A. NÜFUS

Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkler arasında, çok eski zamanlardan beri köy hayatına, hatta şehir hayatına geçmiş halk bulunmaktadır. Bunlar yeni geldikleri yerlerde de aynı hayat şartlarını devam ettiriyorlardı. Köylüler derhal köyler kurarak ziraî üretime başlıyorlar, şehirliler şehirlere yerleşiyorlardı[605] Bununla beraber “göçebelikten yerleşmeye” geçişte ilk durak şehirden çok köy’ler olmuştur.[606]

1. İSKÂN (YERLEŞTİRME) SİYÂSETİ

Osmanlı Devleti’nin iskân siyâseti, yer ve yurd değiştiren göçebe Türk oymaklarının kalabalık nüfuslarına askerî istilalarla boş toprak bularak yeni ülkelerde vatan kurma eylemi olarak görülmemelidir. Nitekim özellikle Rumeli’de Sırbistan, Arnavutluk ve diğer yerlerin fethi sırasında toprak arayan büyük kütleler görülmediği gibi,[607] tam aksine Devlet göç ve yerleşme hareketlerini belirli iskan yöntemlerinin ilke ve kurallarını uygulayarak yapmaktadır.

Osmanlı Devletinin iskân politikası ziraî ekonomiye bağlı olan toplumda üretimin düşmemesi ve eski yerleşim merkezlerinde kayıtlı olan vergi yükümlülerinin azalmaması için bir yandan nüfusun yerinde kalmasına çalışırken, diğer taraftan zorunlu göçler sonucunda yeni kasaba ve şehirlerin kurulmasını, yahut nüfusu artan köylerin gelişerek kasaba olmalarını teşvik ediyordu. Bu maksatla yeni kurulan şehirler “tekâlif-i divâniyye ve avârız-ı örfiyye ile ulak”tan muaf tutulmuşlardı.[608] Yerleşim merkezlerine göç edenler ancak on yıldan fazla bir zaman geçtiği takdirde o yerleşim merkezinin “raiyyeti” sayılıyorlardı.[609]

Bu yerleşim politikası içinde “konargöçer toplulukları”nın da yerleşim bölgeleri belirlenmişti. Hatay, İçel, Çukurova ile Doğu ve Batı Anadolu’daki yörüklerin bulundukları bölgelerdeki Dülkadirli, Tacirli, Kızıllı, Kırık, Kılıçlı, Döğer, İIbeyli, Millî, Bektaşlı ve diğer konargöçer oymaklarının “kışlak ve yaylak” olarak yaşayacakları yerler “kanunnâme”lerle gösterilmişti.

Diğer taraftan göçlerin önlenememesi sonucunda büyük yerleşim merkezlerine nüfus akımı başlamıştır. Bununla beraber göçler bireysel (ferdî) ve toplu göçler olarak farklılaşır.

a. Kolonizatör Dervişler

Osmanlı devletinin Rumeli’deki ilk ilerleme evrelerinde, boş ve ıssız bölgelerde yerleşip oralarda faaliyet merkezî olan zaviyeleri kurup çevrelerini iskan ettiren, hatta pek çok köylere isimleri verilmiş olan bu dervişler âdeta bir tür kolonizasyon biçiminde iskan hareketi oluşturuyordu. Fetihler sırasında Ordu’yla beraber ya da daha sonra gönderilen oymaklar veya sürgünlerle gelen dervişlerin boş yerlerde kurdukları zaviyelerin etrafında yapılan oluşan yerleşmelerle köyler meydana gelmekteydi. Köylerde zaviyeler mensup oldukları tarikati temsil etmekle beraber bir kültür merkezi durumundaydı. Bu zaviyelerin şeyhliği zamanla devletin de bazı konularda faydalandığı fahrî bir memuriyet şekline girmiştir.

b. Arazî Vakıfları

Osmanlı Devleti’nde yeni fethedilen ülkelerin iskan ve imarı için öteden beri idarî ve malî bakımdan bağımsız kurum olan arazî vakıfları yöntemi uygulanmaktadır. Bu yöntemle bataklık ve ıssız yerlerde önce vakıf bayındırlık yapıları meydana getirildikten, yine vakıf yolu ile örneğin çorak arazide sulama tesisleri ve ziraî iyileştirmeler yapıldıktan sonra buralar yerleştirilmek üzere sürgün, konar göçer halk gönderilmektedir. Bunlar “resm-i bennak ve caba ve avârız-ı dîvaniye ve tekâlif-i örfiye”den muaf tutulmaktadır. Diğer taraftan yeni iskan ettirilen ahalinin işçi, tüccar, esnaf ve sanatkar gibi çeşitli kesimlerden olmasına çalışılmaktadır.[610]

c. Sürgün’ler

Özellikle yeni fetholunan bölgelerin yalnızca Ordu tarafından “işgal” edilmiş durumundan kurtarılıp fiilen sahiplenilmesi ya da henüz iskân edilmemiş ıssız bölgelerin şenlendirilmesi amacıyla “sürgün” olarak isimlendirilen sistemli ve zorunlu bir göç ve yerleştirme yöntemi uygulanmaktadır.

Devlet “avârız-ı dîvaniye” biçimindeki yetkisinin sanki doğal bir uzantısı gibi, âdeta “insan üzerinden alınan vergi” biçiminde gerekli görüldüğünde reaya’yı kalıcı olarak yerleşmek üzere belirli bölgelere kitleler hâlinde gönderebilirdi.

Böyle durumlarda köy ve kasabalar hane sayılarına göre on’da bir (veya iki) hane olmak üzere “sürgün” çıkarmak zorunda bırakılırdı. Örneğin Rodos ve Kıbrıs adaları feth edildiği zaman, adaların şenlendirilmesi için Anadolu halkından sürgün yapılmıştı.

Bu bağlamda İstanbul’un alınışından sonra Anadolu’dan Müslüman nüfus ile birlikte fethedilen yerlerden, örneğin Trabzon’dan şehrin bütün Rum ileri gelenleri, Kırım ve Kefe’den getirilen 40.000 Ermeni (Anadolu’nun muhtelif yerlerine ve ) Edirnekapı, Balat ve Gedikpaşa’ya, daha sonra Yavuz Sultan Selim Çaldıran seferinden dönerken Doğu vilayetlerinden getirilen Ermeniler Samatya taraflarına yerleştirilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman döneminde Budin Kalesi alındığında, Hıristiyan ve Yahudiler arasından istekli binlerce ailelenin çoğu Yedikule çevresine yerleştirilmiştir. Yahudilerin bir kısmı da Selanik’e, Belgrad’ın alınmasından sonra Sırplı halk kısmen Yedikule civarında, kısmen Büyükdere Belgrad Ormanları denilen bölgede kurulan köye yerleştirildiler.

Ancak sürgünlerin devamında aynı bölgelere reaya’nın gelmesini sağlamak için özellikle toprak sıkıntısı çekenlerin için arazinin münbit olması, üstelik her meslekten iş yapacak sağlam insanlar gelmesini sağlamak gereklidir. Oysa alışılmış düzeni bozup sürgün gitmek çok zor olduğundan çok az gönüllü sağlanabilmektedir. Hatta bazı köyler sürgün emrinden kaçındıkları için etrafa dağılmışlardı. Sürgün göndermek zorunda kalan yerler ise işsiz veya işe yaramaz kimseleri seçtiler. Böylece “sürgün” sözcüğü çağdaş Türkçe’deki ağır suçlara verilen bir ceza anlamını aldı.[611]

Evlâd-ı Fâtihan

“Evlâd-ı fatihan” adıyla Konya, Aksaray ve civarından seçilerek gönderilen Anadolu aileleri “Yörük vilayetleri” olarak bilinen Manastır, Florina, Ustrumca, Tikveş, Serez, Vodina, Drama, Yenice, Pirlepe kentlerine ve kasabalarına yerleştirildiler. Bunlar geliş yerleri sebebiyle yerli halk tarafından “Konyar” diye anıldılar.

On yedinci yüzyıl sonlarında Osmanlı Devletinin aşiretleri iskân ettirme, yerleşik duruma geçirme girişiminden sonra Rumeli yörükleri de zamanla “Evlâd-ı Fatihan” olarak anılmaya başlandı.

d. Derbendcilik

Derbendcilik de diğer bir sistemli iskan yöntemidir. Derbendci olarak tayin edilenler, askerî ve ticarî yolların muhafazası ve halkın emniyetini sağlamak için gördükleri hizmetler karşılığında “avârız-ı divaniye” ve “tekalîf-i örfîye”den bağışıktılar. Dolayısıyla Osmanlı ülkesinde binlerce köy derbendcilik (ve geçitcilik, suyolculuk, köprücülük gibi geri hizmetler) yapmaktadır. Ancak On altı ve On yedinci yüzyıllardaki buhranlar derbendcilik, köprücülük gibi hizmetleri yapan bu köylerin dağılmalarına ve boşalmasına sebeb oldu.

Bu sefer “derbendci” ve “geçitci” teşkilatlarını canlandırmak için bu görevlere tayin edilenler konar-göçer oymak mensubları ve topraklarını kaybetmiş köylüler gibi işleyecek arazîsi olmayan reaya arasından seçildi. Bu yeni örgütlenmede konar-göçer’lerin, topraksız köylülerin derbendlere gönderilerek oralarda iskan edilmeleri, kendilerine mesken inşa edebilmeleri ve ziraat yapabilmeleri için toprak verilmesi aslında bütünüyle bir iskan siyaseti oluşturmaktadır. Onları bir derbend başına yerleştirerek arazi veren, vergiden muaf tutan Devlet, karşılığında hem derbendcilik hizmetini sağlıyor, hem de az zaman sonra birer köy haline dönüşen bu yerleşimlerle ıssız bölgelerin bir iç iskan meselesini çözümlemiş oluyordu.

e. Konar- Göçer’ler

Şehir ve köylerde yerleşmiş topluluklardan farklı bir yapıya sahip konar-göçer’ler, Merkez’in denetiminden hemen hemen bağımsız olmakla birlikte, devletin kendileri için düzenlenmiş kanunları vardır. Örneğin On dört ve On beşinci yüzyıllarda konar-göçer aşiretlerin büyük bir kısmı, yeni fethedilen ülkelere yerleştirilerek bu yörelerin Türkleştirilmesinde kullanılmıştır.

Mevsimlere bağlı hareketleri sırasında toplumun yerleşik düzenine ve tarıma zarar vermemeleri için, aşiretler büyükbaba, oğul ve torun olarak büyük bir aile oluşturan irsi reislerinin önderliğinde mevsimden mevsime “yaylak” ve “kışlak” arasında hareket ederlerdi. Aşiretlerin sürüleriyle birlikte kışları geçirmek için konakladıkları, az kar düşen ve bol ot bulunan, bol güneş gören, don tehlikesi olmayan dağ yamaçları ve vadiler “kışlak” olarak seçilirdi. İlkbahar gelince hayvanları otlatmak için yayla (yaylak) adıyla anılan yüksek yerlere göç edilirdi. İklim şartlarının uygun olduğu bölgelerde sonbahara kadar yayla’da kalınırdı. Göçebe boylara tahsis edilmek üzere sınırları önceden belirlenmiş bu kışlak ve yaylalar için devletçe kira alınırdı. Başka bir deyişle sürekli bir yaylak-kışlak hareketi ( transhumance) içinde olmalarına rağmen tam anlamıyla göçebe sayılamazlar. Böylece yaylakta hayvancılıkla uğraşırken, kışlıkta tarımı tamamlayan bir düzeni sağlarlar. Dolayısıyla kapalı bir ekonomi değil, tarım ve zanaat üretimini tamamlayan sosyal işlevleri vardır.

Aşiret toplulukları Van gölünün güneyinde; Diyarbakır bölgesinde; Maraş ve Sivas arasında; Bozok, Kızılırmak ağzında; Toroslar’da çok geniş alanlar üzerinde büyük konar ve göçer toplulukları olarak yaşıyorlardı.

On altıncı yüzyıl Osmanlı ülkesindeki göçebe Türkmen toplulukları arasında özellikle Halep ve Bozulus Türkmenleri önem taşıyordu. Halep Türkmenleri’nin oymak ve boyları kışları genellikle Halep bölgesinde, yazları ise Uzunyayla ile Sivas’ in güney kesimlerinde geçirirlerdi. Bozulus Türkmenleri ise Mardin’in güneyinden Fırat kıyısındaki Deyrü’z-Zor’a kadar uzanan yarı çöl bölgelerinde kışlar, yaz aylarında ise Diyarbakır, Erzincan ve Erzurum yöreleri ile Gürcistan ve İran sınırına yakın yerlerde konaklardı. Ancak Osmanlı Devleti 1699 Karlofça Antlaşması sonrasında aşiretleri iskan etmeye yönelik bir politika izledi. Devletin aşiretlere zor kullanarak uyguladığı iskân siyâseti sonucunda parçalanmış ve Gürcistan ve Irak’a , Aydın, Kuşadası, hatta Rodos ve İstanköy’e kadar çok daha geniş alanlara dağılıp göçebe ya da yarı göçebe yaşam biçimini sürdüren pek çok küçük Türkmen topluluğu biçiminde yerleşmek zorunda kalmışlardı.

On sekizinci yüzyılda gidip gelişlerde halka zarar veren konar-göçerler tercihlerine ve çevre şartlarına uygun olacak biçimde yaylaklarına ya da kışlaklarına iskân ettirilmişlerdir. Buna rağmen eşkiyalık yaparak halkı huzursuz eden konar-göçer’ler grupları ya çok sıkı takip edilerek kendi istekleriyle ya da başka yerlere sürülerek zorunlu iskân ediliyorlardı. Gerçekten de bu yüzyıllarda devletin kaybettiği topraklardan gelen ürünün telâfi edilmesi ekonomikve hatta yaşamsal bir sorun olmuştu. Dolayısıyla artık konar göçer aşiretlerin yerleşmeleri teşvik ediliyor ve destekleniyor, hatta zorlanıyordu. Aslında aşiretler baskısı sebebiyle değil, hızlı nüfus artışı, otlak bulma zorluğuyla karşılaşmaları ve yerleşik hayatın daha kolay hale gelmesi onların da zamanla yerleşik yaşama geçmeleri sonucunu doğurmuştur.

Aslında Anadolu’daki aşiretler ile Rumeli’deki aşiretler de birbirlerinden farklıdır. Rumeli’deki “Yörük”ler daha çok askeri ve yönetsel amaçlar için özel bir düzen içinde örgütlendirilmişlerdi.

Oğuzların Kayı boyu’ndan gelen Osmanlılar aşiretlerin bir kısmını topraklarına kattığı Anadolu beyliklerinden, bir kısmını da Akkoyunlu devletinden aldılar. Osmanlılar, bunlardan özellikle Rumeli’nin Türkleşmesi için gerekli olan insan kütleleri olarak da yararlandılar. Aslında sürekli yaylak-kışlak hareketi yapmaları ve bir yerde durmamaları tutmamaları yüzünden, bunları ilk bakışta göçebe durumuna sokmaktadır. Oysa yazları yaylakda hayvanlarını otlatarak hayvancılık, kışları ise kışlak olarak kondukları yerde “ekinlik” basit bahçe ziraati yaptıklarından yerleşik halk ile iktisadî bir bütünlük meydana getirirler. Dolayısıyla tam “göçebe” oldukları söylenemez. Ancak yerleşik hayat ile göçebelik arasında yer alan yaşama biçimlerini resmî kayıdlarda ve kanunnamelerde kullanılan konar-göçer deyimi çok iyi açıklamaktadır.

(1) Mekân

Konar-göçer’ler çadırlarına “yurd” ya da “ev” demektedirler. Türk aşiretlerinin çadırları l- Parçaları keçi kılı iplikle dokunmuş direkli kara çadır, 2-Pamuk dokuma ya da keçeden yapılmış dairesel çadırlar, 3- Alacık veya alaycık denilen koyun kılından olmak üzere üç türlüdür:

Bu çadırların iç bölümlemeleri vardır. Çadırlar ve diğer ağırlıkları taşımak için ve binek hayvanı olarak at, katır ve deve kullanılmaktadır.

Aşiret içinde kendi kendine yeten kapalı bir iktisadî hayat yaşanır. Gömleğinden çadırına kadar her şeyini oymak halkı dokur. Diğer taraftan hayvancılık, çobanlık ve diğer çeşitli san’atlar ile uğraşırlar.

(2) Örgütlenme

Aşiret (boy) kendi içinden çıkmış bir reis’in yönetiminde henüz yerleşik olmayan bir yaşama düzenini sağlayan, aynı soydan ya da benzeri kandaş soydan olduğuna inanan göçebe ya da yarı göçebe insan topluluğudur. Başka bir deyişle aşiretleri oluşturan temel etken kan ve akrabalık bağlarıdır.

Aşiret topluluklarına “il” ya da “ulus” denir. Uluslar boy (aşiret), oymak (cemaat), oba (mahalle) bölümlerine ayrılır. Boy ve oymakların başında bir bey bulunur.[612]

İrsî olmıyan topluluklarda bir boy’a bey seçimi kethüda ve yaşlılarca yapılıp devletce onaylanır ve o tayin edildiğine ve kendisine bağlı olanlara zulmedip nizama aykırı hareket ederlerse azledileceklerine dair beylik beratı verilirdi.[613] Ancak boy beyliğinin boy aristokrasisi ile geçtiği topluluklarda “kethüda, ihtiyar ve söz sahibleri istedikleri şahsı boybeyi yapabilirler. [614] Bu tür boylarda, bey ailesinin yanı sıra aşiret aristokrasisini oluşturan bir de torun grubu vardı. Bunlar konar-göçer topluluklarının yönetim kadrosu ile beraber bir aristokrasi oluşturmaktadır.

Fakat kethüdalar’ın hükümet tarafından kabul edildiğine dair bir berat alabilmeleri için, yasada belirlenen oymak vergilerini voyvoda’larına vermeği taahhüt etmeleri ve oymak ahalisinin kefaletlerini almaları gereklidir. Eğer oymağı idare etmekde ve vergi toplamada ihmalleri olursa voyvoda’ların da oymak halkının şikayetlerini onaylamaları halinde azledilip yerlerine başkası seçiliyordu.

Konar-göçer’ler iç yapısal kuruluş olarak l - Tek başına bağımsız bir “boy”dan oluşanlar, 2- Aynı boy’dan ayrılıp ve zamanla dört’den on altı’ya (ya da fazlasına) ulaşan ve genellikle bey’lerinin adıyla bilinen oymaklar toplululuğu, 3- Kendi ana boy’larından ayrılmış olan oymakların birleşmesinden ya da aynı topluluktan örneğin herbirinin ayrı kethüdaları ve farklı isimleri ile olan cemaatlerin federasyon biçiminde birleşmesinden de meydana gelebilir.

(3) Yerleşik Düzene Geçiş

Şehir hayatının rahatlığı ve çekiciliği ile birlikde, yaşadıkları konar-göçer hayatın ekonomik sıkıntıları da onları yerleşik hayata zorlamıştı.[615] Yaşama şartları iyi olan yaylak-kışlak yerleri buldukları zaman yerleşik hayatın da câzibesiyle yerleşmişlerdi. Bu yerler genellikle harab ve terk edilmiş eski yerleşim yerlerinin yanındadır

Yaylakda hayvancılık, kışlakda ise bahçecilik yaparak yarı yerleşik yaşıyan oymakların 10-50 hanelik kısımlarla ana gurupdan ayrıldığı görülmektedir. Bunlar ayrı aileler halinde önce çadırları ile, sonra zamanla saz, ağaç, toprak evler (yurdlar) inşa ederek bulundukları yaylak ve kışlak mahallerinde yerleşmişlerdi. Fakat konar göçer oymak hareketine uyarak çok defa yaptıkları evleri ve köyü yaylağa gittikleri zaman terketmektedirler.[616]

Aslında yerleşik hayata geçtikten sonra da bu yaylak-kışlak hareketleri devam etmişdir. Dolayısıyla aynı boy’un yaylak ve kışlak mahallerinde iki kısma bölünüp bu iki yerde (bazan üç, dört yerde) ayrı ayrı yerleştikleri olmaktadır. Diğer taraftan aynı yerlerin bir çok boylar tarafından da kışlak-yaylak olarak kullanıldığı dikkate alınırsa, konar göçer yapısının özünde henüz değişmediği, ancak değişim sürecinin devam ettiği anlaşılır.

Bununla beraber On yedinci yüzyıl sonlarında oymaklardan ayrılan küçük kısımlar beğendikleri topraklar üzerinde yurd tutup, yerleşik çiftçilik yapmağa da başlamışlardı.[617] Nitekim Anadolu’da pek çok köy ve yer isimleri bu oymakların isimlerini taşımaktadır. Diğer taraftan konar göçerlerin yerleşik hayata geçişleri sırasında çoğu defa yerleşiklere zarar verdikleri [618] , zorbalık[619] ya da eşkiyalık yaptıkları[620] görülmektedir.

2. GÖÇ HAREKETLERİ

Geçmiş yüzyıllarda göçmenler kendi yöresel kültürlerini bu tür yöntemlerle kapalı biçimde korumuşlardır.[621] Böylece bu kurum şehirde, aynı yerleşim bölgelerinden gelmiş insanların bir çok mahalle ve semtler oluşturmasında etkin olmakla beraber şehir hayatının esası olan bir çok esnaf gruplaşmalarını da meydana getirmişlerdir.[622]

Osmanlı devleti iç göçün bir sosyo-ekonomik problem olmasını önlemek için, şehirler arası seyahatleri tezkire’ye bağlamak gibi bazı tedbirlere başvurduğu bilinmektedir. Büyük şehirlerdeki her türlü yönetsel önlemler alınmasına rağmen, ekonomi kurallarının her zaman egemen olduğu ve bu tür hemşerilik esasına dayalı âdeta bir tür esnaf loncası dayanışması oluşturan göçleri gerçekleştirdiğini kanıtlıyor.[623]

Çeşitli sosyal, politik ve ekonomik sebeplerle göç edenlerin büyük merkezlerdeki yerleşim psikolojisi, daha önce göç ederek yerleşmiş, kendisine “ağa” denilen ve yeni gelenlere yol gösteren şehir yaşayışına alışmış kıdemli bir göçmene karşı gösterilen kişisel davranışlar biçiminde gelişiyordu. Bu bağlamda Osmanlı şehirlerinde sosyal bir özellik olarak “hemşerilik” kurumu görülmektedir. Şehir hayatının karmaşık düzeni içinde kendisine yol gösteren, yardımcı olan “ağasına bağlılık”, ağa’nın da büyük şehire gelmiş ve yanında çalıştırdığı hemşerilerine karşı vecibeleri de kültürel kökenli bir hemşerilik dayanışması ve organizasyonu oluşturuyordu.

a. Bireysel Göçler

Ancak bu hemşerilik ilişkileri, Batı anlamında yeni bir “koloni” kurmak biçimi de değildir. Çünkü “toprağa bağlılık” kesilmiştir. Uygun mevsimlerde, özellikle Ekim ayında rençberlik için memlekete gidilirdi. Sıla’ya gitme bazan toplu, bazan tekil olurdu[624] Yeni ortamda tutulan yeni iş çoğu zaman asıl uğraşları saydıkları baba mesleği olan “rençberlik” yanında, adeta sermayesi nisbeten az olan “ikinci iş” , “yardımcı bir iş” sayılmaktadır.[625]

Örneğin yaz mevsimlerinde kayıkçılık edenler, sonbahar mevsiminde kayığını satar ve memleketindeki çifti çubuğu başına dönerdi.[626] Memleket’de bulunanlara para da gönderilirdi. “Helva sohbeti”, “kır âlemi” gibi ata göreneği toplantılarla hemşeriler bir araya gelirlerdi. Evlenme olaylarında topluluk içinde kız verilirdi. Zaten şehir yerli halkının göçmene kız vermesi nadirdi[627]

Bununla beraber bu göçlerin büyük yerleşim merkezlerinde, örneğin İstanbul ahalisi üzerinde ve göç edenlerden geri dönenler ise eski yerleşim yerlerindeki hemşerileri üzerinde çeşitli biçim ve kuvvetde etkiler yapmışlardır.

İstanbulcu’lar

Anadolu’nun hangi şehirinde olursa olsun evinden uzakta rızık arayanlara “İstanbulcu” denilmektedir. Aile reisleri İstanbul, İzmir, Bursa, Konya gibi büyük şehirlerde rızık aramak üzere köylerinden ayrılır ve bir müddet sonra geri dönerler.

Aslında “İstanbulcu” luk iki kişi tarafından münavebe ile yürütülen bir “iş”tir. İstanbul’a iki yıllık nöbetleşe “iş”e giden köylü, köyde kalan diğerine ailesini, çiftini çubuğunu emanet eder. Köyde kalan her iki ailenin geçimi ve idâresini üslenir. İstanbulcu’ların karşılıklı gidiş-geliş hareketi Hıdırellez ve kasım dönemlerine rastlatılmaktadır. Kasım yahut Hıdırellez’de İstanbulcu köye dönünce diğeri İstanbul’a giderek giderek işin aksatılmadan yürümesi sağlar.

İstanbulcu’nun köye dönüşü yahut ayrılışında törenler yapılır. Köyden İstanbul’a gidecek için helva, yağ ve diğer malzeme çuvallara yerleştirilir. “Hareket günü köyün bütün İstanbulcuları sabah namazıyla birlikte, evlerinin önüne çekilen atlara binerek uğurlamaya gelen yaşlılarla vedalaşırlar, alçak sesle ağlayan kadınların ve bağrışan çocukların arasında köyün yol çıkışına azimet olunur. Bütün İstanbulcular ve uğurlamaya gelenler toplanınca, herkes atlarından inerek saf tutarlar ve köy hocasının dualarından sonra eğer sağlık olursa iki yıl sonra buluşma va’diyle tekrar atlara binip gözyaşları arasında yola koyulurlar.” Oradaki dostların varlığı bir tesellidir. Nöbetini devreden İstanbulcuların dönüşü için yapılacak şenliğe kadar bir iki hafta daha teselli için evlerine gönül almaya misafirler gelir.

Diğer taraftan “büyük şehirden çocuğu veya kocası dönecek olan kadınlar ile ailelerinin heyecanı başlar ve hazırlıklar ona göre yapılır, evler baştan aşağı yıkanıp, çörekler, börekler, tatlılar hazırlanır. Günü geldiğinde köylüler, öncekileri uğurladıkları yerde toplanıp parlak bir karşılama merasimi yaparlar...Gelenler atlarından inip büyüklü küçüklü saf bağlamış olan köylülerin ellerinden gözlerinden öperler, köye alay halinde girilirken gençler silah atar, şölen kurarlar.”

“İstanbulcu köye gelince birkaç gün ziyaretçileri kabul eder, analara gurbetteki çocuklarından, kadınlara kocalarından, çocuklara babalarından haber verip gönderilen hediyeleri dağıtır. İstanbulcu köyüne asla boş dönmez, sandığına anası, karısı, çocukları, komşuları ve dostları için kumaşlardan pabuçlara, yüzüklerden boncuklara kadar her hediyeyi sığdırır.” [628]

Pek çok sayıdaki “İstanbulcu”ların büyük şehirlerlerde ikişer yıllık (hiç olmazsa bir mevsimlik) “staj”lar yaparak köylerine büyük şehirlerdeki yüksek kültürün göreneğini getirmektedirler. Başka bir deyişle yoğun göçlerle popüler kültürün şehirleri sindirmesi yerine kentsel kültürün toplumsal alt katmanını yüceltmesi sağlanmaktadır.

İşsiz Akını

Anadolu’dan ve Rumeli’den iş bulmak için İstanbul’a akın akın gelen bekâr uşakları evvelâ hemşehrileri ile buluşurlar, kayıkhanelerin, kahvehanelerin üstündeki, veya müstakil bekâr odalarında, bekâr hanlarında, hamamlarda çalışanlar hamamlarda kalırlardı. Bekâr uşaklarının İstanbul da kefilsiz oturması kat’iyen yasaktı. Mahalle aralarında bekârlara oda vermek, ve ırz ehli, edeb sahibi olduğuna, uygunsuz takımından olmadığına dair de kefalete bağlanırdı; Buna rağmen, bekâr uşaklarının oturdukları han ve odalarda türlü fuhuş olur, kan dökülürdü. On yedinci, On sekizinci asırlarda ve On dokuzuncu asrın ilk çeyreğinde çıkan ihtilâller de, İstanbul’daki bekâr uşakları da vüzera ve ricâl saray ve konaklarının, çarşı ve pazarın yağmalarına katılmışlardı. Onun için Anadolu’dan ve Rumeli’den İstanbul’a bekâr uşağı girmesi fermanlarla yasak edilmeğe çalışılmıştır. Bu konuda subaşılara, zabıta âmirlerine, esnaf kethüdalarına, yiğitbaşılarına emirler verilmiş, bekâr uşaklarının şehre girebilmesi için bir iş bulması gerektiğine dair sıkı kayıdlar konulmuştur.

İstanbul’a gelecek ve hâlen şehirde bulunan bekârlar için münasib semtlerde İstanbul’da üç dört, Üsküdar, Galata ve Eyüb’de birer ikişer han tahsis olunması ve bir san’ata işe girinceye kadar, hemşehrilerinden kefil alındıktan sonra bekârların Müslim ve gayrimüslim karışık olarak bu hanlarda yatıp kalkmaları istenmiştir. İş bulununca ihtisab ağalığına götürülecek, silâhı var ise fişekleri alınacaktır ve kendisinden hangi dükkâna gireceği, yahut hangi iskeleye hammal olacağı, yahud hangi hamamda çalışacağı sorulacak ve ismi o işler için tahsis edilmiş deftere yazılacaktır, eğer defterde kâfi miktarda isim varsa adı yazılmayıb geldiği yere dönmek üzere şehirden çıkarılacaktır.

«İşini bırakıb memleketine gidecek bekâr uşağı da, kadı’dan mürur tezkeresini aldıktan sonra ihtisab ağalığındaki defterinden adını sildirdikten sonra memleketine gidebilir. Elindeki mürûr tezkeresine bu husus işaret olunmamış ise, karakol noktalarından geçmesine izin verilmez. Bir bekâr uşağı ölürse kefili ve bulunduğu yerin bir adamı gelip İhtisab Ağalığına haber verecek, ölenin adını defterinden sildirecektir.”

«Rumeli’nde Küçük çekmece köprüsünde, Anadolu yakasında Bostancı başı (Bostancı) köprüsünde İhtisab Ağalığının memurları bulunacaktır; bunlar, İstanbul’a gelen bekâr uşaklarından eğer yaya ise 4, atlı ise 6 para tezkere harcı alacaklar ve isimlerini ve ne iş için geldiklerini ve kefil olarak kimi göstereceklerini kaydedecekler ve derhal ağalığa bildireceklerdir.”

«Hammal ve kayıkçı vesair bekârlar şurada burada bekâr odası tedarik edib kalamazlar. Ancak kendilerine gösterilen bekâr hanlarında kalabilirler. Bekâr taifesi akşam olub işlerini bitirince hanlarına girib sabahleyin işlerine gitmek üzere çıkacaklardır. Bekârlara tahsis edilecek hanlar, ahşab binalar olacaktır. Bekâr uşaklarının odalarında silâh ve cephane saklamaları yasaktır. Saklarlar ise hanın odabaşısı ve hancısı ihtisab ağasına ihbar edecektir.”

“Çekmece ve Bostancıbaşı köprülerindeki ihtisab memurları, İstanbul’a gelen bekâr uşaklarını dikkatle gözden geçireceklerdir; şöylece serserice gelmiş müfsid ve şerir olmasından şüphelenirse, mürur tezkeresine âdeta ihtisaba diye kaydettikten sonra ihtisab ağalığınca aralarında kararlaştırılmış bir rakam veya ayrıca bir işaret konulacak, bu bekâr uşağı İhtisab Ağalığına geldiğinde, tezkeresindeki işaret görülünce hal ve şânı gereği gibi istintak olunacaktır; uygunsuzluğu meydana çıkarsa Bâbıâliye ihbar ve İstanbul’dan tard olunacaktır. Anadolu ve Rumeli’ndeki idare âmirleri de, İstanbul’a gitmek istiyenlere, gerekli tahkikat yapıldıktan sonra mürur tezkeresi vereceklerdir.”

«İskelelerde çalışan hammallar ve hamam uşakları yazıcılar marifetile sık sık yoklanacak ve buralarda lüzumundan fazla adam çıkarsa ihtisab ağalığına haber verilecektir. İhtisabın haberi olmadan ve kefilsiz alınmış ise hamallar kâhyası, kayıkçılar kâhyası ve hamamcılar kâhyası ve yiğitbaşıları tecziye olunacaktır.”

«Kayıkçı, mavnacı ve salapuryacı bekârları da bostancıbaşı ağa tarafından defter edilecektir. Bekâr uşağı hangi iskelede işliyecek ise, kefili ile beraber o iskelenin kâhyası tarafından ihtisab ağalığına getirilecektir.”

Sıvacı, nakkaş, rencber vesaire diğer bekâr uşakları hakkındaki kayıtlar da bunların aynı olacaktır. Bir efendi yanında çalışan ve yersiz yurtsuz olub da efendisinin yanında kalan bekâr uşaklara efendisi kefil olacaktır. Yanından çıkardığı takdirde başı bozuk kalmaması için bekâr uşağını ihtisab ağalığına getirib teslim edecek ve eline bu husus için tezkere verecektir. Efendisinden böyle bir tezkere almayan bekâr uşağı başkasının yanına giremez, bir yere gidemez. Eğer efendisi tezkere vermeyerek bekâr uşağına gadrederse, bekâr uşağı gelib ihtisab ağalığına şikâyet edecektir..»[629]

b. Toplu Göçler

(1) Genel Göçler

Mahalle değiştirmenin sakıncası olmamakla beraber şehirler arası nakil, hatta seyahat etmek, ziraî üretimin azalması, sanayi üretiminde ham madde temini ve vergi gelirlerinin kaybedilmesi gibi sorunlardan ötürü özel izine bağlıdır. Şehir ve köy ahalisi gerekli izinleri almadan yerleşim bölgesini değiştiremiyor, örneğin kırsal bölgeden kente göç edemiyordu. Ancak Celâli ayaklanmaları sırasında şekavetten kaçan Anadolu halkı kitleler halinde kaçarak şehirlere sığındılar. Dağ köylerinden şehirlere inenler, adalardan Anadolu’ya geçenler ve Celâliler’den kaçan göçmenler yerli ahaliyle uyum sağlayamadılar. Celâlî ayaklanmalarının sebep olduğu genel göç sırasında yeni bir şehre sığınan zanaat sahibi göçmenler ise lonca kuralları dolayısıyla iş yeri açamıyorlardı. Bu durum meslek sahibi insanları nerede iş bulabilirlerse orada vasıfsız işçi olarak çalışmak zorunda bıraktı. Üstelik yerlerine geri dönseler de terk ettikleri yaşam düzeyini yeniden elde edemeyeceklerini biliyorlardı. Sultan IV. Murad zamanında zorla büyük şehirlerden geri sürülünceye kadar hayat mücâdelesi verdiler.

(2) Tehcir’ler

On üçüncü yüzyıla kadar Anadolu’ya gelerek yurt değiştirmiş on milyon’dan fazla Türk asıllı göçmenin On beşinci yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkesinin genişlemesine paralel olarak Duraklama Dönemi’ne kadar beş milyon’dan fazlası yeni kazanılan ülkelere göçettiler. Ancak Dağılma Devri olarak belirlenen ülke kayıplarına uğradığımız On sekizinci yüzyıl sonrasında tarihsel olaylarla bağlantılı olarak toplu göçlerin yön değiştirdiğini görüyoruz. Örneğin 1830 yılında İstanbul’da Rusya, İngiltere, Fransa elçileriyle Babıali arasında uzun süren görüşmelerde Sultan Mahmud II. bir İslam ülkesinin mücadele edilmeden anlaşma yoluyla düşmanlara bırakılması din ve geleneklere aykırı olduğundan, Mora’da daha fazla İslam kanının dökülmesini önlemek için bu anlaşmanın Şer’i şerife aykırı olmadığı hakkında şeyhülislam’dan fetva almak zorunda kalmıştı. Bundan sonra, Mora’daki Türklerin tehcir (expulsion) biçiminde tahliyesine başlandı.

3. YERLEŞİK NÜFUS

“Karye” deyimi genel olarak köy anlamında kullanılır. Oysa klasik dönemde Medine-i Münevvere’ye de “Karyet-ül-ensâr” denilmekteydi. Nitekim İstanbul’un Boğaziçi’ndeki yerleşim merkezlerinin bazılarının isimleri Ortaköy, Arnavutköy, Boyacıköy, Yeniköy, Kefeliköy, Çengelköy, Vaniköy iken posta adreslerinde Sarıyer karyesi, Bebek karyesi, Rumelihisarı karyesi, Beykoz karyesi olarak kullanılmıştır.

Köy sözcüğünün etimolojik kökeni olan “kûy”, Arapça “karye” kelimesinin Farsça karşılığıdır. Ancak Osmanlı resmî terminolojisinde her ikisinin tamamen aynı anlamda olmadığı eski kayıtlardan anlaşılmaktadır. [630] Esasen “köy”ün Farsça anlamında “mahalle, işlek yol, sokak” anlamı da vardır. Bununla beraber halk arasında çoğunlukla anlamdaş olarak kullanılmıştır.

Osmanlı ülkesindeki kasaba, küçük ve büyük şehirler gibi sabit yerleşim yerlerinin oluşmasında köylerin büyük önemi vardır. Gerçekte kır, köy, kasaba, şehirler yerleşim dokusunun kanevasını oluşturur. Bu kaneva üzerindeki pazaryeri, karye, mahalle, küçük ve büyük şehirlerden oluşan doku, kolonizatör dervişlerin zaviyeleriyle birlikte aileleri ve çevreleri, devletin zorunlu ya da teşvikli yerleştirmeleri, göçebeler, göçmenler, konar-göçer toplulukları, aşiretler, boylar gibi öğelerle aralarda boşluk bırakmayacak biçimde örülmektedir.

Kır, üzerinde bayındırlık eseri bulunmayan açık ve geniş mahaldir. Kırlar çevrelerinde bulundukları köylerin çeşitli ziraat, hayvancılık, madencilik faaliyetleriyle birlikte düşünülmelidir.

Sahralar ise çöl, bozkır gibi üzerinde bayındırlık eseri, insan yahut bağ, bahçe, bostan gibi zirai üniteler bulunmayan ve çevresinde köy olmayan açık arazilerdir.

Şehir, kasaba gibi yerleşim üniteleriyle köy, zirai bölgeler, kırsal kesim arasındaki ekonomik mübadele yerleri kısa süreli periyodik pazaryerleri veya uzun süreli panayırlardır. Pazarlar bir bölgenin ticarî ihtiyaçlarını giderecek mübaledenin en iyi yapılabileceği yolların çevrelediği yerlerde kurulurlar. Kır ile şehir arasında irtibat noktası teşkil ederler.[631] Devlet bu tür organizasyondan çeşitli vergiler ve rüsûm alır ve karşılığında ticaretin emniyet içinde yapılmasını sağlıyacak önlemleri alır.

Bu resmi muameleler pazar veya panayır mekanı ile yapılan işler, ticaret ve insanlar arasında ilişki ve bağımlılık kurulmasına neden olmuştur. Zamanla gelişip yerleşim merkezi biçimine de dönüşebilirler.[632]

Osmanlı toplumunda kasaba ve şehir arasındaki farklar açıklama gerektirir. Örneğin bu konuda nüfus ve idarî teşkilat birer ölçü olarak alınabilir. “Küçük şehir” de denilebilecek olan kasaba, köyün büyücek olanı ve nüfusu ortalama 700 ile 1500 arasında bulunan bir iskân ünitesidir.

Osmanlı şehirlerinin en büyüklerinin nüfusu 60-70.000’i aşmaz. Şehir ahalisi genelde 2 bin aile ya da 8-10 bin nüfusun altındaydı. Bununla beraber Avrupa’nın en kalabalık şehri olan İstanbul’un nüfusu On altıncı yüzyılda 700.000 kişidir.

Ancak şehir daha karmaşık bir kuruluş manzarası göstermektedir. Yönetimde kadı ve subaşından başka ticaret ve sanat ehli de yer alır; ticaret ve iş hayatı vardır. Örneğin çeşitli esnaf grupları arasında inşaat esnafı ve inşaatla uğraşanlar önemli bir mevki’ye sahiptir.

a. Köyler

Konar-göçerler, iskan coğrafyasının kır iskanı bölümüne giren kom, mezraa, ağıl, mandıra, yayla ve dîvan gibi dağınık yerleşme şekilleri meydana getirmişlerdir. Aslında bunlar, dağınık yerleşme ile toplu yerleşme arasındaki geçiş şekillerindendir.

Ekonomisinin temeli tarıma dayalı Osmanlı ülkesinde tımar sistemi içinde yer alan çiftçi aileleri, yönetici sınıftan tarımla uğraşan muaflar, aşiretler hâlindeki müsellemler, mukataa sahipleri nüfusun büyük bölümü köylerde yaşamaktadır.

Osmanlı toprak hukukunda mülk topraklar dışındaki bütün taşınmazların, özellikle tarım arazisinin rakabesi (çıplak mülkiyeti) devlete ait sayılarak işlenmek üzere köylü ailelerine dağıtılmıştı.

Dizdar, mülâzım, hizmetkâr gibi kale görevlilerine, subaşı, divanbaşı, kethüdâ, çeribaşı gibi tımar sahipleri arasından yıllık geliri 1.000 - 4.000 akçe arasında, 5.000 akçenin altında olanları dirlik olarak tahsis edilen köylerde otururlardı. Kendi çiftliklerini işleyen bu tımar beyleri seyfiyeden olmalarına rağmen yaşayışları diğer köylülerden farklı değildir.

Köylülerin asıl büyük kesimini devletin köylü aile birliklerine tahsis ettiği edilen, satılamaz, hibe ve vakfedilemez, fakat babadan oğula işletme olarak geçebilen raiyyet çiftliklerini işleten köylü aileleri oluşturuyordu.[633] Köylü, kendi öküzü, sabanı ve tohumuyla bağımsız bir işletme ünitesi biçiminde olan bu toprağı kendisi işlerdi. Köylünün hür ve bağımsızlığı Devlet tarafından kanunnâmeler ve yargı sistemiyle garanti altına alınmıştı. Kanunnâmelerde belirtilenler dışında kendisine hiçbir iş yaptırtılamazdı. Aksi taktirde Divan-ı Hümâyun’a kadar bütün yargı ve şikâyet yolları açıktı. Diğer taraftan hak sahibinin ölümü hâlinde çiftliğin parçalanmaması için vârisler toprağı ortak işleyip, vergilerini veriyorlardı. Geriye erkek evlâd kalmamışsa, toprağı işleme hakkında öncelik ölenin kızı, kardeşi, ve kısaca yakın hısımlarına aitti. Sonra ortak tasarrufta bulunan kişiler ve topraksız köylülere sıra gelirdi. Ancak çiftliğin bir kısmını üç seneye kadar uzayabilen nadas süreleri geçirecek biçimde işlemezse çiftbozan resmi ödemek zorundaydı. Tam çiftlik[634] işleten köylü, tam çift vergisi ödüyordu. Yarım çiftlik işletenler çift resminin yarısını, daha az yere tasarruf edenler ise iki dönüme bir akçe öderlerdi. Köylü, bu çift resmi dışında, ürettiği her türlü hububat, sebze, meyve, bal, hayvan, vb. her şeyden, bölgelerine göre kanunlarda belirlenmiş miktarlarda devlete vergi ödüyordu

Köylerde devletten mukata’a (veya kesim) denilen bir usulle maden ocağının işletilmesini, veya köy ya da kasaba içindeki bir toprak parçasının, bir arsanın tasarruf hakkını, önceden belirlenen senelik bir ücret karşılığında kiralayan, istediği gibi ekip biçen ve işletenler de vardı. Ancak mukataalı yerler zamanla köylünün tapulu arazisi haline dönüşmektedir.

On beş ile On yedinci yüzyıllar arasında ulaşım imkânlarının kıt olması köyde yaşayanları çul dokuyucu, terzi, hallac, bakırcı, demirci, semerci gibi bazı meslek faaliyetlerine yöneltmiştir.

Aynı bölgede birbiriyle bağlantılı köylerin oluşturduğu küçük kadılıklara da divan denirdi. Nahiye konumundaki bu yönetim birimleri kapsadıkları köy sayısına göre “dörtdivan”, “sekizdivan” gibi adlarla anılırdı.

Eyaletlerde dirlik ve düzenliği sağlamakla görevli sarısekban denilen sekbanlara halk arasında seymen (ya da seğmen) denirdi. Hasat zamanı tarlalardan kaldırılan ürünü korumak için eyâlet ve sancak beylerince “kırsekbanı” halktan toplanan parayla karşılanmak üzere görevlendirilirdi.

Her kaza dairesi, kadının hükmü altında 40-50, bazen 300 kadar köyü toplamaktadır. Bu köylerde ortaya çıkan hukuki sorunlar, o şehir veya kasaba kadısının mahkemesine gelirdi. Kadı bu köy davaları için çoğu zaman bir naib atamaktadır. Bu köyler şehir ve kasabalara yakın köylerdir.

Osmanlı ülkesinde çeşitli bölgelerde çeşitli köy tipleri vardır. Fiziksel ve etnik şartlar, yerleşim, kültür, politik-askerî faktörler köylerin büyüklüğünü, nüfusunu, yerleşim modelini ve ekonomik faaliyetleri belirler. Bununla beraber Anadolu ve Rumeli’de, Osmanlı toprak ve vergi kanunlarının etkisi altında özel bir karakter kazanmış belli bir köy tipini ülke ölçüsünde genelleştirmek mümkün değildir. Bununla beraber Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı köyü, mirî arazide raiyyet çiftliklerinde yerleşmiş ve çiftliği babadan oğula bırakan bağımsız köylü ailelerinden meydana gelmiştir.[635] Bu köyün sosyal yapısını çift-hane sistemi belirlemiştir. Köy cemaatinin ortak tasarrufları yani, ortak mer’ası, ortak ormanı, ortaklaşa kullanılan çayırı, harman yeri, mezarlığı ve suyu’dur. Bir de bazı konularda imece usulü ile köy halkı birbirinin işini toplu halde görmektedir. Avârız ve cizye vergileri gibi bazı vergilerin toplanmasında,[636] köy bir cemaat olarak tayin edilen meblağdan ortaklaşa sorumlu tutulmaktadır. Yine şer’î hukuka göre bazı faili meçhul olaylarda bütün bir köy halkını sorumlu tutulabilmektedir. Bu durumlar köyün cemaat karakterini kuvvetlendirmekle beraber, sosyal yapısını esaslı olarak değiştirecek nitelikte değildir. Köyler arasında sınır tayini kadılar aracılığı ile yapılır; sınırlar bir hüccetle tesbit edilirdi. Devlet, belirli otlakları belirli köylere ayırarak, köyün göçebelerle veya komşu köyler arasındaki çatışmalarını en aza indirmeye çalışmıştır.

Tablo: 5
SAVAŞ SONRASI TOPLU GÖÇLER