C. HALK

Osmanlı Toplumu bütün mezhepler ve çeşitli etnik guruptaki Müslümanlarla, yine Hıristiyan dininin çeşitli mezheplerinde bulunan Rumlar, Ermeniler, Romenler, Slavlar, Yahudî’ler ve Levanten’lerin oluşturduğu çeşitli ırk, din, mezheplerden olan ve çeşitli dillerde konuşan, aralarında bir takım statü farkları, kültürel veya ekonomik çeşitli özellikleri olan halk topluluklarından meydana gelmiştir. Bununla beraber resmî dini İslam olan Osmanlı Devleti, Osmanlı toplumunu etnik kökenlerine göre farklılaşmış olarak değil, yalnızca dinlerine bakarak “nüfûs-i Müslime” ve “nüfûs-i gayrimüslime” olarak görmektedir.

Başka bir deyişle bu ayırımda kavmî (etnik) aidiyetler ve konuşulan diller değil yalnızca dinî farklılaşma esastır. Nitekim Müslümanlar arasında da ırk, din, mezhep ve dil ayrılıkları ilke olarak dikkate alınmaz. İslamî terminolojide bir peygambere bağlanan insanların tümü bir ümmet meydana getirir. Bu bağlamda “Ümmet-i Muhammed” deyimi de İslam Dini’nde bulunan insanların tümünü kapsar.

1. “MİLLET” AYIRIMI

Bu bağlamda Osmanlı ülkesinde bulunan Müslümanların bütününe “Millet-i İslam”[743] , geri kalanlara da “millet-i gayrimüslime”[744] denilmektedir. Osmanlı Türkçesinde “millet” sözcüğünün anlamı, aslında Batı dillerinde Napoléon savaşlarından sonra belirlenmiş “nation” kavramının karşılığı olan anlamını alması ancak Yirminci yüzyıl başlarında ve sonrasındadır.

Devlet’in en güçlü olduğu On altıncı yüzyıl ortalarında tutulmuş Tahrir defterleri üzerinde Müslüman nüfus, toplam nüfusun yaklaşık olarak % 60’ı civarındadır. Geri kalan % 40’ı ise gayrimüslimlerdi.[745] Müslüman kitle ilmiye, seyfiye, kalemiye ve tarikat mensupları, tüccârlar ve esnaf, Hz. Hasan neslinden gelen “sa’dat” ve Hz. Hüseyin soyundan gelen “şürefâ”, esnaf örgütü (loncalar) içinde yer alamayan seyyar satıcılar, kırsal kesimde yaşayan (Müslüman) köylüler gibi katmanlardan oluşur.

“Millet-i gayrimüslime” içinde yer alan çeşitli Hıristiyan mezhepleri önce “Millet-i Mesihîye” olarak Yahudî cemaatinden ve sonra kendi aralarında “millet”ler olarak ayrılmaktadırlar. Ancak herbirine ayrı bir millet denilen ve devletin genel hukuk sistemi içinde varlıkları birer antite olarak kabul edilmiş bütün bu dinî cemaatler aralarında çatışma olamaz. Bununla beraber inanç ayrılıklarının gereği aralarındaki ilişkiler az ve gerilimlidir.

Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim tebaasını oluşturan cemaatler Rum Patrikliği; Ermeni Patrikliği; Ermeni Katolik Patrikliği; Süryanî-i, Kadim Patrikliği; Rum Melkit Katolik Patrikliği; Geldani Patrikliği; Süryanî Katolik Cemaati; Bulgar Eksarklığı; Musevi’lerdir.[746]

Her dinde, her mezhepteki bütün bu insanlar kendi inançlarında serbest oldukları gibi, şer’î ve örfî hukukla karşıt olmamak üzere kendi cemaatleri içinde kendi dinî hukuklarını uygulayabilirlerdi. Örneğin Papalık diğer devletlerle konkordatum’lar yaparak hukukî ve siyasî ilişkilerini sağlamakta ve bu ülkelerde yaşayan Katoliklere dinî hukukunu uygulayabilmektedir. Oysa Tanzimat Dönemi öncesinde Osmanlı Devleti ile Vatican arasında hiçbir resmî ilişki kurulmamış olduğu halde, Osmanlı ülkesinde Katolik (ve diğer mezhepler ruhanî liderlerine) verilmiş hürriyetler Papalık Devleti’nin «konkordatum»lar ile sağlamış olduklarına çok benzer.

Bu arada gayrimüslim cemaatlerin de günümüzdeki anlamıyla azınlık (minorité) statüsünde olmadıklarını vurgulamak gerekir. Bu bağlamda Osmanlı uygulamasındaki “millet” ayırımı Müslim ve gayrimüslim cemaatlerin birbirlerine karşı kişiliklerini legalize eder ve belirler.[747] Nitekim büyük toplumun Müslüman, Rum, Yahudî ve Ermeni kesimleri dışarıdan görülen en kalın çizgileriyle kısmen etnik değerler taşıyan karma karakter ifade eden “milel-i erba’a” deyimi ile tanımlanmaktadır.

2. “BERÂY” ve “REÂY” AYIRIMI

Terim olarak Osmanlı toplumunun genel yapısını betimleyen “berâyâ- reâyâ” ya da başka bir deyişle “yönetenler-yönetilenler” ikilisi aslında “halk’ın bütünü”nü ifade etmektedirler.

a. Berâyâ

Yönetici sınıfı oluşturan berâyâ kesimi’nin özelliği yalnızca Müslümanlardan oluşması ve her tür şer’i ve örfi vergi yükümlülüğünün dışında tutulmasıdır. Bu kesim menşe’leri (gelişleri) yönünden, tıpkı devletin hukuk düzeni gibi “ehl-i Şer” ve “ehl-i örf” olarak farklılık gösterir.

“Ehl-i Şer” bölümünü, Müslüman kökenli ailelerden gelen İlmiye ricâli ile imam, hatip, müezzin gibi din görevlileri , medrese’den icâzet almış müderris, kadı ve mevâli , tekke şeyhleri ve devlet kalemlerinde yetişmiş Kalemiye hâcegânı oluşturur.

“Seyfiye ricâli” ya da “ehl-i örf” denilen kısım (genellikle devşirme[748] çocukların) Hazırlık Sarayları’nda ve Enderun Mektebinden yetişerek gelirler ve devletin en yüksek makamı olan sadrazamlığa kadar yükselebilirler.

“Ehl-i örf”e tanınmış olan “vergi bağışıklığı, kazasker tarafından yargılanma” gibi ayrıcalıklar tanınmıştır.

Ancak “Seyfiye ricâli” için bütün bu ayrıcalıkların ağır karşılıkları vardır. Örneğin örfî hukuk karşısındaki işledikleri kusur ve suçlara azil, sürgün gibi ağır cezalar verilmektedir. Üstelik seferlerde bu cezalar daha da arttırılarak “idam” cezası verilirdi. Diğer taraftan ölümlerinde bütün mal varlıklarına devletçe el konuyordu. Bu işlemin hukukî dayanağı çoğunlukla ya devşirmelikten, ya da kırsal kesimden gelerek başka bir deyişle parasız, pulsuz olarak başladıkları devlet hizmetinde edindikleri mal varlıklarının yine devlete ait olması gerektiği görüşüdür.

Padişah ancak şeriatın cevaz verdiği ölçüde siyasal otorite ve mutlak irâde sahibidir. Üstelik Şeriatın “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy ani’l-münker” ilkesine göre, ahlaki değerleri, geleneklerini korumak; buna bağlı olarak da topluma zarar veren, onu rahatsız eden davranışları önlemekle yükümlüdür. Bu görevini kendi adına bütün ülke sathına yayılmış kadılar aracılığıyla yerine getirir. Bununla beraber yaptırım kuvvetini yine “ehl-i örf” oluşturur.

“Ehl-i örf “ olarak anılan Seyfiye ricâli ve Kapıkulları padişah örfünün uygulayıcısıdırlar. Nitekim savaşta sefere katılan beylerbeyleri ve sancakbeyleri barışta kendi bölgelerinde örfî hukuku ve Merkezî hükûmetten gelen kararları uygularlar.

Kapıkulu çeşitli eminlik’ler üstlenerek yönetim hizmeti de görürler. Aslında yönetimle görevli olan ehl-i örf (kapıkulları), bu bağlamda mâli konularda da mâliye görevlisi gibi kullanılmaktadır.

b. Reâyâ

Reâyâ ise toplumun geri kalan büyük kısmıdır. “Reâyâ”nın büyük bölümü “ırsî ve daimî kiracı” konumunda tarımla uğraşan Müslim ve zimmî (devletin zimmetinde, yani koruması altında bulunan hür gayrimüslim) ahaliden oluşurdu.

Bununla beraber On dört ve On altıncı yüzyıllar arasında “reâyâ” tabiri toprağı bizzat ekip biçen çiftçi kesimi için kullanılır, tasarruf hakkına sahip olduğu toprağı kiralayan ya da ortağa veren şehirliler için kullanılmazdı. On sekizinci yüzyıldan sonra ise daha ziyade “Müslüman olmayan ahali” biçiminde anlaşılmağa başlandı.

Osmanlı sisteminde reâyâ’nın durumu, ortaçağ Avrupa toplumlarındaki “ satış sırasında toprağın mülkiyeti ile birlikte devredilen toprağa bağlı, daimi ve ırsi bir kiracı olma” hâlinden farklıdır. Zira toprak rakabesinin devlette oluşu, dirliklerin bölünmesini, el değiştirmesini, verasetle intikalini önleyerek dirlik sahiplerinin toprak aristokrasileri oluşturmasını da engelemiştir.

Kanunî Sultan Süleyman’ın “Âlem’in velinimeti reâyâdır ki onlar ziraat ve çiftçilik emrinde huzur ve istirahati kendilerine haram ederek, edindikleri nimetler ile bizi doyururlar” dediği biliniyor.[749]

Devletin reâyâ politikasının genel karakteri de reâyâ’nın korunmasının Devletin en önemli ve gerekli olan işlerinden saymaktadır. Nitekim reâyâ Allah’ın emânetidir, zâlimlerin elinden zulüm görmeyeceğine inanmalıdır. Üstelik saldırılardan, zulümlerden kurtarılması din bakımından da gereklidir. Hallerine acımak ve zalimlerin uzanan ellerinden onları korumak ibadettir. Bununla beraber reâyâyı asker zümresine katmaktan sakınmak gerektir. Zira atadan ve dededen askeroğlu olmıyanı sipahi etmek düzeni bozar. Üstelik reâyâ asker mesleğine girerse vergi veren halk azalır; Hazine geliri eksilir ve bu yüzden Devletin düzeni bozulur. Hazine ise vergi veren halkın yani reâyânın çokluğu ile olur. Saltanat onlarla ve onlardan toplanan Hazine ile olur. Vergi veren halkın ise perişan olmayup çoğalması daima onları korumakla olur.

Hatta reâyâ’nın giyimde, at’da ve pusat’ta da asker gibi süs ve gösteriş yapmalarına da izin verilmemek lazımdır. Ancak malı ve hayvanları çok olursa kimseye taarruz ettirilmemek üzere korunmaları gerektir.

Reâyâ’dan biri büyük hizmette bulunup timar’a müstahak olup sipahî olsa ulemâ arasına katılsa vergi veren halk olmaktan kurtulur. Amma yakınları yine reâyâ’dır. Vergiden kurtulmaz.

Reâyâ’nın defteri de Divân-ı Hümâyun Defterhanesi’nde saklanıp otuz senede bir yazımı yenilenmeli, ölmüş olanlar ve hastaları çıkartılmalı, defter dışı olanlar da yeniden deftere yazılmalıdır.

Memleket harap olmaması için bir yerin reâyâsı eziyet ve zulümden bir başka yere kaçsa o yerin amiri onu eski yerine göndermeli ve eski kanun üzere iskân ettirilmelidir.[750]

(1) Müslüman Reâyâ

Reâyâ kavramı Osmanlı toplumunda toprak mülkiyetine bağlı bir aristokrasinin doğmasına izin vermemiştir. Dolayısıyla Osmanlı köylüleri, Ortaçağ’ın Batı ülkelerinde olduğu gibi toprağı (ve hatta üzerindekileri) mirasla devredilebilir mülk olarak elinde tutan aristokratik bir senyöre tâbi değildir. Toprağın Devlet’e ait oluşu ve sistemin de toprağa bağlılığı, toprağı kullanan reâyâ’yı mâli açıdan devlet’e, hukuksal bakımdan da bağımsız yargının denetiminde bırakır. Başka bir deyişle reâyâ (ya da en geniş kapsamıyla halk), “kapıkulu” sayılan (İlmiye dışındaki) yönetici sınıflar gibi “kul” statüsünde[751] olmadıklarından daha fazla sosyal haklara sahipti.

Bir çift öküzün işleyebileceği büyüklükte “çift” denilen topraktan ürün elde eden köylü bunun karşılığında timar’ın sahibi olan sipahiye “çift resmi” ve “öşür” denilen yıllık vergileri de öder. Bunlar dışında beslediği hayvanlar için de ayrıca koyun vergisi (ağnam resmi), gerdek vergisi (resm-i arus), reâyâ resm-i otlak ve kışlak, resm-i kovan vb. gibi vergileri ve olağanüstü durumlarda istenen “avarız” vergisini de ödemek zorundaydı. Ağnam resmi ve avarız tahsildarlara ödenir, ötekiler sipahi tarafından toplanırdı. Ayrıca “cebelû” neferi olarak seferlere katılmak zorundaydı.

Bu çiftlikler tımar sahibine tapu resmi ödenerek çiftçi ailesinin reisi üzerine yazılırdı. “Tapu resmi” ödeyerek üretimin tasarruf hakkını elde eden çiflik sahıbı işlediği sürece sipahi toprağı ondan geri alamazdı.

Ancak reâyâ köyünde oturmak ve toprağını işlemek zorundadır. Tımardaki çiftini terk eden, ya da ekim yapmayan köylüden “çiftbozan resmi” denilen bir tür “ceza-vergi” alınır. Reâyâ’nın toprağa bağlı tutulması ve şehirlere göçün önlenmesi açısından tımarlı arazi sıkı denetim altına alınmıştır. Toprağını “çiftbozan resmi” ödemeden terk eden köylü yakalanarak geri gönderilir. Ortalama 30 yıllık aralarla arazi ve nüfus tahrir sayımları yapılır, reâyâdan ölenler, hastalar, yükümlülük çağına girenler belirlenirdi.

Tımar sahiplerinin reâyâ’ya zulüm yapmalarını önlemek için zaman zaman adaletnameler çıkarılmıştır. Sipahinin reâyâ üzerinde yargı hakları yoktu. Reâyâ ile has, zeamet, tımar sahipleri ve vakıf mütevellileri arasındaki uyuşmazlıklar “toprak kadıları” denilen gezici kadılar tarafından çözülürdü. Devlet’in reâyâ’nın haklarını korumakta titiz davranması timar düzeninde dirlik sahiplerinin yerel olarak güç kazanmalarını önlemek açısından da önemliydi.

Alınan vergilerin oranı gerek arazî niteliklerinin ve coğrafî şartların değişik olması ve gerekse fetih’den önceki kanunnâmelerinin tadil edilerek yürürlükte bırakılması sebebiyle sancaklar arasında farklı olurdu.

(2) Gayrimüslim Reâyâ

Vergi konusunda gayrimüslimlerin Müslümanlardan ayrıldıkları nokta, askerlik yapmamaları ve devlet hizmetine alınmamalarıdır. Ancak askerlik çağına gelen zimmî’ler devlete “cizye” ve (Müslüman reâyâ’nın ödediği “çift resmi ve öşür”e karşılık da) harac-ı arazî denilen bir toprak vergisi öderler.

Bununla beraber “voynuk, doğancı” gibi askerî görevi olan guruplar bu vergilerden muaftırlar. “Derbentçi” ya da madenci köyleri de bu vergiden ya bütünüyle ya da 1/4 - 1/2 oranlarında bağışlanmışlardır.

Osmanlı Devleti reâyâ içindeki gayrimüslim uyruklarına assimilasyon yöntemleri uygulamıyordu. Bunun hem İslamî kökenli , hem de ticaret ve teknoloji transferi ile ilgili sebepleri bulunabilir. İbâdet ve âyinlerin yapılabilmesi hususunda devlet gayrimüslimlere çok müsamahalı davranmış, ibadet yerlerinin idaresini cemaat teşkilatlarına bırakmış, bu hususta fermanlarla dokunulmazlık tanımıştır.

Her gayrimüslim cemaat, İslamî terminoloji içinde “millet” olarak kabul edilmişti. Devlet gayrimüslim tebaa ile karşılıklı ilişkilerini ruhanî liderler aracılığıyla yürütmektedir. Bu bakımdan cemaat ruhanî liderlerine hukukî, eğitsel geniş yetkiler verilmiş ve karşılığında cemaatlerinin asayiş, vergi, hizmet gibi durumlarından devlete karşı sorumlu tutulmuşlardı. Cemaat yönetimi, doğum ve ölüm kayıtları, nikah akdi, feshi, çeyiz, nafaka, veraset ve vasiyetle ilgili muamelat işleri yürütür, mukabilinde harç alırdı.

Patrikhane yargılama yapabiliyor, yalnız hapse değil, sürgüne, hatta kürek cezasına bile mahkum edebiliyordu. Hatta suçlular için patrikhanede bir hapishane vardı. Cemaat mahkemelerinin kararlarını devlet aynen uygulardı. Örneğin patrikhaneden gönderilen kürek mahkumları küreğe bağlanır ve vaktinden önce zincirleri çözülemezdi. Papazların kilise vaazları ve azınlık okullarının eğitimi de devlet denetimine tâbi tutulmamıştır.

Cemaat liderlerine devletin verdiği yetkiler ve karşılığı olan sorumluluklar güçlü idarî teşkilatlar kurulmasını gerektirmiştir. Ortodokslar’ın cemaat işlerini Fener Patrikhanesi, Museviler’in işlerini Hahamhane, Ermenilerin işlerini de Ermeni Patrikhanesi yürütmektedir.[752] Milletlerin liderleri ruhani meclisler tarafından seçilmektedir.

Fetih’den sonra, Ortodoks Rum, Ermeni ve Musevî’lere “cemaatlerine, mabedlerine ve ibadet etmelerine” dokunulmayacağı hususunda ahd ve eman verilmişti. Aslında bu davranış İslam Dini’nin bir gereğidir. Üstelik karşıtını yapmak şehrin yerleşik nüfusuna bağlı ekonomik düzeni de bozar ve fevkalade kötü sonuçlara götürebilirdi. Bununla beraber Fatih’in gayrimüslim cemaatlerin dinî liderlerine fevkalade itibar ettiğini de görüyoruz. Örneğin Bizans’ın son ve Osmanlı döneminin ilk Hahambaşısı Moşe Kapsali’yi huzuruna davet etmiş, kendisine iltifatda bulunmuş ve cemaat içi davaları görmek için bir ferman verdikten sonra, “at bindirilerek” refakatçilerle birlikte ikametgâhına kadar göndermiştir.[753]

Nitekim Fatih’le başlayıp 1657’ ye kadar yeni seçilen her Rum patriği bizzat padişahın huzuruna alınmış iken, Eflak ve Boğdan voyvodalarını isyana teşvik eden Patrik III. Palenios’un idam’ından sonra sadrazamlar tarafından kabul edilmeleri kanun olmuştur.

İlke olarak zimmî’ler kendi cemaatleri kapsamında hür ve kiliseleri çevresinde örgütlü, dinî, hukukî ve kültürel ayrıcalıklara da sahip olmakla beraber, Müslüman tebaa ile birlikte oldukları günlük hayatta, örneğin giyim-kuşam konusunda çoğu renk, biçim, kalite gibi fiziksel anlamda yapılması zor olmayacak kadar basit, ancak kişiliklerin zedelenmesi açısından hiç de hoş sayılmayacak belirli bazı kurallara, kısıtlamalara uymak zorunda bırakılmışlardı.

Gayrimüslim tabaa resmî terminolojide devletin “zimmet”inde, koruması altında anlamına gelen “zimmî” deyimiyle anılır. Zimmî’ler şahsî hukuklarına ait işlerde kendi din ve mezheplerinin ruhban mahkemelerine giderlerdi. Şer’î ve örfî Osmanlı hukukuyla çatışmadıkça devlet kilisenin kararlarına karışmazdı. Ancak amme veya ceza hukukunu ilgilendiren işlerinde zimmîler de şer’î mahkemelerde yargılanırlardı. Bununla beraber eğer kendileri isterlerse her türlü hukukî sorunları için de kadıya başvurabilirlerdi. Hatta zimmî’lerin çok olduğu bölgelere bazen zimmî bir yöneticinin atandığı da olurdu.

Zimmî’ler dinlerini değiştirebilirlerdi. Özellikle “ihtidâ” ederek (hidâyet’e eren) Müslüman olan bir zimmî, müslümanların bütün hak ve yükümlülüklerine[754] hemen sahip olur, “ispençe” (çift resmi) yerine kendisinden müslümanların ödediği “bennak resmi” alınırdı.

Yeni fethedilen ülkelere gönderilen Osmanlı kanunnâmeleri, öteden beri mevcut ve yürürlükte olan yasaların çok cüz’i tâdilâtla aynen uygulanmasını kabul etmektedir. Osmanlı yönetimi sosyal siyaset bakımından uzlaşmacı tutum kullanmayı tercih etmektedir. Böylece eski yöneticilerin deneyim ve değerlendirmelerinden yararlanmaktadır. Bu bağlamda ülkede mevcut dinî müesseseler, idari taksimat, vergiler, yerli adetler ve hatta askeri zümreler muhafaza olunmuşlardır. Nitekim yerel asker ihtiyacının bir bölümü, fetih öncesi askerî zümrelerinden sağlanmıştır. Bununla beraber “Raiyet oğlu raiyyetdir” ilkesi titizlikle muhafaza olunmuş ve askerî timar verilen Hristiyanlar deftere kaydolunurken “sipahi oğlu”, “sipahi neslinden” biçiminde şerh düşülerek askerî sınıftan oldukları belirtilmiştir.

Gayrimüslim Osmanlı uyrukları cami, türbe gibi müslümanların dinsel saygı gösterdiği yerlerin çevresinde olmamak üzere Müslüman halkla eşit ev alma ve oturma özgürlüğüne sahiptir.[755] Bununla beraber gayrimüslimler ilke olarak Müslümanlardan daha yüksek yapılar yaptıramazlar. Diğer taraftan ibâdethanelerinin yenilenmesi ve tamiratı da Padişah’tan izin alınmasını gerektiren uzun formalitelere tabidir.[756]

Osmanlı yönetimi fetihten sonra gayrimüslimlere bırakılanların dışında yeni bir mabed yapılmasına müsaade edilmemesi eğilimindedir.[757] Diğer taraftan özellikle böyle bir konuda “Ferman çıkartma” sürecinin gayrimüslim uyruklar açısından fiilen ve psikolojik olarak ne kadar güç olacağı açıktır.

Osmanlı uyruğu gayrimüslimler din ve mezhep açısından üç büyük kategoride toplanabilir:

(a) Katolikler

Bunlar Latinler (Avrupa ulusları), Katolik Gürcüler, Katolik Süryanîler, Keldanîler, Marunîler, Kıptîler, Katolik Rumlar’dır. Osmanlı Devletinde Katoliklerin sayısı pek fazla değildir. Bununla beraber Haçlı Seferlerinden sonra Anadolu Ermenileri arasında da Katoliklik ortaya çıkmıştır.[758]

(b) Ortodokslar:

Ortodokslar Doğu Karadeniz, Marmara, Ege kıyıları, Ege ve Akdeniz adaları, Mora yarımadası ve Teselya da oturuyorlardı. Çukurova’da yaşayan Ortodoks Ermeniler On birinci yüzyılda Sivas ve dolaylarından göçe zorlanmışlardı. Irak ve Suriyenin kuzeyi ile Güney doğu Anadolu’da yerleşik Süryanîler ise aynı din ve mezhepten olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermenileşti. Malatya Süryanîlerin merkezi iken zamanla Ermenilerin yoğun bulunduğu bir şehir oldu. Ermeni toplumu da, Musevîler gibi şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleşiktirler.

(c) Musevîler

Bavyera’dan 1470 yılında sınır dışı edilen Musevîlerin büyük bir kısmı Tuna sahillerine, bir kısmı da İstanbul’a gelmişlerdi. İspanya ve Portekiz Yahudileri, 1492 de Katolik mezhebine geçmekle zorlanınca ülkelerini terkederek Fransa, İngiltere, Felemenk, İtalya ve Osmanlı Devletine iltica etmişlerdir. Türkiye’ye sığınanlar İstanbul ve Selanik şehirleriyle Sakız adasına yerleştirildiler. İspanya ve Portekiz sürgününde kalabilmiş bir kısım Yahudî de, 1532 yılından itibaren Türkiye’ye gelmeğe başlamışlardır. Bununla beraber zulümden kaçan Musevîler ticarî sermayeleri ile diğer bilgi ve yeteneklerini de Osmanlı İmparatorluğuna getirmişlerdir.

İspanya’dan gelen Musevîler, Balat, Hasköy, Ortaköy ve Kuzguncuk’a yerleştirilmişlerdir. Bu Musevîler, 1494 yılında Osmanlı ülkesinde ilk matbaayı kurdular. Toplu olarak çok sayıda gelen İspanyol Musevîleri, Osmanlı ülkesinde Ladino denilen On beşinci yüzyıl İspanyol lehçesini korumayı başarmışlardır. Yeni gelen Musevî cemaatının, aslında kendi dilleri olmayan İspanyolca’yı korumuş olmaları, bu olgunun Osmanlı yönetimi açısından pek önemli sayılmadığını gösteriyor. Oysa Yahudîler Osmanlı toplumu içinde İspanyolca sayesinde etnik kültürlerini daha iyi muhafaza edebilmişlerdir. Halbuki Endülüs’ten Musevîlerle birlikte gelen Müslüman Araplar, bir nesil sonra Türkleşmişlerdi.[759] Ortak dinî kültür ve ortak dilde birleşmenin etkisi açıkça görülmektedir.

Diğer taraftan Osmanlı yöneticileri Yahudî’lerin Avrupa ülkelerinden getirdikleri teknolojik bilgilerden ve sermayelerinden istifade etmeyi düşünmüş olabilirler. Nitekim Musevîler göçmenler şehirlerde ve ticaret merkezlerinde yerleştirildiler.[760] Bu göçlerden sonra Yahudîler, Rumlardan sonra ikinci önemdeki gayrimüslim nüfusu oluşturdular.

3. TOPLUMSAL STATÜLER

Gayrimüslim cemaatlerin ruhanî liderlerinin verilen dinî şeriatlerini uygulama özgürlüğü[761] içinde cezalandırma yetkisi vardır.[762] Diğer taraftan Kilise ruhanî liderlerinin bu yetkileri Osmanlı hukuk sisteminde devletce de resmen tanınmıştır.[763] Hatta patriklere tanınan cezalandırma yetkilerinden dışında devlet tarafından tüm kilise ruhanîlerine verilen başka hak ve imtiyazlar da vardır.[764]

Örfi hukukun temellerini oluşturan Fatih Sultan Mehmed ve Sultan Süleyman kanunnâmeleri bünyelerinde Müslim ve gayrimüslimler arasında sistematik anlamda hukuksal eşitsizlik barındırmazlar. Hatta gayrimüslimler zina suçları ile (kısas uygulanmadığı takdirde) yaralama ve öldürme suçları için Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde belirtilen para cezalarının yarısını öderler. Kavga etmek ve saç-sakal yolmak gibi âdi suçlarda ise Müslim - gayrimüslim ayrımı yapılmamıştır.

Mesken satın almak ve yerleşmek özgürlüğü konusunda gayrimüslimler cami, türbe gibi İslamî açıdan manevî değerleri olan yerlerin çevresinde bulunmamak şartıyla, Müslümanlarla eşit haklara sahiptir.[765]

Ancak sıra “evâmir-i hükümet” biçimindeki yasaklara gelince, gayrimüslimlerin kılık, kıyafet ve cemiyet hayatı yönünden pek çok özgürlükleri Müslümanların sahip olduklarına göre kısıtlandırılmıştır.[766] Gerçi bu “giyim-kuşam” sınırlamalarına kendi dönemlerinin dünya görüşüne aykırı düşmeyen iktisadî, dinî , siyasî bazı gereklilikler yüklemek [767] mümkün ise de, aslında Müslim ve gayrimüslim teba’a arasında toplumsal statüleri belirleyici oldukları açıktır.

Bununla beraber gayrimüslimlere uygulanan “Kılık-kıyafette Müslümanlara benzememek, ata binmemek, lüks giysiler kullanmamak, kaldırımdan yürümemek” gibi kısıtlayıcı kuralların kendilerine toplumsal statü ve dinî inanç bakımından Müslümanlardan aşağı bir mevkide olduklarını sürekli olarak hissettirmek amacıyla konulduğu söylenebilir.[768] Nitekim Sultan IV. Murad On yedinci yüzyıl ortalarında İstanbul kadısına gönderdiği bir fermanda “gayrimüslimlerin doğal ve yasal gereklilik olarak aşağılanmalarını, küçük görülmelerini, ata bindirilmemelerini, samur kürk ve samur kalpak, atlas ve kemha giydirilmemelerini, kadınlarının Müslümanlar gibi giyindirilmemesini”[769] emretmektedir. Diğer taraftan Hıristiyan evlerinin Müslüman evlerinden daha yüksek yapılmasına izin verilmemesi de yine aynı amacı vurguluyor.[770]

Bununla beraber Sultan II. Mahmud Tanzimat Fermanı öncesinde devletin idarî kararlarında ve uygulamalarında Müslümanlarla gayrimüslimler arasında (artık) hukukî eşitsizlik kalmayacağını “Ben tebaa’mdan Müslüman’ı camide, Hıristiyan’ı kilisede ve Musevi’yi sinagog’ta fark ederim. Aralarında başka gûnâ bir fark yoktur” sözleriyle açıkça taahhüt etmiştir.

n Kıyâfet Ayrıcalığı

Osmanlı toplumunda kıyafet , belki zaman zaman bazı moda esintileri gösterse bile, kişisel zevkin egemenliğinde değildir. Bir üniforma gibi değiştirilemez nitelikleri olmasa da kıyafet kumaşın rengi, cinsi, niteliği; elbisenin biçimi ve aksesuar ile toplumsal hiyerarşinin sağlanmasında esas unsurlardan biri sayılır.

Diğer taraftan dinler arasında belirli bir kıyafet ayırımı gayrimüslimler tarafından da istenmekteydi.[771] Genel olarak gayrimüslimlerin giysilerinde yeşil renk kullanmaları yasaktı. Sarıklarda (türban) beyaz renk müslümanlara tahsis edilmişti. Gayrimüslimler Müslümanların kullandıklarından daha kaliteli ve değerli kumaşlar, örneğin tülbent, feraceler için atlas, kemha, ipek, pahalı kürkler kullanamazlardı.[772]

n Başlık Ayrıcalığı

Başlıklar elbiseyi tamamlayıcı aksesuar olarak olarak görülmemelidir. Baş, gövdeden ayrı bir bütün oluşturur. Başlıklar bu organın süslenmesi ya da giyim-kuşamı tamamlamasından öte kişinin sosyal statüsünü ve rütbesini belirleme açısından önemi vardır.

Osmanlılardaki çeşitli başlıkların en uzun süreyle ve en yaygın olarak kullanılanı kavuk ve sarık olmuştur. Saray ve devlet erkânı arasında mücevveze, selimî, kallavî, halk arasında da perişânî, âbâdî, kâtibî, azâmî, nu’mânî isimleriyle bilinen kavuk ve sarık biçiminde çeşitli başlıklar kullanılmaktadır. Kavuk biçimi, rengi ve varsa üstündeki sarığın rengi, kumaşı sarılışı giyenin toplumsal stütüsünü belli ederdi. Örneğin İlmiye tarikinde şeyhülislam, kazasker ve mevleviyet pâyesi alanlar örfî kavuk, yüksek memurlar horasanî , kalemiye tariki şâkirdanı katibî, ilmiye tariki molla kavuğu, şeyhler taç denilen kavukları giyerlerdi.

Sarıklar sarılış biçimine ve üzerine sarıldığı başlığın adına göre göre “dardağan, perişanî, yusufî, kâtibî, burma”; kullanılan kumaşın cinsine göre de “civankaşı, abanî, tülbent, şal” gibi adlarla tanınırdı.

Padişah, vezirler, ricâl ve diğer devlet görevlileri beyaz tülbent sarık sararlar, tarikat mensupları ise kırmızı, yeşil, siyah sarıklar da kullanırlardı. Seyfiye tariki ve reâyâ tülbent, şal ya da abanî sarık sararlardı. Sarığın sarılış biçimi ve rengi önemlidir. Zira kişinin mesleğini, memuriyetini ve mevkisini ya da bir tarikatı belirleyici simgedir. Dolayısıyla gerektiği gibi sarık sarmak büyük beceri istediğinden bu işi profesyonel sarıkçılar yaparlardı.

a. Müslüman Erkekler

Osmanlı toplumunda Müslüman erkekler kışlık giysi olarak kaba ve kalın bir yünlü kumaş olan “aba”dan yapılan esvab, potur, hırka, cepken, salta[773] giymektedir. Bu kumaştan yapılan giysilerin de adı “aba”dır. Kısa ve uzun olanları vardır. Aba genellikle fukara giyeceğidir.[774] Servet sahibi kibar kimseler nezdinde aba giymek yoksulluk alameti sayılırdı.[775] Bununla beraber tarikat mensuplarıyla “abapuş” denilen dervişler de aba giymektedirler.

Gömlek üstüne yakası düz kesim, önü düz veya çapraz, eteği kısa, bele kadar inen, kolları uzun ve el üstüne kadar düşen, kolu omuz basından dikili, açık bırakılmış koltuk altı oyuğundan gömleğin kolu görünen cepken giyilirdi. Yaşlıların cepkeni siyah veya kahverengi, gençlerin al veya mavi olurdu. Varlığa göre çuha kumaşdan, yaka ve kol kenarları, önleri, etek uçları nakışlı ya da adi, kalınca bezden sâde yapılırdı.

Çakmaklı piştov, kubur gibi ağızdan dolma tabancaları ateşlemek için kullanılan keskin kenarlı sileks taşlarını veya üzerinde isim kazılı mühürleri içine koydukları üstü nakışlarla süslü, deri veya kumaş keseler boyundan geçen bir kayışa asılarak taşınırdı.

Erkeklerin de ayak üstüne kadar inen uzun entari biçiminde giysileri vardır. Basma, patiska ve diğer kaba kumaşlardan yapılır. Önü açık, düğmelenmeyen ve üstüne kuşak bağlanmasından kinaye olarak dolama denilen çuha’dan pardesü biçiminde entari kullanıldığı gravürlerde görülmektedir. Dolamayı Yeniçeriler ve Enderun halkından bazı Saray görevlileri de giymektedir. Posta tatarlarının giydiği “Tatar dolaması” denilen etekleri kısa bir çeşidi daha vardır.

Boyun veya alına bağlanan yemeni’ ye çember yemeni denilmektedir.[776] Çevre, “kenarları kıvrılmış, oya veya işleme nakışlarla süslenmiş mendil”[777] dir. “Yazma çevre” ve “sırmalı çevre” olarak iki çeşidi vardır. Bir tür peçete gibi boyuna takılan sırmalı çevreye ‘yağlık’ da denilmektedir.

Erkekler iç donu üzerine üzerine bir uçkurla bele bağlı şalvar veya diz kapağından aşağısı, daralarak ayak bileğine kadar bacağı tozluk gibi saran ve bazan dikilerek sahtiyan[778] mest eklenmiş potur giyerlerdi.

Bazı yörelerde, örneğin efe ve zeybek kıyafetlerinde, ya da başıbozuklar, akıncılar, beşliler gibi çevik ve hareketli olmaları gereken erkekler dize kadar çakşır denilen kısa don giyerler.

Bacaklarda, tozluk yerine kundura koncunun üstünden başlayarak, diz kapağı altına kadar dört parmak kadar eninde uzun bir çuha veya şayak parçası baldıra sıkıca sarılır.

Cübbe, bütün giysilerin üzerine giyilebilir. Genel anlamıyla cübbeler kışlık olarak çuhadan ve kazmirden, yazlık için sof veya şâli kumaştan, hatta ipekliden yapılırdı. İlmiye sınıfı “biniş” denilen bedeni daha geniş, kolları daha bol ve uzun deve tüyü veya siyah renkli cübbe giymektedir. Ancak kadınların da üst giysisi olarak cübbe giydikleri (bazı gravürlerde) görülmektedir. Nitekim ferace daha sonraları bir kadın giysisi olarak da kullanılmıştır.

Biniş’in pek bol kesimli olanına da “ferâce” denilmektedir. Kış için yünlü’den, yaz için ketenden dikilirlerdi. Aslında Saray görevlilerinden alay çavuşları da ulema binişinden farklı kesimleri olan “biniş” giyerlerdi.

Saray mensupları ve erkânın giydikleri “kürk” ya da “ hil’at” içi iyi ısıtması için hayvan kürkü ile astarlanmış, dış yüzünün kenarları ise şerit olarak daha değerli kürkle boydan boya kaplanmıştır ve kolsuzdur.

Ayaklara pabuç, çedik, çizme, mest, lâpçin, terlik giyilirdi. Çeşitli renkleri vardı. En çok sarı ve siyah renkler kullanılırdı. Resmî pabuçlar kırmızı ve sarı idi. Sofiye sarı mest pabuç giyerdi. Yeniçeri zabitleri sarı, neferleri kırmızı pabuç giyerlerdi. Tanzimat’tan sonra fotin (bottine) kundura giyildi. Çarık manda derisinden yapılmıştır. Tek parça kesilmiş olup ayak tabanını, parmak üstlerini ve topuğu sırımlarla bağlanarak kapatır. Kalın yün çorapla giyilir.

Çedik boyanmış ve cilâlı sarı sahtiyandan yapılmış kısa ve bol konçlu bir ayakkabıdır. Sokağa çıkılırken üzerine aynı renkte “çedik pabuç” denilen bir üstlük giyilirdi.

Çizmenin çeşitleri vardır. Ancak namaz sırasında çıkarılıp giyilmesi zor olduğundan pek tutulmamıştır. Bununla beraber meslekî gereklilikler açısından örneğin “lağımcı” çizmelerinde olduğu gibi koncu diz kapaklarını aşan çizmeler de kullanılmıştır.

b. Müslüman Kadınlar

Hanımlar tenlerinin üzerine bürümcük denilen evlerdeki tezgahlarda ham ipekten, kıvırcık olarak dokunan, tül gibi incesi ve biraz daha kalını bulunan bir nevi ipek bezden yapılma iç gömleği giymektedirler. Ancak bezler ve çamaşırlar şeffaf değildir. İpek erkeklere haram olduğundan iç gömleği yapmak için pamuk ipliği veya keten karıştırılarak “helâlî” denilen kumaşlar dokunurdu.

Müslüman kadınları şehir içinde elbiselerinin üzerine (daha sonraları “yüzü örten peçe, başla beraber gövdenin üst kısmını örten üstlük, belden ayaklara kadar olan kısmı örten eteklik olarak üç parçadan hâlinde kullanılmış olan) çarşaf giyerler. Çarşaf, ipekli, yünlü, pamuklu kumaşlardan dikilebilirdi. Siyah, lacivert, mor, güvez, nefti renklerde hatta erguvanî, leylâkî, yavru ağzı renkli çarşaflar vardı. Ayaklara pabuç, başmak, mest, lâpçin, terlik giyilirdi.

Kadın kıyafetlerinde yaşmak ve ferace yüzyıllar boyunca değişik isimlerle pek çok şekle girmiştir. On yedinci asırdaki yaşmaklarda üst kısma gelen hotozun üzerinde ince bir tülbent bulunur. Ön kısmı da ağzı kapayacak kadar yüzün alt tarafını örter. Yaşmaklar yeniçeri börklerinin yatırmasını andıran ense kısmının altından tutturulmuş; ferâce bele kadar sık düğmeli, belden aşağısı düğmesizdir.

Diğer taraftan süssüz kadın elbisesi anlamında entari de kullanılmıştır. Önü açık, düğmesiz ve üstüne “dolama” kuşak bağlanan (ipekli kadife) çatma veya (altın ve gümüş telli ipekli) kemha’dan entariler de vardır.

On yedinci ve daha evvelki asırlarda ise elbiselerle daima kemer takılırdı. On yedinci asrın sonuna doğru beliren yaşmak, Lâle Devri’nde, hotozun üstüne, ince bir tül halinde örtülmeye başlandı. Bu devirde ferâcelerin umumiyetle koyu yeşil renkte ve aynalı biçimde olduğu görülürse de “mor, al, mavi” gibi renkler de kullanılmıştır.[779]

On yedinci asrın ikinci yarısından itibaren özellikle ferâceler yüzünden kadın kıyafetleri ile ilgili yasaklar gelmiştir. Ancak şehir kadınları her örtünme vasıtasını bir süs unsuru haline getirmenin çaresini bulmuşlardır. Son dönemlerde giyilen ferâce, göğüsten bir iğne veya fiyongla tutturulur, etekleri ve etrafı dantelle süslü kıyafettir.

Osmanlı yöneticileri Müslüman kadınlarının, şer’î tâbiriyle «muhadderat-ı İslâmiye» nin sokak kıyafetleri, üzerinde titizlikle durmuşlardır. Bu hususta asırlar boyunca, sokaklarda ve mesire yerlerinde nâmahremlerin nazarını üstlerine çekecek kılık ve kıyafette gezen «avret»lerin[780] ve onlara böyle şeyler diken terzilerin cezalandırılması hususunda fermanlar çıkarılmıştır.[781] Ahalinin kıyafetleri tabaka tabaka tesbit edilmiş, gayrimüslim kadınlarının kıyafetleri taklid etmek yasaklanmıştır. Kadınlar, büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklar, süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklar, başlarına da üç değirmiden büyük yemeni sarmayacaklardır. Sokaklarda veya mesirelerde büyük yakalı feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları o anda âlenen kesilecektir, uslanmayıp ısrar edenler olursa, ikinci ve üçüncü seferinde yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün edileceklerdir. Bu husus mahalle imamları vasıtasiyle bütün İstanbul kadınlarına tebliğ olunacak, terzilere ve şeritcilere de bildirilecektir. Hatta kadınların sokaklarda ve pazarlarda giydikleri gayet ince çuhadan ferace altındaki esvabları dışarıdan göründüğü için âdeta sokağa feracesiz çıkmış gibi olduklarından Engürü şâlisinden ferace kestirmelerinin yasak edildiği ve “yasağı dinlemiyen terzilerin tutulup aman verilmeyip dükkânının kapısına asılması” emredilmektedir.[782] Bununla beraber Sultan III. Selim’in yasakladığı uzun yakalı, parlak renkli feraceler bir müddet sonra yeniden giyilir olmuştu.

c. Gayrimüslimler

Ermeni ve Musevî erkeklerin giyimleri aynı olacak, başlarına fazla uzun olmayan Denizli tülbendi sarabilecekler, ancak Ermenilerin sarığı alaca renkli olacaktı. Bellerine sardıkları kuşak değeri 30-40 akçeyi geçmeyen ipek ve pamuk karışımından olacaktır. Mest’leri siyah meşinden yapılacak ve sahtiyan olmayacaktır. Ayaklarına iki kulaklı, üstü astarlı ayakkabı giyecekler, çedik de kullanabileceklerdi. Kırmızı, menekşe rengi ve siyah ayakkabı da giyilebilirdi. Fakir gayrimüslimler Selanik çuhası giyebileceklerdi.

On yedinci yüzyıl ortalarında Sultan IV. Murad İstanbul kadısına gönderdiği fermanda gayrimüslim erkeklerin giyimini “...kefere taifesinin... samur kürk ve samur kalpak ve atlas ve kemha giydirmeyub ve avretleri dahi yüksek arakıyye ve parus çuka giyinmeyub Müslüman tarzında ve libasında gezmiyeler”[783] biçiminde sınırlamaktadır.

Padişah III. Selim devrinde de Ermeni erkeklerin şapka ve ayakkabıları kırmızı; Rumların siyah; Yahudilerin ise mavi renk olarak belirenmişti.[784]

Gayrimüslim kadınlar da gerek hâkim kültürün etkisiyle, gerekse Hıristiyan veya Musevî dinlerindeki kısıtlayıcı hükümler arasındaki bazı benzerliklerin de etkisiyle, çoğu kez Müslüman kadınları gibi örtünmektedirler.

Bununla beraber Müslim ve gayri müslim kadın kıyafetleri arasına zaman, zaman devlet tarafından da kısıtlayıcı örfî hükümler getirilmiştir. Örneğin Sultan III. Murad döneminde gayri müslim kadınların giydiği feraceler kül rengi karaca çuhadan yapılacak, elbiseleri atlastan ya da kutnudan olacak, gök mavisi çakşır, giyecekler, başmak yerine de kundura kullanacaklardı. Müslüman kadınların giydiği boyundan eteğe kadar yakalı elbise ile ince külah, ferace giyemeyeceklerdi.

4. SOYLULUK

Batı kökenli bir terim olan “aristokrasi” kavramı, Türkçe’de “saygı uyandıran, yüce gönüllülük, seçkinlik” anlamında kullanılan “soyluluk”(asalet, asillik) karşılığı değildir. Ancak “aristokrasi”nin etimolojik olarak “aristo” en iyi; “kratos” güç, kudret anlamında “en iyiler yönetimi” anlamına geldiği anlaşılır.

Tarihsel oluşum içinde “aristokrasi” kavramı “en yüksek iktidarın ayrıcalıklı, soya bağlı bir toplumsal sınıfın elinde bulunduğu siyasal yönetim”dir.[785] Her ne kadar Osmanlı devletinde “berâyâ” ayırımı yapılarak yönetici sınıf “reâyâ” denilen toplum bütünününden soyutlanmış ise de merkez örgütlenmesinde bu anlamda kurumlaşmış bir aristokrasinin varlığından bahsedilemez. Zira kural olarak kendisi dışında kalan yakınları vergiden kurtulamaz.[786] Gerçekten de Osmanlı sisteminde Seyfiye, İlmiye ve Kalemiye tariki mensupları vergiden muaftırlar. Ancak bu muafiyetleri kişisel ve sınıfsal’dir. Başka bir deyişle ailesinin diğer fertlerine ve ne de sülâlelerine sirâyet etmez.[787] Bu bağlamda ele alınırsa, Osmanlı toplumunda siyasal kudreti temsil eden “berâyâ” ancak genetik bağı olmayan ayrıcalıklı arstokratik bir sınıf bilinci oluşturmaktan ibarettir.

Taşra örgütlenmesinde de arazî hukuku ve tarımsal üretim, vergi toplama ve askerlik konularını düzenleyen dirlik sisteminin kurumsal yapısı soya bağlı yerel aristokrasinin oluşumunu frenlenmiştir.

Bununla beraber Merkez örgütlenmesinde sadrazam dahil tüm vezirler ve erkân’a uygulanan “müsâdere” yönteminin de güçlü ailelerin ortaya çıkmasını , ya da yönetici zümrenin aristokratik bir sınıf olarak sürekliliğini, başka bir deyişle “aristokrasi”yi (ve aşırı servet birikimini) önlediği söylenebilir.

Böylece “berâyâ” ayırımı kan bağıyla geçmeyen “ayrıcalıklılar sınıfı” biçiminde algılanabilir.[788]

a. Müslüman Kesimde Aristokrasi

Aristokrasi sözcüğünün anlam kapasitesi içinde “asil, necib (noble), asâlet, zâdegân (noblesse), mümtaz, güzîde (élite)”[789] gibi soy’a bağlı olan veya olmayan kavram sıralamaları yer alır. Aslında Osmanlı toplumunda bu aşamaların hemen her birinin Batı’daki eşlenikleriyle (birebir ya da aynî olmasa bile) benzerleri bulunmaktadır.

Gerçekten de Batı anlamında aristokrasi ile Osmanlı kültüründeki “soyluluk” kavramları biünivok değillerdir. Kanbağı soyluluğu Avrupa’nın derebeylik döneminde satın alınan toprakla bile sağlanmaktadır. Diğer taraftan krallar da şövalyelik hakkı vererek, hem toprağa üzerindeki köle statüsünde köylülerle birlikte sahip egemen bir sınıf oluşturmuşlardır. Böylece Batı monarşilerinde “doğuştan ayrıcalıklı” soylular sınıfı meydana gelmiş ve daha sonraları kralın çevresinde önemli yargı ve yönetim görevlerinde bulunanlara da soyluluklar dağıtılmıştır.[790]

(1) Havas (Seçkinler)

Aslında “havass ü avam” ( “ileri gelenler” ve “halk”) ayırımı her zaman var olmuştur. Bunun en belirgin örneği “berâyâ ve reâyâ” ayırımıdır. Ancak “ileri gelenler” arasında bir de “güzide’ler” (seçkinler, élite) ayırımı vardır.

Örneğin edebiyat, sanat, bilim, siyaset, sanayi, ticaret gibi toplumsal etkinlik alanlarında benzerleri arasında kendini kabul ettirecek üstünlüğe sahip olmuş seçkinler dediğimiz az sayıda kişi de de soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf gibi görebiliriz.

(a) Havass-ı Bendegân

“Havass-ı bendegân” padişah’ın yakın çevresini oluşturur. Bunların bir kısmı “çuhadar, rikâbdar” gibi Padişah’ın “kurenâ” (yakınlar) olarak isimlendirilen (daha sonraları “Mabeyn-i Hümâyun” denilen) ilişki ve iletişimini sağlayan görevler için seçilmişlerdir. Bu bağlamda “Havass-ı bendegân” deyimini padişah’ın “seçilmiş kulları” (élite) anlamında kullanıldığını düşünebiliriz.

Diğer taraftan “kahvecibaşı, berberbaşı, tütüncübaşı, esvabcıbaşı, seccâdecibaşı” gibi padişah’ın özel hizmetini görenlere “bendegân-ı şâhâne” denilirdi. “Havass-ı bendegân” ise “Bendegân-ı Şâhâne” arasında padişah’ın dikkatini çekenler daha da yakın olanlardır. Bunlar padişahın gündelik hayatında çeşitli sebeplerlerle kendisiyle sık sık bir araya gelebilen kişilerdi. Bu da onların Saray ahalisi içinde olağanüstü itibarları olmasını sağlamaktaydı.

Dolayısıyla bu gurubun “seçkinler zümresi” türünde soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf oluşturduğu açıktır.

(b) Musâhib’ler

“Havass-ı bendegân” içinden bir kısmı Padişah’a şehzadeliği sırasında arkadaş olmuş, bir kısmı da sohbetlerinden istifade edilen, ilim, irfan sahibi, özellikle nüktedan ve hazırcevap kimselerdir.

Bunlara “musâhib” kelimesinden çoğaltılarak “musâhiban” da denilirdi. Aslında padişaha “havass-ı bendegân”dan daha da yakın olduklarından dolayı göreceli olarak Birun halkı üzerinde sadrazam’dan bile daha itibarlı durumları vardı.

(2) Ehl-i hiref

“Nakkaşlar, kuyumcular, hattatlar, ciltçiler, çiniciler, kumaş dokuyucuları, maden işi yapan kazgancılar, ahşap geçme işleri yapan kündekârlar, ince marangozlar” gibi çeşitli sanat kollarında Saray için seçilmiş sanatkâr ve zenaatkârlar da “ehl-i hiref” denilen bir seçkinler gurubunu oluştururlar.

Usta bir sanatçının Saray’daki “ehl-i hiref “ bölüklerine girebilmesi için yetenek ve becerilerini kabul ettirmiş olması gerekir. Ehl-i hiref bölükleri önce Saray için çalışmakla yükümlü olduklarından, Osmanlı Sanatı’nın üslubunu etkileyen nadide eserler vücude getirmişlerdir.

Hazinedarbaşına bağlı Ehl-i hiref bölüklerinde (On altıncı yüzyılın dördüncü çeyreği başlarken) 1000’e yakın zenaatkâr bulunmaktadır. İş yerleri Saray dışında bulunan ehl-i hıref mensupları ustalar Bölükbaşları veya Bölük kethüdaları aracılığıyla Saray’a çağrılmakta, kendilerine hazinedarbaşı tarafından iş verilmektedir

Dolayısıyla “ehl-i hiref” Osmanlı sanatkâr ve zenaatkârları ortamında “seçkinler zümresi” diyebileceğimiz bir sınıf oluşturmaktadır.

(3) Lonca’lar

Törenler ve hiyerarşi’nin çok önemli olduğu Lonca hayatında meslek ileri gelenlerinin toplantılarına yalnız ustalar ve mesleğin ihtiyarları (emeklileri) girebilir.

Dolayısıyla “şed bağlama” törenleri yapılmamış ve yetkinlikleri tescil edilmemiş, ustalığa geçememiş olan çıraklar ve kalfalar bu toplantılara çağırılmazlarsa gelemezlerdi.

Çırakların ve kalfaların her şeyden önce lonca gelenekleri konusunda da eğitilmeleri ve bütün sanatkârların bu ritüellere riâyete mecbur olmaları da aslında şed bağlamış ve prosedürü tamamlamış olan ustalar’ın soya bağlı olmayan aristokratik bir sınıf oluşturduklarını kanıtlamaktadır.

(4) Meşâyih-i İzâm

Toplum içinde kutsal sayılan meşâyih (tarikat şeyhleri) ve hattatlar gibi bazı görev ve meslekler için tarikat ya da meslek pîr’lerine kadar uzanan[791] “Tarikat silsilenâmeleri” ile belgelenmiş bir tür ruhanî soyluluk söz konusudur.

Bu silsilenâmelere “tomar, silsile-i celile” gibi isimler verilir. Aslında tarikat sâlikleri için “silsile” bilgisinden vazgeçilemez niteliktedir. Öyle ki sık sık “Tarikat silsilesini bilmeyen salik, nesebini bilmeyen kişi gibidir” biçiminde tanımlamalar yapılır.

Diğer taraftan tarikat şeyhlerinin birbirlerini izleyişlerinden bahs eden ve “Silsilename, Hilâfetname” denilen eserler meydana getirilmiştir.[792]

Tarikat âyinlerinde ricâl silsilesinde yer alan isimler büyük bir saygı belirleyen unvanlarla zikredilirler. Böyle yapıldığında feyz kazanıldığına, hatta ervâh’ın yapılan âyin’e fiîlen katıldıklanna inanılırdı. Dolayısıyla silsile senedinin gereken saygıyla zikredilmesinden doğan bu feyze, “feyz-i isnadî” denirdi.[793]

Dolayısıyla “meşâyih” arasında cismânî olmayan ancak manevî âleme doğuşun ruhsal devamı sayılan bir bağlılık olduğu görülüyor.

(5) Kanbağı Soyluluğu

Müslüman toplumlarında kuramsal olarak kalıtımsal soyluluk bulunmamakla beraber, çok özel olarak İslam Peygamber’inin ailesiyle ilgili seyyid’lik ve şerif’lik soy bağlantıları vardır. Nitekim İslam isim kültüründe bu iki soyağacı dışında, Batı’daki gibi soy isimlerini esas alan yaygın soyluluk ya da bunların jeneolojik kayıtlarının tutulduğu kurumlar bulunmaz.

Bu iki kutsal şecere ve Hanedân-ı Âl-i Osman’ın (Padişah ve şehzâdeler dışında) soyluluk kan bağları devlet kurumları içinde sistematik bir varlık ve etkinlik göstermez.[794]

Bununla beraber İlmiye gibi avama kapalı ortamların içinde bir aile içinde birbirini izleyen “seçkinler” çıkması, sonuçta “ulemâ hanedanları”, ya da taşra’da siyasî ve ekonomik ortamları manipüle eden “seçkinler”in birkaç nesil devam eden âyan hanedanları oluşturdukları görülüyor. Ancak bu “spontane” hanedanlar, Batı monarklarının kendi çevrelerinde belirli bir “örf-âdet” hukukuna bağlı oluşturdukları, devletçe tescilli, aralarında hiyerarşik düzen kurulmuş kanbağı soyluluğu ile benzerliği yoktur.

(a) Seyyid’lik ve Şeriflik

Hz. Peygamber sülâlesine intisapları nedeniyle Hz. Hasan soyundan gelen “seyyidlik” ve Hz. Hüseyin soyundan gelen “şeriflik” pâyeleri Osmanlı toplumunda saygınlıkları “beyn’en-nâs ve resmen” kabul edilmiş ve sahiplerine devlet tarafından maaşa bağlanmış ünvanlardır. Ancak tahmin edilebileceği gibi bu unvânın sıhhati her zaman pek açık ve sağlam tespit edilemez. Bu sebepten ötürü hem «seyyidlik» iddiasında bulunanların neseplerini araştırmakla, hem de seyid ve şeriflerin kanuna ve geleneğe aykırı hareketlerinin cezalandırılırması ile Payitaht’ta nakibüleşraflar[795] , taşrada ise yine seyid ve şeriflerden oluşan nakibüleşraf kaymakamları görevlidirler. On yedinci yüzyıldan itibaren “nakib ül-eşraf”lık görevi de İlmiye’den bir molla’ya verilmekteydi.[796]

Meşihat Dairesi’inde[797] yeterli sayıda yardımcıları ile birlikte çalışan nakibüleşraf’lar, seyid ve şerifler olduklarını iddia edenlerin belgelerini tahkik ettikten sonra, “şecere-i tayyibe” denilen bir kayıt defterine adlarını ve şecerelerini (soyağaçlarını) yazarlarlardı.

Nakibüleşraflar teşrifatta İlmiye tarikinin en yüksek rütbelileri ile eşdeğerli tutulurlar, görevlerinde çoğu zaman ölünceye değin kalırlardı. Törenlerde şeyhülislam ile Rumeli kazaskeri arasında yer alırlardı.[798] Padişah’ın cülûsunda ilk önce nakibüleşraf biat ve dua eder, hatta bazan padişahlara kılıç kuşatırlar. Keza bayram tebriklerinde de önce nakibüleşraf tebrik ve dua ettikten sonra diğer tebrikler kabul edilirdi.

Taşrada nakibüleşraf kaymakamları kadı’lar, müfti’ler ve seyyidlerin (ve şeriflerin) reisidir. Bazı eyaletlerde “Beylerbeyi Divanı” üyesidir.[799]

(b) Ulema Hanedanları

İlmiye tarikinin vergilerden ve müsadere cezasından muafiyeti bulunması bile, aslında Batı’daki aristokratik bazı temel hakların benzerini sağlamaktadır.

Bununla beraber Osmanlı ülkesinde ilmin tek kaynağı olan medreselerin, bir anlamda manevî sahibi sayılan İlmiye tariki’nin müderrislik silki, ulema’dan önemli birisine sahip olmuş aileler içinde nesiller devamınca daha birçok kişilerin mesleği haline geldi. Örneğin On altıncı yüzyılda, birkaç yüzyıl devam eden Dürrîzâdeler, Karaçelebizâdeler, Kıblelizâdeler, Çivizâdeler, Müeyyedzâdeler, (üç nesil şeyhülislam olan) Hâce Saadeddinzâdeler, Ebu İshakzâdeler gibi ulema aileleri oluştu.[800]

Diğer taraftan konuşma dilinde soyluluğun ifadesi olan “zâde” ekinin yaygın biçim alması, kan bağıyla devam eden “zâdegân”lığın da toplum içinde artık sıkça raslandığını belirlemektedir. Bununla beraber Osmanlı ülkesindeki soyluğun biçimi, amaçları, yöntemi ve yaygınlığı, Batı’da monark tarafından sağlanmış özel hukuku bulunan aristokrasiden farklıdır.

(c) Taşra Hânedanları

On altıncı yüzyıldan sonra fetih yoluyla yeni dirlikler kurulamadığından, tımarların verâsetle erkek evlâda aktarılmasına izin verildi. On yedinci yüzyıl’dan sonra, Avrupa’da askerlik sanatının, silah ve savaş tekniklerinin gelişmesi karşısında, ancak savaş çıktıkça sefere çağrılan tımarlı sipahi ve cebelûlerin önemlerinin azalmasıyla birlikte tımar sistemi de zayıfladı.

Tımar sahiplerinin, aristokratik bir sınıf olarak örgütlenmelerine engel olmak için, tımarların ilk verildiği büyüklükte devredilmesi aranarak, aile mülküne dönüşmelerine engel olunmak istendi. Uygulamaların merkezden kontrol edilmesi ve dirliklerin kişisel olması da tımarlı sipahilerin yerel aristokrasi oluşturmalarını engellemektedir.

On yedinci yüzyılın sonlarında tımar sistemi artık yetersiz kaldığı gibi işleyişinde de bozulma başladı. Taşra’nın nüfûzlu ve kuvvetli kişileri olan ayânlar, yönetim ve denetim için Merkez’den. gönderilmiş Enderunlu yöneticiler yanında yerli halk arasından çıkmış idareci bir zümreyi oluştururlar. “Mütesellimlik, voyvodalık, şehir kethüdalığı” gibi görevler verilen “âyân ve eşraf” aslında devlet ile halk arasında aracı olarak “beldenin masraflarını bölüştürmek, vergileri deftere geçirip kadı ve ileri gelenler huzurunda sicile kaydetmek, bir kısmını ihtiyaçlara sarfetmek, gerekenleri İstanbul’a göndermekle görevli idiler. Ancak zamanla dirlik sisteminin zayıflamasından da yararlanarak tımarlar ve mirî arazilere de sahip olmuşlardı.

Tablo: 6

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında savaş ihtiyaçlarının temini güçleşip âyân kökenli devlet görevlilerinin sayısı arttırılınca “âyân hanedânından gelen kişiler”e de resmî görevler verildi. Bunlar etraflarında başıbozuk takımından silahlı kimseler toplayarak sancak ve kazalara kadar örgütlenerek yerel yönetime karşı Merkez’in etkinliğini sarstılar.[801] Nitekim âyânların Merkez’ce tanınan bilinen kimseler arasından seçilmeleri gerekirken, zamanla yerel yönetimlerin âyân olarak seçtiği ve atadığı kimseler Merkez tarafından da tanınmıştır.[802]

Âyânlığın yasal süreçler ve geleneklere bağlı olmadan yürütülmesi, kuvvetlileri, zengin ve nüfûz sahibi kişileri güç kullanarak âyân olmağa ve kendi hanedanlarını kurmağa yönlendirmişti.[803]

b. Gayrimüslimlerde Aristokrasi

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un Fethi’nden sonra Hıristiyan nüfusa baskıcı davranmayınca daha önce korkarak Akdeniz adalarına ve İtalya’ya göç etmiş Bizans soylularının bir bölümü vazgeçip geri döndüler. Ve kendilerine vatandaşlık hakları ve patrik seçme izni verildi. Fener’de Patrikhane çevresindeki semtlere yerleşen Rum soylular görkemli yalılar ve konaklar yaptırdılar. Burada oturanlara da “Fenerliler” denildi.

(1) Fenerliler

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağlı Rum aristokrasisi genellikle Fenerliler [804] olarak bilinirler. Bunlar tarihsel süreç içinde Osmanlı diplomasisinin tercümanlık gibi vazgeçilmez önemi bulunan hizmetlerinde ve voyvodalıklarda bulunmuşlardır. Bunlar çocuklarını İtalya’ya göndererek Tıp, Matematik, Astronomi gibi bilimleri ve Latince, İtalyanca, Fransızca gibi dilleri öğrenmelerini sağladılar. Çocuklar İstanbul’a geri dönüşlerinden hemen sonra , On beşinci yüzyılın ikinci yarısında, “beratlı Divan tercümanı” olma ayrıcalığını[805] kazanmışlardı. Daha sonraki dönemlerde Osmanlı Türkçesi’ni ve İslam geleneklerini de iyice öğrenen Fenerli gençler Osmanlı dış ilişkilerinin gittikçe yoğunlaştığı yeni dönemlerde diplomasi alanında reis ül-küttab efendi’nin başlıca yardımcıları arasına girdiler.

(2) Fenerli Beyler

Diğer taraftan On sekizinci yüzyıl başlarından On dokuzuncu yüzyıl ilk çeyreği sonlarına kadar Osmanlı Devleti Boğdan Hospodarlığı’na ve Eflak Voyvodalığı’na “Fenerli Beyler” adıyla “Fenerli” ailelerin üyelerini atadı.[806]

Bu bağlamda Eflak ve Boğdan’a prens yetiştirmiş on bir Fenerli aile bulunmaktadır.[807] “İki tuğlu paşa”[808] rütbesi verilen Fenerli Prensler Osmanlı kimliklerini adeta kıskançlıkla korumuşlardır.[809]

Aslında bu Prensler, kendilerine özgü bir üslup yaratmışlar, Eflak ve Boğdan’da “Osmanlı-Bizans” kültür adacıkları kurmuşlardı. Hepsi de Eflak ve Boğdan’da beylerbeyleri gibi kudret, görkem ve debdebe ile mutlak hükümdardılar. Oysa bütün güçleri Osmanlı Devletine yaslanmalarından kaynaklanıyordu.

Başka bir deyişle, Müslüman yöneticilerin genetik soyluluklarını engellemiş olan Osmanlı Devleti, kimilerini azlederek, kimilerini sürgüne gönderip sonra affedip tekrar iş başına getirerek, kimilerine takdirname verip 110 yıl boyunca Eflak’te 40, Boğdan’da 36 Fenerli Bey’i görevlendirerek gayrimüslimlerin kendi kültürlerinden kaynaklanan kanbağı soyluluğu’na müsamaha etmiş oluyordu. Böylece ortalama olarak 3-4 yıl ara ile, ya da her yeni vergi periyodu sonunda değiştirildikleri görülüyor.

Rum soyluları gibi Ermeniler arasında da kan bağı ile devam eden soyluluklarına bağlı olarak devlet katında da önemli görevler üslenmiş aileler bulunmaktadır.[810]

(3) Ahilik Dışı Loncalar

Aslında Osmanlı devletinde esnaf örgütlerini tamamen Ahiliğe bağlamak doğru olmaz. Gerek Anadolu’da gerek İstanbul’da Bizans döneminden beri devam eden esnaf loncaları vardı. Fetih’ten sonra Fatih Sultan Mehmed gayrimüslim üyelerin göreve devam etmelerine müsaade etmiş ve İstanbul’da boşalmış loncalara esnaf ve sanatkârları dinsel kimlikleri ile yerleştirmiştir. Evliya Çelebi’nin On yedinci yüzyılda varlığından söz ettiği bazı loncalarda Rum ve Yahudi sanatkârların bulunması gerçeği buradan kaynaklanmaktadır.

Bazı loncalarda, örneğin müskiratla ilgili olanlarda Müslümanların yer alması dinen ve örfen olanaksızdır. Diğer taraftan Türklerin denizcilikle ilgili loncalarda da bulunmamaları da bir anlamda denizciliğe ilgi duymadıklarını belirliyor. İlke olarak bir loncanın üyeleri aynı dine mensup idiler, fakat Müslüman veya gayrimüslim üyeleri olan loncalar da vardı.[811]

5. KÖLELER

Osmanlı Devleti’nde köle emeğine dayalı üretim yapılmadığından, varlıklarının sebebi ekonomik çıkar gerekçelerine dayanmaz. Dolayısıyla köleler toplum içinde kısa sürede assimile olarak belirli statüler kazanmaktaydılar. Nitekim Osmanlı toplumunda köleler, varlıklı ailelerin ev hizmeti, cariyelik, çocuk bakımı gibi işlerinde kullanılmak ya da Kur’an’da vaad edilen sevabı kazanmak üzere “azat etmek” için satın alınırlardı. Ev işlerinde çalıştırılan köleler bir müddet sonra “bacı, dadı, lala” gibi isimlerle ev halkından sayılırlar. İslam hukukunda belirlenen insan hakları gereği yirmi yaşları civarına geldiklerinde, cihazı ve diğer gerekleri mevlâ’sı tarafından sağlanarak evlendirilirlerdi. Bunların eski efendileriyle “akrabalık” türüne benzer toplumsal ilişkileri kesilmezdi. Nitekim yaşlandıklarında bile itibar görürlerdi. Küçük yaşlarından itibaren yeteneklerine göre yetiştirilmiş olan köleler yüksek fiyatla satılırdı. Bunlar genellikle saray ve konaklara alınırdı.[812]

Saray’a alınan “köle”ler arasından Babüssaade ağası (ve bazı başka görevler) gibi Padişah’a çok yakın ve çok önemli görevlere getirilirlerdi.

İslam’ın köleliğin sosyal durumunda iyileşme ve ortadan kalkması açısından yaptığı en önemli girişim doğan çocuk için “anasının medenî durumu”[813] yerine “babasının medenî durumuna uyar” kuralını getirmesidir.[814] Aslında Osmanlı padişahlarının çocuklarının câriyelerden olması bazı siyasal ve sosyal sebeplerle birlikte temelde bu hükme dayanmaktadır.[815]

a. Köle, Devşirme, Kul, Kapıkulu ve Bende

İslam hukuku açısından Osmanlı kültüründeki “kul” ve “köle” kavramlarını birbirlerinden iyice ayırmak gerekir.[816] “Kul” kavramı daha çok “bende” anlamını kapsayan, mülkiyetle ilişkisi öncelikli olmayan bağlılıktır. Oysa “köle” deyimi “birinin malı olmayı” yani “memlûk” anlamını karşılar.

İslam hukuku ve kültür terminolojisi açısından bakılırsa, Arap dilinde “köle” anlamına gelen başta “abd” olmak üzere “rakik, rakabe, kın, memlûk, vasîf, milk-i yemîn, câriye ve eme” gibi uzun bir kavram dizini vardır. Oysa “kul” kelimesinin Türk dilinde İslam öncesinden beri bulunduğunu ve Orhon Türkçesi’nde “tâbi, hizmetkâr, sadık” anlamlarını taşıdığını biliyoruz.[817]

Türkler İslamiyet’i seçtikten sonra Kürd’ler, Farisî’ler, Çerkes’ler ve diğer müslüman kavimler arasında “kul“ kelimesi “kuli” biçimine dönüştürülüp “Şah Kuli, Tahmasb Kuli, Ali Kuli, İmam Kuli” gibi “mensubiyet” belirten kullanımı yayılmıştır.[818] Hatta hükümdarlar tarafından örneğin “Muhammed Kuli” biçiminde dinî bir “lakab” olarak da kullanılmıştır. Bu kullanımıyla tamamen Farsça “bende” kelimesinin karşılığı olduğunu görüyoruz ki, bu da salt “köle” anlamını içermez. Nitekim “bende” eki, Sultan Murâd-ı Evvel’in unvânı olan “Hüdâvendigâr” deyiminde olduğu gibi, zaman içinde “vend” biçimine dönüşmüştür.[819]

Diğer taraftan çoğu kez mecâzî olarak kullanılan “Kula kul olmak” deyimi bile “kul” kavramının hiçbir zaman hukukî ve kültürel boyutlarıyla gerçek anlamda “köle” statüsünü ifade edemeyeceğini açıklıyor. Zira daha önce de görüldüğü gibi, köle’nin başka bir köle satın alması zaten hukuken mümkün değildir.