Nitekim “Hanım Sultan”lar bile kısa bir süre içinde evlendirilerek Haremden uzaklaştırılıp Saray’la neseb ilişkileri kesilmiştir.

Bu sebeple Padişah kadınlarının sayısı bazan dördü aşarak yediye kadar ulaşır.[126] Bununla beraber doğacak çocukların neseb ve verâset meselelerinin tayini açısından câriyelerle nikâh akdi yapılması hususunda İslâm Hukuku açısından bir zorunluluk yoktur.

Nikâh yapılmamasına siyaset dışında hissî başka sebepler de atfedilmiştir. Bunlardan biri Osmanlı padişahlarının Hanedân-ı Âli Osman’da göreneklerin ecdâd saygısı olarak âdeta kıdeme bağlı hiyerarşik bir otorite gibi devam etmesidir.[127]

Diğer taraftan Ankara Savaşı’nda Timur’a esir düşen Yıldırım Bayezid, nikâhlı karısı Sırp Prensesi Despina’ya kendi gözleri önünde sâkilik yaptırılmasını kaldıramamış ve bir süre sonra ölmüştü. Timur’un Yıldırım’a revâ gördüğü muamele Osmanlı Padişahlarını hiçbir zaman unutamayacakları bir utanç ve nefret hissiyle damgalamıştır.

Aslında Padişah kadınlarının “câriye” olmaları, Osmanlı kültürü açısından bir mahzur hatta küçültücü bir sebep değildir. Diğer taraftan İslam dininde birleşmeleri onların etnolojik farklılıklarını da hükümsüz kılmaktadır[128] Nitekim onlar da hayatlarını inanışlarına uygun olarak geçirmişler, birçok vakıflar, hayır eserleri yapmışlar, Hac’ca gitmişler ve sonuçta bir büyük caminin bahçesinde kocalarının türbesinde, onların yanı başına gömülmüşlerdir.

Bu bağlamda birkaç valde sultan, Padişah kadını ve kızının yaptıkları hayratı belirten kısa hayat hikâyelerine gözatalım.

Hürrem Sultan

Kanunî Sultan Süleyman’ın zevcesi olarak hayatını tamamlayan Hürrem Sultan’ın bir Rus papazının kızı ya da İtalyan ve Fransız olduğunu iddia tarihçiler vardır[129] Hürrem Sultan, Aksaray’da Kubbeli bir cami ile şadırvan, yanında imaret, medrese, darüşşifa [130] ve mektep, Mekke ve Medine’de birer imaret yaptırdı. Edirne’ye su getirterek sokak çeşmelerinden akıttı. Meriç üzerinde Cisr-i Mustafapaşa’da kervansaray, cami ve imâreti vardır. Bütün mal varlığını bunlara vakfetti.

Hatice Turhan Vâlide Sultan

Hatice Turhan Sultan[131] , Sultan IV. Mehmed’in annesi’dir. Çanakkale’de “Kale-i Sultaniye” ve “Seddü’l-Bahr” adlarıyla anılan ve içerisinde cami, mektep, muhafızlar için evler, sığınaklar, dükkanlar bulunan iki kaleyi, İstanbul’da (Eminönü) Yeni Cami’yi, mektep, sebilhane, kütüphane ve türbeyi vakfetmiştir.

Vakıflarında çalışanlara [132] vakıf gelirinden günlük ücret ödenmesini, mektep talebelerinin kışın odun ve kömür ihtiyaçlarının giderilmesi, öğrencilerin yazın gezilere götürülmesi, yazın sebilhaneye kar alınması, Ramazan ‘da yoksullara pirinç, soğan ve odun alınması, Hac’ca gidecek olanların yollarda susuzluk çekmemeleri için 65 adet deve kiralanması, camilerin aydınlatılması için mum, kandil, zeytinyağı sağlanması, mübarek gecelerde kandil yakılması için adam tutulması ve vakfedilen mahallerin gerektiği gibi tefrişi masraflarının vakıf gelirinden ödenmesini şart etmiştir.[133]

Nurbânu Sultan

Nurbânu Sultan, Sultan II. Selim’in başkadınıdır. Kökeninin Yahudi veya İtalyan olduğu hakkında değişik görüşler vardır. Selim’in Manisa’da şehzadeliği sırasında haremine dahil olmuş ve III. Murad’ı Manisa’da doğurmuştur (1546). Ve yine oğlu III. Murad’ın hükümdarlığı sırasında (1583) ölmüş ve Sultan II. Selim’in Ayasofya’daki türbesine gömülmüştür.

Cami, medrese, darülhadîs, darülkurra, imâret, darüşşifâ, mektep yaptırmış veDivanyolu’ndaki çifte hamam, Üsküdar’daki yeşil direkli hamam ve Langa’daki hamam’ı bu yapıların ihtiyaçları için vakfetmiştir. [134]

Şah Sultan

Şah Sultan Sultan II. Selim Manisa’da sancakbeyi iken 1544’de Nurbânu Sultan’dan doğan kızıdır. Zal Mahmut Paşa ile evlendi. Eyüp’te bir cami, yanına da türbesini yaptırdı. Karı koca 1580 yılında öldüler ve Eyüp’teki türbelerine gömüldüler. Şehid Köse Hüsrev Paşa da Şah Sultan’ın bu evlenmeden olan oğludur. Öldüğünde 36 yaşındaydı.[135]

Ayşe Sultan

Sultan III. Murad’ın Safiye Sultan’dan doğan kızıdır. Kocası Kanijeli İbrahim Paşa üç defa Sadrazam oldu. Babası III. Murad’ın türbesine gömüldü . Kocası İbrahim Paşa için Şehzade Camii’nin avlu kapısına bitişik bir çeşme yaptırdı. Vasiyetnâmesinde paralarının iki cariyenin azad edilmesine; 10.000 akçenin, İstanbul hapisanesinde 500 veya daha az akçe borçtan dolayı tutuklu olanların borçlarının ödenip serbest bırakılmalarına; 2000 akçenin tımarhanedeki fakir hastalara, fakir halka, âmâlara, sakatlara, yetimlere, geri kalan paranın da Mekke, Medine ve Kudüs’ün fakirlerine, ilk önce kadınlar olmak şartiyle esir düşen Müslümanların kurtarılmasına verilmesini istiyor. Son dileği şudur: “Gerek ağalarımdan ve gerek cariyelerimden küçüğü ve büyüğü ve taşrada erkek kısmından mülk kullarım olanlar kırk günden evvel cümlesi malımdan ve mülkümden azad olalar...” [136]

Sultan I. Abdülhamid’in baş kadın efendisi “Ruhşah Hadice Kadın” kocasının ölümünden sonra Hac’ca giderek hâcce olmuş ve Hamidiye Türbesinin avlusuna gömülmüştür. Mezar kitâbesinde “Başkadın elhâce Hadice Kadın” yazılıdır.

3. SARAY

Devletin ilk payitahtı olan Bursa’daki Saray hakkında bilgimiz yoktur. Bununla beraber ikinci başkent Edirne’deki Saray’lar, İstanbul’un fethinden sonra yapılan seferler sırasında zaman zaman Padişahların ikametgahı oldular.

İstanbul’da “Saray-ı Atik-i Mâmure” (Eski Saray) adıyla Süleymaniye Cami’i ile Bayezid Cami’i arasındaki alanda kurulmuş olan ilk Saray, Padişah Evi’nin “Saray-ı Cedîd -i Âmire” (Yeni Saray) denilen Topkapı Sarayı’na alınmasından sonra ölen ya da indirilen Padişah ailelerinin ikametgahı olarak hizmet gördü.

Bununla beraber kamuoyu tarafından çoğu kez yanlış algılandığı gibi saray’ların Tarih içindeki işlevi yalnızca “başta yöneticiler olmak üzere toplumun üst kesimlerinin zevk u safa yuvası”[137] olmak değildir.

Nitekim Topkapı Sarayı da, devletle beraber süren ömrü boyunca külliyelerin oluşumuna benzer biçimde mevcut çekirdeğe çeşitli hizmet modülleri eklenerek gelişmiştir. Nitekim Padişah’ın evi olan Harem ve Enderûn, Kütüphâne, İç Hazine, Mukaddes Emânetler Dairesi, ülkenin yönetildiği en yüksek merci olan “Divân-ı Hümayun”, yöneticilerin eğitildiği, yetiştirildiği “Enderun Mektebi”, sanatkarların tüm becerilerinin en üst düzeyde gerçekleştiği “Ehl-i Hiref” bölükleri hep sırası geldikçe birbirlerine eklenerek günümüzdeki “Saray” bütününü oluşturmuşlardır. Dolayısıyla bir ülkede “Sarayı tanımak, kültürü en yüksek şekliyle tanımaktır.”[138]

a. Kapılar

Saray, gündüzleri devlet işlerinin, kamu görevlerinin yürütüldüğü Birûn denilen dış kısım, Padişah’a daha yakın hizmetlerin görüldüğü ve Padişahlık makamının yer aldığı Enderûn ve Padişahın evinin ya da Harem’in bulunduğu peş peşe sıralanmış üç avlu halindedir. Bu bağlamda düşünülürse, gerek avluların ve gerekse kapıların işlev, mekân ve simge olarak özel değer ve anlamları vardır. Nitekim kapıların da değişik hizmetlerin yürütülmesine uygun yapı kompleksleri biçiminde inşa edilmiş olduklarını görüyoruz.

Topkapı Sarayı’na girişin ilk kapısı olan “Bâb -ı Hümâyûn”dur. “Bâbü’s-Selâm” (ya da “Ortakapı” denilen “İkinci Kapı”) ile “Divan-ı Hümâyûn”un toplandığı “Kubbealtı” ve bazı diğer daire ve tesisler bulunduğu “İkinci Avlu”ya girilir. Bâb üs-saade ile Padişahın özel hayatını geçirdiği Dar üs-Saade’ye geçilir. Darüssaade “Harem-i Hümâyûn” ve “Enderûn-i Hümâyûn” kısımlarından oluşur. Bâbüssaade ile Harem arasında kalan bölüm “Enderûn”dur.

(1) Bâb-ı Hümâyûn

Bâb-ı Hümâyûn, geçit-kapı görünümünde olup, her iki yanında birer mahzen, taş merdivenlerle çıkılan nöbetçi odalarını içeren kuleleri, muhafız koğuşları ve hizmet odaları bulunan Saray’ın dış kapısıdır. Dış kapının “Bâb-ı Hümâyûn Hazinesi” denilen mahzenlerinde varissiz ölenlerin devlete kalan mal ve paralarından oluşturulan “Dış Saray Hazinesi” ile “Defâtir-i Hâkânî” denen tapu kütükleri ve tahrir defterleri korunurdu. Saray’da ve eyaletlerde idam edilenlerin kesik başları da Bâb-ı Hümâyûn önünde teşhir edilirdi.

Sarayı kuşatan “Sur-ı Sultanî” (dış duvarların) bekçiliğini, Kapı’yı açıp kapamayı Bâb-ı Hümâyûn’da kapı ağası’nın buyruğu altında nöbet tutan çok sayıdaki bevvaban (kapıcı) ile Kapıcı Ocağı askerleri yaparlardı. Bâb-ı Hümâyûn sabah ezanında açılır, yatsı ezanıyla kapanırdı. Bu kapıdan yalnızca Padişah, vezirler, ulema ve elçiler at üstünde geçebilirlerdi. Törenlerde Saray’a gelen devlet ileri gelenleri ile elçileri kapıcılar kethüdasının Bâb-ı Hümâyûn’da karşılayıp içeriye götürmesi teşrifat-ı kadime kuralları gereğiydi.

(2) Bâbü’s-Selâm

Bâbü’s-Selâm, Osmanlı Saraylarında “Birinci Avlu”dan “İkinci Avlu”ya geçişte yer alan “Orta Kapı”ya verilen addır. Dergâh-ı Âli, Dergâh-ı Muallâ olarak da bilinir.

Bâb-ı Hümâyûn’u at üstünde geçebilen sadrazam, vezirler, ulema ve elçilerin Bâbü’s-Selâm’a at üstünde fazla yaklaşmaları dahi yasaktır. Padişahtan başka kimse, buradan at üstünde geçemez. İçeri girişlerin nasıl olacağı kanunnamelerde belirtilmiştir.

Bir ortaçağ kalesi görünümündeki mazgalları, yüksek iki gözetleme ve savunma kulesi ve çift kapısı bulunan Bâbü’s-Selâm’ın güvenliğinden, Bâbü’s-Saade ağasının emrinki başkapıcıbaşı ile çok sayıdaki kapıcıbaşı (serbevvâbin-i Dergâh-ı Âli) sorumluydu. İsyanlar sırasında ayaklanmacılar isteklerini Padişaha kabul ettirmek için bu kapıyı aşabilmeğe çalışırlardı. İç içe iki kapılı girişe “Kapı arası” denirdi. Osmanlı tarihinde bu kapı arasının önemli bir yeri vardı. Cezalandırılacak sadrazam ve vezirler burada tutuklanırlar, haklarında verilecek kararı beklerlerdi. Haklarında idam kararı verilmiş olanlara “kızılcık şerbeti” sunularak bu hüküm tebliğ edilmiş olurdu.

Bâbü’s-Selâm, iç tarafında, Bâbü’s-Selâm ile Bâbü’s-Saade arasında Divan’ın da bulunduğu ve Saray törenlerinin yapıldığı Alay Meydanı’na açılırdı. Cülûs ve bayramlaşma törenleri, Sancak-ı Şerif’in Padişah tarafından Serdar-ı Ekrem olarak sefere çıkacak Sadrazam’a teslim edilmesi töreni, olağanüstü durumlarda “Ayak Divanı”nın toplanması bu kapı önünde yapılırdı.

İkinci Avlu’nun en mühim yapısı Divan-ı Hümâyûn’un toplandığı Kubbealtı binasıdır. İç Hazine binası da Kubbealtı’nın yanında bulunmaktadır. Üstü iki sıra üzerine sekiz kubbeyle örtülmüş dikdörtgen şeklinde bir binadır.

(3) Bâbü’s-Saade

Bâbü’s-Saade, “Arz Kapısı”, “Taht Kapısı” ya da “Akağalar Kapısı” olarak da bilinir. “Birûn” denilen ve resmî hizmet birimlerinin, idarî binaların bulunduğu “İkinci Avlu”yu, Padişah’ın özel hayatının başladığı “Enderûn” denilen bölümün bulunduğu “Üçüncü Avlu”ya bağlayan kapıdır.

Sadrazam dahil hiç kimse Bâbü’s-Saade ötesine geçtiğinde resmî yetkilerini kullanamaz. Bu kapının ötesinde ancak Bâbü’s-Saade ağası’nın yetkileri geçerlidir.

Padişah’ın “Arz”a girecek devlet adamlarını ve yabancı elçileri kabul ettiği Arz Odası’na buradan geçilirdi. Bâbü’s-Saade’yi koruyan akağaların amiri Bâbü’s-Saade ağasının dâiresi de bu kapıya bitişiktir. Saray görevlileri ve hizmetlileri için ayrı koltuk kapıları vardı.

Çok önemli olaylarda Bâbü’s-Saaade önüne “Sancak-ı Şerif” dikilirdi.

b. Mekânlar

Saray, teşkilat açısından Bâbü’s-Selâm’dan içeriye doğru başlayarak Birûn (Dış Kısım), Enderûn (İç Kısım) isimleriyle anılan iki ayrı bölüm olarak düzenlenmiştir. Bu bölümlerin her biri ile devletin merkez ve taşra teşkilatının işleyişi arasında fonksiyonel bağlantılar vardır.

Saray bütünüyle üç mimarî mekâna yerleştirilmiştir.

Bâb-ı Hümâyûn (Dışkapı)’dan Bâbü’s-Selâm (Ortakapı)’a kadar olan Saray’ın en dış kısmında ama dış bahçe içindeki alana Birinci Avlu (Birinci Yer) denir. “Sarayiçi” de denilen bu meydanda Saray’ı dışarıdan çerçeveliyen köşkler, bahçeler ve diğer binalarla müştemilat bulunur.

Bâbü’s-Selâm(Ortakapı)’dan Bâbü’s-Saade’ye (Akağalar Kapısı)’na kadar olan kısım İkinci Avlu (İkinci Yer)’dir.

Bâbü’s-Saade (Akağalar Kapısı)’den sonra gelen alan Üçüncü Avlu (Üçüncü Yer) Enderûn’dur. “Dâr üs-Saade” (Padişah Selamlığı), Padişah’ın Evi olan Harem-i Hümâyun, Enderûn içindedir.

Devamı nda “Dördüncü Yer” bulunmaktadır.

(1) Birûn

Birûn’ un sözlük anlamı “dış” demektir. Saray’ın “Birinci Yer” ve “İkinci Yer” denilen bölgelerini kapsar.

(a) Birinci Yer

Divan günleri görevli bir vezirin şikâyet dilekçelerini alarak ilk incelemeyi yapıp sıraladığı “Deâvi Kasrı” “Birinci Kapı” (Bâb-ı Hümâyûn) ile “Orta Kapı” (Bâbü’s-selâm) arasındaki alanda bulunan Birinci Yer’dedir. Bu bölümde “Mâliye Hazinesi”, “Saray Hastanesi”, bakaya kalan vergilerin toplanmasına memur “Başbâki Kulu Dairesi”, “Şehremini Dairesi”, “Darbhane”, Divan’da verilen idam kararlarının infaz edildiği “Siyaset Çeşmesi” (ya da “Cellat Çeşmesi”) bulunur. Yine burada bulunan Bizans’tan kalma Aya İrini Kilisesi de silah deposu ve cebehane olarak kullanılıyordu.

Saray için iş yapan 1000’e yakın ulûfeli sanatkâr ve zeneatkâr “Ehl-i Hiref Bölükleri” adıyla hazinedarbaşı’na bağlıdırlar. Bunların çoğunun iş yerleri Saray dışında bulunduğundan ustalar bölükbaşı’ları veya bölük kethüdaları aracılığıyla gerektiğinde sipariş verilmek üzere Saray’a çağrılmakta, maaşları da üç ayda bir Saray’ın ikinci avlusunda Divân-ı Hümâyun önünde dağıtılmaktadır. Bununla beraber aralarında yer alan kuyumcular, hakkâklar ve altın iplikle işleme yapan zerduzan’ın iş yerleri Sarayın birinci avlusunda bulunmaktadır.

En usta sanatkârların bir araya getirildiği Ehl-i hiref bölükleri Saray için çalıştıklarından eserlerini üretirken emsalleri gibi malzeme sıkıntısı, geçim kaygısı çekmezlerdi. Dolayısıyla her sanat kolunda Osmanlı sanatının en üst düzeyde örneklerini meydana getirmişlerdir.

(b) İkinci Yer

İkinci Yer, “Orta Kapı” (Bâbü’s-selâm) ile Arz Kapısı (Bâbü’s-Saade) arasında kalan “Alay Meydanı”nı kapsayan mekândır. Genel anlamdaki kanunların hazırlandığı “Divân-ı Hümâyûn” da buradadır. Yabancı elçilere de devletin kudretini gösteren, yeniçerilere ulûfelerinin dağıtıldığı “Galebe Divânı” burada yapılırdı. Saray Mutfağı, Hasahır gibi tesisler de yine bu bölümde yer alırlar.

n Divân-ı Hümâyûn

Divân-ı Hümâyûn, Ortakapı’dan “Darü’s-Selâm” denilen meydana girilip Bâbüssaade’ye doğru giderken sol tarafta kalan yan yana üç odadan oluşmuş “Kubbealtı”[139] isimli mekânda toplanırdı. Toplantıların yapıldığı yer sol baştaki en geniş odadır.

Toplantı mekânının bitişiğinde “Hacegân-ı Divân-ı Hümâyûn” denilen görevlilerin bulunduğu ikinci oda Divân kararlarının kayda geçirildiği “Divân-ı Hümâyûn Kalemi”dir. Kubbealtı’nın diğer mekânları ise sadrazamın “Divit Odası”, istirahatine mahsus oda ve kahve ocağı’dır.

Oturumlarda incelenmek üzere istenilen evrakların çok çabuk temin edilebilmesi için günümüz terminolojisinde Devlet Arşivi diyebileceğimiz Defterhâne de Divân’ın yakınında yer almaktadır.

n Saray Mutfağı

Saray Mutfağı yedi kısımdan oluşur. Padişaha mahsus olan mutfağa “Has Mutbak” denir. Sultanlara, yani Padişahın annesine, baş haremine, hemşirelerine ve kızlarına ait ikinci mutbak “Vâlide Sultan Mutbağı” denilir. “Kızlarağası Mutbağı” adını taşıyan üçüncü mutfak, Harem’e ve orada hizmet gören harem ağalarına mahsustur. Dördüncüsü padişahın en yakınlarından biri olan kapıağası’na aittir. Divan memurları da bu mutfaktan yer. Beşinci mutbak hazinedarbaşıya ve maiyeti efradına mahsustur. Altıncısı kilercibaşı ile maiyetine, yedincisi de sarayağasına ve maiyetine aittir. Bahçelerde çalışan bostancılar yemeklerini kendileri pişirirler.

On altıncı yüzyılın ikinci yarısında sırf mutfakta görev yapanların sayısı 260’a ulaşıyordu. Bunların 200’ü hizmetkâr, 60’ı ise aşçı idi. On altıncı yüzyılda 4 -5 bin iken On sekizinci yüzyılda 12 bin civarına çıkan Saray halkına yemek hazırlama işini üslenen mutfak adamları kilercibaşı yahut tatlıcıbaşı’na bağlı olup on iki sınıfa bölünmüşlerdi. Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda geniş bir sahayı kaplayan mutfak dairesi (kiler odası) , hariçten ve bilhassa deniz tarafından bakıldığı zaman, bir dizi bacaları ile en çok göze çarpan kısmıdır. Mutbağın meydana açılan üç kapısı vardır. Kapılardan girince sıra ile ikişer ikişer, yirmi bacalı büyük mutbak görülür. Bu mutbaklarda eski zamanlarda 4-5 bin kişiyi doyuracak yemek hazırlanırdı. Ulûfe dağıtıldığı günlerde ise 10-15 bin kadar askere çorba, pilav, zerde pişirilirdi. Ramazanın l5. gecesi de 10 bin kadar yeniçeriye baklava yapılırdı.

Saray’da kullanılan zeytinyağı, Yunanistan’ın Koron ve Modon şehirlerinden, Padişahın şahsına mahsus olan yağ ise Kandiye’den temin edilirdi. Tereyağ, Boğdan ve civarından Karadeniz yolu ile getirilen bu yağ tuzlanmıştır. Diğer yiyecek maddeleri, en çok ve en nefis cinsleri yetiştiren eyâletlerden getirilir. Kalyonlar, Mısır’dan sebze, şeker ve baharat getirmek üzere senede iki defa İskenderiye’ye sefer yaparlar. Sarfedilen meyvelerdan hurma ve nefis erikler, Mısır’dan temin edilir. Gerek Saray’da gerekse bütün Türkiye’de en çok sarfedilen elma Eflak, Erdel ve Boğdan’dan, Padişahın sofrasına mahsus olan kokulu elmalar Kandiye’den satın alınır. Saray’ın örneğin peynir gibi bazı iâşe maddeleri de İtalya’dan gelir. Saray’da yalnız padişaha ve sultanlara mahsus olmak üzere limon suyu, şeker, ak anber ve su ile ve yazın buz konulan bir şerbet hazırlanır. Sarayın her tarafında su içilecek çeşmeler vardır. Saray’a kesinlikle şarab sokulmaz.

n Hasahır

Topkapı Sarayı’nda, Ortakapı’dan girince sol tarafta kalan Padişah ve Saray erkânına ait 200 seçme atın barındığı bir ahır ve yine aynı avluda 50 kadar cins atın bakım gördüğü bir başka ahır daha bulunmaktadır.

Ayrıca, Sarayburnu yönünde, Romalılardan kalma “Zafer Sütunu”nun önünde de bir Hasahır dairesi bulunurdu. Enderûnlular, Hasodalılar ve Harem ağalarına mahsus atların ahırlarıysa Ahırkapı tarafındaydı. Vefa semtinde, Kadırga Limanı’nda bulunan ahırlar, Saray dışında yer alan Hasahırlar’dı.

Ancak bunlar dışında Edirne, Bursa, Selanik başta olmak üzere Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde Saray için atlar beslenir ve yetiştirilirdi. Hasahırlarda bulunan atların ortalama sayısı 5 000 ile 6 000 arasında değişirdi. On altıncı yüzyılda Hasahır hademelerinin sayısı 300’den fazladır. On sekizinci yüzyılda bu sayı 2.000’ini geçmiştir. Sayıları 60 – 300 arasında değişen saraçlar ve 300 kadar da nalbant çalışmaktaydı. Diğer taraftan 2000’den fazla katırcı ve 1000 develik katar vardır.

Hasahır’da bu sıradan görevliler dışında “Hasahır erkânı” denilen imrahor, “imrahor-i sâni”, Hasahır kethüdası, Hasahır hazinedarı, kaşıkçı ve rahtvanlar bulunmaktadır. Bu görevliler “Hasahır kûlahı” denilen özel başlıklarıyla tanınmaktaydı.

Hasahırın en üst düzeydeki yöneticisi “büyük imrahor” ya da “imrahor-i evvel”in Saray görevlileri arasında önemli bir mevki’i vardır. Nitekim İstanbul’da “İmrahor” adıyla Eminönü, Fatih ve Üsküdar’da birer mahalle ve semt; mescid, tekke, köşkler ya da Ahırkapı gibi tarihî semtler hâlâ bu olguyu belgelemektedir. İmrahor’un yardımcısına da “küçük imrahor” ya da “imrahor-i sâni” denilirdi.

Hasahır hazinedarı, “Hasahır Murassa’at Hazinesi” denilen çok değerli eyer ve koşum takımlarının kaybolmasından ve korunmasından sorumludur. Hasahır kaşıkçıları Saray ahırlarında hayvan tımarıyla görevlidirler.

Saray ahırlarının sözü geçen kıdemli görevlisi Hasahır kethüdası (has kethüda)’dır. “Hasahır rahtvanları”, Saray ahırlarındaki değerli eşyanın bakım, yapım ve temizliğinden sorumlu idiler.

(2) Enderûn

“Enderûn” iç taraf anlamına gelmektedir. Saray’ın “Üçüncü ve Dördüncü Yer” denilen mekânlarını kapsar. Enderun, Babüssaade (Akağalar Kapısı)’den başlayarak Üçüncü ve Dördüncü yer olarak isimlendirilen iki büyük alanda yer alır.

(a) Üçüncü Yer (Enderûn-i Hümayun)

Yaklaşık 4 dönümlük Üçüncü Yer’de Arz odası, Hırka-i Saadet ile Emânat-ı Mukaddese’nin bulunduğu Hasoda, Enderûn Mektebi (altı oda veya koğuş), Hazine-i Hassa (İç Hazine), Üçüncü Ahmed Kitaplığı, Kiler-i Hassa, Enderun Ağaları Mescidi, Akağalar koğuşu, Kethüda dairesi, Kuşhane (Padişah Mutfağı) ve Harem Dairesi’ne açılan kapı yer alırdı.

n Arz Odası

Bilindiği gibi, Osmanlı devlet ricâlinin Tanzimat’a yakın zamanlara kadar “Paşa Kapısı” olarak isimlendirilen resmî makamları, aslında kendi ikametgâhlarıdır.

Arz Odası da, Padişahların sadrazamı, devlet erkânını ve ecnebi elçileri huzuruna resmen kabul ettiği yer olan “Dergâh-ı Muallâ” içindeki resmî makamıdır.

Bâbü’s-Saade’nin iç tarafta tam karşısına gelen, dikdörtgen biçiminde, çini panolar kaplı ön cephesinde bir de çeşme bulunan, klasik Türk mimarisi zevkiyle geniş saçaklı ve etrafı çepe çevre revaklarla çevrilmiş bağımsız bir odadır.

“Ayak Divanı” sırasında, “Muayede” denilen bayramlaşmalarda Padişahın tahtı burada kurulur. Bâb üs-saade’den tarafından gelirken Arz Odasına düzayak girildiği halde arka kapısından Üçüncü Avlu’ya bir çift merdivenle inilir.

Arz Odasının içi ufak bir salondan ibarettir. Ancak Memâlik-i Osmâniye’nin sanki bütün yüceliği ve görkemi bu odada yoğunlaştırılmıştır. Girişe göre karşı sol köşede, üzeri kubbeli taht biçiminde geniş bir sedir vardır. Tahtın döşemesi ve odanın perdeleri inciler ve zümrütlerle işlenmiş seraser denilen gayet ağır ipeklidendir. Arz odasının içinde bir de çeşme vardır. Hükümdarın kabul ettiği devlet adamlariyle mahrem konuştuğu zaman dışardan dinlenilmemesi için bu çeşme açılmakta ve Kubbe içindeki yankılanmalarıyla içerideki konuşmalar dışarıdan anlaşılmamaktadır.

n Hazine-i Hassa

Hazine-i Hassa (ya da İç Hazine veya Enderun Hazinesi) da padişahın kişisel serveti sayılan “geçmiş padişahların mühürlü sandıklarda korunan gümüş ve altın sikkeleri, altın ve gümüş murassâ evâni, cevâhir, her türlü takıları; kürkler, şallar, değerli kumaşlar, halılar, mücevher işlemeli eyerler, serâsere kaplı ve altın düğmeli kapaniçeler gibi maddî ve manevî değerli eşya saklanırdı. Aslında başlangıçta yalnızca Saray harcamalarını karşılamak için kurulan İç Hazine, Enderun’un Hazine Koğuşu ile birlikte üç bölümden oluşan birimdir. Bu bölümleri “serhazîn-i Enderun” (hazinedarbaşı), Hazine kethüdası ile hasodabaşı yönetmektedir. Ancak aralarında Hazine kethüdası hepsinin âmiridir.

Hazine, eski bir ananeye uyularak son zamanlara kadar Yavuz Sultan Selim’in mühürü ile mühürlenmiştir. Rivayete göre, Sultan Selim: “Benim altınla doldurduğum Hazine’yi haleflerimden, her kim, mangırla doldurursa Hazine onun Mühürü ile mühürlensin ve illâ benim mühürümle mühürlenmekde devam olunsun” vasiyetinde bulunmuştur.

Birinci Hazine, nakid ve nadir eşyalarla dolu dört odadan ibârettir. Birinci Oda pek çok miktarda yaylar, oklar, zenberekli yaylar, türlü türlü tüfenkler, kılınçlar ve aynı neviden diğer silahlarla doludur. Birer şaheser olan bu silahlar, muhtelif zamanlarda Padişahlara hediye edilmiştir.

İkinci Oda’da her birinde “on iki ayak uzunluğunda, altı ayak genişliğinde altı ayak derinliğinde” altı büyük sandık vardır. Anbar denilen bu sandıklar, Padişahın şahsına ait esvaplar, kıymetli kürkler, muhteşem sarıklar ve inci işlemeli yastıklar gibi türlü eşya ile doludur. Mücevheratla doldurulmuş dizgin ve eyerler ise, duvara tesbit edilmiş sırıklar üzerine konulmuştur.

Üçüncü Oda da göze çarpan şey büyük bir sandıktır. Sandığın alt kısmında Padişah tahtının muhteşem örtüleri konulmuştur. Orta kısmında, güzel işlemeli biniş takımları saklanmıştır. Bunların bazıları inci ve kıymetli taşlarla tezyin edilmiş olup büyük merâsim günlerinde kullanılır. Üst bölümde elmas, yakut, zümrüt, inci ile müzeyyen dizginler, göğüslükler, kolanlar ve özengiler muhafaza edilirler.

n Has Oda

Osmanlı Saraylarında hükümdarların oturduğu bütün odalara Has Oda veya “Oda-i Has” ve bazan da “Hane-i Hassa” da denilmekteydi.

“Has Oda Teşkilâtı” ise Fatih Sultan Mehmed tarafından 32 içoğlan verilerek başlatılmıştır. Yavuz Sultan Selim Has Oda yaptırdığı zaman buranın hizmetine Hazine, Kiler görevlileri ve emektar Çuhadarların naklini emretmiş ve sayılarını 40’a çıkarmıştır. Bu bağlamda Has Oda, Hırka-i Saadet ve Emânet-i Mukaddese’nin İstanbula getirildiği tarihten sonra yapılan bir örgütlenmeyle tam bir nizam altına alınmıştır. Hırka-i Şerif dairesinin altında iken Sultan IV. Murad zamanında terk edilerek Hırka-i Saadet’in karşısına yeni bir “Has Oda” bina ettirilmiştir.

Daha sonra Mukaddes Emanetler, Taht Odası ile Emânet-i Mukaddese Hazinesi’ne konulmuşlardır.

n Mukaddes Emânetler

Mübarek emanetlerin saklandığı “Hırka-i Saadet Dairesi”nin taşlıkları “sim sakaların” her gün gümüş kaplar içinde getirdikleri temiz sularla yıkanırdı. Çeşitli işler için kırk kişi çalıştırılır, bunlardan dördü sıra ile her gece dairede kalarak sabaha kadar Kur’an okurlardı.

Mukaddes Emânetler şunlardır:

1- Hırka-i Saadet: Eshab’dan Hz. Kâab bin Zübeyr’ in takdim ettiği (Kaside-i Bürde) den gayet mahzuz olan Hz. Peygamber sırtından çıkarıp Kâab’a giydirdiği Hırka-i Şerif’dir. Hırka-i Saadet sonra Ümeyye halifelerine daha sonra Mısır Hazinesine geçmiş ve Yavuz Sultan Selim tarafından İstanbul’a getirilmiştir.

2- Sancak-ı Şerif ; 3- Miftah-ı Şerif (Kabe- i Muazzama anahtarı), 4-Hz. Peygamber’in Uhud savaşında düşman tarafından atılan taşla kırılmış dişi, 4- Kadem-i Saadet nişânesini hâmil taş (Hacer-i Şerif) , 5-İki adet Nalın-i Saadet, 6- Hz. Peygamber’in seccâdesi, 7- Halife-i Peygamber’in (Ebubekir-i Sıddık)’ın seccâdesi, 8- Hz. Peygamber’in Kılıcı’nın kabzesi, 9- Kavs-i Peygamberî (Ok ve yay), 10-Birisi Şuayb Peygambere ait iki adet “Âsâ-yi Şerif, 11-Hz. Peygamber’in Tenceresi, 12-Hz. İbrahim’in Tenceresi, 13- Hazret-i Peygamber’e ait olan mukaddes eşyalardan başka halife ve diğer peygamberlere ait eşyalar Topkapı Sarayı’nın Taht Odası’nda yer almaktadır.

(b) Dördüncü Yer (Harem-i Hümâyun)

En iç bölüm olan “Dördüncü Yer”de Padişah’ın hayatının geçtiği “Dâr üs-Saade” bulunur. Cülûs ve bayramlaşma törenleri, Ayak Divanları burada Akağalar Kapısı önünde yapılır. Sefer’lerde de Sancak-ı Şerif burada ihrac edilip kapı önüne dikilirdi.

Boğaziçi’ne bakan bu bölümde Bağdad ve Revan Köşkleri, (Sultan İbrahim’ in) Sünnet Odası, diğer müştemilat ve Sarayburnu’ na geçit veren Üçüncü Kapı yer alır.

n Padişah’ın Evi: “Dâr üs-Saade”

“Saray-i Hümâyûn” denilince bütün “Saray” anlaşılırdı. “Dâr üs-Saade” ise bu bütün içinde Padişah’ın devamlı oturduğu mekândır. Bu mekân “Harem-i Hümâyun” ve “Selâmlık” kısmı olan “Enderûn-i Hümâyun”dan ibarettir.

“Harem-i Hümâyun” mescid’leri, has odaları, husûsi daireleri, yatakhâneleri, yemekhâneleri, okulu, meşkhânesi, hamamları ile yaklaşık 400 odadan oluşan bir kollektif mekânda, acemi câriye’den Vâlide Sultan’a, Harem ağası’ndan Dârüssaade ağası’na, başhazinedara, başmusahibe kadar sıralanan mevki ve mertebelerde görev yapan yüzlerce insanın “Teşrifât-ı Kadîme” ve özel yasalarla yönetilerek birlikte yaşadığı büyük bir kurumdur.

Harem Topkapı Sarayı’nın Üçüncü Yer’inde ve Ayasofya cihetinde çok kalın, yüksek duvarlarla , deniz tarafından ise bir sürü has bahçe ile çevrilidir. Üstelik bostancıların sıkı kontrolu altındadır. Hünkâr dairesinin etrafında Harem’in başı sayılan valde sultan ve kadınların daireleri yer alır. Valde sultan dairesi ise şehzadelerin daireleri, ikballer, ustalar, kalfalar ve câriyelerin sofalarıyla kuşatılmıştır.

Hanım sultanlar, kısa bir süre içinde Harem’den ayrılacaklarından, eski Padişahların evlenmemiş kızları da Eski Saray’da yaşadıklarından bunlar için Harem çatısı altında özel bir daire bulunmaz.

Diğer taraftan şehzadelerin sancakbeyliği yapmaları, çoğunlukla annelerinin de onların yanında oturması, daireleri halkının da onlarla beraber gitmesi sebebiyle, On beş ve On altıncı yüzyıllarda Harem’in nüfusu daha az olduğu görülmektedir. Ancak On yedinci yüzyılda veraset sisteminin değiştirilmesi, şehzadelerin Harem’de hapis hayatı yaşamaları, Harem’e bir Şehzadeler Dairesi’nin ilâvesini gerektirmiş, böylece kadın efendiler ve şehzadelerin Harem’e bütün maiyetleriyle yerleşmeleri, Harem nüfusunu arttırmıştır.

Harem’in içinde harem ağalarının bile dolaşmaları kısıtlanmıştır. Harem halkıyla ya perde arkasından ya da yüzlerine bakmadan başlarını yere eğerek konuşmak zorundadırlar. Bir zuhurat meydana geldiğinde devlet erkânın kadınları, Padişahlara yüzleri açık olarak takdim olunur. Oysa Padişah kadınlarını erkekler göremezler. Nitekim Harem ağaları bile Harem’e girerken “destur” diye bağırırlar, oralarda bulunanları uyarırlardı. Halvet sırasında ise her taraf perdelerle sıkı surette kapatılırdı. Diğer taraftan Harem içinde kadınların örtülü dolaşmaları ve sessiz olmaları gerekliydi. Padişah’la karşılaşmaları ise saygısızlık sayılırdı.

Harem binasını oluşturan kompleksin biri Üçüncü Avlu’da “Kuşhane Kapısı”, diğeri de İkinci Avlu’da Kubbealtı’nın arkasına düşen “Araba Kapısı” olmak üzere iki kapısı vardır. Asıl girişi Araba Kapısı’ndandır.

Plan olarak yüzyıllar boyunca çeşitli padişahların devirlerinde yapılmış birbirlerine labirent oluşturacak biçimde çok karışık biçimde eklenmiş dairelerden, bir çok görkemli salonlardan ve bunların arasında kalmış avlulardan oluşur.

Harem’i oluşturan bağımsız binalar birbirlerine kapılarla bağlanmış ve hepsinin çatıları da birbirine eklenmiş olduğundan, bunları inşası yüzyıllar sürmüş muazzam bir yapı olarak kabul etmek mümkündür.

En önemli bölüm olan “Valde Sultan Dairesi”ne, Valide Taşlığı (Harem Taşlığı da) denilen taş döşeli dört köşe bir avluya açılan kapısından küçük bir dehlizle girilir.

Yine Valide Taşlığı’na açılan “Aş Kapısı” adını verilmiş bir başka kapının önünde, üzerine bütün Harem için gelen yemek tepsilerinin konulmasına mahsus taş tezgah bulunur.

Valide Sultan dairesi bir oturma odası, bir koridor, bir yemek odası, bir yatak odası ve arkada da bir hamamdan ibarettir. Buradan Mimar Sinan yapısı bir şaheser olan üzeri büyük bir kubbe ile örtülü mekâna geçilir. Buradan da Haremin en büyük ve en ünlü salonu Hünkar sofası (yemek odası)’na ulaşılır.

Diğer taraftan Harem’in gözetimiyle görevli Harem ağaları ve musahiplerin bulundukları daireleri de “Harem” kapsamında düşünmelidir.

Harem’in cümle kapısından girilince karşılaşılan “Nöbet Yeri”nde haremağaları hizmete hazır olarak beklerler.

Harem ile Enderûn arasında zenci harem ağalarının ve kızlarağası (Darüs’saade ağası)’nın dairesi yer alır.

 

n Padişah’ın Sofrası

Padişah yazın günde dört defa sofraya oturur, fakat kışın daha az yer. Kendisi sofrada bağdaş kurarak oturur. Sofra, etrafı çok defa iki parmak yüksek, som gümüş büyük bir siniden ibarettir. Som altından mamul ve mücevherle müzeyyen diğer sofrası daha vardır ki bu, senede ancak üç dört defa kullanılır. Yemek esnasında, Padişahın dizleri üzerine geniş bir peşgir konur, diğer bir peşgir de sol kolu üzerindedir. Bir yanında, nefis cinsten üç aded ekmek bulunur ki bunlar yalnız Padişah’ın şahsına mahsus olmak üzere Bursa’da yetiştirilen buğdaydan yapılır. Bu ekmek, Saray korularında özel olarak beslenen çok sayıda keçinin sütü ile yoğrulmuştur.

Padişahın şahsına mahsus Mutfak, şafak vaktinden evvel çalışmağa başlar. Zira Padişah sabah erken kalmak itiyatında olduğu ıçin yiyeceklerini daima hazır bulundurmak lâzımdır.

Yemek kapıağası’nın huzurunda hazırlandıktan sonra kapaklı altın sahanlara konur. Ağalar, yemeği, mutfağın dışında duran diğer bir kapıağasının elinden alırlar, sofraya diz çökmüş vaziyette hizmet eden adamlara teslim ederler. Otuz sahan içinde çok çeşitli et yemeği getirilir. Sofra vidalı olup Padişahın istediği tarafa döndürülebilir, çünkü o, eti kendisi bizzat parçalar. Sofrada asla bıçak kullanılmaz. Et gayet yumuşak pişirilmiş olduğundan, Padişah onu parmaklarıyla kolayca parça haline getirir. Sofrada tuz bulundurulmaz ve yemeklerde baharat konulmaz, zira hekimler mutbakta onların kullanılmasını men’etmiştir.

Osmanlı Sarayı’nda konuk yabancı elçilere, protokolde önde gelenlere Has Sofra adıyla yemek verilirdi. Ikinci derecede görevlilerle onlara bağlı kişilerin yemek yedikleri sofraya da Harc-ı Sofra denirdi. Has Sofra’ya on beş, Harc-ı Sofra’ya ise yedi türlü yemek çıkarılırdı.

n Padişah’ın Namaz İbadeti

Padişah sabah namazlarını Saray Cami’inde cemaatle birlikte kılar. Ayasofya Cami’inde okunan ezanla birlikte Saray müezzini de ezana başlar. Zaten ezanı bekleyenler koğuşlarından çıkarak ve Padişah da Darüssaade ağası ve Enderun ağaları maiyetinde olarak camiye gelirler. Cami önünde silahdar, çuhadar, anahtar ve peşkir ağaları tarafından karşılanırlar. Padişah hünkar mahfeline çıkar, diğerleri etrafında yerlerini alırlar. Sabah namazı böylece kılındıktan sonra padişah mabeyne geçer. Padişahın camiye gelemediği özel durumlarda Darüssaade ağası ve silahdar ağa camide bulunurdu. Hilafetin Yavuz Sultan Selim’le Osmanoğullarına geçişinden sonra, Padişah, cuma namazını selâmlık merasimi düzenlenerek selâtin camilerden birinde kılması adet oldu.

c. Saray Halkı

Bâb-ı Hümâyûn’da Kapı Ağası’nın buyruğu altında nöbet tutan çok sayıdaki bevvaban (kapıcı) ve Kapıcı Ocağı askerleri ile “Mâliye Hazinesi”, “Saray Hastanesi”, “Başbaki Kulu Dairesi”, “Şehremini Dairesi”, “Darbhane”, “Cebehane” dairelerinde bulunan görevlilerle başlayan Saray halkı, Birun, Enderun ve Harem-i Hümâyun halkından oluşmaktadır. Özellikle Birun’da devlet dairelerinin ve “Ehl-i Hiref bölükleri”nin bulunması ve burada bulunan görevliler, Saray halkının gündüzleri çok daha fazla olmasına sebep olmaktadır. Bununla beraber Saray halkının değişmez sayısı binleri bulur.

(1) Birûn Halkı

Osmanlı Devletinde sadrazam başta olmak üzere bütün devlet memurları Saray’ın Birûn bölümüne bağlı kabul edildiklerinden “Birûn halkı” ya da “Birûn ricâli” olarak anılırlardı.

Birûn halkı içinde “Padişah hocası, hekimbaşı, kehhâlbaşı (göz hekimlerinin başı), cerrâhbaşı, müneccimbaşı ve hünkâr imamı gibi ulemâ sınıfını oluştururdu.

“Rikâb-ı Hümâyûn ağaları” Birûn halkının ağalar sınıfıdır. Bu ağalar “mîr-i âlem, kapıcılar kethüdası, kapıcıbaşılar, çavuşbaşı, şikar ağaları denilen çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı’lar, mîrahur, çaşnigirbaşı”lardan ibarettir.

Ancak Seyfiye tarikine mensup olmakla beraber “Yeniçeri ağası, Altı Bölük ağaları denilen sipah, silâhdar, gurebâ-yı yemîn, gurebâ-yı yesâr, ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr ve Cebeci, Topçu ve arabacıbaşı” da “Bîrun ağaları” olarak anılırlardı.

Saray emini, Matbah-ı Âmire emini , Darbhâne emini, imrahor ve arpa emini ise “ümenâ” (eminler) sınıfını oluştururlar.

Diğer taraftan müteferrikalar, teberdârân, “peyk” denilen haberciler, ile ülkenin en usta “hattat, nakkaş, kuyumcu, hakkâk, gibi sanatkârları ve çamaşırcılar, terziler, mücellid, mürekkepci, saatçi, okçu, yaycı, silahçı, bıçakçı, dülger, çilingir, kandilci, demirci, dökümcü ” zenaatkârlarının bağlı oldukları “Ehl-i Hiref bölükleri” vardı.

Saray’ın her bakımdan güvenliğini sağlayan sayıları 600’e kadar ulaşmış Saray kapıcıları, baltacılar ve toplam 650 kişiyi bulan 20 Bostancı bölüğü de Birûn halkındandır.

n Saray Kapıcıları

Sarayın en dış kapısı olan Bab-ı Hümâyûn’u koruyan Saray kapıcılarına “bevvâbin-i Bab-ı Hümâyûn” ve Babü’s-Selâm’ı (Ortakapı) korumakla görevli olanlara da “bevvâbin-i Dergâh-ı Âli” deniliyordu. Saray’daki haremağalarına hizmet eden “bevvabin-i Sufiyan-ı Kule” denen ayrı bir kapıcılar sınıfı daha vardı.

Kapıcılar asıl görevleri olan Saray kapılarının güvenliğini sağlamak dışında, Divan’a gelenlere kılavuzluk eder, Divan’da verilen dayak cezalarını mahallinde uygularlardı. Kapıcı bölüklerine, Birûn halkının Aşçı, Helvacı, Ekmekçi cemaatlerinden ve Bostancı Ocağı’ndan terfi edenler geçerlerdi. Bab-ı Hümâyûn kapıcıları yükselirlerse Dergâh-ı Âli kapıcısı olurlardı. Kapıcılara da kapıkulları gibi üç ayda bir ulufe ödenir, her yıl elbise bedeli ve bayram harçlığı verilirdi.

Babüsselam’ı bekleyen Dergâh-ı Âli kapıcıları görevleri gereği kimseyi silahlı olarak içeri bırakmazlar, Divan-ı Hümâyûn toplantılarına gelen dava ve dilekçe sahiplerine de refakat ederlerdi. Divan’ da verilen dayak cezasını da hemen uygularlardı

Birûn ahalisinin bir bölümü de, ilerde görüleceği gibi, “kapıya çıkarılan” Enderûnlu’lardır. Nitekim Enderun gibi, Birûn’dan da on beş kadar Sadrazam ve pek çok devlet erkânı çıkmıştır.

n Kapıcıbaşılık

“Serbevvâbin-i Dergâh-ı Âli” ya da “serbevvâbîn-i Dergâh-ı Muallâ” olarak da bilinir. Fatih Kanunnamesi uyarınca en kıdemli kapıcı olan kapıcıbaşının asıl görevi, her gün, Babü’s-Selâm’da (Ortakapı’da) çok sayıda kapıcıyla birlikte gece-gündüz nöbet tutmak, gümüş asalarıyla Divan’ın kapısında beklemek, elçilerin kollarına girerek Padişah’ın huzuruna çıkarmaktı. Divan-ı Hümâyun toplantısından sonra verilen yemekte de Sadrazam’a hizmet ederlerdi. Toplantı günlerinde Kubbealtı erkânını karşılayıp gerekli merasim yapıldıktan sonra refakat ederlerdi.

Ancak beylerbeyi ve vezirlere verilen gizli emirleri, önemli fermanları iletmek, siyasî idam kararlarını yerine getirmek, Eflak, Boğdan ve Erdel beyliği ya da voyvodalığına yeni atananlara görev yerlerine kadar eşlik etmekle de görevlendirilirlerdi.

Zamanla Saray Mabeynciliği görevlerini de üstlenen kapıcıbaşı, Rikâb ağaları arasında yer alır. Divan toplantılarına da katılırdı. Başlangıçta yalnız bir kapıcıbaşı, On altıncı yüzyılın ortasında dört kapıcıbaşı varken On sekizinci yüzyılda yüz elli’ye kadar yükseldi. Kapıcı bölüklerinin artmasıyla kapıcıbaşılar da çoğaldı ve aralarında en kıdemli ikisine “başkapıcıbaşı” denildi. Başkapıcıbaşı, kapıcıbaşıların ve tüm kapıcıların amiriydi, Padişahın atının dizginini tutardı.

Kapıcıların kıdemli ve eski olanlarıyla, eminlik, nazırlık, mütesellimlik, voyvodalık yapan taşra ileri gelenlerine ve vezirlerin yetişkin oğullarına da rütbe olarak kapıcıbaşılık verilirdi.

Gündelikleri 100 akçe (On yedinci yüzyılda’da 150 akçe) olup kendilerine 19 bin akçelik tımar tahsis edilmekteydi. Kapıcıbaşılar dört yüz bin akçe tımar ile sancak beyliği alarak ya da vezirlik rütbesi ile beylerbeyi olarak Saray’dan çıkarlar, dış göreve gönderilirlerdi. Bunların üstünde de “kapıcılar kethüdası” bulunmaktadır.

On sekizinci yüzyıldan başlayarak kapıcıbaşı görevi, bir makam olduğu kadar bir rütbe olarak, özellikle âyânlara verilmeye başlandı.

(2) Enderun Halkı

Enderun halkı, Üçüncü Yer’de bulunan Kiler-i Hassa, Has Oda, Hazine-i Hassa, Üçüncü Ahmed Kitaplığı, Akağalar Koğuşu, Kethüda Dairesi ve Kuşhane’ de çalışan görevliler ile Harem halkı, Enderun ağaları ve Enderûn Mektebi gılmânânı’ndan oluşurdu.

(a) Enderun Ağaları

Enderun ağaları, kimi zaman Enderun ricali ya da Enderun erkânı unvanlarıyla anılırlardı. Babüssaade ağası (Kapı ağası) Enderun ağalarının başıdır. Kapı ağası Padişah’ın yazılı emirlerini takip ettiğinden günün herhangi bir saatinde kendisiyle görüşebilirdi. Başka bir deyişle Padişah’ın özel kâtibi durumundadır. Dolayısıyla devlet erkânı da Bâbü’s-Saade ağası’na yazı gönderir ve devamında aralarında doğrudan yazışmalar olurdu.

Teşrifat’ta Bâbü’s-Saade ağası sadrazam ve şeyhülislâm’dan sonra gelirdi. Padişah’ın emirlerinin takibi ve koordinasyonlarını sağlamak için maiyetinde “Kapı oğlanı” adıyla 30-40 kişi bulunurdu. Bu arada Padişah’ın şahsi hizmetinde bulunan miftah ağası, peşkir ağası, şerbet ağası, ibrik ağası da kapı ağası’nın emrindedirler.

Enderun’un ikinci sırada gelen önemli ağası sembolik anlamda onursal görevi “padişahın destarını hazırlamak, namaz seccadesini yaymak olan” ama aslında Hazine-i Hassa’dan sorumlu olan hazinedarbaşı ağa’dır. Üçüncü önem sırasında yine onursal görevi padişah’ın sofra hizmetinde bulunmak, aslî görevi ise Saray kilerini ve kilercileri denetlemek, sofra takımlarını korumak olan “kilercibaşı” bulunmaktadır. Dördüncü sırada gelen “Saray ağası”nın görevi ise maiyetinde ağalardan 40 kişi ile Saray’ın korunmasına nezaret etmekti.

Enderun ağalarının diğer büyükleri “hasodabaşı”, “silahtar”, “çuhadar”, “rikabdar”, “kapıcıbaşı”, “bostancıbaşı” ağalardır.

 

n Enderun Mektebi

Enderun Mektebi devletin asker ve mülkî yüksek kademe yöneticilerini yetiştirmek için özel eğitim veren bir öğrenim, eğitim ve uygulama yüksek okuludur. Bu bağlamda öğrenciler eğitimleri başlar başlamaz belirli düzeylerde uygulama sorumluluğu üslenirler. Hizmet başarıları, kişilik nitelikleri, görev anlayışları için de özel bir defter tutulur ve çalışma kapasiteleri belirtilirdi. Hem öğrenci ve hem de hizmet eden içoğlanlarına “Enderun ağaları” (veya Gılmânân-ı Enderun yahut Yeni Saray içoğlanları), kısaca “enderunlular” denilirdi.

Saray hizmetlerinde çalışacak içoğlanlarının yetiştirilmesi için Enderun Mektebinde meslek ve protokol dersleri yanında Kuran, Arapça, Farsça, hüsn-i hat (Hat sanatı) ve musikî öğretilir, ayrıca güreş, koşu, yay çekme çalışmalarına ve silah eğitimlerine de katılırlardı. Başarı gösteremeyenler 18-20 akçeyle silahtar ve sipahi bölüklerine dağıtılırlardı.

Enderun’da ilk sınıflardan olan Büyük Oda’nın ustası olan Saray kethüdası’nın emrinde odabaşı, imam, külhancı gibi görevliler vardı. Diğer taraftan “halife” denilen 12 kalfa, içoğlanlarının inzibatını temin ederdi. Altı sınıftan ibaret bu okulda, başarılı olanlar bir üst odalara geçerlerdi. Bunlar eğitimin herhangi bir yerinde yeterli görülmezlerse, ya da bir kusurları olursa o sırada bulundukları seviyenin gerektirdiği bir görevle “taşra” çıkarılırlardı.

Başlangıçta Enderun ağaları ve içoğlanlar evlenemezlerdi. Ancak, Onsekizinci yüzyılda evleri Saray dışında olmak ve evlilere haftada bir gün ev izini verilmek üzere evlenmelerine izin verildi.

Bu mektepden yetişenler müezzinbaşılık, berberbaşılık, tüfekçibaşılık, başlalalık gibi görevlerle işe başlayarak üzengi ağalıklanna kadar ilerler, daha sonra “kapıya çıkarılıp” ya taşraya yönetici olarak, ya da Birûn hizmetlerine geçirilerek fırsat bulursa sadrazamlığa kadar yükselirlerdi. Enderun’dan 56 adet sadrazam çıkmıştır.

(b) Harem Halkı

Harem-i Hümâyûn’a getirilen acemi câriyeler önce Enderûn Mektebi usûlünde iki odalı bir mektebin “şâkirde”ler sınıfında İslamî bilgiler ve görgü eğitimine tâbi tutulurlardı. Bu kısımda yeterince eğitilirler ve sonra “gedikliler” sınıfına alınırlardı. Artık kendilerine derecat’tan geçerek “Gözde, İkbâl, Başikbâl, Haseki ve Başhaseki” unvanlarına giden yol açılmış olurdu.

Acemi câriyeler Padişahın husûsi hizmetlerine bakan gedikli, kalfa, usta, hazinedar gibi câriyelerin denetim ve gözetiminde yetişirler. Aralarından seçilen “gözde”ler daha sonra “ikbal”ler içine alınırdı. Padişah kadınlarından biri ölür ya da gözden düşerse ikbal’lerin en kıdemlisi “başikbal” onun yerine geçer ve “kadın” pâyesini alırdı. Bununla beraber Padişah’dan çocuğu olan ikballer sıra beklemeksizin “kadın”lar arasına katılırdı.

n Haremağaları

Mısır valileri Kızıldeniz kıyılarında Arap köle tüccarlarınca hadımlaştırılmış köleleri Padişah’a armağan olarak gönderilirdi. Harem-i Hümâyûn’a gelen hadım edilmiş köleye “en aşağı” denilirdi. Daha sonra “Acemi Ağalar Koğuşu”nda eğitildikten sonra “nöbet kalfası, ortanca ve hâsıllı” unvanlarını alırlardı. En kıdemli “hâsıllı” yükselince, “yaylabaşı gulamı”, “Eski Saray Başkapı gulamı” ve “Yeni Saray ağalığı” unvanını alırdı. Yetenekli olanlar son aşama sayılan “kızlarağası” olurdu. Bunlar dışında vâlide sultan ağaları, şehzade koruma ağaları, Harem-i Hümâyun Mescidi imamı ve müezzini olan ağalar, hazinedar ağa, oda lalası, Hazine kethüdası da saygın haremağalarıdır.

Zenci haremağaları dışında “akağalar” da vardı.

n Akağalar

Akağaların aslî görevleri Sarayın iç kapıcılık yapmaktı. Akağaların özelliği Enderûn’a alınıp yetiştirilmeleridir. Böylece Saray adâbını en ileri derecede öğrenmekte ve Has Oda eğitimi aldıklarından dolayı Padişah’ın yakın hizmetlerini de üslenmektedirler. Bu bakımdan akağalar Padişahın günlük hayatı içinde yer alırlardı. Yine bu sebepten ötürü Enderûn Mektebi’nde eğitim gören içoğlanlarına Padişaha hizmet etmenin kurallarını öğretirlerdi.

Akağalar “peşkir, ibrik ve şerbet gulamı, Başkapı, İkincikapı, Üzengi ağası” hizmetleri yaparlar, başeski ağa olurlardı. İçlerinden hasodabaşı, hazinedarbaşı, kilercibaşı, Saray ağası ve Saray kethüdası olanlar da çıkardı.

Bununla beraber akağaların klasik görevleri Akağalar Kapısı olarak da bilinen Enderûn’a giriş veren Bâbü’s-Saade’yi ve Hazine, Kiler ve Mutfak bölümlerini beklemektir. Amirlerine, kapıağası ya da Bâbü’s-Saade ağası denirdi. Kapıağası, (daha önce açıklanan özelliklerinden ötürü) Padişaha doğrudan arz’da bulunabilirdi. Bu da ona Saray içinde sadrazama eşit bir saygınlık vermekteydi. Taşra (dış göreve) çıkan kapıağalarına vezirlik rütbesi verilir ve eyâlet valiliklerine gönderilirlerdi. Hatta aralarından sadrazamlar da çıkmıştır.