlerine tabi olabilmektedir.
(c) Niyâbet Vergileri
Şehirlerde ehl-i örf’ün hizmetleri karşılığı alınan resimler, “beytülmâl-i amme ve hassa”, “mâl-i gaib” denilen vârisi belli olmayan para ve mallar; “mâl-i mevkûd” denilen yeri uzak yahut bilinmediği için vârisine ulaşılamayan mal ve paralar veya işlenen suçlar sebebiyle suçlulardan alınan “kan resmi, cürm ve cinayet resimleri, cerimeler (para cezaları),” gibi düzensiz olarak toplanması beklenilen vergi ve resimlere “Niyabet vergileri” denilir ve Hazine’ye gönderilirdi.
Suç işleyenlere mahkemelerce kesilen para cezaları (cerimeler) önemli bir yekün tutmaktadır. Hazinenin ayrı bir gelir kaynağı olan, suç ve cezaları ilgilendiren bu vergiler mukataa kabul edilerek Divân’ca görevlendirilen görevliler tarafından toplanıp üç ayda bir Hazine-i Hümâyun’a gönderiliyordu. Daha sonraları bu vergiler “Şehir Zeameti” adı altında toplanmıştır.
Diğer taraftan mahkeme kararı ile “cürüm ve cinayet vergileri” alınmasına, kanunnamelerle ve çeşitli fermanlarla yasaklanmış olmasına rağmen içki üretimi ve alkollü içkilerin tüketildiği meyhaneler daima mevcudiyetlerini korudular. Bu tür iş yerleri gayrimüslim nüfusun ağırlıkta bulunduğu yörelerde daha fazla idi.
(d) İhtisab Resmi
Narh verilme işleminde tarafsızlıkla karar verebilmek için Sadrazam muhtesibi, esnaf ileri gelenlerini ve bî-garez müslümanları toplar. Narh belirleme işleminden sonra muhtesibler narh verilen dükkan sahiplerinden “Narhlık Akçası” denilen ikişer akça “İhtisab resmi” alırlardı. Narhlık akçası mallarını sergileyerek satanlardan daha az olarak alınırdı.[1254]
(e) Gümrük Vergileri
Osmanlılar’da gümrük uygulamaları, devletler arası ticaretin sınır geçişlerinden dışında, iç ticaret malları için “kara gümrükleri”[1255]ve hem iç hem dış ticaret mallarının getirildiği sahil gümrükleri vardı. Örneğin deniz taşımacılığının yoğun yapıldığı yollar üzerinde olan İstanbul, İzmir, Antalya, Selanik, Beyrut Trabzon, Kefe gibi merkezler hem dış ticaret ve hem de iç ticaret için önemli gümrük merkezleri idi.
Diğer taraftan kara yoluyla yapılan ticarette örneğin Bursa, Erzurum, Tokat, Diyarbekir, Bağdat, Şam, Halep, Edirne, Belgrad gibi büyük şehirlerdeki gümrükler hakkında bir ferman gönderilirken yahut buralara ait gümrük gelirleri iltizama verilirken, daha küçük yerlerdeki kara gümrükleri için “tevâbi gümrükleri” denilerek büyüklerle birleştirilirdi.[1256]
Ülke içindeki şehir ve limanlar arasında nakledilen mallardan alınan “dahili gümrük” resimleri “amediyye, reftiyye, masdariyye ve mürüriyye” gibi isimlerle toplanırdı.
Amediyye, bir bölgeden diğer bölgeye taşınan karadan veya denizden yerli-yabancı her türlü emtia ve eşyadan vardığı yerde satıcıdan alınan resimdir. Reftiyye, bir bölgeden başka bir bölge veya yabancı bir ülkeye ihraç edilmek üzere olan ticari mala bulunduğu yerde uygulanan vergidir. Masdariyye, yabancı bir ülkeden getirilerek herhangi bir liman veya şehirde başka bir tüccara satılan yabancı mallardan alınan resimdir. Mürûriyye resmi ise Osmanlı toprakları üzerinden başka bir ülkeye transit olarak geçirilen yabancı mallardan alınırdı.
Bu dahili gümrüklerin devlete maddî gelir kaynağı sağlamaktan daha önemli olan amacı, malların üretildikleri bölgelerde tüketilmelerini sağlamak ve başka bölgelerde ihtikâra, fiyat spekülasyonlarına sebep olmalarını önlemektir. Dahili gümrüklerin oranı sabit değildi. Zaman içinde ve değişik bölgelere bölgelere göre farklılık göstermiştir.
Diğer taraftan kapitülasyonlar gereği çıkış gümrükleri %3’te sabit tutulmakla beraber, dahili gümrükler arttırılarak aradaki fark kapatılmak istenmiştir. Zira ecnebi tüccar sadece % 3 oranındaki ihraç gümrüğü ödemektedir. Ancak satılan mallar üretim bölgesinden ihraç edileceği yere ya da limana kadar yerli tüccar tarafından dahili gümrükleri ödenerek götürülmekteydi. Böylece vergi malın satış değerine eklenmiş oluyordu.[1257]
“Gümrük resmi” denilen bu verginin ödenmiş olduğunu belgelemek için sahibine “edâ tezkire”si verilirdi. Gümrüklere giren malların sahipleri, cins, miktar ve alınan gümrük resminin (sahillerde malı getiren gemi ve kaptanının ismi, kayıtlı olduğu liman ve milliyetinin de) gösterildiği defterler tutulurdu.
c. Avârız-i Divâniyye
Uzun süren savaşlar ve yenilgiler, Osmanlı yönetimini örneğin On altıncı yüzyıl sonlarında “İmdâdiye” vergisi gibi yeni vergiler salmağa zorladı. Ancak “Avârız akçesi”nin kökeni Sultan II. Bayezid dönemine, hatta daha eskiye uzanır. “Avârız” özellikle savaş, seferberlik gibi olağanüstü hallerde Ordu-yi Hümâyun’a savaş malzemesi, tahıl ve saman sağlamak sebebiyle tahsil olunan miktarı, ölçüsü belirsiz olan bir verginin adıydı. Buna Avârız-i Divâniyye denilirdi. Avârız kelimesi sözlükte “kazâlar, belâ’lar, engeller, engebeler” anlamına gelir. Yâni başlangıçta savaş için gerekli ihtiyaçların âcilen giderilmesi için muvakkat (geçici) bir vergi olduğu hâlde, sonraları her seferinde bu yola başvurulup tekrarlanmasıyla “daimî” (yerleşik) bir biçim almıştır. Kısacası avârız başlangıçta “donanma için kürek yapmak, kürekçi vermek başta gelmek üzere, ot, saman, zahire vermek; kale, köprü, yol tamirlerinde bedenen çalışmak” veya “avârız akçesi” denen parayı ödemesi gibi olağanüstü hallerde halka yüklenen malî, aynî veya bedenî vergiyken On altıncı yüzyıldan başlamak üzere giderek mikdarı belli rutin vergi biçimine dönüştü. Diğer taraftan yalnız savaş masrafları değil çeşitli devlet masraflarını karşılamak için de uygulanır, kullanılır oldu.[1258]
Verginin toplanması ve hesaplanmasına esas oluşturmak üzere “avârız haneleri” denilen yükümlü birimleri tesbit edildi. Örneğin On altıncı yüzyıl başında, Anadolu’da 550 bin avârız hanesi vardı. Kaba bir hesapla her hanede kadın, yaşlı ve çocuklar dışında en az iki kişinin yükümlü olduğu kabul edilirse, adam başına 200 akçe hesabıyla[1259]250 milyon akçe vergi toplanacaktır. Bunlara koyun başına 2, hane başına da 40 akçe daha ilave edilirse, toplanan miktar 500 milyon akçe’den ya da 25 bin kese’den ya da 12.500 yük’den fazla olacaktır.
Yeni fethedilen ülkelerin toprakları mirî arazi kapsamına alınarak “tahrir”leri yapılırdı. Arazî önce “havass-ı hümayun” olmak ve iki- üç köylük birimler esas alınarak bölümlere ayrılır. Vezirler, eminler, zaimler ve tımarlılara dirlik sancakbeyleri, dizdarlar ve muhafızlara da arpalık olarak dağıtılırdı.
Tahrirler sırasında tespit edilen orman ve madenler Defterhane kayıtlarına “hariç-ez-defter” olarak geçirilirdi.
Dirlik işlemleri Defterhane Tahvil Kalemi’nde yürütülürdü. Tımarlar verasetle babadan oğula geçmekle beraber örneğin reâyâya kötü davranılması, haksızlık yapılması gibi şikayetlerin doğrulanması hâlinde geri alınabilirdi.
Toprağın verimsizleşmesi, gelirin düşmesi hâlinde ise dirlik beratı yeniden düzenlenebilirdi. Diğer taraftan dirlik sahibi, dirliğindeki sahipsiz ve ekilmemiş toprakları tapu resmi karşılığında işlemek üzere kiraya verebilirdi.
a. Arâzi Tahrirleri
Arazî tahrirleri dirlik’lerin düzenini takip etmek için olduğu kadar, reâyâ’nın iskân siyaseti, vâridatı ve nüfusu hakkında Merkez’e değerli bilgiler sağlamaktadır. Yeni fethedilen ülkelere heyetler gönderilerek arazî ve emlâkin kayıtları çıkartılırdı. Bunun dışında bir yerin geliri büyük miktarda artar veya eksilirse, nüfusu başka yere geçerse veya yeni göçlerle kalabalıklaşıp yeni köyler kurulursa, yahut da arazi ihtilâfları artarsa ve periyodik olarak da her 30 yılda (en geç 80-100 senede) bir arazî tahrirleri yenilenirdi.
Arazî tahriri işleri “Nişancı” nezaretinde «muharrir-i memâlik» (yahut kısaca «muharrir» veya “İl yazıcı”) denilen bir görevlinin emrindeki kâtiplerle yapılırdı.
Arazî, önce Padişah has’ları, havass-ı vüzerâ, paşmaklıklar, arpalıklar, zeametler ve timarlar, Padişahlara mahsus vakıflar, diğer vakıflar ve bütün mülkler olmak üzere muhtelif cinslere ayrılırdı. Sonra arazî tahriri yapılacak bölgedeki şehir, kasaba ve köyler dolaşılarak vergi yükümlülerinin ve vergi muafiyeti olanların künyeleri, hangi sebeplerle muaf oldukları, topraksız köylü, evli ve bekâr, ihtiyar, sakat, sanat sahibi ve ilmiyye mensupları, köy merası, kışlağı ve yaylağı, korusu, ormanı, çayırı, hayvanları, buğday, arpa, nohut, ceviz, üzüm, bal, sebze, meyve, pirinç ve sair üretiminin yıllık miktarı ve yükümlü olduğu vergiler ve kimlere “dirlik” olarak tahsis edildikleri yazılırdı.
Yeni tahrirler sırasında edinilen bilgiler eski tahrire ait defter kayıtları ile karşılaştırılarak yanlışlık yapılmamasına çalışılırdı. Bu defterlerde bütün nüfus tek tek sayılmaz, yalnız vergi mükellefi erkekler ve bazı vergilerin taksimatı için gerekli olan “hane sayısı” belirtilirdi. İl yazıcı (muharrir)’nın topladığı bu bilgilerin temize çekildiği deftere «mufassal» denilirdi.
b. Dirlik’ler
Yeni ülkeler fethedilince toprak ve nüfus sayımı yapılır, geliri saptandıktan sonra padişah’a “havass-ı hümayun” olarak ayrılanlar dışında kalan arazi gelirleri açısından belirli dilimlere bölünür, vezir beylerbeyi, sancakbeyi ve sipahilere “dirlik” olarak verilirdi.[1260]
“Dirlik” terimi, genel anlamıyla “timar, zeamet, has” olarak seyfiye sınıfı için hizmet karşılığı gelir olarak tahsis olunan tevcihat’ı kapsar. Aslında kapıkulu askerlerine maaşları yevmiye, ulufe türünde nakit para olarak verilir. Bunlar dışında sürekli olmasa da bazı devlet hizmetlerine maaş verildiği gibi, bazı ulemâ’ya da vakıf gelirlerinden gündelik bağlanmıştı.[1261]Dolayısıyla ulufe ve benzeri verilen maaşlara da veya malikâne, arpalık türü tahsislere de “dirlik” denilirdi. Yıllık geliri 3 000-20 000 akçe olanlara “timar”, 20 000-100 000 akçe olanlara “zeamet”, 100 000 akçeden fazla olanlara da “has” adı verilirdi.
Tımara çıkan bir yeniçeri’ye 9 bin akçelik dirlik verilmektedir. Ocak hasekilerine 10 bin, yayalar ve bölükbaşılarına 15 bin, defterdar’lara 130-160 bin, nişancıya 180 bin, yeniçeri ağasına 200 bin, vezirlere l milyon, sadrazam’a 1,2 milyon akçelik dirlikler verilirdi.
Dirlik sahiplerinin toplayacakları vergiler bağlı oldukları eyalet ya da sancak kanunnamelerinde gösterilmişti. Ancak dirlik sahipleri toprağın mülkiyetine sahip değil, fakat bazı yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla, toprağı işleyen reâyâ’nın “cizye, koyun resmi ve avârız vergisi” dışındaki tekâlif-i şeriye’si ile sınırlıdır. Bu bağlamda “selâmet, geçit, otlak, yaylak, kasabhane, serçin” denen sevaim zekâtı ile “öşür, cizye, zemin, çift, tapu, bennak, raiyyet” vergi ve resimlerini toplamak ve tasarruf etmek hakkına sahipti.
Diğer taraftan tımar sisteminin bozulması ve tımarlı sipahilerin geri hizmete alınmasıyla sayısı arttırılan kapıkullarına ulufe sağlamak Hazine’nin yükünü iyice ağırlaştırdı.[1262]Üstelik ziraî üretim de azaldı.
(1) Tımarlar
Osmanlı tarım ekonomisinin temelini oluşturan timar sistemi özellikle Rumeli’de gayrimüslim ülkelerden kazanılmış topraklar üzerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. Osmanlılar Anadolu’da yerleşik toprak düzenini bozmak istemediler. Dolayısıyla Beylikler Dönemi’nden devredilmiş tımarlara dokunmadılar. Hatta eski tımar sahiplerini de yerlerinde bıraktılar.
Timar sahibine “sipahi, sahib-i arz, sahib-i râiyet” denirdi. Çıplak mülkiyeti devlete ait timar arazisinin sipahiye tahsis edilmiş bölümü “kılıç”, “kılıç yeri”, “hassa yeri”, “hassa çiftlik” adlarıyla anılırdı. Bunun dışında kalan “reâyâ çiftlikleri”ne ayrılmış arazî‘yi, tescilli tapu resmi karşılığında işlenmek üzere reâyâya kiraya verirdi. Toprağın mülkiyetine değil bazı yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla, toprağı işleyen reaya’nın cizye, koyun resmi ve avârız vergisi dışındaki vergilerini toplamak ve tasarruf etmek hakkına sahipti.
Köylüler bir çift öküzün işleyebileceği büyüklükte toprak üzerinden elde ettikleri gelir karşılığında “cebelû” olarak sefere katılmak ve sipahi’ye “çift resmi, (gayri müslimler için “ispençe”), bennak resmi, arûs resmi, cürüm ve cinayet resmî” gibi tekâlif-i örfiye ile (öşür gibi) tekâlif-i şeriyeyi ödemekle yükümlüydüler.[1263]Reâyâ aynî olarak ödediği vergileri sipahinin anbarına ya da pazar yeri’ne götürmek zorundaydı.[1264]
Sipahi, kendisine ayrılmış “hassa çiftliği”ni de kiraya verebilirdi. Bu durumda ekilen arazinin dönümü üzerinden “kulluk hakkı” olarak toprağın verim durumuna göre âlâ (en iyi) için iki, evsad (orta) için üç ve ednâ (kötü) için beş dönümünden beş akçe alırdı.
Küçük timar sahipleri “rüsûm-i şeriye” (öşür, tapu resmi) ve “rüsûm-i raiyet” (bennak resmi, mücerret resmi) toplarlar ve tasarruf ederler. Üzerlerinde “serbest” kaydı bulunan ve “Serbest dirlik” denilen büyük tımarlar ya da zeamet ve has’ların dirlik sahipleri “rüsûm-i serbestiye” (cürüm ve cinayet vergileri, arûs resmi) de alırlardı. “Cizye, koyun resmi ve avârız vergisi” devlete kalırdı.
(a) Timar’ın Şartları
Tımar’ın süresi sahibinin ömrü ve sipahilik hizmetini aksatmaksızın yerine getirmesiyle sınırlıdır. Yararlığı görülen sipahilere (ya da bazı durumlarda kapıkullarına) “ibtida” olarak tımarın yalnızca “kılıç” (ya da “kılıç hakkı”) denen çekirdeği verilirdi. Bu çekirdek kısma zamanla yeni “terfi” ve “iltihaklar” olarak gelirini toplayabileceği bazı köyler ya da mezralar eklenirdi. Ancak bu ilavelerden elde edeceği gelirin sınırı kanunnamelerle saptanmıştır.
Sipahi öldüğünde yetişkin oğluna tımarın yalnızca “kılıç” (ya da “kılıç hakkı”) denen ilk çekirdeği devletin yeniden değerlendirmesine bağlı olarak verilebilir. Ancak yararlıkları karşılığı babasının tımarına sonradan yapılmış “terakki”, “terfi” ve “iltihak” gibi eklentiler varsa onlar geri alınır.
Timarın çeşitli türleri vardı. “Serbest tımar”ların gelirleri daha fazla olduğu gibi, sahiplerine bazı yetkiler de tanınmıştı. “Münavebe tımarı” ya da “benevbet tımar” birden fazla kişinin üzerinde bulunmakta ve bunlar sırayla sefere gitmekle yükümlüydüler. “Mülk tımarlar”da mülkiyete yakın bir tasarruf hakkı bulunurdu.
Timarlar sipahiler dışında kale dizdarları (komutanları), savaşta yararlık göstermiş askerler, Kaptan Paşa eyâletinde denizle ilgili görevleri olan kimselere de tevcih edilmekteydi. Örneğin “Müstahfiz tımarı” bir kaleyi korumakla sorumlu dizdarlara verilirdi.
(b) Timar’ın Geri Alınması
Timarını terk ederek hizmetini ihmal eden ya da sefere katılmayan sipahilerin tımarları geri alınırdı. Cinayet, dine saygısızlık, isyan, sarhoşluk, zina, reayaya kötü muamele gibi suçlar da tımarın kaybedilmesine sebeplerindendir. Ancak devlet tımarı hiçbir sebep gösterilmeksizin de geri alabilir. Ölüm ve emeklilik durumlarında da tımar boşalırdı. Boşalan tımarların (mevkuf) gelirleri, yeni bir tevcih yapılana kadar, bir mevkufçu (ya da mevkufatçı) tarafından toplanırdı.Devletin tımar üzerindeki denetimleri ve tımar sahiplerinin değiştirilmesi, sipahilerin taşrada bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmasını önlemiştir.
(2) Zeâmet’ler
Zeamet, sancakbeyleri ve beylerbeylerinin yararlık göstermiş oğullarına, tımarlılara, yörük, voynuk, müsellem ve yaya beylerine, tımar defterdarlarına, defter kethüdalarına, çavuş, müteferrika, kapıcı, Dîvân katibi olanlara, subaşılara askerî görevler karşılığı beratla verilen ve yıllık geliri 20 - 100 bin akçe arasında bulunan orta boy dirliklerdir.
Zeametin 20 bin akçelik çekirdek kısmına “kılıç”, fazla kısmına da “hisse” denirdi. Zeamet herhangi bir sebeple boşalırsa, “bozuntu fermanları” hazırlanarak 20 bin akçelik “kılıç” kısmı önceki zaimin oğluna ya da bir başkasına beratla verilir, “hisse” dilimi ise diğer tımar ve zeamet sahiplerine “terakki” olarak dağıtılabilirdi. Zaimlere bazan başka sancak ve kazalardaki zeametlerden de terakki verilebilirdi. Merkez isterse zeameti geri alabilir, ya da yerine “bedel-i zeamet” denen aylık bağlardı.
Zâim’ler zeamet gelirinin gerektirdiği sayıda atlı, donanımlı, harçlıklı cebelü besler. Buna karşılık dirliğin tekalif-i Şeriye ve tekalif-i örfiyesini doğrudan toplardı.
(3) Has’lar
“Hass-ı Hümâyun” terimi ile anılan Padişah’a ilişkin dirlikler Fatih Kanunnamesi ile düzenlenmiştir. Hass-ı Hümâyun gelirinin bir bölümü Devlet Hazine’sine, diğer bölümü de doğrudan Padişaha ait olurdu.
Sadrazam, vezirler, beylerbeyleri ve sancakbeyleri’ne görevle ilgili tevcih edilen haslar ise “havass-ı vüzera” adıyla anılırdı. Bu hasların yıllık gelirleri 1-1,5 milyon akçe arasında değişirdi. Has sahiplerinin vergilerini voyvoda denilen görevliler toplardı.
Her Padişah değişiminde tüm beratlar değişir, has sahiplerine de yeni beratları belirlenen bir harc karşılığı olarak gönderilirdi.
Has’taki toprakları gerektiği işlemeyen köylünün elinden arazi alınarak bir başkasına verilirdi.
(a) Havass-ı Hümâyun
Havass-ı Hümayun olarak kayda alınan topraklar yine eski sahipleri tarafından ekilip biçilir, ancak bunlar öşür ve benzeri dirlik vergilerini Hazine-i Âmire tarafından atanan kethüdalar ve eminler aracılığıyla doğrudan Hazine’ye verirlerdi.
Havass-ı Hümayun hasları daha sonra diğer tımar ve zeamet gelirleri gibi “mukataat” olarak her yıl açık artırmayla mültezimlere verildi. Hatta has bedellerinin birkaç yıllığı götürü olarak değerlendirilerek topluca peşin alınması ya da “malikâne” adıyla ömür boyu verilmesi yoluna gidildi.
(b) Havass-ı Vüzerâ
Bu haslar görevle bağlıdır. Görevden ayrılanların elinden alınır.Çağdaş deyimlerle “maaş” niteliğinde olduklarından toprağa bağlı hasların gelirleri ile birlikte başka gelirleri de kapsar. Dolayısıyla bu bağlamda beylerbeyi has’ları bir buçuk milyon (on beş yük), sancakbeylerininki beş yüz bin (beş yük) akçe’ye kadar çıkabilir. Anadolu’da has sahibi olan beylerbeyleri ve sancak beyleri sefer sırasında her üç bin, Rumeli’de her beş bin akçesi için bir cebelu götürmek zorundaydılar. Ancak, sâlyâneli eyaletlerin[1265]tüm gelirleri devlet tarafından alındığından, oralardaki beylerbeyleri ya da valilere has yerine sâlyâne (yıllık ödenek) verilirdi. Bunların salyaneleri bir veya bir buçuk milyon (on ya da on beş yük) akçe arasında değişirdi.
On sekizinci yüzyılda kaldırılan bu yöntemlerin yerine eyâlet valileri için sulh zamanında “imdâdiye-i hazâriye” ve savaş zamanında “imdâdiye-i seferiye” denilen vergiler getirildi.
(4) Paşmaklık’lar
Başlangıçta Padişahın annesi “Valide Sultan”a, kızları, kız kardeşleri ile hasekilerine tahsis edilen 20 bin akçeye kadar olan bir ya da birkaç köyün tımarına “paşmaklık” (başmaklık) denilmekteydi.
On altıncı yüzyılda boşalan zeamet ve tımarlar da “paşmaklık”lara eklenerek gelirleri artırıldı. Mukataa ve malikane usulüyle işletilen valide sultanın paşmaklığı, “Valide Sultan Kethüdalığı”nca yönetilir duruma geldi. 1.000 keseden az olmamak üzere savaşta zaptedilen toprakların Hazine’ye ait mukataa ve malikâne gelirlerinden alınan paylar, İstanbul’da Pera’ dan toplanan tüm vergiler, Mısır, Macaristan, Bosna ve öbür bazı eyaletlerden ayrılan özel gelirlerdir.
Valide Sultan’lar bu paralarla, kendi isimleriyle anılan birçok cami, külliye ve hayrat işleri yaptırmışlardır. Diğer taraftan baş hasekiye de yılda 500 keseden az olmamak üzere paşmaklık bağlanırdı. Ama bu uygulamanın Hazine’ye yük getirmesi sebebiyle “Baş Haseki” ya da “Haseki Sultan” unvanları verilmekten kaçınılmıştır. Padişah kızlarının da 500 kese tutarında paşmaklık’ları vardır. On sekizinci yüzyılda valide ve haseki sultanlarla Padişah kızlarına haslar ayrıldı. Paşmaklıklar havass-ı Hümâyun ve havass-ı vüzera ile mirmiran haslarına göre üçüncü sırada yer almaktadır.
Paşmaklık haslarının mansıb haslarından başlıca farkı ömür boyu bağlanmasıydı. Diğer kadınlara, eski valide sultanlara, ölen Padişahın kız kardeşlerine ve cariyelerine ise “vazife ve âdet” denen aylıklar bağlanmıştır.
(5) Arpalık’lar
Osmanlı Devleti’nde emekli olanlara ya da görevinden alınanlara için “arpalık maaşı”, daha sonraları “tekaüdiye”, “mazûliyet maaşı”, “tarik maaşı”, “rütbe maaşı” gibi adlarla emekli maaşı bağlanmaktaydı.
On altıncı yüzyılda önceleri Ordu ve Saray erkânına ve Saray kapıcıbaşlarına maaşlarına ek olarak veya mazûliyet (emekli) maaşı niteliğinde ödenek olarak veriliyordu. Ardından Şeyhülislamlık, Kadılık, Kazaskerlik gibi İlmiye ricaline de verilmeye başlandı. Daha sonra İlmiye sınıfının tüm ileri gelenleri bundan yararlandı. On yedinci yüzyılda yararlık gösteren ya da kapı halkı olan vezirlere, ümerâya ve yöneticilere de arpalık bağlandı. Sancakbeyleri, dizdarlar, muhafızlar ve tahsisat olarak gazilere de “arpalık” dağıtılırdı.
“Arpalık” yukarıda anılan kişilere, bir kaza ya da sancağın yıllık gelirinin bir bölümünün “arpalık dirlik” olarak tahsis edilmesi, ya da Hazine’den “arpalık ulûfe” olarak belirli bir yevmiye verilmesidir. Arpalığın azami yıllık miktarı idareciler için 100 bin, ilmiye ricali için 70 bin, Yeniçeri Ağası için 58 bin, Saray mensupları için en yüksek tımar karşılığı olan 19.999 akçe olabilirdi.
On sekizinci yüzyılda ilmiye mensupları dışındaki arpalıklar kaldırıldı. On dokuzuncu yüzyılda arpalık dağıtımları şeyhülislam ve çok az sayıdaki ulema ile sınırlandırıldı.[1266]
(6) Yurtluk ve Ocaklık’lar
“Yurtluk” Bir yerin gelirinin ömür boyu tasarruf edilmek üzere tevcihi anlamındadır.
“Ocaklık”, kale muhafızlarının veya şehirlerde yerlikulu askerlerin ulûfelerini karşılamak üzere devletçe ayrılan öşür ve örfî geliri toplamak üzere hizmet karşılığı verilen dirliktir.
“Yurtluk ve ocaklık” ise bir yerin gelirinin ömür boyu ve verasetle tasarruf edilmek üzere verilmesidir. Ancak geliri bu şekilde verilen arazinin sahibi değildir. Araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezdi. Bu tür tevcihat özellikle Doğu sınır boylarındaki yerli Beylerden sadakat ve bağlılıkları görülenlere, hanedanlarının uhdesinde bırakılmak ve bulundukları yerlerde verasetle devam etmek üzere uygulanmıştır.[1267]
Bu tür tevcihatın timar’dan farkı, özellikle bir hizmet karşılığı olarak verilmemesi, geri alınmaması, sahibine yönetsel ve bazı şartlarla bir kısım yargılama yetkisi verilmiş olmasıdır.
c. Baştina’lar
Osmanlı Devleti, ev, bağ ve bahçe gibi taşınmaz malların miras yoluyla aileye geçmesine izin verdiği halde, toprak devletin malı sayıldığından, (özellikle gayrimüslim) reâyâ’ya yalnızca araziyi ekip biçme ve ürününden yararlanma hakkı tanınmıştı. Bununla beraber Bosna’nın gayrimüslim ahalisine ayrıcalık tanınmış ve işledikleri arazilerin miras yoluyla evlatlarına geçmesine izin verilmişti. Bosna’da miras yoluyla çocuklara intikal eden büyük çiftliklere “baştina” denilmektedir. Arazi miras yoluyla aileye geçerse, devlet malı olmaktan çıkar ve “baştina” olurdu.
d. Malikâne’ler
“Mâlikâne usûlü” On yedinci yüzyıl sonlarında Hazineye âcil yeni kaynaklar bulmak için çıkarıldı.[1268]Malikâne toprak, ömür boyu (kayd-ı hayat şartıyla) mâlikâneci’nin tasarrufuna bırakılmaktaydı. Böylece timar sisteminin aksine, toprağın rakabesi (mülkiyeti) kişilere ömür boyu olmak üzere veriliyordu.
Malikâne hakkı Hazine tarafından müzayede (artırma) ile satışa çıkarılıyordu. Bu müzayedede mirî bir gelirin tasarruf hakkını malikâne olarak alan kişi hayatı boyunca malikâne hakkına sahip olurdu. Ancak bu hakkı üçüncü şahıslara satamaz ve ölünce sözleşme sona ereceğinden mirasla devrolunmaz, malikâne yeniden müzayedeye çıkarılırdı
Malikâne’de toprak mülkiyetinin muvakkat anlamda da olsa satışı, vakıf mallarının kiralanmasında uygulanan “icâreteyn” usulüne benzemektedir. Önce “muaccele” adıyla, mukataa’nın sağlayabileceği yıllık kârın 2 ilâ 10 katı arasında kalan miktarda bir satış bedeli Hazine’ye peşin olarak ödenir, daha sonra “mal” adı altında her yıl ödemeler yapılırdı. Böylece tımar ve iltizam usulü birlikte uygulanıyordu. Mâlikâne sahibi mirî ile dirlik sahipleri hem aynı haklara sahip ve hem de devlete karşı aynı yükümlülükleri üslenmiştir.
Diğer taraftan mâlikâne toprakları üzerinde çifçilik yapan köylüler yetiştirdikleri ürün üzerinden hem malikâne sahibine “malikâne hissesi” ve hem de devlete “divânî hissesi” adı altında iki ayrı vergi vermek zorundadırlar. Üstelik devlet hissesi (divânî)’nin fazlalığı malikãne sahibinin hissesine göre 3/4 oranına kadar varıyordu.[1269]Kısacası mirî topraklarda yaşayan köylülere oranla daha fazla vergi vermek durumundaydılar.
Önceleri malikâne’ler reâyâ’’a ayırımı yapılmadan herkese verilmekte iken sonraları[1270]yalnızca Seyfiye mensuplarına ayrıldı. Reâyânın malikâne sahibi olması yasaklandı. Böylece toprağın verimiyle ilgilenmeyen mültezim yerine malikânecinin çıkarları gereği mukataanın verimiyle ilgileneceği düşünülmüş ve hem de tımar düzeniyle iltizam usulü birleştirilmiş oluyordu. Mukataayı satın alan kişiye bir berat verilirdi. Bu berat gereği mukataanın gelirlerinde büyük artışlar olsa bile kadılar dışında kimse malikâneye müdahale edemiyordu. Hatta malikâne sahibinin mukataayı satmak hakkı da vardı. Malikâne ancak sahibinin ölümünden sonra yeniden açık artırmaya çıkarılabiliyordu. Ölen’in yetişkin oğlu babasından boşalan malikãneyi müzâyede sonucunda belirlenen en yüksek muacceleyi vermek şartıyla öncelikli olarak satın alabilirdi.
Malikâne sisteminin mirî toprak düzeninden özel mülkiyete dönüşüm sürecini hızlandırdığı görülüyor.
n Malikâne-Divânî
Bu yöntem mirî sistemin tam tersidir. Toprağın rakabesi (çıplak mülkiyeti) şahıslara, tasarruf hakkı ise devlete aittir. Dolayısıyla toprağın mülkiyet hakkı (malikâne) bir başkasına satılabilir veya çocuklara miras olarak kalır.
Dirlik sahibinin Devlet adına toprağa tasarruf etme hakkına “divânî” denmektedir. Kendisi diğer mirî dirlik sahiplerinin tüm haklarına sahip ve onlarla devlete karşı aynı görevleri yapmakla yükümlüydü. Dolayısıyla iki sahipli gibi olan bu tür topraklar üzerinde tarım yapan köylüler, miri topraklarda yaşayan köylülere oranla daha fazla vergi vermek zorundaydılar. Yetiştirdikleri ürün üzerinden malikâne sahibine “malikâne hissesi”, dirlik sahibine de “divânî hissesi” adıyla vergi öderlerdi. Divânî hissesi, malikâne hissesine göre daha yüksekti.[1271]
Devlet, Anadolu’nun doğu, güney ve iç bölgelerinde raslanan bu tür toprakların gelirlerini tımar olarak tevcih ederdi. Arazî’den işletilmesinden yükümlü olan reâyâ “malikâne hakkı” olarak öşür’ün yarısını toprağın rakabesine sahip olana, diğer yarısını da “divânî” hisse olarak dirlik sahibi kişiye öderdi.
Beratla atanan dirlik sahibi, toprak sahibinin malikâne hakkı dışında, tımar tevcihlerinde verilen bütün haklara sahiptir. Toprağın üzerinde devlet ve mülk sahibinin tam mülkiyeti olduğu söylenemez. Ama her ikisinin de belirli hakları vardır.
Aslında Anadolu’da ikili mülkiyetin tanınmasına Osmanlı öncesi Beylikler döneminde özel mülk olarak dağıtılmış topraklar yol açmıştır. Reâyâ genelde ürününün beş’te bir ilâ on’da bir’ini toprak kirası olarak “malikâne” sahibine, vergilerini ise “divanî” adıyla devleti temsil eden sipahiye vermektedir.
Diğer taraftan tımara ayrıldıktan sonra devlete kalmış topraklarda devletin işlettiği mirî hasların geliri ise doğrudan Hazine’ye gidiyordu.
e. Mukata’alar
Osmanlı Mâliyesi’nde mukataa[1272]“hâsılatı Dış Hazine’ye ait, tımar düzeni dışında kalan” bir vergi kaynağı’dır. Dolayısıyla hasılatı Hazine’ye girmeyen dirlik düzeni gibi vergi kaynaklarına “mukataa” denilemez.
Mukataa tek bir vergi türü için olabildiği gibi, örneğin kantariye, keyyaliye[1273], müskirat[1274]resimleri, pirinç, tuz, balık, bac[1275], gümrükler , madenler, darphaneler, dalyanlar gibi ürün, kurum ve işletmelerin vergileri gibi çeşitli türleri kapsayabilir. Diğer taraftan belli bir bölge veya bölgeleri de kapsamına almış olabilir. Ancak mukataa’nın Dış Hazine’ye gelir olarak girmesi “iltizam” veya “emanet” yoluyla olur.
Şehirlerdeki niyâbet vergileri Hazine’ye, kırsal kesimde toplananlar ise sancak beyi, subaşı, yaya sancakbeyi, müsellem sancak beyi, vakıflar olarak kime “hasıl” yazılmışsa ona gönderilirdi
Mukataaların iltizama verilmesi işleri İstanbul’da Mukataa Kalemi’nde görülmektedir. “Müzayede”lere paşalar ve vezir olan taşra yöneticilerinin kapı kethüdaları, taşra ayanı ve eşrafı katılıyorlardı.
Gelir ve idâresi doğrudan doğruya Hazine’ye bağlı “mîrî mukataa” lar yanında bir kısım “vakıf mukataası” da vardır. “Vakıf mukataaları”nın hâsılatı bağlı oldukları vakıflara aittir.
Mukataalar genel olarak en çok üç yıllığına iltizama verilir. Ancak bir mukata’a herhangi bir kişiye belli bir bedelle ömür boyu olmak şartıyla ile satılmışsa, bu mukataaya “malikâne mukataa” denir.
f. Salyâneler
Salyâne, mikdarı yıllık olarak kanunnâmelerle belirlenmiş vergidir. Müstesna eyâletler de denilen “Salyaneli eyâletler” yarı özerk olduklarından toprakları tımar olarak dağıtılmamış ve Osmanlı idâresine girmeden önce geçerli olan vergiler, bazı ufak değişikliklerle aynen devam ettirilmişlerdi. Dolayısıyla “Salyâneli” denilen eyâletlere Merkez’den gönderilen beylerbeyleri yıllık eyâlet vergileri toplamak açısından bir anlamda emanet yöntemini uygulayan mültezim gibi çalışırlardı. Toplanan yıllık vergi içinden eyâlet için gerekli ödenekler ayrıldıktan ve dirliği ya da mansıb aylığı olmayan kamu görevlilerine Hazine adına “salyâne”leri ödendikten sonra, gerisi Hazine-i Âmire’ye gönderilirdi.
Yollanan miktara “İrsâliye” ya da “Hazine” denirdi. Böylece masraflar ve ulûfeler, Hazine’ye giriş-çıkış yapılmadan, istihkak sahiplerine yerinde ödenmiş olurdu.
Salyâneli eyâletlerin hesapları ve iltizam işleri Divân-ı Hümâyun Tahvil Kalemi’ne bağlı Salyâne Mukataası Kalemi’nde yürütülürdü.
Bununla beraber daha sonraları salyâneler gerçek iltizama verilmiştir.
g. Müsâdere’ler
İslam hukukunda, bir devlet görevlisinin hizmet sırasında edindiği mal varlığının bir bölümü ya da tümü kamuya ait sayılarak devletçe el konulmasına cevaz verilmesine dayanılarak, birçok İslam devletinde olduğu gibi, Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Osmanlı Devleti’nde de uygulanmıştır. Böylece önemli mevkilere yükselenler görevden alındıklarında ellerinde ya da öldükten sonra varislerine bir şey kalmayacağı için dürüst davranacaklardı.
On altıncı yüzyılda ölen ya da idam edilen vezir ve beylerbeylerinin bütün mal varlığı müsâdere edilmiyordu. Emlak ve akarının büyük bölümü varislerine bırakılıyor, nakit, değerli eşyalar, silahlar, hayvanlar müsâdere ediliyordu. Diğer taraftan mal değil borç bırakarak ölen devlet adamlarının varislerine de devlet aylık bağlıyordu.
Bununla beraber müsâdere yönteminin Osmanlı Devleti’nde, Osmanlı hanedanı dışında birtakım güçlü ailelerin ortaya çıkmasını, yönetici kesimin bir sosyal sınıf olarak sürekliliğini ya da başka bir deyişle “aristokrası”yi ve genel olarak da belirli odaklarda aşırı servet birikimini önlediği söylenebilir.
Diğer taraftan taşrada özel mülk ya da vakfa dönüştürülmüş topraklar da müsâdere edilerek devlet mülkiyetine geçirildi. Tımarlı sipahilere ve kapıkulu ümerâsına gerektiğinde geri alınabilir tımarlar verilerek Padişaha bağlılıkları bir ölçüde güvence altına alınmış oluyordu. Tımar arazisi rakabesinin (çıplak mülkiyetinin) devlette kalmasıyla da, merkezde olduğu gibi taşrada da toprağa bağlı derebeylik aristokrasinin oluşması engellenmekteydi.
Hazine-i Âmire’nin (Dış Hazine’nin) cizye, avârız, bedeliye’ler gibi “mukataa” olarak tanımlanmayan başka gelir kaynakları da vardır. Tımar tevcihi, bazı askerlere ve memurlara hizmet ve görev karşılığı belirli bölgelerin vergilerini tahsis etmek anlamında oluyordu. Ve tüm bu vergiler de emânet ve iltizam yöntemiyle tahsil olunabilirler.
Bu yöntemde kanunlarla ölçüleri önceden belirlenmiş vergiler, ihtisap ya da iltizam usûlü ile tahsil edilmek üzere “muhtesip, mültezim” adı verilen taliplilerine arttırma yoluyla “havale” edilmektedir. Ancak “muhtesib” ve “mültezim” aynı zamanda topladığı vergiye konu olan belde faaliyetlerini de izleyen ve bölge halkı üzerinde bir tür denetimi olan kişilerdir. Dolayısıyla “havale” usûlü günümüz devletlerinin yönetim ve yürütme fonksiyonlarında uyguladıkları “yerinde yönetim” ilkelerini hatırlatmaktadır.
a. İltizam Yöntemi
İltizam sistemi, ziraî üretimin gerçek değerinden bağımsız olarak, belirli dönemler için önceden belirlenen tahminî vergilerin peşin para karşılığında “mültezim” denilen bir girişimciye satılması demektir. Başka bir deyişle mültezim belirli bir bedel karşılığında vergi toplama işini üslenmiş müteahhit’tir. Dolayısıyla mültezim bu işe kâr amacıyla girmiştir. İlke olarak toplanan gelirin Hazine’ye ödenen kısmından fazlası mültezimin kârı demektir. Ancak mültezimin elde ettiği gelirin iltizam bedelinin altında kalması da mümkündür. Bundan dolayı tek bir mukataa değil birkaçı bir arada eklenerek iltizama verilirdi. Dolayısıyla birinin kârının, diğerinin zararını telafi etmesi sağlanırdı. Böylece devleti toplamakta zorluk çekeceği ya da Hazine’nin yapacağı masrafı karşılayamayacak olanlar da mültezimler vasıtasıyla takip ettirilerek vergi adaleti sağlanmış olmaktadır.
Vergilerinin tahsil işi bir mültezime verilmiş mukataalar için “iltizamen idare ettiriliyor” denilirdi. Diğer taraftan bir mukataa’dan iltizam karşılığında Hazine’ye giren para “bütçe”lerde vergi olarak değil, “iltizam bedeli” olarak görünür.
Mâliye tarafından en az yıllık gelirine göre açık artırmaya çıkarılan mukataaların vergilerini toplama hakkı, en yüksek teklifi yapan mültezime 1-3 yıllığına devredilirdi. Diğer taraftan On altıncı yüzyılın ikinci yarısında devletin nakit ihtiyacının artmasıyla, tımar düzeninin bir parçası olan vergi kaynakları da mukataaya çevrilerek iltizama verilmeye başlandı.[1276]
İltizamlar açık arttırma yoluyla yapılırdı. İhaleyi alan kişi ihale bedelinin bir miktarını “muaccele” adıyla peşin, kalanı taksitle ödemektedir. Ancak taksitlerin ödenme tarihleri geldiğinde mültezim, borcunu devlete ödeyememesi yahut da ölmesi durumlarına karşı bir kefil gösterirdi. Bununla beraber kefilinden de herhangi bir sebeple tahsil edilememesi halinde Hazine’nin zararlar hanesine kaydedilirdi.
Mültezim İstanbul’da bir kefil göstermek ve ihale bedeli olan tahmin edilmiş vergi gelirinin “muaccele” denilen ilk taksidini Mukataa Kalemi’ne yatırmak zorundadır. Bundan sonra vergi yükümlülerinden vergileri toplaması hakkında kendisine Divan-ı Hümayun tarafından bir “mukataa beratı” verilirdi. Geri kalan taksitleri toplanan vergiler içinden öder ve farkı ise kazanç olurdu.
Büyük mukataalar küçük birimlere ayırabilir ve kendi seçtiği ve kadı tarafından tasdik olunan ikinci ellere iltizama verilebilirdi.
n Hazine Sarrafları
Hazine sarrafları Devlet’le iş yapan ticaret erbabı bir sınıftır. Çağdaş terimlerle “banker”lik benzeri olarak görülebilir. Dolayısıyla ekonominin sıkışık dönemlerinde devlete para temin ederlerdi. Bu bağlamda vergi toplama ihâlesini üslenmiş olan mültezimler, bir hazine sarrafını Mâliye’ye karşı teminat olarak kefil göstermeleri istenirdi. Böylece ödemelerde herhangi bir olumsuzluk durumunda Devlet’e karşı mültezimler değil kefilleri olan gayrimüslim sarraflar[1277]yükümlü olurdu.
Hazine sarrafı olmak isteyenlerin durumu incelenir, uygun görülenler hakkında irâde çıkarılarak 2.500-10.000 kuruş “sarraflık beratı” harcı alınarak[1278]Divân-ı Hümâyun kalemi’nden üzerinde Sadrazamın “kuyruklu imza”sı bulunan berat verilirdi. Bundan dolayı kendilerine “kuyruklu sarraf” da denilirdi. Berat, İç ve Dış Hazine defterlerine kaydedilir, içerdiği haklar verasetle sarrafın çocuklarına da geçerdi.
b. Emânet Yöntemi
Bazan mirî mukataa hasılatlarının tam olarak bilinmemesi ya da müzayede’de istenilen değeri bulamaması yahut elde edilen gelirinin azalması halinde, mukata’a emanet yoluyla yönetilirdi.
Bir mukataa’da vergi miktar veya oranları önemini yitirdiği ve vergi maktu olarak tahsil olunmaya başlandığı anda artık mukataa “maktu’a” ya dönüşmüş demekti.[1279]O zaman devlet mukataayı kendi memuru olan “emin”ler vasıtasıyla tahsil ettirir ve mukataa “emâneten idare ediliyor” denilirdi. Bu durumda “emin” vergiyi (veya vergileri) doğrudan tahsil eder ve böylece mültezime giden kâr Hazine’ye kalmış olur. Ancak, bazı hallerde ve özellikle büyük mukataalarda eminler de vergiyi doğrudan kendileri tahsil etmez ya yardımcı başka memurlar kullanırlar, ya da mukataayı veya bir bölümünü ikinci elden iltizam’a verirlerdi.
Emâneten idare halinde mukataa geliri bütçe’ye her ne kadar “mukataa hâsılatı” adı altında geçerse de, bu hasılat tam olarak gerçek vergi hasılatını belirtmez. Çünkü emânet usulünün vergi toplama masrafları vardır.[1280]
c. İhtisab Yöntemi
“İhtisab resmi” denilen vergi “ihtisab ağası” (daha sonraları “ihtisab emini”) denilen görevli muhtesibe “havale” edilirdi.
Muhtesib atama ile gelen memur değildir. “İhtisab umûru” iltizam usulüyle ve bir sene müddetle tâlibine ihâle olunur ve tâlip olandan (bedel-i mukata’a) namıyla bir para tahsil edilip eline bir berat verilirdi.[1281]Dolayısıyla muhtesiblik görevi bedeli doğrudan devlet hazinesine giden bir yıllık imtiyazdır.
Diğer taraftan havale yöntemiyle bir yıl süreyle görevlendirilen bu kişilerin halk arasından gelmeleri, üstelik kendilerine vekil bile seçebilmeleri Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesini, şehir hayatı açısından bir çeşit “yerel yönetim” türüne yöneltmekteydi.
Aslında malî bir terim olan havale usûlü, Osmanlı Devleti’nin merkezî- mutlak yetki modeline dayanan yönetimini büyük ölçüde desantralize etmiş ve bu yolla yerel yönetimin büyük etkinlik kazanmasına sebep olmuştur.[1282]
d. Mâliye Alacakları
Maliye alacaklarını bakikulu denilen maliye görevlisi takip eder ve “Baki defteri” ya da “Bakaya defteri”de denen deftere yazardı. Halk arasında “bakikulu” olarak bilinen bu maliye görevlileri “başbaki kulu”nun denilen bir yöneticinin emrinde çalışmaktadırlar.[1283]Taşra’da görevli baki kulları, baki çavuşlarının emri altında çalışmaktadırlar. Bu örgütün görevi devlete borcu olanları izlemek, gerekirse kadı önüne çıkarmak, hapse attırmaktır. İstanbul’da 60 kadar bakikulu bulunmaktaydı.