Genel anlamıyla ele alınırsa teknoloji bilim’in bir uygulanma alanıdır.[1382]Dolayısıyla teknolojinin sistematik gelişimi teorik bilim kavramından ayrı düşünülemez. Diğer taraftan ülkelerin teknolojik gelişmeleri de kendi ekonomik, kültürel, siyasî, askerî şartları ile de bağımlıdır.
Diğer taraftan teknolojik gelişmenin bilimler arasındaki ilişkileri düzenleyen dizinlere karşı duyarlı olduğu açıktır.
Ancak teknolojinin parayla satın alınabilen ekonomik bir meta olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Bununla beraber saklama, yenileme, geliştirme inisyatifi daima üretici ülkenin elinde olacak, dolayısıyla teknoloji üretecek bilimsel yeterlililiği olmayan alıcılar daima üreticilere bağımlı kalacaklardır.
Deneysel bilimlerin yöntemleriyle ilişkilendirilmiş teknolojiyi, bizzat deneysel bilimlerden ayırmak güçtür. Teknoloji tam anlamıyla bilim sayılmasa bile teknolojik araştırma bilimsel bir uğraştır. Zira teknolojik çalışmalar bilimsel denemelerle kontrol edilir. Dolayısıyla bilimsel yöntemler kesinlikle işe karışır. Bununla beraber bir ülkede teknoloji ampirik yöntemlerin egemenliğinde ve ancak “el sanatları” düzeyinde kalmış ise, teorik ve deneysel bilimlerden de uzaklaşmıştır.
Aslında Batı biliminin kendi dünyası dışında temasta bulunduğu ilk yabancı ortam Osmanlı ülkesi olmuştur. Tanzimat’a kadar salt bilimler ve teknoloji sahasındaki ilişkilerin, bilgi akımının tek yönlü olmasının sebebi, daha önce açıkladığımız gibi, Osmanlı ilim kavramındaki epistemolojik amacın Batı’nın aynı konudaki anlayışı ile örtüşmemesindendir.
Avrupa ile Osmanlı bilim anlayışı arasındaki epistemolojik farkı ilk görenlerden biri On yedinci yüzyıl ortalarında Hacı Halîfe adı ile bilinen bibliyograf ve ilim adamı Katib Çelebi’dir. Arapça ve Türkçe tarihî, felsefî, toplumsal eserleri, Lâtince’den tercümeleri yanında konumuzu ilgilendiren yani deneysel bilimlerle ilgili araştırmaları ve eleştirileridir.[1383]
Bununla beraber Osmanlılar örneğin ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik gibi konularda ileri teknikleri erken dönemlerde Batı’dan transfer etmişler ve aradaki ilişkiyi hemen hemen kesintisiz devam ettirmişlerdir.
Gerçi Osmanlılar Mühendishane (Onsekizinci yüzyıl sonu) ve Mekteb-i Tıbbiye’yi (On dokuzuncu yüzyıl başı) kurdular. Kâtip Çelebi gibi Batı bilimi ile eleştirisel ilişkileri olan bir başka Osmanlı ilim adamı da, Osmanlı ülkesinde logaritma kavramından ilk yararlanan Mühendishane-i Berrî-i Hümayun başhocası İshak Efendi oldu.
Osmanlı teknolojisinin kendi geleneksel yöntemleri içinde kalmış ve transfer edilen yenilikleri uygulamacı, kopyalayıcı karakterden kurtulamamış olduğunu görüyoruz. Aslında yüzyıllar boyu devam etmiş olan bu sürec sırasında siyasî , idarî ve askerî tarihin olumlu, olumsuz verilerinin baskısı altında[1384]ya da özel durumlar gerektirdiğinde[1385]yüzeysel olarak değinilmiştir.
Hatta olayların içinde yaşamış Osmanlı yöneticilerinin bile bu durumu benzer biçimlerde yorumladıkları görülüyor. Böylece sorunlar ve sebepleri, araştırmalara gerek kalmadan düşünsel spekülasyonların mantıkî sıralamalarıyla kolayca açıklanmış olmaktadır.
Gerçi dış ülkelerdeki bilimsel gelişmelerin, keşiflerin bütünüyle, orijinal halleriyle iktibas edilmeleri mümkün değildir. Bilimin evrensel olarak kabul edildiği günümüzde bile kültürel, siyasal, ekonomik hatta psikolojik birçok sebeplerden ötürü, ülkeler arasında bilimsel bilgi akışı gecikebilir ya da kısmen hatta bütünüyle kesilebilir. Dolayısıyla bilimin hayata uygulanması demek olan “teknoloji ” için de aynı durum söz konusudur. Nitekim Osmanlı Devleti de, zaman zaman uzmanlar çağırıp “know-how” türünde bilgi satın alarak, fazla “bilimselleşmeye gerek görmeden” Avrupa karşısında kendi teknolojisini bir ölçüde sürdürmeğe çalışmıştır. Bununla beraber Batılı uzmanlara kâr’dan pay veren, işletme hakkı tanıyan uygulamacı karakterli Osmanlı teknolojisinde teorik ve deneye dayanan bilimsel bilgilerden yararlanıldığı söylenemez. Diğer taraftan yalnızca “uygulamacı” olanlar “teknoloji üretenler”in daima gerisinde kalmış ve onlara bağımlı olmuşlardır.
Osmanlılarla Batı arasında yaşanan bu dengesiz teknoloji mücadelesinin şiddeti, Batı’da uygulamalı bilimlerin gelişimiyle birlikte hızlanarak artmış, üstelik sonuçları ekonomiye, kültüre ve savaş gücüne de yansımıştır.
On sekizinci. yüzyılın sonuna kadar makineler genellikle tahtadan (ya da tahta ve kısmen demir bileşiminden) yapılmaktadır. On sekizinci yüzyılın son çeyreğinde metalürji’nin ıslahı ve (özellikle demir’in) işlenmesiyle ilgili yöntemlerdeki gelişmeler endüstri ve iş makinelerinin madenden yapılmasına, dolayısıyla bol miktarda madenî eşya üretimine imkân verdi.
Büyük demirhaneler kuruldu. Madenden yapılmaları makineleri daha sağlam ve daha hassas kıldı. Üstelik, örneğin matbaa harflerinin dökümünde olduğu gibi gibi birbiriyle değiştirilebilen parçalarla imal imkanı sağlanması büyük miktarda ve tam anlamıyla seri olarak imal edildiler. Diğer taraftan metalürji’de yumuşak dökümün işlenmesi hadde makinelerindeki gelişmeyi de sağladı.
Diğer taraftan Avrupa’nın teknik gelişmesinin temellerini bilimle (ve hatta uygulamacı (pratik) bir felsefe’yle) desteklenmiş yeni bir anlayışla düzenlemeğe çalıştığı görülüyor. Nitekim devrin en tanınmış filozofları “tekniğin, ne kadar gösterişsiz olursa olsun, insanları eğittiğini”,[1386]“gerçek felsefenin teknik gücün zaferine büyük bir hazırlıktan başka şey olmadığı”nı[1387]ileri sürmektedirler. Nitekim bu bağlamda bir “Sanat ve Meslek Okulu” açılarak “çeşitli büyük salonlar yaptırılması, her salonun birer mesleğe ayrılması; her salona orada öğretilecek olan sanatlarla ilgili ya da gerekli mekanik âletlerin tamamını kapsayan bir oda eklenmesi»; öğretmenlerinin de, zanaatkar öğrencilerin bütün sorularına cevap verebilmek, onları her konuda aydınlatabilmek ve bir gün buluşlar yapabilmelerine fırsat vermek için fizik ve matematik alanında uzman olmaları gerektiği» önerilmektedir.[1388]
Oysa aynı dönemlerde Osmanlı zenaatkârları daha farklı sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı.
a. Yanlış Korumacılık
Osmanlı devleti , kendi imalatçılarını dış rekabete karşı korumak amacıyla sistemli bir politika geliştirmemiştir. Bu bağlamda yerli esnafın ve sanatkârların ürettiği mallarla rekabet eden Avrupa sanayicilerinin, iş adamlarının mallarına karşı bile örneğin gümrüklerde hiç bir koruma önlemi alınmamış,[1389]bazı mallara ithal yasakları bile konulmamıştır.
Korumacılık ilke olarak silah, at, bakır veya tahıl gibi askeriye için gerekli olan malzemenin ihracatının yasaklanmış olmasından ibaret kalmıştır. Bunlar dışındaki yerli üretimin ihracatının yasaklanması da, ancak iç talebin artmasına bağlı olarak, örneğin deri, pamuk ve palamut gibi mallarda yapılmaktadır.[1390]Yine örneğin ham ipek’in kullanımı Müslüman erkekler için çok sınırlı olması sebebiyle ihracatı serbest bırakılmıştır.
Dolayısıyla askeriye için üretim yapan ya da üzerinden önemli ölçüde vergi sağlanan malları üreten esnaf devletin koruması altına alınmış,[1391]bunlar dışında “çarşı-pazar ekonomisi”nde yer alan esnaf ise, lonca ve gedik sisteminin rutin kuralları içinde kalarak bir yandan ham madde sıkıntısı ve diğer taraftan üretim sınırlamaları arasında sıkışmışlardır.
a. Üretimin Sınırlanması
Bazı ritüelleri ile bir tarikat sistemini andıran lonca örgütleri tasavvuf’tan kaynaklanan dürüstlük, kanaatkârlık kuralları ile esnafı ahlakî ve meslekî yönlerden eğitmektedirler. Her iş kolunun kendi lonca’sı yaptırımlı denetimleri ile üretimin standart kalitesini korumakla beraber, bir yandan da işyeri sayısını sabit tutarak ve piyasa rekabetini önleyerek sosyal güvenceyi sağlıyan kapalı bir iktisat sistemi oluşturmaktadır.
Üreticilerin ve zenaatkârların kullandıkları en önemli ham maddeler pamuk, ipek; kereste ve demirdir. Bunların bazılarına sık sık konan ihraç yasaklarına rağmen, iç ve dış piyasalarda teminindeki güçlükleri ve yetersizlikler sebebiyle esnafın eline talebi karşılayacak ölçüde malzeme verilememektedir.
Dolayısıyla özellikle bu ham maddelerin stokçuların eline geçmesini önleyerek ustaların hiçbirini işsiz bırakmayacak şekilde dağıtılmasını, diğer taraftan üretilen malların ihtikârsız satışını da loncalar sağlarlardı. Satışlar hükümet ve lonca temsilcileri tarafından tespit edilen narh’lar üzerinden yapılırdı. Böylece her işkolunda arz ve talep arasında kapalı bir denge sağlanırdı.
b. Gedik Yöntemi
On sekizinci yüzyılda ortaya çıkan gedik (tekel) sistemi hirfet içinde, esnaf’ın yaptığı işi başkalarının yapamaması ve satacağı malı başkalarının satamaması ve sanatını icrâ edebilme yetkisidir. Bu sistemde her sanat kolunun üyelerinin sayısı değiştirilemez biçimde belirlenmiştir. Aralarından biri herhangi bir nedenle ayrılsa veya ölse yerine gelecek kişinin kural ve geleneklere göre seçilmesi ve ayrıca kadı siciline işlenmesi gerekiyordu.
Esnaf önce “usta” sayısı olarak belirlenmişken daha sonra uygulamada “sanat aletleri”olarak da sınırlandırılmıştır. Buna göre esnaftan biri ustalık hakkını ancak âlet ve edevatı ile birlikte devredebilmekteydi. Bu uygulama bir sanat ve ticaret dalında kaç kişi uğraşır, içinde sanat ya da ticâret icra edilen kaç dükkan bulunabileceğini tespit ediyordu.[1392]
Esnaf loncaları asırlar boyunca çok az değişikliğe uğramış ve dolayısıyla yüzyıllar içinde esnaf zihniyeti hiç değişmemiştir.
Bununla beraber İstanbul, Bursa, Edirne ve Selanik gibi büyük şehirlerde özellikle dış talebin daha fazla üretimi gerektirdiği dönemlerde, sık sık lonca sisteminin dışında yeni işyerleri açılmıştır. Böyle durumlarda hükümet loncalar lehine müdahale ederek mevcut durumu muhafazaya çalışıyordu.
Böylece Osmanlı ekonomisinde ne tımar sistemi, ne de genellikle yöresel ihtiyacı karşılamak üzere loncaların bünyesinde örgütlenmiş küçük işyerleri sanayi’de kullanılabilecek ölçüde büyük sermaye birikimleri meydana getirebildi. Oysa lonca sistemi dışında, sermayesini bizzat devletin koyduğu ve Ordu’nun silah, araç ve gereçlerini sağlayan ya da ihracat için üretim yapan yüzlerce işçinin çalıştığı büyük tesisler kurulduğunu da görüyoruz.
Diğer taraftan esnaf loncaları iş kolları esasına göre düzenlenmiş olmakla beraber mahiyetleri itibariyle maddî ve manevî işlevleri vardır. Loncalarda dükkan ve usta sayısının eşit, üstelik dondurulmuş olması, usta-çırak ilişkilerinin sıkı kurallara bağlı kalması bir anlamda işkollarında “tekel” uygulaması gibi algılanabilir.
Usta sıfatını alabilmek için bir ustaya uzun yıllar önce çırak olarak hizmet etmek, sonra sırasıyla kalfa ve usta olarak peştemal kuşanmak mümkündü. Ne var ki boş bir yer (gedik) bulmak ancak ustanın yaşlanarak işi bırakmasiyle veya ölmesiyle açılabilirdi.
Diğer taraftan gedik yöntemi esnaf ve zanaatkârların iş ve çalışma imkânlarını çok sıkı sınırlandığından, kırsal kesimden kente akın eden işsiz kitlelerin emeğini ucuza kiralayıp sınaî üretime geçebilmek mümkün değildi. Dolayısıyla sanayi işcisi gibi yararlanmak mümkün olamadığından, bekâr odalarında yatıp kalkarak uygunsuz hareketler içinde yaşayan, asayişi bozan işsiz güçsüzlerin köylerine geri gönderilmesine çalışılmıştır.[1393]
On yedinci yüzyılın başlarında esnafın arasına yabancı girmemesini, üretim biçim ve hacminin denetlenmesini daha da sıkılaştıran fermanlar çıkarılmıştır. On sekizinci yüzyıla gelindiğinde gedikli esnaf hem “yaptığı işi başkalarının yapamaması” ve “ürettiği (ya da sattığı) malı başkalarının satamaması” açısından, hem de “gedik” yalnızca sayı olarak değil sicile “kayıtlı sanat aletleri” ile de sabit tutularak bir tür “dondurulma” altına alınmıştır. Boşalan bir gedik’in “ustalık hakkı” alet ve edevatı ile birlikte devredilmektedir.
c. Rekabet’in Önlenmesi
Osmanlı kentlerinin hepsinde mevcut olan esnaf teşkilâtını bir anlamda On üç ve On dördüncü yüzyıllardaki Ahilik hareketinin devamı gibi düşünebiliriz. Diğer taraftan Devlet de Ahilik’in üretim ve ticarette yüzyıllardır uyguladığı “rekabet yerine yardımlaşma” ilkesini kabullenmiştir. Örneğin öteden beri var olan gedik usulü devam ettirilerek dükkan sayısının sınırlandırılması, bir yönüyle esnafı koruma anlamına gelse bile, genelde fazla kazanç elde edebilme yollarını engelleyerek atılımcı ve yetenekli esnafın önünü kesmektedir. Örneğin birden fazla dükkan sahibi olmak veya dükkân (atölye) yerini değiştirmek gibi istekler, lonca’nın uygun görmesi ve devletin müsaade etmesine bağlı olarak çok zor gerçekleşmektedir.
Esnaf ve sanatkârlara üretim için gerekli olan ham madde, aralarındaki rekabeti ortadan kaldıran gelenekler ve töreler kesin olarak uygulanarak verilmektedirler.[1394]Bu malzeme lonca şeyhi, kethüda ve yiğitbaşı aracılığı ile taksim ediliyordu. Dolayısıyla yalnızca ham madde sağlanması değil, üretimin de geleneğe bağlı ve miktarı sınırlandırılmış olarak yapılması denetlenmektedir.
Rekabetten yoksun olduğu için Osmanlı üreticileri arasında reklam ve yenilik konuları düşünülmemektedir. Üstelik dükkan (atölye), âlet- edevat cins ve miktarı arttırılamadığı için Osmanlı üretim sektöründe üretim yöntemlerinin modernleştirilmesi de mümkün olamamıştır.
d. Ampirik İmâlat Yöntemleri
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde demir ve bakır madenleri vardır. Dolayısıyla bu madenlerin yakın çevresinde olan şehirlerde “temürcüler, bakırcılar, kuyumcular, kazancılar, kılıççılar, bıçakçılar ve çilingirler” gibi isimlerle anılan ve hepsi aynı konuda maden işleme sanatlarıyla ilgili pek çok dükkan (atölye)ın bir arada bulunduğu sokaklar hatta mahalleler bulunmaktadır.[1395]Bu atölyelerdeki perakende üretim, ahilik gelenekleriyle, usta’dan öğrenildiği biçimde ve geleneksel yöntemlerle yürütülmektedir.
e. Standart Bulunmayışı
Bu bağlamda en çarpıcı örnek top imâlatıdır. On beşinci yüzyıldan itibaren top namlusunun eğim açısını değiştirmeyi mümkün kılan kundaklar yapıldı.[1396]
On altı ve On yedinci yüzyılların savaş stratejileri genellikle kuşatmalar üzerinde yoğunlaştığından, bir yandan istihkamlar diğer taraftan da kuşatma ve savunma topları geliştirildi. Tahrip gücünün arttırılması için namluya verilecek eğim açısının ve gülle’nin namludan çıkış hızının balistik eğri üzerindeki teorik etkilerinin[1397]önemi ortaya çıktı. Örneğin gülle (dâne, mermi) yataya yakın bir yol izlerse “zinde kuvvet”i ve çarpma sırasındaki etkisi artar, ancak menzil kısaltılır. Namluya eğim verilirse menzili artar fakat tahrip kuvveti azalır. Bütün bu sorunların çözülmesi için gaz kaçakları ve barut kalitesi, geri tepme kuvveti ve kundak frenleri gibi o zamana kadar dikkate alınmayan mekanik ve dinamik problemlerinin çözümüne gerek duyuldu. Dolayısıyla Avrupa topçuluğunda On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru topçuluk teorisinde o zamana kadar yapılmamış bazı hesaplamalar yapıldı.[1398]
Gaz kaçakları açısından en önemli gelişme top namlularının[1399]ve dane çaplarının standartlaştırılmasıdır. Savaşta çeşitli topların ağız çapına uygun “dane” bulmak pratik olarak çözülemez lojistik problemler ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla çoğu kez ağızdan girebilen herhangi dane kullanılmaktadır. Bu da gaz kaçaklarını arttırıp atış menzilini düşürmektedir. Namlu iç çapları “4, 8, 12, 16, 24” pus[1400]olmak üzere yüzyılın daha ikinci çeyreği başlarında[1401]beş kategori üzerinde standartlaştırılmıştı.
Bu dönemde her ülke kendi standartlarını uygulamakta iken savaştığı Avrupa ülkelerinden eline geçen topları kopyalayan Osmanlı Ordusu’nda kullanılan top çapları ise aynı oranda çeşitlenmişti.
Teorik çalışmalar yapmayan Tophâne-i Âmire bu değişikliklere duyarsız kaldı. Zaten On sekizinci yüzyıl sonlarında “Mühendishâne-i Bahri-i Hümâyun” ve “Mühendishâne-i Berri-i Hümâyun” isimli yüksekokulların kurulmasına kadar Osmanlı ülkesinde bu tür teorik çalışmalar yapılamadı. Bu tarihlerden sonra görüldüğü gibi Avrupa top ve top arabaları imalatında On sekizinci yüzyıl sanayi devrimi öncüsü olan standartizasyon belirtilerinin Osmanlı ülkesinin seri imalat ortamını en iyi temsil edecek olan Tophane-i Âmire’de ve Top Arabacıları Ocağı’nda algılanması teorik ve pratik olarak mümkün değildi. Dolayısıyla askerî imalatta standartlaşmanın savaş alanlarında sağlayacağı lojistik ve stratejik yararlarla beraber, sanayi imalatın gerekleri de anlaşılamadı.
f. Ham Madde Sıkıntısı
Osmanlı devleti özellikle askerlik alanında başlangıçtan beri yeni teknikleri uygulamaya çalışmıştır. Ancak On yedinci yüzyıl sonlarında güçlenen merkantilizm sebebiyle Batı ile iktisadi ve teknolojik ilişkileri güçleşmiştir. Bu süreç içinde teknoloji ve iktisadi kalkınma için gerekli olan ormanlar (kereste ve yakacak odun) gibi doğal kaynaklar azalmış, açık işletilen ya da yüzeye yakın çıkarılabilen madenleri azalmıştır.
Avrupalılar On altıncı yüzyıl başlarında keşfettikleri Amerika’da Peru ve Meksika’dan ele geçirdikleri gümüşü yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı pazarlarına sürünce, bu yeni alımgücü, genel olarak yıllık % 06 civarında artan fiyatları birden % 200’lere fırlatmış ve üretim-tüketim dengesini bozmuştur. Hububat fiyatları yükselmiş ve ham madde kaçak olarak yurt dışına satılmaya başlanmış, esnaf ve sanatkarların ham madde sıkıntısı çekmesine sebep olmuştur.
“İhtisab Kanunnâmeleri”nde zenaatkârlar arasında ham maddenin taksimi, gerekiyorsa gümrük resmi alınması görevi muhtesip’e verilmiştir. Bu hizmetlerin yürütülmesi sırasında esnafın hakkını “esnaf kethüdaları” temsil etmektedir.
g. Merkantilizm’in Etkileri
Merkantilist politika baskısının ortaya çıkışı ile 1664 Fransız Doğu Hindistan Şirketi’nin kuruluşunun ve Osmanlı deniz gücünün ortadan kaldırıldığı 1669 tarihi ile aynı yıllara gelmesi, bir yandan Uzakdoğu karayolu ticareti kapanırken, diğer taraftan da Osmanlı Devletinin Uzakdoğu ile deniz ticareti sağlaması ihtimalini bütünüyle imkansız kılmıştı. Bu arada teknoloji ve iktisadi kalkınma için gerekli olan madenler, ormanlar (kereste ve yakacak odun) gibi doğal kaynaklar azalmıştır.
Osmanlı Devleti’nin bu sıralarda ormanları, yüzeye yakın ya da açık madenleri azalmış ya da tükenmiş, kıymetli maden stokları ise bitmiştir. Avrupa merkantilist politikasıyla hem Uzakdoğu karayolu ticaretini baltalamış, hem de değerli maden satışlarını, bilgi ve teknoloji iletişimini engellemiştir. Kısacası Osmanlı devleti ekonomik açıdan güçsüz ve yalnız bırakılmıştır.
h. Esnaf ve Sanatkar Kavgaları
On altı ve On yedinci yüzyıllardan sonra ham madde darlığı daha da şiddetlenmiştir. Dolayısıyla esnaf arasında ham madde darlığının yarattığı paylaşma sorunları da iyice artmaktadır.[1402]Fütüvvet edebiyatının “dirlik ve düzen ve uhuvvet (kardeşlik)” telkinlerine rağmen esnaf arasında “marifet yerine kavga ve çekişmeler” çıktığı görülüyor.[1403]
Bununla beraber Osmanlı esnaf ve sanatkarlarının ellerindeki çok sınırlı miktardaki ham maddeyi paylaşmasından doğan çekişmeler, aynı dönem Avrupasında iş ve üretim alanındaki sürüm ve satış konusunda meydana gelen rekabet’den mahiyet olarak tamamen farklıdır.
Bir taraftan meslekte ve sanatta lonca ahlakının teşvik ettiği aşırı gelenekçilik, diğer taraftan iş yeri sayısı ile birlikte âlet ve edevatı bile aynen devir ettiren gedik sistemi gelişmeyi durdutmuş, hatta göreceli olarak geriletmiştir.
Ne var ki esnaf ve sanatkar sınıfları arasında ham madde temini, üretimin satılması gibi konularda niza ve sürtüşme arttıkça fütüvvet ahlakı da yanlış olduğu kadar zararlı biçimde yorumlanarak pasif korunma stratejisi biçimine getirilmiştir. Başka bir deyişle dışarıya (ayrı meslekten olanlara) hoşgörüsüz davranışlar, aynı meslek gurubu içinde kayırma ve kollama biçiminde, fütüvvet ruhu açısından seviyesiz dayanışma biçiminde devam etmiştir.
Balkanlar’dan Avrupa ortalarına kadar açılan Osmanlı’lar ile Batı kültürü arasında on beşinci yüz yıl başlarından itibaren dolaysız kültürel ilişki devam etmiştir.
a. Göçler-Sığınmalar
Yahudi’ler On beşinci yüz yıl sonu ve On altıncı yüz yıl başlarında İspanya’dan sürüldüklerinde, Osmanlı devleti kendilerini uyruk olarak kabul etti. Yeni gelenlerin sahip oldukları teknik bilgiler, Latin harfli matbaanın Avrupa ile hemen hemen aynı zamanda kurulmasına katkısı oldu. On altıncı yüzyılın ortalarında ve On yedinci yüzyılın başlarında Latin hurufatiyle basım yaptılar.
On altıncı yüz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Macar Kalvinistleri de Batı’dan teknik bilgi transferi sağladılar.
Bunlar dışında Kont de Bonneval[1404]gibi münferit sığınmacıların da kendilerinden teknolojik bilgi edinilmesi açısından yararları olmuştur.
b. “Tâife-i Efrenciyan”
Bu yöntemin ilk ve ünlü örneği, önceleri Bizans İmparatoru’nun hizmetinde iken Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un kuşatılmasında büyük bir top döken Macar döküm ustasıdır.[1405]
Osmanlı kaynaklarında, örneğin ta’ife-i efrenciyan diye adlandırılan yabancı teknisyenlerin[1406]“müşâhere-hâran”[1407]faslından ücretlerini dört aylık taksitler halinde alırlar, yıllık bütçe hesaplarında bazan ayrı, bazan da saray esnafları (zanaatkarları) ya da ehl-i hiref ta’ifesi ile birlikte sınıflandırılırlardı.[1408]
Saray’daki “ehl-i hiref ta’ifesi” ile “taife-i efrenciyan” gurubu ayrı ayrı belirtildiği ender durumlar dışında, yabancı teknisyenlerin kesin sayısını bütçe kaynaklarından saptamak mümkün değildir. Bütçe hesapları bunların kısa bir dönem için (kuvvetli ihtimalle teknik danışmanlık gibi bir hizmette) istihdam edildiklerini belgeliyor.[1409]
Rönesans İtalya’sı ile Osmanlı imparatorluğu arasında da mühendis, zanaatkar ve yapı uzmanlarının sürekli gidip geldiği bilinmektedir. Göçmen veya danışman olan bu uzmanlar sayesinde, Osmanlı’lar en yeni gelişmeleri yakından izleme olanağını buluyorlardı. Bu arada döneminin asker yazarları ve gezginleri Osmanlıların İtalyan, Fransız, Alman, İngiliz, ve Hollandalı mühendis ve topçuları yabancı uzman olarak hizmetlerinde çalıştırdıklarını söylemektedirler.[1410]
Diğer taraftan Evliyâ Çelebi Tersâne’de çalışan 3000 marangozun Müslim, gayrimüslim reâyâ ve Frenk karışık olduklarını söylüyor.[1411]