C. İLİMLER

Osmanlıların ilim anlayışı tamamiyle İslamî kriterler çerçevesinde oluşmuştur. Bu bağlamda ilim’in öncelikle Rahmanî olmasına dikkat edilmesi ve şeytanî olanlarından korunulması gerekir.

1. KUR’AN’DA “İLİM”

Diğer taraftan Allah’ın Kur’anda yer alan adlarından biri “Âlim”dir. Nitekim Kur’an’da «O her şeyi hakkıyla bilir»[1047]denilmektedir. Bununla beraber Kur’an içeriğinde “ilim” yerine “hikmet” deyimi kullanılır.[1048]Bakara suresi’nde[1049]«Nitekim size Kitabı, hikmeti ve bilmediklerinizi öğretecek bir peygamber gönderdik” deniliyor.

Diğer taraftan “ilim” Kur’an’da «Bilenle bilmeyen bir olur mu?»[1050]denilerek övülmüştür. Bununla beraber “Allah dilediğine hikmet (ilim) verir”. Üstelik “Her kime ilim (hikmet) verilmiş ise ona birçok iyilikler de verilir”[1051]

Hikmet’i, felsefe’nin de ötesinde “Sebepler’in İlmi” olarak tanımlarsak bunu ancak (bi-küllî şey’in aliym) olan Allah bilebilir. İnsanların yaşadıkları âlem hakkındaki bilgileri (ilim) ise daima göreceli kalacak ve insanlar hatalarını sürekli olarak düzelterek mutlak doğruya gittikçe yaklaşacak ve fakat hiçbir zaman tam ulaşamayacaklardır. Mutlak Doğru’nun bilgisine ise ancak Allah sahiptir.[1052]

İnsanlar için kendi bilgileriyle mutlak doğruya ulaşmak mümkün olmadığından Allah’ın ilmine muhtaçtırlar. O halde mutlak bilgi ancak yine Allah tarafından gönderilen Kitap’ta, Kur’an’da vardır.[1053]

n Fıkıh ve Kelâm’da “İlim”

Fıkıh ve Kelâm’la ilgili eserlerde de “İlim” kavramının bazı özellikleri kategorik olarak sıralanarak tanımlanmaktadır:

1. Dış dünyayı anlayış, kavrayış ve idrak.

2. Yaşanan, görülen, işitilen, öğrenilen ya da genel anlamıyla enformasyon (malûmat) türündeki ilke ve kural ile ilişiği bulunmayan düzensiz “bilgi» birikimi,

3. Belirli kurallar, ilkelere göre düzenlenerek “meleke” (sistem) hâline getirilmiş bilgiler bütünü” olarak üç değişik anlamda kullanıldığını görüyoruz.[1054]

Bunlar içinde üçüncüsü bilimin çağdaş tanımına uygun düşüyor.

İslam kültüründe “ilim” tanımının bu kadar geniş kapsamlı tutulması, (basımevi’nin henüz icâd edilmediği) Ortaçağ’da ve (basımevi’nin İslâm ülkelerinde kullanılmadığı) Yeniçağ’da bilgi iletişiminin ne kadar zor, ne kadar değerli olduğunu da vurguluyor. Bununla beraber bilim, dışarıdan insanların sandığı şekilde doğrudan, mantıklı bir biçimde ilerlemez. Tam tersine, bilimin ileriye (bazen de geriye) doğru olan adımları, çoğunlukla kişiliklerin ve geleneklerin büyük rol oynadığı son derece insanî olaylardır.[1055]

2. İLİMLER DİZİNİ

Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman Bizans, Roma’dan tevarüs edip yaşattığı en az bin yıllık bir kültürel tarihe sahipti. Bizans’ın Ayasofya ve diğer mimarî eserler yanında, örneğin “Roma Hukuku” gibi dünya kültürünün çok önemli bir olgusu da İstanbul’da nihaî biçimini almış ve tamamlanmıştı.[1056]Dolayısıyla Osmanlıların İstanbul’u fethi, “Kavimlerin Muhacereti” sonucu meydana gelmiş bir işgal niteliğinde olamazdı. Nitekim Fatih İstanbul’u “mamur” ederek yüzyıllar boyu yaşayacak koskoca bir devletin ticaret, ilim ve kültür merkezi hâline getirmek istemekteydi

Dolayısıyla bilim adamlarının ve filozofların bilimler arasındaki ilişkileri yorumlayarak düzenledikleri dizinler ait oldukları toplumların zihinsel ve kültürel yapılarıyla ilgili anlamlar taşırlar. Hatta bu dizinlerin bazıları bilim felsefesinde epistemolojik devrim yapmışlardır.[1057]Bu bağlamda Osmanlı ulemasının yaptıkları tasnifler de, gerek revaçta olan bilimlerin neler oldukları, gerekse bunların itibarî önem derecelerine göre aralarında yapılan sınıflandırılmanın epistemolojik değerlendirilmesine göre hem devletin, hem toplumun düşünsel ve kültürel yapısı hakkında sağlam kriterler verirler.

a. Klasik Dizinler

Bu bağlamda İslam bilim dünyasında örneğin İbni Sina İlim olarak “Astroloji, Rüya Ta’biri, Tılısım ve Sihirbazlık” konularını Kimya ile birlikte “Tabi’i ilimler”in içinde sıralamış, “Musiki”yi de “Geometri, Astronomi, ve Sayılar” ilimleriyle birlikte “Riyâziye” kategorisi içinde göstermiştir.[1058]

İmâm-ı Gazalî ‘nin[1059]yaptığı ilim tasnifleri ise benzerleri arasında çağdaş görüşlere en yakın olanlarıdır.

(1) Taşköprizâde’nin Tasnifi

Diğer taraftan Osmanlı Dönemi’nde yapılmış tasnifler içinde Taşköprîzâde Ebu’l-Hayr İsameddin Ahmed Efendi (1495-1561)[1060]ilimleri belirli kategorilerde çok kapsamlı olarak düzenleyen bir tasnif[1061]vermektedir.

Osmanlı ulemasının en tanınmışlarından olan Taşköprîzâde Ahmed Efendi ünlü eseri “Mevzuât ül-Ulûm”de[1062]ilm’i yukarıda açıkladığımız kriterlerin bir özeti olan bu kıt’a ile tanımlıyor: “Nafî olan ilim Kur’an ve hadîs ve fıkıhtır, /Sâiri bir şugl-i bî-mânâdur etme heves, /İlim oldur anda ola kal’Allah ve kal’e Resül/ Sâiri vesâvis-i şeytandır sana bu pend bes.”

Taşköprizâde “Mevzuat ül-Ulûm”’de tanımladığı 364 adet ilimi “Devha” olarak isimlendirdiği yedi büyük kategori’de[1063]sıralamıştır.

1. Ulûm-i hattîyye (Yazı ile ilgili ilimler) 9 ilim sayılmıştır,[1064]

2. Elfâz (Söz) ilimleri: 43 ilim sayılmıştır.[1065]Bu bölümde Türkçe ve Arapça dilleri ayrı ayrı ele alınmıştır. Arapça, Din ilimleri’nin incelenmesi için gerekli âlet ilimlerinin başında gelir. Başka bir deyişle Batı’daki Latince gibi “ilim dili”işlevini üslenmiştir. Bununla beraber Türk Dili bağlamında sıralanmış 16 ilim, günümüzde yalnızca “Gramer” ve “Edebiyat” başlıkları altında toplanabilir. Diğer taraftan Tarih de söz ilimleri içine alındığı gibi, aslında Tarih anabilim dalına bağlı “Peygamberler tarihi, Halifeler tarihi, Hafızların tarihi, Müfessirlerin tarihi, Muhaddislerin tarihi, Sahabenin ve tabi’ûn’un tarihi, Şafiî ulemasının tarihi, Hanefî ulemasının tarihi, Malikî ulemasının tarihi, Hanbelî ulemasının tarihi, Nahivciler tarihi, Feylesoflar tarihi, Tababet (Hekimlik) tarihi” gibi bir dizi alt başlıklarda bağımsız ilimler gibi sıralanmışlardır.

3. Makûlat (Fikir yürütme) ilimleri. (5 ilim sayılmıştır.).[1066]“Ders Okutma İlmi” dışında kalan diğerleri Mantık Bilimi içine alınabilirler.

4. İlm-i İ’yân (Felsefe, varlıklar ilmi) (124 ilim sayılmıştır.),[1067]Bu bölümde “İlm-i Tabi’î’nin dalları” başlığı altında “uygulamalı ilimler ve fenler” bulunmaktadır. Ancak sıralamada önce “Nefsi bilme ilmi, 2. Melekleri bilme ilmi, 3. Âhireti bilme ilmi, 4. Peygamberliğin alâmetleri, 5. (Yetmiş iki) Fırka fikirlerini bilme” gibi aslında Din ilmi kategorisi içinde bulunması gereken ilimlerle başlanmaktadır. Bu da Osmanlı biliminde dinsel anlayışın ayrılmaz bütünlüğünü gösteriyor. Hemen arkasından “İlimlerin usûl ve fürû’u taksimi ilmi” gelmekle beraber, sayılmış olan 100’den fazla ilim ismi arasında “sihir , büyü, göz boyacılık, imalât hiyleleri ve sistemli dolandırıcılık” konuları da yer elmaktadır.

5. İlm-i Ahlak : 8 ilim sayılmıştır.[1068]Genel olarak ahlak ve aile kurumundan devlet yönetiminde komutanları, vezirleri ve hükümdarları ele alan davranış bilimleridir.

6. Şer’î ilimler: 125 ilim sayılmıştır.[1069]Bu bölüm olağanüstü ayrıntılı olmakla beraber, sıralanışlarında kopukluk bulunmaması, konunun Osmanlı uleması tarafından çok hassas biçimde incelendiğini kanıtlıyor. Bununla beraber örneğin “İsim ve harflerle dünya işlerinde tasarrufta bulunma (hurûfîlik), Nurlu ve karanlık (zulmanî) harflerin bilimi, İsm-i a’zam ile iş görme, Harflerin kesik yazılışı ve karıştırılması ile Gayb’den haber verme, Harflerle falcılık (zayırce) ilmi, Cifir ilmi” gibi bazı bâtıl bilgiler de ilimler bağlamında tasnif sistemi içine alınmışlardır. Oysa bu konular için örneğin “Batıl ilimler” kategorisi açılabilirdi.

Diğer taraftan bağımsız ilimler olarak sıralanan başlıkları kendi aralarında guruplayarak dizinde bulunan sayıyı iyice azaltmak mümkündür. Ancak dönemin bilgiye ulaşmada çektiği zorlukla orantılı olarak daralan “ihtisas sahası” anlayışına göre bu durumu olağan karşılamak gerekiyor.

7. Bâtın ilimleri: 50 ilim sayılmıştır.[1070]“İbâdat, Âdat (Adetler ve gelenekler), Mühlikat (yok ediciler) ve Münciyat (Kurtarıcılar)” olarak dörde ayrılır. Çağdaş terimler kullanırsak bu kategoriyi “İslamî Yaşama Sanatı” olarak isimlendirmek mümkündür.

Ancak günümüz anlayışına göre bakılırsa sıralanan ilimlerin büyük bir kısmı, bağımsız ilim niteliği taşımadıkları gibi, bazılarını da kendi aralarında birleştirmek mümkündür. Diğer bir kısmı ilim karakterini hâiz olamayacak niteliktedirler.

Taşköprîzâde’nin tasnifine baktığımızda, genel kategorilerin sıralanmasında Aristo’ya kıyasla kendisine “Muallim-i Sâni” denilen Farabî’nin tesiri hissedilmektedir.[1071]

İkinci derece başlıklar altında yer alan bazı ilimlerin konularının (özellikle günümüz kriterlerine göre değerlendirildiğinde) bulundukları zümre ile ters düştükleri görülüyor. Örneğin “Sihir ilminin dalları” arasında “Şekil ve Harflerle Sihir İlmi”nin tarifini yaptıktan sonra “denenmemiş bir ilim” olduğunu ilave eder. Yine “İmalat Hileleri ve Açıklamaları İlmi” için “Haram bir ilimdir” açıklamasını yapar. Aynı şekilde “İlm-i Musiki”nin dalları içinde sıraladığı müzik enstrümanlarının yapımına dair “İlm ül-Âlât ül-A’cîbe”yi tanıtırken “Bizim Şer’iatımızda haram ve anın ta’dadına iştigal dahi tazyî’i-i evkat ve eyyam’dır” der ve “umûr-i muhakkara ve eşyâ’i mahreme” olarak niteler.

Ancak yazıldıkları çağda bilim anlayışı ve tanımlanmaları çağdaş anlayışımıza uymadığı için gerek eserlerde yer alan isimler ve gerekse tasnifler şaşırtıcıdır. Örneğin “kerametler, hem veli hem de sihirbazda kendini gösterebilen ilahî iradenin beklenilmiyen tecellileri” olarak izah ettiğinden “Büyücülük” de ilim olarak telakki edilmiş dalları olarak 14 bağımsız isim verilmiştir.

Diğer taraftan “Postacılık, Namaz vakitleri ilmi, Saat aletleri ilmi, Koyun ve Keçinin Omuzlarının Şeklinden Kâinat Olaylarını Bilme İlmi, Ayak İzlerini Bilme” gibi bugün için bilim sayılamayacak pek çok isim vardır. Daha önce de belirtildiği gibi, bilgi verilerinin ve iletişimin çok kıt olduğu, bilimsel yöntemlerin henüz belirlenmediği dönemlerde küçük bilgi birikimleri bile “malûmat” kategorisinde ilimler sınıfında itibar gördüğü anlaşılıyor.

Bu arada “Yılın Mevsimleri İlmi, İklimlerin Husûsiyetleri İlmi, Yerde Su Bulma ve Çıkarma İlmi, Yağmur Yağmasını Bilme İlmi, Yevmî Hadiselerden Geleceği Bilme İlmi” gibi modern meteoroloji biliminin bölümleri sayılabilecek konular da bağımsız bilimler olarak sunulmuştur.

Bununla beraber İslamî ilimlerin dizininde durum tamamiyle değişmektedir. Kur’an, Fıkıh, Hadis ilimlerinin yöntemleri en ince ayrıntılarına kadar belirlendiği, diğer din ilimlerinin ise tanım, mevzu, kapsam ve tasnifleri fevkalade hassas ve oldukça sistematik yapı içinde sıralanmış oldukları görülmektedir

(2) Nev’î Efendi’nin Tasnifi

Nev’î Efendi[1072], “Yevâkit ül-ulûm” ve Abdurrahman Bistâmî’nin “Mevzuat ül-Ulûm”u gibi eserlerden yararlanarak yazdığı “Netâyic el- Fünûn” da ele aldığı fenlerin tertibini “İlm-i Tarih, İlm-i Hikmet, İlm-i Hey’et, İlm-i Kelam, llm-i Usul-i Fıkh, İlm-i Hilaf, İlm-i Tefsir, İlm-i Tasavvuf, İlm-i Ta’bîr-i Ru’yâ, llm-i Ruky-u Efsûn, İlm-i Tıbb, İlm-i Felâhat, llm-i Nücûm, llm-i Fal-u Zecr”[1073]şeklinde belirtmektedir.

Görüldüğü gibi Nev’î Efendi genel bir tasnif değil, kendine göre bir seleksiyon yapmış olmaktadır.

b. Yakın Dönem Tasnifleri

Bununla beraber, Taşköprîzâde’nin skolastik yapıdaki tasnifini örneğin Sava Paşa’nın[1074]düzenlemiş olduğu gibi daha yakın dönemlerin tasnifleri ile karşılaştırarak Osmanlı ilim anlayışını ve bilim seviyesini ortaya koyabilecek bir dizin yapmak mümkündür:

(1) Ulûm-i Külliyye

(a) Kur’ân İlimleri

(1) Kıraat İlmi: Bedi’î Kıraat (güzel okuyuş) için “Tecvid” ve “Usûl-i Mahrec” ilimleri, Mantıkî Kıraat, Mihanikî Kıraat (düz okuyuş).

(2) Tefsir İlmi: «Tefsir Metni», «llmu Usûli’t-Tefsir»

(3) Hadis Usûlü İlmi: Dirâyet-i Hadis (Hadis Bilgisi),

(4) Hadis fürû’u (Ayrıntıları) İlmi: Rivâyet-i Hadis.

(b) Fıkıh İImi

(1) İtikâdî Fıkıh : «Fıkh-ı Ekber», «İlm-i Tevhid», «llm-i Kelâm»

(2) Amelî (Uygulamalı) Fıkıh : llmu usûli’l-Fıkh (Fıkıh metodolojisi); Fürû-i Fıkh; Vicdânî Fıkıh (Ahlakî Fıkıh: Şer’î Ahlâk, Tasavvufî Ahlak, Felsefî Ahlâk )

(c) Âlet İlimleri

FiloIoji : Kur’an dili, Arapça dil ve sözlük bilgisi (lûgat, ıstılahat, galatat ve tâbirler) gibi Âli İlimler’in anlaşılmasına yardımcı olan ilimlerdir.

(2) “Diğer İlimler”

n Müşterek (Ortak) İlimler

Tarih, Coğrafya, Edebî ilimler ve Mantık’tır.

n Tabi’î İlimler

Tıb, Saydele (Eczâcılık), Riyâziye ve Hendese, İlm-i Musiki, Hey’et (Astronomi ), İlm-i Zîc, İlm-i Kimya;

n Tatbikî İlimler

Madencilik, Döküm, İnşaat, Gemicilik;

n Ulûm-i Bâtıla

İlm-i Simya, İlm-i Tencîm (Astroloji ), İlm-i Zayiçe[1075], İlm-i Sihr ve Tılısımat, İlm-i Remil v.b.;

Bu tasnifte yer alan “Diğer İlimler” de, örneğin “Tabi’î ilimler” zümresindeki Hey’et (Astronomi) ilmi gibi, “Aslî İlimler” olan Kur’ân ve Fıkıh ilimlerinin hizmetinde olacaktır.

3. ULÛM ve FÜNÛN

“Ulûm ve Fünûn” denilen bilimler “Ulûm-i Şer’iyye”(ya da “küllîyye” veya “asliyye” de denir) dışında kalıp daha sonraki dönemlerde zaman zaman “Fen” olarak isimlendirilmiş olan ilimlerdir. Sava Paşa’nın tasnifinde “Diğer İlimler” olarak adlandırdığı, günümüzde de “İnsan ilimleri, Temel Bilimler, Deneysel Bilimler” gibi isimler verilen kategoriler içinde bulunan bilimlerdir.

n Müşterek İlimler

Müşterek ilimler konularında olduğu kadar anlatım ve inceleme üslupları arasında ortak ve benzer yanlar bulunan ilimlerdir. Örneğin Tarih ve Coğrafya bilimleri sık ve uzun tasvirler, anlatımlar gerektiren anlatım yöntemleri açısından (Avrupa’da da) uzun süre edebî türler içinde sayılmışlardır. Haritacılık ise hem Tarih ve hem de Coğrafya ilimleriyle ortak alanları bulunan bir ilimdir.

(1) Tarihçilik

Gerçi çok daha önceleri sezgisel ya da bilinçli olarak günümüz tarih felsefesi ve metodolojisine uygun eserler vermiş tarihçiler de varsa da çağdaş anlamda Tarih Bilimi’nin kuruluşu On dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonradır.

Bu nedenle “Osmanlı Tarihçiliği” kavramı da, Osmanlı müelliflerinin tarih biliminin materyali içine giren tüm teliflerinin çağdaş tarih biliminin kıstaslarıyla yeniden ele alınması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle Tevârih-i Âl-i Osman, zafernâme, gazavatnâme, hümayunnâme yazarları ile vak’anüvislerin eserlerini edebiyat eserleri kategorisine dahil etmek kendi dönemlerinin anlayışı açısından da daha uygun olacağı bile düşünülebilir. Ancak yazılış mantık ve yöntemleri ne olursa olsun, bütün bu eserler günümüz için Tarih biliminin gerçek kaynakları vasfını hâizdirler.

Osmanlı tarihçileri kronolojik düzen içinde sıralanırsa başlangıçtan Fatih Sultan Mehmed dönemine kadar olan devrede Osmanlılar’ın kökenlerine ilişkin en eski bilgileri aktaran Ahmedî, Âşık Paşazade gibi yazarları, Orhan Bey zamanındaki Rumeli fetihlerini anlatan Kâşifî, Enverî, Tursun Bey’in eserleridir. Bu arada “Midilli’li Dukas “, “Atinalı Chalcocondyles”, “Sakızlı Kritopulos (On beşinci yüzyıl)” Rum asıllı tarihçileri de unutmamak gerekir. Bu önemli tarihçileri takip edenler Kemalpaşazade (ibni Kemal) ve Neşrî’dir. On altıncı yüzyıl’a gelindiğinde tarihçiliğinin önemli adları Hoca Sadeddin Efendi, Mustafa Ali ve Selanikî’ydi.

Bunları On yedinci yüzyılda’da İbrahim Peçevî, Müneccimbaşı Ahmed Efendi ve Naimâ izlemiştir. Naimâ olayları kaydetmenin yanı sıra yorumlara yönelmesiyle öteki tarihçilerden ayrılır.

Doğu ülkelerinde devletin resmî tarihçisi hükümdarın vasıflarını, savaşlarını, zaferlerini, ününü manzum olarak tasvir edip onu ululayan şehnâmeciler (şehnâme-nüvis’ler)’dir. Şehnâmecilerin maiyetlerinde kâtibler, musavvirler (resim çizenler, minyatürcüler) ve müzehhib’ler (altin yaldızla çeçitli süslemeleri yapanlar) bulunurdu. Osmanlı şehnâmecileri ilk kez Fatih döneminde görev almışlardır.

Vak’anüvis’lik ise Divan-ı Hümâyûn kaleminde bir devlet memuriyeti olarak Hicrî 1000 / Milâdî 1591 yılından itibaren başlamış, Hicrî 1293 / Milâdî 1876 senesine kadar getirilmiştir. Bir anlamda resmî “kronikör”lük olan şehnâme-nüvis’lik ve vak’a-nüvis’lik konuları dışında kalan tarih kitapları kaleme almış Osmanlı müverrihleri de vardır. Bunlar resmiyete tâbi olmadıklarından devrin haksızlıkları, halkın şikâyetleri gibi konuları da belirtmişlerdir.”Tevârih-ı Âl-i Osman”lar grubu bu tür eserlere örnektir.[1076]Bunlardan bazıları görüldüğü gibi müelliflerinin isimleriyle tanınırlar.[1077]Diğer bazılarının da kendi özgün isimleri vardır.[1078]

Hicrî 1000 / Milâdî 1591 yılından 1293 / 1876’ya kadar olan dönem içinde vak’anüvis tarihi olarak anılan devletin resmî görevlisi olan “kronikör” tarihleri yazılmıştır. Ancak bu kronikörlerin eserleri “şehnâme” ya da “gazavetnâme” edebiyatı türünden değildir. Devletin günlük hayatını kendi anlayışları ölçüsünde objektif kalarak kayda geçirmişlerdir. Bunların kitapları arasında da kimileri yazarlarının,[1079]kimileri de özgün isimlerile tanınır.[1080]

Diğer taraftan hâl tercümeleri, tezkireler (biyografi), vefeyât (nekroloji), bazı münşeat mecmuaları, seyahatnâmeler (Evliyâ Çelebi gibi), risâleler (Koçi Bey Risâleleri gibi) de tarihsel değerleri açısından özgün tarih eserleri gibi ele alınabilir. Osmanlı elçilerinin görevlerinin bitiminde devlete “sefâretnâme” adıyla tevdi ettikleri bilinen, çoğu basılmış ve sayıları 50 kadar resmî rapor da önemli tarihi belgelerdir.

Diğer taraftan şairleri ve birçok meslekten tanınmış kişilerin haltercemelerini kapsayan ve konularına göre “Tezkiretu’ş-şuârâ, Tezkiretü’l-meşâyıh, Tezkiretü’l-ulemâ, Tezkiretu’l-hattâtin” gibi adlarla anılan konu olarak alınan kişilerin hayatiyle ilgili fıkralara da yer verilen tezkireler ve tezkirecilik de, biyografik tarih yazarlığı olarak değerlendirilmelidir.

Tarih : Divan edebiyatında tarihler, “münşiyâne” denilen özentili bir üslubla kaleme alınır; bundan ötürü edebî ürünler arasında yer alır. Mensur tarihlerin yanında manzum tarihler de vardır.

(2) Coğrafya

Coğrafya konusunda bilinen Osmanlılara ait ilk eser Ali bin Abdurrahman’ın 1365-1370 yıllarında Edirne’de “Acaib ül-Mahlûkat” adlı Türkçe olarak yazdığı kitaptır. Daha sonra yazılanların bir kısmı genellikle Arapça eserlerden yapılan tercümelerdir.[1081]On beşinci yüzyılın ortasında (1453’te) Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan da yine “Acaib ül-Mahlûkat”[1082]isimli islami edebiyatta coğrafya ve kozmografya ile ilgili ansiklopedik bilgileri derleyen bir eser kaleme almıştır.[1083]Ne var ki ilkelden görülenlere ve araştırılmalara dayanmayan bu eser, din kozmografyası , ortaçağ astrolojisi ve tıbbî bilgilerini birlikte ele alan ansiklopedik bir kitaptır.

Görgüye dayanan ilk eserleri Pîrî Reis, Seydî Ali Reis gibi tanınmış Osmanlı denizcileri[1084],haritacıları ve askerî ressamları[1085]ve Osmanlı entellektüelleri[1086]vermişlerdir.

On yedinci yüzyılda Katip Çelebinin “Keşfü’z-Zunûn”u ve özellikle “Cihannüma”sı, Evliya Çelebi’nin ünlü “Seyahatnâme”si vardır. Bu asrın ikinci yarısında, Ebubekir bin Behram Dımışkî “Atlas Major” isimli dokuz ciltlik kitabı Latince’den “Nusrat ül-İslam ves-sürûr fî tercüme-i Atlas Mayor” olarak tercüme etmiştir. Katib Çelebi’nin eserleriyle Behram Dımışkî’nin “Atlas-Mayor” tercümesinin Coğrafya ilmi üzerinde etkisi sonraki yüzyılda da devam etmiştir.

On sekizinci asırda yazılan kitapların en önemlileri Şeyh İbrahim Hakkı Erzurumî’nin “Marifetnâme” si, Mehmed Edib’in güzergah coğrafyası türünde “Menâsik-i Hac” isimli eserleridir. Bu dönemde Batı kaynaklarından yararlanılmaktadır. Osman bin Abdülmennan’ın Almanca’dan “Fizikî Coğrafya” ve Kayserili Petros Baronyan’ da Fransızca’dan “Fennümâ-yi Cam-ı Cem ez Fenn-i Coğrafya” isimli tercümeler yapmışlardır.[1087]

(3) Haritacılık

Basımevinin geç gelişinin Osmanlı haritacılığına büyük zararı dokunmuş olduğu tartışma götürmez. Örneğin Katib Çelebi “Girit Gazası” sebebiyle gemi kaptanlarına verilmek üzere el yapımı “portalan” haritalar hazırlandığından bahsetmektedir. Dolayısıyla ne kadar dikkatlice kopya (istinsah) edilmiş olsalar bile Osmanlı kaptanları çeşitli hatalar sebebiyle en azından ayrıntılarında farklılaşan haritalar kullanmışlardır. Halbuki deniz haritacılığında kayalar, akıntılar, kıyı çizgileri ve deniz fenerlerinin yerleri, seyir sırasında doğru mevki saptamak için kerteriz almak açısından gerekli olan ayrıntılardır.

Bu hususun Osmanlı denizciliğinin batılı meslekdaşları karşısında gerilemesine sebeb olduğu açıktır. Osmanlı ülkesine gelmiş Batılı gezginlerin birçoğu yayınladıkları hatırat ve seyahatnamelerde Osmanlı kaptanlarının seyir açısından yeterli olmadıklarını vurgulamalarının önemli bir sebebi de bu husus olsa gerektir.

Modern jeodezi aletleri ve milletler arası poligon yöntemleri henüz kullanılmadan önce, deniz haritalarını gemi kaptanları (ya da bu işle görevlendirilmiş kişiler ve heyetler) dürbin, sekstant, usturlab (astrolabe), rubu’ tahtası, rub-ı ceyb (logaritmik abak) gibi basit astronomi aletleri kullanarak çizmektedirler. Böylece bir süre seferlerde kullanılan haritalar, ardışık yaklaşımlarla düzeltilerek gerçeğe en yakın son durumlarını aldıktan sonra bastırılarak gemi kaptanlarına dağıtılmaktadır.

Halbuki Osmanlı denizciliğinde, en azından Pîri Reis, Seydî Ali Reis, Menemenli Mehmed Reis, Ali Macar Reis gibi Osmanlı kaptanlarının hayat boyu topladıkları ve el yapımı haritalar üzerine döktükleri bilgi birikimleri hiçbir zaman bir araya getirilip basım yoluyla birbirinin aynı olan standart paftalar hâlinde üretilememiştir.

Evliyâ Çelebi “Esnâf-ı haritaciyan” dediği Osmanlı haritacılarını şöyle anlatıyor:

“On beş nefer ve sekiz dükkandır. Bunlar birkaç lisana ve alelhusus Latince’ye mükemmel aşinadırlar. “Atlas Minör gibi kitapları okuyarak dünya yüzünde olan denizleri, nehirleri, dağları ırmakları, gölleri, haliçleri, derya içindeki ‘kumsal, batak, kayalık yerleri yaptıkları haritalarda işaret ederler. Onları gemicilere satarlar, gemiciler de bunlara bakarak büyük Bahr-i muhitlerde ve küçük denizlerde pervâsız gezerler.”[1088]

4. DOĞAL İLİMLER

Osmanlı bilimi genel olarak İslam biliminin zayıf bir mirasçısı olarak kabul edilir. Gerçekten de Batı’ya Rönesans’ı sağlayan Matematik, Astronomi, Tıb, Felsefe, Mantık gibi Şer’î dışında kalan İslam-Arap bilimi yanında esas itibariyle Şer’î ilimler üzerinde merkezlenmiş İslam-Osmanlı ilminin görünümü kısmen de olsa İslam medeniyetinin gerilemesi ile bağlantılı görüldü.

Aslında Osmanlı biliminin bu iddiaların aksini ispat etmeğe yetecek düzeyde sistematik bir envanteri henüz yapılamamıştır. Şimdilik araştırmalar Kâtib Çelebi’nin Keşfüzzünûn isimli muazzam bibliyografyası, British Museum, Bibliothèque Nationale, Société Asiatique gibi kurumların, ya da özellikle On dokuzuncu yüzyılda yaşamış bazı oriyantalistlerin eserlerine veya yakın zamanlardaki bazı münferit çalışmalara bağımlı kalıyor.

a. İlm-i Tencim

Günümüzde sosyologlar «sihir» ile bilimler arasında da bir ilişki görmekte mesela matematiğin ilkel halini sihir olarak düşünmektedirler, Nitekim Simya (Alchimie) ilminin Kimya’ ya, İlm-i Nücûm’un (müneccimlik, astrologie) Astronomi’ye hatta “sağıtma” yöntemlerinin Tıbba dönüşmesini de «sihir»den bilime geçiş olarak yorumlamak mümkündür.

Bu bağlamda düşünülürse ortaçağ’da “Gizli Bilimler” (Sciences occultes) zümresinde bulunan ve yıldızların burçlara göre durumlarını yorumlayarak istikbâle dair bilgiler verdiğine inanılan İlm-i Nücûm’un nerede bittiği, İlm-i Hey’et’in (Astronomi’nin) nerede başladığı dikkate alınmazsa, klasik dönem Osmanlı tarihinde istatistik verilere göre On beşinci asır 25, On altıncı asır 85, On yedinci asır 100, On sekizinci asır 152 olmak üzere astroloji (veya astronomi!) ile ilgili eser veren 400’e yakın müneccim yaşamıştır.[1089]Bunlar üç kıtada Osmanlı ülkesinin hemen her yanında yayılmışlardır.

Bu süreç içinde İstanbul’da 50 müellif’in yaşadığı dikkate alınırsa, Anadolu’da ve Mısır’da birer misli, Suriye’de eşit, Balkan’lar, Irak ve Magrib’in her birinde yarı sayısı kadar , Hicaz, Yemen, Kırım ve Kafkasya’nın her birinde ancak 1/10 kadar müneccim yetişdiği görülüyor.

İlm-i Nücûm ve Hey’et hakkında On dokuzuncu yüzyıla kadar 52’ si On beşinci asırda, 300’ü On altıncı asırda, 190’ı On yedinci asırda, 344’ü On sekizinci asırda olmak üzere 886 eser tesbit edilmiş, 1 375 eserin de yazıldığı tarih belirlenememiştir. Bu kitaplardan birçoğunun Hindistan’dan Fas’a kadar İslam dünyasında ders kitabı olarak okutulduğunu öğreniyoruz. Bu da eserlerin “İlm-i Hey’et” ağırlıklı olduğunu bir anlamda kanıtlıyor.

Eskiçağlar’ın en büyük astronom ve matematikçisi ve İslam ülkelerinde Batlamyos olarak tanınan Ptolemaios’un “Megistos (Biblos)”(en büyük kitap) isimli eseri Ortaçağ’da Arap bilginlerince “El-Mecisti” adıyla Arapça’ya çevrildi.

Bu tercüme ancak On ikinci yüzyılın ortalarında, Arapça’ya yapılan tercümesi esas alınarak Batı dillerine çevrildi.[1090]Trigonometri konusunda Batı’da ilk eser olan bu kitap üç yüz yıl boyunca el yazmaları halinde kullanıldıktan sonra, ancak On altıncı yüzyılın ilk çeyreğinde bastırılarak yayımlandı.[1091]

Gerçekten de bu tercümelerin, Trigonometri bilgilerinin Batı’da yayılmasına ve gelişmesine çok etkili olduğu açıktır. Bununla beraber Batı’da Latince ve el yazması olarak yapılmış bu tercümelerin Arapça aslı çevirmeni (ya da şârihi) olan Sabit bin Kurra’nın üzerinde düzeltmeler ve eklemeler yaptığı[1092]haşiyeli bir “El-Mecisti”dir. Oysa Ptolemaios’un eseri “Megistos” belirli sayıda düzlem ve küresel trigonometri teoremlerinin gerekli oldukları yerlerde astronomi’ye uygulanmasıdır. Başka bir deyişle Trigonometri bilimi açısından bütünlük sağlamak kaygısı yoktur. Oysa “El-Mecisti”de Arap bilginlerinin “müsellesât”ı, Sabit bin Kurra’nın düzelttikleri ve kendi buluşu olan sinüs’ler de eklenmiştir.

Nitekim On üçüncü yüzyılda Nasirüddin Tûsî’ye ulaşan nüsha da aslında bu kitaptır.

Diğer taraftan Astronomi konusunda da, Batılıların “Geber” (Jeber) olarak tanıdığı Endülüs’lü matematikçi ve astronom Câbir ibn Eflah’ın, aslında bir Küresel Trigonometri kitabı olarak yazılmış “Kitabü’l-Hey’e”si de Batı’da çok kullanılmıştır.[1093]

Aralarında en tanınmışları On beşinci yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu ile On altıncı yüzyılın ilk yarısında Cezayirli Ali bin Veli ve ikinci yarısında İstanbul’da rasathane kuran Takiyüddin¸ Coğrafya alanında, On altıncı yüzyılda dünyanın bilinen yerlerini gösteren ama günümüze yalnız Batı bölümü ulaşmış bir haritanın sahibi olan Pîrî Reis ve bir başka coğrafyacı Seydî Ali Reis’tir.[1094]

İstanbul Rasathânesi

Matematik, astronomi ve tıp konularında tanınmış bir âlim olan ve 30’dan fazla (Arapça) bilimsel eseri bulunan Takiyüd-din er-Rasıd İstanbul’a 1570 yılında Mısır’dan gelmiş ve Padişah II. Selim’in müneccimbaşısı olmuştur.Bu gözlemevinde yaptığı bilimsel çalışmalarla kendisinden önce yapılmış zâyiçe’leri (astronomi cetvellerini) düzeltmiştir. Sultan III. Murad’ın döneminde içinde on beş kişi çalışan İstanbul Rasathanesi’ni inşa etmiş ve 1573 yılında rasat yapmağa başlamıştır. Ne var ki rasathane 22 Ocak 1580 günü yıktırılmıştır.

Takiyüddin ekinoks’ları belirlemek için “Zat ül-evtar” adını verdiği yeni aletleri icat etmiş ve rasathanede mekanik saatlerden yararlanmıştı.[1095]Yıldızların enlem ve boylamlarının belirlenmesinde o zamana kadar kullanılanlardan farklı bir hesaplama usulü geliştirmişti. Güneşin apojesinin yıllık hareket mikdarını da 63” olarak tesbit etmişti. Bugün bilinen değerin 61” dir.[1096]

Batı dünyası, MS. ikinci yüzyılda Batlamyus’tan, On altıncı yüzyılda Kopernik’e kadar, açıların ölçülmesinde kirişleri kullanmıştır. Takiyüddin Uluğ Bey’den esinlenerek farklı bir yöntem geliştirerek bir derecelik açıya tekabül eden yay oranını hesab etmiştir.

Bu araştırmaların içinde bilim tarihi açısından en önemlilerinden biri, “Haridet ül-Fikr” ve “Gunyâ’t[1097]-Ullah” isimli eserlerinde 1550 yıllarında ilk kez “sittiynî” (sekzagesimal, 60 tabanlı) derece taksimatı yerine kullanmış olduğu âşârî (ondalık) sistem[1098]hakkındaki açıklamalarıdır.[1099]

(1) Muvakkithâne’ler

İbadet vakitlerini belirleme işi olan muvakkitlik, her devirde önemini korumuştur. Muvakkitler sanat-ı mikata[1100]ve irtifa alma fenni’ni bilir, rub-i daire (usturlab) gibi irtifa alma aletlerini kullanarak muvakkithane saatlerinin doğruluğunu, ayarlarını denetler ve ezan vakitlerini müezzinlere bildirir, imsak zamanlarını gösteren “imsakiye” cedvelleri hazırlar. Bütün ülkede camilerin bitişiğinde “muvakkithane”ler kurulması, yarı resmî bir kurumun varlığını da gösterir.

Muvakkitler mekanik saatlerin yaygınlaşmasından önce namaz vaktini su saati, kum saati ve güneş saati gibi çeşitli ilkel saatlerle yaparlardı. On yedinci yüzyıldan sonra mekanik saat kullanımının artmasıyla ve muvakkithanelere de gelmesi ile işleri kolaylaşmıştır. Ancak bu saatlerin ayarlarının yapılması ve tamir edilmeleri de muvakkitlerın görevleri arasına girmişti.

Bununla beraber muvakkithanelerin ve muvakkitlerin yönetilmesi müneccimbaşıya aittir. Nitekim muvakkithaneye yeni tayin edilecek kişilerin imtihanını da müneccimbaşı yapar. Aslında muvakkitlik bir sanat olarak babadan oğula intikal ederdi. Ancak oğlu olmadığı halde vefat ederse, müneccimbaşı huzurunda yapılan imtihanla yerine muvakkit tayin edilirdi.

Muvakkitlere On dokuzuncu yüz yılın ortasına kadar vakıfların imamet, hitabet, müeezzinlik gibi ilmiyye faslından on akça yevmiye ve ayrıca yüz kuruş ev kirası verilmekteydi.

Muvakkithaneler genellikle cami ve mescidlerin girişinde veya bahçesinde bir-iki oda halinde ve camiye bağlı olarak inşa edilmişlerdir. Fatih Camii’nin avlusundaki Fatih Camii Muvakkithanesi İstanbul’da 1470 tarihinde inşa edilen ilk muvakkithanedir. Bu muvakkithaneden sonra Bayezid Camii, daha sonra da Yavuz Sultan Selim cami’inin bahçesindeki muvakkithanelerde asırlar boyu birçok muvakkit ve müneccim yetişmiştir.

Saatler “muvakkithane”lerin sokağa bakan pencerelerinden görülecek biçimde yerleştirilirdi. Muvakkitler, güneş saatiyle veya astronomi cetvelleri kullanarak güneşin meridyen’den geçişine göre, saatleri ayar ederek düzenlerlerdi. Küçük saat mekanizmalarının hassas olarak imal edilemediği dönemlerde uzun pandüllü saatler kullanılırdı. Dolayısıyla muvakithanelerin yerel saat düzenlemeleri açısından önemli görevleri vardı. Müezzinler ve müslümanlar tam namaz saatlerini ve iftar vakitlerini buradan öğrenirlerdi. Diğer taraftan medreselerin, camilerin bahçelerinde ve beden duvarlarında da yine “vakit” işaretleri taşa kazınmış ve demir ölçü çubuğu çakılı “güneş saatleri” bulunurdu.

Muvakkithanelerde isteyenlere İlm-i nücum (astroloji) ve Felekiyat (kozmoloji) öğrenimi ile usturlab (astrolabe), güneş saati, rub’u tahtası (quadrane) sekstan, pusula, pandüllü saat, meridyen dürbünü gibi aletlerin kullanılmaları, tamirleri, yapımları gösterilirdi. Bu kurumlara gök dürbünü kullanmayan küçük birer “rasathane” denilebilir.

Zemberek sistemli gelişmiş saatler çıkmadan önce mekanizmaları ağırlıkla çalışan saatlerin uzun süre kurulmadan ve hassas çalışabilmeleri için hem kontrpuanın bağlandığı ip (veya zincirlerinin) ve hem de pandül (rakkas) boylarının uzun olması gerekiyordu. Bunun için de kadranları mümkün olduğu kadar yüksekte bulunan saatler yapılıyordu. İşte saat kuleleri bütün bu klasik saatçilik gereklerini üzerinde topladığı gibi üstelik vakıt tayini hizmetlerinden herkesin yararlanmasını da sağlayabiliyordu.[1101]

(2) Eşref Saat Tayini

İnanışa göre, bütün kainatın içindeki varlıkların duygu , ahlak, huy sağlık gibi durumları ile olayların oluşumu yedi gezegen ve on iki burcun birbirlerine göre düzenlerinin etkisi altındadır. Her insanın etkisinde olduğu bir gezegen bulunmaktadır. Gezegenler burçlara göre uğurlu (sa’d) veya uğursuz (nahs) durumlarıyla beraber etkisi altında tuttuğu insana da iyi veya fena, cömert veya cimri, talihli veya talihsiz dönemler yaşatırlar. Dolayısıyla gezegenler kaderi tayin edemezler ama. bir çeşit fal gibi, önceden “sezinlemek” imkanı verirler. “İlm-i Ahkâm-ı Nücûm” gezegenler alemindeki bu düzeni inceler.

Müneccimlere göre bir gezegen kendi güzergâhında (mihrak) dolaşırken ilk hareket noktasına döndüğü “zaman–ı şeref “ (veya “eşref-i saat”) denilen kutlu zamanları vardır.

Diğer taraftan gezegenlerin on iki burcun zaman dilimlerine kutlu saat (sa’d) girişleri bazen ayın başında iken bir sonrakinde sonuna; gün ortasına rastlayan bir (nahs) ertesi gün akşam veya sabaha rastlar. Bu yüzden her burç için aylık veya günlük dilimdeki kutlu ve kutsuz saatler tespit eden “zâyiçe” denilen listeler düzenlenir.

Osmanlı Sarayı’nda da “eşref-i saat” meselesine çok önem verilmiştir. O kadar ki bütün teşrifat ve protokolü, padişahın tahta çıkması, sadrazama mühür verilmesi, şehzadelerin doğumu ve isimlerinin konulması, sultanların düğünleri, savaş ilânı, ordunun hareketi, hücuma başlamak, gemi denize indirilmesi gibi pek çok konu için müneccimbaşı’lar tarafından eşref-i saat tespit edilmiştir.[1102]

Gezegen ve yıldızların gök yüzünde belli zamanlardaki yerlerini gösteren “zâyiçe” cedvelleri aynı zamanda mukaddes günleri tesbit etmek için de hazırlanmakla beraber Astroloji’ye, ya da Osmanlı ülkesindeki adıyla “İlm-i Nücûm”a Saray’ın desteği ile birlikte halkın da ilgisini oluşturmuştur.

b. “Tıb” İlmi

İslâm öncesi dönemde hekîm “büyü bozan” (contre-sorcier) idi. Çünkü kötü niyetli bir büyücüye karşılık, iyi niyetli bir büyücü bulunması gerekiyordu. Kötü bir büyünün tesirini ancak bir başka büyü giderebilirdi. Bu nedenle klasik Arapçada “tıbb” hem hekimlik ve hem de sihir anlamındadır.

Tıp doktoru anlamında kullanılmak üzere “tabib” ya da “hekîm” denilir, hastalıkların tedâvisi tıbbî veya kitâbî denilen iki farklı yöntemle yapılırdı:

Tıbbî tedavi ilimden çok sanata yakındır. Bu işin pratiğini bilen yetişmiş tabiblerce uygulanırdı. Tabib, otların gizli şifalarını bilen kişidir. Batılılara göre Müslümanlar daha sonraki dönemlerde de eczâcı ile tabib arasında fazla ayırım yapmamışlardır. Müslüman tabibler önceleri usta-çırak usulünce bir camide, daha sonra Darü’t-Tıb denilen tıb medreselerinde ders veren üstâdlardan ders almışlardır.

Diğer taraftan tabiblik mesleğinde daha çok cerrahlara yakın berberlik gibi yan meslekler de vardır. Nitekim berber diş çeker, sünnet yapar, sarılık illetini “keser”.

Halbuki “kitâbî tedâvi” sihir ve tılsımlar kullanır. Bunların yazılı olduğu kitaplara müracaat eder. Orada gösterilen yöntemlere göre yazılacak sihirli sözler ve sembollerle bunlara eklenen sihir reçetelerinde şap, nitrat, amonyak, bal, otlar v.s. gibi bazı formülleri kullanmak gerekecektir. Bu reçetelerdeki sihir unsurunun zamanla ortadan kalkarak bilime geçildiği anlaşılıyor.

Böylece “tabib” yalnızca iyi edici, “hekîm” ise Eflâtun, Aristo gibi Antik çağ filozoflarının esrârengiz bilgilerine sahip kişidir. Medrese kökenli Osmanlı tababeti sihir’e karşıdır. Sihirle iş bitirdiğine inanılan bu kişilerin İslam’a göre yeri inanç dışıdır. Bu nedenle gayri müslim doktorlara genellikle “hekîm” denilmektedir.

Ortaçağ’dan itibaren Osmanlı tıb ilminin önce skolastiğin teolojik ve metafizik yöntemlerinden hareketle tedâvî usûllerinde gözlem, teşhis ve tecrübeye dayanan biçimde geliştiğini görüyoruz. Örneğin çiçek hastalığına karşı koruyucu aşının hangi tarihten itibaren bilindiği saptanmamış olmamakla beraber çok eskiden beri Anadolu’da yörükler arasında yapıldığı bilinmektedir.[1103]

Türkiye’de uygulanan yöntemde hafif çiçek çıkarmış bir hastanın yarasından irin alınıp bir ceviz kabuğuna konur, saklanırdı. Ekseriye Mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılan irin çocuğun kolu çizilip oraya damlatılırdı. Sulandırılarak zayıflatılmış mikrop çok dağınık 10-15 çiçek çıbanı çıkarır, fakat yüzde çopurluk yapmazdı. Ancak temizlik şartlarına riayet edilmediği taktirde ve kişi o sırada sağlıksız ise ölüme sebep olan çok şiddetli arızalar meydana gelebiliyordu.

Özellikle cüzâm (lepra) illetinin çağlar boyunca tedavî edilişi izlenirse bu görüşün doğruluğu kanıtlanmış olur.

Cüzâm (miskin illeti) hastalığının alâmetlerinin tarifi (semptomoloji), teşhisi (kesin tanı, semiyoloji), hastalığı doğuran sebeblerin araştırılması (etiyoloji) ve tedavisi hakkındaki Osmanlı tabibleri ile Batılı hekimlerin araştırmaları değişik yöntemler kullanmalarına rağmen On dokuzuncu yüzyıl başlarında hemen hemen aynı neticelere ulaşılmıştır.

Daha On yedinci yüzyılda Osmanlı tabibleri öncelikle bu hastalığın tarifini ve seyrini iyi gözlemlemişlerdir. Hastalığın arâzlarına bağlı olarak merhem sürme veya dağlama (koterizasyon) gibi haricî tedavinin yararsız olduğunu, ancak bazı perhizler yaptırılıp, güçlendirici gıdalar verilebileceğini, ama en önemlisi hastalığın bulaşıcı olup anadan evlâdına geçebileceğini saptamışlardır. Yirminci yüzyıl başlarında bile cüzzâm (lepra) hastalığı hakkında bilinenlerin bu düzeyden çok farklı olmadığı gözden kaçırılmamalıdır.

Sağlık konusundaki hukukî uygulamalardan Osmanlı tababetinin ve Osmanlılar’da halk sağlığı konseptinin dönemine göre çok ileri düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı ülkesinde önemli cerrâhî müdahale ve tehlikeli tedavilerden önce kendi rızası olduğuna dâir bir izin belgesini mahkeme siciline işletmesi gerekirdi. Tabib ancak bu tasdikli belgeyi gördükten sonra tedaviye başlar.

Yine herhangi bir insanın bimarhane’ye (tımarhane) veya “meczûmiyn zâviyesi”ne (cüzâmhaneye) konulabilmesi için önce kadı’dan “hüccet” almak gerekirdi.

Edirne’de Sultan İkinci Bayezîd’in açtırdığı hastanenin akıl ve ruh hastalıklarına ait kısımında müzikoterapi yapıldığı söylenir.[1104]

n Osmanlı Tabibleri

Osmanlı Tıbbı, Selçuk Tıbbı’ nın devamıdır. Selçuklulardan intikal eden vakıf hayır müesseseleri İslâm hukukunun koruyuculuğu altında Osmanlı Devri’ nde aslî işlevlerine devam etmişlerdir. Dolayısıyla aslî karakteri doğulu olan Osmanlı Tıbbı ancak On sekizinci yüzyıldan itibaren Batı ile ilişki kurmuştur. Osmanlı hekimleri Batı kaynaklarını Padua, Salerno tıp okullarından gelip Galata’da bir koloni halinde yerleşen İtalyan hekimleri aracılığıyla tanımışlardır.

Bununla beraber Osmanlı tıbbında deneysel bilim çalışmalarının Batı’yla olan ilişkiden sonra belirdiği anlamına gelmez. On beşinci yüzyılda Hekimbaşı Yakub Paşa (1430 ? -1483) sonraları “Maladie Bronze” veya “Addison Hastalığı” adını alan hastalığı belirleyerek “Behak” adını vermiştir.[1105]

On dördüncü yüzyılda Hekim Bereket önce Arapça yazıp sonra 1330-1340 yılları arasında Türkçe ve Farsça’ya da çevirdiği “Libab ün-Nihad” isimli eserinde “mizaçlar, kadın ve erkek arasındaki farklılıklar, hastalık sebepleri ve ârâzları, sağlığı koruma yolları, tedavi yöntemleri ve ilaçları” anlatmıştır.

Hekim İshak bin Murad’ 1387’de “Havass ül-Edviye” (İlaçların Özellikleri) adlı Türkçe bir tıp kitabı yazdı.

On beşinci yüzyılda Bursalı hekim İbni Şerif bir toplama (compilation) olan “Yadigârı f’it-Tıb” adlı kitabına “Yadigâr adlı kitabı düzdüm... bu kitabı seferde ve hazerde bile götürmek âsândır ve mütalâa edenin muradı hasıl olur ve ayruk kitaplara ihtiyacı olmaz ve bu kitap ehli elinde olmıyacak hiç bir tabibe muhtaç olmaz, sıhhati hıfz etmek ve selâmeti def etmekle görgülü ola ve bu kitabı beş bahis eyledüm...” diyerek başlar.

Yine aynı yüzyılda Amasyalı hekim ve cerrah Sabuncuoğlu Şerefeddin (1385-1468) birçok ilaçları bizzat, hayatı pahasına denemiş ve kendi üzerinde yılan zehirleriyle deneyler yapmıştır. Sabuncuoğlu Şerefeddin bu tecrübelerini anlatan “Mücerrebnâme” isimli bir de eser yazmıştır. Yine deneylerini ve ameliyat âletlerinde yaptığı değişiklikleri minyatür resimleri ile birlikte içeren “Cerrâhiyet ül-Hâniye” isimli bir yazması daha vardır.[1106]

Kanunî Sultan Süleyman tarafından Saray hekimi tayin edilen Endülüslü Yahudi asıllı meşhur hekim Musa bin Hamun’un diş hekimliği üzerine yazılmış kitabı ilk Türkçe eserlerdendir.[1107]

“Anadolu’nun İbni Sina’sı” olarak tanınan Hekim Konyalı Hacı Paşa’nın (1335-1424) da “Teshil-ü şifa” ve “Müntehâbüş-Şifâ, Bevâsır ve İhtilâcnâme” isimli eserlerini biliyoruz.

Diğer taraftan Salih bin Nasrullah’ın «Gayet ül-Beyân» isimli fiilî tecrübelerini aktardığı 1665 tarihli bir telifi[1108]ve Emir Çelebi’nin de «Enmûzec-i f’it-Tıb» isimli 1625 telif tarihli bir eseri bulunmaktadır.

Osmanlı hekimleri yeni kuramlar getirmediler ise de bazı klinik tasvirler verdiler. Medreselerin yanına kurulan hastanelerde hekimler, hasta başında pratik olarak ders verdiler. Birçok bitkisel ve madenî ilaçları hazırladılar, denediler ve kullandılar.

On yedinci yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’dan önce ilaç aktarılmış ve sonra Osmanlı hekimleri Avrupa tıbbının eserleriyle ilgilenmeye ve tanınmış eserleri Arapça ve Türkçe’ye çevirmeğe başlamışlardır. On sekizinci yüzyılda da Batı tıbbında ünlü hekimlerin eserlerinin Türkçe’ye çevrilmesine devam edildi.[1109]

Bu eserler arasında özellikle Paracelsus’un skolastik tıp teorilerini reddeden yeni görüşleri İbn Sâlih bin Nasrullah bin Sallum[1110]tarafından tercüme edildi.

Ne var ki epey geç kalmış olmakla beraber İbni Sina’nın Kanun’unu On sekizinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde Türkçe’ ye çevirilmesi Osmanlı tıbbının temel kriterinin “İslâm Tıbbı” olduğunu kanıtlıyor.[1111]

(1) Kimyâ-yi Tıbbî

İbn Sallum’un “Gayat el-itkan fi tedbir-i beden ül-insan” (insan vücudunun en doğru korunması) isimli eseri patoloji, farmakoloji ve farmokope’ye dair üç kitaptan oluşur. Dördüncü kitap «et-tıbb el-Cedîd ül-Kimya a’lâ ihtira-i Barakalsus» (Paracelsus Tarafından Bulunan Yeni Tıbbî Kimya) adlı Arapça eseridir. Bununla beraber İbn Sallum’un tıbbî kimyaya ait bu kitabı Paracelsus’un eserinden tam bir çeviri olmadığı, Avrupalı hekimlerin eserlerinden aldıklarına kendi tecrübe ve bilgilerini de eklediği, verdiği bazı ilaç terkiplerinden anlaşılıyor. Ancak İbn Sallum’un Paracelsus’un adını kullanması onun eserlerini incelediğini göstermektedir. Diğer taraftan Paracelsus’un[1112]tılmizleri Avrupa tıbbında kendisinden sonra On dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar devam etmiş meslek cemaati meydana getirmişler ve onun fikirlerini geliştirerek uygulamışlardır. İbn Sallum da Paracelsus’un fikirlerinin yayılmasını istemiş olabilir.[1113]

(2) Eczâcılık

İlk Osmanlı eczâhâneleri 1399 yılında Sultan Bayezid’in Bursa’da yaptırdığı Yıldırım Darü’ş-şifası’nda kurulmuştur. Buralarda “uşşaban, şerbetîyan ve saydalan” denilen görevliler hastalar için gerekli olan ilaçları hazırlamaktadır.[1114]Bunlardan “uşşaban” (aşşab) ilaç yapılacak bitkileri tanıyan, onları toplayan ya da satın alan, “şerbetîyan” şurup ve şerbetleri hazırlayan, “saydalan” ise macunları, hapları, dirhemleri, kursları yani esas ilaçları yapanlardır.[1115]

Fatih (1470), Süleymaniye (1555) ve Edirne (1486) Darüşşifalarının vakfiyelerinde de drogları sağlayan, ilaç ve macunları yapan kişiler için «aşşab», «şerbetçi» ve «edviyekup» gibi meslek isimleri kayıtlıdır.[1116]

Süleymaniye Darüşşifası vakfiyesinde de «eczacı»dan başka «eczacı kalfası», «ilac kalfası», «ilac kilarcisi» ve «İlac vekilharcı» gibi ilaçların yapımı, muhafazası ve satın alınması gibi hizmet ayırımları yapıldığı görülüyor.[1117]Dolayısıyla ilaç hazırlayan kişiler arasında bazı uzmanlık dallarının arandığı anlaşılıyor.

(a) İlaç Çeşitleri

Osmanlılar ilaçları şerbet veya macun şeklinde kullanmışlardır. Ancak On yedinci yüzyılın yarısından itibaren kurs’lar (pastil) de önem kazanmıştır. Kurs’lar çok sayıda etkili maddenin ve drog’ların ince toz halinde ezilerek gülsuyu ile yoğurulup hamur hâline getirilerek hazırlanır. Elde edilen hamur ya küçük kalıpların arasında sıkıştırılarak basılır ya da ucu daire şeklinde bir havan eli ile mühürlenir. Pastil şeklini alan hamur parçaları kurutulur. Kurs kalıplarıyla her seferinde birçok kurs basabilmek mümkündür. Kalıpların üzerinde üzerinde örneğin “Ya Alîmen bi hâli, aleyke ittikâli” (Ey Hâlimi Bilen, sana güvendim)» gibi bir dua veya âyet yazılıdır yahut süsler, şekiller bulunur. Bu kurslar içinde kırk kadar drog’u birleştiren «Tenzu kursları» çok tanınmıştır.[1118]

Eczacılık konusunda elimizdeki en eski eser, çevireni bilinmeyen Aydınoğullarından Umur Bey (ölümü 1348) namına yapılmış “Müfredat-İbn Baytar Tercümesi”dir. Türkçe telif edilmiş en eski eser ise Geredeli İshak bin Murad’ın 792 (1389) tarihinde yazdığı “Edviye-i Müfrede”dir. Bu sonuncu eserde zamanında kullanılan drog’lar herbirinin özelliği, hangi hastalıklara iyi geldiği, zararları ve zararlarının giderilme yöntemleri hakkında bilgi verilerek alfabetik olarak sıralanmış, ayrıca metnin sonunda Arapça, Farsça ve Türkçe poliglot bir terimler sözlüğü verilmiştir.[1119]

Eczacılık için hekimlerimiz uzun yüzyıllar ibni Sina’nın “el-Kanun”undan ve Anadolu hekimlerinin yazdıkları “akrabadin”ler yani farmakopelerden faydalanarak hayvansal, bitkisel ve madensel basit veya bileşik droglar kullanmışlardır.[1120]

Bu ilaçların bir kısmı dışarıdan ithal edilirken aralarında bulunan “tiryak” (thériaque) gibi ilaçların da (örneğin Manisa’da Mesîr macunu gibi) muhtelif çeşitleri yapılmıştır. Bu droglar ilk zamanlarda hekimlerin ve sonradan da eczacıların ellerinde pomatlar, tabletler, tozlar, macunlar, fitiller, pastiller, şuruplar halinde hazırlanırdı. Hatta zaman zaman bu ilaçların etkilerini arttırmak için tabletlerin üzerlerine kutsal sözler, âyetler veya hadisler yazılırdı.

Bu arada diş bakımı da büyük bir önem arzeder. İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkler arasında misvak ile kürdan yerine kullanılan hilal denilen madeni koruyucu vasıtalar yayılmıştır. “Misvak” şeftali, mersin ve özellikle erik gibi döğüldüğü zaman lif lif olan ağaçlardan yapılırdı. Bu ağaçlar aynı zamanda acı olduklarından, kullanıldığında dişleri hem temizler, hem de diş etlerini iyileştirip ve kanlandırırlardı. Hilal de gene böyle bitkisel bir madde idi. Ayrıca Türkçe tıp yazmalarında ağız sağlığıyla ilgili çok değerli bilgiler yer almıştır.

(b) Serbest Tababet ve Eczâcılık

Serbest hekimler eczâcılık da yaparlardı. Bunların muayenehânelerine “tıbbî dükkân” denilirdi. Diğer taraftan “kârhâne-i ma’acin” denilen ilaç imal eden eczâhâneler bulunurdu. Cerrah ve kehhâllerin (göz hekimleri) de dükkânları vardı. Bu dükkânlarda tedâvî ve ilaç bileşimleri hakkında yazma tıb kitapları, ilaç yapımında kullanılan maddeler ve tıbbî âletler bulunmaktadır.

Tabib, eczâcı, cerrah ve kehhâllerin serbestce icrâ-yı sanat etmeleri “gedik usûlü”ne tâbiydi. Hekim ve eczâcı gedikleri sınırlıydı. Yeni boşalan bir gediğe Hekimbaşı tarafından“gedik hakkı” alınarak bir başkası tayin edilirdi.[1121]

(c) Meslek Deontolojisi

On yedinci yüzyılda ispençiyari (eczacılık mesleği) ve eczacılarda aranan vasıflar etraflı olarak şöyle tarif edilmektedir[1122]:

-İspeçiyar (otlar ve eczâlar) dükkanında bulunub tabibin ısmarladığı üzere şerbetler ve macunlar ve haplar yapan kimseye derler. (Metinde “ispeçiyar” olarak yazılmıştır.)

-İspeçiyarın dükkanı hekimin evine yakın ola. Zira ispeçiyar hekimin tutar elidir.

— Hastalara lüzumu vechile ilaç vermek ispeçiyarsız mümkün değildir.

— Ve vâcibdir ki, ispeçiyar olan kimse dahi sadık, afif ve ganî olub fukaraya şefkatli ve kanaat sahibi ola.

— İlm-i sarf ve ilm-i nahiv bilip müfredata alim ve suret ve şekillerini ve muhtar olunanı bile.

— Ve vezinleri ve devaların miktar şerbetlerini ve nisbetlerini bilmek için hesaba dahi alim ola.

— Ve sinaati terkibe ve mürekkeblerin hıfzına alim ola.

— Ve dükkanı geniş ve mutedil yerde ola ki, üzerine daima güneş ve lodos dokunmaya.

— Eğer mümkün ise, dükkanı yakınında bostan edine ki, lâzım olan otlardan ve baklalardan bostana ekip terkip iktiza ettikte taze, lâtif otlarla yapıla.

— Hususa bazı matbuhlar ve munazziç devâlar ve ihtikanlar terkib oluna.

— Ve ispeçiyara vâcibdir ki, tiryak gibi, mejoditus gibi eczâcı çok düzenleri ve tabiatleri çeşitli terkib yapmak murad ettikte tabiiyata alim olan tabibin huzurunda ve onun müşâhedesiyle yapa.

— Ve macunlar ve başka devalar koyduğu zarfın üzerine yaptığı terkibin ismini ve hangi ayda ve hangi senede yaptığı işaret ve tahrir eyleye ki, terkibin ilminin zamanı belli ola.

— Ve fesadı çabuk olan devâdan iktizasına göre az yapıla ki, iktiza eylemezse fâsid olub kayb olmaya.

— Müshil ve uyutucu olan devâlardan ve zehirlerden hali olmayan kuvvetli devâlardan tabibin emri olmadıkça veya tezkeresi varmadıkça kimseye bir şey vermeye.

— Tecrübesi olmayan tabiblerin sözüne güvenmeyip belki sınaat cevdeti ve iyi ilaçlar ile meşhur ve tecrübeli tabibe itimad eyleyeler.

— Vâcip olan budur ki, haplara ve macunlara ve bunların gayriya mutad olan miktardan ziyâde müshil koyub halk, filan ispeçiyarın hapları ve macunları iyidir ve tesiri kuvvetlidir, desinler diye kanun ve kaideden hariç nesneler eylemiyeler.

Bu kurallarda eczacıların ilaçların isimleri yapıldıkları tarih hakkında defter tutmaları, reçetesiz ilaç vermemeleri, bazı ilaçları doktor kontrolunda yapmaları, terkiplerin dozajına çok dikkat etmeleri, ilaç ham maddelerini güneş ve rütubetten korumaları, çabuk bozulan ilaçları az imal etmeleri, tâze ham madde kullanmaları gerektiği gibi günümüz için de geçerli özellikler belirtilmektedir.

5. DENEYSEL İLİMLER

Osmanlıların On sekizinci yüzyılda deneysel bilimlerdeki “alelumûm” seviyesini Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin “Marifetnâme” isimli ansiklopedik eseri açıkça ortaya koyar.[1123]

Fransız “Encyclopédistes”leri D’Alembert, Diderot ve De la Mettrie ile çağdaş olan İbrahim Hakkı Erzurumî aslında deneysel bilimlerin Batı’da ulaştığı düzeyden habersizdir. Gerçi bir ara Sultan I. Mahmud’un davetlisi olarak Saray’da da bulunduğu sırada Saray’ın kütüphânesinde devrin en yeni eserleri olan Kâtib Çelebi’nin Cihannüma’sı ve İbrahim Müteferrika’nın yayımladığı Tarih-i Hind-i Garbî’yi incelemek fırsatını bulmuştur. Küresel kozmografya ve Amerika’nın keşfi gibi yeni bilgileri bu kitaplardan edinmiş olmalıdır. Bunlar dışında bütün bahisler ya öncelikle İslamî anlatım içinde ele alınmış ya da ortaçağ bilim adamlarının anlattıkları tekrarlanmıştır.

Örneğin Hey’et (Astronomi) hakkında bilgiler verilirken “Hey’et-i İslâmiye” ve “Heyet-i Cedîde” ayırımı yapılmıştır. “Hey’et-i İslâmiye” bölümünde “Kainat’ın yaradılışı, Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Sidre, Tûbâ, Melekler, Cennet, Cehennem” gibi İslamî kavramlar ve inançlar anlatılmıştır.

“Heyet-i Cedîde”olarak isimlendirdiği kısımda da göğün ve yerin küre biçiminde olduğunu söylemektedir. Ancak devamında da çeşitli sabit ve seyyar yıldızlar ile yıldız guruplarının, harita ve şekiller verilerek açıklanan devir hareketleri, birbirleriyle münasebetleri hakkında Kopernik sisteminden önceki Herat kozmografya okuluna bağlı kaldığı görülüyor.

Hayvan ve bitkilerin beslenme, gelişme, üremeleri hakkında verdiği bilgiler de Aristo’dan beri madde’nin esası olarak bilinen “anâsır-ı erba’a(dört unsur)”ya dayanılarak ele alınmıştır. İnsan vücudu hususunda anlattıkları ise İbni Sina’ nin Kanun’undan alınma bilgilerdir. “Hesab” bölümünde sayıların kuvvetleri, kökleri, kesirleri ve bazı hendese bahisleri de yine klasik Arap matematikçilerinin anlattıklarının tekrarıdır.

Osmanlılar’ın yaptığı bilim dizinlerindeki sıralamaların dinsel kriterlere göre değerlendirildiği görülür.[1124]Bu bağlamda On altıncı yüzyıl ortalarında Osmanlı ülkesinde “Madencilik ilmi, Bengamat (Zaman Ölçen İlimleri Yapma İlmi), Ukûdu’l-ebniye (inşaat mühendisliği)” gibi teknoloji gerektiren ilimlerin sınırlı sayıda oldukları ve genel sistem içinde aralarında bağlantı bulunmadığını görüyoruz.[1125]

Fizik ilimler ise bağımsız bir bilim sistemi oluşturmaz. Gemi inşaatı, top dökümü, maden ocaklarında galeri açılması ve havalandırılması, bendlerin inşaası ve su isâlesi, su terâzileri, köprü yapımı, kanalizasyon gibi mühendislik hizmetlerinde, muvakkithane saatlerinin ayar düzeneklerini denetlemek, düzeltmek, mekanik saatler ve çarklı mekanizmalar imâlinde işe yarayan ve çoğu zaman ampirik düzeyde kalmış teknik bilgilerdir.

Ayrı bilim olarak devam eden İlm-i Simya ise Kimya’ya dönüşememekte, oldukça bağımsız bir önilim (pseudo-science) düzeyinde kalmış İlm-i Saydele (eczacılık) de laboratuvar deneylerine geçmeyi beklemektedir.

Bununla beraber madencilik, döküm, inşaat, gemicilik konuları da Osmanlı ülkesinde tatbiki ilimlerin âdeta bağımsız ürünleri olarak ortadır.

Osmanlı madenlerinde On altıncı yüzyılın sonuna doğru tahliye mekanik çarklarla , havalandırma ve drenaj yüzeyde birer ok atımlık aralıklarla açılan hava deliklerine bağlı elle işleyen pompalarla, zincirleme çarklı tulumba pistonları ile yapılıyordu. Diğer taraftan galen (kurşun sülfür) cevherinin eritilmesi de ocak körüklerini su gücüyle çalıştıran “frenk çarkı” denilen çarklarla gerçekleştiriliyordu. Tüm bu yöntemlerde dönemindeki ileri tekniklerin uygulandığı biliniyor.[1126]Ancak maden derinlikleri Avrupa’daki benzerlerinin ortalama derinliğinin yarısı kadardır.

Döküm, inşaat, gemicilik konuları da Osmanlı ülkesinde usta-çırak arasında nesiller arasında devam eden ampirik yöntemlerle yürütüldüğünü görüyoruz. Ancak bu bilgiler fizik, kimya ve matematik bilimlerdeki ilerlemelerden de yararlanarak paralel gelişimler yapacak biçimde eğitim kurumları kurulmamış, (basımevinin bulunmayışının da etkisiyle) bu konularda en azından Mühendishane-i Bahri-i Hümâyun kurulmasına kadar bilimsel yayınlar yapılamamıştır.[1127]

6. DURUM DEĞERLENDİRMESİ

On dört ve On beşinci yüzyıl’larda dinî ilimler gelişmeye başlamıştı. Davud-i Kayserî ve Molla Fenârî, Osmanlı devletinin dinî ve felsefi sisteminin temelini koydular. Fatih Sultan Mehmed, İran’dan Nasreddin Tusî’yi getirtmişti. Bununla beraber ileride görüleceği gibi, Osmanlı uleması, skolastik felsefeyi benimseyen Hocazade Muslihiddin Mustafa’nın etkisiyle Gazali’nin izinden yürüdü.

On beşinci yüzyılda Molla Hüsrev ve Zembilli Ali Efendi, düşüncelerini hayatıyla ödeyen Şeyh Bedreddin, On altıncı yüzyılda örfi hukukla şerî hukuku bağdaştırmaya çalışan Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi, On yedinci yüzyılda vefâyat (nekroloji), din ilimleri, mantık, dilbilgisi konularında önemli eserler veren Taşköprîzade ve (coğrafya, terâcim-i ahvâl konusundakilerle beraber) bibliyografya türünde evrensel bir eser olan “Keşf üz-Zünûn” sahibi Kâtib Çelebi ilk akla gelen isimler olarak sayılabilir.

a. Felsefe’nin Dışlanması

Batı kaynaklarında adı “Hacı Halife” olarak geçen Kâtib Çelebi kendisinin “Hanefiyyü’l-mezheb ve işrâkiyyü’1-meşreb” olduğunu söyleyerek rasyonalist düşünce eğilimini beyan eder. “Mîzânü’l-Hak” isimli tanınmış eserinde Osmanlı ülkesindeki düşünce ortamını şöyle anlatır:

“Düşüncesiz kimseler daha önceleri yapılmış engellemeleri taş gibi katı biçimde taklit ederek aslını araştırıp, soruşturmadan red ve inkâr ettiler. Felsefe ilimleri diye aşağılamaya alışıp yeri göğü bilmez câhil iken âlim geçindiler. Devlet-i Osmâniyye’nin başlangıcından Sultan Süleyman zamanına gelinceye kadar hikmet (felsefe) ile Şerîat ilimlerini bir araya getiren araştırmacılar meşhurdular. Dahası, Fatih Sultan Mehmed Han Semâniyye Medresesini kurup nizamnâmesinin gerektirdiği biçimde uğraşılsın diye vakfıyesine yazdırıp ve “Şerh-i Mevâkıf“ ve “Hâşiye-i Tecrîd” (Cürcâni’nin felsefe içerikli kelâm şerhi) derslerini koymuştu. Sonra gelenler bu dersler “felsefedir” diye kaldırıp “Hidâye ve Ekmel” dersleri okutmağı uygun gördüler. Yalnız onlarla yetinmek akıllıca olmadığından, ne felsefe kaldı ne “Hidâye” ne “Ekmel” kaldı ve bununla ilim pazarına kesad geldi bilenler yok olmağa yaklaştılar”.[1128]

Gerçekten de On sekizinci yüzyılda Hâşiye-i Tecrid dersleri kaldırılıp yerine Hidâye ve Ekmel dersleri konuldu. Böylece Gazalî’nin felsefe’ye rağbet etmeyen görüşüne daha fazla yaklaşıldı.

b. Matematik’te geri kalış

Osmanlı matematikçilerinin uğraştıkları konular çoğu kez Nasîr üd-Tüsî’nin Antik Yunan matematikçilerinden[1129]Arapça’ya yapılmış ilk çevirilerdeki yanlışları düzeltip (bir kısmı astronomiyle ilgili) eklemeler yaptığı eserlerine haşiyeler düzenlemek olmuştur. Aslında bu olguda bile medrese eğitiminde hakim olan Aristo mantığının etkisi düşünülebilir.

Bu bağlamda örneğin Osmanlı matematikçileri “İlm-i Aded” dedikleri “Öklid’ci görüş” ile (Eski Yunanca aslını aynen koruyarak) “aritmetîkî” dedikleri “Phytagoras’çı matematik geleneği” konusunda uzun uzun tartışmışlardır. Oysa aynı süreçteki Batı matematiğinde “İlm-i Aded” ve “Aritmetikî” her ikisi de “Sayılar Teorisi” alanında buluşmaktadırlar.

Osmanlı matematikçileri pozitif tam sayılar (doğal sayılar) konusunda, klasik İslam matematiğinin ortaçağ’da ulaştığı sonuçları kullanmışlar, doğal sayılar kümesi çerçevesinde aritmetik dizilerle geometrik diziler arasında ilişki kurmağa çalışmışlardır.

Ne var ki Osmanlı muhasebe kalemlerinde muhasip ve katiplerin kullandığı muhasebe tekniği İlm-i Hesab’ın uygulanmasına örnek olarak gösterilebilir. Aslında bu konuda telif edilen eserler büyük oranda Fatih Sultan Mehmed dönemiyle On altıncı yüzyılın sonları arasında muhasipler ve katipler tarafından kaleme alınmıştır. Ancak medrese’nin bu alandaki eserleri ise sayıca fazla değildir.[1130]

Diğer taraftan “Hesab-ı hevaî”[1131]denilen Osmanlı hesap geleneğinde yazı malzemesine başvurulmaz, bütün işlemler zihinde ve iki elin on parmak boğumunun farklı duruşları ile yapılır.[1132]Dolayısıyla bu bağlamda Hesab-ı Hevaî konusunda yazılmış eserlerde tam sayılarla toplama ve çıkarma işlemlerinin yapılışları biliniyor kabul edilir.[1133]Ve tam sayılarla yapılan çarpma, bölme, oran (nisbe) işlemleri olarak incelenir. Sayıların temel özellikleri “tek, çift, eksik, artık, dost” gibi çeşitli isimler ile tanımlanır ve inelenir. Oysa “Hesab-ı Hevaî”, Sayılar Teorisi ile ve hem de Osmanlı matematiğinin önemli bir bölümü olan “İlm-i Hesab”tan ayrı bir konudur.

Bununla beraber İlm-i Hesab içinde olduğunu kabul edebileceğimiz “Hesab-ı Sittînî”de kullanılan “sexagesimal” altmışlı kesirler yerine[1134]metrik sistemin ondalık kesirleri kullanma konusundaki Osmanlı matematikçilerinin ve özellikle astronom ve matematikçi olan Takıyyüd-din (er-Rasıd)’in altmışlı sistemi ondalık kesirlere çevirme konusunda yaptığı çalışmaların bilim alemine sağladığı değer yadsınamaz.[1135]

Osmanlı matematikçilerinin irrasyonel sayılar konusunda çalışmaları genel olarak (Pi)sayısının tesbiti, ve tam kökü olmayan sayıların kare, küp ve n’inci dereceden yaklaşık kökünü bulma” konuları üzerinde toplanır. Çalışmalarında kare, küp, dördüncü ve beşinci dereceden yaklaşık kökleri bulma hesapları ve bunların formülleri verilmektedir.

Osmanlı matematikçileri (sin 1°) değerini üçüncü dereceden cebirsel denklem haline getirip tesbit etmeyi başarmışlardır. Gerek sittinî (altmışlı) hesaptan ondalık kesirlere geçiş ve gerekse (sin 1°) değerinin lineer denklemlere dönüştürülmesi Osmanlı döneminde hazırlanmış zîc’lerin (astronomik cetvellerin) dikkat çekici dakikliğini sağlamıştır. Bu da evrensel hesap tarihinde gerçekten önemli bir aşamadır.

Bununla beraber Osmanlı matematiğinde logaritma cedvellerinden ilk kez ancak On sekizinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde bahsedilmiştir.[1136]Logaritmanın mahiyetinin anlaşılıp yaygınlaşması[1137]ve logaritma cetvellerinin hazırlanıp kullanılması[1138], “logaritmik üs alma” konusu[1139]ise yüzyılın sonlarını bulur.

Görüldüğü gibi Osmanlı matematiği evrensel bütünün ayrıntıları üzerinde saplanıp kalmıştır.[1140]Oysa Batı’da Rönesans’tan itibaren Matematik hızla gelişti. Nitekim On yedinci yüzyıldan konumuzu sınırlayan On dokuzuncu yüzyıl ortalarına (Tanzimat Fermanı sıralarına) kadar olan süreçte (yalnızca ünlü) matematikçiler dizinine bakarak Avrupa’da Matematik biliminin nasıl geliştiğini ve matematik düşüncenin nasıl benimsendiğini anlamak mümkündür.[1141]

Bununla beraber Matematik Batı’da sistematik olarak uygulanmasıyla değer kazanmıştır. Bu sistematik uygulamanın alt yapısını yukarıda adı geçen büyük matematikçiler buluşlarıyla sağladıkları “Sonsuz Küçükler Hesabı, İntegral ve Diferansiyel Hesap, Analitik Geometri, Uzay Geometri, mekanik, dinamik, hidrolik” gibi âlet bilim kollarını kullanarak matematiği hayata uyguladılar.

Diğer taraftan Matematik Batı’da temel bilimlerin bünyesinde yer almak[1142]ve yeni matematik bilimleri oluşturmak biçiminde gelişti. Bilindiği gibi Astronomi’nin bünyesinde başlangıçtan beri Matematik mevcuttur. Ancak bu dönemde Fizik, Kimya gibi temel bilimlerin de bünyesinde yer almağa başladığı gibi, temeli Matematik olan birçok bağımsız yeni bilimler de kuruldu. Örneğin “olasılık kavramı”nı rasgele bir olayın tekrarlanmasındaki “matematiksel ümit” anlamında sayısal büyüklük olarak belirlemek üzere “Olasılıklar Hesabı” denilen teori kuruldu.

On sekizinci yüzyıl sonrasında Olasılıklar Hesabı Astronomi’de ve tüm deneysel bilimlerin gözlemlerindeki olası hata miktarını ve önemini hesaplamakta kullanıldı.

Bununla beraber Matematik’te ve deneysel bilimlerde elde edilen sonuçlar, felsefî düşünceyi mutlak gerçeğe ulaşılamıyacağı ve “Görelilik” kavramına ulaştırmış ve sonuçta “Olasılıklar Hesabı”nı da çağdaş bilimlerin ana ilkesi yapmıştır.

Üstelik matematik(sel) “Olasılık” teorisi o zamana kadar yalnızca kumar oyunları açısından önemsenen “risk” kavramını Batı toplumlarının günlük hayatının kültürel bir değeri durumuna getirdi.

Örneğin On altıncı yüzyıl sonrasında Uzakdoğu, Hindistan ve Amerika ile yapılan denizaşırı ticaret sebebiyle uygulanmakta olan sigortacılıkta ve pazarlama konularında kullanılarak Batı’da zenginliğin olağanüstü artışına katkıları oldu.

Diğer taraftan Olasılıklar Hesabı’na dayanak sayılan “İstatistik” bilimi de devlet yönetiminde ve deneysel bilimlerde gerektiğinde başvurulacak ana kaynaklardan biri oldu.

Gerçi Osmanlı Devleti’nde belirli aralıklarla yapılan arazî tahrirlerini de bir tür istatistik araştırma gibi görmek mümkündür. Ancak “ta’dat” niteliğinde olan bu uygulamalarda İstatistik biliminin yöntemlerini uygulamak kaygısı bulunamaz. Zira Osmanlı ülkesinde “Olasılık Hesabı” gibi özgün bir “riyaziye” dalı ya da onun türevi sayılabilecek İstatistik Bilimi mevcut değildir.[1143]İsmi Matematik kategorisi içinde geçen “İlm-i Nücum” ise, ya “eşref saat”leri[1144]tespit etmek, ya da namaz vakitlerini, kutsal günleri belirleyen muvakkitlik hizmetlerinde gerekli “zâyiçe” cedvellerini hazırlamak için kullanılmaktadır.

c. Fizik Bilimlerde Geri Kalış

Eski ve Ortaçağlar boyunca katı ve sıvı maddelerin statiği, devinimi; ışığın yansıması ve kırılması; ısı ve ateş konuları ile uğraşan Fizik, Eski Yunan ve özellikle Aristoteles’in etkisinde gelişmiş bir Doğa Felsefesi’dir. Aslında fizik sözcüğü, Eski Yunanca’da doğa anlamında “physis”ten gelmektedir. Matematiğin ve deney imkanlarının yetersizliği sebebiyle Doğa’nın çıplak gözle saptanan nitelikleriyle ilgilenen Eski Yunan filozofları için de “fizikçi” tabiri kullanılabilir. Nitekim fizik bilimler Batı’da “Philosophiae Naturalis”, Osmanlı ülkesinde de “Hikmet-i Tabiiyye” olarak anılıyordu.

Tarihsel olayların ilginç bir gelişimiyle, Ortaçağ Avrupası Eski Yunan felsefesini ve özellikle Aristoculuğu İbn Rüşd’ün[1145]yorumlarıyla tanıdı.[1146]Fakat İbn Rüşd’ün Avrupa ülkelerinde “Averroizm”[1147]ismiyle yayılan bu öğretisi Hristiyanlığa aykırı bulunarak yasaklandı.[1148]

Diğer taraftan İslam ülkelerinde İbn Rüşd’den önce Farabî, İbn-i Sina gibi Aristocu üstadlar bulunmasına rağmen, yine ilginç bir gelişmeyle , “İbn-i Rüşdiye” cereyanı Batıda olduğu gibi İslam ülkelerinde de “hüsn-i kabul” görmedi. Gazalî’nin Aristoculuğun en yetkin temsilcisi İbn-i Sina’ya karşı “Tehâfüt ül felâsife”[1149]isimli bir kitap yazınca İbni Rüşd de ona “Tehâfütü’t-Tehâfüt ül-felâsife” isimli eseriyle cevap verdi. Ancak Gazalî felsefe ve filozoflara karşı görüşlerini “Makâsid ül- Felâsife”, “el-Munkızu min ed-Dalâl” gibi diğer eserleri ile de devam ettirdi.

Yüzyıllar boyu süren bu çekişmede kesin bir karar varmak isteyen Fatih Sultan Mehmed Kazasker Hocazâde Muslihiddin Mustafa’dan bu iki kitabı karşılaştırmasını istedi. O da kaleme aldığı “Tehâfüt alâ Tehâfüt ül-felâsife” isimli eserinde Gazalî’yi savundu. Dolayısıyla “İbn Rüşdiye” cereyanı ile birlikte “Hikmet-i Tabiiyye” de en azından dönemin en büyük eğitim kurumu olan Fatih Medreseleri’nde ders veren Osmanlı ulemây-i rüsum’u nezdinde çekinceli duruma geldiler.

Aslında On yedinci yüzyılda Batı’da da Fizik bilimi Doğa Felsefesi kişiliğinden çıkarılmak yolundaydı.[1150]Fizik yasalarının anlaşılması için önce matematiğin gerekli olduğu anlaşıldı.

Yeni deney aletlerinin bulunması, geliştirilmesi ve matematik analizin inkişafı ile Fizik bilimlerde başlatılan evrimin sürekliliği bir daha durmamacasına devam etti. Örneğin gök dürbünü, teleskop ve mikroskobun keşfiyle o zamana kadar mümkün olamamış gözlemler yapıldı. Metallerin elastik, plastik deformasyon limitleri ve yasaları (Hooke deneyi) saptandı. Arşimed’in hidrostatik yasaları genişletilip Hidrolik bilimi kesinleştirildi. Gök Mekaniği’nin eksik kalmış “Evrensel Gravitasyon Yasaları” tamamlandı.

Fakat bu gelişmede en önemli aşama matematik, fizik ve doğa bilimlerinde araştırmalar yapan bilim kurumlarının oluşturulmasıdır.[1151]

Bu kurumlar kendi aralarında ve bilim adamlarıyla bilgi alışverişlerinde bulunuyorlar, makaleler, kitaplar, ansiklopediler ve periyodikler yayımlıyorlardı. Böylece dağınık olgular, tekil deneyler, ilgisiz hatta tümüyle farklı nitelik taşıdıkları sanılan olaylar birleştirilerek bütün haline getiriliyor, evrensel bilim yasaları bulunuyordu.

Oysa aynı yüzyıllarda Osmanlı tasniflerinde fizik bilimleri pek basitçe sıralanır. Hendese’ye bağlı olarak: “Menâzır İlmi (Perspektif), Yakıcı Aynalar İlmi, Ağırlık Merkezleri İlmi, Cerr-i Eskâl (Ağırlık çekme) İlmi, Mesaha (Yüz ölçümü) İlmi’ ve İlm-i Hey’et (Astronomi)’e Bağlı “Zic ve Vakitler İlmi, Vakitlerin Yazılışı (takvim), İrsad (Gözlem) İlmi, Rasad Aletleri İlmi, Zamanları Bilme İlmi, Müteharrik Küreler İlmi, Küre Düzlemleştirme İlmi, Yıldızların Şekilleri İlmi, Ayın Yörüngesini Bilme İlmi, Gece ve Gündüzün Muadeleti (Ekinoks) İlmi, Zaman Ölçen Aletleri Yapma İlmi (bengamat)” olarak yer almaktadır.[1152]

Oysa bunlar bağımsız birer bilim değil, aralarında sistem oluşturacak bağlantıları bulunmayan alt bölümler düzeyindedir. Fiziksel bilimlerin yer aldığı böylesine zayıf bir ortamda “Araştırma Kurumları” bulunmadığını söylemeğe de gerek yoktur.

Dolayısıyla Batı’da On yedinci yüzyıl sonrasında terk edilen Aristo etkisi ve “Doğa Felsefesi” anlayışının yerini “Deneysel Fizik” aldığı halde, Osmanlı kültür dünyasında deneysel bilimlere karşı ilgisizlik ve isteksizlik hâli On dokuzuncu yüzyıl başlarına kadar devam etti.

Aslında Osmanlıların bu rehavetine Batılılarla birlikte Aristoteles’e “tâbiyet” derecesinde inanç göstermeleri neden olmuştur. Oysa bu inancın temelinde Arapların Eski Yunan’dan çevirmeler yaparak ortaçağ bilimini oluşturmaları yer alır. Ne var ki Batılılar On yedinci yüzyılda artık Aristo’nun “Doğa Felsefesi” biçimindeki Fizik anlayışını bıraktılar, Osmanlılar ise bağlılıklarını devam ettirdiler. Bu da onları Tanzimat’la beraber Batı bilimini olduğu gibi kabullenmek zorunda bıraktı.