C. YÜRÜTME

1. MERKEZ TEŞKİLÂTI

Osmanlı Devleti’nde hep güçlü bir merkezî yönetim egemen olmuştur. Önceleri egemenlik sahası küçük bir beylik iken de, üç kıt’a üzerine yayıldığında ya da dağılma dönemlerinde siyasî ve ekonomik dış baskılara karşı koyabilmek için “merkezî yönetim” gerekli idi.

Merkezî yönetimin esası kamu hizmetlerinin tek bir otoriteye bağlanacak biçimde örgütlenmesidir. Kamu yararına yönelik hizmetleri, gelirleri arttırmak, toplamak ve gider yerlerini saptamak merkezî yönetim tarafından yapılır. Böyle bir sistemin işlerliği için yönetsel hiyerarşi’nin kudretli olması gereklidir. Sistemin yapısı gereği ağır işleyişini önlemek için yine merkez hiyerarşisi içinde kalmak üzere taşra yönetim organlarına da bazı yetkiler verilmiştir.

Kısaca tanımlanacak olursa merkezî yönetim, ordusuyla, donanmasıyla, yargı teşkilatıyla, malî denetimiyle, idarî hiyerarşisinin kudretiyle Osmanlı Devleti’nin varlığını ve hükümranlığını ülkenin bütününde hissettirecek, kabul ettirecek yaptırım gücünü sağlayan sistemli bir uygulama mekanizmasıdır.

Ancak Osmanlı ülkesinin eyâletleri, günümüzde “Taşra Yönetimi” olarak isimlendirilen, bir kısım yöneticileri yine Merkezden gönderilen, üstelik Merkez’in küçük bir benzeri sayılabilecek biçimde yönetilmekteydi.

Bütün bu yönetim mekanizmalarının sahibi Padişah, onun adına vekâleten yöneten ise sadrazam’dır.

a. Sadrazam

Devlet örgütlenmesine ve teşrifatına her zaman esas olan Fatih Kanunnâmesi’nde vezir-i azam’ın «vezirlerin ve âmirlerin (ümera) başı, hepsinin en büyüğü, tüm işlerin mutlak vekili, devlet malının gözeticisi» olduğu ve «oturmada, durmada ve mertebede » herkesin önünde geldiği belirtilmektedir.[200] Başka bir deyişle örgütlenmenin başı sadrazam’dır. Sadrazamlar başlangıçta “Kubbenişîn” denilen Kubbealtı vezirleri arasından belirli bir düzen içinde seçilmişler ise de sonraları hizmetleri ve liyâkatleri görülen beylerbeyleri, defterdarlar, nişancılar ve yeniçeri ağalarından da sadrazam yapılmıştır.

Sadrazam Padişah’ın mühürünü taşıdığı ve kullanma yetkisine sahip olduğu için onun mutlak vekili ve kendisinden sonra Devletin en kudretli adamıdır.

Sadrazam haftanın belli günlerinde kendi başkanlığında öğleye kadar toplanan Divan-ı Hümâyûn’da diğer devlet erkânı ile yönetim konularını görüşerek «Padişah adına» karara bağlardı. Bu kararlar gene belli günlerde, hep birlikte Padişah’ın huzuruna çıkılarak onun onayına sunulurdu.

Malî işler ve şer’î hukukla ilgili kararlar dışında kalan[201] “umûr-i âlem”e dâir hükümler ve bütün işler ise Sadrazam “buyruldu”siyle yürütüldüğünden, öğleden sonraları kendi konağında divanını kurar, Padişah onayını gerektirmeyen konuları, şikayetleri görüşür ve sonuçlandırırdı.[202]

Sadrazam’ın Divan-ı Hümâyûn’un dışında kendi konağı (ya da Saray’a yakın büyük bir konağın) selâmlık bölümündeki resmî makamına Paşa Kapısı denilmektedir.[203] Konak’ta bulunan hizmetlilere de “kapı halkı“ denirdi. Dolayısıyla sadrazamlar değiştikçe Paşa Kapısı da değişirdi. [204] Sadrazam burada “İkindi” ve “Çarşamba” divanlarını toplar, yabancı elçileri ve ulakları kabul ederdi.[205] Paşakapısı’ndaki görülecek işleri sadrazam kahyası düzenleyip sıraya koymaktadır.[206]

Vezir-i Âzam yetki ve sorumlulukları kullanırken diğer vezirlerle ve defterdarlarla müşâvere eder.[207] Bununla beraber defterdarların Mâliye’ye ait buyruldu’ları, kazaskerlerin Şer-i şerif üzere görülmüş dâva hükümlerinin buyruldu’larını Padişah adına tuğra çekerek yazmağa yetkileri vardı. Ancak başdefterdar mâli işlerin yürütülmesinde bağımsız olsa bile Padişahın mutlak vekili olan vezir-i âzam’la görüşmeye mecburdur. Kanun ve fermanların tescilinden sonra muhafazasından sorumlu olan Nişancı’ya gönderilen düzeltmelere yalnızca Sadrazam tuğra çekebilir,[208] 6000 akçeden küçük bazı tımarları Padişah’a arz etmeden verebilirdi.

Divân’ın toplandığı günlerde topluca yenen yemeğin devamınca Enderun erkânı sadrazam’ın karşısında el pençe divan dururlardı. Bu gösteri sadrazam açısından çok anlamlıdır. Zira Devletin yönetiminde Padişah’a vekâleti sebebiyle kendisine tanınan yetkinin Topkapı Sarayı Ortakapısı’nın ötesinde, yani “Enderûn”a ayak basınca hükmü kalmazdı. Enderun’a girilince bütün hüküm ve nüfuz doğrudan doğruya Padişah’a ve kendi “bendegân-ı hassa”sına aittir.

Elçi kabulleri sırasında Rikâb-ı Hümâyûn ağalarının koltuklayarak Arz Odasına getirdikleri elçiye yer öptürülür, getirdiği nâme o sırada vezirlerle birlikte Huzur’da hazır bulunan sadrazam tarafından elinden alınarak tahtın yanına bırakılırdı. Daha sonra sadrazam mektubu alır ve çevrilmiş sureti ile birlikte Padişah’a arz ederdi.

Sadrazam Payitaht’ın asayiş ve ticaretinden de sorumludur. Belirli günlerde kol ile, ya da tebdil-i kıyafetle denetime çıkar, narhları, Tersane’nin gelir ve harcamalarını denetlerdi.

Fatih Sultan Mehmed döneminden sonra vakıfların gözetimi de sadrazam’lara bırakılmıştır.[209] Sadrazam bu görevini reisülküttab aracılığıyla yürütürdü.

(1) Sadrazam’lık Alâmetleri

Sadrazamlık makamına mahsus “mühr-i hümâyun, hıl’at-i vezâret, sarık, kılıç, tuğ” gbi bazı alâmetler vardır.

n Mühr-i Hümâyûn

Yeni Padişahın cülûsu ile birlikte eski sadrazamın görevi usulen sona ermiştir. Yeni sadrazam ise ancak yeni Padişahın mühürüyle onun vekili olur ve görevine başlayabilirdi. Padişah’ın sadrazam’da bulunan mühürünün eşine “hatem-i vekâlet” ya da “hatem-i sadâret” denirdi.

Sadrazam, Padişahın mühürünü ince zincire bağlı ve kese içinde boynuna asılı olarak koynunda taşırdı. Böylece mühürün gece ve gündüz sadrazamın muhafazasında olduğu varsayılırdı.

Sadrazama saltanat mühürü verilmesi onun “sahib-i mühür” lakabıyla anılmasına sebep olmuş, hatta sadrazamlık isteyenler hakkında da “mühür arzusu” tabiri kullanılmıştır.

Mühr-i Hümâyûn’un ne şekilde kullanılacağı Fatih Kanunnâmesi’nde belirtilmiştir.[210]

n Unvan

Önceleri sadrazam tek başına ve “vezir” unvanını kullanmaktadır. Vezir sayısı artınca içlerinde Padişahın vekili olana “veziriazam” denildi. Kanunî Sultan Süleyman döneminden itibaren de Sadrazam olarak anıldılar. Sadrazamların unvanları Fatih Kanunnâmesi’nde “sadr-ı âli”, “sâhib-i devlet”, “vekil-i mutlak”, “düstur-i ekrem”, “nizâm ül-âlem”, “celis üs-saltanat”, “zât-ı asâfi” olarak geçer.

Her ne kadar vezirler ve yüksek görevlilerin bulunduğu bir meclise başkanlık ediyorsa da vezir-i âzam’ı meşrutî yönetimlerde hükûmeti temsil eden bir başbakan gibi de görmemek gerekir. Sadrazam monarşik devlet reisinin yetkilerinin hemen hepsine sahip olmasından ötürü meşrutî bir hükumetin başbakanından daha yetkili ve güçlüdür.

Kısacası sadrazam, Padişah’ın devlet işlerini yürütmede kendine vekil olarak seçtiği ve resmen atadığı bir görevlidir.

Buradaki “resmen” sözcüğü, sadrazamın idarî ve hukukî tasarruflarında “vekâlet” kavramından doğacak bütün vecibe ve sorumlulukları üslendiğini belirtmektedir. Aslında sadrazam’ın yetkilerinin sınırı örfî hukuk ve saltanat geleneklerile belirlidir.

n Hil’at

Yeni seçilen sadrazama Padişah’ın mühr-i hümâyûn’u teslim edilir, bu sırada omuzuna hil’at-ı fâhire konulurdu. Sadrazam’ın Padişah’a ilk Arz’ında da biri “sâde”, öteki “ağır” iki “sadâret kürkü” giydirilirdi. Galebe Divanı denilen yeniçerilere ulûfe dağıtımı töreninin ardından, Padişahın sadrazam’a “âlâ samur kürk” ve “devir kürkü” giydirmesi de kanundu.

Sadrazam serasker unvanıyla sefere çıkacaksa İstanbul’dan hareketinden 40 gün evvel Huzur-i Hümâyûn’a kabul olunurak biri sâde diğeri kürklü iki hil’at giydirilirdi.

n Kavuk

Sadrazamlar resmî başlık olarak kallavî kavuk kullanırlardı. Bir buçuk karış yüksekliğinde piramit biçiminde köşeli ve dilimli yapılarak alt bölümün ortasında baş girecek bir yuva bırakılarak dış yüzey yumuşak keçe kaplanırdı. Ön kısmında soldan sağa ve aşağıdan yukarı sırmalı şerit çekildiğinden “telli kavuk” da denirdi.

Bununla beraber sadrazamlar ve vezirler, Padişahın giydiği mücevveze, selimî ve yusufî kavukları ve sarıkları kullanabilirlerdi. Ancak döneminde yapılmış gravürlerde elçi kabullerinde sadrazamların kallavî kavuk kullandıkları görülüyor.

Sadrazamlar “Serdar-ı Ekrem” olarak sefere giderken, Dîvân’a başkanlık ederken, Başkent içinde teftişe çıktıklarında, huzura girdiklerinde ve bayramların üçüncü günü Eyüp Sultan ziyareti yaparken (Padişahların da giydikleri) “selimî kavuk” giyerlerdi.

n Pençe

Vezir-i âzamlarla vezirler, eyaletlerdeki beylerbeyi ve sancakbeyleri resmî kâğıtlarda imza yerine “pençe” denilen özel istifli bir işaret kullanılırlar. Ancak tuğra ile pençe’yi karıştırmamak gerekir. Pençe, tuğra dışındaki çok özel formu olan bir yazılı alâmete verilen isimdir. Pençelerin çok değişik biçimleri vardır. Aslında bunlardan üç tuğ’lu ve beyze’li olanlar, tuğralara çok benzerler. Tuğralarla aralarındaki en belirgin ayrılık, pençelerin tek beyze’li olmasıdır. Diğer taraftan pençeler ferman, berat türü belgelerde olduğu gibi evrakın üst ortasına değil, genellikle son kısmında yan tarafa ve yan olarak çekilirlerdi

n Sancak ve Tuğ

Osmanlı Devleti’nde yeniçeri ortalarının ve topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta loncaların, esnaf kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan alametleri vardı. Vezir ve beylerbeyilerine de rütbe alametleri olarak sancak ve tuğ’lar verilmektedir. Örneğin sadrazamlara “Sancağ-ı Sebz” denilen yeşil bayrak verilirdi. Ancak dört renkteki “Saltanat Sancakları” arasında da yeşil sancak bulunmaktaydı. Böylece Sadrazam’a verilen yeşil renkli bayrak da bir anlamda devletin temel rüknü arasında olduğunu belirliyordu.

Sefer öncesi Tuğ-i Hümâyûn ihracı ile beraber, sadrazam da “Paşa Kapısı” denilen kendi konağının kapısı önüne tuğlarından birini dikerdi. Bu tuğ dikildikten sonra Kubbealtında Divan toplantıları yapılmaz, yalnızca sadrazam konağındaki İkindi Divanları toplanırdı. Bununla beraber Sadrazam’ın tuğu Davutpaşa Sahrasına dikildikten sonra sadaret kaymakamı başkanlığında Divan toplantıları başlardı.

Sadrazam eğer “Serdâr-ı Ekrem” unvanı ile sefere çıkarsa yanına Saltanat Sancakları içinden en önemlisi olan “Ak Sancak” ve yine Padişah tuğlarından altı tanesi verilirdi. Ordugâh yerlerinde bu tuğlar Serdâr-ı Ekrem’in çadırının etrafına dizilirdi. Kanunnâme’de[211] “Yaldızlı topaklar ile müzeyyen üç tuğ ve üç direkli çergi ve sâyeban ve kandilli sokak istimâl etmek vüzerâ-yi izâm’a mahsustur” denilerek seferlerde üç tuğ ve üç direkli çadır ve kandilli sokak yapılmasının sadrazam’lara özel bir uygulama olduğu belirtilmiştir.

On yedinci asrın sonlarından itibaren Padişah bizzat sefere gitmediği zamanlar, Serdar-ı Ekrem olan sadrazam’ın tuğları savaş yerinde yeniçerilerin arkasında bulunur ve tuğ’un dibinde de mehterhane ile beraber gedikli müteferrikalar ve onların arkasında ise Sancak-ı Şerif ve daha sonra da Serdar-ı Ekrem dururdu.

n Mehterhâne

Sadrazam’ın dokuz, vezirlerin de “yedi katlı mehter”leri vardı. Ancak Padişah mehterlerinde bulunan kösler, sadrazam ve diğer vezirlerin mehterhanelerinde bulunmaz.

Kös, davul, nakkare, halile, çevgan, nefir, zurna, boru, zil” gibi nefesli ve vurmalı çalgılar yer aldığı tam bir mehter mehter takımının büyüklüğü takım hâlindeki sazların tekrarlayan sayısına göre ölçülür. Örneğin herbir sazdan 12’şer aded bulunan Hünkâr Mehteri “on iki katlı”dır. Bununla beraber Fatih Sultan Mehmed döneminde Mehterhane-i Hümâyûn sonraki dönemlerin sadrazam mehterleri gibi dokuz kat olarak düzenlenmişti.

(2) “Serdâr-ı Ekrem”lik Pâyesi

Sefere Padişah gitmeyip de Sadrazam giderse “Serdar-ı Ekrem” unvanını alır, askerî harekat sırasında vakit kaybedilmesini önlemek amacıyla kendisine “icâzet-i küllî” denilen savaş açma, savaşı bitirme dahil, bütün konularda Padişah adına re’sen karar vermesini sağlayacak yetki verilirdi.

Sadrazam sefere Merkez kalemlerini ve defterleri beraberinde götürürdü. Ordu-yi Hümâyûn’un geçtiği yerlerde yanındaki vezirlerle divan kurup, kararlar alarak her türlü yönetim sorunlarını düzenler, yönetimi denetler, gerekli gördüğü hallerde Padişah adına tuğrası çekilmiş fermanlar da çıkarabilirdi.

Sadrazam İstanbul’dan hareketinden 40 gün evvel Huzur-i Hümâyûn’a kabul olunur ve bir tören yapılırdı. Bu törende Sadrazam’ın selîmi kavuğu üzerine iki kıt’a murassa’[212] toplu sorguç takılır, biri sâde diğeri kürklü iki hil’at giydirildikten sonra Sancağ-ı Şerif’i hayır duaları ederek bizzat Padişah kendi elleriyle teslim ederdi. Sadrazam da Sancağ-ı Şerifi omuzuna alıp Babüssaade’den çıkarır sancakdar’a verirdi.

O günden itibaren Ordugâh kurulur, bütün asker sınıflarının çadırları Sadrazam’ın otağının etrafına ve tuğları da otağın önüne dikilirdi. Bundan 30 gün sonra sadrazam “âlây-i vâlâ” ile Ordugâh’a çıkar, dua okunarak kurbanlar kesilirdi.

Sefer sırasında her menzilde “Sancağ-ı Şerif” sadrazam’ın otağı önünde dikilirdi. Hududa gelindikte uygun bir yerde ordugah kurulur, henüz orduya katılamamış olanların da gelmeleri beklenir ve bu sırada askerî harekât planı hazırlanırdı. Ordugâh’a her yeni katılan Sadrazam’ın onünde geçit resmi yaparak ”alay” gösterilirdi.

Osmanlılarda sefer sırasında ve savaşların yönetiminde ordugâhların önemli bir yeri vardır. Sadrazam’ın maiyyetindeki askerî erkân bir harb kurulu oluştururlar, gereğinde sadrazam’ın otağında toplanarak müzakere ve savaş işleri hakkında karar alırlardı. Bu kurul gerek görüldükçe “at üstünde” bile toplanır, tecrübeli komutanlar da çağırılarak reyleri alınırdı.

Serdar-ı Ekrem’le beraber Divân-ı Hümâyûn üyeleri olan kubbealtı vezirleri diğer görevliler de sefere katıldığından, özellikle askeri ağırlıklı kararlar ve atama işlemleri Ordu-yı Hümâyûn karargâhında yapılır, bu sırada “ordu”, “ordu rüus” ve “ordu şikâyet” defterleri tutulur, ordugâh’ta da toplantı ve divanlar düzenlenirdi. Ancak Divân-ı Hümâyûn Padişah nerede ise orada kurulduğundan İstanbul’da Sadaret Kaymakamı başkanlığında toplanırdı.

Bütün bu geniş yetkilerine rağmen Serdar-ı Ekrem “Davet Hattı” denilen Padişah fermanı olmadan , örneğin “kışlamak” için bile olsa seferden kendi kararıyla geri dönemezdi.

(3) Sadâret Kaymakamlığı

Padişahın mühürü Sadrazamı kendine vekil seçtiğini gösterdiği gibi, sadrazamın mühürü de bir kubbe vezirinin sadrazamın vekili olarak görevlendirildiğini gösterirdi.

Sadrazamın devlet işlerinde kullanılmak üzere iki mühürü daha vardı. Bunlardan biri resmi, öteki şahsi mührüdür. Sadrazam resmi mührünü, serdar-ı ekrem sıfatiyle sefere gittiği zaman kendisine vekâleten “Rikâb-ı Hümâyûn kaymakamı” olarak bıraktığı “vezir-i sânî”ye teslim ederdi. Böylece Sadrazam kendi yerine vekil olarak bıraktığı “sadâret kaim-i makamı”na bizzat Padişah “Olur”unu gerektirmeyen pek çok maslahat hakkında kısmî yetki devri yapmış olurdu.

Sadrazam’ın tuğu Davutpaşa sahrasına dikildikten sonra sadaret kaymakamı tayin edilen vezir, Divân-i Hümâyûn’u toplar, ancak ikinci derecede işlerin çözümü ile uğraşırdı.

Sadrazamla birlikte sefere çıkan bütün devlet erkânı da kendilerini temsilen İstanbul’da birer vekil ve yanında yeterince kâtipler bırakırlardı. Örneğin defterdar’ın İstanbul’da bulunan vekiline “Rikâb-ı Hümâyûn defterdarı” ya da kısaca “Rikâb defterdarı”, reisülküttab’ın vekiline de “Rikâb reisi” denilirdi.

(4) Sadrazam’ın Gelir ve Giderleri

Sadrazam’lara yıllık 7 ,5 milyon akçe getiren 15 adet has verildiği gibi[213] , Rikâb-ı Hümâyûn’a gelen haraç ve pişkeşlerden de hisse verilirdi.[214] Sadrazamlar yalnızca haslar’ından yılda dört, beş yüz kese[215] gelmektedir. Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakıflarının idareleri de sadrazamlar uhdesinde olduğundan masraf çıktıktan sonra bunlardan da 100 veya 200 kese gelirdi. Vüzera tevcihatı ve özellikle Eflak ve Buğdan Voyvodalıklarının değiştirilmesi münasebetiyle ve Mısır, Halep ve Şam valileri tarafından gönderilen pişkeş ve hediyelerle 20 bin keseye ulaşırdı.

Sadrazam’lara yıllık 150 bin akça tekaüdiye maaşı tahsis olunması ve sadrazam oğullarının yevmiye 60 akça ile müteferrika olmaları da kanun gereği idi. [216]

Bununla beraber sadrazamların masrafları da pek fazladır. Örneğin serdar-ı ekrem pâyesiyle savaşa gönderilen sadrazam’a yaptığı masraftan dolayı hesap sorulmazdı. Bununla beraber seferin uzaması hâlinde, Ordu-yi Hümâyûn’un masraflarını sadrazamlar kendi keselerinden karşılamışlardır.[217]

Diğer taraftan bayramlarda ve Nevruz’da Padişah’a hediye vermeleri kanundur. Kalabalık mâiyetleriyle Bâb-ı Fetva’ya, Tersane’ye ve yangınlara gittiklerinde veyahut tebdîl olarak denetime çıktıkça avuç avuç altın dağıtmaları da âdetti. 300-500 kişi tutan kapı halkına; âmedî, mektubî, teşrifatî ve kethüda kalemleri hülefasına da kendi kilerinden tayinat vermektedirler. Dolasıyla şehid, katl, azil gibi bir olay sebebiyle ya da tekâüden (emekli olarak) görevlerinden ayrıldıklarında aralarında borçlu kalanları bile olurdu.

b. Vezir’ler

Vezirler atanırken, sadrazam ve Padişah huzuruna girişlerinde Teşrifat-ı Kadime kuralları uygulanırdı. Vezirliğe ilk atananlar Padişahın yanına Arz’a girdiğinde “hassü’l-has” denilen sâde, gösterişsiz bir hil’at giydirilir, kürk giydirilmezdi.

Bir vezir hakkında “halka zulüm” yaptığından dolayı şikayet olmuşsa ya da başarısız iseler kendisinden önce unvanı kaldırılır, vezaret alameti olan tuğ ve sancağı ile beraber görevden alınırdı.

Ancak vezirler halka yaptıkları zulüm sebebiyle gerekli görülüyorsa bir hey’et huzurunda yargılanır ve ceza da görürlerdi. Bu bağlamda bazan rütbeleri tenzil edilip, taşrada hizmetin (kapıya çıkma) ilk rütbesi olan “kapıcıbaşılık” ile belli bir yere sürgün edilirlerdi. Eğer haklarında idam cezası verilirse kendilerine saygı gösterilir, hakaret edilemezdi.

n “Vezir”lik Alâmetleri

On beşinci yüzyıl sonrasında Osmanlı devletinde, tuğlar üst düzey yöneticilerinin rütbe ve yetkilerinin simgelemek için kullanılmaktadır. Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri Ortalarının ve topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta loncaların, esnaf kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan alametleri vardı. Vezir ve beylerbeyilerine de rütbe alametleri olarak tuğ ve sancak verilmektedir.

Sancakbeyleri’ne, sekbanbaşı’na, Kapıkulu Süvâri Bölük ağaları’na, Cebeci ve Topçu Ocakları’na, kazasker’lere 1’er; beylerbeyleri’ne, şeyhülislâm’lara, Erdel Kıralı’na, Eflâk ve Buğdan voyvodaları’na 2’şer; vezir’lere 3’er, serasker’lere 4’er, vezirazam’lara 5’er tuğ verilirdi. Vezirlerin sancakları kırmızı ve beylerbeyilerin kızıl renkli olurdu.

Sefer öncesi Tuğ-i Hümâyûn ihracı ile beraber, sefere katılacak vezirler kendi konaklarının kapısı önüne tuğlarından birini dikerdi.

Diğer taraftan rütbe ve görev alâmeti (simgesi) sayılan tuğlar “Mîr-i Alem” denilen görevli tarafından tuğ sayısı ve görev gelirine göre “tuğ câizesi” adıyla Hazine’ye alınan harç karşılığında verilirdi. Bunlar arasında azil edilenler ve vefat edenlerin tuğ ve sancakları geri alınırdı. Görev’lerini kaybedenler eğer rütbeleri de ellerinden alınmamışsa tuğlar da geriye alınmazdı.

Vezirlerin de yedi katlı mehterleri vardı. Ancak Padişah mehterlerinde bulunan kösler, vezirlerin mehterhanelerinde bulunmazdı.

Böylece sadrazam’lara verilen “tuğ, sancak, hil’at, mehter” gibi alâmetlerin daha küçük ölçüde ya da daha az sayıda da olsa vezirlerde de bulunduğu görülüyor.

(1) Kubbe Vezirleri

Devletin ilk dönemlerinde en üst düzey görevlisi olarak tek bir vezir vardı. Zamanla Vezir sayısı arttı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Divan-ı Hümâyûn’ da vezir-i âzamdan başka ikinci vezir, üçüncü vezir olarak sıralanan yedi vezir görevli bulunuyordu.[218]

Vezir-i âzam Padişahla beraber, ya da serasker olarak onun yerine sefere çıktığı zamanlarda vezir-i sâni “sadaret kaymakamı” sıfatiyle Kubbealtı’nda kalıyor, diğer vezirler genellikle harbe katılıyorlardı. Sonraları sadrazam’ın “serdâr-ı ekrem” olarak çıkmadığı seferlere vezir-i sâni (ya da bir başka Kubbe veziri) “serdar” (ya da serasker) unvaniyle yönetiyordu.

Divan-ı Hümayun’da gerekli görülen hâllerde, sadrazam’ın izniyle Kubbe vezirleri tuğra çekerek Nişancı’ya yardım ederlerdi. Dolayısıyla Kubbe veziri olarak fermanı çıkanların “tuğra” meşk eylemeleri de gerekiyordu.

Bununla beraber On sekizinci yüzyılın başlarında Divan-ı Hümâyun’un hemen bütün işleri Paşakapısı’nda görülmeğe başlanmış olduğundan Kubbe vezirleri’nin sayıları başlangıçtaki gibi sembolik olarak bire inmiş ve yüzyılın ikinci çeyreği başladıktan sonra [219] Kubbe veziri atanmamıştır.

n Serdârlık Pâyesi

Bazı seferlere “serdar” (veya serasker) pâyesiyle vezir-i sâni ya da Kubbe vezirleri arasından bir diğeri, beraberine saltanat sancaklarından biri katılarak ve emrine yeterince Kapıkulu askeri yeniçeri, cebeci, topçu ve süvari verilerek gönderilirdi.

“Serdar” lık pâyesi verilen vezir sefere çıkmadan önce Padişah tarafından kabul edilerek kendisine “Serdarlık Fermanı” verilirdi. Bu merasim sırasında (sadrazama, “serdar-ı ekrem” pâyesi verilirken yapıldığı gibi) vezir’in sarığına sorguç takılmaz. Ancak kendisine “sefer hil’atı” denilen serasere kaplı samur kürk giydirilir ve Has Ahır’lardan at verilir. Şevk ve gayretini artırmak için daha sonra da kürk, sorguç, kılıç (veya hançer) gönderilirdi.

Diğer taraftan serdar olan vezir sefer sırasında menzillerde kurulan Ordugâh’ta kendi çadırında Divan kurar, dava dinler. Bu Divan’da karar vermek üzere, maiyyetinde getirdiği defterdar (veya mâliye hâcegânından bir kâtib) malî konulara bakar, kendi tezkireci’si de reis-ül-küttab vazifesini üslenirdi.

Serdar yapılan vezir’in gerek kendi maiyyetindeki görevlilerin azil ve tayini hususunda, gerekse geçtiği mıntakalardaki devlet görevlileri hakkında “tevcihat” yetkisi vardır. Bu bağlamda serdarlara da “beyaz” (yani baş tarafına Padişah tuğrası çekilmiş boş ve yazısız) ahkâm kağıtları ya da beyaz’a “tuğra çekme” izni verilirdi.

Buradan da anlaşılıyor ki, (sefer dönüşü sadrazam’a gerekçelerini kabul ettirmek şartıyla) serdarların “idam cezası” vermek ya da önemli konularda hatta gerekirse devlet adına kararlar almak yetkisi vardı. Böylece sefer durumundaki Ordu karargâhında Merkez Teşkilâtı’nın küçük bir örneği kurulmuş olmakta ve geçilen güzergâh üzerinde ve fethedilen yerlerde bir anlamda devletin varlığı hissettirilmektedir. Sefer’den döndükten sonra “Serdar-Vezir”in uygulama ve atamaları sadrazam tarafından onaylanırsa kabul olunurdu.

Eğer aynı zamanda iki yerde sefer varsa Padişah’a (veya kendi bizzat sefere gitmediği zamanlar serdar-ı ekrem tayin olunan sadrazam’a) “Ak Sancak”, diğer cepheye serdar tayin edilen vezire de “Yeşil Sancak” verilirdi.

Diğer taraftan “Serdar” pâyesi verilen vezirin tuğ sayısı da arttırılarak dörde yükseltilirdi.

(2) “Haric” Vezirler

Vezirlik başlangıçta eyâletleri yöneten beylerbeyi’ler arasında çok başarılı olanlara verilmekteydi. Bu da zamanla kubbenişin vezirlerin sayılarını arttırdı[220] Dolayısıyla sayıyı azaltmak için (önceleri Mısır, Budin, Yemen, Bağdad gibi mühim eyâletlere) yönetici olarak Merkez’den Kubbe veziri gönderilmeye başlandı.[221]

Hudud eyâletlerine gönderilen vezirlere bazan tuğrası çekilmiş boş “ahkâm” kağıtları veya vezirlerin kendisine fermanla tuğra çekme yetkisi verilerek işlerin gecikmeden çözülmesi istenirdi. Ancak vezirler Payitaht’a dönüşlerinde kullandıkları bu yetkinin hesabını sadrazam’a vermek zorundaydılar. Bununla beraber özellikle dış vezirlerin sayıları çoğaldığından bu uygulamanın denetimi de iyice zorlaştı. Bundan dolayı da vezirlerin Padişah adına ferman yazmak yetkileri kaldırıldı.[222]

Ancak daha sonra Divan-ı Hümayun dışından da “vezir pâyesi”yle yöneticiler tayin edildi. Hatta kaptan paşa, defterdar ve nişancı gibi erkân’a da vezirlik pâyesi verildi. Böylece bir yandan vezir sayısı iyice artarken, diğer taraftan da başlangıçta rütbe olan Kubbe vezirliği mansıb’a dönüşmüş ve hâriç vezirlikler ise bir pâye haline getirilmiş oldu.[223] Başka bir deyişle vezirlik bazan rütbe, bazan mansıb ve bazan da kıdem, başarı gibi özellikleri dikkate alınan bir şahsa tahsis olunmuş pâye olarak gözüküyor.

(3) Vezir’in Masrafları

Çağının gerekleri vezirlerin yaptırım kudretlerini, besledikleri “kapı halkı”nın büyüklüğü ile doğal olarak orantılı kılmaktadır. Nitekim güçlü görünmek isteyen vezirlerin ihtişam ve şaşa’aları, belirli oranda küçültülmüş olsalar bile, Padişah’ı anımsatmaktadırlar. Örneğin Osmanlı Devleti’nin Taşra teşkilatı Divan’ı ile, vezirin kapı halkı ve yerli kulu askeriyle Merkez teşkilatının küçük bir modeli gibi yürütülmektedir. Eyâletleri yöneten vezirlerin ihtişamı, ülkemizde görevli bulunan yabancı ülkelerin elçilerini de etkilemiştir. Öyle ki kimi vezirlerin alaylarını ilk kez gördüklerinde onları Padişah sanmışlardır.[224] Üstelik doğal olarak bu özellikten etkilenmiş olan Osmanlı toplumu da vezirlerin kudretini, onların şahsî zenginliği ile yeterince bağlantılı görmektedir.

Diğer taraftan vezirlerin atanmaları sırasında Padişah’a ve sadrazam’a pişkeş’ler, câize’ler sunması ve daha sonrasında gelen bazı masrafları üslenmeleri de vezirlerin şahsî zenginliklerini gerektirmektedir.

Ancak bazı kültürel ve yönetsel gerekliliklerle âdeta zorunlu sayılabilecek bu ihtişamın bedeli meselesi vardır. Başka bir deyişle bu ekonomik sistem devlete ve topluma zarar vermeden işlemelidir. Dolayısıyla vezirler kendilerine görev karşılığı verilmiş has’ların hiç de azımsanamayacak[225] gelirleriyle yine çok yüksek düzeyde olan masraflarını karşılamak zorundadırlar. Ancak çoğu kez gelirlerinin giderlerini karşılayamadığı görülüyor.[226]

(a) Giderler

Vezir’ler, devlet teşkilatında sadrazam’dan sonra gelen en yüksek rütbeli görevlilerdir. Vezir olmak için kuramsal olarak kıdem ve dirâyet esastır. Başka bir deyişle vezirlik pâyesini hak edecek görev düzeylerine gelinceye kadar hizmette eskimek ve başarısını ve ehliyetini ispat etmek gerekir. Ancak bu kadarı da yeterli değildir. Zira vezirlik, gerek “usûl, erkân, örf-âdet”e ve gerekse yasal olarak bazı zorunlu harcamaları da beraberinde getirdiğinden vezirlik pâyesi yeterince zengin olmayı da gerektirmektedir.

n Pişkeş’ler, Câize’ler ve Rüsum’lar

“Vezaret fermanı” verilerek Kubbe veziri yapılan beylerbeyiler ya da haric vezirlikten Kubbe vezirliğine getirilenler, en önce Padişah’a “on iki kat pişkeş” çekmeleri kanundu.[227] Ancak bütün masraf bu kadarla bitmiyordu. Yeni vezir olan örneğin sadrazam, sadrazam kethüdası, reis ül-küttab, nişancı, çavuşbaşı, emir-i alem, birinci, ikinci tezkireci’ler, mektupcu, kâtip, beylikci ve amedci efendiler, mektupcu ser halifesi ve katibi, sadrazam’ın adamları ve teşrifatçı ile maiyyeti gibi devlet erkân ve ricâli ile maiyetlerine “câize” adıyla bir takım hediyeler verdikten sonra ve ortalama 100-150 kese akçe kadar tutan çeşitli “rüsum” ödemek zorundadır. Aslında bu ikinciler Padişah’a verilen pişkeş’i kat, kat aşmaktaydı.[228]

n Kalıcı Kapı Halkı

Vezirler Padişah’ı temsilen görevlenlendirildikleri vâliliklerde kapı halkı denilen çok geniş bir hizmetliler kadrosu bulundurmak zorundaydılar. Böylece bir yandan yerli ahali içinde psikolojik anlamda itibar sağlarken[229] diğer taraftan da “eşraf” ve “âyan”ın yerel otoritesinin üstünde bir kuvvet kazanmış olmaktaydılar.

Vezir çevresinde “silahtar ağa, çuhadarağa, selamağası, anahtar ağası, mühürdar ağa, imrahor ağa, kiler ağası, kavasbaşı, delibaşı, saraçbaşı, kürkçübaşı, başsilahşor ağa, vekilharç, aşcı” gibi “vezir içağaları”ndan oluşan kendi “enderun halkı” ile, “imam, müezzinbaşı, kaptan ağası, şamdan ağası, peşkir ağası, rahtvan ağası, macun ağası, berberbaşı, makramacıbaşı, seccadecibaşı, ibriktar ağa, hazinedarbaşı, duhancıbaşı, cündibaşı, dilsizler, vekilharc ağa, mehterler” gibi “vezir dışağaları”ndan oluşan “birun halkı” birlikte vezir’in kalabalık[230] ve “devamlı kapı halkı”nı[231] meydana getirirlerdi.[232] Vezir’in bütün bu kapı halkını beslemeğe yetecek geliri bulunması da gerekirdi.

n Geçici Kapı Halkı

Hariç vezirler atandıkları eyâlete çevrelerinde en az 600 atlı ile[233] azamet ve debdebe ile, maddî servetini gösterek girmek zorundaydı.

Üstelik haric bir vezir, çevresinde kapı halkı denilen bu kalabalığı beslemek ve başka bir eyâlete atanınca birlikte götürmek zorundadır. Diğer taraftan eğer görevden alınırsa yeniden atanmasının mümkün olabileceğini hesaplayarak kapı halkının tamamını değil, yalnızca resmî görevliler ve silahlı bölümünü dağıtırdı.

n İstikbal ve Teşyi Masrafları

Diğer taraftan atandığı eyâlete giden bir veziri yolda uğradığı eyaletlerin valileri eyalet hududunda karşılar ve bir kaç gün misafir ettikten sonra yine eyâlet hududuna kadar geçirir. Bu “istikbal, teşyi ve misafirlik”ler sırasında örf ve âdet gereği kendisine ve tüm kapı halkına hizmette bulunanlara hediyye ve bahşiş dağıtması gerekir. Dolayısıyla bir vezirin görev yeri sık sık değişirse bu tür masraflar onu büyük borç altına sokardı.

(b) Gelirler

Vezirlerin yılda ortalama bir buçuk milyon akçe mertebesinde geliri olan “havass-ı vüzera” denilen hasları vardır. Bu has’lar görevle bağlıdır. Görevden ayrılanların has’ları ellerinden alınır. Çağdaş deyimlerle “maaş” niteliğinde olduklarından toprağa bağlı hasların gelirleri ile birlikte başka gelirleri de kapsar.

Onsekizinci yüzyıla kadar emekli edilen vezirlere hizmetlerinin karşılığı olarak kendilerine tahsis olunan hasların gelirleri verilirdi. Haslar bazan değişik yerlerde olurdu. Bu gelirler Fatih Sultan Mehmed Kanunnamesi’nde yıllık bir milyon ile bir milyon iki yüz bin akçe arasında olarak belirlenmiş ise de daha sonraki yüzyıllarda değişen para rayicine göre arttırılmıştır. Bu gelir hass’ın arazisinden elde edilen yıllık hasılatın öşrü ve toplanması gereken vergilerdir. Ancak tımar usulünün gereği olarak vezir, hassın her beş bin akçesi için sefere bir cebeli asker götürmeğe mecburdu. Daha sonraları vezirlere has tahsis etmek yerine, atandıkları eyâlet’de sulh zamanlarında “imdâdiyye-i hazariyye” ve savaş zamanlarında da “imdâdiyye-i seferiyye” denilen bir vergi geliri tahsis edilmiştir.

Nitekim On sekizinci yüzyılda vezirlerin dirlikleri kaldırılarak kendilerine “ber vech-i muhassıllık” adıyla yerel gelirlerden tahsisat (maaş) bağlandı. Bazı vilayetlerdeki vezirlerde muhassıllık yetkisi bulunduğundan Hazine’ye ait gelirlerin iltizamını aldılar. Hazine’ye ait varidatı ödedikten sonra eyâletteki bütün öşür ve resimleri iltizama verip Hazine’nin hakkını çıkardıktan sonra kendisine de önemli miktarda para kalırdı.[234]

Gerek yaşı açısından gerekse idarî ve askerî yetersizliği sebebiyle işe yaramıyacak durumda olan veya gazaba uğrayan vezir emekli edilirdi. Ancak vezirlerin 6 (hatta 10-12) yük akçe ile “tekaüt” (emekli) edilmeleri konusu Kanunnâme’de yazılıdır. Kendisine belirli bir mahallin mukataasından aylık olarak belirli bir maaş ya da yıllık ortalama 60 000 akçe arpalık* verilirdi.

Eğer vezir sayısı iyice artar ve karşılığında mansıplar azalırsa, bir kısım vezirler de zorunlu olarak emekli edilirlerdi. Ancak aralarından yeniden hizmete alınmaları gerekecek bazı vezirlere “bervech-i arpalık” kaydiyle belirli bir has geliri verilip, bir tür beklemeye alınırlardı.

- EK TABLO: 1
On Yedinci Yüzyıl Sonlarında
Bir Osmanlı Valisinin Yıllık Gelir ve Gideri
[235]