Devlet’in resmî dini olan İslam, doğal olarak Osmanlı kültürünün de temel ögesidir. Bu bağlamda devlet (güncel terimleriyle) medenî hukuk, borçlar hukuku, verâset hukuku, şahsî hukuk, ticaret hukuku, milletlerarası hukuk alanlarında hükümleri Kur’an emirleriyle çatışmayan fermanlar ve kanunnameler yayımlayarak, yüksek din eğitimi veren medreseler açarak, ibadethaneler yaparak, vakıfların kayıt ve denetimlerini üslenerek toplumun dinsel hayatına çeşitli katkılarda bulunduğu açıktır.
Diğer taraftan toplum içinde yer alan çeşitli kitleler İslâm’a farklı açılardan bakmaktadır. Örneğin Medrese (ya da İlmiye) İslâm’ı “akıl”, tarikatlar de “gönül gözü” ile görmektedirler. Fütüvvet anlayışı Sekizinci yüzyıldan beri[956]dünyevî değerleri İslam değerleriyle yorumlamağa çalışmaktadır. Toplumun geniş bölümü de İslâm hakkında bütün bu anlatılanları günlük akılla algılayıp geleneklere, âdetlere dayalı bilgi ve yöntemlerle yorumlamaktadır.
Anadolu’da yerleşik Osmanlı halkının dinsel yaşamını Selçukluluar ve Beylikler döneminin devamı olarak görmek doğaldır. Bununla beraber Osmanlı öncesi dönemlerden günümüze ulaşmış bazı belgelerde[957]Anadolu halkının dinî yaşamı ihmal ettiklerine dair bilgilere de raslanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı ferman ve kanunnâmelerinde “terk-i salât” edenler hakkında yer alan zorlayıcı hükümlerin[958]Osmanlı yönetimince bu durumun dikkate alınmasından kaynaklandığını düşünebiliriz. Nitekim Fatih Sultan Mehmed’in bir fermanında yöneticilere “namazın terk edilmesiyle mescidlerin harabe haline geldiği belirtilerek, târik-i salât olanlara ta’zir-i bi’d-darb (dayak) ve ta’zir-i bi’l-mal (para cezası) verilmesi için namazcı adıyla yasakçılar tayin edilmesi” emredilmiştir.[959]Bu hüküm Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim’in kanunnâmelerinde devam ediyor.[960]Ancak Yavuz Sultan Selim’in Kanunnamesi’nde de “bi-namazlar’ın tedibi” hakkında özel bir hüküm bulunmadığı gibi, «emr-i şer’î muteberdir, kanunu yoktur” kaydı da düşülmüştür.[961]Diğer taraftan Şeyhülislâm Ebussu’ud Efendi’ye göre de “namaz kılmayanlardan şer’an para cezası alınamaz”[962]Gerçekten de Mâliye gelirlerinin ihale yöntemiyle götürü olarak tahsile verildiği bölgelerde muhassılların ana gelir kaynakları örfî vergiler ve para cezalarıdır. Dolayısıyla kadı’ların re’sen görevlendirdiği namazcı’ların “namazı terk etti” suçlamasıyla para cezası vererek ya da para cezasına dönüştürülebilen dayak cezası uygulayarak reâyâ’ya zulüm yapmaları mümkündür.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde ise para cezası kaldırılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman bu konudaki fermanında[963]“...halkın farz ve vâcib’leri uygulamakta gevşek davrandığı, mescidlerin çoğu yıkılma derecesine geldiği halde tamir ve yenilenmediği[964]; bazı imamların Kur’an-ı Azîm’i hatasız okuyamadıkları, namazın erkânını bilmedikleri, hatta imamlığa mâni halleri bulunduğu halde imamlık yaptırıldığına[965]dair şikayetler geldiğini belirttikten sonra vilayet kadısı’nın ileri gelenler arasından bitaraf kişiler seçip bu durumları yerinde görüp incelemesini, namazı terk edenler tenbih ve tehdit edilerek beş vakitde namaz kıldırılmasını, kaçanların ve inat edenlerin hakkından gelinmesini, harap olan mescidlerin mütevellilerine vakıf gelirleriyle tamir ettirilmesini, vakfı olmayan şehir ve köy mescidlerinin kendi mahalle ve köy halkına tamir ettirilip yeniletilmesini, ihtiyaç duyulan nesnelerin bildirilmesini; imamlık yapamayacak olanların görevleri ehil kişilere tevcih edilip Merkez’e bildirilmesini; herkesin hakkına riayet edilmesini, garaz ve taassup’tan, hele bu bahaneyle kimsenin ırzına ve malına hâlel getirilmesinden, emirlere aykırı işler yapılmasından kaçınılmasını; bazı vilayet kadılarının “namazcı” görevlendirerek reayaya eziyet ettiklerini, bundan böyle kimsenin namazcı olarak ta’yin edilmemesini, fermanda emr olunan hususları kadı’nın bi’z-zat görüp hilâf-ı şer’-i şerif olmadan ve kimseye zulüm etmeden görevi ifa etmesini[966]” istemektedir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın namazı terk edenlere karşı para cezası uygulamasını şeriat hükümlerine aykırı görerek yasaklayan bu fermanı, hem örfi hukukun şer’î hukuk otoritesi altında bulunduğunu açıkça belgelemekte ve hem de toplumun dinî hayatı ile devlet ilişkisinin boyutlarını bir ölçüde açıklamaktadır.
Bununla beraber devlet ricâli arasında terk-i salât edenlere baskı yapılmasından yana olanlar da, risâle biçiminde kaleme aldıkları görüşlerini, önerilerini çeşitli yollarla Padişah’a kadar ulaştırmaktadırlar.[967]
Dolayısıyla devletin “naks-i din”i önlemeğe yönelik (örneğin “târik-i salât olanlar”, ramazan’da “alenen naks-i sıyâm edenler”, içki içenler üzerindeki) baskısı çeşitli zamanlarda yayımlanan fermanlar ve uygulamalarla devam etti.
Vahy, hadis ve sünnet’lere bağlı her türlü dinî ve tarihi oluşumlar, medreselerde Kur’ân ve Hadis ilimleri[968]ile diğer âlet İlimler[969]olarak okutulmaktadır. Dolayısıyla İlmiye görüşü itikad ve ibâdet açısından yapılan değerlendirme ve yorumlamalarda formel kesinlik arayan rasyonel bir anlayışı temsil eder.
a. Medrese Öğretimi
On dördüncü yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı medreselerinde fıkıh hâkimiyeti, ehl-i Sünnet gelenekçiliği ağırlığını hissettirmeğe başlamıştır. Tasavvuf çevreleri ile mevcut ilişkilere rağmen medresede tarikatlere soğuk bakan bir görüş ayrılığı oluşmuştur.[970]Bu bağlamda ulemâ kesimi tekke erbabı tarafından “ülemâ-yi rüsum” (resmî ulemâ) olarak nitelendirilmekteydi. Diğer taraftan din olgusunu akıl gözüyle gören medreselilere “ulemâ-yi zâhir”, gönül gözüyle gören meşayihe de “ulemâ-yi bâtın” denilmektedir.
b. Cami Öğretisi
Vakıt namazlarından sonra müderris, imam, ders-i âm ve hatibler cemaat’den ders dinlemeğe gelenlere din ilmi, İlm-i hâl, risâle-i ahlak gibi ilimleri öğretirlerdi. Bu dersler isteyen herkese açıktır. Bu itibarla camiler yalnız ibadethane değil, aynı zamanda birer “açık öğrenim okulu”dur[971]Ancak Cuma günleri öğle namazı (Cum’a namazı) öncesi gerekli hallerde devletin resmî tebliğlerinin okunup halka duyurulmasına ve açıklanmasına dair bildiri- konferanslara (hutbelere) ayrılmıştır.
Haftanın diğer günleri hergün ve günün her saatinde “kürsü şeyhi” denilen hatiplerin (konferansçıların) verdikleri derslerde ise dinleyicilerin soru ve cevap hakları vardır. Ancak hatibin konuşması “hutbe” dinler gibi sükût içinde dinlenir,[972]müdahale edilemez. Sorular hoca’ya bahis sonlarında yönetilir ve cevapları alınırdı. Zorunluluk olmadan cemaati terk ederek ya da ön safa geçmek için dinleyiciler rahatsız edilemezdi.
Tekkelerde yaşanan İslam anlayışı Osmanlı ülkesinin Müslüman tebaasını en üst tabakasından en alt tabakasına kadar kucaklayan bir dünya görüşü oluşturmuştur. Zaman zaman, Mevlevîlik, Halvetîlik, Celvetîlik ve kısmen Nakşibendîlik Merkezî yönetimle sıkı ilişkiler içinde görünmelerine rağmen Osmanlı tekkelerinde İslâm siyâsî ideoloji haline dönüşmemiştir.[973]
Mevlevîlik, Melâmîlik, Kadirîlik, Rifâîlik, Halvetîlik, Nakşbendîlik ve Bektâşîlik gibi büyük tarîkatların farklı yaşama biçimleri, dünya görüşlerine bağlı olarak farklı duyuş ve düşünüş şekilleri olmakla beraber aslında hepsi birden Tasavvuf bütünü’nün içinde yer alırlar.[974]
Aslında tarikatler (tekkeler ve şeyhler), devlet örgütü içinde yer alan İlmiye tariki karşısında (çağdaş terminolojiyle söylenirse) sivik (civique) toplum örgütleri oluşturarak siyâset ve din ilişkilerini dengelemektedir.
Tarikat örgütlenmesi tekke, zâviye, dergâh, hangâh gibi adlarla anılan yerlerde yürütülür. Tarikatlerde şeyh, mürşid, rehber olarak bilinen manevî makamlar vardır. İslam’ın iman, itikad ve ibâdet’e ait temel hükümleri ile birlikte, örneğin gece namazları kılmak, sürekli ya da gün aşırı oruç tutmak, belirli zamanlarda örneğin haftanın her günü belirli tekkelerde «mukabele-i şerife» okunduğu gibi, Kur’andan belirli sûre ya da âyetler veya vird’ler (belirli dualar) okumak gibi nâfile ibâdetler de yapılır.
“Evrâd ve zikirler” biçiminde belirlenen bu ibâdetler “seyr ü sülûk”[975]ve “fıtam”[976]denilen bir eğitim ve öğrenim yöntemi içinde uygulanır.
Bazı ulemâ tarikatları “ba-şer” (Hak ve İslam’ın şartlarına uygun) ve “bi-şer” (İslam’ın dışına çıkmış, bâtıl) olmak üzere ikiye ayırmışlardır. İslamî tarikatlarda şart ibâdetler haricinde zikir, dua ve merâsimleri birbirinden az çok farklı olmakla birlikte İslâm tasavvufunun Allah’a sevgisi, Allah’a yakınlaşmak, dünyevî değerlerden vazgeçmek , canlılara karşı şefkat ve insan sevgisi gibi umdeleri (kriterleri) hepsinde yer alır.
Şeriat, Hz. Muhammed’in vahîy yolu ile aldığı bilgileri, sözlü “ka’al-i Muhammedi” olarak insanlara ulaştırması, açıklamasıdır. Tarikat ise “ef’âl-i Muhammedî”nin taklididir. Dolayısıyla tekkeler bir anlamda İslâm Peygamberi’nin hayatını öğreten birer halk okuluydular. Hz. Muhammed’e Allah Teâlâ’nın ve âlemlerin sırrı verilmiştir. Hakikat, “Hâl-i Muhammedî”, “marifet” ise “Sırr-ı Muhammedî”dir. O hâlde kişinin anlam ve hikmetlerini anlayarak onun hayatını takliden yaşamayı öğrenmesi, yapması, kendisine “hâl” edinmesi aslında hakikat’e ermesi ve kendisine müsaade edildiği ölçüde Sırr-ı Muhammedî’ye erişmesi demekdir.
Tekkeler herkese açık olmakla beraber, istek kişiden (mürid’den) gelmelidir. Böyle arzu duyan birinin «el verip» şeyhe teslim olması, onun talim ve terbiyesini kabul etmesi gerekiyordu. Sufîlik yolunu seçenler “sâlik” ya da “mürid” olarak bir tarikat’e ve bir tekke’ye bağlanırlar, bunlara “ihvan” (kardeşler) denilirdi.
Eğitimin süresi şeyhin kudreti ve müridin kabiliyetiyle orantılıdır. Diğer taraftan tarikatlere göre uygulanan yöntem değişebilir. Tarikata girmek isteyenler “biat” ve “inabe” adı verilen bir merasimle şeyh tarafindan kabul edilir. Bundan sonra mürid olunur ve tarikatın “adab ve erkân” denilen gelenek ve usûllerini öğrenmek üzere “çile” denilen süreç tamamlanır ve “zikir” eğitiminden geçilir. Örneğin nefsin yedi mertebe (aşama) olduğunu kabul eden tarikatlarde sâlik her mertebede Allah’ın isimlerinden birini zikreder. Bu zikir sırasındaki her aşamada sâlik sırasıyla “nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmaine, nefs-i râziye, nefs-i merziye ve nefs-i kâmile” rütbelerine ulaşır. Hz. Allah’ın bu nefs’lerin her aşamasında zikredilmesi gereken isimleri ise sırasıyla “Lâ ilâhe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum ve Kahhâr”dır. Zikir tarikatlara göre değişik biçimde açık ya da gizli, bireysel ya da topluca yapılır.
Çile’yi tamamlayanlara “çilekeş”, yarım bırakanlara da “çile-şiken” denilirdi. Tarikatın seyr ü sülûk’u öğrenme süresi olan “çile”yi tamamlayan (fıtam) sûfi’lere şeyh tarafından (bazan mühürlü icâzetnâme ya da hilâfetnâme belgesi ile) «irşâd izni» verilerek onların da toplum içinde çevrelerine faydalı olmalarına çalışılırdı.
Çevreleri üzerinde «irşâd» ile mezun olan bu insanların bir kısmının şiir ve nesir olarak tasavvufla ilgili edebî telifat meydana getirerek büyük toplum üzerinde de yüzyıllarca etkili oldukları unutulmamalıdır. Diğer taraftan bazıları şeyhlerinin halifesi olarak tarikatlarını yaydılar. Hatta içlerinden birçokları da asıl tarikatın yeni kollarını kurdular.
Tarikatlar aralarında evrad ve zikirleri bakımından olduğu gibi, şeyh ve müridlerinin giydikleri “tarikat cihazı” denilen taç, hırka, kemer, başlık, külah, ayakkabı; taşıdıkları asa ve benzeri bazı giyim kuşam eşyasının biçimleri ve renkleri bakımından da değişiklikler gösterirler. Örneğin Bektaşi tarikatında On iki İmam’ı simgelemesi için on iki dilimli taç, Mevlevilik’te düz ve uzun, sikke denilen başlık giyilir, Rufaîler ise taçlarına siyah tülbent sararlardı.
Zühd, ibâdet ve iyi davranış üzerine kurulu tasavvufî tarikatlar “tarik-i ahyar” (hayırlılar yolu); benliği çileyle arıtma ve perhiz yöntemini seçenler “tarik-i ebrar” (iyiler yolu) olarak tanınırdı. Zikirlerini genellikle ayakta yapanlara “kıyamî “; oturarak yapanlara “kuûdî ”; gizli zikir yapanlara “hafî ”; açıktan, sesli yapanlara da “cehrî ” denirdi. Zikir yerine cezbe ve vecd ile Allah’a ulaşmaya çalışanlar ise “tarik-i suttar” (şakraklar yolu) adıyla bilinirdi.
Yüzlerce tarikat arasından en yaygın olanlar Ahmediye (Bedevîye), Bayramiye, Bekriye, Bektâşiye, Celvetiye, Gülşeniye, Halvetiye, Kâdiriye, Mevleviye, Nakşıbendiye, Rifâiye, Senûsiye, Şâzeliye idi.
Devlet, tekke tâmirlerine önem vererek tarikat erbâbı ve şeyhlerle olan ilişkilerinde İlmiye tarikinin yönetim içindeki imtiyazlı durumu arasında bir tür denge kurmuştur.[977]Diğer taraftan Memâlik-i Osmâniye’de yayılmış olan tekkeler, dergâhlar ve zâviyelerdeki dervişlerle meşâyih, hem telkinleriyle iç düzenin tesisinde etkili olmakta, hem de halkın şikâyetleri ve eğilimleriyle yönetim arasında bir tür kamuoyu iletişimi sağlamaktadır.
a. Pîr’ler ve Şeyhler
Şeyh, eğer bir tarikatın kurucusu (pîr’i) değilse, onun ya da onu izleyen şeyhlerin halifesi’dir. Her tarikatın merkezi, tarikat pîr’inin bulunduğu ya da yattığı tekkedir. Buralarda belli zamanlarda “uzlet’e çekilen mürid, ibâdet, zikir, riyâzet ve mücahede ile şeyhinin manevî gücüne (ve hatta halk arasında velî’lik mertebesine kadar) ulaşabilirdi.
Her şeyhin Hz. Muhammed’e uzanan ruhanî bir silsilesi vardır. Tarikatler ilk dört halifeden biri aracılığıyla Hz. Muhammed’e bağlanırlar. İnanca göre, Hz. Muhammed dört halifeye ayrı ayrı zikirler öğretmiştir. Her tarikatin silsilesi, bir halifeye kadar uzanarak örneğin Siddıkîye (Bekriye), Ömeriye, Osmaniye, Aleviye (Haydariye) yollarından birinin adıyla anılır. Tarikatler genellikle kurucusu olan şeyhin adıyla tanınır.
b. Tekkeler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yüzyılında Anadolu evliyâlarının türbelerinin yakınlarında zaviye, ribat, hankâh, tekke, dergah adlarıyla anılan tarikat merkezleri kuruldu. Tekke, dergâh ve zâviye’lerin imâretlerin yanında bulunmaları gerekmez. Aksine daha ziyade merkezden uzak, nüfusu az semtlerde, şehir dışlarında tenha yerlerde kurulurlardı.
Tarikat kurucusunun (Hazret-i Pîr’in) türbesinin bulunduğu tekkeye Mevlevilikte “huzur” ya da “huzur-i pîr”, Bektaşilikte “pîr evi” ya da “pîr makamı” olarak adlandırılır. Tarikat ulularının türbelerinin bulunduğu tekkelere “asitâne”, asitanelerin küçüklerine “tekke” ve “dergâh”, tarikat mensuplarının yolculuk sırasında konakladıkları tekkelere de “zâviye” adı verilirdi. Tekkelerin masrafları tekkeye vakfedilen gayrimenkuller ve arazilerin gelirlerinden karşılanırdı.
Tekkelerin mimarî yapısı büyükçe tek oda’dan ibâret olabildiği gibi, birçok yapıların bir arada bulunduğu külliye biçiminde de olabilir. Genel olarak “tekke”ler tarikat pîrinin veya büyüklerinin türbeleri yanına yapılar, harem ve selâmlık daireleri, kütüphane, derviş hücreleri, çile ve riyâzet odaları, mutfak, yamak odası, misafir odaları, haziresi bulunurdu.
Tekkelerde asılı levhalarda “Edep; her şeyin başıdır”, “Tasavvufun tamamı edeptir” “Edepten mahrum olanlar, Hak dergahından kovulur”, “Ayıplarınızı edeple örtünüz”, “Edeb’le varan, lütûfla döner”,”Edeb, sünnete uymaktır” mealinde yazılar bulunur.
Tekke’ler Türk kültürüne, folkloruna ve musikisine katkıda bulunmuşlardır. Halk edebiyatındaki nefes, koşma, destanların bir çoğu “Tekke Edebiyatı” eserleridir. Bir çok musikî üstadı tekkelerde yetişmiştir.
Tekke kelimesi itimat edilecek, güvenilecek yer anlamına gelen “tekyegâh”tan kısaltmadır. Bu anlamda ele alınırsa dinî bir özellik verilemez. Nitekim Okmeydanı’nda Okçular Tekkesi, Zeyrek’te Pehlivanlar Tekkesi, bir tecridhâne yapısında olan cüzamlı hastaların ikamet ettiği Üsküdar Karacaahmed Mezarlığı kenarındaki “Miskinler Tekkesi” bu bağlamda kurumlardır.
Tekke’ler müridleri için dinî hayatın eğitimi için olduğu kadar, sanat ve meslek, iş ahlakı, görgü kuralları gibi konularda da halka açık eğitim müessesesi görevi yapmaktaydılar.[978]Medreselerde müderrisler, mollalar ilimlerin öğrenim ve öğretimi ile meşgul olurlarken, tekkelerde şeyhler müridlerin ruhsal hayatlarını derece derece terbiye eder, İslâm’a yaraşır bir safiyete ve seviyeye yükselmesine çalışırlardı. Tekkeler herkese açık olmakla beraber, istek kişiden (mürid’den) gelmelidir. Böyle arzu duyan birinin elverip şeyhe teslim olması, onun talim ve terbiyesini kabul etmesi gerekiyordu. Bu eğitimin süresi şeyhin kudreti ve müridin kabiliyetiyle orantılıdır. Diğer taraftan metod ve biçimi farklı tarikatlere göre değişebilir. Yetişen müridlere ‘’irşad izni” verilerek onların da toplum içinde çevrelerine faydalı olmalarına çalışılırdı.
Bazı incelemelere göre İslam ülkelerinde tarikatlere girenlerin toplamı halkın % 3’nü geçmez.[979]Mamafih bu yüzdenin erkek nüfus olduğu düşünülmelidir.[980]Bu yüzdeye göre Osmanlı ülkelerinde asgarî 650.000 tarikat erbabı olması gerekir. Bu insanların önemli bir bölümünün “irşad ile mezun” ve çevreleri üzerinde etkili oldukları, bir kısmının şiir ve nesir olarak tasavvufla ilgili divan ve telifat meydana getirdikleri unutulmamalıdır.[981]
Haftanın her günü belirli tekkelerde “mukabele-i şerife” denilen “zikr” yapılırdı. İstanbul’da 260 tekke vardı.[982]Bunların 59’ unda Cuma, 21’ inde, Cumartesi, 43’ ünde Pazar, 5’ inde Pazartesi, 40’ ında Salı, 32’sinde Çarşamba, 81’ inde Perşembe günleri olmak üzere haftanın bütün günlerinde mukabele ve zikir yapılırdı.[983]Haftanın diğer günlerinde de başka tekkelerde mukabele yapılmaktadır.
Fütüvvet ortaçağ İslam dünyasında şehirleşme ile birlikte gittikçe artan esnaf ve sanatkar gruplarını içine alan sosyal bir organizasyon biçimidir. Temeli fütûvvet’in sistemleştirilmiş İslam ahlakı ilkelerine dayanan ahîliğin üyeleri esnaf ve zanaatkarlarla sınırlı değildi. Nitekim ahîlerin ilke, tören, kural ve öğütlerini toplayan kitaplara da “Fütüvvetname” denilirdi. Ancak fütûvvet ilkeleri Anadolu’nun esnaf ve zanaatkar toplulukları içinde İslam-Osmanlı kültürü bünyesinden türemiş “Ahîlik” biçimiyle özgün bir esnaf töresi olarak gelişip örgütlenmiştir.
Ahî, kelime olarak Tasavvuf’ ıstılahında “kardeşim, kardeş, yiğit, cömert” anlamlarına gelir.[984]Diğer taraftan bir tarikat’e ve bir tekke’ye “sâlik” ya da “mürid” olarak bağlananlara da “ihvan” (kardeşler) denilmekteydi. Ahîlerde yeni girenlere şalvar giydirmek, tuzlu su içirmek, saçlarını kesmek gibi fütüvvet töreleri ve törenleri vardı. Ancak bu törenlerin mevlevilik, bektaşilik ve diğer tarikatların ritüelleriyle biçimsel bazı benzerlikler ve farklılıkları vardı. Örneğin Ahî’likte müridlere şedd (kuşak) bağlanıp şalvar giydirilmekte; tarikatlarda ise hırka esas libas olarak kabul edilmektedir. Ahî’lik[985]ile tarikatlerin[986]cemaat içi silsile-i merâtib’leri de biribirinden farklıdır.
Fütüvvetnâmeler[987]12 kişiye şedd bağlamanın haram olduğunu belirtiyor:
1) Müşrik, 2) Münâfık, 3) Gayptan haber vermeği san’at edinen, 4) Şarap içmeyi adet eden, 5) Tellâk, 6) Tellal, 7) Culâh[988]8) Kasap, 9) Cerrah, 10) Avcı, 11) Ammal[989], 12) Madrabaz[990]
Kasapları kan dökdüklerinden, cerrahların taş yürekli olduklarından Fütüvvet yoluna alınmadıkları söyleniyor. Bunlar arasında tellaklar’a «hidmet-i makbuldür» kaydı eklenmekle birlikte “kafirle Müslümanı bir tutmaları”, çullahların «san’atları makbuldür» denilmekle beraber “eksik arşın tutmaları“ yüzünden Fütüvvet’e layık olmadıkları belirtiliyor. Ancak tellaklerle çullahlar, doğru hareket ederlerse Fütüvvet yoluna girebilirler.
Diğer taraftan şu 19 şey Fütüvveti düşürür:
l) Şarab içmek, 2) Zina, 3) Livata, 4) Gammazlık, 5) Nifak, 6) Kibir, 7) Zulüm, 8) Haset, 9) Buğuz, 10) Yalan söylemek, 11) Vaad’ini yerine getirmemek 12) Emanete hiyanet etmek 13) Namahreme şehvetle bakmak, 14) Birisinin ayıbını görmek, 15) Adam öldürmek, 16) Kumar oynamak, 17) Nekeslik 18) Hırsızlık 19) İftirada bulunmak.[991]
Ahîliğin öğreti ve uygulamasındaki amaç, özellikle zenaatkârların ve ticaret erbabının fütûvvet ahlâkıyla bilinçlendirilmeleri ve onu yaşamalarıdır. Dolayısıyla ahî toplulukları birbirine gaye ve faaliyet yolu ile bağlı, belirli bir fikrî birikime sahip insanların oluşturduğu cemaatlerdir. Başka bir deyişle ticarette birliktelik, kazançta cemaat ortaklığı, evsafı yükseltme esastı. Nitekim bozuk, sakat mal satanlar meslekten çıkarılırdı.
Bununla beraber bir meslekte çalışabilmek için, önce onunla ilgili ahî zaviyesine bağlanmak gerekti. Mesleğe çırak olarak başlanır, sonra kalfa ve usta olarak ilerlenirdi. Çıraklar zaviyede “ata ahî” denilen bir usta ve “yol kardeşi” seçilen iki kalfa olmak üzere üç kişinin gözetiminde yetiştirilirdi. Ahî babaları Kırşehir’deki ahî örgütü başkanı şeyhülmeşayih tarafindan gönderilirdi. Ahî şeyhleri, toplum içinde itibarlı ya da ticaretle, tarımla uğraşan varlıklı kişilerdir
Bu cemaatler kavlî, seyfî, şurbî olarak isimlendirilen üç guruba ayrılır. “Kavlî cemaat” sanatkarlardan, “seyfî cemaat” askerlerden, “şurbî cemaat” ise (sanatkarlar ve askerler dışında kalan) halk’tan oluşur. İlk iki cemaate katılmak için sanatkar veya asker olmak gerektiği halde, “şurbî” cemaatine katılmak için sembolik bir sadakat yemini anlamına gelen “şurup (tuzlu su) içmek” merâsimini (ritüelini) tamamlamak yeterlidir.[992]Aslında tuzlu su geleneği yanında helva geleneği, şalvar giydirmek, seccade yaymak, el tutuşmak, namaz kılmak, tövbe telkin etmek gibi cemaatin biçimsel bütünlüğünü sağlamaya yönelik başka ritüeller de bulunmaktadır.
Ahîliğin yükseliş dönemi olan On dördüncü yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu dolaşmış olan İbn-i Battuta seyahatnâmesinde[993]“Ahiyyat ül-fityan”[994]olarak isimlendirdiği ahîlerin gündüzleri çalışıp ikindiden sonra kazançları ahî baba’ya getirdiklerini ve zaviyede bir arada yemek yediklerini, Kur’an okuduklarını, raksettiklerini , zorbaları, zalimleri, edepsizleri ve onlara yardımcılık yapanları yola getirdiklerini, hatta katledip ortadan kaldırdıklarını söyler.
Ahîler şehirlerin toplum düzeni üzerinde güçlü denetim örgütleri kurmuşlardı.[995]Başka bir deyişle Ahî örgütüne egemen sınıflar da giriyor; böylece, kent soyluluğu ile halk kesimleri arasında fikir ve sosyal buluşma oluşuyordu.[996]
Ahîler aba hırka, mest giymekte bellerine iki arşın uzunluğunda bir kuşak sarıp arasına hançer sokmakta, başlarını beyaz keçe külah üstüne iki parmak eninde sof sarıkla örtmektedirler. Başlarına giydikleri külahlarla yeniçerilerin keçe külahları arasındaki benzerlik de oldukça dikkat çekicidir.
Osmanlıların merkezî yönetimi güçlendiği oranda ahîliğin bu tür etkileri azaldı. On yedinci yüzyıldan sonra ahîlik lonca teşkilatı biçimine dönüşmeye başladı. Ahî terimlerinin yerlerini “usta”lık ve “gedik” deyimleri aldı. Cemaate intisab etmek için esnaf, san’atkâr ya da bir meslek mensubu olmak gerektiği gibi[997], loncaya girememiş[998]ve gediği olmayan kişiler de sanat ve ticaretle uğraşamaz oldu.
Halkın hayat tarzı olarak algıladığı ve dünya görüşü olarak yaşadığı İslam, çoğu yörelerde İslam öncesi dönemlerin gelenekler ve hurâfelerle karışık inanç kalıntılarını da barındırmaktaydı. Dolayısıyla otodidakt edinilmiş dinî bilgileri düzeltilmeğe, doğrulanmağa muhtaçtı. Aslında bu bağlamdaki halk algılaması tam anlamıyla mistik bir İslâm tarzı da değildir. Gerçi bazı tasavvufî unsurları bulundurmasına rağmen, tekke ve zâviyelerde yaşanan İslâmî hayat tarzından farklıdır. Ancak temel karakteristiği, tarikat kökenli mistik İslâm anlatısının etkisiyle, gelenekler, örfler ve âdetleriyle belirgin bir evliyâ kültü[999]etrafında toparlanmış olmasıdır. Böylece tarikatler halk içinde yadırganmayan toplumsal kurumlar olarak varlığını devam ettirmektedir.
Diğer taraftan Merkez’den gönderilmiş kadı’ların verdikleri şer’î hükümler, tazir cezaları, şehir içinde yaptıkları teftişler de aslında kitabî İslam’ın uygulamaları olarak halk için öğretici sayılırlar.
Bu bağlamda tekkeler, zâviyeler ve dergâhlardaki sembolik anlatımın çevre üzerindeki etkisi tasavvuf kökenli mistik bir anlayış olarak devam ederken , “ulemâ-yi rüsum” olarak isimlendirilen müderrisler, dersiâmların verdikleri cami dersleri de şehir ahalisinin İslâmı ilmiye anlayışıyla algılamasında belirli ölçüde etkili olmaktadır.