Osmanlı toplumunda devlet ile reâyâ arasındaki ilişkileri düzenleyen temel kavram “adalet”tir. Ve adalet’in dağıtımı da şer’î hukukun kriterlerine göre düzenlenmektedir.
Osmanlı hukukunun yapısı özel bir “hukuklar hiyerarşisi”ne dayanır. Bu bağlamda şer’î hukuk, hâkim üst hukuktur. Bizzat Osmanlı Padişahı ile birlikte, müslim ya da gayri müslim bütün teba’ası ayrıcalıksız biçimde şer’î hukuk’un kesin hükümlerine ve ilkelerine uymakla yükümlüdürler. Diğer taraftan bu hükümlerin kaynağı olan “haramlar, farzlar ve vâcibler” aslında örfî Osmanlı hukukunun da değiştirilemez ana ilkeleridir. Oysa diğer hükümler bazı şartların oluşmasıyla değişebilir.[140]
Şahıs ve cezâ hukukuna dair davalarda tarafların husûmetleri İslâm Hukuku’nun ilkelerine göre “hâl ve fasl” edilirdi. Şartlar yerine geldiğinde kadı ilk verdiği karardan rüc’û edebileceği gibi[141] , kadıların bazı ictihadlarını da müctehid olan İslâm hukukçuları kısmen ya da tamamen kaldırabilir.
Osmanlı hukuk sisteminde birlik ve istikrar sağlamak için şer’î hukukun Hanefî mezhebine ait ictihadları esas alınmaktadır. Kesin bir hüküm bulunmadığı takdirde Şafi’î, Mâlikî ve Hanbelî ictihadleri de yol gösterici olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan kendi toplulukları içinde kalmak üzere Şafi’î, Mâlikî ve Hanbelî fıkıhlarının da geçerliliği süreklidir. Ne var ki kişilerin devletle olan hukuksal ilişkilerinde ya da kadı önünde Hanefî fıkhına rücû esastır.[142]
Bununla beraber “ulü’l-emr” olan padişahın Hanefî Mezhebi dışında görüş belirtmesi ve uygulamaları yönlendirmesi mümkündür. Nitekim bu bağlamda padişahlara ictihâdî açıdan danışmanlık yapan, yol gösteren şeyhülislamların bazan onlara karşı çıktıkları görülmüştür.
Osmanlı ülkesinde yürürlükte olan hukukî normlar hiyerarşisi’nin sırasıyla “Kur’an, Hadis, icma, kıyas, Padişah’ın Şer’e aykırı olmayan emir ve kararları, İslam hükümetlerinin talimatları, yeni fetholunan ülkelerde İslam’a aykırı olmayan yerli kanunlar, İslam’a aykırı olmayan örf ve adetler, yabancılarla yapılmış antlaşmalar, milletlerarası hukuk’ta karşıtlık (mütekabiliyet) ilkesi, istihsan ve istishab, eski Şeriat’ler” olduğu görülüyor.[143]
Osmanlı Hukuku, ancak Şer’i Hukuk’un şemsiyesi altında hükümran olduğundan, Fıkıh konusunun genel karakterine de kısaca göz atmak gerekecektir.
Şer’î Hukuk’ta kamu ve özel hukuk ayrımı yapılmaz. İslam Hukuku “haklar esası”na göre kuruludur. Konular “Allah’a ait haklar (Hukuk’ullah), insana ait haklar (hukuk-i ibâd), insana ait haklarla Allah’a ait hakların birleştiği fakat Hukuk’ullah’ın galip olduğu haller veya tam tersi “hukuk-i ibâd”ın galip olduğu işler” olmak üzere dört kategoride ele alınır.
“Hukuk’ullah” günümüzdeki “kamu hukuku”nun genişletilmiş hâli anlamında düşünülmelidir. Salt “kul hakları” da bir anlamda günümüzdeki “medenî hukuk”u düzenler. Karma nitelikteki haklar ise duruma göre kamu hukuku ile özel hukuk arasında gelişen ilişkilerdir.
Osmanlı hukuku şer’î hukukun hükümranlık şemsiyesi altındadır. Bununla beraber hükümdarlık hukuku klasik fıkıh sistemi içinde ele alınmaz. İslam ülkelerinde idare hukuku, hükümdarın şer’î hukukla sınırlandırılmış yetkileri genel olarak “siyaset üş-şer’iye” denilen eserlerde yer alır.[144]
İslam hukukunun asıl kaynakları Kuran ve açıklamaları olan Hz. Muhammed’in hadisleri (söyledikleri) ve sünnetleri (yaptıkları)’dir. Diğer kaynaklar bu iki ana kaynağa aykırı olmamak üzere ile icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha, devletlerarası mukaveleler, örf, adet, istihsan, istislah’lardır.[145] Ulemâ İcm’a ve Kıyas’ın (tali) kaynaklar içinde temel (esas) olduğu üzerinde birleşmişlerdir: Gerçekten de «Kıyas» mezheb imamı müctehidlerce çeşitli açılardan ele alınıp bir hukuk metodu olarak değerlendirilmiştir.
Kur’an içinde çeşitli sûrelere dağılmış ibadet ve cihada bağlı sayısı 140 civarında ve muamelat ( uygulama), ahvâl-i şahsîyye (özlük halleri ), cinayet, kaza ve şahadete ( tanıklık) dair de 200 dolayında ahkâm ayetleri vardır.[146] Ukûbat’a (cezalara) dair olan 10 âyet «Bakara, Maide ve Nûr» sûrelerindedir. Çeşitli konularda Ahkâm Hadis’leri de mücmel (kapalı) olan hükümleri açıklarlar, «sükut» geçilen hususları aydınlatırlar. Bu hadisler, ulema tarafından Fıkıh İlmi gereklerine göre bölümlere ayrılmışlardır.[147]
a. Fıkıh Terminolojisi
Şer’î Osmanlı Hukuku’nun dili, önceki yüzyıllarda İslâm hukukçularının kazüistik[148] hukuk alanındaki çalışmaları sonucunda oluşturdukları sağlam hukuk mantığı ve ıstılahâtını (terminoloji’sini) yansıtmaktadır.
Kuramsal ve uygulamalı İslâm hukuku (yâni “İlmu’ Usûli’1-Fıkh” ve “İlmu’ Fürû’il-Fıkh”) Osmanlı hukukunun doğmasından önce gelişimlerinin doruk noktalarına ulaşmışlardı. Dolayısıyla ilk Osmanlı hukukçuları kadılar, müftiler ve diğer Osmanlı alimleri belirli bir hukuk mantığı, felsefesi ve ıstılahatını hazır buldular. Bu birikimi Osmanlı kültürü içinde geliştirerek onu klâsik üslûbuna (biçimine) ulaştırdılar.
Şer’î Hukuk, ibâdetler, işlemler, evlenme ve cezalar (İbâdât, Muamelât, Münakehât ve Ukûbat) bölümlerine ayrılmaktadır. Bu bölümlerin özelliklerine göre mahkemelerin hüküm ilâmları (belgeleri) düzenlenmektedir. Böyle olunca da zaman içinde hukukî kavramların alanlarını gereken kesinlikle sınırlandırmaya muktedir bir Osmanlı şer’î hukuk dili gelişmiştir.
Aslında Türk dili Osmanlı ülkesinde «Lisân-ı İslâm» olarak kabul görmüştür.[149] Nitekim Osmanlı ulemâsı fetvâlarını genel olarak Türkçe yazmışlardır. Hattâ Müslümanlar için gerek duyulmadığı zamanlarda bir «kefere lisânı»nı dilini konuşmak yasaktır ve cezalandırılmayı gerektirir.[150] Bu bağlamda Girid ve benzeri yerler gibi çoğunluğun anadili Rumca olan yerlerde bile Türkçe konuşma zorunluluğu vardır.[151] Hatta sonradan İslam’a geçmiş “mühtedi”lerin bile anadillerini alenen konuşmaları hâlinde kendilerine «ta’zîr» cezası verilip mahkeme huzurunda yemin ettirilerek «tathîr-i lisan» etmeleri gerekmektedir.[152]
b. Fıkıh Sistematiği
Hanbelî ve Mâlikîler ictihad’larını hemen bütünüyle metne dayandırmakta, Hanefî ve Şâfiî’ler de metnin ruh ve mânâsından ayrılmamakla beraber akla, örf ve âdetler’e göndermeler yapmaktadırlar. Başka bir deyişle Hanbelîlik ve Mâlikîlik mezhebleri, Hanefîlik ve Şâfiîlik’e göre daha muhafazakâr sayılabilirler.
Türkler İslâm dinini kabul ettikten sonra genellikle Hanefîliği seçtiler. Özellikle Selçuklular ve Osmanlılar kendi örf ve âdetlerini, geleneklerini İslâm hukukiyle en fazla uzlaştıran bu mezhebi resmen himaye ettiler. Başka bir deyişle Hanefîlik başta Türkler olmak üzere Arab olmayan milletlerin[153] , diğer üç mezheb ise Arablar ve Arablaşmış toplumların arasında yayılmıştır. Dolayısıyla «Fıkh-ı Hanefî» terimi bir anlamda Arap olmıyan milletlerin İslâm kültürü içinde vücuda getirdikleri hukuk sistemi demektir. Bu geniş sistemin içinde en mühim bölüm Türklere aittir.
Kıyas’a ve diger esaslara dayanıp ictihâdlar vererek Fıkıh ilminin «usûl» denilen esaslarını kuran dört mezheb’in imamlarına «müctehid-i mutlak» denilir.
Bu ilk esasları koyanların ardından gelen ve «fürû’» (ayrıtılar) ile meşgul olmuş âlimlere de sadece «müctehid» ismi verilir. Daha sonraki yüzyıllardaki İslâm hukukçuları ise “mutlak müctehid”ler ve “müctehid”lerin ictihad’larına dayanan fetvâlar vermekle yetinmişlerdir.[154]
Diğer taraftan «fetvâ»’lar da aslında İslâm hukuku’nda kuram ve uygulama açısından önemi büyüktür. Çünkü Kuran ve Hadîs; ictihadlar; örf ve adetler gibi üç önemli unsuru bünyesinde birleştiren açıklamalardır. Üstelik «müfti»lik görevindekilerin «istiftâ» denilen suâle belirli üslup ve biçimde yazılı cevap olarak düzenlenmiş fetvâlarının kanun hükmünde geçerliliği vardır.
Dört büyük sünnî mezhebin ictihad usulleri arasındaki farklar, esas itibariyle İslâm fıkhını tedvin etmiş dört büyük imamın «bid’at» meselesini yorumlamalarından kaynaklanır.
«Bid’at» İslâmiyetin başlangıcında mevcut olmayıp sonradan ortaya çıkan şey anlamındadır. Başka bir deyişle Arab olmıyan milletlerin örf ve âdetlerinden intikal edecek her şey «bid’at» olacak demektir. Nitekim bazı araştırmacılar[155] dört büyük sünni mezhebin içtihad sistemlerini «bid’at»e karşı dört farklı derecede sıralarlar. Hanefîlik’le Hanbelî’lik «bid’at» konusunda birbirlerinin tam karşısındadır. Bu bağlamda Şâfiîlik Hanefîliğe, Malikîlik de Hanbelîliğe yakındır. Bununla beraber dört mezheb için de «metin» (yâni Kur’an ve Hadis metni) esas olduğunu vurgulamağa gerek yoktur.
Dört mezheb içinde İslâm hukukunda “akılcılık” yolunu açan en liberal sistem olarak «Fıkh-ı Hanefî»ye nisbetle Şâfiîlik ikinci, Mâlikîlik üçüncü ve Hanbelîlik de dördüncü derecede olduğu kabul edilmiştir.
Fıkıh ilmi konularını “ibâdat (ibadetler), muamelât (işlemler) ve ukubat (cezalar)” olarak üç ana bölüme ayırmıştır.
İbâdetlerin İslam hukukunun bir bölümü olarak alınması, bir anlamda “hukuk sosyolojisi” anlamında algılanabilir. Zira müslüman’ın gâyesi dünya ve âhiret âlemleri arasındaki ilişkiyi tesis ederek yaşamak olduğundan İslam toplumlarında ibadet, ahlak, örf ve adet, hukuk kuralları birbirleriyle kaynaşmış durumdadır.
Muameleler bölümünü akitler (evlenme, ticaret), yargılama, vakıf, vasiyet, miras, devletler hukuku konuları oluşturur.
Başlangıçta Padişahın emirlerinden ve Anadolu Beyliklerinden, Selçuklu Devleti’nden örneklenmiş yönetsel gelenekler, göreneklerden oluşmuş “örfî hukuk” zamanla gelişerek devlet teşkilâtının temel düzenlemelerine, ceza hukukuna esas olacak düzeye gelmiştir. Böylece başlangıçtaki basit yasaklar devlet teşkilâtının gelişmesiyle Divan-ı Hümâyûn’da hazırlanan kanunlara dönüşmüştür.
Hatta Padişah’ın çevresindeki devlet adamlarının ulemadan olmaları Osmanlı hukukunun iki temel direği Fatih ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmelerinde şer’î hukukun ceza hadleri yanında örfî hukuk ölçüleri uygulanır olmuştur.[156]
Bu kurallar bazan bir bölgedeki «eski adetler»in, örneğin şahıs ve vergi hukuku ile ilgili bir kısmını yasallaştırmak ya da daha önce var olan kanunların geçerliliğini devam ettirmek biçiminde olurdu. Bu tür uygulama başka ülkelerde de (örneğin Fransa’da «örf ve adet hukuku» olarak) «eskiden beri yaşayan kuralların hukukça tanınması» biçiminde orta ve hatta yakınçağlarda vardı.
Yavuz Sultan Selim’den itibaren Osmanlı Padişahları “halife” sıfatına hâiz oldukları halde ve kendi ictihadlarını (şeyhülislam’ların fetvâlarına yaptıkları gibi) şer’î delil göstermeden belirtmeleri mümkün iken bu yola girmemişlerdir. Bu nedenle padişahî ya da örfî Osmanlı hukuku dünyevî karakterdedir. Ancak örfî kanunlar ilke olarak şer’î hukuka karşı olamazlar ve onun hükümleriyle sınırlandırılmışlardır.
Padişah’ın iradesi kanun sayıldığından, herhangi bir uygulamayı kendi istediği biçimde çözümletecek yeni bir hukuk kuralı sayılır. Ancak uygulamada, Padişah yetkilerinin yalnız şer’î hükümlere uymakla değil, Örfî Hukuk’un bazı geleneksel kuralları ile de sınırlandığı görülmektedir.
Örneğin genel kanunlar devletin araştırma ve istihbaratına dayanan ve teknik bilgilere göre “Divân-ı Hümâyun”da tartışmalı olarak hazırlanır, nışancılar tarafından usûlüne uygun olarak kaleme alınır. Divan kaleminde son şeklini aldıktan sonra sadrazam başkanlığında vezirler, kazaskerler ve diğer Divan üyelerinden oluşan heyet tarafından padişaha arz edilir. Padişah’ın işaretlediği bazı bölümleri üzerinde çalışılıp düzeltildikten sonra yeniden Arz’a çıkılır. Son biçimini aldıktan sonra onaylanan ferman taslağının önce tuğrası çekilir[157] , sonra “mühimme” defterlerine kaydolunup yürürlüğe girer ve bir “ferman, hüküm, buyruldu, kanunnâme, adâletnâme, yasaknâme” olarak uygulanmak üzere ait olduğu beylerbeyi[158] , sancakbeyi veya kadılara gönderilir.
Örfî Osmanlı Hukuku’nun yazılı kaynakları olarak “kanunnâmeler, hatt-ı hümayun’lar (hatt-ı şerifler), fermanlar, adaletnameler, siyasetnameler, nizamnameler, Divan-ı Hümayun kararları, buyruldu’lar, mirî ahkam’lar, mahkeme ilâmları (kazüistik oldukları için), resmî fetvalar (doktriner ve kazüistik oldukları için), teşrîfat-ı kadîme, devletler arası antlaşma ve anlaşma metinleri sayılabilir.
Kamu düzenini ve yönetimi “Padişahî hukuk” (ya da örfî Osmanlı hukuku) sağlar, ancak hükümleri şer’î hukukun kriterleri dışına çıkamaz ve kurallarına karşı olamaz. Osmanlı hukuk sisteminin aslî yöneticisi ve denetleyicisi şer’î hukuktur. Kısaca söylenirse örfî Osmanlı hukuku şer’î hukukun bir tür vesâyeti altındadır.
Osmanlı Padişahı’nın bu yetkiye dayanarak bütün ülke için[159] veya toplumun bir kesimi ya da belli bir bölge için de geçerli olmak üzere yayınlanan kanun ve kararnamelere Osmanlı hukukunda “kanunnâme” adı verilmiştir.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nde hukukun şahsîliği ile birlikte (özellikle vergilerde) kanunlar da bölgesel ve sınıfsal niteliklidir.
Osmanlı kanunnâmelerinin büyük bölümünü yönetim sorunlarına ve bazı özel konulara çözüm getiren Padişah fermanları ve beratları meydana getirir.[160] Kadılar bunları mahkeme siciline tescil etmek ve derhal uygulamak zorundaydılar.
Örfî hukuk kuralları örneğin belirli bölgelerin vergi ve tımar düzenlemeleri yapan eyâlet ya da sancak kanunnâmeleri gibi daha çok bölgesel olup çoğunlukla genel nitelik taşımadıklarından bölgeler arasında uygulama farklılıkları vardı. Dolayısıyla yerleşim yerini değiştiren vergi yükümlüleri Divan-ı Hümâyun’a başvurarak yeni yerleştiği bölgenin kanunlarına uyar, eski yükümlülüklerinden kurtulurdu.
Bununla beraber Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmeleri gibi genel nitelikte ve birer anayasa gibi ( jeneratris) olanları yanında, malî bunalım dönemlerinde yahut yeni bir padişahın cülûsunda, yöneticilere hitaben halka adaletli davranılması, ya da bazı vergilerin affı gibi konularda yayımlanan «adaletnâmeler de örfî hukukun genel kanunnâmeleri sayılabilir.
Çıkarılan fermanların belli konularla ilgili olanları «Kanunnâme» denilen bir bütün içinde toplanırdı. Bu derlemelerin resmî niteliği yoktur. Başka bir deyişle bütün hâlinde şeriye siciline tescil edilip yayımlanmamışlardır. Bazı mevali (yüksek mertebede kadılar)’nin kendilerine kolaylık olmak üzere için şeriye sicillerinden topladıkları metinlerdir.
a. Hukuk Dili
Tanzimat dönemi öncesi örfî kanunlarındaki hükümler genellikle gelenekler ve görenekler halinde bulunduğundan hukuk edebiyâtı ve anlatım üslûbu yönünden yalın ( naif) ve doğaldırlar. Genellikle ait oldukları devir Anadolu Türkçesini yansıtırlar. Bugün kullandığımız ve hatta çok daha eski devirlerin Türkçesine ait kelimelerle beraber Arapça ve Farsça sözcükler yer yer karışmıştır. Fakat metin hiçbir dilin etkısinde olmayıp, herkesin anladığı ve konuştuğu gibi yazılmıştır.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed’in ağzından Tevki’î Leyszâde Mehmed bin Mustafa tarafından kaleme alınmış olan ünlü «Kanunnâme»nin giriş (mukaddime) niteliğindeki ilk bölümü sonunda bu husus özellikle vurgulanmış [161] ve şer’î hukuk dili ve üslûbu arasındaki fark belirtilmiştir.
Kanunnâme’nin metin kısmındaki hükümlerin dili örneğin «... eğer yançak ya destar oğurlasa elin kesmelu olmıya kadı tazîr ura, ağaç başına bir akça cürüm alına», ya da «... eğer yabanda sığır veya yund veya koyun bulsalar kıgırmasalar bay olursa cürüm otuz akça, evsat ül-hâl olursa yirmi akça, fakir olursa on akça alına...» [162] biçimindedir. Burada «yancak» Çağatay lehçesinde «at zırhı»[163] , «at takımı»[164] ; «Kıgırmak» Kazan lehçesinde «bağırmak, çağırmak»[165] ; «oğurlamak» yine Kazan lehçesinde «çalmak»[166] ; «bay» ise «bey, büyük, zengin» anlamındadırlar [167]
Daha sonraki devirlere ait Kanunî Sultan Süleymanın Kanunnâmesi’nde örneğin «... baş yarılub kan çıksa otuz akça cerime alına ve eger kemik çıksa otacilu olsa...»[168] denilmektedir. Burada «otacı» Moğolca «şifa verici, tabib»[169] ; «ot» şifa, deva, ilaç anlamında olduğundan Uygur lehçesi «Otaçı=Tabib, doktor»demektir[170] «Otçı» (ot toplayıcı), Moğolca «otacı» ile eş anlamlıdır.[171]
Klasik dönemde örfî hukukun dili yalın ve ilkel (naîf)dir. Bu dönemde Osmanlıca’nın Anadolu Türkçesi, Moğolca, Uygurca, Çağatayca, Arapça ve Farsça’dan oluşan bir anlatım dili olduğu ve yalnızca günlük konuşmada değil, edebiyat ve ilim konularında da kullanıldığı görülüyor.
Yeni katılmış ülkelerin eski hukuklarına ait olup geçerliliklerine izin verilmiş kanunnâmelerde yabancı kelime, terim ve hatta cümle ve paragraflara raslamak mümkündür.[172] Ancak bu kanunnâmelerin Osmanlı kanunları dizgesi içine, «resepsiyon» denilen biçimde aynen kabul edildikleri unutmamalıdır.[173]
b. Kanunlar
Tanzimat öncesinde “kanun” kelimesi “usûl, resm, kaide, âdet, nizam, nizamat, üslûb, şer, hüküm, töre, düstûr, emir ve âyin”[174] anlamlarında kullanılmaktadır.
Osmanlılar’ın ilk dönemlerinde örfî hukuk kurallarını “Yasağ-i Padişâhî” belirler. Buradaki “yasak” kavramı Osmanlı hukuk sistemi ve devlet teşkilatı ile birlikte gelişerek örfî hukuku ve “kanun” kavramını oluşturmuştur. Aslında “kanun” ile Padişahın “ferman, hüküm, irâde-i seniyye, berat-ı âli, hatt-ı şerif, ...” gibi irâdeleri arasında hiyerarşik kudret açısından değil, ancak biçim bakımından farklar vardır. Ama yine de bu biçim farkları Padişahın irâdesinin yapılması istenen herhangi bir işin önemine uygun olarak düzenlenmiş olduğunu belirler. “Kanun”lar genellikle tek “hüküm” biçiminde çıkmakta ve gerekirse bunlar bir araya getirilerek “kanunnâme”ler oluşturulmaktadır.
Bu nedenle Tanzimat Fermanı sonrasında kanun kavramı alışılmış eski anlamlarından uzunca bir süre soyutlanamamış ve nizam, nizamnâme gibi yakın kavramların tümü yerine kullanılmıştır.
Tanzimat Fermanı öncesindeki anlamıyla Osmanlılar’da kanun kavramını:
-Tabiaten “kanun” olan hükümler: Farz’lar ve vâcibler,
-İlke olarak kanun sayılan hükümler: Padişahın emirleri, Divân-ı hümâyûn’dan genel kanun olarak Padişaha arz edilmiş ve onaylanmış telhisler,
-Kanunluğu önceden onaylanmış hükümler: Genel olarak Hanefî fıkhı hükümleri, şahıs hukuku’nda sünnî mezheplerin fıkıh hükümleri, Divân-ı Hümâyûn kararları, şer’î mahkemelerin ilâmları,
-Kanunluğu korunan hükümler: gayrimüslim tebaanın dinî hukuku, yeni fethedilmiş ülkelerde uygulanmalarına izin verilmiş bazı eski kanunlar, şer’î hükümlere karşı olmayan yazısız örf ve âdet hukuku” oluşturur.
İslam hukukunda ulü’l-emr[175] (devlet başkanı) şeriata aykırı olmamak üzere, “kamu hukuku, yönetimin düzenlenmesi, vergi ve ceza hukuku”na ilişkin konularda kanun koyma yetkisine sahiptir.
(1) Ferman Türü Kanun’lar
Padişahın örfî hukuka ve malî hayata ait ferman biçimindeki emirleri, istekleri “kanun” sayılmaktadır. Bu tür kanunlar “berat, yasaknâme, ferman, tevkî ve kanunnâme” biçimlerindedirler. Ferman’ların büyük bir bölümü “kanunnâme” özelliğini taşırlar. Kısaca söylenirse ferman-kanunlar, genellikle belirli bir kişiyle ya da bir gurupla veya bir konuyla ilgilidirler.Bunlar uygulanmak üzere doğrudan doğruya bir topluluğa, cemaate, sınıfa ya da sorumlu bir görevliye gönderilen ve üçüncü şahısları da bağlayan yaptırımlı emirlerdir. Örneğin “tevki’”ler özel bazı kanunları kadı, subaşı gibi onları uygulayacak olan makamlara tebliğ eden hükümlerdir. Diğer taraftan “cerâim-i ma’rûfe” veya “siyâsetnâme” adıyla ilân olunan Osmanlı cezâ kanunnâmeleri de ferman biçimindedirler.
Ferman türündeki kanunlar Sadrazamın telhisleri[176] kenarına Padişah’ın “hatt-ı dest”iyle (el yazısıyla) yazılmış bir kelime, bir cümle gibi çok kısa “hatt-ı şerif”den de ibaret olabilirler. Bunlar eğer çağdaş terminoloji ile söylenmek istenirse ya “özel yasa” ya da “kanun kuvvetinde kararnâme” hükmündedirler.
(a) Fermanlar
Fermanların kendilerine özgü değişmez biçimleri ve anlatım olarak muhataplarını etkileyecek otoriter yazılış üslupları vardır. Fermanların metni bu biçim ve üsluba uygun olarak bir münşi kalem hocası tarafından Divân-ı Hümâyun kaleminde hazırlanır. Daha sonra kalem mümeyyizi, beylikçi ve reisülküttab’ın tetkikinden geçerdi. Mâliye ile ilgili fermanlar Defterhane’de düzenlenirdi.
Bundan sonra hazırlanan taslak “müfti-i en’am”a mecazi anlamda benzetme yapılarak “müftî-i kanun” denilen nişancı’ya gönderilirdi. Nişancı yeni çıkan örfî (ya da Padişahî) kanunların önceden çıkarılmışlarla arasında çelişki bulunmamasından sorumludur. Kendisine gönderilen belgenin yürürlükte olan kanunname (ve gerekli hallerde uluslararası ahidnamelere kadar) uygunluğunu kontrol ederdi.
Bu aşamalardan sonra taslak Divân-ı Hümayun’da gerektiği gibi görüşülüp son şeklini aldıktan sonra yönetimle ilgili ise Padişah’a vekâleten sadrazam tarafından çıkarılabilirdi. Ancak belirli ve önemli konular mutlaka Padişah’ın görüşüne arz edilirdi.
Bundan sonra ferman (berat ve diğer tuğralı evrak), defterdar ve reis-ül-küttab tarafından kontrol edildikten ve sadrâzam tarafından bir daha incelendikten sonra ya sadrâzamın kendi eliyle veya tezkirecisi tarafından üzerine («sahihtir» kelimesinin kısaltılmış şekli olan) «sahh» işareti konarak tuğrası tamamlanmak üzere nişancıya gönderilirdi.
Nişancı tarafından vesikanın üst tarafına, ortaya, kâğıt ve yazının nisbetine uygun büyüklükte tuğra çekilirdi. Sıra bekleyen fazla sayıda ferman var ise Divan vezirlerinden biri veya birkaçı, hatta bazı durumlarda sadrazam tarafından da tuğraları çekilirdi. Tevki’î efendi Divan siciline kaydını yapar ve böylece bir örfî hukuk kuralı olarak kesinleşen ferman yürürlüğe girerdi.
n Biçimsel Bütünlük
Bir ferman, emir veya hüküm’ün yasal yürürlüğü olabilmesi için bu belgenin belirli biçimsel bütünlüğünün olması gereklidir. Bütünlük genel olarak şöyle tamamlanır:
(1) Alâmet: Buna «Alâmet-i Şerife», «Nişân-ı Hümâyun» da denir. Tuğrakeş tarafından konulur.[177]
(2) Hitab bölümü: Karşı tarafın (muhatabın) isim, lâkab, unvan, künye, ism-i nisbet, mansab ve mertebesi, göndereninkilerden sonra, zikrolunur. Bu kısımlar «Ben ki...» ve «Sen ki...», «Hâlâ...» hitabları ile başlar ve hayır nitelikleri içeren bir «son»la biter.
(3) Sebeb-i tahrir (konu); Bu bölüme «nakl-i -iblağ» veya «tasrih» denilir
(4) Hüküm bölümü: Yazının amacı, burada açıklanmakta ve ilgililere uygulanmak üzere bir talimat bildirilmektedir.
(5) Yasallık (Meşrûiyyet) ve yürürlük (mer’îyyet) güvencesi: Gönderilen emrin doğru olduğu belirlenip gereği yapılması kesin bir dille istenir: «Biti-i tahkik bilüb alâmet-i şerif üzre itimad kılasız», «Mektubı mütalea kılanlar tahkik bilüb itimad kılalar» gibi.
(6) Yazıldığı tarih: «tahriren fî» gibi bir terkipden (bileşimden ) sonra yazılır.
(7) Yazıldığı yer: «be-makam-ı...» terkibinden sonra yazılır. Sefer durumunda «be-yurt» terkibi kullanılır.
(8) Mühür veya hatem: Belgenin tasdiki (onaylanması) niteliğindedir. Belge eğer padişah tarafından çıkmamışsa (sâdır olmamışsa), sol tarafında veya altında «pençe» vardır. «Taraf-ı Padişâhî’den şeref-sâdır olmuşsa» (padişah emri ise) vesikanın baş tarafında «Tuğra» bulunur.[178]
(b) Adaletnâmeler
Adaletnâmeler Padişahların yolsuzluk ve aksaklıklarla mücadele etmek, halkın vergi yüküyle ya da zulüm altında ezilmesini önlemek, düzenin iyi işlemesini sağlamak ve topluma adil bir yönetim vaat etmek yolunda çıkardıkları fermanlardır. Böylece taşra yöneticileri de bizzat Padişah’ın nefesini enselerinde duymuş oluyorlar ve Merkez denetimi altına alınmış oluyorlardı.
Bazı Padişahlar cülûs ettiklerinde genellikle haksızlık ve yolsuzluk şikâyetlerinin fazlalılığı bilinen eyâletlere dirlik ve düzeni sağlamak, hak arayanlara yol göstermek amacıyla adaletnâmeler göndermişlerdir. Adaletnâmeler eyâlet kadısına teslim edilirdi. Adaletnâmelerin içeriği münâdilerle ve Cuma hutbeleriyle de halka duyurulur, anlatılırdı. Kadı adaletnâmeleri şer’iyye siciline geçirmekle ve her isteyene bir suretini vermekle de yükümlüdür.
Bununla beraber vergilerin toplanmasında haksızlık yapılmasını, dirlik sahiplerinin ve yöneticilerin reaya’yı ezmeleri, eşkıyalığın artmasını ve halkın göç etmesini önlemek amacıyla da sık sık adaletnameler çıkarılırdı. Bunlarda, kanunnâmelerin hükümlerine rağmen yapılan uygunsuzluklar sıralanır, alınacak karşı önlemler birer buyruk olarak yazılırdı. Diğer taraftan doğal âfetler sebebiyle de adaletnâmeler gönderilerek bazan birkaç yıl için vergi affı çıkarılır, bu sırada tohumluk tahıl dağıtılması ve uygulanacak yöntemi de yine bu fermanlarda belirtilirdi.
(c) Yasaknâmeler
Yasaknâmelerin esası bir kuralın geçerliliği için bazı şeylerin yaptırım uygulanarak engellenmesidir. Bazı işlerde amil ve emin olarak görevlendirilenler zor kullanma yetkisine sahip olmadıklarından kamu düzeninin sağlanması için beraberlerinde bir de “yasakçı-kulu”nun atanması da zorunlu görülmüştür.
Dolayısıyla yasaknâmeler bir işe ait belirlenmiş kanun ve kaideleri, bunları ihlal edenlere verilecek cezaları, bu cezaları uygulatmakla yükümlü olan yasakçı kulu’nun kimliğini, kendisine verilen yetkileri belirler. Sancakbeyi, subaşı ve kadı gibi görevliler de bu yasaknâme’nin uygulanmasında yasakçıkulu’na yardım etmekle görevlendirilmişlerdir.
Yasaknameler konuları genellikle maden işletmeleri; tuz çıkarılması ve tekel’i; para basımı ve tedavülü; gümrük ve kapanlar; sabun, hububat, mum, pirinç, susam gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri inhisar ve iltizamlarına dair kanun ve nizamlardan oluşmaktadır.
n Yasakçıkulu
Herhangi bir konuda berat alan âmiller kendilerine tanınan yetkilerin sınırını daha ayrıntılı olarak bildiren kanunname veya yasakname ile birlikte bu kanunları zor kullanarak uygulatacak “yasakçıkulu” verilmesini de isteyebilirler.
Yasakçıkulu yasaknamede belirtilen bazı teşhir ve tahkir cezalarını da res’en uygulatmağa yetkilidir. Bu konuda gerekirse kendisine verilen ayrı bir hükümde de bu yetkileri gösterilir. Ancak genellikle yöntem olarak doğrudan doğruya ilgilisine havale edilmiş bazı işlerin beratında kanun ve nizamlar bütün ayrıntılarıyla belirtilerek onun “olub-gelmiş kanun üzere” hareket etmesi emr olunmaktadır.
Oysa Kanunnameler de bir işe ait kanun ve nizamların uygulanmasını sağlamak üzere âmillerin isteği üzerine de verilirler. Ancak yasaknamelerde olduğu gibi yasakçıkulu tayin edilmez.
(d) Beratlar
Bir göreve atama, maaş bağlanması, rütbe, unvan, dirlik verilmesi, vergi bağışıklığı ya da herhangi başka bir ayrıcalık tanınması, maden işletmek, tuz çıkarılması ve tekel’i; para basımı ve tedavülü; gümrük ve kapanlar; sabun, hububat, mum, pirinç, susam gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri inhisar ve iltizamları verilmesi padişahın genel olarak berat-ı hümayun (ya da berat-ı şerife, biti, nişan, nişan-ı şerif, hüküm) denilen tuğralı ruhsat belgesi ile mümkün olurdu.
Valilere, vezirlere, beylerbeyilere, kapudanpaşa’lara, serdâr-ı ekrem’lere özel durumlarda ve taşra yönetiminde kendi yetkilerine dayanarak atama yapabilmeleri için “beyaz”a (metin kısmı boş bırakılıp) tuğraları çekili beratlar da verilirdi. Gerektiğinde yazılıp kullanılabilen bu beratlara “Nişan-ı Hümayun’la muanven beyaz ahkâm-ı şerife” ya da bazan kısaca “nişanlû” denirdi.
Sadrazam berat’ı incelenmek üzere reisülküttab’a havale eder, Tahvil Kalemi’nde yetkililerce incelendikten sonra müsveddesi hazırlanarak Sadrazam’a arz edilirdi. Önemli konularda gerekirse Arz’a da çıkarılıp Padişah’ın onayı alındıktan sonra tuğrası çekilmiş özel berat kağıdına divanî hat’la “beyaz”a geçirilirdi. Tahvil kaleminde yetkililer belgenin arkasına gerekli “sah” (görüldü) işaretleri koyarlar ve evrak kayda geçirilirdi. Berat’ın yürürlüğe girmesi “Beratlar tarihçisi” denilen Divan-ı Hümayun hocasının resmi deftere kayıt etmesinden ve sahibinden niteliğine göre belirlenen “berat resmi” tahsil edildikten sonra başlardı.
Her yıl “tevcihat-ı umumi” adı verilen genel görev yenilemelerinde, ya da beratların geçerlik süreleri doldukça gene “tecdit-i berat” denilen kayıt ve yenileme işlemleri yapılırdı. Yenileme işleminde ilk verginin yarısı alınırdı.
Saltanat değişikliklerinde önceki padişahın tuğrasını ve iznini içeren beratlar geçersiz sayıldığından, yeni padişahın adına düzenlenen tecdid (yenileme) beratları verilirdi.
Aslında yönetimle ilgili “tımar, ulûfe, tevliyet, cihet, ferâset, imâmet, hitâbet beratları, iltizam, mukataa, malikâne, imtiyaz, muafiyet beratları, meşihat, tercümanlık”” gibi her konuda örneğin Hazine ya da bir vakf’a ait nakit gelirleri toplamakla görevli “câbi” denilen memura “Berat-ı cibâyet”, imamlara “İmâmet”, hatiplere “hitâbet” beratları, şeyhlere “Meşihat beratı”, hekimlere “Tabâbet beratı”, tımar sahiplerine “Tımar beratı”, bir arazinin yaşam boyu mülk olarak verildiğini gösteren “Mâlikâne” beratı, devletin bir gelir kaynağını bedel karşılığında özel kişiye verildiğini gösteren “İltizam beratı”, bazı vergilerden muaf tutulan kişi veya topluluklara “Muafiyet beratı” verilmekteydi.
Beratlarda belgenin verilme nedeni, sahibinin adı, görevin ya da imtiyazın niteliği, yeri, ya da geliri yazılırdı. Diğer taraftan vezirlik, beylerbeyilik, valilik, serdarlık, Kırım hanlığı, Eflak ve Boğdan voyvodalığı gibi yüksek ve önemli görevlere tayin edilenlere verilen beratlara “menşur” denilirdi.
Atama belgesi olarak verilen beratlar bir taraftan da bu görevlerin uygulanma özelliklerine dair birer kanun ve nizam olmaktadır. Nitekim asayişi sağlama yetkisi verilen büyük dirliklerde alınacak para cezaları dirlik sahibine mühim bir gelir kaynağı olduğundan, beratlarda bunların düzenlenmesi ve uygulanması hakkında gerekli ayrıntılar belirlenmiştir.
(2) Özel “Kanunâme”ler
Bazı özel “Kanunnâme”ler bir işe ait kanun ve nizamların uygulanmasını sağlamak üzere, o işle ilgili âmillerin isteği üzerine de verilirler. Ancak bu kanunların uygulanması için doğal olarak sancakbeyi, subaşı ve kadı’lar görevlidir.
Bununla beraber “Kavânin-i Yeniçeriyan” gibi yeniçerilerle ilgili ya da tımar sahipleri, mukataalar, kapıkulları ve ulema gibi geniş bir topluluğa, bir toplum kesimine ait bazı kanunnâmelerin içerik farklılığı bakımından bir kaç kategori oluşturmaları bunların Padişah’ın emriyle zaman zaman nişancıların düzenledikleri resmî kanunnâmeler oldukları kanısını vermektedir.[179]
Bu arada belirtmek gerekir ki, kadı’ların hizmet sırasında kendilerine kolaylık sağlamak ve yanlışlıkları önlemek amacıyla başvuru kaynakları olarak yararlanmak için şer’iye sicillerinden bizzat kendilerinin derledikleri kodeks’lere (kanun mecmuaları’na) de yine doğal olarak “Kanunnâme” denilmektedir.
(3) Sancak ve Eyâlet Kanunnâmeleri
Anadolu Eyâleti’nin sancak kanunnâmeleri,[180] Orta Anadolu da “Karaman, İçel ve Ankara”, Batı Anadolu’da “Malatya, Diyarbakır, Erzurum, Musul, Harput ve Mardin’le Suriye” olmak üzere iki ayrı bölümdür.
Rumeli eyâletlerinin kanunnâmeleri, bu bölgelerde tımar yöntemi diğer bölgelere göre daha yoğun uygulandığından ötürü, Beylerbeyilerle kadıların, reâyâ ile sipahilerin arasında çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemeleri ve ilişkilerini düzene sokmaları hususları dikkate alınarak yapılmışlardır. Bu kanunnâmelerde Rumeli’deki reâyâyı oluşturan Yörükler, Voynuklar, Valahlar, Tatarlar ve diğer topluluklar arasındaki ilişkileri, vergileri düzenleyici hükümler bulunmaktadır.
Yeni fethedilen ülkelerde daha önce yürürlükte olan yasalarda gerekli bazı değişiklikler yapılıp [181] , baş taraflarına bir ferman eklenerek [182] hemen hemen “resepsiyon” biçiminde aynen geçerlilikleri devam ettirilmiştir.[183]
Sancak (ve eyâlet) kanunnâmelerinin Padişah’ın tuğrasını taşıyan asılları ait olduğu eyâlet kadastro defterlerinin başına konulmuş olarak Defterhane’de saklanmaktadır.
Yönetimden izin alarak yerleşim yerlerini değiştiren, başka bölgelere göç eden mükellefler Divan-ı Hümayun’a başvurarak yeni yerleşim yerlerinde geçerli olan kanunlara uyarlar.
(4) Temel kanunnâmeler
Fatih Sultan Mehmed Kanunnâmelerinden başlayarak Sultan Bayezid, Sultan Selim ve Sultan Süleyman Kanunnâmeleri’nin birbirlerini tamamlayıcı biçimde gelişerek devam etmeleri Osmanlı Devletinin örgütlenmesi ve sosyo-ekonomik düzenin başlıca hukukî temellerinin daha başlangıçta atıldığını ve hukuksal yapının bu temeller üzerine geliştiğini göstermektedir.
Fatih Mehmed’in Kanunnamesinde kısaca ve parça parça işlenmiş konular Sultan Selim Kanunnamesi paragraf lar ve özel bölümler biçimini almıştır. Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmesi’nde de bir çok sorun Sultan Selim Kanunnamesi’ne göre daha eksiksiz ve daha detaylı olarak ele alınmış ve Osmanlı toprak hukukunda takip edilecek uygulamaları daha boyutlu yansıtmaktadır.
Bütün bu yasalarda aynı biçim ve yapı korunmuş, tanımlar, hükümler, kurallar, yükümlülükler ise gelenekler ve görenekler halinde anlatılmış bulunmaktadır. Yine bu kanunnâmelerin ceza hükümlerinde Şer’î hukukta yer alan suç unsurları (öğeleri ) aynen korunmuş olmakla beraber hükümdara tanınan bazı yetkilere dayanarak had cezalarında farklı bazı değerlendirmeler yapılmıştır.[184]
Devlet-i Aliyye-i Osmâniye’nin temel kanunnâmeleri olan “Fatih ve Sultan Süleyman Kanunnâmeleri”nin tensih edilmiş birçok nüshaları bulunmakla beraber onaylı nüshaları ortada yoktur. Bununla beraber H. 1005 tarihli bir adaletnamede açıkça “Ecdâd-i ‘izam’ımdan Sultan Süleyman Han... zaman-i iktidarlarında kanunname yazılub beher şehirde olan kadılar mahkemesinde kanunname-i hümayun vaz’ olunmağla..” hususunun belirtilmiş olması tasdikli kanunnâmenin hem varlığını ve hem de yaygınlaştırılmış olduğunu kanıtlıyor.[185]
1- Fatih Sultan Mehmed Kanunnâmeleri “Saray ve yönetimin protokol kuralları, devlet görevlilerinin padişahla olan ilişkileri, rütbe almaları, ödenekleri, tekaüdiyeleri, cezalandırılmaları gibi konular, köylü kesimi’nden vergi ve harçların toplanış biçimi, miktarları, mirî toprak statüsü ve reaya’nın mirî topraklar üzerindeki tasarruf hukuku, timarlı sipahî’ler gibi askerî ve idarî zorunluluklarla yükümlü değişik tabakaların durumu, serbest tımarları ilgilendiren kurallar, şehirlerde zanaatkar ve ticarî faaliyetin uygulanışı” ile ilgili kurallar, yükümlülükler, hükümler ve cezaları belirtmektedir. Bu özellikleri daha sonra yapılan yasaların da çekirdeğini oluşturmuştur.
2- Sultan II. Bayezid döneminde yapılan düzenlemeler “Kitab-ı Kavânîn-i Urfiyye-i Osmaniye” ismiyle yazıya geçirilmiştir. Bu kanunnâmenin ilk bölümünde Fatih Kanunnâmeleri’ndeki ceza kanunu genişletilmiştir. İkinci bölümde sipahilerin reâyâ’dan alacakları vergiler; has ve tımar arazilerinden alınan harçlar, yayalarla müsellemlere dair kanunlar; üçüncü bölümünde de reâyânın hakları, toprakların kullanımına dair yeni hükümler getirilmiş bulunmaktadır.
3. Sultan Selim Kanunnamesi, Fatih Sultan Mehmed ile Kanuni Sultan Süleyman’ın kanunnameleri arasında bir bağlantı ve geçiş sayılabilir. Yavuz Sultan Selim’in hükümdarlık dönemi Anadolu vilayetlerinde hukukî düzenin sağlanması, birçok vilâyet kanunnâmelerinin çıkarılması açısından çok yoğun bir faaliyete sahne olmuştu.[186] Aslında bu tür özel kanunnâmelerin her biri daha sonra yapılacak geniş bir hukuksal düzenlemenin ilkeleri olarak mevcut gelenek hukuku ile ekonomik, sosyal ve politik değişimler içeren yeni kuralların hukukî düzen içinde bağdaştırılmaları demektir.
Kanunname başlıca dört kısımdır. Birinci kısımda ceza hukukuna ait “zarar-ziyan, kusur, kabahat ve suçlar için ceza ve yükümlülükler”i düzenleyen hükümler; ikinci kısımda “köylü kesimin ödeyeceği vergi, narh ve harçların miktar ve ödemeleri” hakkında kurallar; üçüncü olarak narh ve pazardaki alışveriş üzerine harçların toplanmasını ayarlayan kurallar; dördüncü olarak da “şehirlerde zanaat ve ticarî faaliyeti düzenleyen kurallar ve bunların ihlâli halinde ödenmesi gereken cezalar” anlatılmaktadır.
4. Kanunî Sultan Süleyman Kanunnâmesi, kendisinden öncekilerin, özellikle Fatih Kanunnâmeleri ve Selimname’[187] nin genişletilip sistemleştirilmiş, “tımarların sahip oluş biçimleri, sahib-i arz tımarlı sipahîlerin askerî mecburiyetleri, hak ve hukukları, badihava vergileri, azab ve valak’ların durumları” gibi köylü reayanın sosyal ve askerî örgütlenmesi üzerine birçok yeni kısımlar eklenmiş şeklidir.
Kanunî Sultan Süleyman Kanunnâmesi, Sultan Selim Kanunnamesi’nin bazı bölümlerini aynen almakta, bazen de biçim ve yapısını korumakla beraber daha da geliştirip açıklamaktadır. Bununla beraber reaya kesiminin tarım üretiminden alınan şer’î vergiler ve “rüsûm-i raiyyet” denilen örfî vergilerin, koyun vergisi (âdet-i ağnam), kışlık otlakların (resm-i kışlak), otlakların (resm-i otlak), kovanların (resm-i kovan), Anadolu Eyâleti’nde değirmenlerden alınan vergilerin, konar-göçer, yörük, yaya ve müsellemlerin statüleri, ceza hukukunda suçlar ve müeyyidelerini ilgilendiren bölümlerin içerikleri ve yasanın bütününü oluşturan hukuksal yapı korunmuş bulunmaktadır.
c. Gayrimüslim Cemaatler Hukuku
Osmanlı teba’ası olan gayrimüslim cemaatlerin devletin şer’î ve örfî hukukları dışında, ama onlara karşı olmamak üzere geçerliliği tanınmış olan kendi dinî, şahsî hukukları ve ayrıca etnik gruplar olarak da kendi yazısız teamül hukukları vardır. Başka bir deyişle Osmanlı Devleti azınlıklara kültürel baskı yaparak assimilasyon siyaseti uygulamamıştır.
Papa ile hükümdarlar arasında yapılan konkordatum’lar, kilise ile başka bir devletin karşılıklı ilişkilerini düzenleyen anlaşmalar oldukları ve Osmanlı Devleti ile Vatican arasında, On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar resmî ilişki kurulmadığı halde, Katoliklerin (ve diğer mezheplerin ruhanî) liderlerine Osmanlı hukuku içinde verilen hürriyetler, yukarda anılan «konkordatum»lar ile saptanmış olanlara çok benzerdir.[188] Devletin uyruğu olan veya olmayan gayrimüslimlerin dinî ve örfî hukuklarını Osmanlı hukuk düzeni içinde kalarak uygulayabilme özgürlükleri vardır.
Bu uygulamalar dinî alt gruplar hukukunun Tevrat (Ahd-i Atîk) Hukuku, Vatican’a bağlı Kanonik Hukuk, dinî konsil kararları, ruhanî kurulların karar ve akitleri (bağıtları), nikâh, doğum ve vefeyât (ölümler) ile ilgili formalitelerin yürütülmesi için gerekli kayıt ve tescil işleri veya hususî hukuka ait ya da siyasal nitelikli genel akitler olabilmektedir.[189] Dinî gurup liderlerinin yasaklayıcı karar verme yetkileri de vardır.[190] Gayrimüslim vakıf şartnameleri (vakıfnameleri, biens de mainmorte) taşınmaz malların yönetimi, bağış ve vergilerin düzenlenmesi için karar alabilecek kurullar mevcuttur.[191] Anılan kurullar topluluğun taşınmaz mallarının yönetimi, sadakalar, kiliselere yapılan bağışlar ve vergileri salma ve düzenleme işlerini yürütüyordu. Bunların kilise yararları hakkında karar verme yetkileri vardı.[192] Diğer taraftan gayrimüslim uyruğa tanınan haklar ve korumalar (himâyeler) çeşitli fermanlar, irâdeler, buyruldular, nizamnameler, beratlar (lettres-patentes), emirlerle sağlanmıştır.[193]
Diğer taraftan da dinî cemaat liderlerinin (özellikle Rum patrikliğinin) “kendi cemaatine bağlı gayrimüslim Osmanlı uyruğu üzerinde nefy (sürgün), hapis, vergileri kaldırmak, piskoposları, din adamlarını görevden almak, afaroz etmek ve sansür koymak, gerekli görürse okul programlarını tatil etmek, sivil ve politik hayata etki eden bazı yükümlülükler koymak gibi” müeyyideli (yaptırımlı) yetkileri vardır.[194] Başka bir deyişle Osmanlı hukuk sisteminde, Kilise ruhânîlerine dinî hukuklarında belirli cezaları uygulatma yetkisi tanındığı gibi[195] ayrıca Devlet tarafından da başka haklar ve imtiyazlar tanınarak cemaat üzerindeki otoriteleri güçlendirilmiştir.[196]
Gayrimüslim cemaatlerin belirli günlerdeki dinî kutlamalarında tekrarlanan büyük törenler kuşkusuz belirli kurallar ile kilise tarafından zabt-ü rabt (denetim) altına alınmaktadır. Ancak «şehrin sokaklarında, kutsal günlerde dinî şarkılar, ilahîler söylenerek, kalabalık yürüyüşler, yağlı paçavralar ve sayısız mumlarla düzenlenen fener alayları» ile ve «bu insan kervanlarının onlara katılmış ruhban toplulukları eşliğinde, hristiyan aleminde bile daha fazlası istenemiyecek bir özgürlük içinde» [197] yapılabilmektedir.
Tavır olarak Müslümanlar gayrimüslimlere yeğ tutulmakla beraber, örneğin vergi tahsili gibi kamu hak ve yükümlülüklerinde[198] eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır.[199]
d. Kapitülasyonlar Hukuku
Kapitülasyonlar hukukuna da genel uygulamanın milletlerarası hukuka yansıyan devamı gibi bakılabilir. Zira günümüzün hukuk terminolojisiyle söylersek, kapitülasyonlar “Türkiye’de oturan, iş yapan yabancı uyruklulara devletin tanıdığı ticarî ve idârî imtiyazların milletlerarası hukuk alanına taşınması”dır.
Bununla beraber Yavuz Sultan Selim’le gelen Hilâfet Makamı dolayısıyla İslâmı temsil eden Osmanlı devleti, küffar’la “eşitlik” ilkesine dayanan ikili veya çok taraflı antlaşmaları yapmak yerine, hakimiyetin kendisinde kaldığı müstagnî kişiliğini devam ettirecek tek taraflı “ahitnâme”ler vermeyi tercih etmiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman, Sadrazam Makbul İbrahim Paşa’nın Fransa elçisiyle yaptığı kapitülasyon antlaşması taslağını “iki eşit taraf arasında yapılmış” olduğu için kabul etmemişti.
Kapitülasyonlarda tanınan ayrıcalıklar içinde örneğin “tüccarların can ve mal güvenliği sağlanacak; ölümleri halinde mirasları ülkelerindeki varislerine intikal edecek; tüccarların diğer yabancılarla olan anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözümlenecek, mahkeme edilmeleri durumunda kendi konsolosluklarından bir görevli; taraflardan biri Osmanlı uyruğu olursa dava Osmanlı mahkemelerinde görülecek fakat yabancı konsolosluğun bir tercümanı dava’da hazır bulunacak, başkalarının borçlarından dolayı takibata uğramayacaklar; mallarını istedikleri yerde satacaklar” gibi bir kısmı aslında ticaret ve şahıs hukukunun da temel hükümleridir. Daha önce de söylendiği gibi kapitülasyon hukuku, Osmanlılarla Batılılar arasında, günümüzdeki adıyla Devletler Umumî Hukuku bağlamında oluşturulmuş zarûrî bir uygulama olmaktaydı.
Bununla beraber Maliye mevzuatıyla ilgili olanlar içinde “ mal getirip götürdüklerinde % 2-5 hudutlarında gümrük vergisi ödeyecekler” gibi ülke ekonomisi açısından bağlayıcı olan hüküm dışında, “ayrıcalıklı ülke tüccarlarının Osmanlı ülkelerine serbestçe gelip gitmelerine ve ticaret yapmalarına izin verilecek; iç gümrüklerde vergisiz geçecekler; yanlarındaki paradan vergi alınmayacak” gibi hükümler de vergi hukuku bakımından abartılı ayrıcalıklar sayılamazlar.