D. YARGI

Padişah’ın emirleri yasa niteliğinde sayılsalar bile, daha önce görüldüğü gibi, yasama erki sınırlı ve koşulludur. Örneğin yasalar Kur’an hükümlerine karşı ya da onlarla çelişkili olamazlar. Dahası Padişahlar hanedân hiyerarşisi gereği başta Fatih ve Kanunî Kanunnâmeleri olmak üzere “ecdâd-ı i’zam”ın tüm yasalarına saygılıdırlar. Başka bir deyişle hiçbir yeni yasa yürürlüktekilerle ters düşemez. Bu hususun denetlenmesi ile “müfti-i kanun”[384] denilen nışancı görevlendirilmiştir. Diğer taraftan yasa geleneklere, âdetlere aykırı olmamalıdır. Nitekim yeni katılan ülkelerin yasaları bile “öteden beri uygulandıkları” biçimde bırakılmışlardır.

Şeriat hükümleri çerçevesinde görülen davaların kararları da ulû’l-emr (kanun koyucu) olan Padişah’ın vekili kadılar tarafından verilmektedir. Bu kararları artık Padişahın kendisi bile değiştiremez. Böylece Osmanlı ülkesinde hem hukukun üstünlüğü ve hem de yargının bağımsızlığı sağlanmış olmaktadır. Ne var ki “hüccet-i dâfia, hüccet-i müteaddiye”[385] gibi yeni delillerle Dîvân-ı Hümâyun’a başvurularak bir mahkeme kararına itiraz etmek ve davanın yeniden görülmesini istemek her zaman mümkündür.

1. KADI

Kadıların hukukî görevleri[386] genel olarak cezâ ve hukuk davalarına bakmak, şeriye sicillerini tutmak, vâsisi olmayanların hakkını korumak, evlilik çağına gelince onları evlendirmek, miras taksimi yapmak, yetimlerin ve gaib kimselerin mallarını korumak, vakıf malların tescilini yapıp mütevelli heyetini denetlemektir.

Kadı, Şer’i hükümleri icra ederken, devletin resmî ictihâdı olan Hanefi fıkhına göre karar verir. Tartışmalı olan konularda en sahih olanını araştırıp uygulamakla sorumludur. Gerektiği zaman ehliyetli kimselerden hukukî mütalaa ve fetvâ isteyebilir. Bununla beraber incelemeler davayı sürüncemede bırakmamalıdır.

Kadı (veya müfti) her hukukî olayı Kur’an hükümleri, sünnetler ve ashab’ın kazaları ile inceleyip yorumlayarak (tefsir ederek) şer’î bir sonuca bağlamakla yükümlüdür. Benzer bir hüküm bulamazsa ve kendi kanaati oluşmuş ise onunla, oluşmamışsa müftinin fetvâsıyla karar verir.

Ancak fetvâlar inananların davranışlarına dair dünyevî ve uhrevî tüm konuları kapsar. Kadı ise yalnız örfî ve şerî kanunların uygulaması ve cezalarıyla ilgilidir, bunların dışına çıkamaz. Dolayısıyla kadı, eğer ibadetler (ve âhiretle) ilgili olarak bir hüküm verirse, müftininkiler gibi yalnızca fetvâ sayılır. Diğer taraftan müftinin muamelât, münakehât ve ukubât konularında verilecek şer’î hükümlerdeki kanaati “fetvâ”, kadı’nın kararı ise “kazâ” olmaktadır.

Şer’î hukukun ceza bölümü “cinâyat, cünhâ[387] ve kabahatler”e “hadler (diyet, kısas), tâzir, cezaları tanzim eden başlı başına suç hukuku’dur. Kadı’ların suçlulara verebilecekleri cezalar dört türlüdür:

1. Şeriatin tesbit ettiği suçun ayniyle cezalandırmak olan “kısas”,

2. Kısas’a cevaz verilmez ya da mümkün olmazsa “kan parası” da denilen “diyet”,

3. Hadd cezaları: Darb, el ve ayak kesmek ve recim cezaları,

4. Kadı’nın değerlendirmesine bırakılan “tâzir” cezalarıdır.

Kadı’lar şikâyet, yanlışlık gibi şartlar gerektirirse denetlenebilir. Ancak kadı’nın kararlarını irdeleyebilecek makamın şerâit-i kazâ, şerâit-i kuzat, evâmir ve nevâhî-i şer’iyye’yi (şer’î emirler ve yasakları) bilmesi, fâkih olan kadı ile sâhib-i rey olmayan kadıyı ayırabilmesi, hangi hükmün nâfiz, hangisinin gayri nâfiz olduğunu (uygulanabilirlik) anlaması gerekir.

2. MAHKEME

Mahkeme’nin[388] başkanı olan kadı yardımcıları olan kâtib, muhzır (mübâşir), tercüman, kassam gibi görevlileri kendisi seçerdi.

Mahkemelerde günümüz terminolojisiyle “danışman- bilirkişi” denilebilecek “müftî”ler de tayinle gelmezler. Kadı’nın seçtiği ya da kendi ictihad ve kanaatini kuvvetlendirmek için bilgisine başvurduğu sözünün değeri olan, çevresinde ilmi ve ahlâkıyla tanınmış tarafsız kişilerdir.

Diğer taraftan taraflar da mahkemeden bağımsız bilirkişilerden olayla ilgili bilirkişi raporu niteliğinde “fetva”lar alarak mahkeye sunabilirler. Ancak bu fetva’ların tarafsızlığını sağlanması için “soru-cevap” niteliğindeki belirli ve standart biçimleri olması gereklidir. Kadı bu fetvaları inceleyerek kararını verecektir.

Muhzırlar, kadı’nın en önemli yardımcılarıdır. Zira kadı’lar kâtip bulunmadığı hâllerde bu görevi bizzat yapabilirler. Fakat muhzırlar mahkeme güvenliğini sağlamakla sorumludurlar. Davacı ve davalıyı mahkemeye dâvet eder ya da zor kullanarak getirirler. Maaş yerine ilgili taraflardan ücret alırlar. Bu ücret bazı hallerde yalnız suçludan alınırdı.

Subaşılar, icra ve infaz memuru olarak görev yapıyorlardı. Mahkeme kararlarını uygulamak, hapsine karar verilen kimseleri hapsetmek, hapishaneye nezâret elmek, cezaları infaz etmek, cezaî tazminatları tahsil etmek gibi günümüzde adlî zabıta ve belediyeye ait bir çok görevler de subaşılarına aittir.

Kassamlar, vefat edenin terekesini mirasçılar arasında taksim eden şer’iye memurlarıdır.

a. Yöntem

Osmanlı Devlet yönetimininin temel ilkelerinden biri de kadı’nın hükmü olmadan kimsenin cezalandırılamamasıdır. Kadı tarafından verilen cezalar ise, ancak sancakbeyi ve subaşılar tarafından yerine getirilebilirdi. Dolayısıyla yasakname ve kanunnameler kadılara, sancakbeyleri ve subaşıları’na bildirilirdi.

Örfi kanunlar Padişah’ın şeriat sahası dışında kalan dünyevî hükümleridir ve özellikle malî ve cezaî konulara aittirler. Yargıda yöntem olarak şeriat ahkâmı esas alınır. Ulûlemr’in yetkileri de zaten bu ahkâm içinde belirlenmiştir. Dolayısıyla kadı gerekirse bilikişi durumundaki kişilerin fetvalarına başvuracaktır. Ancak sonuçta şer’î ve örfî konularda kendi ictihadlarına dayanıp bağımsız olarak karar verecektir. Şer’î hukuk’da nasıl fıkıh kitapları ve resmî olmıyan fetva mecmualarını kullanıyorsa, örfî hukuk sahasında da kolaylık sağlamak ve yanlışlıkları önlemek amacıyla bizzat kendisinin ferman, buyruldu gibi örfî hukuk belgelerinden “Kanunnâme” adıyla düzenlemiş olduğu özel derlemeleri kullanabilir. Böylece kadı’nın karar vermek için yalnızca mahkeme siciline kayıtlı (“asıl resmî kanunlar” denilen) ferman - kanunlarla veya sancak kanunnameleri ile bağımlı olmadığı göstermektedir.[389]

Diğer taraftan devletin örfî hukuk belgelerinin tamamen normatif karakterli oldukları da söylenemez. Nitekim kadılara gönderilen fermanlarda “olub-gelmiş kanuna göre” denilmesi de, hüküm verilirken yargılama yöntemi olarak kanunların lafızlarının tıpa tıp uygulanmasından çok ruhuna ve örflere göre hareket edilmesinin istendiği anlaşılıyor.[390]

Aslında kadıların verecekleri kararlar, ilke olarak devletin onaylanmış yasaları (defter-i hakanî’lerin baş sayfasında yer alan sancak kanunnameleri gibi) ve Padişah emirlerine aykırı olmamalıdır.[391] Zaten bugün elimize ulaşmış “kanunnâme” denilen kitapları bizzat kadıların hizmet sırasında kendilerine kolaylık sağlamak için “kanun derlemeleri” biçiminde hazırladıkları açıkça anlaşılmaktadır.

Uygulama açısından çok önemli olan bu gerekliliğin resmen karşılanması için sultan emirleriyle nışancılara kanunnameler düzenlettirilmişlerdir. Bununla beraber yine de kanunnamelerde ve diğer kayıtlarda bir yetersizlik veya aykırılık meydana gelmişse, kesin karara bağlanması için davanın Divan-ı Hümayun’da görülmesini istemek mümkündür.

b. Duruşmalar

Şer’î hukukta fetvâ sisteminin mevcut olması, başka bir deyişle sağlam delillere dayanan fetvaların kanun hükmünde sayılmaları, tarafların anlaşmazlıklarını mahkemeye gitmeden kendi aralarında çözümlemeleri mümkün kılmaktaydı.[392]

Mahkeme intikal eden davalarda kadı “muhzır” vasıtasıyla çağırttığı taraflar ve şahitler huzurda tamam olunca önce davacı iddiasını açıklar, sonra davalı dinlenirdi.

Elinde kendi açıklamalarına şer’î delil olabilecek fetvâsı olan bunu kadıya (veya nâibe) arz ederdi. Davacının iddiası davalı tarafından reddolunmuş ise, davacının şâhitleri dinlenir, şahit yoksa ya da istek üzerine davalıya yemin ettirilirdi. Bundan sonra kadı şer’î delillere bakarak kararını verirdi.

Bütün her dava için şikayet arzuhali ve dava sırasında yapılan işlemler “vekâyi kâtibi” tarafından tarih sırasına göre ve kısa tutanaklar biçiminde sicil defterine geçirilir, altına da “şühûd’ül-hâl” başlığı ile o sırada mahkemede hazır bulunanların isimleri yazılırdı.

c. Cezalar

Aslında kadı’nın ukubet (cezalandırma) yetkisi tamamen sünnet ve hadislerle, Fıkıh ulemasının ictihadlarıyla, fetvalarla belirlenmiş şeriat hükümleriyle sınırlandırılmıştır. Ancak günlük hayatta raslanan bazı küçük cürümler, ma’siyet (itaatsizlik), memnu (yasak) hareketler, kusurlar, kabahatler hakkında belirli ve sınırlı ceza bulunmaması bazı yasal boşluklar doğurmaktadır. Diğer taraftan kadı’nın Kur’an’da yasaklanıp, cezası tayin edilmiş cürümler dışında kalan suçlara da “tazir cezası” verme yetkisi vardı. Bu yasal boşluğu doldurmak için uygulanan tazir cezası ise doğal olarak pek geniş ceza hükümleri spektrumunu kapsar.

Sözlük anlamı “azarlamak, sözle tekdîr etmek” anlamına gelen “tazir” uygulamada suç işlemeyi çekindirecek biçimde etkili bir ibret teşkil ederek te’dib (haddini bildirme, terbiyesini verme) ve cezalandırma demektir.

Bunun seçimini yapmak yetkisi, ûl’ül-emrin (padişah) ve onların naibleri olan kadılar ile diğer bir kısım devlet memurlarına verilmiştir. Bu ceza, suçlunun veya sanığın deli olmaması şartıyla Müslim ile gayrimüslime, hür veya köleye, ya da erkek ile kadına, baliğ ve gayri baliğ’e (yetişkin olan ve olmayana) eşit şartlarda uygulanır.

Ceza hukuku açısından örfî Osmanlı kanunnâmeleri ve fermanlarının yetki alanı içinde kalan suçlar, Hukukullah’ın değil, şahıs haklarının galip olduğu tazir suçlarıdır. Tazir suçlarında dava mağdurun isteği üzerine açılır. Bu tür davalar kadı tarafından düşürülemediği gibi kadı’nın suçu afvetme yetkisi yoktur. Oysa Hukukullah’ın galip olduğu tazirlerde kadı kendi reyi ile davayı düşürebilir. Tekrarlanmış suçlara tek ceza verilir.

Şer’î hukukta özgürlük’ten men etme cezası bulunmamaktadır. Bununla beraber Kanunî Sultan Süleyman’ın Fatih Kanunnâmesi’ne eklediği ceza hükümlerinde zina, cürüm ve kabahatlerle bunlara verilecek “örfî cezalar” sıralanır.[393]

(1) Cinâyât (Ağır Suçlar)

Ağır suçlar ve cezalarının “hadd-i şer’î” denilen sınırları Kuran’da on üç defa anlatılmıştır.[394] Hem Kur’an ve hem de sünnetle belirlenmiş “hadd” cezaları “Hukuk’ullah” olduklarından (kısas halleri için geçerli diyet müessesesi dışında) kimse tarafından bağışlanmaları, değiştirilmeleri, azaltılmaları mümkün değildir. Dolayısıyla adlî hatalar sebebiyle mağdur edilmeleri önlemek için “Yanılarak affetmek, yanılıp ceza vermekten iyidir” mealindeki bir hadis’e dayanılarak kadı’lar had cezasını kaldıracak şer’î şüpheleri aramakla yükümlü kılınmışlardır.

(a) Had Cezası

İslam hukukunda had cezası “ irtidad (müslüman kişinin dinini reddetmesi), zina (ve zina iftirası), teammüden (kasıtlı) adam öldürme, yol kesme, hırsızlık, ayaklanma (isyan), şarap içmek (veya başka müskiratla sarhoş olmak) fiilerini işleyenlere verilir.

Zina suçu yapanlar evli ise “hadd-i zina” olarak “recim” cezası uygulanır. Böyle değil ve suçlular hür ise yüz değnek, köle iseler elli değnek vurulur. Bununla beraber recm cezası verilebilmesi için olayın dört erkek görgü tanığının olması gerekir.

Masum bir kişiye zina iftirası yapanlara “hadd-ı kazf” denilen “hür kişilere seksen, kölelere kırk değnek” vurulmak cezası verilir.

İslamı terk eden ya da bir başka dini seçen kişi dinden dönme (irtidad) bazı kuşkulardan kaynaklanmışsa, dinden dönene (mürted) gerçek anlatılarak kuşkuları giderilir[395] , sonra yeniden Müslüman olması önerilir. Seçiminde gene direnirse öldürülür.[396]

Yalnızca yol kesmiş ve soygun yapmış eşkıya sağ eli ile sol ayağı bilekten, eklem yerinden kesilerek “hadd-i kat’it-tarik”le cezalandırılır. Hem soygun yapmış hem de adam öldürmüşse önce sağ el ve sol ayağı bilekten kesilir, sonra öldürülür. (Maide 33) Eğer yalnızca korku yaratmak istemişse, ıslah oluncaya kadar ya sürgün ya da hapsedilir. Bununla beraber eşkiya iken tövbe ederek vazgeçen fakat sonradan ortaya çıkarılan eski suçlarından dolayı bu cezalar uygulanmaz (Maide 34).

Hadd-i sirkat, hırsızın elinin kesilmesidir (Maide 38). Ancak hırsızın temyiz gücüne sahip ve reşid bir kişinin, en az bir dinar değerinde, et ve sebze gibi kısa zamanda bozulacak türde olmayan, koruma altına alınmış bir malı çaldığı iki erkek tanık ya da bizzat sanığın ikrarı ile kanıtlanması hâlinde sağ eli bilekten kesilir. Bu şartlar bulunmazsa ya da açlık gibi zorlayıcı bir sebeple yapılmış ise ceza uygulanmaz.

İsyân edenler eylemlerine son vermemeleri hâlinde onlarla savaşılır[397] ve ayaklanmacılar öldürülür. Ancak kaçanların peşinden gidilmez, teslim olanlar öldürülmez, mallarına el konulmaz, kadın ve çocukları köle edilmez.[398]

Şarap içenlere “hadd-i hamr” denilen ”hür kişiler seksen değnek, köleler kırk değnek vuruşu” cezası verilir.

Bu suçlar için belirtilmiş olan “had” cezaları değişmez .

(b) Kısas ve Diyet

İslam hukukunda kısas adam öldürme ve yaralama suçları için öngörülmüştür. Bununla beraber organ kesme ve yaralamalarda faydalanma ve diyet değeri bakımından tam bir denklik gerekir. Kısas’a karar verilebilmesi için olayla ilgili bazı hukuki özellikler de tamamen sağlanmış olmalıdır.[399] Öldürülenin “kısas” isteme hakkına sahip velilerinden biri bağışlarsa kısas düşer ve diyet’e dönüşür. Dolayısıyla ölenin varislerinden biri bulunamaması hâlinde kısas uygulanmaz.

(2) Tâzir Cezası

İslam Hukuku’nda “tazîr” cezası, Kur’an ve sünnette Hakk’ullah’a karşı işlendiği belirtilen had ve kısas suçları dışında kalan tanımı yapılmamış (veya yapılamamış) oldukları için “zulüm” kavramı altında toplanan atipik suçlara ve hakkında “ukubet” (ceza-azap) ve “hadd-i şer’î“ (ceza sınırı) belirlenmemiş olan suçlara uygulanır.

Tazir cezasının uygulanması hususunda suçlunun toplumsal mevkiine göre kadı’nın çok geniş takdir hakkı vardır. Kadı muhzırları aracılığıyla suçluya yazılı uyarı göndererek veya suçluyu huzuruna çağırarak sözlü uyarı yapar veya azarlar. Hatta mahkemede veya mahallinde darb cezası uygulatır. Nihayet gerekli görüyorsa hapis cezası verebilir.

Bu bağlamda ulema’dan kişilere yaptığının suç olduğu bildirilmesine “tazir-i eşraf il-eşraf “ denilir. “Tazir ül-eşraf” ise muhitlerinde itibarı olan kişilere suç işlediklerinin muhzırağa ile ya da mahkemeye çağrılarak vicâhen bildirilmesidir. Orta düzeyde sıradan kişilerin mahkemeye çağrılarak kendilerine ihtar edilmesi ya da gerekli ise hapis cezası uygulanması Tazir-i evsât’tır. Sabıkalılar ve düşük muhitlerden çıkan suçlular mahkemeye ihzarlı olarak getirilerek hapis veya darb edilerek cezalandırılmasına “tazir-i ahissa” denir. Suçlu çocuklara hafif bir ceza verilirerek “tazir-i tedib” (yola getirme) edilir.

Fıkıh açısından verilecek tazir cezalarının azamî sınırı, aynı türden had cezasının en aşağı sınırına varmamalıdır. Örneğin darb cezalarında verilecek tâzir cezası aynı konuda uygulanan hadd-i şer’î’nin alt sınırı olan kırk sayısından az olmalıdır.

n Tâzir Türleri

Kadıların uyguladığı tâzir cezaları şunlardır:

1. “Mücerred i’lâm”(yalın bildirme): Kadı muhatabına muhzır ağa aracılığıyla “sen şöyle yapmışsın” veya “şöyle yapıyormuşsun” biçimindeki yazılı veya sözlü uyarı yapar.

2. Biccelb i’lâm (çağırılarak bildirme): Mahkemeye çağrılarak kendisine yüz yüze yapılan ihtardır.

3. Vaiz ve nasihat (öğüt verme): Bu, hakim tarafından suçluyu uyaracak şekilde yapılan öğüttür.

4. Tazir-i eşraf: Önce ümera, tanınmış tüccar, âyan gibi eşraf mahkemeye çağrılır. Kadı suçluya sert bir çehre ile bakarak kendisine gücendiğini gösterir ve oturumu terk eder.

5. Tekdir ve tevbih: Hakim tarafından suçluyu azarlamadan ve suçluya sert söz söylemesidir.

6. Kulak bükmek: Kulağının çekilip bükülmesidir.

7. Ukubet (ceza ve azap) ile tehdit: Suçluya durumunu düzeltmediği takdirde çeşitli ukubetlere maruz bırakılacağının ihtar edilmesidir.

8. “Nefy” (sürgün) ve “tagrib” (gurbete gönderme): Suçlunun muvakkaten başka bir yere gönderilmesidir.

9. Darb (dayak) cezası: Suçlunun 3 ila 79 darbeye kadar bir değnek ile dövülmesidir.[400]

10. Nakdî ceza: Suçludan bir miktar para alınır ve muhafaza edilir. Durumunu düzeltirse suçluya iade edilir, düzeltmezse amme masraflarına harcanır. Zengine 800 akçe, orta halliye 400 akçe, fakire 100 akçe para cezası verilir. Buradaki uygulamanın hukukî mantığı cezanın şahsiliği ilkesinin zedelenmesi ve masumlara sirayet etmesidir. Çünkü böyle bir ayırım yapılmasa örneğin ceza tek düze 800 akçe olsa idi, fakir bir kişinin ailesi de cezalandırılmış olacakdı.

11. Muvakkat hapis: Suçlunun halini düzeltmesini sağlamak için mahkeme’nin ya da karakolhanelerdin birinin bodrumlarında bir müddet hapis tutulmasıdır.

12. Müebbet hapis: Ölünceye kadar hapis cezasıdır.

13. Gayri muayyen hapis: Süresi suçlunun halini düzeltmesine bağlı olarak tayin hakkı kadılara ait olan hapis demektir. Buna “haps-i meçhul”de denilir. Hapis suretiyle tazir cezası, suçluyu kendi hanesinde ikamete memur ederek yapılabilir.

14. Velâyetden ve memuriyetten uzaklaştırmak: Kadı görevini kötüye kullanan bir memuru, hatta bir vâli’yi ulülemr adına görevden alabilir.

15. Hedm-i beyt (ev’in yıktırılması)

Suç işlenen bir hane için mesken masuniyeti hakkı kalmaz. Bir suçlu her türlü suç işlemeyi alışkanlık haline getirse evi yıkılır. Fatih Kanunnamlerinde de bulunan bu yöntem geleneksel birözelliği vardır.

16. Katl : Şer’î hükümler dışında kalan gereklilikler sebebiyle suçlu bulunan birinin “siyaseten katl” edilmesi demektir.

3. TEMYİZ HAKKI

Yeni bir şer’î delil gösterildiği takdirde kadı’nın daha önce verdiği bir karardan dönmesi mümkündür. Bu hususta günümüzde olduğu gibi, bir üst mahkemeye gitmek gerekliliği yoktur. Üstelik kadı’nın sonradan (rücûen) verdiği karar daha kuvvetli sayılmaktadır.[401]

Ancak şer’î mahkemelerin verdiği kararların temyiz merci’i “Divân-ı Hümâyûn”dur. Taraflar “usûl-i meşrû’asına muvafık olmadığı” iddiasıyla ya kendileri veya vekilleri aracılığıyla Divân-ı Hümâyûna başvurarak bir mahkeme ilâmının duruşmalı (murafa’alı) veya duruşmasız olarak yeniden incelenmesini isteyebilirlerdi.

Divân-ı Hümâyûn “yargılama yapılarak kesin hükmün verildiği” bir yüksek mahkemedir. Yönetimden, zulümden ve haksızlıktan şikâyetçi olan herkes doğrudan doğruya Padişaha veya buraya başvurarak duruşma yapılmasını ya da şikayetinin incelenmesini isteyebilirdi.

Divan-ı Hümayun’a yapılan şikayet ve isteklerin cevabı da doğrudan kadıya gelir ve uygulanmasını kadı yapardı.

n Af Yetkisi

Padişah ait olan yargı erki beraberinde hem cezalandırma yetkisini ve hem de onun doğal karşıtı olan «af» etme’yi de beraberinde getirir.

Bununla beraber cezası nass’larla belirlenmiş bir suçu “af etmek”, Şeriat’ın gerektirdiği bir hükmü yok saymak, sonuçta nass’ın tatbikatını iptal etmek olacaktır. Nitekim İslam hukuk tarihinde sahabeler döneminde de halifeler özellikle hadd cezalarını affetmekten kaçınmışlardır.

Osmanlı Padişahları da Şer’î hükümlere karşı hassas davranmakla beraber, af yetkilerini ellerinde tutup, örfî hukuk cezaları (ve bazan ta’zir cezaları) için kullanmışlardır.

4. YARGI’NIN DENETLENMESİ

Padişah adına yargılama yapan kadı’lar ancak ve ancak Divan-ı Hümâyun’a “haksız hüküm yüzünden zarara uğramak” ya da “rüşvetle karar vermek” gibi maddî ve manevî ağır suçlamalarla yapılan şikâyetler üzerine ve Padişah kararıyla Yargı’nın başında olan kazarkerler tarafından denetlenebilir.

Sonuçta bu tür şikâyetler hem şeriatı temsil eden ve hem de padişah adına yargılayan kadı ile Padişah’ın emri ile şikayetleri inceleyen kazasker arasında çözümlenecektir.

Diğer taraftan kazaskerler sadrazam tarafından atandığı için, örfî hukukun yargıda şer’î hukuk uygulamaları üzerinde kuramsal bir denetim yetkisi bulunduğu söylenebilir. Padişahlar Şer’îate daima ve içtenlikle saygılı davranmışlardır. Ne var ki şer’î hukuku ilgilendiren bu tür yönetsel konuların ne müfti il-en’am sıfatıyla kaza yetkisi olmayan şeyhülislam ve ne de bizzat Padişah tarafından incelenerek hükme bağlanması yönetsel olarak mümkün değildir.

5. GAYRİMÜSLİM’LERİN YARGILANMASI

Daha önce belirtildiği gibi, gayrimüslimler dinî hukuklarını uygulamakta serbesttirler. Dolayısıyla Patrik ve Hahambaşıların kendi örgütleri içinde, makamlarına bağlı olan din adamlarını ve cemaat üyelerini cezalandırma yetkisi vardı. Bununla beraber beraber patrik ve hahambaşı’lar Osmanlı ülkesinde padişah’tan itibaren herkesin uymakla yükülü oldukları Şer’î hukuk alanında kalan konularda hüküm veremeyecekleri gibi, örfî hukuk kuralları ve kanunnâmeler dışına çıkamazlar. Bununla beraber kendi dinsel ve kültürel konularda dahi ölüm cezası ya da ağır hapis ve bedenî cezalar veremeyecekleri açıktır.

a. Osmanlı Uyruklular

Osmanlı İmparatorluğunda işlenen şer’î ve örfî hukuk sahasındaki suçlardan dolayı verilen cezalarda gayrimüslim’lere bazı müsamahalar tanınmış bulunmaktadır. Örneğin Süleyman Kanunnâmesine zina ile ilgili suçlarda gayrimüslimler aynı suçu işleyen bir müslümana göre belirtilen cezanın yarısını ödeyecektir. Yaralama ve öldürme suçlarına kısas uygulanmadığı takdirde gayrimüslimler müslüman’ın ödediği cezanın yarısını ödemeyeceklerdir.

b. Yabancılar

Osmanlı ülkesinde resmî görev, ticaret ya da seyahat maksadıyla bulunan yabancı uyruklu gayrimüslimlerin yargılanmaları Kapıtülasyon hukukuna göre yapılmaktadır. Kapitülasyon ahidnâmeleri çeşitli Avrupa ülkeleriyle ayrı ayrı yapılmakta ve zaman içinde yenilenmekle beraber bu yargılanmanın genel teması iki gayrimüslim arasındaki davaların elçilik veya konsoloslukta görülmesi ve hukukun şahsiliği ilkesinin uygulanmasıdır.

Müslim ve gayrimüslimler arasındaki davalar kadı huzurunda görüleceğinden, yabancı uyruklunun bağlı bulunduğu elçilik veya konsoloslukdan bir tercüman ve müşahid’in şer’î mahkemede hazır bulunmasından ibaretti.

6. İNFAZ

İnfaz örgütü adalet örgütünün içinde değildir. Mahkemenin kararlarını kadının infaz hususunda muhatabı olan yönetici yerine getirirdi.

Diğer taraftan örfî cezaların uygulanması ve affı yalnızca Padişah’ın yetkisindedir. Kadı’nın ise Şeri’at ve Örfî Hukuku kullanarak yalnızca önüne getirilen hukukî olayda hüküm vermek yetkisi vardır. Başka bir deyişle ceza hukuku bütünüyle Padişah’ın yakından ilgilendiği bir kamu düzeni alanıdır. Dolayısıyla örfî hukuk, şer’î hukukun şemsiyesi altında kalarak ceza hukuku, vergi hukuku, kamu hukuku alanlarında gelişip genişlemiştir.

a. Fiziksel Cezalar

Kamu hukukunda sık raslandığı halde had cezalarıyla mahiyeti belirlenmemiş suçlara Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnamelerinde “sakal keserek aşağılamak, burun yarmak, evini başına yıkmak, mallarını müsadere etmek” gibi yalnızca padişahın iradesi ile tayin olmuş örfî cezalar konulmuştur. Buna mukabil şer’î hukuka göre gerekli olan bazı bedensel had cezalarına da (örneğin “zina” suçuna) para cezası takdir edilmiştir.

Tıpkı siyasî suçlarda olduğu gibi çeşitli suçların karşılığı olan bu cezaların infazı da aslında ilke olarak Padişah’ın tekelindedir. Bununla beraber kuşkusuz kendisi bu yetkiyi (bazı özel haller ve konular dışında) vekili olan sadrazam’a ve o da zincirleme yetki devri ile diğer görevlilere[402] bırakmaktadır.

Suçlu bir yeniçeri’nin dayak cezası gerekiyorsa, Ağakapusuna teslim edilir, dayak orada kendi zabitleri tarafından uygulanır.

b. Hapis Cezaları

Evliya Çelebi İstanbulda 4 adet “Padişah esirleri zındanı” ve yine 4 adet “borçlu zindanı” bulunduğunu söylüyor.

(1) Nezârethaneler

Birkaç günlük kısa süreli hükümlerde hapis cezalarının infaz yerleri kollukların veya mahkeme binalarının bodrumlarında bulunan hücrelerdir.

(2) Kale’ler

İstanbul surlarının sağlam kalmış kuleleri ya da Osmanlı döneminde yapılmış hisarlar bu maksada pek uygun görülmüştü. Yedikule, Rumeli Hisarı ile Amasra, Sinop, Bodrum, Payas kaleleri hapishane olarak kullanıldıklarından bu kalelerin dizdarları mahkumların muhafazası ve cezaların infazını sağlamakla da yükümlüydüler. Islah olmayanlar Sinop’tan başlayarak Payas’a kadar bu kalelerde dolaştırılırdı.[403]

Yedikule Hisarı’nda “Kitabeler Kulesi” yabancı tutuklular, Altın Kapı’nın iki yanındaki pilonlar ise müslümanlar suçlular için hapishane olarak ayrılmıştı. Savaş hâlinde bulunulan ülkelerin elçileri maiyetleriyle birlikte bu kulelere kapatılırlardı. Ancak devletlerarası hukuk dolayısıyla bunlara yevmiye verilir, hatta şehir içinde dolaşmalarına müsamaha edildiği de olurdu.

On altıncı yüzyıldan sonra zindan olarak kullanılan Rumelihisarı’nın Saruca Paşa kulesi de “Kara Kule” ya da “Siyah Burç” olarak anılmıştır. Bir yeniçeri mahkemece hapse mahkum edilmişse önce Ağakapusuna gönderilir, yeniçeri ağası tarafından Yeniçeri hapishanesi olarak kullanılan Rumeli Hisarı Zindanı’na attınlırdı.

(3) Tersâne Zindanları ve İplikhâne’ler

Şehir içindeki Galata surları ve Galata Kulesi de “Tersane Zındanları” olarak kullanılmıştır. Tersâne’de çalıştırılan esirler buralarda kalıyorlardı.

Deniz kıyısı bulunan her ülkede “tersane zındanları” ya da banyol adıyla bilinen özel hapishanelerden Osmanlı ülkesinde de bulunmaktadır. Osmanlı banyolleri Avrupa’daki emsâllerinden çok daha insanî şartlarda düzenlenmiş, içinde camisi, (gayrimüslim için kilisesi) hamamı bulunan iki katlı kalelerdir. [404] Bu banyol’lerin bir bölümü “üserâ-yi mirî”ye ayrılmıştı. Evliyâ Çelebi’nin bahsettiği “Padişah esirleri zindanları” bunlar olmalıdır. Garb Ocakları’nın (Cezâyir, Tunus ve Trablusgarb) her yıl bir esir seferi düzenler, bunların bir bölüğünü tersaneye gönderirlerdi.[405]

Diğer tersane zındanlarına (banyol’lere) “Bağdad’dan Bosna’ya kadar memâlik-i Osmâniye’de yol kesen, ev basan, kalpazan, hırsızlık ve cinayet gibi suçlardan hüküm giymiş kişiler konulmaktadır. Tersane zindanlarında bulunan mahkumlar ve esirler donanma demirli iken tersane işlerinde kullanılırlar, sefere çıkarken sağlam olanları “küreğe” bağlanırlardı.

Banyoller’den başka yine Tersane’ye bağlı olan “iplikhâne” denilen hapishaneler vardı. Burada mahkumlara donanmanın halatları ve yelkenlerinde kullanılmak üzere iplik büktürüldüğü için bu isim verilmiştir. Bunlardan biri de Eyüp’teki “Tersâne-i Âmire Riştehânesi (İplikhânesi)”dir.

İplikhanelerde disiplin çok sıkıydı. Öyleki iplikhane ismini duyanların “dizlerinin bağı çözülür”, bir daha buraya girmeyi göze alanlar nâdiren görülürdü.[406]

(4) Zindanlar

Bu dönemin hapishânelerine genellikle “zindan” denilmektedir. Zindan’lar öteden beri hüküm giymiş suçluların, savaş esirlerinin kapatıldığı karanlık ve ürkütücü hapishaneler olarak bilinirler. Gerçekten de firar hadiselerini önlemek için bu hapishaneler kale gibi kalın duvarlıydılar. Pencereleri küçük boyutlu ve insanların ulaşamayacakları kadar yukarıda bulunduğundan mahkumlara yeterli ışık ve hava sağlayamıyorlardı.

Hırsızlık ve zina suçu işleyen kadınlar Eminönü sahilinde Babacafer Zindanı’na kapatılıyordu. Hafif suçlular ve borçlular için “Zindankapısı” denilen sur kulesi hapishâne olarak kullanılırdı. Topkapı Sarayı civarında[407] da “Subaşı Zindanı” bulunmaktadır. Bu zindanda 1539 yılında çıkan yangında kapılar açılamadığı için 700 mahkûm yanmıştır. [408]

Zındanlar asesbaşı’nın yönetimi altındadır.

(5) Tomruk’lar

Tutukluların kapatıldığı “tomruk”lar ve bir tür açık hava cezaevi türünde olan “salmatomruk”lar[409] vardı. Tomruk, aslında tutukluları söyletmek için kullanılan yalnız ayağa ya da baş hariç bütün vücuda geçen ağaç kütüğünden yapılmış bir işkence âletine verilen isimdir. Daha sonra “tevkifhâne” (tutuklu evi) yerine kullanılır olmuştur. Bu işe bakan bir “Tomruk Dâiresi” ve bir de “tomruk ağası” vardı. Zindanlar ve tomruklar “Asesbaşı”nın idaresine verilmiştir. Bununla beraber tevkifhanelerde “mer’iyy-ül-hâtır” denilen ve itibarlı mahkumlar için ayrılmış özel odalar bulunurdu.[410]

Zındanlar gibi tomruklar da asesbaşı’nın yönetimindeydi.

c. Kürek Cezası

Kürek mahkûmları altı aydan başlamak üzere hırsızlık ve benzeri, sahte tuğra çekmek suçlarına süresi değişen cezalar verilerek ıslâh-ı nefs edinceye kadar süreli kürek, adam öldürme, kalpazanlık gibi suçlara müebbed kürek cezası verilenlerdir.

Cezası bitenler veya affedilenler serbest bırakılmakta idiler. Bir kürek mahkûmunun serbest kalması için muhakkak ferman gerekmektedir. Bu husus küreğe konulması esnasında kendisine bildirilmektedir. Serbest bırakılması için girişimlerde bulunabilmeleri ya da cezasını çekerken ihtiyaçları için suçlunun bir akrabasına haber verilmektedir. Süresi dolan veya afv olunan suçlu serbest bırakılmaktaydı.