Osmanlı şehirleri, merkezde bulunan bir ulu cami’nin (veya külliyenin) çevresinde herbirinin ayrı mescidi bulunan, birbirlerine fiziksel ve sosyal modüler doku biçiminde eklenen mahallelerin sınırsız yayılımından oluşur. Ancak şehir “mahalle” modülünde olduğu gibi mezhep, hemşerilik veya aşiret birliği türünde dinî veya etnik sosyal bütünlük meydana getiremez.
Osmanlı ülkesi, en geniş olduğu dönemlerde Osmanlı Beyliği’nin anavatanı sayılan Anadolu toprakları dışında da üç kıt’a üzerine yayılmıştır. Dolayısıyla temeddün (uygarlık ve şehirleşme ilişkileri) fethedilen ülkelerdeki nüfûsun dinleri[643] ve kültürleri ile yakından ilgili idi. Bu bağlamda coğrafî ve kültürel konumlarına bağlı olarak şehirlerde taş veya ahşap yapıların egemen olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan Müslim ya da gayrimüslim nüfusun iskân ettiği yerleşim bölgelerinde yollar, yapılar ve ibadethânelerin oluşturduğu genel karakterlerle beraber konutların iç mekan anlayışları da farklıdır.
Osmanlı şehirlerinin[644] etrafında, çevresinde genellikle bağlar, bostanlar, bahçeler bulunurdu. İstanbul’un ve kasaba ve şehirlerimizin tümünün etrafını çevreleyen, bağ, bahçe ve bostanlar yerli ve yabancı araştırmacıların, gezginlerin eski dönemlerde yazılmış, yayınlanmış eserlerinde anlatılmakta, gravürlerinde görülmektedir. Özellikle şehirlerde yaşayan şairlerin edebiyatı olan Divan Edebiyatı’nda bahçe, bağ, çiçek gibi çeşitli tabiat ögelerinin semboller olarak kullanılmaları da bu yerleşim özelliğinin insanımız üzerindeki etkisini kanıtlıyor.
Ancak şehirlerin coğrafî konumları seçilirken savunmaya elverişlilik, mutedil iklim, tabiat şartları rüzgarlara kapalı olma gibi, yağışlar, akarsular, su kaynakları, yaklaşım yolları dikkate alındığı anlaşılıyor.
On altıncı yüzyılda yerleşmeler, çoğu kez yar ve dağlara sırtını vermiş aşağı yamaçlar üzerine kurulmuşlardı. Savunmaya elverişli “dağ tipli yerleşmeler” Anadolu’daki merkezlerin 1/4’ü, Anadolu dışındaki merkezlerin 1/3’ü kadardır.[645] Bu tür konum yer çekimi ile, şehir içindeki yollarda yağmur ve karların erimesiyle oluşup biriken suların geçişi engelleyen çamur bataklıkları yapmadan çevreden hemen uzaklaşmasını ve pis su akıntılarını da sağlamaktadır.
Diğer taraftançevrede bulunan diğer yerleşim merkezleri ve ziraî üniteler (iaşe kaynakları) yönünden ile de uygun olmalıdır. Zira On dokuzuncu yüzyıl öncesi şehirlerinin barındırabileceği nüfus, kendisine iaşesi için gerekli malzemeyi ulaştırabilecek yolların zaman / mesafe birimi olarak yeterli ölçüde kısalığı ve çevre şehirlerin bu konudaki kapasitesi ile de sınırlıdır.
a. Yaklaşım Yolları
Şehirlerle yollar arasındaki ilişki inkâr edilemez. İlkçağlardan beri kavimlerin izledikleri göç yollarının kültürel yapılarının oluşumuna etkili oldukları söylenmiştir.[646] Dolayısıyla yollar yerleşim merkezlerinin de oluşmasında çok önemli bir etkendir.[647] Zaten bu iki kavram birbirini doğurur. Şehirler yolların üzerinde, yollar şehirlere yönelik oluşurlar. Osmanlı yol sistemi Rumeli ve Anadolu’da çağdaş kavramıyla devlet yolu, hatta enternasyonal şebekeye bağlı yol anlamında Sağ, Orta ve Sol Kol olmak üzere askerî üçer ana kol ve buna bağlı ticârî maksatla tâlî yollardan oluşmuştur. Bu yolların bir bölümü limanlarla sonuçlanan deniz taşımacılığı sistemine bağlanırlar. Gerek tâli yollar ve menziller üzerinde ve gerekse liman çevrelerinde şehirler ve kasabalar dizilmiştir.
Şehirlerin oluşumunda karayolları kadar deniz ve nehir ulaşımı da önemlidir. Gemiciliğin ve açık deniz ticaretinin gelişmesi, yeni ülkelerin keşifleriyle birlikte liman şehirleri büyümeye başladı.ve ayrıca kara yolları ile içerilere de bağlanmışlardı. Limanların ham ve mamul madde taşınması açısından sanayi ile ilişkisi vardır.[648]
Büyüyen şehirlerin oluşturduğu yeni ekonomik ve sosyal ortamlarda insan ve malların nakli için en kolay yol su üzerinden gitmek oluyordu. Ancak liman şehirleri kendilerine ulaşılmasının kolaylığına rağmen denizden gelecek saldırılara karşı da açıktırlar. Dolayısıyla Ortaçağ boyunca kara şehirleri savunma açısından daha güvenceli kalmışlardır.
b. Pazar Yerleri
Genellikle pazarlar ovaların kenarında, etrafı bağ, bahçe ve bostanlarla çevrili kasabalar üretim türleri farklı olan dağ ve ova köyleri arasında bir değişim (mübadele) yeridir. Çevreyle ilişkileri ve yol üzerindeki durumlarına göre hanlar, kervansaraylar gibi çeşitli konaklama tesisleri yapılmıştır.
Pazarlar, meydanlarda, imâret ve cami avlularında bile kurulurdu.[649]
Nitekim kasabalar pazar yerlerindeki küçük iskân ünitelerinin gelişmesiyle meydana geldiler. Bu bakımdan kasabanın merkezini pazar yeri veya onu yanında kurulmuş “ulucami” oluşturur. Ancak bazı kasabaları daha hareketli kılan, içinde han veya ılıca gibi kuruluşların varlığıydı.[650]
Yollar üzerindeki şehir ve kasabalar çoğu kere kulelerle tahkim edilmiş surlarla çevrilidir. Bu oluşumda Haçlı Seferleri’nin etkisi olabilir. Bununla beraber menzil ve konakların şehirlere göre daha az tahkim edilmiş olması ülkedeki güvenlik durumunun yeterliliğini belirtmektedir. Genel olarak Anadolu’daki şehir ve kasabaların % 45 oranında düzenli surları ve yerleşimleri vardır.[651]
Ulucamiler[652] ve kervansaray, hamam ve pazarlar[653] şehirlerin orta kısımlarındadır. Başka bir deyişle şehirler bu cami etrafında kurulan kervansaray, hamam ve pazarlarla gelişirler. Şehir içi yolları bu merkezlerde sonuçlanır.
Aslında doğaçlama gelişen Osmanlı şehirlerinin planında odak noktaları cami, bedesten ve imâretlerdir. Çarşı ve pazar yerleri bu merkezler arasında bulunur, Ama ticarî merkezi civarında içinde gecelenmeyen ticarî hanlar, yolcu hanları bulunan “bedesten” oluşturur.[654] Aslında “ulucami” ve büyük camiler de, nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bu çevrededirler.
Şehirde üretilen her tür mal ve hizmet, bedesten’den başlayan ve genellikle “Uzunçarşı” denilen işlek bir cadde üzerinde bulunur. Bu caddeden ayrılan sokakların her birinde belirli bir iş kolunda mal ve hizmet üreten esnaf (ve örgütleri) bulunur.”[655] Nitekim bu sokaklar örneğin “kılıççılar, sandalyacılar, çarkçılar, fincancılar” gibi orada çalışan ve üretim yapan esnaf kollarının adıyla isimlendirilirler.[656]
Osmanlı şehirlerinin yerleşim olgusunda külliyelerin büyük katkısı vardır. Külliyeler “birbirleriyle fonksiyon ilişkileri bulunan yapılaşma kompleksi”dir. Büyük bir külliye içinde cami, medrese, muvakkithane, bimarhane, aşevi, tabhâne, kervansaray, mektep, kütüphane, hangâh, türbeler, imalâthane, arastalar, kapalıçarşı, han’lar, hamam, umumi halâ’lar, meşruta binaları, bayram ve pazar yerlerinin tamamı veya bir kısmı bulunabilir. Nitekim büyük külliyelerde yer alan imaretler çevresinde de iş yerleri, imâlathaneler gelişir.[657]
Diğer taraftan genel görünüm içinde ele alınırsa, Antik devir meydan ve sokak, yani dışa dönük bir kültürü; Osmanlı kültürü ise sokak ve avlu, yani daha çok içe dönük bir hayat görüşünü yansıtır. Osmanlı mahallelerindeki sokak, yaşama yerleri ile bütünleşme halinde, sakinleri tarafından manevî koruma altına alınmış mekan niteliğindedir.
Önce aristokrasi ve feodalite, sonra da kapitalizmin baskısında kalan Batı şehirlerinde konutlar sahiplerinin kudretini anlatmak zorundadırlar. Sonuçta şehirler samimiyet yerine ihtişamı seçen bir genel görünüm almışlardır. İslâm ve Osmanlı kültüründe kudret ve ihtişam ancak bekâ sahibi olan Allah’a mahsustur. Bekâ kavramı ise yalnızca Allah rızası için vakfedilen mallara izâfe edilebilir. Çünki “vakfedenin şartları, Kur’an’ın âyetleri gibidir”, yâni bâki kalacaktır.
Bu nedenle yalnız cami, medrese, dârüşşifâ, hamam, kervansaray, han, sebil, çeşme gibi vakıf hayratın yapı malzemeleri kalıcı olmalarını (bir ölçüde) sağlamak için taştır. Bunlar dışında kalan yapılar insanî boyutların samimiyeti içinde fâniliklerini kabullenmişlerdir.
Osmanlı Padişahının yüzyıllarca içinde oturduğu Topkapı Sarayı bile şaşaa ve gösterişten uzaktır. Zaman zaman gerekli görülen küçük ek yapılaşmalarla bugünkü şeklini almıştır.[658]
Şehirlerde çarşılar ve pazar meydanları dışında genellikle büyük toplanma yeri olabilecek meydan bulunmaz. Ancak cami avlularının bu işlev için yeterli olduğu görülür. Nitekim pazarlar da genellikle avlulu büyük camilerin yanında kurulur. Bunun dışında düzenli ve sistemli bir meydan oluşumu yoktur. Bununla beraber şehirlerin oluşum modülü mahalle, mahallenin sosyal merkezi de cami olduğundan bu bağlamda meydan gerekliliği açısından sistematik bir oluşum gereği ortaya çıkmamıştır.
a. Külliyeler
Şehirlerin çekirdekleri genel olarak pazar yerleri ve civarındaki camidir. Çünkü pazara gelenler vakit namazlarını bu camide kılacaklardır. Üstelik bu camide Cuma namazı da kılınmaktadır. Caminin çevresinde şadırvan, çeşme, sebil, muvakkithane, imârethâne ve konaklama yerleri bulunur. İmâret sistemi ise hayır, şefkat, sıhhat, ilim ve temizlik kurumlarını bünyesinde toplayan bir şehir çekirdeğidir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde en gelişmiş biçimini alan bir imâretin bütününde cami, medrese, bimarhane, aşevi, tâbhane, kervansaray, mekteb, kütübhane, hângâh, türbeler, imâlathâneler, arastalar, kapalıçarşılar, han, hamam, su isâlesi, umûmî helâlar, meşrutalar, dinlenme ve bekleme yerleri, bayram ve pazar yerleri, muvakkithâneler bulunur. Bu çekirdek tesislere az, çok benzeyen mahallelerin oluşumuyla organik olarak şehir gelişir.
Diğer taraftan vakıfların da Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önemli katkıları vardır. Şehir merkezleri genellikle bir vakıf külliyenin çevresinde kurulmuşlardır. Vâkıflarının adıyla anılan cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında da genellikle mahalleler oluşmuştur. Nitekim özellikle Rumeli’de şehirlerin İslâm vechesi almasını yüzlerce vakıf câmi, mescid, medrese, tekkeler sağlamıştır.
b. Evler
Klasik dönemin Osmanlı şehirlerinde mesken ve ticâret yerleşimleri birbirlerinden ayrı kuruluyordu. Şehirlerde “mirî ebniye” denilen kamu binaları dışındaki yapılar varlıklı tabakanın kışlık konutu olan “konaklar”, yazlık konutu olan “köşkler (ve yalılar)” ve herkesin oturduğu “ev”ler olmak üzere üç kategoride guruplanabilir.
Evler genel olarak bahçe içinde ve iki katlıdır. Bu bahçede dut, erik, kayısı, armut, kiraz, incir gibi dallarında meyvaları görünen ağaçlar bulunur. Uğursuzluk sayıldığından incir ağacı kesilemezdi. Ev, bahçeye dönüktür. Zemin kat sokak tarafında depo, ahır, kiler, mutfak kısımları gibi bölümlerin bulunduğu sağır veya yüksek ve küçük pencereli duvar yer alır. Büyük bir kapı ile dar bir sokağa açılırlar.
Mahallenin gerçek ünitesi olan aile toplum hayatının da çekirdeğidir. Diğer taraftan şehirlerin büyümesi tarımsal hayattan gelen köylülerin göçü yoluyla olmaktadır. Ve kırsal kesimden gelen bütün bu aileler şehirlerde de kendi kültürel ve ekonomik hayatlarını yaşamak isterler. Dolayısıyla şehir içinin genel görünüşü kırsal yaşantıyı hatırlatır.
Tarım ekonomisi gerekleri, kırda olduğu kadar kente göç edenleri de temel ihtiyaçları sağlayacak biçimde evlerini düzenlemeğe zorluyordu. Kışlık gıda maddeleri için “kiler” ve “ambar” denilen depolar, hatta hayvanlar için ahırlar oluşturulmaktadır. Bu sebeple geniş bir alana, açık bölmelere, bahçeye, ağaca ihtiyaç vardı. Dolayısıyla zemin katlarda (ahır) depo, kiler, mutfak bulunur. Ocak ve dolaplar, yüklükler ile sofa ve sofaya açılan odalar gibi yaşama mekânları üst katlardadır.
Sofa hem odalara geçiş sağlayan ve hem de ailenin topluca oturduğu bir mekandır. Aslında sofalar bulundukları yere göre ev’in planını düzenler, işlevleri dağıtır.
Aslında şehirli kadın da, köyde yaşayan kadın da ekmek pişirmek, bahçede çalışmak, elde ettiği sebze ve meyveyi kışın kullanılacak hale getirmek ve saklamak gibi hemen hemen aynı ekonomik işlevleri yapmaktadırlar. Dolayısıyla sık sık sokağa çıkmadıkları halde evlerde işler kolay kolay bitmezdi.
Sabahları yer yataklarını toparlayıp yüklüklere sıralamak, yatsıdan sonra yeniden sermek, akşamları mumların fitillerini kesmek, kandillere yağ koymak, fitillerini temizlemek, fenerlerin camlarını silmek, aydınlanma düzeneklerini hazırlamak gibi işler bir hayli zaman alırdı.
Evlerin odaları yerli kumaşlarla bezenmiş sedirlerle döşeli idi. Yatak, yorgan gibi görülmesi icabetmiyen eşya sabahları yüklüğe konurdu. Dolaplar, raflarda ise yerine ve aileye göre kitaplar veya fenerler, işlemeli leğen, ibrikler, bakır takımları bulunurdu. Dolap raflarındaki süs hücrelerinde şekerlikler, çeşmibülbüller, buhurdanlar, gülapdanlar, kalemtraşlar, divit kamış kalemler, maktalar, hokka takımları, zarflar, eski yazılar, hilyeler, sedef kutular yer alırdı. Konsolların üzerindeki aynalar, şamdanlar, karpuzlu lâmbalar, çanaklı mum veya kandil makasları, işlemeli yağlıklar ve duvara asılı güzel yazılar, makramalar misafir odasının zenginliğini gösterirdi. Bazan tütsüler, günlükler kullanılırdı.
Batı kültüründe evlerin dışa açılmaları ve dışa doğru büyümeleri, dışarıyla bütünleşmeleri evin mahremiyetini kaldırmıştır. Oysa Osmanlı evi “içine doğru büyüyen bu anlayıştan farklı bir dünya”dır. Örneğin evlere ayakkabı ile girilmemesi de onu daha sokak kapısında dış âlemden soyutlayan bir davranıştır. Evin mahremiyeti, bazı bölgelerine mistik değerler verilişi de eski evlerin insanların yalnız cisimlerini değil, ruh dünyalarını da barındırdığını gösteriyor.
Nitekim bahçeli ahşap evlerde yalnız insanlar yaşamıyorlardı. Kümes hayvanları, kediler, kuşlar, güvercinler, (hattâ bazı hallerde atlar), “damlarda, kovuklarda gelincikler, sansarlar, fareler evlerin insanlardan ayrılmıyan dostları idi”.[659] Hatta “ev yılanı” denilen hayvanlar öldürülmezdi.[660]
Büyük aile tipinin geçerli olduğu Osmanlı toplumunda “ev” üç kuşak insanları bir arada tutardı. Haremlik kısmında “büyük hanım”ın (kayınvâlide, büyük anne) odası baş odadır.
Ev’lerin ön tarafında, giriş kapısı yanında bulunan yalnız erkeklere ayrılmış bir ya da iki odalık bölümüne de “selâmlık” denilirdi. Selâmlık binası hâli vakti yerinde olanlar için aynı çatı altında ikiz evler biçiminde olarak yapılmıştır. Bu takdirde yemekler harem mutfağında hazırlanır, selâmlığa ara koridora konmuş bir “dönme-dolap”la iletilirdi. Eğer çatıları ayrı binalar varsa bunlar bir ara koridorla birleşirlerdi.
Selâmlığın zemin katında bir taşlık ve çevresinde kiler, kahve ocağı gibi hizmet odalarından, üst katlarda da bir başoda (paşa odası), bir kış odası ve yatak odası bulunurdu. Harem dairesine geçit veren koridor üzerinde de mabeyin odası yer alırdı.
Sahiplerinin varlığına göre çeşitli büyüklükteki “konak, köşk, yalı”ların hizmetçi, uşaklar ve aşçıları için ayrılmış odalar bulunurdu. Yemek kokuları ve çeşitli gürültüler duyulmaması için mutfaklar bahçede yapılmışlardır. Hatta kubbeli, zeminden ısıtmalı çarşı hamamı benzerleri hamamları da vardır.
Büyük konaklarda harem halkı selâmlık bölümüne geçemezler. Ancak daha küçük yapılarda misafir bulunmadığı zamanlarda selamlık kısmı da harem halkı tarafından kullanılırdı.
c. Mahalleler
Osmanlı şehirlerinin yerleşim modülü “mahalle”dir. Osmanlı şehirlerinin oluşumunda “mahalle” modülü “sokak”dan önce gelir. Zira mahalle (veya köy) devlete ödenecek vergilerin dağıtımı ve toplanmasında, asayişin sağlanması ve bayındırlıkla ilgili yükümlülüklerin verilmesinde esas alınan toplu yaşama birimidir.[661] Mahallenin türbeleri, mezarları, taş mektepleri, külliyeleri, imâretleri, dükkânları, evleri, mescidleri ve camileri toplumun bütün kültürel özelliklerini yansıtacak biçimde sokaklar boyunca sergilenir.
Mahalle, bireyleri birbirlerini tanıyan ve karşılıklı sorumluluk duygularıyla sosyal dayanışma içinde yaşayan bir topluluktur. Bu topluluk Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi mahalleleri olarak dinsel ayrılık gösterir. Ancak Müslüman mahalleleri arasında etnik farklılaşma makbul olamayacağı gibi sanat ve ticaret gruplaşmaları da yoktur.
Birbirlerinden ayıran fiziksel sınırlar veya biçimler bulunmasa da, Osmanlı şehirlerinde insanlar arasında sosyal dayanışma, katılım gibi işlevsel ve sosyal bütünleşmeler mahalle düzeyinde sağlanmaktadır.[662]
Bazı mahalleler Cuma camisine, çarşı ve pazar’a veya sayfiye yerine yakınlıkları sebebiyle önem ve değer kazanırdı. Evliyâ Çelebi bu tür yerleşim yerlerini seyahatnâmesinde “muteber mahalleler” olarak değerlendiriyor. Şehrin en güzel evleri de yine bu mahallelerde bulunmaktadır. Kenar mahallelere ise dar gelirli aileler yerleşmişlerdir.[663]
Hemen her mahallenin bir dış köşesinde oyun sahaları, yeşillikler yer almakta, mahalleler bu meydanlarla birbirlerine bağlanmaktadırlar.[664] Hemşehrilik, meslekdaşlık, aynı mescidin cemaati olmak, mescidi bulunmamak gibi sebeplerle birkaç mahallenin birleşmesiyle semtler meydana gelmektedir.
Bununla beraber yalnızca ticaret ile zenaata ayrılmış mahalleler olduğu gibi genellikle kibarların oturdukları mahalleler vardır.[665] Ticaret ve zenaat mahalleleri çok daha canlıdır. Buralarda kazancıların, dokumacıların, marangozların, bakırcıların çıkardıkları gürültüler, satıcıların veya müşteri çağıran simsarların bağırışları gelmektedir. Bazan deve, katır, eşek kervanlarıyla dükkanlardan, depolardan, kapan hanlarından ürün ve mal almakta ya da depolamak için mal getirmektedirler.
Başkent olmuş şehirlerde Saray’a, Paşakapısı’na yakın yerleşim bölgelerinde örneğin İstanbul’da Sultanahmet, Akbıyık, Divanyolu, Soğanağa, Süleymaniye, Vefa semtleri gibi devlet erkânının ve üst düzey görevlilerin ikâmetgâhları yer alır.
Diğer taraftan dinî açıdan özellikleri olan bölgeler de önem kazanır. Yine örneğin İstanbul’da Hz. Ebâ Eyyüb ül-Ensârî’nin merkadi’nin bulunması gibi.
Bu arada fazla ya da az güneş almak, ılık güney rüzgârlarına (lodos) ya da soğuk kuzey rüzgârlarına (poyraza, keşişlemeye) açık olmak, yokuşlar, sele maruz dere içleri gibi doğal konumlar da semtlerin değerlenmesi açısınndan önemlidir. Örneğin Boğaziçi’nin Rumeli yakası öğleden önce güneş aldığı için Anadolu yakasından daha fazla rağbet görmekteydi.
d. Sokaklar
Osmanlı şehirlerinin estetiğini etkileyen yerleşim modüllerinden biri de “sokak”tır. Şehirlerin oluşumunda “mahalle”, sonra “sokak” modülü gelir. Şehir içinde toplu yaşama birimi olan mahalle’de yer alan türbeler, mezarlar, sıbyan mektepleri, külliyeler, imâretler, mescidler, camiler, dükkanlar evler toplumun bütün kültürel özelliklerini yansıtacak biçimde bu sokaklar boyunca sergilenmişlerdir.[666] Diğer taraftan iş yerlerinin mahallenin dışında olması da aile mahremiyetinin tamamlayıcısıdır.
Arapça aslı “zukâk” olan bu kelime padişahların şehir içinde halka görünmeden gidip gelebilmeleri için yolun her iki yanına gerilen bezlerden oluşan ve “Halvet-i Hümâyun sokakları” deyiminde kullanılırdı.[667]
Sokakların oluşumunda uyulması kaçınılmaz olan kriterlerin birincisi “kullananlara zarar verilmemesi”, ikincisi de “ailenin mahremiyetinin korunması”dır. Birbirlerinin mahremiyetine saygı sağlanması için evlerin diğerlerinden yüksek yapılmaması, dış kapıların, pencerelerin komşularla karşılıklı olmaması gibi düzenlemeler gerekir. Ancak yapılar arasında öncelik hakkı vardır. Yani yeni yapılan evler önceden var olanların yol hakkını, manzarasını, mahremiyetini bozamazdı.
Her evin bahçesinde bulunan ağaç veya yeşillikler, sokaklarda ağaç olmadığı halde özellikle dağ yamaçlarındaki şehirler uzaktan bakıldığı sırada yemyeşil görünürler.
Ara sokaklar toprak haliyle bırakıldıklarından çamurlu veya tozludur. Ancak ana yollar kaldırımcı denilen kent görevlileri tarafından taşla kaplanmakta ve onarımları yapılmaktadır.
n Çıkmaz Sokaklar
Osmanlı şehirciliğinde şer’i hükümlerden ve fetvalardan kaynaklanan iki tür sokak vardır. Bunlardan birincisi herkesin geçiş hakkı olan işlek olanlarına “tarik-i nâfiz” ve diğeri ise yalnız aynı sokakta oturanların yarı özel malları gibi kullandıkları “tarik-i gayri nâfiz”lerdir. Nitekim dar sokakta âdeta avlu’nun mahremiyeti iç içe sürdürülen bir yaşam biçimi vardır. Çıkmaz sokaklar da bu konunun en belirgin özelliğidir.
“Tarik-i nâfiz”ler kamu alanı sayıldıklarından, kullanımlarına herhangi bir şekilde müdahale ve tecavüz edilemez. Mahalle arasındaki dar ve bazıları çıkmaz sokak durumundaki yollar ise ikinci guruba girerler. Bu gurup içinde olan yollar (kimse şikayetçi olmadıkça) hemen hemen özel mülkiyet şartlarıyla gibi kullanabilirler.
Çıkmaz sokakların asıl görevi, inşaat adası ortasında kalmış evlerin ortak yolla bağlantısını sağlamaktır. Hatta bir sokağın ortasına bir ev yapıp sokağı kapatmak, sokağın üzerine çıkmak, evin önüne sundurma yapmak gibi müdahaleler, başkalarına ziyan vermedikçe ya da başkaları şikayet etmedikçe kabul edilir sayılmıştır. Ortaçağ İslam kentlerindeki sayısız kapılar da bu sokakların, sokakta oturanların bir tür ortak malı olduğu ilkesinden kaynaklanmıştır. Sokağın bu tanımı Osmanlı şehirlerini birbirlerine benzeten temel davranışlardan biridir.
e. Türbeler
Türbeleri Osmanlı ülkelerindeki batı tipi mozole (mausolée), anıtkabir veya panteon (panthéon) anlamında almamak gerekir.
Çok eski çağlardan beri hükümdarlar “ölümsüzlük” isteklerine bir çeşit çare gibi kendilerine piramitler, mastabalar, mozoleler, panteon’lar yaptırmışlardır. Bu yapılardaki görkemin amacı onları seyredenlerde bu yapının içinde bulunan ölünün kudretini, toplum için önemini zamana bağlı olmaksızın canlı tutabilme kaygusudur.
İslâm ve Osmanlı kültüründeki insanlarda bu yönde bir istek yoktur. Ölümle beraber insanın Dünya’daki işi, görevi biter, defteri kapanır. Bir başka alemin kurallarına teslim olur. Yalnız geride devam eden hayrat bırakanların defterlerinde “hasenat haneleri” açık kalır. Yapmak istediği hayratın devamını sağlamak bile “ölenin” iktidarında değildir.
Bu nedenle vakıf yapanın ölümünden sonra koyduğu şartları bozacak olanlara yapabileceği tek şey vakfiyye’sinin son bölümünde “beddua” etmektir.
Osmanlı şehirlerindeki türbeler eğer bir imâret veya külliye içinde iseler devam eden bir hayrın sahibini belirler. Bu Batı’da olduğu gibi “görkemli ama pasif bir anma” (commémoration) değildir. Tam karşıtı çeşitli anlamlarda yararlanılan aktif bir anmadır. Diğer taraftan türbenin içi ölenin kudretini değil, fâniliğini belirtecek biçimde, namazgâh, duvarlara yazılmış ayetlerle donatılmıştır.
Hizmetleri nedeniyle kabirleri korunmuş kişilerin, tarikat pîrlerinin, ulularının türbeleri de ihtişamlı değildir. Fâniliğin (geçiciliğin) insanlara (ve bütün mevcudata) bekanın (kalıcılığın) ise yalnız Allah’a mahsus olduğunun belirmesi esastır.
“Belde” tabiri çevresi, sınırları belli, içinde yerli veya yerleşmiş bulunanların bayındırlık eserleriyle imar ettikleri belirli bir mekân anlamındadır.[668] “Beledî” ve “belediye” bu kelimenin türevleridir. “Beledî” kavramının karşıtı “bedevî” yâni “göçebe, çölde yaşayan” anlamındadır.
Aslında şehirlerdeki çeşitli esnaf grupları arasında inşaatla uğraşanlar önemli bir mevkiye sahipti.[669] Bununla beraber inşaat sektörü de ilke olarak “gedik” usûlüne bağlanmıştır.[670] Böylece işçi ve usta sayısı sabit tutularak piyasaya işgücü arzında fazlalık önlenerek iş kalitesi ve ödenecek ücrette kararlılık sağlanmak istenmiştir.[671] Ancak “gedikli” esnafın seçiminde etnik ve dinî ayrılıklar önemsenmemiştir.[672]
Bununla beraber “büyük yangınlar ve benzeri olaylar” nedeniyle meydana gelen işgücü sıkıntıları gedik yönteminin tam uygulanmasını engellemiştir.[673]
a. Yerleşim Estetiği
Çeşitli bölgelerin coğrafî ve kültürel özellikleri yanında şehir estetiğini İslâm karakteri ve Osmanlı kültürünün de etkileyeceği açıktır. Osmanlı ülkesindeki köy, kasaba, şehirler bulundukları bölgelerin ortak iklimi, antropolojik, coğrafi ve topografik yapısı gibi özellikleri ile beraber İslam-Osmanlı kültür sentezinin genel karakterlerini de taşırlar. Diğer taraftan büyük şehirlerin daha uzak iklimlerle olan ticarî ve kültürel ilişkileri, onlara bulundukları bölgenin ortak kişilikleri dışında bazı özellikler de kazandırmıştır. Bu standart yapıyı değiştirebilecek etkenler yine yollar aracılığıyla uzaklara, daha değişik bölgelere de açılabilmek olmuştur.
Osmanlı şehirlerinin genel estetiğini, Batılı gözlemcilerin de değerlendirdikleri gibi, karşıt ögeleri zengin düzensizlik ve çeşitlilik dolu karışık yerleşim oluşturur. Batılı araştırmacılar bu tür düzensizlikleri politik bilinçsizlik ve kendi kendini idare yokluğu’na, fiziksel düzensizliği de Devlet yönetimini temsil eden herhangi bir örgütün yokluğu ve belde halkının bağımsız davranışlarına bağlamaktadırlar.[674] Oysa en küçük Osmanlı yerleşim biriminde bile bağımsız doğal ve organik gelişimli bir yönetim-denetim örgütü kendiliğinden oluşmaktadır. Bunun sonucunda Osmanlı yerleşimleri devletin merkezî yönetim örgütüne karşı olan yükümlülükler dışında, kişilerin kendi aralarında, birbirlerine karşı, kişilerin mahalle ve hirfet örgütlerine karşı çok çeşitli yükümlülükleri vardır. Üstelik bunların hepsi bir anlamda devletin anayasası sayılan Şeriat hükümlerine tamamiyle uymak zorundadır. Böylece Osmanlı yerleşim birimlerinde, boyutları insan ölçülerine ve mekan düzenlemesi geleneklere saygılı samimiyete dayanan bir şehir estetiği ve kültürü oluşmuştur.[675] Ancak bu karışıklık içinde yer alan ölçülü, uyumlu, ayarlanmış ayrıntılar da bütünde birlik sağlar.[676] Nitekim örneğin İstanbul’da konutların ahşap ve her damın aynı renk tonunda, aynı biçimde kiremitlerle kaplı ve bütün büyük yapılar, camiler, medreseler, çeşmeler, türbeler, hanlar ve kervansarayların kubbelerinin kurşun kaplı ve bedenlerinin taştan olması, bu karma karışık bütün içinde “ayrıntılarda birlik” sağlar.[677] Üstelik böylesine oluşmuş birlik, temelde bir ölçünün varlığını da kanıtlamaktadır.
Oysa taş ve ahşap yapıların kendi gruplarındaki ayrıntılar birliğinin temelindeki “ölçü”, “zaman-kudret” karışımı bir kavram, “Bekâ-fenâ” ölçüsüdür.[678] Başka bir deyişle batılı gözlemcilerin Osmanlı şehirlerinde farkettiği “özgür ve soylu yayılım”, binaların yerleşim rahatlığını birbirine saygı göstererek araması, aslında düzensiz görünümün aslında böylesi yüksek bir ahlakî kurala bağlı kalmasından kaynaklanmaktadır.
Şehirlerde mezarlıklar ya da cami bahçeleri dışında, Batı şehirlerinde olduğu gibi kamuya mahsus “park’lar, ağaçlandırılmış meydanlar yoktur. Bununla beraber her evin kendi bahçesi bulunduğundan, özellikle uzaktan bakıldığında Osmanlı şehirleri yeşillikler içinde görülür. Kuramsal anlamda düzensiz olmakla beraber, yerleşim birimlerinde sempatik bir laubalilik, doğal bir rahatlık yaşanır. Ancak yapılar millî kültürümüzle özdeşleşmiş biçimde hem birbirlerine tavâzu ve saygı göstermekte ve hem de büyük abidelere de şan ve şereflerine yaraşır biçimde yer vermektedirler.[679]
b. Bayındırlık İşleri
Osmanlı şehirlerinde imar işlerinin bir yanda şer’î hukukun ve padişahın emirleriyle sınırlandırılmış, diğer taraftan örf ve âdetlere dayalı kurallarla belirlenmiş bir düzeni vardır. Bu düzen şer’î yönüyle şeyhülislam ve kadıların hükümleriyle, mirî yönüyle Padişah (ve adına yetkili kılınanların) emirleriyle, teknik yönüyle “Mimârân-ı Hassa Ocağı”na ve yaptırımlar açısından da devletin icra kuvvetlerine dayanıyordu.
Her ne kadar “hassa” tabirinin “hükümdara ait” anlamında kullanılmasına alışılmış ise de Osmanlı şehirlerindeki bütün imar faaliyetlerinden prensip olarak “hassa başmimarı” sorumludur. Esasen resmiyet bahis konusu olunca hükümdarın özel kişiliği devletin tüzel kişiliği ile özdeş olmaktadır.[680]
(1) Hendesehâne
Osmanlı ülkesinde, Saray dahil, tüm imar faaliyetlerini yürütmek için Şehremini’nin mâlî denetimi ve hassa başmimarı’nın teknik gözetimi altında “Hendesehâne” denilen bir hey’et kurulmuştu.[681] Üyeleri de suyolu nâzırı, İstanbul ağası (Acemi Oğlanları ağası), kireççibaşı, ambar emini ve kâtibi, mimâr-ı sâni ve tâmirat emini’nden oluşur.[682]
İnşaat ve tamiratın bütün teknik sorumluluğu Hassa Mimarları Ocağı’na aitti. Ocağın amiri olan mimara Mimar Ağa (ya da hassa başmimarı, mimarbaşı veya sermimârân-ı hassa) denilmekteydi.[683] Bu göreve daima Ocak’tan yetişme mimarlar getiriliyordu. Ve On yedinci yüzyıl ortalarına kadar ömür boyu sürmek üzere atanıyordu.[684]
Mimarbaşılar “müteferrika”lık gibi önceden kazanılmış olan pâyeleri kullanabiliyorlardı.[685] Diğer taraftan “Hassa Mimarları Ocağı” şehremini’ne[686] bağlıdır. Şehremini ise “hâcegân-ı Divân-ı Hümayun”dandır ve “Matbah-ı Âmire emini, Darbhane emini ve Arpa emini” ile birlikte Birûn’da bulunan dört eminden biridir.
(2) Mimâran-ı Hassa Ocağı
Mimâran-ı Hassa Ocağı uygulamalı öğrenim yapılan bir meslek okulu gibiydi. Burada üstad, kalfa derecelerinden geçerek mimâr-ı sâni ve nihayet “sermimar” olunurdu. Başmimar’ın “Cemaat-i Mimârân-ı Hassa” denilen maiyetinde sayılan bazan 43’e kadar varan mimarlar, bir kethüdâ, bir kalem kâtibi bulunurdu. “Cemaat-i Mi’mârân-ı Hassa” içinde etnik ve dinî ayrılıklar önemsenmediği yarı yarıya oranında bulunan bulunan Müslim-gayrimüslim mimar sayısından da anlaşılmaktadır.
Hassa mimarları “halife” (veya kalfa) ve “üstad” olarak ayrılmışlardı. Halifeler içinde en eskisine “mimar-ı sanî” deniyor ve gerektiğinde başmimara vekâlet edebiliyordu.
Diğer taraftan Mimâran-ı Hassa Ocağı’nda “minareciler, mermerciler, neccar (marangozlar), benna (duvarcılar), seng-traş (taş yontucuları), mutalla (sıvacılar), harrat (çıkrıkçılar), cassat (kireççiler), hazzar (bıçkıcılar), lağımger (lağımcılar ), harrar (sıcak demirciler), sürger (kurşuncular), camger (camcılar), mülebbin (kerpiççiler), haddad (demirciler), hakkak (bezemeciler)” olarak sıralanan kalifiye personeli yetiştirilmekteydi.[687]
Ancak bu kadro ülkenin bütünündeki inşaat ve imar işlerinin tümünü denetlemek için yetersiz kaldığından “Eyâlet Mimarlıkları”da kurulmuştu. Eyâletlerde Mimarbaşı kendi tayin ettirdiği “hassa mimarları” tarafından temsil edilmekteydi. Bu mimarlar bölgelerinde inşaat faaliyetlerini merkezde uygulanan biçimde yürütürlerdi. Bunlar yerel küçük işler ve sınırlardaki kal’a ve palangaların onarımıyla görevlendirilmişlerdir.[688]
Eyâlet mimarları da dahil olmak üzere bütün mimarların tayinleri ve terfileri mimarbaşı’nın arzıyla (önerisiyle)[689] ya Divân-ı Hümâyûn’ca veya sadrazam “buyruldu”suyla yapılmaktaydı.[690] Bu durum, Sultan III üncü Selim zamanında 1795 yılında “Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn”dan mimar yetiştirilmeye başlayıncaya kadar devam etmiştir.[691]
Mimârân-ı Hassa Ocağı, seferler sırasında bozuk yolları, yıkılmış veya tahrip edilmiş köprüleri onarmak, gereken yerlere yenilerini yapmak, yeniden hisar, kal’a ve palangalar inşa etmek, yıkılmış olanları onarmak, konak yerlerini düzenlemek, askere su sağlamak için kuyular açmak görevini de üslenmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı Maliyesi (Defterdarlık) için inşaat ve tamirata harcanacak paranın sonuçta Hazine’ye ne gibi bir yarar sağlayacağını (bir tür fizibilite araştırması gibi) hesaplamaktadır.[692]
(3) Mimarbaşı’nın Görevleri
Mimarbaşının aslî görevi Saray içindeki yapılacak ilâveler, tadilat ve tamirat; saray, kasır, köşk türbeler, merkadler gibi Padişah’a ait yapıların inşası; “ebniyye-i hayriyye ve nafıa” denilen selâtin camileri, meydan çeşmeleri, külliyeler, medreseler, kayıkhaneler, kışlalar, koğuşlar, köprüler, bir cami etrafında vakıf olarak kurulan aşhane, medrese, hastahane, yetimhane, sıbyan mektebi ve gelir getiren akar’dan oluşan “musakkafat” denilen dükkanlar, kapalıçarşılar, hanlar, hamamlar ve kervansarayların bakım, onarım ve inşaası gibi masrâfları devlet hazinesinden ödenecek işler için gerekli resimleri (planları) yapmak, bunların keşif bedellerini hesaplamak ve uygun görülenlerin inşaatlarını yürütmektir.[693] Diğer taraftan azınlık mabetlerinin tamirat keşifleri,[694] yapılmak istenen vakıf eserlere mimar tayin etmek, ya da vakıf olarak yapılmış inşaatların son keşiflerini yapmak da görevleri arasındadır.
(a) İmar Faaliyetlerini Yürütmek
Diğer taraftan köprü, su bendi ve su yolu yapımı ve onarımı gibi kamu yapılarının ve İstanbul’daki inşaatların denetimi de görevleri içindedir. Hendesehâne üyeleri de mimarbaşı’nın teknik gözetimi ve şehremininin malî denetimi altında görev yaparlardı.
Mimarbaşı bina yapımlarını maiyetinde çalışan kethüda ve çavuşlarla birlikte denetlerdi. Bununla beraber mimarbaşı inşaatların yalnız teknik hususlarından sorumlu idi. Finansman ve sarfiyat konuları , “hesap işleri, ücret, ödemeler, malzemenin alım ve temini”, kısacası “muhasebe ve mübaya’a işleri” şehremini sorumluluğu altında yürütülürdü.[695]
Diğer taraftan inşaat sektöründe yer alan loncalardaki “gedikli” üstad (mimar), usta ve işçi sayısında yeterli ve ekonomik dengeyi ayarlar.[696]
Şehir içindeki imar düzenini sağlayacak hükümleri tespit eder ve bunların müeyyideli (yaptırımlı) şer’i kurallar haline getirilerek hukuki değer kazanmaları için kadı ile ortak hizmetler çalışır.[697]
(b) İmar Hukukunu Uygulatmak
(Klasik dönemde) Osmanlı şehir idaresinin beledî ve mülki idare fonksiyonları birbirinden ayrılmamıştır. Şehirlerin imar düzenini kadılarla birlikte hassa başmimarı (ve emrindeki mimarları) sağlarlardı.[698]
İstanbul’da ve Eyâletlerde Hassa Ocağı dışında yetişmiş resmî kişiliği olmayan mimarları[699] denetim altına almak için serbest mimarlık yapacaklara ehil olduklarına dair “ruhsat” [700] verir. İstanbul içinde yapılacak inşaatları yerleşim açısından çeşitli yönlerden uygun olup olmadıklarına inceleyerek yapılmalarına ruhsat düzenlerdi.
Aslında bu konuya çok önem verilmiştir. Öyle ki yanlış ve uygunsuz bir ruhsat vermesi hâlinde mimarbaşının canından olması bile mümkündü.[701]
Diğer taraftan uygunsuz yapılmış inşaatları (mesela su yolu üzerine, sur diplerine, başkasının mülkiyetine yapılmış binaları) yıktırmak[702] , parselasyon konularında taraflar arasında çıkan mülkiyet anlaşmazlıklarını yerinde inceleyerek çözümlemek[703] mimarbaşının görevlerinden olduğu gibi, gerektiğinde ehl-i vukuf (bilirkişi) olarak kadı’ya rapor tanzim ederdi.
(c) İnşaat Denetimleri
Yapılaşmanın denetimi, malzemenin evsafının belirlenmesi ve denetimi, fiyatlarının saptanması, işçilik ücretlerinin tespit ve denetimi mimarbaşının görevidir. Mimarbaşı maiyetinde mimâr-ı sâni, kethüda ve çavuşlarla birlikte denetimler yapardı. [704]
Her cins inşaat malzemesinin vasıflarını tesbit etmek için hassa mimarları bunların imâl edildiği veya satıldığı dükkanları, tuğla harmanlarını, kireç ocaklarını, çini imalathanelerini, taş ve mermer işleyen yerleri denetlemektedirler.[705]
Osmanlı başkentinde daha çok ahşap inşaat yapıldığı için, bilhassa kereste nevileri ve ölçüleri inceden inceye belirtilmiş[706] , tuğla, kiremit, vb. gibi inşaat malzemesinin vasıfları ve fiyatları tesbit edilmişti.[707]
Hassa başmimarı inşaatlarda çalışan kalfa, usta ve amelelerin yevmiyelerini tespit ve fazla para istenmemesini veya ödenmemesini denetler,[708] bu hususta ihmali görülürse kadı tarafından tazir cezası ile cezalandırılır. Fazla ücret isteyenler ise kürek cezasına kadar varan cezalar veriliyordu.[709]
n İmar Yasakları ve Tahditleri
-İstanbul surlarının iç ve dış taraflarına “kanun-i kadim üzre divarları halel-i tatarruk’dan (yol yapmak) görüb gözetmek ve iktiza eden tamir ve termimi görmek içün tayin ve tahsis olunan arazi-i mirîyye’den olduğundan” 5 zır’a’dan daha yakın inşaat yapılması,[710]
- Caddeleri daraltacağı, yangınların sirâyetini artıracağı, için evlerin önlerine 18 parmağı geçen “şahnişin” ve şahnişin’lerin karşılıklı yapılması,[711]
- Binaların ancak belirli yüksekliklerde yapılması,[712]
- “Kefere ve Yehûd taifesinden hane bina idenlere iki katdan ziyade” yaptırılması, “üç kat yaptırmağa ruhsat” verilmesi,[713]
- Gayrimüslimlerin kargir bina yapmaları,[714]
- Câmi ve mescidler civarına 5 zira mesafe içinde inşaat yapılması,[715]
- Su yollarının iki tarafına üçer arşın ve su yolu üzerinde 1 arşın mesafede inşaat, bağ, bahçe yapılması,[716]
- Konut bölgelerinde dabbağhane ve çömlekçilerin bulunmaları,
- Yaya kaldırımların üzerinde bina ön cephesini taşacak biçimde “taş rıhtım ve kademe taşı ile nerdüban” yapılması yasaklanmıştır.[717]
Memâlik-i Osmaniye tarımsal yapıya sahip olmakla birlikte, ülkenin İstanbul dışında kalan köyden büyük tüm yerleşme merkezleri her yer aynı biçimde yönetilirdi. Üstelik küçüklü büyüklü pek çok kent ve kasabada şehir uygarlığı, çeşitli kurumları ve yönetimi açısından kendi dönemindeki Avrupa şehirleri düzeyinin gerisinde değildi.
Osmanlı şehirleri yerel yönetimler ve belediye hizmetleri konusunda Batı kentlerine benzer biçimlerde örgütlenmemişlerdir.[718] Bu durum Osmanlı şehirlerinin tarihsel gelişimini inceleyen yabancı araştırmacılarca genellikle “politik bilinçsizlik ve kendi kendini idâre yokluğu” olarak açıklanmıştır. Oysa bu durum Doğu ve Batı kültürlerinin birbirlerinden farklı dünya görüşlerinin kendi yönetim yöntemlerine yansımasından ibarettir. Aslında bir yöntemin diğerinden farklılığı ile, hiç olmaması hâli (yani “yokluğu”) aynı şeyler değildir. Nitekim örneğin şehirlerin ve şehir hayatının düzenlenmesinde günümüz anlamında belediyecilik bağlamında birçok görevleri bulunan “kadı”ların özel makamları da yoktur.[719] Kadı’nın ailesiyle birlikte ikamet ettiği konak, kadılık makamı sayılır. Örneğin İstanbul’da bile belirli bir kadılık binası yoktur.[720] Kuşkusuz bu uygulama Batı yönetim anlayışı açısından anlaşılamaz bir görüntü sergiler. Oysa “fayda ve tasarruf” ta azamîye ulaşma düşüncesindeki İslam-Osmanlı kültürü için şartlar geretirmedikçe kesin bir zorunluluk değildir.
Nitekim İstanbul’da sadrazam, vezir, şeyhülislâm, kazasker, reisiülküttab gibi devlet erkânının taşrada ise vâli ve ayânının konaklarının yalnız erkeklere ayrılmış olan selâmlık bölümleri “resmî makam” olarak işlev görürlerdi. Ancak sadrazam, vezir ve şeyhülislâm gibi kendilerine fazla müracaat yapılan, hatta divanhâne kurulması gereken hallerde bağımsız olarak ayrıca “selâmlık” binası yaptırılırdı.[721]
Aslında bu genel uygulama Osmanlı Sarayı için de geçerlidir. Harem-i Hümâyun’a, Birûn ve Enderûn’dan geçilmesine rağmen Birûn’da ve Enderun-i Hümayûn[722] ’da yer alan Kubbealtı ve diğer devlet dâireleri gündüzleri müracaat sahipleri ve görevlilerin çalışmalarına tahsis olunmaktadır.
İslam şehrinde dinin haram saydığı şeylerin yapılmasını önlemek amacıyla şer’î “hisbe” müessesesi namına,[723] bugün “belediye hizmetleri” dediğimiz görevlerin bir bölümünü kadı’lar üslenmiştir. Aslında “hisbe” ya da “ihtisab”ın esası, “emr-i bi’1-ma’ruf, nehy-i an-il münker” yani şer’an yapılması uygun olanları yapmak ve yasaklanmış olanlarından kaçınmak, bunları halka bildirmek ve uygulatmaktır. Diğer taraftan bu bağlamda sayısız vakıf kurumlarının katkıları da unutulmamalıdır.
a. Kadı’lar
Kadı’nın yetkisi Padişah’ın beratı ile tayin olunduğu kaza sınırları içinde geçerlidir. Kadılar doğrudan kazaskerlere bağlıdırlar ve memuriyetleri süresince kaza’lar arasında dolaşırlar.
Kadılar “narhların tanzimi ve sık sık denetlenmesi, esnâfın teftiş edilmesi, ihtikâr ve istifçiliğin önlenmesi, yolların gidip gelenlere açık ve sâlim tutulması, kaldırımların onarılmaları, “mâil-i inhidam” binaların yıktırılması, talebelere zulmeden mubassır ve hocaların takib edilmeleri, hammalların ve yük hayvanlarının fazla yükletilmemeleri” gibi beledî hizmetleri “ayak naibleri, pazarbaşılar ve muhtesibler” aracılığıyla yürütürler, Ancak kadılar işlerinin yoğunluğu sebebiyle denetim görevlerini genellikle “ihtisab ağası” (veya “ihtisab emini”)’na bırakırlardı. İhtisab ağası da bu hizmeti maiyetindeki subaşı, mimarbaşı, böcekbaşı, çöplükbaşı gibi yeniçeri ocağı zabitleri birlikte yürütürdü.
Esnaf ‘ın kalite hilesi, satış miktarında hırsızlık ve yasaklara uymamak gibi kusurları görülürse genellikle dayak ile hapis gibi geleneğe dayanan azamî tazir cezaları verilirdi. Diğer taraftan denetimlerde bulunan bozuk eksik, hileli tanı ve ölçü aletleri ve bozuk hileli mallara el konurdu. Hapis cezaları ancak dükkanının bulunduğu bölgenin şer’i mahkemesince verilebilirdi.
n Azil ve Tayin Yetkisi
Şehir halkının bazı yerel yönetim görevlilerini kendi arasından seçmesi mümkündü. Ancak seçilenleri kadı’nın tasdik edip mahkeme sicillerine kaydetmesi ve sonra da berat’ının çıkması için evrakı kazaskerliğe göndermesi ile gerekiyordu. Kazaskerlik’in bu talebi inceleyip Bâb-ı Âli Tahvil kalemine muamelesini tamamlatarak bir “Padişah Beratı” gönderiyordu. Bununla beraber kadıların bazı konularda geniş yetkileri verilmişti. Nitekim İstanbul’a gönderilmeyip yanızca kadı tarafından verilmiş hüccetlerle yürütülen ve sicillere “bilâ-berat” kaydıyla geçirilmiş görevler de vardır.
Kadılar, tayin yetkisi sayılabilecek bu özelliklerinden ötürü, lonca teşkilatının kethüdalık veya yiğitbaşılık gibi şehir ekonomisi açısından önemli görevleri etrafında yürütülen mücadelelerde de etkili idiler. Esnaf loncalarının kethüdalarını (esnaf şeyhleri) esnafın istekleri doğrultusunda tayin ve azlederler, lonca teşkilâtının sağlıklı yaşamasına çalışırlardı.
(1) Şehir Yolları ve Altyapı’lar
Divan-ı Hümayun’un imar faaliyetleriyle ilgili kararlarını uygulatmakdan kadı’lar ve Mimarbaşı birlikte sorumlu idiler. Nitekim büyük yangınlardan sonra ahşap konut ve dükkan yapılmaması, yolların organik biçimde oluşması ve çıkmaz sokaklar yapılmaması için mimarbaşı’nın teklifiyle Divân-ı Hümâyûn’da birçok kararlar alınmış ve uygulanmak üzere kadılara gönderilmiştir.
Şehir yollarının düzenli biçimde yapılması için kaldırımcılık çalışmalarını gözetim altında tutmakta, gerek yolların inşasında gerekse teknik hesaplarının yapılmasında “kaldırımcılar kethüdası” veya kaldırımcılarbaşı büyük rol oynamaktadır. Yollarda çalışacak kaldırımcıları da o tesbit ve tahsis etmektedir”[724]. İnşa ya da tamir edilecek şehir yolları[725] için keşif ve muayene başmimarın tayin ettiği mimar halifesi, kaldırım yazıcısı ve kaldırımcılar kethüdası tarafından tesbit edilerek bir deftere yazılırdı.[726]
Şehir içindeki yollar üzerinde bulunan dükkan ve hane sahiplerinden katkı payları alınarak inşaat masrafı düşürülürdü. Bu masrafa katılma oranı, tamiri yahut inşası yapılacak yol maliyetinin 1/4’ü ile nadiren yarısı arasında değişmektedir.[727] Bununla beraber vakıf kaynaklardan da yararlanılarak yapılabilirdi. Bu yöntem İslam ve gayrimüslim vakıflarının civarındaki yollara aynı biçimde uygulanmıştır.[728]
Bend’ler ve su yolları, kanalizasyon gibi altyapı tesislerini genellikle vakıflar sağlamakla beraber, tesislerin bakımıyla görevli olan “Suyolcuları Ocağı” Hassa mimarlar Ocağı’na bağlı ve hassa başmimarı emrindeydi.
(2) Çarşı- Pazar Denetimi
Muhtesib, kadı’nın ve divan kararlarının da uygulayıcısıdır. Fiyatlara uyulup uyulmadığını gözler, satış yerlerini teftiş eder. Esnaf hile veya suç işlemesi halinde ihtisab ağası tarafından yerinde cezalandırılmaktadır.
Bununla beraber kadı ve muhtesib (ihtisab ağası) kadar esnaf yöneticilerinin de fiyatların denetimi açısından sorumlulukları vardır. Fakat çarşı, pazar atölye ve satış yerlerini denetledikleri halde resmen cezalandırma yetkisine sahip değillerdir. Bununla beraber aşırı yüksek veya düşük fiyatla mal satanların, kötü kalite mal üretenlerin ölçülere uymayanların, tartı ve ölçü aletlerini kullanmayanların suçunu kadı ve muhtesibe duyuruyorlardı.
Teftişler belirli zamanlarda sadrazam, kadı ve ihtisab ağasının maiyetlerindeki “muhzırlar, kol oğlanları, teraziciler”den oluşan “kol” tabir olunan ekiplerle yapılmaktadır. Teftişler sırasında evâmir-i hükümet’e, ölçü, tartı, narh’a ve satılan malların kalitesi denetlenirdi. Sadrazam kollarında tazir aleti olan falaka’yı muhzirler taşırdı.
Kadı ve ihtisap ağasının teftişlerinde ise falaka’yı kol oğlanları, teraziciler de tam ayarlı teraziler taşırlardı.
Sadrazamın, kadı veya ihtisab ağasının verdiği dayak cezasını kol oğlanları infaz ederierdi. Teraziciler ise teftiş edilen esnafın tartı ile sattığı malı kendi terazileriyle denetlerlerdi.
n Esnaf Yasakları
Esnaf ve sanatkârlar işlerini yaparlarken şehir halkının rahatını bozacak kayıtsızlıklardan kaçınacaktır. Bu bağlamda örneğin
a) Dükkan kepenklerini geçişe engel olacak biçimde sokağa bırakmak,
b) Fırın küreklerinin saplarının dükkandan dışarı çıkması,
c) İnşaat kereste ve malzemesinin sokak ortasına bırakılması,
d) Tüccarların balya, fıçı ve çuval denk gibi malzemelerini dükkanlarının önüne koymaları,
e) Dükkan tentelerinin gelip geçişe mani olması,
f) Gelip geçişe mani olacak şekilde sokakda odun kırmak
kadı tarafından tazir cezası verilmesini gerektiren kusur ve suçlardandır. [729]
n Tüketici Hakları
Denetimlerin kuralları çok açıktır.[730] Yalan yere şahitlik edenler, faizcilik, tefecilik esnaf ve sanatkârlar makbul sayılmaz. Muameleta fesat karıştırmak, sattığı malın ayıbını örtmek, narh üstünde bir fiata mal satmak, terazi, kantar, ölçek gibi ölçü âletleri ve dirhemleri damgasız ve tam eksik olmak, evsafı bozuk mal satmak, özellikle ekmeğin kalitesini bozmak, ihtikar (pahalılık) olsun diye gıda maddelerini satmaktan kaçınmak [731] kadı tarafından “tazir cezası”nı gerektiren kusur ve suçlardır.
Esnaf bu hususta dikkatli olmalı, denetimlerde örneğin, ekmek ölçüsüne göre pişirilmiş olmalıdır. Kasap bakımlı hayvan kesmeli ve temiz et satmalıdır. Süt katkısız olmalıdır.
Sanatkârlar da benzer ölçülere uyacaklardır. Örneğin terziler, kumaşına göre fiyat talep edecekler, dikilen libas beğenilmezse kumaşı tazmin edecek, aldıkları işi gününde teslim edeceklerdir. Çuhacılar, takyeciler, atlasçılar, bürümcükçüler kusurlu üretim yapamazlar.
Üretilen malların fiyatları üzerinde de durulmaktadır. Örneğin ayakkabıcılar sermayeleri ve emeklerinden sonra ancak 1/10 kâr koyarak satabilirler.
Nitekim bu bağlamda esnaf ve sanatkârların işleri hakkında hazırlanan lonca kararları da şeriye sicillerine kaydoluyordu. Bu uygulamaları denetleyecek ya da şikâyet edilecek merci kadı’dır.
(3) Narh
Osmanlı Devletinde halkın ekonomik refahı için fiyatların dondurulması uygun görülmüş ve “narh” kurumu uygulanmıştır. İhtisap uygulamalarının en önemlisi narh’dır. Narh verilme işlemi sırasında tarafsızlıkla karar verebilmek için kadı, muhtesibi, esnaf ileri gelenlerini ve “bî-garez müslümanları” bir araya toplar. Bu heyetin verdiği kararlar kesinleştirilerek mahkeme siciline geçirilir. Aksine hareket edenlerin ise “haklarından gelinir”di.
Narh’lar malın maliyet fiyatının üstüne genellikle % 10, bazı durumlarda % 20’ye hatta % 40’a kadar çıkabilen oranda kâr konularak hesaplanırdı. Örneğin “üstad” imalatçıların ürettikleri malların fiyatlarını “âla”, “evsat”, “ednâ” farklılığı gözeten bilirkişiler tesbit eder,[732] hatta “âlâ” ve “ednâ” kategorisindeki mallara bile “dahî âlâ”, “dahî ednâ” şeklinde yapılan ikinci derecede alt ayırımlara göre yeni narhlar verilirdi.[733]
Fiyatların saptanması sırasında loncalar söz sahibi olmasına rağmen, devlet müdahale eder. İstanbul’da ve civar şehirlerde esnaf gurupları göz önünde tutularak tespit edilen narh fiyatlarına ait listeler yerel kadılıklarda toplanmış, şer’î kayıtlara geçirilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Narh defterlerinin bazıları “yiyecek, içecek, giyecek” gibi temel ihtiyaç maddelerini içeren genel maksatlı, diğer bazıları ise yalnız bazı malların sıralandığı özel nitelikli olurlardı.
Şehirlere ve pazarlarda satmak için mallarını getirenlere bunları “getirici (ya da misafir) narhı” uygulanırdı. Bu malları kapatan aracılar onlar “aracı narhı” ile esnafa, esnaf’’ satarlardı. Esnaf da bu malları dükkanlarında halka satarken “oturucu (ya da mukim) narhı” uygularlardı. Ancak şehire ya da pazara mal getirenler ilk elden satış yapamazlardı.
Narh uygulanması ile On altıncı ve On yedinci yüzyıllarda kadı’nın kontrolu ile narh uygulanan malların fiyatlarının çok az arttığı görülmektedir.
b. İhtisab Ağaları
İhtisab ağaları’nın vergileri kanuna ve usulüne uygun toplayacak, şehir halkının Divan’a şikayet etmesine neden olmayacak nitelikte güvenilir ve işbilir kimseler olmaları gereklidir. Zira “muhtesib” veya ihtisab ağası bir anlamda belediyecilik hizmeti yapan bir memurdur.
Aslında “ihtisab”ın esası, “emr-i bi’1-ma’ruf, nehy-i an-il münker” yani şer’an yapılması uygun olanları yapmak ve yasaklanmış olanlarından kaçınmak, bunları halka bildirmek ve uygulatmaktır. Dolayısıyla ihtisab ağası’nın (yâni muhtesib’in) bugün belediye zabıtası ile ilgili görülen bazı konularda kadı gibi hüküm verme yetkisi vardır. Ancak kadı mülkiye, belediye, asayiş ve inzibatla ilgili bütün konularda hüküm vermeğe yetkiliydi. Buna karşılık kadı hükümlerini kanıt ve şahitlerle tahkim etmek zorunda iken, ihtisab ağası’nın “fazla fiyat istemek, eksik tartı yapmak” gibi bazı konularda kadı’dan karar almaya ve kanıt göstermeğe gerek kalmadan özerk olarak nizam ve örflere dayanarak kadı adına tazir cezası verme yetkisi vardı.[734] Örneğin küçük çocukları gönderip çarşıdan bazı eşyalar satın aldırır ve eğer fazla fiyat, eksik tartı gibi durumlara rastlarsa bunları yapanları şiddetle cezalandırırdı.
Diğer taraftan tıpkı kadı gibi, ihtisab ağası’nın Kur’an’daki kurallara aykırı davranarak hile ile İslam cemaatine zarar verenleri cezalandırma yetkisine sahip olması onun görevini kutsallaştırmakta ve kendisine âdeta dinsel bir kimlik kazandırmaktadır.
Değnek cezaları suçun tespit edildiği yerde derhal uygulanırdı. Dayak cezasında esnafın yaşına ve servetine bakılmaz, kendisiyle beraber suç ortakları sayılan usta, kalfalar ve çıraklar da dükkanın önünde falakaya yatırılırak çıplak ayak tabanlarına sopa vurulurdu. Özürlü mallar ise tahrip ve teşhir ediliyordu.
Başka bir deyişle muhtesibin maliye ile ilgili vergi toplama işi yanında, “zanaat ve ticaret ahlakını düzenleme” gibi bir görevi de vardı.
Bununla beraber muhtesib, esnafın ihtisabiye veya ihtisab rusûmu adındaki ihtisab vergilerini toplaması görevi Mâliye ile ilgilidir. Dolayısıyla “zaim (subaşı), muhzır, asesbaşı” gibi hizmetliler de bu görevi sırasında kendisine yardım ederler.
c. Esnaf Örgütleri
Esnaf örgütleri de Osmanlı şehirlerinin yerel anlamda yönetiminde dikkate alınması gereken bir konudur. Çünkü “Osmanlı şehirlerinin hepsinde yaygın ve kuvvetli bir esnaf düzeni vardır[735] ”. Şehir hayatında ekonomik olarak faal olan ve üretime katılan herkes bir esnaf örgütünün, bir loncanın üyesidir. Ve bir zenaat kolunun başında şeyh, kethüda veya yiğitbaşı, daha altında ustalar ve şakirdler bulunurdu. Her zanaat kolunda çalışanların sayılan belirlenmiş, şakird’likten usta’lığa geçiş, üretim, pazarlama usulleri, nitelikleri de kurallara bağlanmıştı. Bu örgütlerin şehrin yerel yönetimi açısından etkin olan yöneticileri meslek mensupları tarafından seçilip, kadı siciline kayıt ettiriliyor, merkezden “berat” alınarak “atama” işlemi tamamlanıyordu. On altıncı Yüzyılda İstanbul’da 1100 adet esnaf sınıfı olduğu düşünülürse[736] lonca teşkilatının ve yöneticilerinin belediyecilik açısından etkinliği anlaşılır.
n Kethüda ve Yiğitbaşılar
Kethüda ve yiğitbaşıların görevlerini
a. Genel görevler: güvenliğin sağlanması, üretici ve tüketici ilişkilerinin âdil ölçüler içinde yürütülmesi,
b. Örgüt içi görevler:Terk-i edeb edenleri tenbih ve te’dib etmek”, “hamdest olanların mutadınca haklarından gelmek”, hammadde temin etmek ve dağıtımını adaletli yapmak, üretim sırasında uyulacak kuralları belirlemek ve geçerli kılmak[737] biçiminde sıralamak mümkündür.
n Esnaf’ın Çeşitliliği
Şehzade’lerin sünnet düğünlerine katılan meslek grupları bir bakıma İstanbul esnafının çeşitliliğini de ortaya koymaktadır:
Takkeciler, terziler, sucular, aşçılar, çizmeciler, mesçiler, serbazlar ve cambazlar, hallaçlar, camcılar, gümüş tel çekenler, helvacılar, tasbazlar, baharcılar, yemişçiler, kâtipler, imamlar, düğmeciler, saraçlar, çulcular, ipekçiler, peştamalcılar, Eski Bedesten satıcıları, örücüler, hasırcılar, galeta satıcıları, kilitçiler, mercancılar, yorgancılar, tarakçılar, aynacılar, okçular, yılan avcıları, İznikli çiniciler, tütsü buhurcuları, boyacılar, mızrakçılar, kaftancılar, çakşırcılar, semerciler, sandıkçılar, saatçiler, şamdancılar, balıkçılar, kürekçiler, ilikçiler, kalafatlar, oluklu okçular, ketenciler, ekmekçiler, şilteciler, tellallar, mumcular, şekerciler, aktarlar, Mısır Çarşısı satıcıları, iğneciler, keçeciler, yemişçiler, yağlıkçılar, abacılar, yapı ustaları, debbağlar, bıçakçılar, üzengiciler, beygir örtüsü yapanlar, çadırcılar, boğası denilen bezi dokuyanlar, nalbantlar, süpürgeciler, Yeni Bedesten satıcıları, bozacılar, destarcılar, tellaklar, güreşçiler, hokkabazlar, katırcılar, nalçacılar, balıkçılar, şapkacılar, kavukçular, kutucular, sabuncular, çiftçiler, demirciler, basmacılar, elekçiler, şerbetçiler, bitpazarı satıcıları, yelpazeciler, sahtiyancılar, yaşmakçılar, hırdavatçılar, çamaşırcılar, kazancılar, kovacılar, hamamcılar, lokantacılar, muhtesibler, sebzeciler, kâğıtçılar, kundakçılar, paluzeciler, kasaplar, urgancılar, keklikçiler, makasçılar, dizginciler, çilingirler, iplikçiler, kâsebazlar, bakkallar, sol elleriyle hüner gösterenler, eğeciler, divitçiler, kuşçular, sarıkçılar, dericiler, celepler, turşucular, ince tel basmacıları, tahılcılar, dutçular, müezzinler, kuşakçılar, kebapçılar, ipek dokumacıları, harç karıştıranlar, sorguççular, arabacılar, hamallar, tavukçular, kahveciler, sepetçiler, kazıcılar, kireççiler, Horasan harcı karıştıranlar, sarraflar, çömlekçiler, mürekkepçiler, ayakkabıcılar, kalemciler, Mısır Çarşısı baharcıları, Bursalı satıcılar, Arap satıcılar.[738]
Evliya Çelebi, On yedinci yüzyılda İstanbul’da 65 satıcı esnafına ait 14.445 dükkân bulunduğunu ve bu dükkânlarda 48.000 kişinin, 23.214 imalâthane’de ise 79.264 usta ve işçinin çalıştığını bildiriyor.
Hasırcılar, kurukahveciler, kürkçüler, bakırcılar, zahireciler, yağlıkçılar, balmumcular, çadırcılar, örücüler, sarraflar, tülbentçiler, sahhaflar, aktarlar gibi İstanbul esnafının çoğu öteden beri belirli semtlerde toplanırlardı.
Buralardan alış veriş edenlerin aynı dükkânı yeniden bulabilmeleri için esnaf kapısının üstüne bir gemi modeli, deve kuşu yumurtası, püskül, fener gibi işaretler koyardı. Böylece grup içinde rekabet yapan esnaf içinde beğenilenler “Kapalı Çarşı’da kalyonlu sarraf” diye tarif edilirdi. Devlet denetimi temel maddeler üzerinde yapılmaktaydı. Narhlara bakmak, kile, okka, arşın, zira gibi ölçüler ile terâzi ve kantarları, yiyecek ve içeceklere hile karışmamasını “ihtisab ağası” denetlerdi. Görevleri arasında hammaddeleri esnaf arasında paylaştırmak da vardı. İhtisab kanunnâmelerinde ihtisab ağasının görevleri ve teftişlerin mahiyeti açıklanmaktadır. Kannunnâme hükümlerine aykırı davranışlar kesinlikle cezalandırılmaktadır.
Bu nedenle teftiş sırasında yanında birkaç infaz memuru da bulunmaktadır. İhtisab ağalığı görevi yıllık bir “iltizam”dır. Bedeli doğrudan devlet kasasına gider. Karşılığı ise alınacak çeşitli vergi ve resimlerdir.
d. Vakıf Kurumlar
Osmanlı vakıfları günümüzde belediye ve bayındırlık hizmetleri denilen konuların önemli bir bölümünü üslenmiştir. Câmiler, mescidler, medreseler, dârülhadisler, dârülkurrâlar, imâretler, hamamlar, çeşmeler, sıbyan okulları, tekkeler ve bunların bir bölümünün bir araya gelmesiyle oluşan küllîyeler, köprüler, hanlar, kervansaraylar ve dârüşşifâların hemen tümü vakıf eserlerdir.
Diğer taraftan vakıfların Osmanlı şehirlerinin oluşumunda da önemli katkıları vardır. Şehir merkezleri genellikle vakıf bir külliyenin çevresinde kurulmuşlardır. Vâkıflarının adıyla anılan mahalleler ise genellikle cami, mescid, hamam veya çeşmelerin etrafında oluşur.
Yüzlerce vakıf câmi, bir o kadar mescid, medrese, tekke (özellikle Rumeli’de) şehirlerin İslâm vechesi almalarını sağlamıştır.
Asayiş hizmetlerinin bir bölümü ulûfeli görevlilerin yükümlülüğüne verilirken, diğer bir kısmı da yaptıkları hizmetin karşılığı olarak halktan (özellikle ticarî bölgelerde tüccâr ve esnaftan) bir miktar ücret alırlardı.
Diğer taraftan askerî şahısların yakalanmaları ve cezalandırılmaları da yine kanunnâmelerde belirtilen süreçlere uygun olarak yapılırlardı.
a. Subaşılar
Büyük şehir merkezlerinin düzeninden (ve temizliğinden) kadıların buyruğu altında bulunan subaşılar sorumludur. Geceleri asesbaşı ile birlikte dolaşarak dirlik ve düzeni bozanları yakalayıp ufak suçlar ve kabahatler için hemen cezalandırmak, ağır suçlar için kadı’nın huzuruna çıkartmak subaşıların göreviydi. Büyük şehirlerde bulunan mirî subaşılar “mevâcib “alırlardı.
Mirî subaşılar yine kadıların buyruğu altında bulunmakla beraber şehirlerin çarşıların, pazar yerlerinin ve mahalle aralarının temizliğini denetlemekden ve geceleri asesbaşı ila birlikte dolaşarak şüpheli kişileri tutuklayıp kadı önüne çıkarmak, suçüstü yakaladıklarını cezalandırarak asayişi sağlamak işlerinden sorumluydular. Ulûfeleri Hazine’den ödenirdi.
On yedinci yüzyılda (özellikle İstanbul’un) temizlik işleri için “çöplük subaşısı”[739] ve “tomruk” adıyla anılan cezaevlerinin yönetimi için “tomruk subaşısı” görevleri ihdas olunarak subaşılık hizmetleri genişletildi.
Eyâlet ve sancak merkezlerine bağlı küçük şehir ve kasabaların dirlik ve düzenini de “tımarlı subaşı”lar sağlarlardı. Subaşı olan tımarlı sipahiler sancakbeyi’nin yardımcısı durumundaydılar. Seferlere de cebelüleriyle katılırlardı. Merkez’den tımarlı subaşıların adına hüküm gönderilirdi. Bir anlamda bağımsızlığı olan tımarlı subaşıları vergiler ve para cezalarından da kendilerine pay ayırırlardı.
b. Yeniçeri Kullukları
Şehiriçi güvenliğini sağlamak için “İstanbul kullukları” ve “taşra kullukları” denilen karakol örgütleri bulunmaktadır. Her kullukta çorbacı denilen bir yeniçeri subayı ile kullukçu denilen üç ya da dört yeniçeri neferi bulunurdu. Taşrada kulluk görevi yapan yeniçerilere de “yasakçı” denirdi. Beylerbeylerin kapı halkı içinde de kullukçu bölükleri vardı.
İstanbul birçok kulluk bölgesine ayrılmış olup bu bölgelerin asayiş hizmetleri belirli bir para karşılığında yeniçerilere bırakılırdı. Kullukların dağıtılmasını kul kethüdası yapardı. İstanbul kullukları üç, taşradakiler dokuz aylığına verilirdi. İstanbul’daki tüm kullukların âmiri, Kullukçu’ların en kıdemlisi ve Ocaktaki başeskilerden sayılan “başkarakullukçu”dur.
Yeniçeriler yaptıkları güvenlik hizmeti karşılığında halkdan ücret alırlardı. Böylece kullukçu yeniçerilere ulûfeleri dışında gelir sağlanmaktaydı. On yedinci yüzyıl başlarında Yeniçeri kulkethüdası, kulluk bölgesi tahsisi için kullukçubaşı’ndan 85 akçe alır; bunun 70 akçesini alıkor, gerisini yamaklarına bırakırdı. Yeniçeriler seferle İstanbul dışında bulundukları zamanlarda kulluk görevini acemi oğlanları yapardı.
c. Kalyoncu Kullukları
İstanbul’daki Tersâne kalyoncularını yeniçeri kullukçularıyla sürtüşmeye sokmadan disiplin altına alabilmek için Galata ve Beyoğlu’nun çeşitli yerlerine kalyoncu çavuşların görev yaptığı “kalyoncu kullukları” da kurulmuştu.[740] Kalyoncu kulluğunda bulunan amirlere “başağa”, grup amirlerine de “Galata başağası”, Beyoğlu başağası” denirdi. Kullukçu’ların en kıdemlisi ve Ocaktaki başeskilerden sayılan başkarakullukçu, İstanbul’daki tüm kullukların da amiriydi.
d. Bostancı Ocakları
Bostancı Ocağı’nın en büyük âmiri bostancıbaşı’dır. Ocağın erkânı başhaseki ağa, bostancı kethüdası, kethüdâ ağa, başhamlacı, tebdil hasekisi, kozbekçibaşı, bostancılar odabaşısı, bostancı karakulak ve baltacı’dır.
Öteden beri Edirne ve İstanbul saraylarında bahçe işleri, bağ ve bostanlarının bakımı için “bostancı” denilen Sırp ya da Boşnak asıllılar görevlendirilir, acemi oğlanlanlar arasından bostancıbaşı tarafından özellikle Bosnalılar arasından güçlü ve kuvvetli olanlar seçilirdi. Bu maksatla İstanbul’da 21 bölük , Edirne’de de 10 bölükten oluşan iki ayrı Bostancı Ocağı kurulmuştu.[741] Bostancılar yeniçerilerle beraber üç ayda bir ulûfe alırlar ve kendilerine bostan ürününden de pay verilirdi. On altıncı yüzyıl başlarına kadar Saray çevrelerinin güvenliği, inşaat, nakliye ve ulaşım işlerini yürütmekle görevli bostancılar, On altıncı yüzyılın ortalarına gelindiğinde silahlı inzibat kuvvetine dönüşmüştür.
Bostancılar, “Hasbahçe bostancıları” ve “Hassa Bostancıları” olmak üzere ikiye ayrılır. Saray surları içinde kalan bahçe ve bostanlarda çalışan, Saray’ın ve Harem’in hariçten emniyetini temin eden 20 bölük bostancılara “Hasbahçe bostancıları” ya da “gılmanan-ı Bahçe-i Hassa” denilirdi. Bunlar kıdemlerine göre bellerine dokuz değişik renkte kuşak sararlardı. Dokuzuncu derecedeki bostancı “hünkar kayığı hamlacısı” olurdu. Hamlacı’nın üstündeki rütbelerde “Bostancı hasekisi” ve “Bostancı kethüdası” gelirdi.
İstanbul’un çeşitli semtlerinde “Hadaik-i Hassa” denilen Saray’a ait bahçe ve bostanlarda çalışan, Saray’ın kayıkhane ve iskelelerinde bekçilik, koruma ve temizleme işleri yapan “hassa bostancıları” ise 15 ilâ 100’er kişilik bölükler halinde hizmet görürlerdi. Hassa bostancıları “usta” dedikleri zabitlerinin emrindedirler. Her “usta” bostancıbaşı’na karşı bulunduğu semtin güvenliğinden sorumludur.
Eyüp, Kağıthane, Boğaziçi ve Adalar, Bostancı Koprüsü’ne kadar Anadolu yakasının asayiş ve güvenliği, “usta” denilen bir zabitin emrinde 15-100 kişilik birlikler halinde hizmet gören “hassa bostancıları”nın sorumluluğundadır. Her “usta” bulunduğu semtin güvenliğinden genel asayişi sağlamakla görevli bostancıbaşı’na karşı sorumludur.
Bostancıbaşı Padişahın yakın güvenliğinden, Marmara, Boğaziçi ve Haliç kıyılarının asayişinden ve ormanların ve avlakların denetiminden sorumludur. Bostancı Ocağı içinden atanırdı. Kırmızı kaftan, altına mavi şalvar ve başına kırmızı barata giyerdi. Görev yeri Yalı Köşkü bitişiğindedir. Halk arasına çıkmaz. İdam, sürgün ve azil fermanlarını infâz ettirir. Terfih ettirildiği zaman vezirlik, sancakbeyliği ya da kapıcıbaşılık verilirdi.
e. Asesler
Kolluk kuvvetlerinin şehir içinde inzibatı ve asayişi sağlamak amacıyla çarşı ve pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına gece veya gündüz dolaşmasına «kola çıkmak» da denilirdi. Sadrazamlar, Yeniçeri ağaları, kaptan paşa’lar bile zaman zaman kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri te’dip ederlerdi. Ancak bu görev Yeniçeri Ocağı’nın Yirmisekizinci Orta’sının efrâdını oluşturan ases’lere verilmişti.
Gece veya gündüz şüpheli görülen kişiler asesler tarafından yakalanırlar, durumlarında, eylemlerinde suç unsuru görülürse şer’î cezası verilmek üzere kadı önüne çıkarırlardı. Eğer suç değil de kabahat türünde kusurları varsa asesbaşı’na tanınmış “tazîr” yetkisi içinde kalarak kendisine örfî cezalar uygularlardı. “Yasakçı kulu” gibi görev yaptıklarından bazı cezaları uygulama yetkileri vardı.[742] Tutukluları teslim alıp hapse koymak da ases’lerin işiydi. Ancak suç işleyen yeniçerileri yakalayıp Yeniçeri Ocağı’na teslim etmekle “bostancı mumcusu” görevliydi.
Çarşı ve pazar yerlerinde güvenlik hizmetleri yaparlar, karşılığında, esnaftan “asesiye” adıyla para toplarlardı. Biri İstanbul ve diğeri Galata’da olmak üzere iki asesbaşı vardı. İstanbul asesbaşısı’nın derecesi Galata’dan daha yüksekti.
Taşra şehir ve ilçelerinde de asesbaşı emrinde olarak aynı görevler yapılırdı. İstanbul dışındaki kentlerde ve büyük kasabalarda görevlendirilen asesler de gece devriye gezerler, şüpheli ve suçluları yakalayıp kadıya teslim ederler ya da yetkileri içinde bulunan cezaları uygularlardı.
Asesbaşı, narh denetiminde subaşıyla birlikte sadrazama eşlik ederdi. Divan-ı Hümayun ve Ağakapısi’nda toplanan Ağa Divânı toplantılarında, Yeniçerilere ulûfe dağıtımı, elçi karşılama ve kabul törenlerinde hazır bulunurdu. Bu görevleri sırasında yeşil çuhadan çatal kalafat, zağra yakalı ve yeşil kaplı Divân kürkü, ak çakşır, ayaklarına da sarı yemeni giyerdi.
İstanbul’daki Tomruklar ve Babacafer zindanları da asesbaşının yönetimi altındaydı. Yeniçeri Ocağı’ndan idam cezasına çarptırılanlar hükmün yerine getirilmesi için ona teslim edilirdi.