C. VAKIFLAR

İslâm toplumlarında sistemli “karşılıksız hizmet” “Vakıf” müessesesi ile sağlanır. İslâm hukukuna göre vakıf, “Yararları insanlara ait olmak üzere Allah’a adanan ve zaman süresi ile tahdîd edilmeksizin temlik ve temellükten habs ve men’ edilen mal”dır.[575] İslâm vakıflarında gâye “kurbet” kasdıdır. Yâni vakfın Allah rızâsi için yapılması ve hizmetin “sevab ve ibâdet” nitelikli olması gereklidir. Böylece vakfedenin irâdesi peşinen yönlendirilmiş olmaktadır. Diğer taraftan vakıf bir başka kutsal kavram olan “bekâ” fikrine istinat eder.[576] Görüldüğü gibi esas açısından bir hukuk kurumu olan Osmanlı vakıflarının kendine özgü kavramları ve özel bir hukuk terminolojisi vardır. Hayır müesseseleri biçiminde kurulmuş vakıflarda intifâ hakkından (kullanım), diğerlerinde ise bağışlanan malın gelirinden yararlanılır. Bu nedenle vakıfnamelerde bağışlayanının ağzından naif konuşma dili ile yapılmış anlatımın yanında güçlü bir hukuk dili ile yapılmış açıklamalar birlikte bulunur.

İslam inancında bir Müslüman ölümünden sonra devam eden bir hayır bıraktığı takdirde “sevab defteri” kapanmaz. Vakıf ise nass’ın koruması altına alınmış “ebedî” bir hayırdır. Dolayısıyla Osmanlı ülkesinde Padişahları başta olmak üzere sadrazamlar, devlet ricâli ve ümerâ ile diğer varlıklı kişiler sayısız vakıflar yapmışlardır.

1. AMAÇ

Vakıflar yalnız ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi toplumsal temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, dul kadınlara yardım, fakir kızlara çeyiz temini, düşkünlere bakılması, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, muhtaç kadınların çocuklarını bir yerde toplayarak onlara süt annelerin tayin edilmesi, yetim fakir çocukların korunması, hizmetçilerin kırdıkları kap-kacak ve testi gibi malzemelerin ödenmesi, kimsesiz fakirlerin cenazelerinin defni, zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar ve hatta, yollara atılan pisliklerle balgamların kaldırılması, duvarlara, helâ kapılarına yazılan çirkin yazıların sildirilmesi gibi akla gelebilen tüm toplumsal ihtiyaçları gidermek, sıkıntıları hafifletmek amacıyla sürekliliği olan nakdî, aynî gelirler ve arazîler vakfedilmiştir.

Nitekim zorhâne, cündî , pehlivan tekkeleri gibi kuruluşlar, ya da Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi olan “Okmeydanı” ve benzerleri, kemankeş zâviyeleri[577] gibi vakıflar, çağdaş anlamıyla spor faaliyetleri yapılan vakıf müesseseleridir. Orduya nişancı, okçu, binici yetiştiren bu vakıf tesislerinde eğıtilen sporculara maaş bağlanıyordu.

Sel, yangın, hastalık, fakirlik, vergi borçları gibi zarûretlerin giderilmesi, âcizlerin doyurulup giydirilmesi, tedâvi edilmeleri, iş yapacaklara sermâye bulunması, borçtan mahkûm olanların borçlarının ödenmesi için “avârız vakıfları” olarak bilinen bir vakıf kategorisi vardır. Bu bağlamda yalnız İstanbul’daki imâretlerde günde 30.000 kişiye parasız yemek veriliyordu.

Vakıflar başlangıçta tayin ve azilleri kadı tarafından arz edilen vakıf mütevellileri ile idare olunmuşlar, kadı ve vakıf müfettişleri tarafından denetlenmişlerdir.

Padişah vakıfları ise önceleri sadrazam, vezirler, daha sonra şeyhülislamlar, nihayet (Saray’da Padişahın vekili sayılan) babüssaade ağaları taraf ından idâre edilmiş ve denetlenmişlerdir.[578]

Bunlar dışında “avârız vakıfları” gibi bazı vakıflar mahiyetleri icâbı devlet murakabesi olmadan yalnızca mütevellilerin idaresinde yönetilirler.

Bu toplum faydaları dışında, geliri kısmen ya da tamamen vâkıfın evlâd ve ahfâdına tahsis edilmiş, mülkiyetin dağılmaması için bir tür vasiyetnâme mahiyetinde vakıflar da kurulmuştur. Bunlara “zürrî” vakıflar denilirdi.

n Vakfiye’ler

Osmanlı hükümdarlarına ait bilinen ilk vakfiyye Orhan Bey’e aittir. Vakıf yapmak isteyen dileğini “vakfiyye” denilen bir senetle belirtir. Kadıya müracaat ederek senedi mahkeme siciline kaydettirir. Bu vesika artık “vakıf senedi”dir. Tescil işleminden sonra kanunlaşır. Üstelik İslâm Hukuku’na göre “Vâkıf’ın şartı, şârî’in nassı gibi” yâni Kur’an âyetleri hükmünde olur ve değiştirilemez. Artık Padişah dahil herkes bu senedin hükümlerine uymak zorundadır.

Diğer taraftan Padişahlar bile bu yol’dan gitmeğe, yâni kendi vakfiyyelerini mahkeme siciline kayıt ve tescil ettirmeğe mecburdurlar. Aksi halde vakfiyyelerinin “nas’lar” niteliğinde hükmü olmaz. Yalnızca Padişahî bir emir niteliğinde kalırlar.

Bir vakfiyyede önce kurucunun adı, künyesi, lâkâbı, şöhreti, unvânı gibi kendisini iyice belirleyen bilgiler bulunur. Daha sonra ne maksatla bu vakfı kurduğu, isteklerinin neler olduğu açıklanır. Bu isteklerinin yerine getirilebilmesi için kurulan vakfa terk ve tahsis edilen gelirlerin neler olduğu, nerelerden ne miktar para veyâ mal temin edileceği belirtilir. Bu gelirlerin hangi oranlarda nerelere ve kimlere sarf edileceği açıklanır. Nihayet Allah rızâsı için yapmak istediği bu arzusunu yerine getirmeyenlere, parasını yiyenlere yahut başka yerlere sarf edenlere uhrevî bir cezâ şartı olarak uzun beddualar edilir.

2. YÖNETİM

Osmanlı Devleti’nde padişahlar, vezirler, yüksek görevliler ve halktan zengin olanların ülkenin çeşitli yerlerinde yaptırdıkları cami, medrese, mektep, han, hamam, kervansaray, tekke, zaviye, çeşme, yol ve köprü gibi sayısız vakıf eser kurumların işletilebilmesi, onarım ve bakımlarını sağlamak için yönetimi “evkaf nazırı” denilen görevlilere bırakılmıştı.

Osmanlı ülkesinin üç kıt’a üzerinde genişlemesi ve iktisadi gelişmesi sonucunda vakıfların da sayısı çok arttı. Dolayısıyla başlangıçta yalnızca sadrazam’ın nezaretine bırakılmış olan vakıf yönetimi genişletildi. On altıncı yüzyıla gelindiğinde sadrazam yetkisinde bulunan tüm vakıfların yönetimi onun adına reisülküttab’ın, ulema ve meşâyihin nezaretinde bulunan vakıflar şeyhülislam’ın, Hanedan’a mahsus vakıfların yönetimi de kapı ağası’nın nezaretine bırakılmıştı.

Bununla beraber vakıf‘ların ve tesislerinin sayısı artmağa devam edince Galata, Üsküdar Eyüp kadıları, kaptanpaşa, Yeniçeri ağası, sekbanbaşı, bostancıbaşı gibi yüksek devlet memurlarının sorumluluğuna bırakılanlarla beraber İstanbul’daki evkaf nezaretlerinin sayısı on ikiye yükseldi.

Sultan I. Abdülhamid kendi yaptırdığı vakıf tesislerine Bostancıbaşı ve Harem-i Hümayun Evkaf Nezaretlerini de ekleyerek “Evkaf-ı Hamidiye ve Mülhakatı” adıyla yönetimini Darbhane Nazırlığı’na verdi (1777). Sultan II. Mahmud döneminde bu nezaretin adı “Evkaf-ı Hamidiye ve Mahmudiye” biçiminde değiştirilerek kapsamı genişletildi.[579]

n Sosyo-Politik ve Ekonomik Denge

Şerî hukukun hakimiyetinde yönetilen Osmanlı devleti’nde bir dinsel hukuk kurumu olan vakıflar pek çok hayır işlerini ve hizmetlerini bazan bütünüyle, bazan kısmen üslenmekte ve böylece merkezî yönetime katkılarda bulunmaktadır. Üstelik vakıflar “ebedî” olarak tasarlanmış olduklarından “Devlet-i ebed müddet” açısından da yaptıkları hizmetler (en azından teorik olarak) geçici sayılamazlar.

Ülke toprakları bütünüyle mirî’ye ait sayıldığından, herhangi bir arazî parçasının vakıf statüsüne geçirilebilmesi de ancak Padişahın “temliknâme”si alınarak mümkün olabilir. Başka bir deyişle bir arazî parçasının vakıf olarak temliki ancak devletin katkısı ile sağlanabilir. Diğer taraftan da vakıf idarelerinin nâzır, mütevelliler ve diğer görevlilerinin tayinleri ve hizmetlerinin denetimi işlerini devlet üslenmiştir. Dolayısıyla Osmanlı vakıfları devletin de katılımda bulunduğu yarı resmî kamu hizmeti kurumları gibi düşünülebilir.

Bu bağlamda vakıfların devlet yönetimine sosyo-politik denge anlamında bir desteği vardır. Gerçekten de Seyfiye tariki mensuplarına tımar, zeamet ve has verilirken İlmiye tariki mensupları da vakıf yönetimlerinin nâzır, mütevelli ve diğer görevlerine tayin edilerek, bu iki yönetici sınıf arasında bir anlamda nemâlanma dengesi sağlanmaktadır.

Böylece Seyfiye ve İlmiye tarikleri arasında gelir farklılaşmasından doğacak bir rekabetin devlete yansıyabilecek huzursuzlukları da, Hazine’den hiç para çıkmadan önlenmiş olmaktadır.

3. KURUMLAR

Osmanlı vakıf kurumlarının yaptıkları hizmetlerin hem kamu vicdanı ve hem de psiko-sosyal yapı üzerinde devlet lehine olumlu etkileri olmuştur. On sekizinci yüzyılın sonlarında vakıf gelirlerinin tüm devlet gelirlerinin hemen hemen yarısı; tımar ve zeamet gelirlerinin ise vakıf gelirlerinin yarısından daha az olduğu göz önüne alınırsa, geleneksel kültürümüzde Osmanlı vakıflarının halka hizmet konusundaki önem ve değeri daha açık anlaşılabilir.

a. Avârız Sandıkları

Olağanüstü hallerde toplanan avârız vergisi’nin savaşlar sebebiyle devamlılık kazanması İstanbul’da ve taşrada da hayır sahiplerini “avârız sandığı”nı kurmaya yöneltti.

Avârız sandıklarının sermâyesini ya bir hayır sahibi ya da esnaf ve mahalleli arasında para toplanarak kurulan, mahalle halkının bağışları ve adaklarıyla yaşayan “avârız vakfı” sağlar.

Hastalık dolayısıyla acze düşenlere, fakir cenâzelerinin kaldırılması, cami, mescid, taş mekteplerin onarımı, ısıtılmaları, aydınlatılmaları, ve kaldırımlarla su yollarının bakım ve tamiri, imam, müezzin ve muallim ücretleri ve diğer avârız vergileri bu vakfın gelirleriyle karşılanırdı. Vakfın yöneticisi mahallenin ileri gelenleri arasından seçilir, kadı siciline kayıt edildikten sonra Padişahın beratı ile görevine resmen başlardı.

Bu vakıfların “galle”si, yâni mahsul ve kira gibi “nemâ”ları, köy halkının avârız ve ihtiyaçlarına sarf olunmaktaydı. Hatta bu vakıfların kapsamı çoğu kez geniş tutuluyor, mahallede ve esnaf loncalarında hastalık dolayısiyle çalışarak geçimini sağlamaktan âciz kalanlara yardım, fakirlerden ölenlerin techiz ve tekfini, mahallenin kaldırımları, su yolları gibi yerlerin tamirleri için kullanılabiliyordu.

Bu bağlamda düşünülürse avârız vergisinin, halkın dayanışma duygularının organize edilerek avârız vakıflarının sağlanması açısından “faydalı olduğu” bile söylenebilir.

Avarız vakfı paraları “avârız sandıkları”[580] denilen “kasa”larda saklanırdı. Dolayısıyla memleketin her tarafında sermayeleri kurulan avarız vakıfları, halkın teberruatı ve adaklariyle vücuda gelmiş avârız sandıkları vardı. Esnafın veya mahalle halkından ihtiyaçları olanlara avârız sandıkları maddî yardım eder ve birbirine bağlı (müteselsil) kefaletle az bir faizle para verilirdi.

b. Sağlık Kurumları

Selçuklular döneminden beri Anadolu’da hastanelere “Dâr üs-sıhha”, “Dâr üş-şifâ”, “Dâr ül-âfiye”, “Dâr üt-tıb”, “Bimaristan”, “Bimarhâne” gibi çeşitli isimler verilmiştir.[581] Diğer taraftan yalnız İstanbul’da Fatih, Süleymaniye, At meydanı, Haseki ve Üsküdar’da Dârüşşifa ve Bimaristan adıyla bilinen 5 büyük kurum vardır.[582]

İlk Osmanlı sağlık kurumu 1389’da açılan Bursa Yıldırım Darüşşifası’ dır. Bunu yüzyıllar boyunca açılan diğerleri takip etti.[583]

Bu hastahanelerin vakıf olmaları, Osmanlı toplumunda sağlık hizmetlerinin parasız yapılacağı anlamını da beraberinde getirmiştir. “Parasız tedâvi” kavramının günümüzdeki anlamı dışında hastaların evlerine dönüş paraları da kendilerine verilirdi. Parasız tedâvî yapılan hastahânelerde hem hekimler, hem de hastalar arasında müslim, gayrimüslim ayırımı yapılmıyordu. Gayrimüslimler de aynı şartlarda yararlanabilirlerdi. Ayrıca “Tababette hâzık, ilmiyat (teorik bilgi) ve ameliyatta (uygulama, tatbikat, operasyon) mahir olsun da hangi din ve milletten olursa olsun” bu kurumlara tabib (doktor) olabileceği belirtilmiştir.[584] Ancak evli, bekâr ve kadın hastalar ayrılmışlardır. Yalnız kadınları kabul eden hastahâneler vardı.

Hastahanelerin mescidi, hamamı ve çamaşırhânesi vardır. İmam ve diğer görevlilerin maaşları, hastaların giydirilip doyurulmaları kadı tarafından tayin olunan mütevelli vasıtasıyla vakıf gelirlerinden sağlanmaktadır.

Medrese mimarisinde olduğu gibi, hastalara kapı ve pencereleri iç bahçeye açılan ocaklı odalar verilmektedir. Darüşşifâlar hastaların ve tabiblerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak mimarî bir kompleks olarak yapılırlardı. “Külliye” denilen bu manzume içinde cami, medrese, imâret, hamam ve misafirhane bulunurdu. Hastaneler imâretler çevresinde bulunurlardı. Böylece hastaların yedirilmesi, giriş ve çıkışlarında misafir edilmeleri, dini ihtiyaçları ve asistan doktorların barınacakları ve ders görecekleri mahaller temin edilmiş olmaktaydı.

Meselâ Süleymâniyye Darüşşifasında 1 baştabib, 2 tabib, 2 kahhâl (göz hekimi), 2 cerrah, 1 eczâcı, 2 eczâcı kalfası, 1 ilâç kilercisi, 1 ilâç vekilharcı, 1 kâtib, 1 kapıcı, 1 kâsekeş, 2 aşcı, 4 kayyum, 2 odacı, 4 sucu, 2 çamaşırcı, 1 berber ve 1 tellâk görev yapmaktadır.

Yabancı gezginlerin anlattıklarına göre On altıncı yüzyıl sonlarında İstanbul’da herbiri 150 ilâ 300 hasta alabilen 119 hastahâne bulunmaktaydı.

Hastaların ve hekimbaşı, hekim, kehhâl (göz hekimi), müderris, muid, cerrah, kırık-çıkıkçı, eczâcı, müdür, vekilharc, kâtib, kayyum, imam, müezzin, eczâcı kalfası, edviyye dövücü, attar, ilaç vekilharcı, ilâc kilercisi, mahzen âmiri, kâsekeş, şerbetçi (sirop hazırlayıcı), ferraş, hastabakıcı, çamaşırcı, bevvab, berber, tellâk, aşçı, ekmekçi, sucu ve kapıcı gibi tüm görevlilerin görevleri ve her birinin sayıları ve verilecek yevmiye ve yapılacak diğer masraflar vakıf senedinde belirtilmiştir. Bu giderler vakıf nâzırlarıyla mütevellileri tarafından yönetilen ve devlet tarafından denetlenen vakıf gelirlerinden sağlanmaktaydı. Fatih Sultan Mehmed vakfiyesinde geniş bir müstahdem (görevli), tabib (doktor) ve cerrah (operatör) kadrosunun dökümü verilerek yapabilecekleri ve alacakları gündelikler gösterilmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın vakfiyesinde kapsam daha da genişletilmiştir.[585]

Fatih Sultan Mehmed’ten sonra bimarhane vakfeyleyenler vakfiyye’lerine hastaların rahatlarını sağlamak için çeşitli maddeler ilâve etmişler, meselâ haftanın belirli günlerinde hastaları eğlendirmek için çalgı çaldırılmasını bile istemişlerdir.[586]

Akıl ve ruh hastalarının müzikle tedavî eden bimarhâneler yapılırken cüzzâm gibi döneminde çaresiz olan bir hastalık için de cüzâmhâneler açılmıştır. En tanınmışları Üsküdar, Sıvas, Kastamonu, Kayseri ve Edirne, Bursa, Kıbrıs’ta Lefkoşe, Girit’te Kandiye kalesi dışındadır. Halk arasında “miskinler tekkesi, miskinler zaviyesi, miskinler dergâhı, mesken-i miskin, miskinhâne” gibi değişik isimlerle tanınmaları bu kurumların yaygınlığını ve yardımlaşma açısından verilen önemi de belirler. Bu yerler cüzâmın bulaşıcılığı nedeniyle şehir dışında yapılmışlardır. Cüzâmhâne bulunmayan yerlerde dış mahallelerden biri cüzamlılara ayrılır ve şehire girmeleri engellenirdi.

Hekimlerin dahiliye, göz, kulak hastalıkları, ruh hastalıkları, kırık, çıkık ve cerrahî gibi ihtisas bölümleri vardı. ilaçların hazırlanması ve tatbikinden hekimler sorumluydular. Ölenlerin eşyaları vârislerine verilir, kimsesizlerin eşyaları satılarak hastahane’ye “irâd” kaydedilirdi.

Ilıca’lar

Küçük kasaba ve şehirlerin bazılarında çermik, kaplıca, ılıca denilen banyo yapmaya mahsus yeraltı suları yahut bileşimindeki kükürt, soda ve diğer maden tuzları bulunan sıcak veya soğuk suların çeşitli hastalıklara iyi geldiği söylenen içmeler ve hamamlar bulunurdu. Genellikle birer sanat eseri olarak meydana getirilen bu tesisler hem temizlik, hem toplum sağlığı ve hem de tedavi kurumlarıdır.

c. İmâretler

İmâret mutfaklarından yapılan ekmek ve aş dağıtımlarından «amme-i fukara»’nın büyük bir çoğunluğu ile birlikte medrese öğrencileri ve geniş bir softalar zümresi faydalanmaktadır.[587]

Diğer taraftan imâretler yolculukları da kolaylaştırmaktadır. Dolayısıyla fikir ve mal değişimi, iletişimi; din ve kültür birliğini kurmak, yoksullara yardım, ümitsiz kişilere bir çıkış sağlamak, gibi dinî vecîbeleri sistemli ve etkin biçimde yerine getirmek yanında sosyal ilişkiler dengesinde yatıştırıcı bir rol oynamak gibi insânî gâyeleri vardır.[588] Ancak imâret’in amacı “kurbet ve Allah rızası” olduğu ve vakfiye tarzında yapıldıkları için “Sultanın nâm ve şânını her tarafta yayarak siyasî kudreti arttırmak” amacına bağlı oldukları düşünülmemelidir.

İmâret sistemi etrafındaki hayır, şefkat, sıhhat, ilim ve temizlik kurumlarıyla, özellikle küçük şehirlerin gelişmesinde önemli katkıları olan bir kompleks’tir.

“Hayrat” Hizmetlileri

Fâtih Cami’i kadrosunda 1 hatib, 2 imam, 12 müezzin, 6 kayyum, 4 kandilci ile kütüphâneci, bahçıvan, helâ hademesi, denetçi gibi zarurî personelden başka; 20 aded her biri «kelime-i tevhid»i her gün 3.500 kerre tekrar edecek “müsebbih”(tesbih eden), 20 nefer hergün Kur’andan bir cüz’ okuyan “cüzhan hafız”, 6 “musallî” (salâ verici) ve 10 “devirhan hâfız”, 2 buhurcu, (her biri her gün 1000 def’a. “Allâhümme salli ‘alâ..” deyen) 10 salâvatcı ve bir mu’arrif (du’acı) mevcuttur. Aynı gekilde gece ve gündüz fasılasız olarak Kur’an okunmasını temin için, Fâtih Sultan Mehmed’in Türbesi’nde (üç ayrı ekip halinde çalışan) 36 hâfız ve zevcesinin türbesi için 30 hâfız vazifelidir.

Sultan II.Bayezid’in Edirne’deki imâretine âit câmi’in kadrosunda da, 1 hatib, 2 imam, 4 müezzinden başka; 30 hafız, 10 devirhan, 5 en’âm okuyucu, 1 hoşhân (Peygamberin medhiyelerini okuyan) ile birlikte her gün her biri sabah namazlarından sonra 10.000 kere “lâ ilâhe illallah” diyecek 7 nefer «mühellil» ve yine her biri aynı şekilde 10.000 def’a “allahümme salli ‘alâ..” diyecek 7 salâvatcı mevcuttur.

Süleymâniye camiinde de imam, hatip, kayyûm, kandilci ve süpürücü gibi zarurî hizmetlilerden başka, 24 mûezzin, 10 «devirhân», 30 ar kişilik dört gurup halinde devamlı olarak çalışan 120 «cüzhân», 41 En’âmcı, 20 «mühellil», 10 salavâtcı ve 6 «musallî» mevcuttur. Padişahın türbesinde (Kur’an’dan «cüz» okumakla vazifeli) 90 «cüzhân» ve 40 hâfız, Hürrem Sultan’ın türbesinde de aynı işlerle görevli 90 kişilik bir «cüzhân» kadrosu vardı.

İmâretlerin muhtelif tesislerinde, meselâ, Fâtih İmâreti kadrosundan maaş alan vazifelilerin sayısı 496 yı bulmaktadır ve bu 496 kişinin 95’i câmi’de vazifelidir. Geriye kalanlardan ancak 36 sı imâretde, 30’u dârüşşifa’da vazifelidirler ki, ekmekçi, aşçı, doktor, ilâç hazırlayan bulaşık ve çamaşır yıkıyan, kapıcı gibi imâretin türlü sosyal yardım hizmetlerini bilfiil temin eden bu kadroları son derecede lüzumlu saymak icab eder. Aynı biçimde, 8 medresenin (Sahn-ı Seman Medreseleri) mensuplarının sayısı da 186’yı bulmaktadır. [589]

d. Tavhaneler, Kervansaraylar, Meşruta’lar

İslam kültüründe yolculuk ve yolcuların özel yeri vardır. Her müslüman ömründe en az bir kere Hac yolculuğu yapmakla mükelleftir. Üstelik Kuran’da zekâtın verilebileceği kimseler arasında “ebnâ-yi sebil” (yolcular) da bulunmaktadır. [590]

Tavhane “parasız kalınan otel veya misafirhane”dır. Uzun bir süre yolculuk ederek yollarda eziyet ve sefâlet çekmiş olan garibe ve fakir kimseler şehirlere ve kasabalara ulaştıklarında bu kurumlarda ağırlanır, üç gün yer, içer ve yatarlardı. Bunlar bu süre içinde “misafir” sayılır, kendilerine “taba ve takat” gelir, şehirde yerleşecek bir yer bulurlardı.[591] İlk dönemlerdeki “tavhaneler”in camilerin “son cemaat” yerlerinde olduğu anlaşılıyor.[592]

Hayvan ve eşyalarıyla yolculuk yapanları ağırlamak için yapılmış Vakıf kervansaraylarında konaklama, yem ve yemek bedava olurdu.[593] Ancak buradaki konaklamanın uyulması gereken örf, adab ve kuralları vardı.

Meşruta’lar görevlilerin parasız yararlanmalarına tahsis edilmiş bugün “lojman” dediğimiz türden yapılardır. Görev mahallerinin civarında ve imâretlerin çevresinde yapılırlardı. Şehirde bir süre kalacak olan görevlilerin yerleşim sorunlarını çözümlerdi.

e. Arastalar, Kapalı Çarşılar, Bedestenler

“Arastan” Farsça “süslemek” anlamına gelmektedir. İmâretlerin etrafında bir ölçüde sıralı ve sistemli yapılmış dükkanlar mimari bir çevre süslenmesi niteliğinde olduklarından bunlara da “arasta” denildiği anlaşılıyor.[594] Sultanahmed Camii etrafında tamir edilen dükkanlar, Veznecilerde Kuyucu Murad Paşa külliyesi önündeki sıra dükkanlar da “arasta”dır. Şehzâde Cami’i civarında eskiden “Direklerarası” adıyla bilinen yer başlangıçta bir “Terlikçiler Arastası” idi.[595]

Arastaların önündeki yolların üzerleri genel olarak açıktır. Dükkanların önündeki yolların üzerleri tonozlarla kapatılırsa “kapalıçarşı” meydana gelir. Bu tür çarşılar “büyükçarşı, kapalıçarşı” dediğimiz ve ana caddesi Bayezid ve Nuruosmaniye Camileri arasında bulunan çarşı gibi zaman içinde ticari isteklere paralel olarak organik biçimde gelişebilir.[596]

Ancak Eminönü’ndeki Mısırçarşısı’nda olduğu gibi belirli mimari bir plana bağlı ve değiştirilemez biçimsel nitelikli de olabilir.

Bedesten, kıymetli eşyanın satıldığı bir kapalıçarşıdır. Kapalıçarşı içinde “Cevahir Bedesteni, İç Bedesten” gibi ayrıca kapıları olan bir kaç sokak veya özel bölümler de vardır.

f. Ticaret hanları

Hanlar arasta ve kapalı çarşıların civarındaki ticareti yoğun semtlerde yapılırlar. Eski hanlar oturmak ve yatmak için olduğu kadar alışverişe de yararlardı.[597] İstanbul’da “çarşı” mahiyetinde 468 han vardı.[598] Bunlar arasında bugüne kadar gelebilmiş veya yahut yok olmuş 102 adedinin isimleri ve yerleri bilinmektedir.[599] Kare yahut dikdörtgen biçimli Osmanlı hanlarının plan prensipleri beş yüzyıl boyunca bozulmamıştır. Şehir yollarının organik topografyasına uygun biçimler alabilecek taş yapılardır.İki veya bazan üç avlu olabilir. Zemin katlar ardiyye’dir. Üst iki kat (ender olarak üç kat) odaları “ticarethane”lere ayrılmıştır. Avluya bakan odaların önünden galeri bulunur. Üst kat galeri tonozla örtülüdür. Kullanım olarak yolcu hanları, ahırlı ve ahırsız hanlar, misafirhane hanları ve ticaret hanları olarak sınıflandırılabilir. Tüccarların gecelemeleri için yapılmış olanlarına “hacegan hanı”, kırsal kesimden göç eden işsizlerin kaldıklarına da “bekar odaları” denilmektedir.

Ticaret hanlarının en önemli özelliği gecelenmeyişidir. Genellikle her han bir ticaret veya iş koluna ayrılmıştır. Örneğin İstanbul’da Çuhacı, Sofçu, Pastırmacı, Astarcı, Sarraf, Kebancı, Kuşakçı, Çorapçı, Perdahçı, Sepetçi, İğneci, Kaşıkçı, İplikçi, Sabuncu, Şekerci, Yelkenci hanları isimleriyle anılan hanlar bu türdendir.[600] Diğer taraftan külliyelere (imâretlere) dahil vakıf hanları da vardır.

Bununla beraber İstanbul’da bazıları Valide Hanı, Vezir Hanı, Çuhacılar hanı gibi büyük ve meşhur olmak üzere, içlerinde tüccarların, sarrafların ticarethaneleri de bulunan irili ufaklı 40 adet han vardı. Bu hanlarda 2500- 3000 kadar yolcu ve bekâr oda tutarak kalabilirdi.

4. GAYRİMÜSLİM VAKIFLARI

İstanbul’un fethinden sonra ibadethaneler, onlara bağlı hayır kurumları ve bostanlar gayrimüslim vakıflar yoluyla Rum ahâlinin elinde kalmakta devam etti. Osmanlı reayası olan gayrimüslim toplulukların yararlandıkları “kendi kilise ve havralarına âit kuruluş ve vakıflarını gözetilmeleri ve korunmaları hakkı” yeni fethedilen ülkelerin gayrimüslim ahalisi ile devlete vergi vermeyi kabul etmiş olan örneğin Rodos, Sakız adaları ve Dubrovnik Cumhuriyetlerinin ahalisi gibi komşu Hıristiyan hükümetçiklerin halklarına da tanınmıştır.