A. GÜNCEL ZAMAN’IN BOYUTLANDIRILMASI

“Zaman”ın sözlük anlamı bir iş veya oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, biçiminde tanımlanır. Diğer taraftan her şeyin onun içinde yaşanması ama kendisinin hiçbir şey’in içinde bulunmaması sebebiyle insanlar beş duyu aracılığıyla algılayamadıkları zaman’ın boyutunu yorumlamak ihtiyacı duymuşlardır. Hatta “zaman”ın bir kuruntu, bir hayal ya da bir sanrı (galat-ı his) olduğu şüphesi duyanlar da olmuştur.

Zaman’ın insanın iç dünyasına yansıyan algılanışı kişiseldir. Örneğin yorgunluk etkisiyle güçleri gün boyunca azaldığından, öğleden sonra zaman daha uzun geçer. Aynı şekilde acıkma, uyku ve diğer doğal günlük ihtiyaçlar da insanın içsel zamanını belirleyen kişisel periyodik röperler oluşturur.[1170]Diğer taraftan zaman’ın değişik kültürlerde transandantal ya da soyut veya somut hatta kalıtımsal algılamalara bağlı çok farklı kullanılış biçimleri vardır.

Leonardo da Vinci saat yerine kendi kalp atışlarını sayarak Galile’den yüzyıl önce bazı fizik (hidrolik) deneyler gerçekleştirdi. Bununla beraber dünyanın matematik yapıda olduğunu ve fizik yasalarının anlaşılması için matematiğin gerekliliğini ilk kez Galile vurguladı.[1171]Onun matematiğe dayarak basit sarkaçın salınım periyodunu veren yasayı açıklaması ve devamında Huygens ve Hooke gibi mucit bilim adamlarının da bu açıklamalardan yararlanarak mekanik saatlerde “eşapman” sistemini bulmaları ve “pandüllü saat”ler (horloges) Batı dünyasında astronomi, gemicilik ve ekonomi alanlarında büyük devrimler yapılmasını sağlamıştır.

Batı’da mekanik saatlerin yaygınlaşması ve şehir meydanlarında saat kulelerinin yapılması kadar basımevinin ortaya çıkması da toplumun zamanı algılaması üzerinde etkili oldu. Daha önceleri görerek, dokunarak ya da (kilise çanları, belirli saatlerde top atılması gibi) işiterek algılanan zaman artık muntazaman yayımlanan günlük, haftalık, onbeş günlük periyodiklerin tarihleri ve mekanik saatlerin kadranlarından rakamlar okunarak öğrenilen soyut bir biçim aldı. Zaman şimdiden sonra Adam Smith’in tanımladığı gibi bir “iş birimi” olarak değerlendirilebilecekti. Ve buradan hareketle ekonomide, iş ve ticaret hukukunda “iş günü” ve “iş dönemi” olarak tanımlanan kavramlara ulaşıldı.

Modern ekonomi açısından gerektiğinde “para”ya dönüştürülebilen bir değer sayılan zaman kavramının Osmanlı ülkesinde algılanış biçimine de kısaca göz atmak gerekir. Aslında İslam-Osmanlı kültüründe zaman kavramı, Batı’daki gibi lineer değildir. İlke olarak yine “iş günü”[1172]esas olmakla beraber aylar mevsimlerle birlikte dönüşümlüdür.[1173]Diğer taraftan yine dönüşümlü olarak araları uzayıp kısalmalarına rağmen, ibadet vakitleri (namaz vakitleri, iftar ve imsak) gün boyunca Osmanlı toplumunun zaman algılamasını sağlayan şaşmaz röperler oluşturmaktadır. Örneğin gündelik çalışma yaz ve kış mevsimlerindeki günlerin uzunluğuna bağlı olmadan sabah namazıyla başlamakta ve akşam namazıyla bitmektedir. Yapay aydınlatma imkan bulunmadığından ötürü bu durum toplum ve çalışanlar tarafından doğal olarak da kabullenilmişti.[1174]

Dolayısıyla Osmanlı ülkelerinde mekanik saatlerin yüzyıllar boyu kullanımı yalnızca namaz vakitlerinin daha sıhhatli düzenlenmesini sağlamaktan ibaret kaldı. Nitekim Avrupa’da ülkemizde satılmak üzere imal edilmiş, vasatî ve ezanî saatleri ayrı ayrı gösteren, çift kadranlı oldukları için de halk arasında “çifte kumrulu” adıyla tanınan özel saatler yapılmıştı.

Diğer taraftan zamanı tespit ve ölçme yöntemlerinin sürekli geliştikleri ve akkültürasyon yoluyla toplumlar arasında sirayet ettiği de açıktır. Nitekim aynı bağlam içinde zaman kavramı da Osmanlı ülkesinde mekanik saatlerin kadranlarından rakkamlar okunarak öğrenilen soyut bir biçim aldı.

1. İŞ BİRİMİ OLARAK “ZAMAN”

Diğer taraftan zaman kavramı, Batı’da Adam Smith’in önerdiği anlamda somut bir “iş birimi” olarak değerlendirildi. Ve buradan hareketle ekonomide, iş ve ticaret hukukunda “iş günü” ve “iş dönemi” gibi isimlerle tanımlanan daha geniş kapsamlı değişik zamanlama kavramlarına ulaşıldı. Sanayi toplumlarında aile, eğitim, siyaset, iktisat, hukuk ve din olarak belirlenen altı ana kuruma yedinci bir kurum olarak “zamanı değerlendirme” de ilave edildi.

Ancak İslâm kültüründe namaz vakitlerinin daha başlangıçtan beri minarelerden günde beş vakit okunan ezanlarla ilan edilmesi toplumun doğal zaman algılamasında bütünlük sağlamıştır. Oysa böyle bir bütünlük Batı toplumlarının işçi kesiminde ancak Sanayi Devrimi’nden sonra fabrikaların başlama ve paydos sirenleri ile sağlanabildi. Bununla beraber İslam’da zaman’ın bölümlendirilmesi Batı’daki gibi lineer değildir. Namaz, iftar ve imsak saatleri her gün Güneş’e bağlı olarak muntazam biçimde değişmektedir. Dolayısıyla mekanik saatlerin yüzyıllar boyu Osmanlı ülkelerinde kullanımı yalnızca namaz vakitlerinin daha sıhhatli düzenlenmesini sağlamaktan ibaret iken[1175]Batı’da Greenwich’ten geçen meridyen esas alınarak hem haritacılıkta (ve dolayısıyla coğrafya biliminde) ve hem de saat ayarlarında, zaman kavramına sanal ve lineer evrensel bir biçim verildi.

2. İSLAMÎ ZAMAN BİRİMLERİ

Kur’an-ı Kerim’de bazı sûreler “Gece ortaya çıkan ilk yıldız”a[1176], “Tan yerinin ağarması”na[1177], sabah’a[1178], gece’ye[1179]yemin ederek başlar. “Gündüzü de geçim zamanı yaptık” beyanı[1180]ise çalışma zamanının “gündüz” olduğunu belirtiyor.

Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı ülkesinde de gün sabah ezânıyla başlar, akşam ezânıyla biter. Bu bağlamda ezânî saat ayarında güneşin batışı saat[1181]kabul edildiğinden saat ayarları günlere, aylara ve mevsimlere göre değişir. Esnaf için çalışma saatleri tahdidi bulunmamakla beraber dükkân ve atölyelerde gün ışığından yararlanıldığından, tıpkı ibadet saatleri gibi günlük çalışma süreleri de yılın içinde mevsimlere göre değişir.

Müslüman toplum kesimi için gün içinde bilinmesi gerekli olan zaman bölümlemeleri namaz ve imsak vakitlerinin tesbiti ile belirlenmiştir. Bu tesbitlerin hassas biçimde yapılabilmesi görevi “muvakkit”lere verilmişti. Öğle ve ikindi ezanları hem zamanın tâyini ve hem de camiye veya en yakın mescide gidiş-geliş, cemaatle görüşme nedeniyle doğal bir dinlenme arası olmaktadır. Camide cemaatle birlikte kılınması farz olan Cuma namazları sırasında ise cami dışında ekonomik bir faaliyet yapılması câiz değildi.

3. TAKVİM DÜZENLEMELERİ

Daha büyük zaman bölümlemeleri olan yıl içindeki kamerî ayların, bayram günlerinin tesbiti şer’î usuller ve astronomik hesaplarla takvimlerde belirlenirdi.12 Takvimlerin düzenlenmesi de “müneccim”lerin işiydi.

Osmanlı Devleti’nin resmî takvimi her zaman Ay yılı olarak hesaplanan “Hicrî Takvim” olmuştur. Yükseliş dönemlerinde devlet hazinesi tımar ve zeamet sahiplerinden gelen vâridat ile yürütüldüğünden ve alınan vergiler yerel ürünlerin yetişmesine bağlı olduğundan devlet bütçesi bakımından herhangi bir sıkıntı duyulmuyordu. Ancak daha sonraki yüzyıllarda Güneş yılına göre toplanan mukataa karşılıkları ile Ay (Kamer) yılına göre ödenen maaşlar Hazine’de açıklar meydana getirdi.

Diğer taraftan Güneş ve Ay yılları arasındaki on bir gün ve artığından doğan fark her 33 yılda meydana gelen bir yıl’dan biraz da fazla tutmaktadır.

Bir yıllık fark’a “siviş” ve o yıla da arada kaldığı için “tedahül yılı”, on bir günlük ayrıma ise “tefâvüt-i hasene” deniliyordu. Dolayısıyla her yüzyılda “siviş yılları” denilen üç yıllık masraflar, merkezî devletçe Güneş takvimi ile hesaplanan gelir ve giderler defter üzerinde karşılıksız kalmaktadır. Diğer taraftan Avrupa devletleri ile gittikçe artan ilişkiler de takvim sorununun çözülmesini zorunlu kılmıştı.

Aslında Osmanlı Devleti’nin vergi gelirlerinin önemli kısmı mevsimlere göre yapılan tarım, hayvancılık, madencilik gibi sektörlerden gelmektedir. Dolayısıyla Güneş takvimi mâlî ihtiyaçlar açısından tercih edilse bile, dinî gelenekler ve ibadetleri gün, ay ve yıl içinde belirlemek açısından pratik olmayışları sebebiyle yaygın olarak kullanılamamışlardır. Bununla beraber başdefterdarların önerileriyle Mâliye hizmetlerinde kullanılmak üzere karma takvimler düzenlenmiştir.

Örneğin ilk Osmanlı mâlî takvimi Hicrî 1087 (Miladi 1677) yılı “Sene-i Şemsiyye-i Hicrîyye” (Hicret Güneş yılı) başlangıcı sayılarak ve yalnızca devletin özel hesaplarında kullanılmak üzere kabul edildi.[1182]İlke olarak her otuz üç yıldan biri düşürülüyor ve malî yılın tarihi (adı) Mart ayının birinci günü hangi hicrî seneye raslarsa onun adını alıyordu. Buna “Mart Kaidesi” deniliyordu.[1183]

Daha sonra Sultan I. Mahmud zamanında[1184]malî yıl başı Mart ayına alınıp Mâliye kalemlerinin buna göre çalışmaları sağlanmıştır. Bu malî takvim için yılbaşı Eski Roma takviminde olduğu gibi Mart’ın (1)’i olarak kabul edilmişti. Mâlî ayların gün sayısı ve kebîse usûlü (dört yılda bir 29 Şubat olması) Jülien takviminden alınmıştı.

Sultan III. Selim zamanında Hazine’nin “Tefâvüt-i Hasene”den ötürü gördüğü zararı önlemek için kullanılmaya başlanan[1185]“Sene-i Şemsiyye-i Hicrîyye” takviminde de Arabî (Muharremî) ayların yerine Rumî (Şemsî) ayların kullanılması yoluna gidilmiştir.[1186]