2. MÂLİYE HÂCEGÂNI

“Defteremini” Defterhane’nin en üst düzeydeki yöneticisi yetkili amiridir. Defteremini ülke arazisinin tımar, has, zeamet, mülk ve vakıf gıbi arazi türlerini saptamak; kayıtlarını tutmak; her kazanın nüfusunu, vergi mükelleflerini belirlemek; defterleri Defterhane de korumakla görevlidir. On sekizinci yüzyıla kadar defter kayıtlarının işlenmesi ve düzeltilmesi konusunda Nişancının emrinde olan defter eminleri, sonraları yetkilerin kendilerine devredilmesi sonucunda Defterhane’nin yetkili amiri durumuna geldiler.

Defterhanede timar, has, zeamet tevcihleri ve mahkemeler için çıkarılan kayıtlardan toplanan ayda yaklaşık 200 kese akçe harç tutarını görevliler arasında bölüştürürlerdi.

İstanbul’dan başka her ilde, merkezden yapılan tevcihlerin ikinci nüshasını saklamak, tahrir emirleri uyarınca ilin sancaklarını, kadılıklarını, tımar, has ve zeametlerini kaydetmekle görevli birer Defteremini daha vardır.

“Başbaki kulu” Müslüman teba’anın vergilerini tanzim eder.

“Cizye Başbaki kulu” Hırıstiyanlardan alınan şer’î “cizye” vergisini de toplar veya mukataaya (ihâleye çıkarır) verir.

“Veznedar” sikke kesilmesi ve rayicini tesbit eder.

“Defter kethüdası” Eyaletlerdeki zeametlere bakar. Defterlerin tutulmasından sorumludur. Defter kethüdası yükselip Rumeli defter kethüdası olursa kendisine zeamet verilirdi.

“Muhasebe-i evvel” (başmuhasebeci) Hazine-i Âmire’nin gelir ve gider hesaplarını denetlemekle sorumluydu.

“Defter tezkirecisi” Devlet Hazinesine giren çıkan meblâğı tesbit ederek Başdefterdara rapor eder.

“Timar ve mal defterdarı (Kenar defterdarı)”, Osmanlı Mâliyesinin eyâlet (beylerbeylik) sancak, gibi taşra idare birimlerinde devlet gelirlerini toplar ve masrafları tesbit eder ve merkeze gönderir. Taşradan gelen işlerle başdefterdar ilgilenir, gerektiğinde Padişah’a arz’a çıkar.

“Darbhane emini” Divân-ı Hümâyûn kâtiplerindendir. Osmanlı Darbhanesi’ne külçe halinde gelen ve sikke olarak basılan gümüşten rüsum alınmasını sağlardı.

“Maliye tarihçisi”, Mâliye’ye gelen evrakın tarihlerini kaydeden kalemin amiridir.

3. DEFTERHÂNE

Defterhane’nin bulunduğu yer Kubbealtı’nın yanında idi. Divân’dan istenen her çeşit defter kaydı derhal çıkartılırdı.

Üst üste dört demir kapı ile kapalı Defterhane Mahzeni, defterdarın gözetiminde olarak her açılışından sonra yine sadrazamın mührüyle mühürlenerek kapatılırdı. Bu defterlerdeki herhangi bir kayıtda değişiklik yapılması ancak Padişah’ın fermanı ile mümkündür. Kayıtlar üzerinde yapılacak düzeltmelerden defter emini sorumlu olduğundan, kendi huzurunda defterhane katipleri ferman metnini ilgili bölüme kaydederek altını mühürler ve defteri yerine kaldırılırdı.[1187]Ferman da özel bir görevli tarafından korunurdu.

On altıncı yüzyılın sonundan itibaren savaşlarda gerek yararlığından ötürü yapılan tevcihlerde ve gerekse şehitlerden boşalan tımar has, zeamet kayıtlarında raslanan aksamaları önlemek için defteremini’nin küçük bir kadro ile seferlere katılması ve Ordugahta “Defterhane Çadırı” adıyla ayrı bir çadırın kurulması yasa haline getirildi.

Ülke arazisinin kayıtları, tımar, has, zeamet, mülk ve vakıf gıbi arazi türleri; her kazanın nüfusu, vergi yükümlülerini belirleyen defterler “Defterhane”de korunmaktadır. Her ilde, merkezden yapılan tevcihlerin ikinci nüshalarını saklamak, sancakların, kadılıkların “tımar, has ve zeametler”ini kaydetmekle görevli birer defteremini daha vardı.

On yedinci yüzyıl ortalarında Defterhane otuz’dan fazla “Kalem”(Büro) bulunmaktadır. Kalemleri “hâce” denilen bir yönetici ile “halife” adı verilen bir yardımcısı yönetmekte, katipler ve şakird’ler (katip adayları) görev yapmaktadır. En önemlileri Büyük Ruznamçe, Baş Muhasebe, Cizye, Anadolu Muhasebesi, Haremeyn Muhasebesi, Baş Mukataa, Sipah Muhasebesi kalemleriydi.

Eyâlet sınırlarına göre toprağın mirî, has, zeamet ve tımar olarak genel gelirlerini gösteren defterler Defterhane’nin İcmal Kalemi’nde ; mülk toprakların hüccet, tapu ve temlik belgeleri Mufassal Kalemi’nde ; tımar sahiplerinin ferağ ve intikal işlemleri ve bunlara ilişkin kütük defterleri Ruznamçe Kalemi’nde saklanırdı. Bütün bu defterler tapu geçerliliğindeydi. Dolayısıyla Defterhane, ekonomisi toprağa bağlı Osmanlı toplumunun birinci derecede ilgili olduğu kurumdur.

a. Defter-i Hâkânî

Devletin toprakları üzerinde bulunan köy, mezra, otlak, yaylak, kışlak vb. topraklarla ilgili tüm kayıtlar Defter-i Hâkânî denilen ve Defterhâne’de saklanan defterlerde kayıtlıdır. Defter-i Hakânî’lerdeki kayıtlar kamu ve hayır kurumlarına ait topraklarla ilgilidir. Bu defterlerden herhangi birinin kayıtlarında değişiklik yapılması gerektiğinde Padişahtan ferman alınır, sonra Defter-i Hakanî Emini’nin huzurunda ilgili bölüme gerekli şerh düşülüp mühürlenirdi.

Sened-i Hakânî ile kullanımı halka bırakılmış arazinin kayıtları da Senedat Dairesi’nde saklanmakta olan “Senedat defterleri”ne yapılmaktadır. Halkın şahsî mülk olan arazî ve gayrimenkulleri için kadılar tarafından Defterhane kayıtlarına göre incelenerek verilen ve Şer’iye siciline işlenen “hüccet”ler, vakıf mülkler için ise “mütevellî”ler tarafından verilen vesikalar geçerli olurdu.[1188]

b. Tahrir Defterleri

Defterhane’nin önemli bir başka görevi de yeni dirliklerin tımar, zeamet ve has ayırımlarının yapıldığı arazî tahriri defterleri düzenlemektir. Ordu-yi Hümâyun’un timarlı sipahilerinin miktarı da bu defterlerden çıkarılmaktaydı.Bu defterlerdeki kayıtlar, yalnız mirî topraklarla ilgilidir.

Arazî tahrirleri yapılırken İl yazıcı (muharrir)’nın topladığı bilgilerin temize çekildiği deftere «mufassal» denilirdi. Bu defter aynı zamanda idarî teşkilâtı da gösterir. Dolayısıyla daha sık kullanılan köy isimlerini ve yıllık hasılat miktarlarını gösteren “Mücmel” (ya da İcmal Defteri) denilen özet defterleri de yapılırdı. Nişancı bu defterleri inceledikten sonra, Defterhâne kâtiplerince ikişer örnek olarak hazırlanan “mufassal ve mücmel defterler”in birer örneği Defterhâne Hazinesi’ne konur, ikincileri ilgili eyâletlere gönderilirdi. Bunlar Memâlik-i Osmâniye arazisinin esas kaydı olup ülke tapusu hükmündedirler. Nitekim Tapu Defteri olarak da bilinirler.

Has, tımar ve zeametlerin tevcihleri için Tapu icmâl defterinden, boşluklara kayıt yapmak üzere, köy isimleri seyrek satırla yazılmış «Tahvil» defterleri hazırlanır ve bunlar Divan-ı Hümayun’un Tahvil Kalemi’nde kullanılırdı. Yeni tahvil defterine «cedîd», eskisine «atik» ve eski “atîk defter”e de “köhne” denilirdi.

c. Gelir Kalemleri

Mâliye kalemleri “Gelir” ve “Gider” esasına göre tertiplenmişlerdir. On yedinci yüzyıl sonlarında 16 adet gelir kalemi vardır. Bunların önemleri denetledikleri gelirleri devletin genel gelirlerine oranı bakımından farklıdır. Dahası, bu farklılıklar ülkenin ekonomik ve siyasî durumuna göre de değişkendir.

On yedinci yüzyıl sonlarından On sekizinci yüzyıl ortalarına kadar devletin gelir kaynaklarını denetleyen en önemli beş kalem, gelirlerin % 20-40’ını denetleyen “Muhasebe-i Evvel” ve “Cizye Muhasebesi” kalemleri[1189]; gelirlerin %10-20’isini denetleyen “Mevkufat Kalemi”[1190]; gelirlerin % 8-10’unu denetleyen Maden Kalemi ve gelirlerin % 4-10’unu denetleyen “Haslar Kalemi”dir.[1191]

“Muhasebe-i Evvel” kalemi bütün gelir ve giderler ile bütçelerde yer alan bütün kalemleri denetler. Geri kalan 11 kalem ise gelirlerin ancak % 0.01-3’ünü denetlerler. Başka bir deyişle toplam gelirlerin ortalama % 10-15’ini toplarlar.

d. Gider Kalemleri

Diğer taraftan bütçe büyük giderlerini denetleyen 7 adet kalem bulunur. Bunlar tahmin edilebileceği gibi Yeniçeri Kalemi, Piyade Mukabelesi Kalemi, Suvari Mukabelesi Kalemi, Büyük Kale ve Küçük Kale Kalemi, Küçük Ruznamçe Kalemi, Teşrifat Kalemi, Salyâne Mukataası Kalemi’dir.

Bunlar dışında “Anadolu Muhasebesi, Haremeyn Muhasebesi, Baş Mukataa, Haslar” gibi gelir kalemleri bazı giderlerin de hesabını tutmakta idi.

Müslüman teba’anın vergilerini tanzim etmek, Hırıstiyanlardan alınan şer’î “cizye” vergisini toplamak veya mukataaya (ihâleye) vermek, eyâlet (beylerbeylik), sancak gibi taşra idare birimlerinde devlet gelirlerini toplamak ve masrafları tesbit etmek, sikke kesilmesi ve râyicini tesbit etmek, “darb” (para basmak) sebebiyle gerekli rüsumu almak, eyâletlerdeki zeametlerin defterlerini tutmak, yapılan tevcihlerin ikinci nüshasını saklamak, tahrir emirleri uyarınca ilin sancaklarını, kadılıklarını, tımar, has ve zeametlerini kaydetmek Mâliye’nin görevleridir. Mâliye’de muamele gören her türlü evrakın tarihleri de zaptedilirdi.

Diğer taraftan Defterhâne İlmiye sınıfının, evkaf yönetenlerin ve vakıflardan para alanların beratlarını kaydetmek, muamelerini, arazî tahrirlerini kaydetmek, Devlet’in irad ve masrafını çıkarmakla da görevlidir. Bu sebeple On sekizinci yüzyılda Mâliye dairelerindeki memur sayısı birkaç yüz kişiyi bulmaktadır.

Dolayısıyla Defterhâne’nin âmiri olan defteremini (Defterhane emini) menâsıb-ı sitte’den olup teşrifattaki yeri reisülküttab ve şehremininden önce gelirdi.[1192]Terfih ettiğinde nişancı ya da defterdar’ın yerine bu göreve atanabilirdi.

4. HAZİNE

Osmanlı Devleti’nin “Hazine-i Hümâyun” ve “Hazine-i Enderûn” olmak üzere iki temel hazinesi ile Mısır eyâleti gelirinin katıldığı Padişahın şahsî tahsisatı demek olan “Ceb-i Hümâyun Hazinesi” vardır.

Sadrazamın tasarrufunda bulunan Mâliye Hazinesi bazan “Beyt’ülmâl”, bazan da “Dış Hazine” olarak anılan “Hazine-i Hümâyun”dur. Dış Hazine giriş ve çıkışları bütçenin gelir ve giderlerine tekabul eder.

Hazine-i Enderûn ise Saray masrafları ile, sonra yerine konulmak üzere darlık anında kapıkulu askerlerinin maaşı, harb ve diğer fevkalade masrafları karşılamak için düşünülen “İç Hazine”dir. İç Hazine, Devletin her türlü masrafları çıktıktan sonra fazla gelirinin konulduğu bir ihtiyat hazinesidir. Gerektiğinde savaş giderleri buradan karşılanır, bazan da sadrazam’la defterdar ortak bir senetle bu hazineden istikrazde bulunurlardı.

İç Hazine yalnız Padişahın tasarrufundadır. Dış Hazinenin gelir fazlası İç Hazineye alınır ve İç Hazineye giren meblâglar Dış Hazine için “Gider” kaydedilir. Gerektiğinde Padişahın izniyle Dış Hazineye kredi veya karşılıksız olarak verilen meblâğlar ise Dış Hazine hesabına “Gelir” kaydedilirdi. Ancak Padişahlar genel olarak kaçınılmaz bir ihtiyaç olmazsa, Dış Hazine’ye İç Hazine’den avans çekmek için izin vermezdi.

a. Dış Hazine

Osmanlılarda devlet hazinesi “Hazine-i Hümâyun, Hazîne-i Devlet, Hazine-i Emiriye, Hazîne-i Maliye, Birun Hazinesi, Dış Hazine, Hazine-i Âmire” olarak da bilinir. Hazine-i Âmire’deki gelir fazlası Hazine-i Hassa’ya[1193]aktarılır, buna karşılık bütçe açığı ise gene Hazine-i Hassa’dan karşılanırdı.

Önceleri Yedikule’de bulunan Hazine-i Âmire kasaları On altıncı yüzyıl sonlarında Topkapı Sarayı’na taşındı; Hazine kalemleri de Divân-ı Hümâyun’a bağlı olarak çalışmaya başladı.

Her Divân-ı Hümâyun toplantısı sırasında Hazine-i Âmire’nin açılması, oturum sonunda da sadrazamdaki mühr-i Hümâyun ile mühürlenmesi kanundu. Buradan para çıkarılması için Ruznamçe Kalemi’nde hazırlanan sarf müzekkeresi defterdarca imzalanarak sadrazama sunulur, “pençe” ve “sah” konduktan sonra bu belge “Hazine tezkiresi” adını alırdı. defterdar tarafindan da “sah”landıktan sonra sergi halifesine (veznedar’a) verilir, ödeme yapılan sergi tezkiresi Ruznamçe Kalemi’ndeki ilgili deftere işlenirdi.

Bâb-ı Defterî’nin dairelerinden biri Hazine-i Âmire Dairesi’dir. Amiri büyük ruznamçeci idi. “Büyük Ruznamçe”, “Küçük Ruznamçe”, “Rumeli Muhasebesi”, “Anadolu Muhasebesi” ve “Mukabele” kalemleri buraya bağlıydılar.

Hazineye para girişinde ise vezzan’lar[1194], paranın kalp ya da noksan olup olmadığını denetler, Hazine katipleri de giriş işlemlerini yaparlardı. Tartılan meblağ, deri torbalara konarak saklanırdı. Hazine-i Âmire için Büyük Ruznamçe ve Küçük Ruznamçe, Rumeli ve Anadolu muhasebecilikleri ve Mukabele kalemlerinde 60 dolayında gelir ve gider defteri tutulmaktaydı.

(1) Ana Gelirler

1. Şer’i vergiler,

2. Devlete ait mutad örfî vergiler,

3. Tekâlif-i Divâniye denen olağanüstü zamanlarda alınan vergiler (avarız ve nüzul akçeleri gibi),

4. Salyâneli eyâletlerin maktû vergileri,

5. Emâret gelirleri,

6. Tâbi devletlerden alınan haraç,

7. Ganimetlerin beşte biri.

(2) Ana Giderler

Dış Hazine’nin başlıca giderleri:

1. Kapıkulu askerleri ve Donanma’nın giderleri,

2. Sefer masrafları, (Ordu-yı Hümayun’un savaş harcamaları “Ordu Hazinesi” adıyla sefere götürülen hazineden yapılırdı.)

3. Devlet memurlarının maaşları, (yalnız kapıkulu askerine, acemi ocağına değil, Saray hizmetlilerine, devlet memurlarına ve ilmiyye ricâline üç ayda bir “ulûfe” adıyla ücret ödenirdi. Ulûfe defterleri ve ulûfe icmâli kayıtlarına göre yapılan bu ödemelerin resmî adı “mevâcib”dir. Her ay ödenen ücretlere “müşâhere”, yıldan yıla olanlara da “sâliyâne” denirdi. Bir yıl içinde muharrem, cemâziyülevvel ve şaban aylarında olmak üzere üç taksitte ödenirlerdi. Son iki taksidin birleştirilip öne alınarak şaban ayında verilmesi kuraldı.)

4. Devlet dairelerinin her türlü giderlerinden oluşuyordu.

Dış hazineden para çıkması için defterdarın bir tezkire (Hazine Tezkiresi) ile çıkacak paranın “ne için ve nereye harcanacağı”nı sadrazam’a arz etmesi gerekirdi. Sadrazam bu tezkireyi inceleyip üzerine “sah” (Görüldü) işaretini koyduktan ve “pençe” denilen imzasını çektikten sonra defterdara iade ederdi. Defterdar işlemlerin bittiğini onaylayan bir “sah” daha koyarak, tezkireyi “sergi halifesi”ne (Mâliye veznedarına) gönderirdi. Sergi halifesi bu tezkireye dayanarak yaptığı ödemeyi gösteren bir “sergi tezkiresi” hazırlardı. Bunlar her akşam defterdara verilir, defterdar da tezkireleri karşılaştırıp “mahsub” işaretini koyar ve Ruznamçe Kalemi’ne gönderirdi.

Bürokratik Süreç

Tezkirenin yasal yürürlüğü olabilmesi için biçimsel bütünlüğü tamamlanmış bir belge olması gerekir. Dolayısıyla işlem sürecinin eksik bırakılmış olması belgeyi geçersiz kılar.

Muamelelerin tamamlanması için kalemlerde izlenecek sürecin genel biçimi şöyledir:

(1) Taleb ve arzuhâl (istem ve dilekçe),

(2) llk kayıt, Kalem derkenarı ve serhalife’nin «Sah»ı (“Görüldü”sü),

(3) Defterdar şurûtunu (şartlarını) beyân eder,

(4) Kalem’ine sorulur, serhalifesi «Sah» eder,

(5) Defterdar’a havale edilır, (aksine bir emir olup olmadığı incelenir),

(6) Ait olduğu kalemine yazılır, «Sah» olunur,

(7) Sûret istenir,

(8) Defterdar mektubcusu, istek veyâ sorunu inceler, gereğini veyâ sakıncasını özet olarak defterdar’a bildirir,

(8) Baş halife’nin yazdığı bir taslağı inceledikten sonra defterdar mektupcusu «telhis» eder (özet yazar),

(10) Telhis’i defterdar «Sah» eder,

(11) «Kayd» ve «Tezkire» verilmesi için kalemine «Buyruldu» yazılır,

(12) «Buyruldu»ya defterdar «Küçük Sah» yapar,

(13) İstek hangi kaleme kaydettirilmiş ise, buyruldusuna göre kalemine kaydolunur, «Buyruldu» alıkonur, yerine yeni bir «Tezkire» verilir,

(14) »Ka!em Hocası» bu tezkireyi mühürler,

(15) Tezkire, emrin yazılması için Maliye Kalemine verilir,

(16) «Emr»i yazılır,

(17) «Kanuncu» ve «mümeyyiz» okuyup doğruluğunu «Sah» ederler,

(18) Maliye Kalemi kesedarına yeniden okunması için havale ederler,

(19) Maliye Kalemi tezkirecisi «Sah» eder,

(20) Defterdar’a imzâ ettirilir,

(21) Nişancı üstüne «Tuğra’sını çeker.

Bu işlemlerin yapılması ile emir veyâ hükmün yürürlüğü başlamış olur. Emrin diğer bir sûreti istenirse emrin çıkarılmasında yeri olan görevlilerin birleşmesi (ittifakı) gerekir.

Ve bu emrin verilmesi için «ibtidâ arzuhâli»nin üstüne «ba buyruldu nakl ve beyân olunan şart ve kayıtlar» işlemin yürütülmesi sırasında geçtikleri makamlardan çıkarılıp özet olarak yazılır ve yine yetkililerce «sah» ve imzâ edilirdi. Böylece emrin aslı dışında onun yasallığını gösteren bir sened de Defterhâne mahzeninde muhafaza edilirdi.

Tasdik işâreti olan (Sah) genellikle en çok raslananıdır. Bunun dışında yapılan işlem, araştırma, verilen müsaade ile ilgili olarak bazı kelimelerin yerine rumuzlarının örneğin “terakki (te), çift (cim), zira (ze), mahlût (tı), aded (ayın), kıyye (kaf), gümrük (kef), mahlûl (lâm), hâne (na), dirhem (hem)” kullanıldığı da olur.

b. İç Hazine

Hazine-i Enderun (İç Hazine) savaş ve diğer olağanüstü durumların gerektirdiği harcamalar için bir yedek hazine durumundadır. Para, mücevherat ve kıymetli malzemeden yapılmış değerli eşyalar saklanırdı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda devlet hazinesi Padişahların hususi hazinesi ile beraberdi. Devlete ait paralardan başka bir çok kıymetli eşya da Saray’da saklanır, bütün harcamalar Padişahın irâdesiyle yapılırdı.

Saray’ın Hazine Koğuşu’nda bulunan İç Hazine, üç bölümden oluşuyordu. Amirleri “Ser-Hazine-i Enderun” unvanını taşıyan hazinedarbaşı, Hazine kethüdası ile hasodabaşı’ydı. Bununla beraber asıl İç Hazine sayılan bölümün sorumlusu “Hazine kethüdası”ydı.

(1) Ana Gelirler

1. Has mâlikane gelirleri (Havass-ı Hümâyun hasılatı),

2. Hasılat-ı sâfiye (Saray bostanlarının, çayırlarının, koru ve çiftliklerinin geliri),

3. Her yıl Mısır valilerinin gönderdiği 600 bin altın,

4. Vezirlik tevcihlerinden sağlanan tuğ câizeleri, hediye ve pişkeşler, devlet ricâlinin sunduğu hediyeler,

5. Beşte bir oranındaki şer’î ganimet payı,

6. Maden gelirleri,

7. Müsâdere edilen mallar,

8. Vâridat olarak aktarılan Dış Hazine nakit fazlası’dır.

(2) Ana Giderler

1. “Saray masrafları,

2. Seferler için yapılan masraf,

3. İaneler, atiyeler, hil’at giydirme ve hediyeler” için yapılan harcamalardı.

Hazine-i Âmire’nin açığı da İç Hazine’den kapatılır, gerektiğinde sadrazamın arzı üzerine ve defterdar ile birlikte Padişah’a kefâlet anlamında verdikleri senet karşılığında İç Hazine’den Dış Hazine adına borç alınırdı.

5. BÜTÇE

Fatih kanunnamesi’nde “Yılda bir kere defterdarım rikab-ı Hümâyunum’a irad ve masrafın okuyalar, hilât-i fahire giyeler” biçimindeki hüküm yıllık bütçe yapılmasının yasal gereği olarak görülmüştür. Nitekim başdefterdar yılda bir kere Padişah’ın huzuruna çıkıp Hazine gelir ve giderleri hakkında hesap vermektedir.

Osmanlı bütçeleri Merkezi Hazine’ye (ve yan hazinelere) nereden ne kadar gelir intikal ettiğini ve mâli yıl içerisinde bunların nerelere sarf edildiğini gösterir. Hazine-i Âmire’nin ve diğer hazinelerin mâlî yıl sonu hesabıyla kesin gelir-gider hesap durumlarını oluştururlar.

Osmanlı bütçelerini genelde devre sonu kesin hesabı biçiminde hazırlanmıştır. Devletin tüm gelir ve masraf larını belirli kategorilere ayırarak bir yıllık çalışma programı gibi düzenlenmiş çağdaş anlamda “program-bütçe”ler değildir. Üstelik kesin bir standardizasyon bulunmadığından birbiriyle karşılaştırmak her zaman mümkün olmaz. Bununla beraber modern “bütçe” kavramına daha yakın, tahmin veya ön-hesap niteliğinde Hazine için bazı gelir-gider hesapları da yapılmıştır.[1195]

Merkezî “bütçe” de yer alan gelirler, devletin gelirlerinin ancak bir kısmıdır. Çünkü ülkedeki vergi gelirlerinin bir kısmı timar sisteminin gereği olarak tımar sahipleri ve gerekli görülen üst düzey yöneticilere maaşlarını karşılamak üzere “dirlik”olarak tahsis edilmişlerdir. Ancak bu gelirler merkezî “bütçe”de gözükmezler.

“Devlet gelirleri” doğal olarak Dış Hazine’de biriken (ve “bütçe”de gözüken) gelirlerdir. Dolayısıyla “bütçe”lerde hangi isimler bulunuyorlarsa ancak o düzeyde incelenir. Bununla beraber vergiler “bütçe”lere çeşitli türleri itibariyle dökümleri yapılarak değil, çok kere “mukata’a geliri” başlığıyla tek kalemde yansımaktadır.[1196]Ancak Hazine’nin gelir ve giderlerini özetleyen cedveller yapılmıştır.

Devlet gelirlerinin Merkez ile eyâletler arasında bölüşülmesi On altıncı yüzyılda yaklaşık olarak yarı yarıyadır.[1197]On Yedinci yüzyılın ortalarında Osmanlı ülkesinin tüm gelirleri 2.400.000.000 akçe olarak kabul edilmektedir. İstanbul’da kalan gelirler 581.270.828 akçe’dir. Bunun dışında kalan 1.800.000.000 akçelik kısım, başka bir deyişle devlet gelirlerinin dörtte üçü “Merkez Hazinesi”nin ve bütçe hesaplarının dışında olup tımar veya vakıf düzeni içerisinde oluşmuş ve muayyen hizmet sahiplerine tahsis edilmiş gelirler”dir.[1198]

Ordunun büyük bölümünü timarlı eyâlet askerleri oluşturduğu için savunma harcamaları da “dirlik”ler tevcih edilerek karşılanır. Bununla beraber giderlerin büyük bölümünü Merkez’in memurlara ve kapıkuluna verdiği maaşlar oluşturmaktadır.

a. “Sıvış Yılı” Uygulamaları

Osmanlılar bütün İslâm devletleri gibi hicrî takvimi kullandılar. Tarihî olaylar, Divan’dan çıkan fermanlar ve mâlî muamelelerin tarihleri hep bu Hicrî ay yılı takvimine göre tesbit edilirdi. Milâdî Güneş yılı takvimi ancak hıristiyan kırallarına gönderilen «nâme-i hümâyun»’larda, hıristiyan devletleriyle yapılan anlaşma ve ahidnâmelerde kullanılmıştır.

Bununla beraber Osmanlı devletinin tarımsal ekonomisi, zirâî ürünlerin hasılatı, iç ve dış ticareti, gümrükleri, maden çıkarma faaliyetleri mevsimlere bağlıdır. Örneğin madencilik kış aylarında bir çok yerlerde yapılamamakta, kara yollarının kar ve yağış sebebiyle geçit vermediği ve denizlerin sefere müsait olmadığı mevsimlerde ticareti ve gümrük hâsılatı temin edilememektedir. Dolayısıyla gelirlerin hesaplanmasında güneş yılı takviminin kullanılması daha uygun, hatta gereklidir. Ancak güneş yılı ay yılından yaklaşık olarak 11 gün daha uzun sürmektedir.[1199]Bu da 32 güneş yılında sonunda (32 x 11 = 352 gün) yâni bir ay yılı eder. Dolayısıyla 33 ay yılı 32 güneş yılı; 100 ay yılı da 97 güneş yılına eşittir.

Bir yıllık fark’a “siviş” ve o yıla da arada kaldığı için “tedâhül yılı”, on bir günlük ayrıma ise “tefâvüt-i hasene” deniliyordu. Özellikle tımar ve zeamet usulünün kaldırılmasından sonra bütün gelir ve giderlerin merkezî devlet bütçesinden ödenmesi ve Avrupa devletleri ile gittikçe artan ilişkiler takvim sorunun çözülmesini zorunlu kılmıştı.

Hazine gelirleri güneş yılı ve mevsimlerin etkisi altında olduğu halde, Hazine giderlerinin önemli bir kısmı ay yılı esâsına bağlı olarak sarfediliyordu. Hazine giderlerinin en önemli kısmı olan ulûfeler, hizmetin ifâsından sonra üç ayda bir ödenirdi. Buna göre bir hicrî ay yılı içinde dört defa mevâcib ödenmesi lâzım geliyordu.

Anadolu ve Rumeli eyâletleri Merkez muhasebesine bağlı olduklarından Dış Hazine’nin gelirleri Nevrûz’da ve Ağustos başında olmak üzere yılda iki kere gönderilirdi. Bununla beraber vergilerin tahsil zamanı, muhassıllarına verilen fermanlarda ayrıca belirtilirdi.

Dış Hazinenin giderlerinin büyük bölümü “ay yılı”na ve gelirlerinin büyük bölümü ise “güneş yılı”na göre tahsil edilmektedir. Bazı vergiler 1 “ay yılı”, mukataalar da 3 “ay yılı” veya “güneş yılı”ndan ibâret olan ve adına “tahvil” denilen bir müddet için iltizâma verilirdi.

Gelir ve giderleri kısmen “ay yılı”nın kısmen “güneş yılı”nın tesiri altında olan Osmanlı Devleti Dış Hazine gelirleri bütçesi için “güneş yılı”nı esas olarak olarak seçerse mevsimlere bağlı ekonomik gelirlerin tahsili bakımından uygun hareket etmiş olur. Ancak her yıl 11 günlük gelir fazlası birikecektir. Diğer taraftan gider kalemleri esas alınarak bütçe “ay yılı”na göre düzenlenirse hicrî yıl her sene on bir gün önce gelecek ve gelir ve giderler dengelenemeyecektir.

Demek ki her 32 “güneş yılı”na sonunda 1 “ay yılı” fazlası ile 33 “ay (kamer) yılı” oluşmaktadır. Oysa 33 üncü yılın masraflarına karşılık olacak gelir yoktur. Başka bir deyişle bütçede bir yıllık masrafa eşdeğerli açık verilmiş olmaktadır.

Çifte karakterli takvim kullanılmasına bağlı olarak ay ve güneş yıllarına göre biriken gün farklarının bir takım malî sorunlar oluşturmaktadır. Gerçekten de hicrî-kamerî her 33 yıl sonunda masraf bütçesini karşılayacak bir gelir bütçesi yoktur. Bu da ulûfelerin ödenmesinde iç buhranlara, askerî ve sosyal huzursuzluklara, para ayarlamalarına sebeb olmaktadır. Her 33 senede bir “sıvış yılı” denilen buhranlar kaçınılmaz ekonomik bir gerçeklik olarak meydana gelmektedir.

Aslında ay ve güneş yıllarına bağlı olarak gelir-gider arasında % 3 oranında reel fark yüzünden ulûfeler gecikme ile ödenmektedir. Bu gecikmeler iki, üç veya dört kıst (taksit)’a yani tam bir sıvış yılına ulaşınca yeniçerilerin ayaklanmalarına, defterdarların, sadrazamların azil ve hattâ idâm edilmelerine, Padişahların tahttan indirilmelerine, isyancı elebaşılarının kısa bir süre için de olsa yönetimi ele geçirmelerine bile sebep olmuştur.

Bu durumda ön önemli gider olarak “ulûfe” tevziatı hususunda, eğer İç Hazine’den bir karşılık bulunamazsa devlet açığı kapatmak için:

a) Fazladan bir peşin vergi tahsil etmek,

b) Veya yeni vergiler ihdas etmek,

c) İstikrazda bulunmak,

d) Parayı tağşiş etmek,[1200]

e) “Fetihler yolu ile yeni gelir kaynağı aramak “ gibi çareler arasından iki veya üçünü birden uygulamak zorunda kalmaktadır.

Ayaklanmaların yatıştırılması için genellikle gecikmiş ulûfelerin derhal ödenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla gerekli olan meblağ istikraz yapılarak ve para tağşişi ile karşılanırken diğer taraftan istikraz borçlarının ödenmesi için yeni vergiler salınmaktadır. Ancak ödeme gücü üstünde vergi istenen halkın bir bölümü göçlere mecbur kalırken bazıları da eşkıyalık ve isyan hareketlerine katılmakta, para tağşişleri ise pahalılığı arttırmaktadır. Bu sebeplerden ötürü kaçınılmaz biçimde ortaya çıkan sıvış” yılı buhranları yükselme devirlerinde daha kolay, duraklama ve gerileme devirlerinde çok daha zor atlatılmıştır. Tımar sisteminin zayıflayıp maaşların ulûfe şeklinde nakden ödenmesi yeterince arttıktan sonra sıvış yılı buhranları da etkisini hissettirdi. Başka bir deyişle Ordu’nun büyük bölümünü tımarlı sipahinin oluşturduğu “aynî ekonomi”ye bağlı dönemlerde sıvış yılı buhranları görülmez. Zira Osmanlı ekonomisinin alışık olmadığı “nakdî ekonomi” sisteminin iktisadî ve mâlî yanı henüz sıkıntı vermemektedir.[1201]

b. Para

Osmanlı ekonomisinin para birimi gümüşten kesildiği için adına “akça” denen sikke olmuştur. İlk Osmanlı sikke’sinin, devletin kurucusu Osman Bey adına Selçuklular’ın gümüş sikkeleri örnek alınarak basıldığı bilinmektedir[1202]

Osmanlı Devleti’nin para sistemi, bütün Yeniçağ ve öncesi toplumları gibi madenî para rejimine dayanır. Bu bağlamda ilk Osmanlı sikkesi, devletin kurucusu Osman Bey zamanında basılmıştır. On sekizinci yüzyıla kadar Osmanlı para birimi gümüş akçe olarak devam etti. Fatih zamanına kadar para rejimi yalnız gümüş üzerine uygulanan monometalizm’dir.

Devlet geleneği ve hükümranlık alâmeti olarak da her yeni Padişah kendi adına gümüş sikke bastırmıştır. Ama Osmanlı Devleti’nde ilk altın para 1479 yılında Fatih Sultan Mehmed döneminde darbedilmiştir. Bu aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin kudretini de simgelemekteydi. İlk altın sikke ile beraber (altın ve gümüş) ikili maden sistemine (bimetalizm’e) geçildi. İsteyenler Darbhaneye külçe altın veya gümüş götürüp, tedavülde olan sikkelerden bastırabiliyorlardı.

(1) Tağşiş (Devalüasyon)

Para darlığına çözüm olmak üzere malî bir tedbir olarak yeni sikke basımlarında akçenin ağırlığının azaltılması ya da teknik deyimiyle “paranın tağşiş edilmesi”ne de yine Fatih Sultan Mehmed döneminde başlandı. Askere verilen yevmiyelerin mikdarına dokunulmadan akçelerin ağırlığı 6 kırat ’tan 5 kırat’a[1203]indirildi. Üstelik eski paralar kıymetli maden vezni açısından daha değerli olmalarına rağmen % 20 düşük fiyatla geri alınması da halkın ve yeniçerilerin tepkisine sebep oldu.

Daha sonra piyasaya eksik vezinli yeni akçeler sürerek daha değerli eski akçelerin toplanıp eritilmesi ekonomik bir yöntem olarak sürekli uygulandı. Sultan II. Bayezid ve Sultan III. Murad dönemlerinde devam eden eksiltmeler Sultan IV. Murad döneminde 3 kıratın altına kadar düşürüldü. Bununla beraber bu yapay önlemler yeterli olamıyordu. Zira akçe tağşiş edildikçe yabancı sikkelerin değeri artıyordu.

On yedinci yüzyıla kadar Osmanlı para birimi gümüş akçe idi. Bütün vergi ve resimler, memur maaşları ve ulûfelerin ödendiği esas sikke olarak kaldı. Akçe, Mâliye’nin para değerini ölçme birimi olarak kullanılıyordu. Bununla beraber devletin mali durumu bozuldukça akçe’nin de ayar ve vezninde birçok değişiklikler yapılıyor, ayarı düşürülüyordu. Bu durumda Sultan III. Ahmed zamanında akçenin yerine “para” ölçü birimi haline getirilmiş ve l para = 3 akçe, l guruş = 40 para düzenlemesi yapılmıştır.[1204]

(2) Enflasyon

Amerika’nın keşfi’nden sonra yapılan Atlantik seferleriyle Avrupa’da altın ve gümüş bollaştı. On altıncı yüzyılda Osmanlı piyasalarında “guruş” denilen iri gümüş sikkeler görülmeye başlandı. Bu kıymetli maden ve yabancı para bolluğu enflasyona sebep olarak malların fiyatlarını yükseltti. Yüzyılın son çeyreği başlarken Osmanlı pazarlarına sürülen Peru ve Meksika gümüşü genel olarak yıllık % 06 civarında artan fiyatları % 200’ lere fırlattı.

1575-1586 arasında Akdeniz dünyasını sarsan gümüş enflasyonu akça’nın da değerinin hızla düşmesine sebep oldu. Üstelik uzun süren İran savaşları sırasında[1205], paranın değeri de birkaç kere “tağşiş” edilmişti. Buna rağmen Osmanlı sikkeleri emsallerine göre daha yüksek ayarda kalmakta yurt dışına kaçırılmaktadır.

(3) Kalpazanlık

On altıncı yüzyılın sonunda para değerinde çeşitli sebeplerle meydana gelen bu erozyona paralel olarak fiyatlarda hızlı bir artış gözlenmiştir. On yedinci yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı piyasalarına riyal, Hollanda esedi kuruşu, zolota gibi yabancı paralarla birlikte bunların kalp olanları da getirilmektedir. Dolayısıyla piyasada bir yandan Avrupa gümüşü artarken diğer taraftan da kalp para, kalpazanlar, gümüş sikkelerin kenarını kırpanlar da çoğalmıştı.

Ancak yapılan tağşişler para değerinde düşüşlere sebep olmuş ve zaman zaman bazı düzenlemeleri, “sikke tashihi”ni zorunlu kılmıştır. On yedinci yüzyılın ilk yarısında dört defa[1206]sikke tashihine baş vurulması akçenin önceki iki asır boyunca geçirdiği ve toplam l/4 oranına varan büyük değer kaybından da kaynaklanmaktadır.[1207]Nitekim, Kanunî devrinin ilk yıllarında 100 dirhem gümüşten 425 akçe kesilirken, bu mikdar 1584’de 800, 1688’de 1700 akçeye yükselmişti.[1208]

Bu aşırı tağşişler sonucunda Osmanlı Devletinin 1534 yılı bütçesi 15 milyon duka altını iken 1650 yılında 4,5 milyona düştü. Hatta On yedinci yüzyılın ortalarında kalp paralar en çok kullanılan para oldu. Çünkü Hazine’ye giden değerli gümüş paralar kalp paralarla değiştirilerek kazanç sağlanmaya başlandı. 1669’a kadar kalp para ticareti devam etti. Bu tarihte kalp paraların ülkede tedavülü yasaklandı. Ancak, Hazine bu paraları gerçek gümüş değeriyle geri aldığı için halk yine zarar gördü.

Para hacminde meydana gelen daralmalar Saray’da ve diğer erkân’da bulunan altın ve gümüş’ün de Darbhaneye gönderilerek paraya dönüştürülmesini gerektiriyordu. Kıymetli maden sıkıntısına çare olarak 1688 yılında mankur (veya pul) denilen maden değeri ile nominal değeri arasında büyük fark bulunan bakır paralar basıldı. Ancak bu dönemde halkın darbhaheye ham bakır götürerek mankur bastırması yasaklanmıştır.

Ne var ki nominal değerin madeninden yüksek olması bu sefer de “tağşiş” yanında kalpazanlığın çıkmasına sebep oldu. Üç sene kadar süren üç maden sistemi (trimetalizm) sırasında, Osmanlı ülkesine dışarıda basılmış kalp bakır sikke akmıştır. Bunların yüksek fiyat farkı ile piyasaya sürülmeleriyle ortaya çıkan enflasyonu önlemek amacıyla 1691 senesinde bakır sikke tedavülden kaldırılmıştır. Ancak kalp para kaçakçılığı ise devam etti.[1209]

Özellikle altın sikkelerin yurt dışına kaçırılması, devleti para veznini tağşiş etmek zorunda bırakıyordu. 1703’te Tuğralı, 1713’te Zincirli, 1716’da Fındık ve 1729’da Zer-i Mahbub adlarıyla yeni altın sikkeler bastırıldı.

Diğer taraftan piyasada isimleri ve ayarları değişik pek çok sikke bulunması, bunlar arasında fiyat farkları doğurmuş ve bu farktan yararlanarak para alıp satan uzman bir sarraf sınıfı da ortaya çıkmıştır. Tedâvülde bulunan bu çok çeşitli paraların resmî rayiçlerini kontrol altında tutabilmek ve fazla fiyata satılmalarını önlemek için devlet, ülkenin gerekli görülen ticaret ve gümrük merkezlerine paraların resmî rayicini belirten fermanlar göndermektedir.[1210]

(4) Esham (Tahvil Senedi)

Sultan III. Mustafa döneminde uzun süren Osmanlı-Rus savaşları büyük harcamalara sebep olmuştu. Bunlar mukataa, avarız gibi devletin vergi gelir kaynaklarıyla karşılanamayınca, iç borçlanma yoluna gidildi. Esham Mukataa Kalemi kurularak on yıl vadeli isme yazılı borçlanma tahvilleri hazırlandı. Bu tahvillerin 100 keselik her sehmi (payı) için her yıl 5 kese altını faiz olarak vermekteydi. Devlet borçlanmasına karşılık olarak İstanbul gümrük gelirlerini başlıca karşılık olarak gösterdi. Ancak küçük meblağlar için düzenlenmiş bu tahviller mültezimler tarafından ilgi görmedi. Bununla beraber yıllık faizin “ferağ harcı” adıyla Esham Muhasebeciliği’ne ödenmesi şartıyla şahsa yazılmış eshamın el değiştirmesine izin verilince Hazine’ye kısa vadede para sağlandı. Uzun vadede ise devletin ödediği faizden daha fazla gelir elde edildi.

(5) Sarraflar

Daha önce de gördüğümüz gibi, her padişah hükümranlık alameti olarak kendi tuğrasıyla altın sikke ve 2’lik, 5’lik, ve 10’luk gümüş sikkeler bastırmıştı. Piyasada 36 çeşit gümüş para tedavül etmektedir.[1211]Bunların dışında ayrıca “Sultanî, Tuğralı, Zincirli, Fındık ve Zer-i Mahbûb” gibi adlarla altın sikkeler bastırılmıştı. Osmanlı sikkelerinde değerli maden oranı yüksek olduğundan tedavülleri sırasında yabancı paralarla arada nominal değer fazlası vardı. Dolayısıyla Osmanlı altın ve gümüş sikkeleri yurt dışına kaçırılıyordu. Bunu önlemek için altın ve gümüş paraların diğer ülkelere ihracı yasaklanmış, ithalatı ise teşvik edilmişti.[1212]Dolayısıyla Osmanlı ülkesinde İran” şâhî”si, Venedik “düka”sı, Ceneviz “filori”si, İspanyol “riyâl”i, Hollanda “esedî”si, Polonya “zolota”sı, Mısır’ın “eşrefî”si, Avusturya’nın “taler”i gibi yabancı altın paralar da tedavül ediyordu. Üstelik Osmanlı ülkesinde altın ve gümüş para arasında rayic birliği bulunmadığından Avrupalı tüccarlar Osmanlı ülkelerinde kendi paralarının ticaretini de yapmış oluyorlardı.

Osmanlı Devleti’nin gelişim çizgisinin apojesini oluşturan Kanunî döneminde üç kıt’a üzerinde yayılmış olan ülkede 43 darbhane Padişah adına para basmaktadır.[1213]

Diğer taraftan Sultan Süleyman’ın cülus tarihi olan Hicrî 926 (Miladi 1520) tarihinde başkent Kostantiniyye’de darb edilmiş oldukları hâlde 14 adet altın sikke’nin gramaj ve çapları arasındaki farklar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.[1214]

Tablo: 7