Sadrazam Dîvân’a gelirken önde deli ve gönüllüler yaya, arkalarında ağaları atlı olarak yürürdü. Daha sonra Dîvânî kıyâfet ve mücevveze sarıklarıyla ağalar, başçavuş ve çavuşlar, kâtip ve kethüdâlar, şatırlar atlı olarak ve balıkçıl tüylü sarığıyla muhzır ağa, bostancılar odabaşısı, muhzır ağa neferatı yaya olarak yürüyüp Bâb-ı Hümâyûn’dan geçilirdi. Orta Kapı’da binek taşında indikten sonra Kethüdâ Bey koluna girerdi. Kapı eşiğine gelince durur, sadrazam iltifat buyurduğunda selâmlar ve hizmeti olmayan maiyet erkânı ile birlikte dönerdi. Sadrazam Bâbüssaade’yi selâmladıktan sonra Kubbealtı’na girer, kazaskerler sadrazam’ın yanına varırlardı.

n Oturumlar

Sadrazam ve vezirlerle kendi kapıkullarının Dîvân günlerinde giyecekleri kıyafetler ve binekleri de Kanunnâme’de belirtilmiştir. [321] Sadrazam, başına “kallavî” denilen, yarım endâze’den [322] uzun ve alt tarafı kare biçiminde bir külâh giyip üzerine gayet ince Hint tülbendi sarar ve soldan sağa doğru dört parmak genişliğinde sırma işleme şerit bağlardı. Sırtına “üst” denilen dört kollu ağır sırma işleme kaplı samur kürk giyer, kuşak arasına da murassa’ hançer sokardı.

Vezirler, defterdarlar ve Dîvân’da görevli olanların hepsi tamamlanınca çavuşbaşı sadrazam’ın huzuruna girer “Dîvân hazırdır” diyerek kendisini haberdar ederdi. Bu sırada sakabaşı “Buyur!” diye bağırarak sadrazamın geldiğini belirtir. Dîvân’daki makamına giderken saf halinde dizilen erkân ve görevliler kendisini selâmlardı.

Oturum açılınca tezkireciler Dîvân’a başvuranların dilekçelerini sırayla okurlar, sadrazam bunları dinler ve şeriat ve örfî kanunlara göre çözümler, sonuçlandırır, gerekirse bazı davaları Rumeli Kazaskeri’ne havale ederdi. Hatta dava sayısı fazla olursa Anadolu Kazaskeri’ni de görevlendirirdi. [323]

Dîvân bitince sadrazam kalkar, yine iki tarafı selamlıyarak çıkardı.

Dîvân toplantısı öğleye kadar devam eder, ancak oturumlar sabah namazı sonrasında başladığından yarım günde bir iş günü çalışılmış olurdu.[324] Dîvân’ın toplandığı günlerde devlet erkânına Matbah-ı Amire’den yemek çıkardı. Fatih, Padişahların sadrazam ve Dîvân azalarıyla birlikte yemeğe katılmasını kaldırmış, vezir-i âzam’ın başdefterdar ile yemek yiyeceğini belirtmiştir. Sonraları nişancılar da sadrazam’ın sofrasına katılmışlardır.

n Arz’a Giriş

Dîvân toplantısı ve yemek bittikten sonra sadrazam ve diğer devlet erkânı huzura kabul olunurdu. Sadrazam, Bâbüssaade’ye girişinde biri kürklü, diğeri sâde iki hil’at giyerdi.

Arz Odasına girilince, vezir-i âzam yer öperek Padişah’ın sağ tarafına yaklaşır ve el kavuşturarak durur. vezirler de selamlayıp kıdemlerine göre üzere vezir-i âzam’ın alt yanına ellerini kavuşturarak dizilirler. Vezir-i Âzam arz’a başlayınca vezirler sol tarafına geçip biraz uzaklaşırlar. Arz tamamlandıktan sonra “İzn-i Hümâyûn” çıkar, vezir-i âzam yer öper, vezirler de onun peşinden Padişah’ı selamlayıp Arz Odasından çıkarak Dîvânhaneye giderler.[325]

Yabancı devletlerin elçileri “Galebe Dîvânı” denilen özel bir törenle Kubbealtı’nda kabul edilirdi.

n Ulûfe Tevzi’i

Kapıkulu askerlerinin ulûfe dağıtımı için yapılan törene “Ulûfe Dîvânı” veyâ “Ulûfe Telhisi” ya da “Galebe Dîvânı” denirdi. Salı günleri yapılması da kanundu. Kapıkulu askerinin her orta ve bölüğünün ulûfesi ağızları mühürlü ayrı keselere konmuş olarak Kubbealtı yanındaki Hazine Odası önüne küçük tepeler hâlinde yığılan para torbaları Devletin azamet ve şevketini bir kez daha gösterirdi. Kapıkulu ocaklarının her bir ortasından gelen temsilciler, kendilerine ait olan miktarı teslim alırdı. Bu nedenle İstanbul’a gelen yabancı elçilerin kabul törenleri de aynı güne raslatılır ve kendisine seyrettirilirdi. Bu sırada askere de çorba ile pilav ve zerde çıkarılır, çorbanın içilmemesi askerin hoşnutsuzluk alâmeti sayılırdı. Her ulûfe dağıtımında sadrazam’a serâsere kürk verilirdi.

n Elçilerin Kabûlü

Müslüman devletlerin elçileri Dîvânhane’ye girdikleri sırada başta vezirler olmak üzere devlet erkânı ayağa kalkar. Sadrazam elçi’yi oturmuş olduğu halde kabul eder. Elçi sadrazam’ın eteğini öptükten sonra nişancının oturduğu sofanın Dîvânhane kapısı haricinde olan tarafına otururdu.

Hıristiyan devletler elçilerinin karşılanışı Tevki’î Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi’nde şöyle anlatılır: ”Amma kefere elçisi ise Dîvânhane’ye karib geldikte vezir-i âzam hazretleri abdesthaneye karib varır. Elçi Dîvânhane’ye vardığı gibi vezir-i âzam hazretleri dahi abdesthane’den çıkıp makamına gelir. Ol saat vüzera ve sair erkân kıyam ederler, elçi Vezir-i âzam hazretlerinin eteğin öptükten sonra Dîvânhane kapısı semtinde vüzera-yi izâmın mukabelesinde iskemle üstüne oturur.”

n “Galebe“ Dîvânı

Müslüman ve Hıristiyan devletlerin elçileri Huzur’a Salı günleri “Galebe Dîvânı” sırasında kabul edilirlerdi. Meşin torbalar içinde ulûfe parasının küçük tepeler hâlinde yığılışı ve paraların dağılışı sırasında yeniçerilerin yaptıkları tören onlara seyrettirilerek devletin haşmet ve kudreti gösterilmek istenirdi.

Arz odasına kabulünden evvel elçiler için Saray mutfağından çıkarılan yemek İslam ve Hıristiyan devletleri elçileri ve sadrazam’la birlikte aynı sofrada yenilirdi. Elçi kabul günlerinde nişancı ile defterdar, sadrazam’ın sofrasına oturmaz, onlar için ayrıca hazırlanan sofrada yemek yerlerdi.

Elçi maiyetindekiler de ikişer, üçer veya daha fazlası için yeni sofralar kurulur, bu sofralarda defterdar, nişancı ile birlikte yemek yerler, hatta kaptan paşa’nın sofrasına da oturtulurlardı. Ancak kazaskerlerin sofrasına yabancıların hiçbiri kesinlikle oturtulmazlardı. Yemekten sonra elçiye gülsuyu ve buhur verilirdi. Kısa bir dinlenmeden sonra teşrifatçı elçiyi kaldırıp hil’at veya kürk giydirmek üzere Babüssaade Kapısı’na getirirdi. Burada elçinin Dîvân tercümanı, başkâtibi ve diğer önemli adamlarına da “ruznamçe” defterinde özellikleri gösterilmiş olan hil’atler giydirilirdi.

(2) Diğer Dîvânlar

Dîvân-ı Hümâyûn’da önemli devlet işleri ve şikâyetler dışında kalan diğer hususların karara bağlanması da bir alt Dîvân’a bırakılmıştı. Gerçekten, düzenli olarak belirli günlerde toplanan Dîvân-ı Hümâyûn’da sonuçlanmayan veya görüşülmesine gerek olmayan daha önemsiz işleri veziriâzamlar “İkindi Dîvânı”nda; aralarında önem dereceleri ve konuları daha da önemsiz olanlar daha alt Dîvânlarda çözümlenmektedirler.

Vezir-i Âzam’ın başkanlık ederek “İkindi Dîvânı”, “Cum’a Dîvânı” ve “Çarşamba Dîvânı” adlarıyla kendi konağında topladığı kurumlaşmış Dîvânlarla Dîvân-ı Hümâyûn’un yükü hafifletilmeğe çalışmaktadır.

Diğer taraftan çok önemli ve âcil durumlarda bizzat Padişah’ın başkanlığında Dîvânlar kurulabilmektedir.

(a) İkindi Dîvânı

Kısaca söylenirse Dîvân-ı Hümâyûn, Padişah Dîvânı olmasına karşılık, İkindi Dîvânı Sadrazam’ın Dîvânıdır. Nitekim “Sadrazam Dîvânı” ya da “Dîvân-ı Asâfî” olarak da anılır. Böylece veziriâzamın Padişah adına vekil olarak başkanlık ettiği Dîvân-ı Hümâyûn ile doğrudan doğruya kendi başkanlığında olan İkindi Dîvânı arasında bir anlamda yetki sınırı da çizilmiş olmaktadır. Ancak bu sınır ölçüsü her hükümdara, ya da her sadrazama göre değişir.Başka bir deyişle, ana sorunlar dışında nelerin Dîvân-ı Hümâyûn’da görüşüleceği konusunda tam bir açıklık bulunmamaktadır. Dîvân-ı Hümâyûn’da bazan çok basit, önemsiz davalar bile dinlenebilmektedir. Bu belirsizlik zamanla Dîvân-ı Hümâyûn’un yozlaşmasına ve tüm yetkilerin sadrazamın inisyatifine geçmesine yol açacaktır.

Dîvân-ı Hümâyûn parlak döneminde haftada en az dört gün toplanmaktadır. Herkes, ister reayadan ya da askerî sınıftan olsun, sorununu Dîvân-ı Hümâyûn’a götürmek hakkına sahiptir. Her «önemli» devlet işi orada konuşulur.[326] Dîvân-ı Hümâyûn, yavaş yavaş güçsüzleşmeye başladığı zamanlarda bile bu özelliğini koruyabilmiştir.[327]

Ancak Dîvân toplamak, sadrazama bir ayrıcalık olarak verilmiş iken, zamanla ona tanınmış bir hak durumuna geldi. Kuşkusuz sadrazam için Dîvân-ı Hümâyûn’da, Padişahın vekili olarak başkanlık yapmak, çok ağır bir sorumluluğu da birlikte gerektirir. Oysa kendine tanınmış hak olan İkindi Dîvânı’nda başkanlık yaparken daha rahattır. Hatta On yedinci yüzyıl ortalarından sonra İkindi Dîvânı’nın yetkilerinin Dîvân-ı Hümâyûn zararına genişletmesinin belki en önemli sebebinin sadrazamın kendi Dîvânı’nda duyduğu bu rahatlık olduğu düşünülebilir.

Sefer sırasında Merkez’de bulunan sadaret kaymakamı sadrazamın değil Padişahın ikinci derecede vekili olduğundan, İkindi Dîvânı’nı sadrazam adına toplayamaz. Oysa sadrazam savaş süresince kendi başkanlığında Dîvânı kurar. Ancak bu Dîvân belli başlı üyeler katılmadığı ve ikindi vakti dışında yapıldığı için gerçek anlamdaki İkindi Dîvânı değildir.

Diğer taraftan sadaret kaymakamı da Merkez’de, Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı bittikten sonra, kendi konağında bir Dîvân kurar ve önemsiz davaları görür. Ancak bu Dîvân seferdeki Sadrazam adına ona vekâleten toplanmış bir “İkindi Dîvânı” değildir. Böylece sadaret kaymakamı’nın tam bir vezir-i âzam vekili sayılamayacağı bir kere daha anlaşılmaktadır.

Osmanlı kanunnâmelerinde Dîvân-ı Hümâyûn’un özellikle teşrifat kuralları ayrıntılı biçimde anlatılmasına karşılık, İkindi Dîvânı’ndan çok kısa olarak bahsedilmiş ve ikindi namazından sonra sadrazamın hanesinde (Paşakapısı’nda) toplanacağının bildirilmesiyle yetinilmiştir.

İkindi Dîvânı’nda önce mehter takımı çalar ve sonra toplantıya başlanır.[328] Görüşmelere Dîvân-ı Hümâyûn hizmetlilerinden reisülküttab, çavuşbaşı ile “büyük” ve “küçük tezkireci”ler görevlidirler. Sadrazam «Dîvân-ı Hümâyûn’da görüşülmesine gerek olmayan» konuların bazılarına doğrudan karar verebilir. Yetkisi dışında kalanları da konularına göre ya İstanbul Kadısı’na, ya Kadıaskerlere veya Dîvân-ı Hümâyûn’a gönderir.

Alınan kararlar daha çok «buyruldu» biçiminde iseler de, sadrazam Padişahın mutlak vekili olduğundan tuğralı buyruklar da çıkarabilir.

Sadrazam istediği konuları telhis yoluyla Padişaha arzederek onayını alabilir. Ne var ki Devlet işlerinin Dîvân’da görüşülerek değil, Padişahla kendisi arasında görülmesinin Dîvân-ı Hümâyûn’un güçsüzlenmesine sebep olduğu düşünülebilir. Nitekim, On sekizinci yüzyıl sonlarında artık işler tamamen vezir-i âzam ile Padişah arasındaki görüşmelerle yürütülmüştür. Bu da IV. Murad ve II. Mahmud gibi güçlü Padişahların kudretini arttıracak ancak aksi durumlarda siyasî gücün sadrazam ya da zorba takımının eline geçmesine sebep olacaktır.

(b) Cuma Dîvânı

Cuma Dîvânı’nda dava dinlenirken Dîvân-ı Hümâyûn usulleri uygulanmaktadır. Genel olarak “Huzur mürafa’ası” yapılan davalar dinlenmektedir. Bu bakımdan, her çeşit şer’i - örfî davaların dinlendiği Cuma Dîvânı’nı, Dîvân-ı Hümâyûn’un tamamlayıcısı olarak nitelemek mümkündür. Genel kural olarak Cuma Dîvânı’nda verilen hükümlerden hoşnut kalmayanlar Dîvân-ı Hümâyûn’a gidebilirler.

(c) Çarşamba Dîvânı

Merkezde, sadrazamın başkanlığında düzenli olarak toplanan «Çarşamba Dîvânı»na, Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olanlar katılmamaktadır. Her çarşamba günü, sabah vakti, Galata, Havas-ı Kostantaniye ve Üsküdar kadıları, sadrazam hazretlerinin konağına gelirler.[329] Sadrazam bu kadılarla birlikte Dîvân’ı kurar. Dîvân’da sadrazam «mesalih-i ibadullahı muktaza-i şer’i şerif üzere görür ve fasl-ı husûmet ve kat’ı nizâ buyurur ve kavanin-i Osmaniyeyi icra eder, lâzım geldikte kadı efendilere dahi dinletir». (Kanunnâme)

Bilindiği gibi, özellikle belediye hizmetleri de kadıların görevleri arasındadır. Böylece Çarşamba Dîvânı’nda «Kanun-i Osmanî»ye ait örfî hukukun kapsamındaki yargısal işler, Şeriat açısından uyuşmazlıklar ve İstanbul’un çağdaş terimlerle çeşitli belediyecilik sorunlarıyla da uğraşıldığı anlaşılmaktadır.

Kanunnâmelerde Çarşamba Dîvânı’na yer veren bölüınün devamında, “Sadrazamın İstanbul’da kol gezmesi” kuralının bulunması, şehirle ilgili olarak görüşülen konuların yerinde incelenmesini de gerektirmektedir. Bu da bir anlamda İstanbul’a verilen önemi vurguluyor.

Çarşamba Dîvânı’nda dava dinleme ve görüşme usulu de Dîvân-ı Hümâyûn’daki yöntemlere benzer. Dîvân-ı Hümâyûn toplantısı sonunda olduğu gibi, görüşülecek işler bitince öğle yemeği yenilip dağılınır. İstanbul’da bulunan beylerbeyleri ile sancakbeyleri, Dîvân toplantısından önce, Yeniçeri ağası ile birlikte sadrazamın huzuruna çıkarlar. Böylece, toplantıdan önce, sadrazamın devam eden işler hakkında özet bilgiler aldığı anlaşılıyor. Cuma ve Çarşamba Dîvânlarının İkindi Dîvânı’ndan farkı, bunların sadaret kaymakamı tarafından yönetilebilmeleridir. Bu da, her iki Dîvânın, Dîvân-ı Hümâyûn’la bağımlı ve onu tamamlayıcısı olduklarını kanıtlıyor.

(d) Ayak Dîvânı

Tam anlamıyla Dîvân sayamayacağımız, fakat çok önemli, iki kurul daha vardır. Bunlardan biri «Ayak Dîvânı» diğeri ise «Meşveret»tir.

Ancak olağanüstü zamanlarda toplanan bu iki organı, Dîvân-ı Hümâyûn ve diğer Dîvânlar gibi, belli, düzenli kurallar bağlamamaktadır. Bu bakımdan, onlar, kurumlaşıp gelişememişlerdir. O yüzden, Ayak Dîvânı ile Meşveret, hele Padişah tarafından başkanlık edildiği zaman, Dîvân- Hümâyûn’un üstünde sayılabilirse de, tam bir kurumlaşma süresine giremedikleri için, ayrıcalıklı ve ender çalışan kurul organlar olarak nitelendirilebilirler.

Ayak Dîvânı, çok acele, önemli (genellikle) tek işin görüşülüp karara bağlandığı olağanüstü bir kuruldur. Verilen karar hemen uygulamaya konulur.

Adından da anlaşılacağı üzere, bu «Dîvân»a katılanlar, oturan Padişahın önünde, ayakta dururlar. Padişahın Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarına başkanlık ettiği zamanlar üyelerin onun önünde oturmalarını doğal kabul etmek gerekir. Ayak Dîvânı’nda ise, kimsenin oturmaması hem, bu kurulda görüşülen işin gerçekten acele bir sorun olduğunu, hem de, bu toplantıya, teşrifat açısından Padişahın yanında oturması mümkün olmayan kişilerin de katıldığını gösterir. Gerçekten, Ayak Dîvânına düzenli olarak, belirli üyelerin katıldığı söylenemez. Acele ya da olağanüstü durumlar ortaya çıktığında, o anda Padişahın çevresinde, yakınında ilgili kimler varsa, hemen toplantıya katılırlar.

(3) Meşveret Meclisleri

On yedinci yüzyılda bütçe açıklarının kapatılması, sefer sırasında alınacak tedbirlerin etkin olabilmeleri için Meşveret Meclisleri denilen geniş bir ortamda tartışıldıktan sonra uygulanmaya konulması gerekiyordu.[330] Aslında Meşveret Meclisleri, çok önemli sorunlar için toplanmakla beraber, Ayak Dîvânı gibi, belli kurallara uyulmadan çalışmıştır. Dolayısıyla bir ölçüde kurumlaşmış ise de, tam anlamıyla gelişme sürecine girememiştir. Başka bir deyişle Meşveret Meclisi yüzyıllar boyu ihtiyaç duyulup kullanıldığı hâlde bir karar organı durumuna gelememiştir.[331]

Meşveretler genellikle Padişah’ın buyruğu ile yapılır. Böyle toplanan meşveretlere, çoğu kez Padişah’ın kendisi de katılmaktadır. Bununla beraber bir Padişah’ın ölümünden sonra, kimin tahta geçeceğini belirlemek, ya da bir ayaklanmaya karşı alınacak önlemler gibi âcil durumlarda hemen bir karara varmak için, Padişahın buyruğu olmadan devlet ileri gelenleri tarafından yapılan meşveret meclisleri de vardır.[332] Nitekim bazı Padişahların tahttan indirilmesi sırasında kararlar yine serbest meşveret meclislerinde alınmıştır.[333]

Padişah irâdesi dışında yapılan bu meşveret’lerde, usûlen gerekli olan şeyhülislam fetvâsı bir yana bırakılırsa, alınan kararların Osmanlı örfî hukukuna göre geçerliği «icmâ» (çoğunluk) kavramına dayanır. Aslında kritik zamanların meşveret meclislerinde çoğunluk kararına karşı çıkmak mümkün değildir. Zira çoğunluğun kararı uygulama alanına konulunca, kendi varlıkları da tehlikeye düşecektir. Dolayısıyla meşveretlerden dâima “ittifak”(oybirliği) kararları çıkmaktadır.[334]

Kısaca söylenirse, gerekli hâllerde devlet ileri gelenleri ile toplanan Meşveret Meclisleri’nde genel olarak ittifakla oluşan kararlar almakta, hatta Padişah’ı bile değiştirebilmektedir.

Padişah’ın emriyle, yani geniş kapsamlı olarak toplanan Meşveret’e devletin ileri gelen belli başlı hizmetlileri çağrılır.[335] Tahta çıkışından bir ay kadar sonra, Sultan III. S e 1 i m bir «Meclis-i Meşveret» toplanmasını buyurdu. Üç gün sonra, Revan köşkünde çalışmaya başlayan meşverete 200’ün üstünde kişi katıldı. Bunlar, devletin ileri gelen memurları, kadıları, müderrisleri,bazı ümera ve ayrıca emekli memur ve askerler de çağnldılar.[336] Bu toplantıya katılacakların adları, Padişaha gösterildiğinde, listede Ocak ağalarının bulunmadığı anlaşıldı. Bunun üzerine Sultan III. Selim onları da toplantıya çağırtmıştır.[337]

Meşveret toplantılarına Devlet yönetiminde deney ve bilgi sahibi kişilerin, bilim adamlarının da düşüncelerini öğrenmek üzere çağrılmasına özen gösterilmektedir. Padişahın buyruğu üzerine yapılan Meşverete çağrılacak kişilerin adları ve toplantıda görüşülecek konular tespit edilir [338] Toplantı Padişahın, o katılmamışsa Vezir-i Âzam’ın başkanlığında açılır. Özellikle On sekizinci yüzyıldan sonraki yapılan meşveret toplantılarında başkanın herkesin düşüncesini açıkça belirtmesini istediği görülüyor.[339] Padişahın katılmadığı meşveretlerde alınan karar, ona arz yoluyla bildirilir. Padişah, Meşveret Meclisi’nde alınmış somut bir karar varsa bunu onaylamaktadır.

Meşveret Meclisleri’nin toplantı sayısı On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren On sekizinci ve On dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar artarak devam etmiştir.

2. TAŞRA TEŞKİLÂTI

Osmanlı Devleti’nin coğrafî büyüklüğünün ve siyasî hudutlarının genişlemesi Merkezî yönetim tarafından devletin (mülkün) tek bir bütün hâlinde büyümesi biçiminde algılanmaktadır. Dolayısıyla ülkenin her bölgesinde Merkez yönetiminin yerel şartlara uyacak biçimde düzenlenmiş modeli uygulanmaktadır. Böylece Osmanlı ülkesi bazı özellikler ve gereklilikler dışında, bir anlamda Merkez’in küçük birer numûnesi sayılabilecek “cüz-i tam”lar biçiminde örgütlenerek yönetilmektedir.

a. Örgütlenme

Beylerbeyi resmen sadrazamın vekili olmamakla beraber, eyâlet divanı’na başkanlık etmesi ve Taşra teşkilâtının yönetim şemasinda üslendiği diğer yönetsel işlevleri açısından bir anlamda sadrazamın otoritesini temsil eder. Merkezden gönderilen diğer görevliler de Divân-ı Hümâyun’daki görevlerin benzerleri temsil ederler. Başka bir deyişle Taşra teşkilâtı ve yönetimi birçok yönleriyle Merkez yönetiminin yapısı ufaltılmış bir örneğidir.

(1) Eyâlet Divânı

Divân-ı Hümâyûn kadar kalabalık üye kadrosu bulunmamakla beraber, beylerbeyi’nin Eyâlet Divânı’nda[340] yaptığı işlev sadrazam’ın Divân-ı Hümâyûn’a başkanlık etmesi gibidir. Divanın belli başlı üyeleri ise beylerbeyi kethüdâsı, eyâlet kadısı ve subaşısı idi.

Eyâlet Divânı örfî konularda mutlak olarak yetkilidir. Ancak Eyâlet Divanlarında şer’i hususlarda alınacak kararlarda, Merkez’den atanmış olan kadı, İlmiye tarikinin oradaki temsilcisi olarak Divân-ı Hümâyûn’daki kadıaskerlerin görevini üslenmişlerdir. Divân efendileri Merkez’deki nişancı ve reisülküttab’ın; eyâlet defterdarı (mal defterdarı) da akçalı işlerin sorumlusudur.

Eyâlet Divânı’nda alınan kararlar beylerbeyinin buyruldusu ile kesinleşir ve çıkışı deftere kaydedilir. Eyâletin tüm defterleri, iki nüsha olarak hazırlanır; orijinalleri Divân-ı Hümâyûn’a yollanır, ikinci nüshaları da Eyâlet Divânı’nda saklanır.

Divan oturumlarında Merkez’den gelen emirler, kararlar görüşüldükten, genel yönetim kararları alındıktan sonra, halkın bizzat ya da yazılı olarak şikayetleri dinlenir karara bağlanırdı. Eyâlet Divânı’nda verilen kararlardan hoşnut kalmayanlar, “haksızlığa uğradığını ileri süren herkes” en üst düzey müracaat merci’i olan Divân-ı Hümâyûn’a da başvurabilirler. Bununla beraber Divân-ı Hümâyûn, örneğin yerel soruşturma gerektiren bazı konularda olduğu gibi, kendi yetkilerini eyâlet divânı’na devredebilir.

(2) Merkez’in Yöneticileri

Bunların en önemlileri Divan’da yer alan Kadı, Kapı Kethüdası, Tımar Defterdarı, Hazine Kethüdası ve Tezkirecidir. Eyâlet divanındaki görevleri Merkez’de Divan-ı Hümâyûn’unda bağlı oldukları âmirlerinin işlerinin eyâletlerdeki uzantısıdır.

(a) Tımarlı Subaşı

Subaşılık, Osmanlı Beyliği’nde kadılıktan sonra gelen bir makamdı. Devlet büyüyüp, sınırları genişleyince Fatih Sultan Mehmed döneminde bu hizmet “mirî” ve “tımarlı” olmak üzere ikiye ayrıldı.

Tımarlı subaşılar, sancakbeyinin yardımcısı durumunda ve sancak merkezlerine bağlı küçük idarî birimlerin yöneticileridir. Görevlendirildikleri kasabaların dirlik ve düzenini sağlarlar. Merkez’den gerektiğinde kendilerine doğrudan da hüküm gönderilirdi.

Savaşlarda tımar sahibi olarak cebelüleriyle sefere katılırlar. Vergiler ve para cezalarının tımar karşılığı olan bölümünü kendilerine ayırırlardı. Diğer taraftan kazalarda “toprak subaşısı” ve köylerde “köy subaşısı” denilen görevliler de vardı.[341]

(b) Kale Dizdarı

Dizdarlar Kapıkulu Ocaklarının orta yayabaşı’ları arasından atanırdı. Kalelerin onarım ve bakımı, savunması, güvenliği ve yönetiminden sorumluydular. Gece ve gündüz kaleden ayrılamazlardı. Dizdara yardımcı olarak kale ağası, bulunurdu. Yerlikulu, gönüllü, beşli, azap, atlı ulufeci denen askerlerden oluşan kale mustahfizlarının komutanı ve kale halkının da mülki amiridir. Dolayısıyla hükümler doğrudan adına çıkarılırdı.

Yurdiçi kalelerin dizdarları ise bölge güvenliğinden sorumludurlar. Diğer taraftan Yedikule, Rumeli Hisarı ile Amasra ve Sinop kaleleri hapishane olarak kullanıldıklarından bu kalelerin dizdarları mahkumların muhafazası ve cezaların infazını sağlamakla yükümlüydüler.

Dizdar’lara tımar verilir, ya da ulûfe bağlanırdı.

(c) Sancakbeyi

Sancakbeyleri bir tuğlu’dur. Rütbesi mirmiran ve sancakları “paşalık” olanlara iki tuğ verilirdi. Eyâlet teşkilatında “mirliva” unvanını haizdir. Sancakbeyi beş ilâ on kazalık yerin mutasarrıfı ve tımarlı sipahisinin de kumandanı olduğundan “ümera” sınıfından sayılır. Bunlar sancaklarındaki davaları dinlerler, «icrâ-yi ahkâm-ı Şeriat» ederlerdi. Memur oldukları sancakta “hıfz ü hırâset[342] -i râiyyet ve zabt ü rabt ve def-i mezâlim ve umûr-i seyf ve siyâset’le memur” idiler. Kuruluş ve yükselme dönemlerinde bazı sancakbeyliklerine deneyim kazanmak için şehzadeler de atanırdı.

Fatih Kanunnâmesi’nde Divan’dan bahsolunurken sancakbeylikleri hakkında ahkam konulmuştur: “Sofa-i Divan-ı Âli’de oturmak beylerbeyilerin yoludur ve beylerbeyiler vüzera altına, defterdarlar, Kazaskerler altına otururlar. Sancakbeyleri taşrada otururlar.”

Sancakbeyleri, gönderildikleri sancakların önemine göre dirlikleri farklı idi. “Dirliği dört yüz bin akçaya varan sancakbeyi Beylerbeyi olurdu.Ve sancakbeyleri, beylerbeyiler gibi altmış bin akça ile tekaütlük hakkına sahiptiler. Vezirlerle diğer devlet erkânı gibi sancakbeyi oğullarına otuz bin akça zeamet verilirdi.[343]

Sancakbeyleri’nin Divan’a gelirken giyecekleri elbise, yanlarındaki hademe, oturacakları yer ve Padişah’ın huzuruna girişleri Beylerbeyileri gibidir.[344] Ancak Huzur’da kalamazlar. Huzura ne suretle girecekleri de kanunnâmede gösterilmiştir.[345] Sancakbeyleri teşrifat’da beylerbeyilerden sonra fakat kendilerine “tabıl ve a’lem” verildiği için kuzat’tan önce gelirler.[346] Sancakbeyleri, vezaretsiz beylerbeyiler gibi infisallerinden sonra bütün salahiyyetleri kalkardı . Sancakbeyliği en az iki yüz bin akça ile tevcih olunur, gayretleri görülürse hasları arttırılırdı.[347]

Kaptanpaşa Eyâleti’nin sancakbeylerine “deryabeyi” denilir. Bunlar kendi sancaklarındaki zeamet ve tımar sahipleriyle birlikte, 1-3 gemi donatarak donanmayla sefere katılırlardı.

(d) Mirmiran

Mirmiran, On sekizinci yüzyılın başında büyük sancaklara ya da birkaç küçük sancağı kapsayan bölgelerde beylerbeyi’nin bir altındaki rütbedir.

On sekizinci yüzyıl boyunca Anadolu’daki eyâlet ve sancakların çoğunun yöneticileri, yörenin önde gelenleri arasından atanan mirmiranlardı. Bunların kendi yörelerinde sancakbeyliği ve mütesellimlik, cephelerde de başbuğluk ve seraskerlik yapmaları gelenekleşti. Başarılı olanlara vezirlik rütbesi verilerek ödüllendirildi ve beylerbeyliğe atandı. Başarısız olanlar ise mirmiranlık rütbesi geri alınarak cezalandırıldı. Mirmiranlar taşra vezirleri gibi kapı halkı bulundururlardı. Buyrulduları da vezir buyruldusu gibi geçerliydi. Teşrifatta İstanbul kadısına eşitti. Mirmiranlara “mirmiran hassı” adı altında ikinci sınıf dirlikler, başarılı olanlarına geliri fazla malikâneler verilirdi.

Kaptanıderya’lara, güçlü âyan ve derebeylerine iki tuğlu mirmiranlık verildi. Teşrifat’ta İlmiye’nin Haremeyn Mevleviyeti’ne göre bir üst düzeyde gelirdi.

(e) Beylerbeyi

Eyâletlere veya sancaklara gönderilen yeni beylerbeyleri[348] veya sancakbeyleri tayin beratları paşa sancağı kadısı tarafından şer’iyye siciline kaydedildikden ve halkın önünde okutulmasından sonra göreve başlarlar. Sadrazam’ın bütün ülke üzerinde Padişah’ın vekili olarak nasıl mutlak yetkisi varsa, beylerbeyileri de kendi eyâletlerinde tıpkı sadrazam gibi saltanatın vekilleridir.

Rumeli’de sefere çıkılmışsa Padişahın sağında eyâlet askerleriyle Rumeli beylerbeyi , solunda ise Anadolu beylerbeyi yer alırdı. Anadolu seferlerinde bunun tersi olurdu.

Eyâletin özelliğine göre sayıları bazen 3-4 bini bulan Sarıca, Sekban, Levend, Tüfekçi, Deli denilen milis ve başıbozuk birlikleri gibi kolluk kuvvetleri bulunurdu. Bunların giderleri ve maaşları, paşa sancağı ile öteki sancaklardan ayrılan haslar, tekâlif-i örfiye türünden vergi gelirleriyle karşılanırdı. Yönetimine getirildiği eyâletin paşa sancağına kendi özel kolluk kuvvetleriyle gelen beylerbeyleri, başka bir yere gönderildiğinde de bütün hizmetlilerini yanında götürürdü.

On altıncı yüzyılda çıkarılan bir kanunnâme ile Osmanlı devletinde o sıralarda sayıları kırk civarında olan “beylerbeyi”ler, vezir rütbesinin bir alt sırasında pâye aldılar. Vezirin üç tuğuna karşılık beylerbeyinin iki tuğu vardı. Beylerbeyleri Saray mensupları, yeniçeri ağaları ve sancak beyleri arasından seçilirlerdi.

Beylerbeyiler eyâlet içinde istedikleri tayinleri yaparlar ve devlet işlerini görürler, dava dinlerlerdi. Eyâlet’de cereyan eden iyi ve kötü herşey kendilerinden sorulurdu. Eyâletleri dahilinde bütün ümerâ, kadılar ve hükümet memurları onun emrine itaatle yükümlüdür.

Beylerbeyleri önceleri, tımar ve zeamet dağıtmak konusunda tam yetkiliyken On altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra ancak çok küçük tımarları verebilme hakkına sahip oldular.

Merkezden çıkan hükümlerde beylerbeyilerin üzerine vezirlerden başka kimsenin adı yazılmazdı. Rumeli beylerbeyinin diğer beylerbeyilerden farkı, hükümlerde adının önüne «Paşa» ve «dâme maalihû»[349] unvan ve dualarının konulmasıydı.

Aynı zamanda vezir olan beylerbeyi civar eyâletlerin beylerbeyilerine de hüküm gönderebilirdi.[350] Atandığı eyâlete giderken ya da görevden alındığında Merkez’e dönerken yollarda vezir olarak davaları dinler ve üzerine düşen görevi yapardı. Ancak beylerbeyi’si “vezir” rütbesinde olan eyâletlerden geçerken dava dinlemezdi.[351]

Görevden alınan beylerbeyi vezir rütbesinde değilse, hükûmetten de ayrılmış sayılırdı. Bununla beraber isterlerse Divan’da bulunmak yetkileri vardı.[352]

Beylerbeyilerin Divan-ı Hümâyûn’a geldikleri zaman vüzerâ-yı izam gibi mücevveze ve kumaş üst ve lokmalı kumaş iç kaftanı giyerler, ağır raht, ağır abayî ve çifte gümüş zincirle müzeyyen ata binerlerdi.

Eyâletin tımarlı sipahî ordusundan mülkî ve askerî yönetici olan beylerbeyi sorumludur.[353] Ama eyâlet yeniçerilerinin ağaları da beylerbeyinden bağımsızdılar. Beylerbeyi kapı halkını kendi oluşturur, tayin edildiğinde onları da getirir. Beylerbeyleri Padişahın iktidarının temsilcisi olarak merkezin emirlerini, kadıların kararlarını uygulardı. Eyâletlerin bağımsızlığa özenmelerini engellemek için beylerbeylerinin sık sık yerleri değiştirilmekteydi.

Eyâlet’in idârî bölümlenmesi sancaklara, sancaklar da kazalara ayrılmıştır. Beylerbeyleri de vezirler gibi “paşa” unvanını aldıklarından idaresinden sorumlu oldukları sancağa “paşa sancağı” deniyordu. Yönetimin en küçük birimi ve temel modülü ise kadı ile subaşının yönetiminde olan “kaza”dır. Kadılar ve mal defterdarları kararlarında bağımsız olup doğrudan merkeze bağlıydılar.

Eyâletlerin yönetimi, önceleri Mısır dışında iki tuğlu paşalara (beylerbeyi) verilırken[354] daha sonra Budin, Yemen, Bağdat’a vezir rütbesi ile valiler atandı. Diğer taraftan Kubbealtı’nda vezir sayısının artmasıyla artık diğer eyâletlere de vezir pâyesinde beylerbeyleri atanmağa başladı.

Beylerbeylerinin en az 400 000 akçe gelir getiren çeşitli değerde dirlikleri olurdu.

(3) Yerel Yöneticiler

Yerel yöneticiler Merkez’in onayına bağlı bir prosedür içinde göreve gelirlerdi. Örneğin her ne kadar kendilerine hizmetleri karşılığı olarak dirlik tevcih edilmiş olsa da tımarlı sipahiler ile devlet arasında kamu hukuku açısından ilişkiler vardır. Kendisine bazı görevleri yerine getirmek şartıyla rakabesi devlete ait bir toprağın gelirlerinden yararlanma hakkı verilmektedir. Bunları aksattığı taktirde verilen hakların geri alınması hatta cezalandırılmaları da mümkündür.

(a) Timarlı Sipahiler

Timar sisteminde devletin ve reâya’nın karşılıklı hak ve yükümlülüklerini belirleyen kanunnâme’ye göre “tahrir” (yazılım) denilen işlemle her sancakta toprağı işleyen erkek nüfus, hâne sayısını, yetiştirilen ürünler, vergi miktarlarını, vergiden muaf olanları “Mufassal” adı verilen defterlere kaydediliyordu. Timarlı sipahi sulh zamanında mutlaka kendi bölgesinde ve sancağında yerleşmek zorundadır. Ancak sipahilik yerli asâlet sınıfı oluşturmaz. Zira dirlikler şahsın kendisine değil, tımarı yönetmek şartıyla göreve bağlı olarak verilmektedir.

“Tımar”, timar beyi olma vasfını kazanmış sipahilere; “zeâmet”, yararlığı görülen timar sahipleri ile Divân-ı Hümâyun çavuşları ve müteferrikalarına verilirdi.

n Benevbet Tımar Sahipleri

Yararlanma hakkı birkaç kişi üzerinde olan tımar’dır. Kullanılış biçimine bağlı olarak bu tür tımara “münâvebeli tımar”, “münavebe tımarı” da denirdi. Bu tımardan yararlanma hakkına sahip olan hissedarlar sıra ile, nöbetleşe sefere giderlerdi. Benevbet tımar verasetle oğullara geçer, eğer yoksa harice verilirdi. İntikal aynı şartlarda yani “benevbet tımar” olarak yapılırdı. Oysa kendisine verasetle “tımar” intikal eden bir kişi onu “benevbet tımar”a dönüştürebilirdi.

(b) Zâim’ler

Kendilerine yıllık geliri 20 bin akçenin üstünde beratla dirlik verilen seyfiye mensuplarına, yörük, voynuk, müsellem ve yaya beylerine “zaim” denirdi. Zaim’ler bulundukları şehir ve kasabalarda subaşılık görevini de üstlenirlerdi. Dolayısıyla zaimlerin, dirliklerinde oturmaları kanun gereğidir.[355]

Zeametler serbest tımar sayıldıklarından zaim’ler dirliklerinde tam yetkilidirler. Ve cebelüleriyle alaybeyi pâyesiyle sancakbeyinin buyruğunda sefere katılırdı. Ancak sefer sona erdiğinde artık sancakbeyinin emrinde değildir. Toprağında suç işleyenleri yakalamak ve kadı önüne sevk etmek yetkisi vardı. Nitekim sancakbeyi ya da subaşı bile dirliğin iç güvenliğine karışamazdı.

(c) Çeribaşılar

Diğer taraftan bir kaza içindeki birkaç tımarın yer aldığı nahiyelerde bulunan tımarlı sipahiler çeribaşı’na bağlıdır.

Çeribaşılar Müsellem, Voynuk, Evlâd-ı Fâtihan gibi milis eyâlet askerlerinin zabitidir. Tımar veya zeamet sahibidirler. Bir nahiye içindeki tımarlı sipahiler çeribaşı’na, birçok nahiyelerden oluşan bir kaza bölgesindeki çeribaşılar da, hiyerarşik düzen içinde “alaybeyi”ne bağlıdırlar.

(d) Alaybeyleri

Zeamet sahibidirler. Sayıları eyâlet’in kaza sayısına ve büyüklüğüne göre değişirdi. Müsellem, Voynuk, Evlâd-ı Fâtihan çeribaşıları alaybeylerine bağlıdır. Alaybeyleri ise sancakbeyine bağlıdır. Seferde çeribaşıların kendi bölgelerindeki tımarlı sipahiler ve cebelü’leri toplayarak alaybeylerinin emri altına girer sonra hep birlikte sancakbeyi’nin kuvvetlerine katılırlardı.

(e) Eşraf ve Âyan

Beylerbeyi ve sancakbeyilerinin erkânı ile yeniçeri serdarı, kadı, müderris,gibi Merkez’e bağlı pâyeli ve rütbeliler dışında bir Osmanlı şehrinin ileri gelenleri yerli halktan ulemâ, imam, hatib gibi ilmiyye müntesibi, tarikat, tekke, zaviye şeyhleri gibi tasavvuf erbâbı, ma’zul ve mütekaid askerler, zengin tüccarlar, esnafın yaşlı ve güngörmüşleri [356] , mukata’a, malikâne ve çiftlik sahipleri, vakıf mütevellileridir.

Ancak zamanla Osmanlı şehirlerinde merkezden gönderilen memurlar dışında, yani “Enderun’dan çıkma” olmayan ve yerli halk içinden seçilen, devletle halk ilişkilerini düzenleyecek yeni bir “yönetici zümre” oluştu. [357]

Bu idâreci zümre müslüman ahali için “eşraf ve âyan”, gayrimüslimler için, bazı müelliflerin “hristiyan âyan” dedikleri, “kocabaşı, papaz ve knez”lerdir.[358]

Bunlar genel olarak yerel itibarlarıyla yönetimle yönetilenler arasındaki iletişimi, dengeyi sağlayabilecek nitelikte tanınmış ve zengin kişilerin oluşturduğu seçkinler zümresidir.

Bir ferman geldiğinde, beldenin kadısı, şehrin âyan ve eşrafını, lonca kâhyalarını ve imamları topluyor, halkın temsilcileri ve vekilleri olarak Padişahın emrini kendilerine bildiriyordu. Seyyid ve şeriflerle Şeyhülislâmın vekili olan müftü de eşraftan sayılırdı. Bunlar toplumun hem zengin, hem de nüfuzlu kişileriydi. Âyan da zenginlik ve nüfuz açısından onlardan geri kalmazdı.[359] Âyanların görevleri genel olarak şunlardı:

- Devletle halk arasındaki irtibatı sağlamak,

- Kazalarda asayişin temini,

- Kanuna göre tahakkuk ettirilmiş vergilerin tahsili,

- Narhın sabit tutulması,

- Kazalarda kaza’i fonksiyonlar dışında idari ve askeri bütün işlerin görülmesinde kadılardan bu görevleri devir almak,

- Gerekli hallerde asker celbini sağlamak,

- Müslüman ahalinin “nefir-i amm” için çağrılması, (asker toplama)

- Osmanlı Devleti hudutları dışına zahire, hayvan vd. malların kaçırılmamasına ve,

- Bazı eşyaların kaçak olarak yurdiçine girmesine mâni olmak,

- Menzilhanelerin tesisini sağlamak,

- Posta örgütünün işlemesini sağlamak,

- Sınır kal’alarının tamir, bakım ve inşaatına yardım etmek ve oralara zahire temin etmek,

Yukarıdaki görevler özetlenirse “Kazalarda âyanlık vazifesi gören bir kimsenin, yalnız kaza’î işleri hariç, ne yapmağa kudreti yetmiş ise herşeyi yaptığı” söylenebilir.

Âyanlık kurumu menşe itibariyle hükümetin herhangi bir emriyle kurulmuş bir müessese değildir [360] ”. Âyanlar “eşrâf-ı belde” arasından halk tarafından seçilirler. [361] Ve seçildikleri kazalarda nüfûzlarını koruyabildikleri sürece âyanlık yaparlardı. “Kötü hareketlerinden şikâyet edildikleri için âyanlıktan azil edilenlerin çoğu zaman ya bir müddet “kale-bend” kaldıkları veya bazı hallerde kaza halkına belli miktarda “nezir parası” ödemek şartıyla kazadan uzaklaştırıldıktan sonra “kendi halinde olmak üzere” affedilmektedir. [362]

On yedinci ve On sekizinci yüzyıllarda Devletin mâli ihtiyacı sebebiyle timarlar iltizama verilmeye başlayınca eyâlet askerlerinin önemi azaldı ve Merkez’in taşra ile ilişkisi daha çok malî bir nitelik aldı. Taşra yöneticileri de eyâletlerde nüfuz ve servet sahibi âyan zümresi karşısında güçsüz kaldılar. Ve böylece “taşra hanedanları” oluştu. [363]

(f) Voyvoda’lar

Macarca, Slovence, Eski Bulgarca ve Sırp-Hırvat dillerinde “voyvoda” ( temelde aynı olmakla beraber bazı fonem farklılıklarıyla) “başbuğ- komutan, başkan” anlamlarına gelir. Eflâk ve Buğdan Osmanlı egemenliğine geçtikten sonra, liderleri “voyvoda” unvanını devam ettirdiler. Diğer taraftan İstanbul’da gayrimüslimlerin oturduğu Galata ve Pera bölgelerinin yöneticilerine de “voyvoda” denilmekteydi.

Onyedinci yüzyıldan itibaren Beylerbeyi ve sancakbeyleri kendilerine tevcih olunmuş eyâlet ve sancakların mülhak kazalarına, görevlilerden veyahut ileri gelenler arasından halkın istediği kişileri voyvoda tayin ederlerdi. Vezirler ve mirmiranla beraber sefere gittikleri zamanlarda kendi bölgelerindeki küçük birimleri bu “voyvoda”lar ile idare etmek zorunda idiler. Bunlar mansıp gelirlerini toplar ve kendilerine gönderirlerdi. Voyvodalara merkezce Mukataat Hazinesi Kalemi’nden “evâmir-i şerife” verilirdi.

Kıtlık, doğal âfet vesâir sebeplerle gelirleri azalmış bölgelerin vâridâtı, vezir ve mirmiran’lık tevcih edilmeğe yetmeyeceğinden, böyle yerler doğrudan doğruya mütesellim olarak tayin edilmiş “voyvoda”larla idare olunurdu.

b. Yönetim

Ülke bütününde yönetsel bölümlemenin en büyük birimi “eyâlet”tir. Taşra teşkilâtı [364] toprak ve askerlik rejimleri bakımından “dirlik düzeni”nin geçerli olduğu “tımarlı eyâletler”, tımar düzeninin uygulanmadığı “müstesna (salyâneli) eyâletler” ve yarı özerk “mümtâz eyâletler” olarak üç ayrı sisteme bağlanmıştır.

Ancak “Haremeyn” denilen Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ise eyâlet sisteminin dışında tutulmuşlardı.

(1) Tımarlı Eyâletler

On altıncı yüzyıl başlarında Rumeli, Anadolu, Eyâlet-i Rum ve Karaman olmak üzere dört eyâlet bulunmaktadır. Aynı yüzyılın ikinci yarısından sonra yeni fetihler sebebiyle ya da büyük eyâletlerin parçalanmasıyla yeni eyâletler oluştu. On yedinci yüzyıl başında eyâlet sayısı 32’ye yükselmişti. Bunlardan 23’ü doğrudan timar sistemine bağlı eyâletlerdi .[365]

(2) Kaptan Paşa Eyâleti

Kanunî devrinde merkezi Gelibolu sancağı olmak üzere Kaptanpaşa veya “Cezâyir-i Bahr-i Sefîd” Eyâleti olarak adlandırılan bir eyâlet teşkil edildi.

Kaptanpaşa Eyâleti, Anadolu’ya yakın Ege Adaları ile kıyı kesiminin bir bölümünü ve Cezayir’i (Cezâir-i Garb) içine almaktaydı.[366] Sıralamada Anadolu Beylerbeyliği’nden sonra gelmekteydi. Eyâletin beylerbeyliği, (yönetim işlerini kendi tayin edeceği bir vekille yürütmek üzere) kaptan-ı deryâ’ların uhdesine verildi.[367]

Kaptan Paşa Eyâleti Kanunnâmesine göre beylerbeyi, kaptan-ı derya olmakla beraber görevinin gereği yılın yarısında seferde bulunmasından dolayı, Eyâlet’i kendi seçtiği vekili yönetir.

Bununla beraber Kaptanpaşa, eyâletin sancaklarında tımar ve zeamet tevcihlerini yapmağa yetkili idi. Kaptan Paşa Eyâleti’ne bağlı tüm zeamet, tımar tevcihatı ve “mensuhat” adı verilen çiftlikleriyle ilgili işlemler Derya Kalemi’nde tutulurdu. Kaptanpaşa’nın haslarından her sefere çıkışta iyi yetişmiş, 1.000 cebelû götürmeleri, başka bir deyişle hazır bekletmeleri gerekliydi.

Bu büyük eyâlete Gelibolu, Eğriboz, İnebahtı, Midilli, Sığacık, Kocaeli, Mora’da Karlı-ili ve Mezistre, Sakız, Mehdiye, daha sonra Kıbrıs sancakları dahildi. Bu eyâletten savaş sırasında Donanma hizmetine 4000-4500 kadar asker gelir ve bunlar kaptan-ı derya kalemine kaydedilirlerdi.

Kaptan Paşa Eyâleti’nde tımar sahiplerine “Tersane tımar sipahisi” denilmekteydi. Bunlar kendilerine verilen tımarlar karşılığında Donanma için hizmet verirlerdi. Eyâlet’in sancak beylerine “deryabeyi”, gemilerine de “bey gemileri” denilirdi. Deniz seferlerine en az ikişer gemiyle[368] katılmaları gereken deryabeyleri’nin toplam sefer gücü yaklaşık 8 bin askerdi.

(3) Müstesna Eyâletler

Sayda (Beyrut ve Suriye), Haleb, Bağdad, Basra, Musul, Bingazi, Mekke, Hicaz , Yemen, Habeşistan, Trablusgarb, Cezayir ve Tunus gibi halkı Müslüman olan eyâletler için daha gevşek ve özerk bir çeşit iltizam usulü olan salyane sistemi uygulanmaktadır. Yarı özerk olan “müstesna eyâletler” toprakları Merkez’den tımar olarak dağıtılamadığından Osmanlı idâresine girmeden önce aynı bölgede geçerli olan vergiler, bazı ufak değişikliklerle aynen devam ettirilmişlerdi. Dolayısıyla bu tür eyâletlere atanan beylerbeyleri bu bağlamda emanet yoluyla mültezimi de sayılırlar ve vergileri toplarlar. Aslında sistemin amacı yerli hanedanların ve beylerin otoritelerini zedelenmeden bölgenin yönetsel denetim altında tutulmasıdır. Daha sonraları salyaneler gerçek iltizama verilmiştir.

Nitekim On altıncı yüzyılda Osmanlı egemenliğine geçen Kuzey Afrika yüzyılın sonlarına doğru “Garb Ocakları” adıyla Cezâyir, Tunus ve Trablusgrap olarak üç eyâlete bölündü. Merkezî otoriteyi sağlamak için oralara gönderilen yeniçeriler ayrı birer ocak sayıldılar.[369]

Aslında bu üç eyâletin fiilen yönetimi giderek aristokrat bir yönetim kadrosu oluşturan yeniçerilerin “dayı” denilen bölük komutanları arasından seçimle gelen birinin eline geçti.[370] Eyâlet’te Osmanlı devletini temsil eden beylerbeyi’nin ancak sembolik bir durumu vardı.[371]

Örneğin, Hicaz’ın da bağlı olduğu Mekke’yi «Katade» soyundan bir şerif yönetirdi. Medine’ye ise «Şeyh üI-Harameyn» denilen saygın bir Saray hadımı gönderilirdi.[372]

(4) Mümtaz Eyâletler

Yarı özerk olan, örneğin Mısır, Sisam Beyliği, Kırım Hanlığı, Bulgaristan Prensliği, Eflak - Boğdan voyvodalıkları, Bosna-Hersek, Aynaroz gibi eyâlet-i mümtâze’ler’in[373] siyasî konumları birbirinden farklıdır.

Mısır, eyâlet-i mümtaze olarak bir kubbealtı vezirinin beylerbeyi olarak gönderildiği ilk Osmanlı eyâletidir.

Kırım Hanlığı, Eflak - Boğdan Voyvodalıkları ile Erdel Krallığı, Bosna-Hersek, Sisam Beyliği, iç işlerinde serbest ama Osmanlı yönetimine bağımlı devletlerdir. [374] Eflâk ve Boğdan mirîli eyâletleri ile Adriyatik kıyılarında Dobravenedik (Dubrovnik) Cumhuriyeti ahalisi Hıristiyan dinindedir ve her yıl cizye ödemektedirler. Eflak ve Boğdan (Şimdiki Romanya) Merkez’den yollanan ve «voyvoda» denilen görevliler tarafından yönetilirdi. Voyvodalar iç işlerinde özerk olmakla birlikte, en ufak uygunsuzluklarında çok ağır cezalara çarptırılırlardı.[375]

Teşrifat’da hükümdar muamelesi gören içişlerinde özerk Kırım Hanlığı’na, komşusu Hıristiyan devletlere savaş açma izni verilmiştir. Ancak han, Padişahça seçilir ya da gene gerekirse işine son verilebilirdi. Sefere çağrıldığında kendisine “harc-ı rah bahası” (yol harçlığı) gönderilmekteydi.

Kafkasya’da yarı bağımsız ve vergiye bağlanmış Gürcü, Dadyan, Açıkbaş Krallık ve Meliklikleri vardır.

Özel imtiyaz antlaşmalarıyla yönetilen Osmanlı yönetimine bağlı devletler, antlaşmalarla saptanmış yönetim biçimine uymaları ve yıllık vergilerini ödemeleri, savaşlarda belirli miktarda askerle şartıyla iç işlerinde serbest bırakılmışlardı.

Diğer taraftan eyâlet olan Kıbrıs Adası sadrazamın has’sı sayıldığından beylerbeyisi yoktu. Ada bir «muhassıl»ı aracılığı ile yönetilirdi.

Musul’da da, Çıldır ve Diyarbakır eyâletlerinde yer alan Ekrad beyliklerinin beylerine verasetle geçen yönetim hakkı tanınmıştı. Devlet bu beyliklere akçalı yardımlarda bulunmakta, çıkarttıkları askerlerin masraflarını karşılamaktadır.

(5) Sancak’lar

Eyâlet sisteminde yönetsel alt bölüm sancaktır. Nitekim beylerbeyi’nin bulunduğu yönetsel bölgeye de “paşa sancağı” denirdi. Reaya’nın şer’i ve örfî vergi yükümlülükleri, ve çıkarılacak tımarlı sipahi sayısı sancak ölçeğinde belirlenirdi. Dolayısıyla nüfus ve arazi tahrirlerinden (sayımlarından) sonra, sancak kanunnâmeleri çıkarılırdı.

Sancaklar genel taksimatta eyâletlere bağlı olmakla beraber müstakil olanları da vardı.[376] Örneğin Osmanlı şehzadelerine “has” olarak verilen mıntakalara da «Sancak» denirdi. Nitekim Kapudân Paşa’ların rütbesi önceleri sancakbeyi derecesinde idi. Gelibolu Tersanesi kurulduktan sonra “Deryabeyi “ ünvanıyla bağımsız olarak (daha sonra eyâlet paşa sancağı’na dönüşecek olan) Gelibolu Sancak Beyliği verildi. Kaptanpaşa Eyâleti kurulduktan sonra da kendisine bağlı sancak beylerine de “derya beyi” denildi.[377]

Diğer taraftan özellikle doğu Anadolu’da[378] bazı sancaklar da, huzurun bozulmaması için “ocaklık ve yurtluk” olarak aşiret hanedanlarına bırakılmıştı.

Sancağın en büyük amiri merkezî idârenin atadığı sancakbeyi’dir. Kendi yönetim bölgesini temsil eden bir “sancak”ın da muhafazasına memurdur.[379] Savaşta ve toplanma yerlerinde tımarlı sipahiler kendi beylerinin sancağı etrafında yer alırlardı.

(6) Şehzâde Sancakları

Osmanlı şehzadeleri, devlet yönetiminde eğitilmeleri amacıyla Anadolu’nun eski beylik merkezleri olan Konya, Manisa, Trabzon, Kastamonu, Kütahya, Çankırı, Aydın, Amasya ve Teke[380] sancaklarına sancakbeyi olarak gönderilmektedirler. Anadolu dışındaki tek şehzade sancağı Kefe[381] idi.[382]

Sancakbeyliğine gönderilen şehzadeler, yanlarında lala, silahdar, mirialem, kapıcıbaşı, imrahor, solaklar ve peyklerden oluşan kapı halkı ile birlikte halkın “Şehzade Alayı” dediği bir törenle uğurlanırlardı. Sancağa çıkan şehzade, hocasını da yanında götürürdü. “Çelebi Sultan” ünvanıyla anılan şehzadelerin maiyetlerinde bir veya birkaç “lala” bulunurdu.

Diğer taraftan On altıncı yüzyılın sonlarına kadar yönetim eğitimi yapmaları için eyâletlere vali olarak gönderilen şehzadelerin eyâlet divânları da, Divân-ı Hümâyun’un tam bir küçültülmüş modeli sayılır. Nitekim şehzadelere «kendi adlarına tuğra çekme» yetkisi de verilmiştir. Eyâletlerinde bir hükümdar gibi davranırlar. Hatta bu sebeple Divân kurulu üyeleri arasında nişancı da vardır. Kendi adlarıyla hüküm yazarlar, tımar verirler, atamalar yaparlardı. Yaptıkları atamaları ve verdikleri tımarları Merkeze bildirmek zorundadırlar. Tahsisatları 1-2 milyon akçe arasındadır. Ancak hükümranlık simgeleri bağlamında para bastıramaz ve hutbe okutamazlardı. Dolayısıyla bütünüyle bağımsız olmadıkları ve Divân-ı Hümâyun’un denetiminde bulundukları görülüyor.

Ancak Sultan İkinci Selim devrinden itibaren yalnız veliahd olan (en büyük) şehzade Sancak’a gönderilmiş ve Manisa Sancağı veliahd Şehzade Sancağı olmuştur.

On yedinci yüzyıl başında bu uygulama da kaldırıIdı.[383]