“SÜBHÂ-Yİ SEYYİAT”
(SIKINTILAR TESBİHİ)
Buraya kadar kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar geçen zaman içinde Osmanlı devleti, toplumu ve kültüründen “bu kubbede baki kalan hoş sadâ”yı dinletmek istedik. Kavramları ve olayları kronolojik dizin içinde sıralamak yerine onların zaman içine yansıyan etkilerini genel bir çerçeve içinde ilişkilendirerek belirlemeye uğraştık. Böylece klasik dönem diyebileceğimiz bu süreçteki “Osmanlı” kimliğinin sosyal ve kültürel bünyesi hakkında irdelenebilir nitelikle nesnel bilgiler vermeğe çalıştık.
Konuların anlatımında Osmanlı serüvenini yalnızca iyi yönlerinden ele almak gibi tek taraflı bir yöntem kullanılmamıştır. Nitekim metin içinde veya dip notlarda gerekli açıklamalar yapılmıştır. Bununla beraber olumsuzlukların karşılaştırmalı analizleri içeriğin anlatım bütünü içine sistematik biçimde dahil edilmediler. Başka bir deyişle artık tarih içinde kalmış Osmanlı gerçeği teorik ve soyut tanımlar ve en genel uygulamalar ele alınarak sunulmağa çalışılmıştır.
Ne var ki olumsuzlukları görmezden gelmek gibi niyetimiz bulunmadığını belirtmek için Yeniçeri kazan kaldırmaları, Celâli isyanları, eşkiyâlık, göçler, tımar sisteminin bozulması, mütegallibe sınıfların ortaya çıkması v.b. gibi birçok temel sorunların çağlar içindeki varlığını, ayrıntılarına girmeden toplumsal, ekonomik, yönetsel kavramlar olarak varlıklarını son bir bölümde vurgulamak istedik.
İlk örnek olarak devletin yönetimini ele alalım. Divan-ı Hümâyun toplantıları önceleri haftada dört gün ve sonraları iki kez nihayet üç aydan üç aya yalnızca ulûfe dağıtımından önce biçimsel anlamda yapılır oldu. Dolayısıyla her Divan toplantısından sonra sadrazamla birlikte huzura giren vezirler, kazaskerler, yeniçeri ağası daha sonra haftada iki ve nihayet ulûfe dağıtımlarından sonra üç ayda bir kere Arz’a girdiler. Başka bir deyişle padişahın yönetim konusunda bilgilendirilmesi ve doğrudan ilişkisi azaltılmış oldu.
Özellikle On yerinci asırda İlmiye tarikinin kazaskerler gibi en üst düzey görevliler arasında bile yetkilerini büyük rüşvetler alarak iş görenler çıktı.[1454]
Köylüler, celâli, çiftbozan, levent, sekban, sarıca, dağlı, türedi, âyân ayaklanmaları ile karışık eşkıyâ hareketlerinin korkusuyla yerlerini terkedip, daha güvenilir olan büyük şehirlere göçtüler. Ne var ki yeni geldikleri yerleşim yerlerinde lonca teşkilatları ve gedikler sebebiyle iş bulamadılar. Dahası geriye de dönemediler.
On sekizinci yüzyılda, lonca teşkilâtında usta-kalfa ilişkileri, özellikle esnaf kethüdası seçimi meseleleri sorunlar çıkarmıştır. Diğer taraftan sanayileşemeyen devlet, kendi ham maddelerini ucuz fiyatlarla Avrupalılara verirken ham madde bulamaz hale gelen Osmanlı zanaatkar ve esnâfının işledikleri malzemeler de pahalı olarak satılmaktadır.
Aynı yüzyılda mîrî mukataalar azalmış, bazı madenler kapanmış ve devlet ekonomik yönden zayıflamıştır. Barut yapımının ana maddesi güherçile’nin, buğday’ın, pirinc’in, altın’ın ve gümüşün yabancı tüccarlara satışı yasak olduğu halde, bu maddeler yurt dışına kaçırılmışlardır.
Menzil teşkilâtı zamanla bozulmuş, menzil-hânelerde at bulunmaz olmuştur. Büyük şehirlerde yiyecek, yakacak sıkıntısı baş göstermiş, gerek İstanbul’da, gerekse taşrada fiyat artışlarından, enflasyondan yakınmalar sürüp gitmiştir.
Geciken ulûfelerin değeri düşük akçelerle ödenmesi ve bu yolla piyasaya sürülmesi hem yeniçerilerin ve hem de esnaf’ın isyanlarına, hatta zaman zaman yeniçeri zorbalarının devlet idâresine kafa tutmasına sebep olmuştur. Zorbaların devlet idâresine hâkim olduğu böyle zamanlarda Hazine açıkları yeni ve hatta bir iki sene öncesinden peşin tahsil edilen vergilerle dahi kapanmamaktadır. Dolayısıyla köylü sınıfı vergilerin ağırlığından ya iç göçlere, ya da isyan hareketlerine katılmaktadır.
Maaş ödemeleri dışında devletin gelir ve giderleri ile; eyâletlerde elde edilen gelirden merkeze gönderilmeyen kısmın nasıl sarfedildiği Tanzimat öncesi Osmanlı bütçelerinde görünmememektedir. Bu durum “mâlî ıslahatların köksüzlüğü ve geleneksel nizamın devam ettirilmek istenmesi” olarak eleştirilere açıktır.
Sefere katılmayan veya çağrılmamış sipahilerin ödemeğe mecbur oldukları «bedeliyye»leri toplamak için yaptırılan yoklamalarda, bunlara verilmiş timarların yarısında yer alan köylerin terkedilmiş durumda ve harap olduğu tespit edildi. Sipahiler timarları ellerinden alınacağını bildikleri halde yoklamada bulunmıyorlardı. Bu durumda tımarlı sipahi azalmaktadır. Dolayısıyla aynı oranda ulûfeli kapıkulunun sayısı (ya da ekonomik dil ile söylenirse devletin “nakdî” ödemeleri) artıyordu. Duruma bir çâre olarak terkedilmiş tımarlar timar defterinden çıkarılarak, ayrı bir mukata’a teşkil etmek üzere, devlet geliri biçimine sokuldular. Örneğin Erzurum bölgesinde bu tür devlet bütçesine aktarılmış olan timarlar bütün tımarların % 40 ını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bölgenin ne derecede harap ve timar gelirlerinin de kıymet ve itibarını ne kadar kaybetmiş olduğu anlaşılıyor.[1455]Üstelik devlet tarafından bu şekilde el konulan timarların % 75’i, geliri 3000 akçeyi geçmeyen kılıç timarlar oluşu da, buhranın çoğunlukla küçük timar sahipleri arasında oluştuğunu gösteriyor.
Devletin içinde bulunduğu mâlî sıkıntılar zamanla arttıkça (ve özellikle On yedinci yüzyıl sonlarından itibaren) savaş giderleri yanında artık bir gereklilik haline gelmiş olan askerî ıslâhat girişimleri de malî kaynaklara ihtiyaç hissettirdikçe, timar gelirlerine Hazine yararına el-konulması ve timar sisteminin ortadan kaldırılması eğilimi daha fazla arttı. Sahipsiz kalan tımarlar toplattırılmak üzere iltizamla müzâyedeye çıkarılmış veya beş-altı yıllık gelirini peşin verenlere mâlikâne olarak satılmıştır.
Diğer taraftan Hazine yararına geri alınan bu tür timarların verimli bir şekilde idaresi de devlet için büyük bir mesele olmuştu. Çünkü, timar sisteminden çıkarılmış olan arazinin hâsılâtı bu defa da mültezimlerin eline düşmüş oluyordu. Mültezimlerle birlikte mütegallibe durumundaki eşrâf ve âyânın, hatta bazan devlet ricâlinin de halkı vergi altında ezdikleri görülmektedir.
Köylü ve sipahi arasındaki diğer çatışma konuları kanunnamelerde yer almıştır. Sipahilerin baş vurduğu en yaygın ve köylü için en ağır yolsuzluklardan birisi, kanunnâmelerin yasakladığı bir angaryayı[1456]veya mahalli vergiyi, “Eski Âdet” adıyla yeniden canlandırmaları ve köylüyü zorlamalarıdır. Diğer taraftan Defter’de vergi yazılmayan otlak ve çayırlardan sipahinin resim almağa kalkışması da yaygın yolsuzlukları arasındadır. Sipahiler genel olarak tapulu toprakları da köylünün elinden almakta ve toprağı kullandırtmak için onlardan yeniden tapu resmi almaktadırlar.
Bununla beraber Osmanlı rejiminin en belirgin karakterlerinden biri, bu gibi fazla hizmet angaryalarını ve zulümleri önlemektir. Dolayısıyla köylü bütün bunlara karşı mahalli kadı mahkemesine, önemli durumlarda doğrudan doğruya sultana başvurmak, şikayette bulunmak hakkına sahiptir.[1457]
Mültezim mukataanın verimiyle ilgilenmemektedir. Oysa Hazineye yeni kaynaklar bulmak için On yedinci yüzyıl sonlarında bir fermanla mâlikâne usulü getirildi. Böylece mâlikânecinin ömür boyu tasarrufunu aldığı mukataanın verimiyle çıkarları gereği ilgileneceği umulmaktaydı. Başlangıçta malikâne herkese açık arttırma ile verilebiliyordu. Ancak mâlikâne sahibi zengin reâyâ genellikle lstanbul’da oturmakta ve taşrada gücü yoktur. On sekizinci yüzyılda mültezim kimliğiyle güçlenen ve hemen her yerde ortaya çıkan taşra âyânlarının eliyle mâlikânelerini âdeta ikinci elden iltizamla yönetmekteydiler. Bu duruma karşı bir önlem olarak On sekizinci yüzyılın ilk çeyreği içinde reâyânın mâlikâne sahibi olması bir fermanla yasaklandı.
Aslında malikâne sisteminin ilk başlarda tasarlandığı gibi âcil giderleri karşıladığı söylenebilir. Ancak uzun vadede mâli ve sosyal sorunlar yarattı. Örneğin iltizam yöntemini kaldıramadığı gibi mukataa’ların ve köylülerin korunmasını sağlayamadı. Hatta mâlikânelerden isminden de anlaşılacağı gibi ilk etapta alınacak “muaccel”[1458]ve ona bağlı olarak da “mal” denilen yıllık ödemelerden elde edilen vergi geliri istenilen miktarlara ulaşamadı.
Diğer taraftan iltizama verilen timarların yerleri, sayıları, değerleri ve mültezimlerin kimlik ve kişilikleri de tehlikenin büyüklüğünü ispat edebilir. Örneğin meşhur Rusçuk âyânı İsmail Beğ’in Niğbolu ve Silistre sancaklarındaki 73 timarın mültezimliğini alması, timar gelirlerinin iltizama verilmesi sırasında nüfuzlu kişilerin kendi bölgelerinde gerçek rakipleri olamıyacağını ve dolayısıyla faaliyetlerinin de denetlenemiyeceğini gösteriyor.[1459]
On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı devlet idaresi zayıflamış, merkezî otorite sarsılmıştır. Buna bağlı olarak toprak sistemi bozulmuş, taşra’nın nüfûzlu ve kuvvetli yerli ailelerine mensup “âyân ve eşraf”, mirî arazilere ve mütesellimlik, voyvodalık, şehir kethüdalığı gibi görevlere sahip olmuşlardır. Diğer taraftan merkezî gücün zayıflaması, sefer ihtiyaçlarının eyâlet ileri gelenleri aracılığıyla sağlanmasını zorunlu kılmıştı. Böylece resmî görevler âyan’lara verilerek hem sayıları artırılmış ve hem de özellikle On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında gelişip güçlenmeleri sağlanmıştır.
Daha da kötüsü eyâletlerde beylerbeyleri, kadılar (hatta naipler) halkın öteden beri tanıyıp bildiği kimseleri “âyan” olarak görevlendirmeleri gerekirken, zengin yerli ailelerden gelen kimselere menfaat karşılığında âyânlık buyruldusu, mürâsele[1460]vererek resmen âyân olarak atamışlardır. Âyân seçilme yöntemi devletin koyduğu düzen içerisinde ve geleneklere uygun biçimde yürümediği için de zenginler, nüfûz sahibi kişiler zorla âyân oldukları gibi hanedanlar kurarak bu güçlerini nesiller boyu devam ettirmişlerdir.[1461]
Gerçi bu tür âyânlar ve eşraf devamlı İstanbul’a şikâyet olunmuşlar ve zaman zaman tedip edilmek istenmişlerse de sonuç her zaman başarılı olmamıştır.
Diğer taraftan buhran dönemlerinde Hazine’ye gelir arayan devlet, erkâna tevcih edilmesi gereken has’ları, daha çok vergi toplayana vermeye başladı. Bu durumdan özellikle vergi toplayıcı voyvodalar yararlandılar ve âyânlar gibi onlar da bulundukları yerlerde egemen oldular. On yedinci yüzyılda bu duruma çözüm arandıysa da olumlu bir sonuç elde edilemedi.
Padişahlar, sadrazamlar ve yetki verilmiş erkân’ın atadıkları memurlardan “sah ve mezûniyet alâmeti” olarak bir anlamda resmen aldıkları “câize”ler de “memuriyetlerin fazla câize verenlere tevcih olunması”na, daha da kötüsü “tekrar câize almak için bazı önemli memurların azil ve yeniden tayin edilmeleri”ne sebep oldu. Bir kısım memurlar, kendilerini atayan mercilere her sene câize dışında “ubûdiyet, Ferman harcı, evâmir harcı, tebşiriyye, harc-i beha, kudumiyye, hediyye beha, bohçabeha namlariyle daha başka paralar, hediyeler” vermek zorunda kaldılar. Hatta resmî kayıtlarda bile bu sebeple “câize” yerine çoğulu olan «cevâiz» geçmektedir. Üstelik memurlar da “câize”leri bulundukları yerlerin “tevzi defteri”ne geçirdiler ve halktan (vergi olarak) geri tahsil ettiler.[1462]
On altıncı yüzyılda ölen ya da idam edilen vezir ve beylerbeylerinin bütün mal varlığı müsadere edilmez ve hatta borç bırakarak ölenlerin varislerine aylık bağlanırken, On yedinci yüzyıl’da amacından saptırılarak taşra yöneticileri de müsadere yöntemini uygulamağa başladılar. Çoğu zaman sudan gerekçelerle zenginleri suçlayıp öldürttüler ve mallarını müsadere ettiler.[1463]
Bütün bu kötü uygulamalara karşı vezirler, yüksek görevliler ve zenginler mütevellilik hakkını soylarına bıraktıkları “zürrî” vakıflar kurarak bütün mal varlıklarını şer’î hukukun koruması altına aldılar. Bunun sonucunda devletin haksız müsadere uygulamaları da azaldı.
Üç kıt’a üzerine yayılmış bir ülkede uzun bir süreç içinde oluşmuş bu tür kötü uygulama örneklerinin sayısını artırmak elbette mümkündür. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, biz Osmanlı devlet yönetimini, kurumlarını, halkını, örf ve âdetlerini anlatmak istedik. Bu bağlamda kimileri kısa, kimileri uzun süreler devam etmiş “hâlet”ler zikrederek, ecdâdın tarih içindeki görüntüsünü savabıyla, hatasıyla gönlümüzde ve zihnimizde canlandırdığımız biçimiyle çizmeğe çalıştık.
Maksadımızı belki şu benzetme daha iyi anlatacaktır: Gerçek hayatta Anatomi atlaslarında yer alan şekillere tastamam benzer bir insan vücûdu bulunamaz. Ama insan vücudunun yapısı ve işleyişi yine de o ideal çizimler ve ölçüler esas alınarak anlaşılabilir.[1464]
Yahya Kemâl’in iki ayrı şiirinden toparlanmış bir beyitle sözümüzü bitirelim:
“Bir hayâl âlemi peydâ oldu,
Göçtüler hep birden o hayâl âlemine...”