Tanzimat öncesinin Osmanlı öğrenim kurumlarında incelenen, geliştirilen ve öğretilen bilimlerin Batı anlayışından farklı bir sistematik dizin oluşturduklarını vurgulamak gerekir. İslam-Osmanlı sisteminde tüm ilimlerin bağlı oldukları sap, Batı’da olduğu gibi “Felsefe” değil, Kur’an ve ondan kaynaklanan “Şeriat”(emirler-kurallar) denilen hukuk bilimi’dır.
Kur’ânî Hukuk, İslam-Osmanlı toplumunun dünya görüşünü oluşturur; kamu yönetimini, ahlak, evlilik, ticaret ve günlük hayatını düzenler. Dolayısıyla İslam hukukunun usul ve füru’unu oluşturan Kur’an ve Hadis çıkışlı bilimler yüksek eğitim kurumların da incelenen temel konulardır.
İslam-Osmanlı sisteminde bilgilerin Kur’anî ilimlere indekslenmesi bilimlerin de bir ölçüde kitlelere yayılmasına etkin olmuştur. Bunu Osmanlı ülkesindeki “ma’arif” anlayışı olarak da görebiliriz.
İslam kültüründe okuma ve yazma eylemlerinin ayrı ayrı ele alınmıştır. Başka bir deyişle bütün müslümanların Kur’an’ı okumakla kuramsal açıdan farz düzeyinde yükümlü olduklarını biliyoruz. Ancak “okuma” yazılı bir metni seslendirmek olabileceği gibi doğrudan şifahî (ezberden) de olabilir.
Bununla beraber Kur’an’da yer alan “kalem”le ilgili âyetler yazıyı da önemli kılmıştır. Ancak bu önem halk düzeyinde değil; sanatsal boyutlarda gelişerek Osmanlı Hattatlığı’nı doğurdu. Bu bağlamda Arap harfli yazı okumayı hiç (ya da yeterince) bilmediği hâlde hattatlık yapan gayrimüslimlerin bulunması da, Osmanlı toplumunda okumak ve yazmak kavramlarının birbirlerinden bağımsız olarak değerlendirildiği görüşünü kanıtlıyor.
Bu düşüncenin örgün bir halk öğretiminin temel metodolojisini oluşturduğundan eğitim sisteminin bütünü içine aile, meslek örgütleri, işyerleri, dinî ve siyasî kurumlar da belirli oranlarda öğretime katılırlar.
Diğer taraftan kadılık, hekimlik, cerrahlık, müderrislik gibi mesleklerin uygulanması için ilmiye mensuplarının ders verdikleri medreselerde programlı eğitim yapılmakta ve sonuçta talebelere belirli imtihanlarda başarılı olduklarını belgeleyen icâzetnâmeler verilmektedir.
Okuma-yazma, dinî bilgiler, zenaatlar gibi toplumun kültürel yapısı ile ilgili konuların öğrenim ve eğitimi günlük hayatın içinde “usta-çırak” yöntemiyle sağlanmaktadır. Bu olguyu programlı olmayan bir tür “Yaygın Öğrenim” gibi düşünebiliriz
Gerek İslâm ahlâkının esası, gerek şer’î kökenli İslâm-Osmanlı hukukunun temeli kişinin, küçük yaşlardan itibaren “hüsn ve kubh” (iyi ve kötü) ayırımı yapmasına dayanır. O halde hem toplum içinde usûlünce yaşamak ve hem de günâhlardan kaçınabilmek için Kur’an, hadis, tefsirler ve ilmihalleri yeterince bilmek gereği vardır. Halk arasında Delâil-i Hayrât, Şifâü’l-Kulûb, Hayriyye gibi isimlerle bilinen kitaplar, tefsirler ve ilmihallerin her gün belirli bölümleri evlerde ders gibi okunur. Çocukların doğumu, büyüklerin vefatı ailenin sicil kütüğü imişcesine çoğu kez mushafların dış kapak kağıtlarına kayd edilir. Dolayısıyla kavram olarak birbirlerinden farklı anlam yüklenmiş olan okuma ve yazma eylemlerini herkesin asgari düzeyde bilmesi gerekmektedir.
a. Sıbyan Mektebleri
Sibyan mektebleri çoğunlukla Padişahlar, devlet erkânı ve hayır sahipleri tarafından cami, medrese, imaret ve çeşmelerle birlikte yaptırılırlar. Hayrat anlamında olduklarından fakir çocuklarının yiyecek ve giyimleri için kurulmuş vakıfları da vardır.[490]
Sıbyan mekteplerinde küçük çocuklara okuma, yazı yazma (hüsn-i hat) , Kur’an hıfzı, dinî bilgiler, âdâb (toplum içinde davranışlar) ve a‘mâl-i erba’a (dört işlem) öğretilmektedir. Bununla beraber cami ve mescidlerde de her yaştaki “ümmî (analfabet)”lerin öğrenim imkanları vardır.
Sıbyan mekteplerinde öğretim yaşlı bir hocanın ya da mahalle imamının yönetiminde yapılırdı. 4 ilâ 7 yaş arası erkek ve kız çocuklar, namaz sûrelerini ezberlemeyi ve Kur’an’ı sökmeyi sağlayacak en az 2-3 yıl sürebilen bir eğitime başlarlardı. Elifbâ’dan harfleri tanımak ve kelimeleri okumak öğrenilir ve “Amme” cüzü[491] ile devam edilirdi. Kur’anı düzgün okumak için «tecvid» ve onunla birlikte yazı, ilmihal, hesap da öğretilirdi. Okumada ilerlemiş, hafızlığa başlamış öğrenciler, küçüklerin «kalfa»lığını (nezaretçi ve alıştırıcı) görevini yaparlardı.
Sıbyan mektebleri sabah erken saatte başlar, ikindi ezanına kadar devam ederdi. Öğrenciler arasında sınıf ayırımı yoktur. Hoca aynı düzeydeki öğrencileri bir araya toplar, hepsine aynı mekânda ve tek bir sınıf olarak ders gösterirdi. Ders araları olmadığından teneffüs de verilmez. Hoca bir kısım talebe ile meşgul olurken, diğerleri arasında istiyen çalışır, arzu eden yazı yazar ya da isterse gürültü çıkarmamak şartıyla boş oturup istirahat ederdi. Yalnız öğle üzerleri yemek tatili vardır. Bu süre içinde öğle namazı da kılınırdı. Çocuklar mahalle içinde mektebe yakın yerlerde oturdukları için yemeklerini evlerinde yerler, sonra mektebe dönerlerdi.
Okula başlamak için belirlenmiş bir yaş yoktur. Çocuk, olgunluğu yeterli görülen yaşta iken okula başlar.[492] Diğer taraftan öğrenimin 12 ay aralıksız devam etmesi ve iki ardışık yıl arasında yapay “ders yılı” ayırımı bulunmaması, öğrencilerin senenin istedikleri bir ayında okula başlayabilmesi de önemli özelliklerdir.
Sıbyan mekteplerinde de çocuklara Kur’an’ın kısa sûreleri ve dinî bilgiler ezberletilerek hafızası güçlendirilir. Okuma ve ezberleme yöntemleri melodik diziler biçimine getirilmiştir. Çocuklar sallanarak hep birlikte bu ritme katılırlardı. Çağdaş eğitim tekniklerinin diliyle söylenirse, bu yöntemde “müzik ve hareketin yarattığı ritm duygusu”ndan yararlanılmaktadır. Hat örneklerinden kopyalar yaptırılarak da taklit kabiliyeti geliştirilir.[493]
Taş mekteplerin mimarisinde kullanılan malzeme, gerek duvar ve çatı teşkili ikâmetgahlardan çok farklıdır. Kalın taş duvarlar, kubbeler, tonozlar, büyük pencereler bu okulları, o devrin kamusal yapılarına yaklaşmaktadırlar. Mimarî yapıları medreselerden farklı olarak çoğunlukla iki katlıdır.[494]
Sıbyan mekteblerinin de “kapama” denilen ilkbahar gezileri vardı. Bunlar mekteb çocuklarının gezdirilmeleri ve fakir olanlarının giydirilmeleri için vakfedilen paralarla yapılan seyirlerdi. Bazan birkaç mekteb birden geziye giderdi. Bu geziler bütün mahalle halkı için bir bayram olur, mesireye ekseriya birlikte gidilirdi. Kazanlar kaynatılır, etli pilavlar, bademli sütlü helvalar pişirilip çocuklara yedirilir ve misafirlere dağıtılırdı.
b. Cami Dersleri
Bu derslerin bir kısmı sıbyan mektebi tahsilinin çıraklar için uygulanan doğal bir uzantısı gibiydi. Sabah namazından sonra başlar, çarşı, pazar, imalathaneler ve dairelerin açılacağı zamana kadar devam ederdi.
Vakıt namazlarından sonra da dönemin tanınmış ulemâsı içinden gelen müderris, imam, ders-i âm ve hatibler din ilmi, İlm-i hâl, risâle-i ahlak gibi ilimleri öğretirlerdi. Yine ilmiye’den bir müderris tarafından Arapça ve Farsca (sarf, nahiv ve lugat) öğretilirdi.
Büyük camilerde medreselerde “dersiye” denilen Cüziyat (Hesap, Hendese, Hikmet), ulûm-i âliye (Kelâm, Belâgat, Meâni, Bediî, Beyan, Mantık, Sarf ve Nahiv) ve ulûm-i asliye (Tefsir, Hadis, Fıkıh) üç grup dersleri okutulurdu.
Cami dersleri herkese açık olduğundan cemaat arasında çoğu kez ulemâ da bulunur ve soru sorarlardı. Dolayısıyla dersiâmlar, medresede talebe-i ulûm’a ders veren müderrislerden daha yeterli olmaları gerekiyordu. Ve bu sebepten ötürü dersiâm’lık, ulema arasında müderrislikten üstün sayılmakta ve bir yeterlik sınavı gerektirmekteydi. Nitekim dersiâm olmak isteyenlerin önce medrese’den icâzetnâme almakta, sonra bir heyet huzurunda yeterlilik sınavı geçirmektedirler.
Diğer taraftan “mûciz” denilen tecrübeli dersiâm’lara dersleri takip eden cemaat arasında yeterli gördüklerine “icâzet” de tanzim etme yetkisi de verilmişti.
c. Tekke Eğitimi
İslamî bilgiler ve İslâm kültürü topluma medreseler ve tekkeler yoluyla veriliyordu: Medrese devletin resmî ictihadı olan sünnî-hanefî mezhebini temsil ettiği halde, tarikatler daha geniş mezhep tayfı üzerinde halkı eğitmekteydiler. Nitekim tarikatlar bu özellikleri sebebiyle “şeriatın bekçisi” görevini üslenmiş ulema tarafından eleştirilmektedir.
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde tekkeler ülkenin hemen her yerine yayılmıştı. Diğer taraftan tarikatların loncalar ve esnaf birlikleriyle olan bağları onları, mesleki ve toplumsal hayatta da etkili kılıyordu. Öyle ki tarikatlar Padişah, seçkinler ve hatta ilmiye mensupları arasında da yaygındı. Nitekim Bektaşilik gerek halkın büyük bir bölümünün ve gerekse hemen tümüyle Seyfiye tarikinin de (yeniçerilerin) dahil olduğu en yaygın tarikatti. Mevlevilik, Nakşibendîlik, Kadirilik gibi tarikatler de seçkinler arasında yaygınlaşmıştı.
Tekkelerin (hankâh, dergâh, ribat ve zâviyelerin) gayesi bir yandan halkı irşad etmek ve diğer taraftan kendi tarîkat derviş ve halîfelerini yetiştirmektir. Bu müesseseler Padişah, ricâl ve hayır sahiplerinin kurduğu vakıflarla yaşıyorlardı. Bununla beraber han-kah ve zâviyelerin şeyh ve erkânı, medreselerde okutulan eserleri takîb ederek müdavim öğrencilere ders okuturlardı. Ancak öğretim sisteminin “takrir”değil müzâkere” yöntemi ile yapıldığı ve dolayısıyla buralarda ders gören öğrencilerin tasavvuf formasyonunda yetiştirildikleri unutulmamalıdır. Nitekim medreselerden farklı olarak, han-kah ve zâviyelerde tarikat âdâbına ve erkânına göre toplu zikirler yapılır, Kur’an ayetleri ile hadîs-i şerifler derunî anlayışla tefsir ve virdler[495] telkin edilirdi. Tekkelerde hadîs ilmi bu yöntemlerle okutulmakta[496] ve hatta tefsir kitapları yazılmaktadır.[497] Zaviye ve dergâhlarda öğrenime başlamış talebeler “mebâdi-i ulûm” yapmak isterlerse aynı tarikatın postnîşin’i daha tanınmış bir han-kah’ına devam edebilirlerdi.
Medrese ve tekkelerin eğitim ve öğretim yöntemlerindeki fark sebebiyle, nass’ların zahirî manalarına bağlı kalan medreselilere “Ulemâ-yı zâhir”; tekkelerden zühd ve keşf yoluyla derûnî manalara yönelerek yetişenlere de “Ulemâ-yı bâtın” denilmiştir.
Medreseler Osmanlı devlet teşkilâtında İlmiye tariki mensuplarını yetiştiren kurumlar oluşundan dolayı resmî bir hüviyetleri vardır. Tekkeler de geleneklerine bağlı kaldılar. Bununla beraber aralarında müderrisler de bulunan[498] birçok ilmiye mensubu tarikate intisab etmişlerdir. Başka bir deyişle, yöntemler açısından bazı münakaşalar olmuşsa da, medrese ile tekke arasında özden kaynaklanan karşıtlık olduğu söylenemez.[499]
d. Lonca Eğitimi
Zenaat öğrenim ve eğitimi, esnaf loncalarında kayıtlı olan (bazan babadan oğula) gedikli esnaf arasında, ya da tersânelerde, tophanelerde ustadan çırağa aktarma yöntemiyle yapılırdı. Hatta mahalle mektepleri öğleye kadar öğretim yaparlar, öğleden sonra çocuklar babalarının ya da ustalarının yanında sanat öğrenirlerdi.
Sanatı öğrenmiş sayılan çıraklar kendi ustası da dahil olmak üzere, o sanatın tanınmış adamları huzurunda sınava sokulur, başaranlara törenle “peştemal” kuşatılırdı.[500]
e. Kalem Öğretimi
“Kalem” sözcüğü günümüzdeki “devlet dairesi” karşılığı olmaktadır. Ancak “kalem”ler yalnız devlet işlerinin görüldüğü yer olmakla kalmamış, tarihçi, vak’anüvis, riyâziyeci, şâir, mütefennin , hattat, müzehhib , bestekâr, nakkaş yetiştiren okullar olmuşlardır.
Kalem’de tıpkı medrese gibi sert bir disiplin hâkimdi. Bütün memurlar uzun yazı rahlelerinin önüne dizili şiltelere bağdaş kurarak otururlardı. Yeni gelenlere “şakird, talebe, yamak, çırak” denilir ve yaşlı, tecrübeli bir kâtib ya da mümeyyiz’[501] in öğretiminde hüsn-i hat (güzel yazı) ve meslekî bilgilerle beraber, şiire yatkın ise teşvik ve yardım edilir,[502] edebiyat bilgileri, Arapça ve Farsça öğretilir, bütün ön çalışma ve denemelerde yeterli sayılmadan aylığa geçirilmezdi. Ancak hâcegân (hocalar) denilen kalem âmirleri[503] şâkirdânın kalfalığa ve üstadlığa (ustalığa) yükselmelerini sağlarken diğer taraftan da her şakird’in kabiliyetine göre genel kültürlerini yükseltecek özel bir eğitim vererek onları nesir, şiir gibi edebiyat, ya da tarih gibi konularda yetiştirirlerdi. Nitekim şâkird eğer başarılı olursa bir müddet sonra hocası tarafından kendisine bir mahlâs (ek isim) verilir ve daha sonra eserlerinde artık o isimle tanınırdı.
Gerek öğretici’ye “hoca” gerekse stajyer memura “şakird” (öğrenci) denilmesi ve öğretim sırasında uygulanan yöntem, kalemlerin birer “meslek okulu” sayılabileceğini gösteriyor.[504]
Ülke okullarınan tümünde standart ders programlarına bağlı düzenli eğitim ancak Tanzimat döneminde Maarif Nezareti’nin kurulmasından sonra[505] uygulanacaktır. Bununla beraber Osmanlı ülkesinde belirli amaçlara yönelik eğitim veren, belirli bir eğitim düzeyi sağlanmış, bu kurumlarda eğitim , öğrenim gördüğü belgelenmiş olanlara Devlet tarafından imkânlar sağlanan eğitim kurumları da bulunmaktadır.
a. Medreseler
Medreseler kamuya açık belirli programı olan eğitim kurumlarıdır. Sultanların kurdurduğu medreselere “sultanî”, devlet adamlarının ya da ulemâ’nın vakıf olarak yaptırdıklarına da “hususî” denilirdi.[506] Büyük şehirler ve kasabalarda hemen her büyük caminin yanında bir medrese bulunurdu.[507]
(1) Öğretim Görevlileri
Sahn medreselerine girmeye hak kazanarak “danişmend” unvanını alan talebeler arasında en başarılı olanlar “muid” unvanını alarak Dahil ve Haric medreselerinde görevli müderrislere “yardımcı”(asistan) olurlardı.
Aralarında “telif eser” (tez) sahipleri de bulunan muid’ler kendilerinden daha kıdemli bir muid’e “muzaf”lık (tamamlayıcılık) da yaparlardı. Sahn medreselerinden icazetname alanlar “Mülâzemet Defteri”ne yazılırlar, “mülazim” olarak “mülâzemet””sırasına girerler “nevbet” beklerlerdi. Her yıl Şeyhülislâm kanalıyla Sadrazam’a önerilen dörder muid ve muzaf “mülâzim” yapılır. Mülâzim’ler arasında sırası gelenler yol ayırımına gelirler ya kadılık mesleği olan “tarîk-i kazâ”yı, ya da imtihan vererek [508] muallimlik mesleği olan “tarîk-i tedris”den birini seçerlerdi. Seçimlerine göre en alt kademeden başlamak üzere müderris veya kadı olmak üzere atanırlardı.
Diğer taraftan isteyenler Seyfiye tarikine geçerler ve kendilerine [509] bin akçelik zeamet bağlanırdı.
İlmiye tariki içinde müderrislik sınıfının en üst düzeyi “darülhadis müderrisliği” idi. Darülhadis müderrisleri “kibâr-ı müderrisîn” olarak diğer müderrislerin üzerinde bir unvanla anılırlardı. İsterlerse “Mahreç Mevleviyetleri”nden birine kadı olarak da atanırlardı.
(2) Talebeler
Medreselerin klasik mimarîsi, kare biçimli bir avlu etrafında dizili müderris ve talebe odalarıyla çoğu kez darülkurra ya da dârülhadis olan kubbeli büyük asıl medrese mekanından meydana gelir. Yıl bitirme yerine, kitap bitirme yöntemi uygulandığından belli bir eğitim süresi yoktur ve her öğrenci öğrenimini farklı sürelerde tamamlardı. Dolayısıyla “sınıf geçme” usûlü uygulanmadığından öğrenciler aynı mekân içinde hep birlikte bulunurlar. Medrese’de müderris ders takrir etmez (anlatmaz), talebelerin önceden hazırladıkları derslerin “müzâkere”sini yaptırırdı.20 Derslerin camilerde, halka açık olarak verilmesi de mümkündü.
Medrese öğrencilerine “ilim isteyen” anlamında “tâlib”, ya da “hakikat aşkı ile yanmış” anlamında “suhte”[510] denilirdi. Bir hocanın “rahle-i tedris”indeki öğrencilerine “şakird” denirdi. Yeni başlayan çömezler ders gördükleri müderrislerin, hatta müzakerecilik yapan muid’lerin de medrese içindeki günlük hizmetlerini görürlerdi.
Haric ve Dahil medreselerinde her üç suhte’ye bir hücre (oda) verilirdi. Medrese öğrencilerinin kullanacakları kitaplar külliyenin kütüphanelerinde vakıf olarak bulunurdu. Kitapların rutubetten korunabilmeleri için sıbyan mektebleri gibi kütüphaneler için de ikinci katlar tercih edilmiştir.[511]
İmâret’in aşevinde günde iki defa yemek çıkarılarak imâret memurlarına, öğrencilere, fakirlere, “tavhane’’ye gelen misafirlere verilirdi. Bunlar yemeklerini imaretten yerler, aylık 15 akçe “mum parası” alırlardı.
Sahn düzeyindeki medreselere girmek isteyen suhtelerin aşağı sınıflarda en az üç yıl okumuş ve temessük (ikmal belgesi) almış olmaları gerekirdi. Musıla medereselerinde ikmal-i tahsil (tamamlayıcı öğrenim) görüp, Sahn medreselerine girmeye hak kazandıklarında “danişmend” unvanını alırlardı. Kendilerine Sahn medresesinde bir hücre verilir, iki akçe gündelik bağlanırdı.
(3) Kurumlar
Medreselerdeki öğrenim aşamaları kanunnamelerle belirlenmişti. Bu bağlamda On altıncı yüzyıl başlarına kadar medreseler üç aşamalı eğitim yapmaktadırlar. Bu eğitimin ilk kısmına “Haric”, orta kısmına “Dahil” ve yüksek kısmına da “Sahn” denilmektedir.[512]
Sıbyan mektebinden sonra öğrenime devam etmek isteyen önce “softa” ünvanıyla “ibtidâ-i hâric” denilen medreselerden birine başlar. Sonraki aşama “otuzlu”[513] hareket-i hâric (veyâ miftah) medresesi’dir.[514]
Öğrenciler hocalarını kendileri seçebilirlerdi. Seçtiği bir müderrisin “rahle-i tedrîs”inde hâric medresesi’ndeki “mukaddimat-ı ulûm” öğrenimini tamamlayan talebe “dâhil medreseleri” müderrisleri arasında seçtiği birinin ta’lîminde (kırklı medrese)lere [515] geçerdi. [516]
“Dâhil” medreselerinde “ibtidâ-i dâhil” ve “hareket-i dâhil” aşamalarında Türkçe, Arapça sarf ve nahiv (gramer ve sentaks) ve edebiyat, mantık, ilm-i kelâm, fıkıh, belâgat, hey’et (astronomi), hendese (geometri), bedi’(estetik), beyan (retorik) öğrenimi görüp icâzetnâme’lerini alanlar “softa”lıktan “danişmend”liğe terfi etmiş olurlardı.
Bu iki kısmı bitirip “danişmend” unvanı alanlar artık yüksek düzeyde “ihtisas medreseleri” olan “Sahn” ve “Süleymâniye” medreselerine devam etmeye hak kazanmış olurlardı. Ancak öğrencinin önce “Musıla-i Sahn” veya “Musıla-i Süleymâniye” hazırlık medreselerinde (günümüzdeki “bakalorya” anlamında) hazırlık öğrenimi tamamlaması ve icâzet alması gerekliydi...
İhtisaslar, ulûm-i dinîye ve edebiyat konuları için “Sahn”, Hadis ilmi için “Dârü’1-Hadis” Temel bilimler (Tıb, Cerrahi, Riyaziye, Hesab, Hendese, Müsellesat, Hey’et ve Tabiiyat) için “Süleymaniye” medreselerinde yapılırdı.
(a) Fatih ve Kanunî Medreseleri
Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman’nın muhteşem camileri ve muazzam külliyelerinde yer alan «sahn» medreseleri, dârülkurra ve darülhadis’lerle İstanbul her dönemin «ilim belde»si olmuştur.
Bu medreselerin her birinde bir mescid, bir dershâne (dârülhadis) ve odalar bulunmaktaydı. Bunların her biri 2 kişi kalmak üzere talebeler içindir. Muid’ler (asistanlar) için 2 adedi ve hizmetliler için de diğer 2’si ayrılmıştır.
Fatih külliyyesinde câmi, imâret, bimarhane, dârüşşifâ, 16 adet medrese, misafirhane, imârethâne, sıbyan mektebi, hamam ve muvakkithâne vardı.
Süleymâniyye külliyyesinde benzer biçimde câmi, türbeler, medreseler, dârüttıb, dârüşşifâ, bimarhane, dârülhadis, dârülkurrâ, tabhane, hamam, çeşme ve imaretten oluşmuştur.
Bu medreselerin (özellikle sekiz adet Sahn medresesinin) müderrisleri bütün ulemanın en seçkini olup halk arasında da çok saygındılar.
Fatih Camii’nin iki tarafındaki bulunan kârgir ve kurşunlu sekiz adet “Sahn-ı Seman” medreselerinde hücre (yatıp kalkacak oda) sahibi olan talebeler aslında ilim sahibi olmuş olmuş, çağdaş deyimiyle “ihtisas” yapmış kişilerdi. Nitekim bunların kıdemlileri medreselerde “muid” olarak “müzakerecilik” ve idadiye düzeyinde bulunan sekiz Tetimme medresesindeki talebeye de hocalık yaparlardı.
Daha sonra üç dereceli Süleymaniye Medreseleri’nde 12 aşamalı öğrenim uygulanarak Osmanlı yüksek öğretim için bir model oluşturuldu. Bu aşamalar şöyleydi:
Birinci derece “Haric Medresesi” dir. Öğretim “İbtidâ-i Hâric” ve “Hareket-i Hâric” olarak iki aşamalıdır.
İkinci derece “Dahil Medresesi”dir. Bunun tedrisatı da “İbtida-i Dâhil” ve “Hareket-i Dâhil” olmak üzere iki kademelidir.
Üçüncü derece “Sahn Medresesi”dir.” Yüksek öğrenim düzeyindeki öğrenim yapan bu medresedeki aşamalar “Musila, İptida-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Havâmis-i Süleymâniye (beş medrese gurubudur), Medrese-i Tıb (Darüşşifâ) ve Dârülhadis”dir. [517]
Sahn ve Süleymaniye medreselerinde ihtisas öğrenimi yapacak talebelerin “Sahn-ı Seman ve Fıkıh, Kelâm , diğer şer’î ilimler, Arap filolojisi ve edebiyatı için “Musila-i Sahn” medreseleri, Tababet (Tıp) ve tabiiyat (heyet, riyaziye) için de “Musila-i Süleymaniye” medreselerine gitmesi gerekirdi.
(b) Darülkurra Medreseleri
Kur’an’ı usûl ve kaidelerine uygun okuma ilmi olan “Kıraat” ve usulüne göre seslendirerek okuma ilmi olan Tilavet’in önemi başlangıçtan beri bilinmekteydi. Nitekim ilk medreselerde sürekli Kuran okunan mekanlar vardı. Osmanlılar, Anadolu Selçukluları’nın medrese geleneğini daha da geliştirerek Kur’an’ın hatasız ve doğru okunuşunu öğretmek, yaygınlaştırmak maksadıyla “darülkurra medreseleri”ni kurdular. Darülkurra’ların asıl işlevi, “kurra hafızı”[518] denilen Kuran’ı Hz. Muhammed ve sahabelerin okuyuşlarına uygun olduğunda sahabenin “icmâ” (görüş birliği) ettiği “Kıraat-i aşere” (On okuyuş) bilen kişiler ve imamlar yetiştirmekti.[519] Uygulama olarak Kur’an metinlerinin “tecvid” kurallarına göre seslendirerek “bedi’î kıraat”i ve manasını kaçırmadan “mantıkî kıraat”i öğretilirken, bir yandan da teorik dersler olarak Arap dili, Kureyş ve diğer lehçelerin özellikleri, kıraat imamları, Kıraat-i Sab’a [520] ve Aşere’nin özellikleri, şâz ve bid’at olan kıraatler okutuldu.
Bu medreseler din ilmi nazariyatı ve tatbikatı açısından çok önemli kurumlar olduklarından vakfiyelerde darülkurralara ve talebelerine de paylar ayrılırdı.
(c) Darülhadis Medreseleri
Selçuklular Konya, Kayseri, Sivas ve Erzurum’da darülhadis açmışlardı. Osmanlılar ilk darülhadisleri İznik, Bursa ve Edirne’de, İstanbul’da ve daha sonra eyâlet merkezlerinde de çok sayıda darülhadis açtılar.[521] Osmanlı medrese sisteminde en yüksek düzeyde eğitim kurumu olan Darülhadis’lerde önce usûl, kavaid, ıstılahat, sarf ve nahiv, lügat ve ahkam-ı diniye, bunlarda yeterlilik gösterenlere de hadis usûlü ve yardımcı öbür hadis ilimleri okutuluyordu. Kur’anın tefsiri ile Şeriat kurallarının açıklanmasında yanılmamak için, kavli, fiili ve takriri hadislere dayalı bütün sünnetler darülhadislerde her zaman incelenip araştırılmaktadır.
Darülhadis’ler gerekli hazırlık derslerini de veren bağımsız medrese’ler[522] olabildiği gibi külliyeler içinde yer alan ve hazırlık kısmını diğer medreselerde tamamlamış icâzetli (lisans) talebeleri kabul eden bir medrese olarak da bulunabilir.
(d) Tıb Medreseleri
Osmanlılar’da hastahane olarak hizmet eden kurumlar dârü’ş-şifâ, bimarhâne, dârü’t-tıb gibi isimlerle anılmışlardır. Bunların en önemli iki özelliği vakıf kuruluşları olmaları ve tıp eğitiminin hastahanelerde sağlık hizmetleriyle birlikte yapılması ve tabib namzetlerinin temel zorunluluk olarak buralarda usta-çırak eğitimiyle yetiştirilmesiydi.
Diğer taraftan tabibler için özellikle bir tıb medresesi ve onun yanında da bir (dar-üş-şifa) bina olunurdu. Nitekim Fatih, Edirne ve Süleymâniye dârüşşifâları diğer tıb medreseleri ile birlikte tıb öğrenimi için kullanılmışlardır.
Haftada dört gün tıb öğrenimi yapılmakta ve müderrislere 50, muid’lere 5 ve talebeye 2 akçe yevmiye verilmektedir.
b. Hazırlık Sarayları
“Galata Sarayı”, Bayezid’de Eski Saray, Sultanahmed’de İbrahim Paşa Sarayı, Küçükçekmece’de İskender Çelebi Sarayı ve Edirne Sarayı gibi “Hazırlık Sarayları” olarak bilinen bu kuruluşlar, devlet görevlerine memur yetiştiren Enderun Mektebi’ne eleman hazırlayan kamuya kapalı devlete ait özel mekteplerdir. Bu kurumların öğrencilerine de “içoğlanı” denilirdi. Önceleri Fatih Kanunnâmesi’ne göre yalnız devşirmelerden alınırken sonraları müslüman çocukları da kabul edildiler. İçoğlanları daha mektepte iken memuriyete başlıyorlar, iş, öğrenim ve stajı birlikte yürütüyorlardı. Dolayısıyla kendilerine maaş bağlanır ve her türlü ihtiyaçları sağlanırdı.
Bu mekteplerde eğitim ve öğrenimlerini bitirenlere “diploma verildi” anlamında “çıkma” denilirdi. Bunlar “gılmân-ı Enderûn” veyâ “Enderun içoğlanları” adıyla ihtiyaca göre devlet adamı veya sanatkâr olarak yetiştirilmek ve hem de bu sırada çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere Enderûn Mektebine alınırlardı. Ancak bizzat Padişah tarafından da seçilebilirlerdi.
c. Enderûn Mektebi
Çağdaş deyimlerle “kamu’ya kapalı ve üst düzey yönetici yetiştirmek üzere Devletce seçilerek öğrenci alınan resmî öğrenim kurumu”nun adıdır. Okulun başlıca özelliği bütün bu derslerin Türkçe okutulması idi.[523] İsminden de anlaşılacağı gibi Saray’ın içinde bulunan bir kuruluştur.
Dikkat edilirse devlet idaresine memur olan “Kalemiye”, “Seyfiye” ve “İlmiye” sınıfı görevlileri “Birun” (yani dış kısım) olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla Osmanlı Saray teşkilâtına a’lem (simge) olarak kullanılan Enderun, terminolojide “Osmanlı devletinin içyüzü” gibi bir kavramı belirler.[524]
Enderun, öğrencilerini öğrenim ve eğitim ayırımı yapılmadan yetiştiren okuldur. Öğrenciler eğitimleri sırasında da belirli düzeylerde uygulama sorumluluğu üslenirler. Burada hizmet eden içoğlanlarına “Enderun ağaları” (veya Gılmânân-ı Enderun yahut Yeni Saray İçoğlanları), kısaca “Enderunlular” denilirdi.
Enderun’dan 56 adet Sadrazam çıkmıştır. İleride görüleceği gibi, Bîrun ümerası içinde de Enderun’dan gelenler olduğuna göre bu rakkamı arttırmak mümkündür. Diğer taraftan Enderun Mektebi’nden yalnız idareci ve asker değil, bir çok tanınmış âlim, hattat, nakkaş, musikişinas ve sanatkâr yetişmiştir. Çocukluk yıllarından başlayıp uzun yıllar boyunca süren beraberlikleri ve çok sıkı ortak bir eğitimden geçmeleri nedeniyle Enderunlular meslek hayatlarında birbirlerini çok tutmuşlar ve kayırmışlardı.
Enderun Mektebi’nin eğitim aşamaları “Oda” terfih etmek sistemine göre yapılmaktadır. Oda diye adlandırılan yetiştirme gurupları önem derecesine göre “1- Büyük ve Küçük Odalar, 2- Doğancı Koğuşu, 3- Seferli Odası, 4-Kiler Odası, 5- Hazine Odası, 6- Has Oda” olarak sıralanırlar. [525] Bununla beraber bu 6 aşamayı tamamlamak şart olmadığı gibi, öğrenciler kabiliyetlerine ve başarılarına göre ara aşamalarda iken aslî görevlere atanmışlardır. Bununla beraber terfih edilen her aşama hiç kuşkusuz bir başarı ölçüsü olmaktadır.
(1) Büyük ve Küçük Oda’lar
Bu iki “Oda” eski kayıtlarda “Hâne-i Kebir” ve “Hâne-i Sagir” olarak da geçer. On altıncı asır sonlarında bu iki odanın efradı, en yaşlıları ancak büluğa ermiş, takriben onbeş yaşında olan delikanlılardır. Bunlar, iliksiz ve yürümeğe mâni olmaması için eteğinin ön iki parçası bellerine sarılı kuşağa sokulan dolama giydikleri için kendilerine “dolamalı” da denilirdi.[526]
Önceleri Enderun odaları talebeleri, devşirme usulü ile toplanan çocuklar arasından Yeniçeri ağası’nın hazırladığı deftere göre Yeniçeri Ocağı ve Acemi Oğlanları kışlalarından ayrılırlardı.[527]
Büyük ve Küçük Odalar’da çeşitli hocalardan ders görerek başlanır, Kur’an, ilmihal, tecvid, Arapça, Farsça, cildcilik, tezhib, oymacılık, kıraat, meşk, musikî ve minyatür öğretilir,[528] güreş, atlama, koşu, meç, ok atma, tokmak (gürz) talimleri yaptırılırdı.[529]
Sonra sırasıyla Doğancı Koğuşu’na ve Seferli Koğuşu’na geçirilirlerdi. Buraya geçemeyenler Süvari Ocakları’nın Sipah ve Silahdar bölüklerine çıkarılırlardı.
Saray kethüdâsı, Büyük Oda’nın ve Seferli Koğuşu’nun müşterek zâbitidir. Ancak odanın ileri gelen talebelerine odabaşı, imam, külhancıbaşı gibi görevler verilmiştir.
Küçük Oda’da oda kethüdası ismiyle anılan bir zabitten sonra talabeler arasından seçilmiş odabaşı ve simitçibaşı gelir. Büyük ve Küçük Odalarda halife denilen 12 kalfa vardır. Bunlar dışardan gelen hocalardan ders öğrenirler ve acemi oğlanlarından beşer, onar kişiyi okuturlar.
Büyük Odanın terfi ve nakil işlerine Saray ağası bakar. Teklifler Kapı ağasına verilerek Padişaha arz edilir. Padişah arizanın üzerine kendi el yazısıyla yazıp geri gönderdikten sonra işleme konur. Büyük ve Küçük odadan terfi edenler artık dolama’dan çıkarak kaftan giyerlerdi. Büyük ve Küçük Odalar içoğlanlarının herbirinin yılda birer kat elbiselik ve ikişer yüz akçe düğme akçeleri vardır. Büyük ve Küçük oda sonuna kadar devam etmemiştir.[530]
(2) Doğancı Koğuşu
Hâne-i Bazban olarak da bilinir. Nüfusu 40 kişiden ibaretti. Bunlar “kaftanlı” olarak bilinen Enderunlu’ların beşinci kısmıdır. Ağalarına “Doğancıbaşı” denilir. Doğancıbaşı’lara Has Odaya geçmek gibi çok önemli terfi hakkı da verilmiştir.
İlke olarak doğancı, şahinci, çakırcıbaşılar Padişahın av hizmetinde bulunurlar, avlayıcı hayvanları terbiye ederlerdi. Av plân ve tertibatını “doğancıbaşı” hazırlardı. Kanun, nizam ve adetleri diğer odalar gibidir. Doğancıbaşının Saraydan çıkması diğer arz ağaları gibi olurdu.
(3) Seferli Koğuşu
Sultan IV. Murad tarafından kurulmuştur. Bu odanın 100’den fazla ahalisi vardır. Bu son iki oda oğlanları “zabit” sınıfından sayılırlar. Başlarında “Saray kethüdası” ile 12 kıdemli zâbit bulunurdu.
İlke olarak Padişah’ın çamaşırlarına, elbiselerine, sarığı, kavuğu, seccadesine bakmak hizmeti bunlara ait idi. Sarayın melbusat ve mefruşatını korumak, gözlemek de yine bu oda halkı ile ağalarına aittir.Seferli koğuşundan musikişinaslar, hanendeler, kemankeşler, pehlivanlar ve (bu günkü terimlerle “spor hekimliği ve masörlük” anlamında olmak üzere) berberler, hamamcılar ve tellâkler de yetiştirilmiştir.
Seferli koğuşundan çıkmış şair, musikişinas bir hayli kişi vardır.[531] Nitekim zabitler arasında “sâzendebaşı”nın bulunması da bunu kanıtlıyor.
Diğer taraftan dilsiz ve cüceler de bu koğuşta bulunmaktaydı. Diğer odalarda da bulunan dilsizlerin merkezi de yine Seferli Koğuşu’dur. Zira diğer odalarda da “Kiler-i Hassa baş dilsizi, Kiler-i Hassa dilsiz eskisi, Hazine-i Hümayun dilsiz eskisi, Has Oda bî-zebânı[532] , Harem-i Hümâyun bî-zebânı” gibi dilsizler vardı. Fakat Seferli koğuşunda bulunan “bî-zebânbaşı” dilsizlerin en büyüğü idi.[533]
Ne var ki dilsizler (ve cüceler) Enderunda ne kadar eski olursa olsunlar, koğuş zabiti olamazlar ve Has Odaya geçemezlerdi. Yalnız eskilik itibariyle baş dilsizliğe yükselirlerdi. Ancak başdilsizlerde Has Odalık rütbesi vardı. Başdilsiz isterse Has Odalık’lara ait tayinle emekli olur, istemezse ömrü olduğu kadar “başdilsizlik”te kalırdı. Cüceler ise çıkma zamanı Enderun ağaları gibi yirmişer akçe ile çıkarlardı.[534]
Bu koğuşta dilsizlere yer verilmesi Fatih Sultan Mehmed zamanındadır. Bî-zeban denilen bu dilsizlerın kulakları da işitmediği için, verilen işareti hemen anlayacak kadar zekâya malik bulunmaları şart koşulmuştur. Sadrazam’ın huzurda bulunduğu zaman veya dışarıya sızması caiz görülmeyen müzâkereler sırasında görülecek oda hizmetlerini yaparlardı.
Bu dilsizler hükümdar yemek yerken, Harem-i Hümayun’da çeşitli eğlenceler ve bilhassa mukallitlik gibi şeylerle hükümdarı güldürürlerdi.[535] Padişah gezmek için herhangi bir Saraya gittiğinde, bazan bunları da beraberinde götürürdü.
Cücelerin hizmet ve meslekleri de dilsizlere yakın olup, onlar da dilsizler gibi Rikâb-ı Hümayun günlerinde huzura giremezlerdi.
Cüceler okur yazarı hâfız-ı kütüplük ve daha bilgilileri pars kethüdası (temizlik) gibi hizmetlerde kullanılır ancak Has Odaya giremezlerdi. Davranışlarındaki bazı tuhaflıklarından, taklit kabiliyeti gibi eğlendirici özelliklerinden ötürü cücelere de müsâhiblik gibi hizmetler verilirdi. Hatta Padişah istediği zaman cüceler Harem-i Hümâyun’a bile girebilirlerdi. Padişah Harem’e cücelerle haber gönderirdi. Cüceler Enderun içinde Seferli başcücesi, Kiler-i Hassa cüceleri ve Harem cüceleri olarak ayrılırlar.
Bununla beraber dilsiz ve cüceler arasında devlet işlerine karışmak gibi hareketleri görülenler hemerı uygun bir ulûfe ile Saray’dan çıkarılır ve hatta kabahati büyük olursa başka memleketlere sürgün edilirlerdi.[536]
Koçibey de “Risâle”sinde cüce ve dilsizlere “rikkat” gösterir.[537]
(4) Kilerli Koğuşu
Kilerli Koğuşu’nun mevcudu 30 kişi kadar ise de, Sarayın mutfak maiyeti 70 ile 100 kişi arasındadır. Bunların vazifeleri Padişahın yiyeceklerini temin etmek ve Hünkâr Saray’dan çıktığı zaman kendisiyle beraber gitmektir.
Bununla beraber görevi Padişahın yemeğini önüne koymak olan Kiler Odası âmirinin “‘Huzura girebilmek” gibi önemli bir özelliği vardır. Kiler Odası’ndan terfi edenler Hazine Odası’na geçerlerdi. [538]
Saray hizmetleri sınıflandırmasında Kiler Koğuşu Seferli Odasından bir derece yukarıda yer almakta idi.
Seferli koğuşundan Kiler Odası’ (veya Koğuşu)na terfi edenler için üç imkân vardır: Odanın en kıdemli oğlanı Has Oda’ya, Hazine Koğuşu’na alınırlar veyâ benzer durumdaki “Seferliler”e yapıldığı gibi Süvari Ocakları’nın Sipah ve Silahdar bölüklerine çıkarlardı.
Mutfak ahalisi kilercibaşı’nın altında ve Kiler kethüdası’nın idaresinde idiler. Kethüda’nın yardımcısı pişkirbaşı idi ve Padişah’a mahsus ekmek, su gibi maddelerden sorumlu idi.
Padişah Has odada[539] yemek yediği zaman kilerli gılmanlar kilercibaşıya sahan götürürlerdi. Çünkü kilerli ağaların en önemli görevi Hünkârın sofrasında hizmet etmek ve yemek işleri ile uğraşmaktır.
Başkullukçuluk kilercibaşının nezareti altında savaşta ve barışta Padişah için yemek, şerbetler ve gerektiği zaman ilaçların hazırlanması hizmeti verilmişti. Şerbet ve yemekler hazırlanırken abdestli bulunmak nizamı da konulmuştu.
Kilercibaşı tamamı 12 Ocak ve 1350 nefer olan ahçılara, helvacılara, kilercilere ekmekçilere, yoğurtçulara, tavukçulara , mumculara, buzculara nezaret eder.[540]
Fatih Sultan Mehmed tarafından ihdas edilen Kiler-i Âmire’de diğer odalarda olduğu gibi kanun gereği 8-9 tane dilsiz ve cüce ağaları bulunurdu.
(5) Hazine Odası
“Hazine” koğuşu Fatih Sultan Mehmed zamanında ihdâs edilmiştir. [541] “Kilerli” koğuşundan bir derece yüksek, “Hasoda”dan ise bir derece aşağı idi. Buradakiler 60 - 70 kişi kadardır.[542] Hazinedarbaşı denilen akağanın idaresi altındaydı. Teşrifat sıralamasında hazinedar’dan sonra hazinedar kethüdası ve hazinedarbaşı gelirdi.[543]
Padişah Hazinesi’ne bakan Hazinedarbaşı’ların Saray’da büyük mevki ve itibarları vardır. Örneğin Padişahın sarığını ve seccadesini hazinedarbaşı muhafaza ederdi. Hazinedarbaşı, cuma günleri Padişahtan önce câmiye başında mücevveze ile gider, Padişahın seccadesini sererdi.[544]
Saray’ın tefrişi, ahalisinin giyimleri, ehl-i hiref ve diğer çalışanların ücretlerini ödemek gibi işler hazinedarbaşı’ya ait görevlerdir.
Hazinedarbaşı seferde ve sulhte Padişah’ın yanından ayrılmaz. On altıncı yüzyıl sonlarında yevmiyesi 60 akçe’dir. On altıncı asır sonu ile On yedinci asır başlarında terfi edenler akağalardan olmalarından ötürü “Babüssaade ağası” olurlardı.[545]
Hazinedarbaşıların maiyetinde “başefendi” denilen ve Mabeyin başkâtibi mevki’inde bulunan “başyazıcı” ile tülbent ve kaftan ağaları, başkullukçu denilen evrak memurları bulunurdu.
Hazine Başyazıcılığı Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulmuştur. Hazine-i Hümayun’da bulunan bütün değerli eşyayı deftere kaydetmek ve hükümdarın emri ile çıkacak eşyanın defterdeki kaydına ne suretle çıktığını işâret ederek kaydını kapamak hizmeti verilmişti.[546] Hazine’ye giren eşyanın cins ve miktarını yazmak, vârissiz ölen ağaların ve cariyelerin bıraktıkları mallar ve paralar hakkında icâbeden muameleleri yapmaktır. Zamanla işe yaramaz hâle gelen Hazine eşyasından kanun icâbı satılması gerekenlerin bir defterini hazırlayıp silahdar ağa’ya vermek de başyazıcının hizmetlerindendir.
Hazine Odası gılmanları doğrudarı doğruya Hazine-i Hümayun’un görevlileridir. Hazineye giren ve çıkan eşyanın temiz tutulmasından ve Hazine’ye yabancı bir kimsenin girmesinden mes’ul idiler. Padişaha ait elbiselerin, kürklerin ve Hazine’de mevcut değerli eşyanın temizlenmesi ve korunması bunlara aittir. Hazine Odası gılmanlarının eskileri yeni gelen arkadaşlarına Padişah elbiseleri ile Hazine eşyasının bakım usullerini öğretirlerdi.
Miftah gulamı (ya da anahtar ağası) da kapıağaları maiyetinin ileri gelenlerindendir. Hazinedar başı emrinde çalışır. Hazine-i Hümayun’un kilidini açıp kapamak gibi çok önemli bir iş bunlara verilmiştir.
Hazine Odasındaki iç oğlanlarının kıdemlilerine Hazine-i Hümâyun eskileri denirdi. Bunların kendi aralarında en kıdemlileri de “güğümbaşı” ve “kürkçübaşı” idi. Güğümbaşı ve kürkçübaşı da dahil olmak üzere, oda eskilerinden Padişahların özel hizmetlerinde bulunan on ikisine “Bıçaklı Eskiler” denilirdi. Bunlar odalarının korunmasıyla görevli koğuşlarında imtiyazlı ve serbest ağalar idiler.[547] Bunlar Padişah huzuruna veyahut koğuş zabitlerinin yanına gidilmek mecburiyeti olmadıkça “Soyunuk Eskiler” denilen kıdemli içoğlanları gibi, resmî elbiselerini giymek zorunda değillerdi.
Güğümbaşı terfi ederse Has Odaya geçer, dışarı çıkarsa “müteferrika” olurdu.
(6) Has Oda
Osmanlı devletindeki eğitim ve öğretimin en yüksek seviyesini teşkil eder. Has Oda eğitimi teoriden çok uygulamaya dayalıdır.
Yavuz Sultan Selim (Mukaddes Emanetleri) İstanbul’a getirip Has Oda teşkilâtını tam bir nizamla kurduktan sonra Enderun Mektebi tarih içindeki aslî biçimini ve görevini almış oldu.
Has Odabaşı ve “Arz Ağaları”nın Padişah’ın yakın çevresini oluşturmaları, başka bir deyişle kendisiyle görüşme imkân ve hatta yetkisine sahip olmaları Osmanlı devlet teşkilâtı içinde çok önemli bir ayrıcalıktır. Aslında bu ayrıcalık, Enderun Mektebi’ndeki Oda teşkilâtının yapısından kaynaklanmaktadır. Has Oda’ya kadar terfih edebilmek ancak güven, sadakat, dikkat, titizlik, beceri, yetenek gibi devlet yönetimi açısından çok değerli ve önemli kişisel özelliklerin varlığı ile mümkündür. Dolayısıyla her biri Padişah’ın yarı sembolik anlamda kişisel bir hizmetini görev olarak üslenmiş bu insanlar, aslında devletin üst düzey yönetici namzedidirler.
Bunlar arasında özellikle hasodabaşı, On sekizinci yüzyılın başlarına kadar Padişaha arzetme yetkisine sahip olmuştur. Dolayısıyla “Arz ağaları” olarak tanınan “silahdar, çuhadar ağa, rikâbdar ağa, tülbend gulâmı, miftah gulâmı” hariç, Has Oda fertlerini re’sen cezalandırmakta, gerekirse Padişaha arz etmektedir.[548]
Hasodabaşı merasimlerde Padişahın elbisesini giydirmek ve çıkartmakla görevlidir. Padişah nerede ise hasodabaşı oradadır.
d. Huzur ve Tefsir Dersleri
Padişahları (Yavuz Sultan Selim sonrasında) Halife-i Müslimîn olduklarından ahkâm-ı dinîye ve fıkhiyye hususunda iyice bilgili olmaları gerektiği açıktır. Bu bağlamda günümüz terminolojisiyle söylenirse Huzur ve Tefsir dersleri bir tür “meslek içi eğitim” olmaktadır.
Osmanlı Sarayı’nda “Tefsir” derslerini Osman Gazi devrine kadar geri götürmek mümkündür. Ancak ilk kez On sekizinci yüzyıl ortalarında Osmanlı devlet teşkilatına dahil edilmiş olan Huzur Dersleri’nin usûl ve nizamları farklıdır.[549]
Tefsir öğrenimi Saray’da öteden beri vardır. Yapılacağı zaman önceden belirli olmadığından, Ramazan’da veya diğer aylar içinde, Padişah’ın istediği gün ve vakitlerde (örneğin bazan seher vaktinde) Saray uleması tarafından Padişah huzurunda tefsir dersleri verilirdi. Halbuki Huzur Dersleri yalnız Ramazan ayında yapılır. Ayetler Padişah huzurunda münazaralı olarak takrir ve tefsir olunurdu. Münazara gereği muhataplar anlatana sualler soracaklarından, mahcub olmamak için mütehassıslar çok hazırlıklı gelirlerdi. Oysa Tefsir Dersleri’nde hocanın takriri kesilemezdi.
Huzur Dersleri devlet teşkilâtı içine alınmış olduklarından belirli bir resmiyetleri vardır. Belirli mahallerde ve belirli törenle yapılır. Halbuki tefsir dersleri Padişahın isteği üzerine herhangi bir zamanda, Saray dairelerinin herhangi birinde, hatta bahçede bile yapılabilirdi.
Huzur Dersleri’nin Ramazan ayında en az sekiz kere tekrarlanması gerekirdi. Oysa Tefsir derslerinin bazan daha az, hatta hiç yapılmadığı da olmuştur. Huzur Dersleri “tertib üzre” yâni Fâtiha suresinden sonra sırayla devam ederdi. Diğerinde ise sıra yoktur.
Huzur derslerinde münazara meclisi azaları ancak şeyhülislam’dan izin alarak İstanbul dışına çıkabilirlerdi. Dersler öğle ile ikindi arasında takrir olunurdu. Mukarrir (takrir eden) Padişahın sağ tarafında oturur, muhatablar (münazarada görevli ulema) onun yanından başlıyarak yarım daire teşkil ederlerdi. Mukarrir ve muhatablar için on altı rahle, Padişah ile diğer erkânın ve (dersler aleni olduğu için) dinleyicilerin (erkek ve kadınların) oturmaları için yeterince şilteler konulurdu.
Derslere esas alınan metin Kâdı Beyzâvî Tefsiri’dir. Bir, iki saat süren takrir (açıklama) bittikten sonra muhatablar en kıdemliden başlayarak Padişah “kâfi” deyinceye kadar mukarrire sorular yöneltirlerdi. Ders bitince mukarrir kısa bir dua yapardı.
Huzur Dersleri resmî bir kurum olduğundan, tutulan kayıtlar Şer’î hukuk ictihadları olarak günümüzdeki Yargıtay kararları öneminde sayılabilir.
e. İcâzetnâmeler
“ İcâzet” kısa anlamıyla yetki, izin , lisans demektir. Ancak kelimenin Osmanlı dinî, hukûkî, idarî ve kültürel terminolojisindeki kullanılışları farklıdır.
Örneğin Fıkıh açısından “izin veya ruhsat vermek” anlamındadır. Bu iş bir eylemle yapılırsa “ icâzet-i fiiliyye”, sözle yapılırsa “ icâzet-i kavliyye” ve önce izin yokken sonradan verilirse “ icâzet-i lâhika” denilirdi. Kavlî ya da fiilî bir icâzet’in yazılı kanıtı icâzetnâme’dir.
İdarî terminolojide “ icâzet-i küllî” Osmanlı kumandan ve sefirlerine silah bırakışması, antlaşma yapmak gibi önemli işlerde merkezden izin almaksızın gereğini yapabilmek hususunda verilen otonomi anlamında kullanılmaktadır.
Hadis Usulü’nde de, hadislerin rivâyet ediliş yollarından biridir. Hadis (veya hadis kitabının) rivâyet edilmesine izin verilmesi anlamına gelir. Böylece râvi silsilesi takib edilerek ilk rivâyeti yapana kadar ulaşılabilir.
Hadis ilmi ve İslam Hukuku dışında kullanılan “icâzetnâme” deyimi, günümüzdeki “şehadetnâme, diploma, ruhsatnâme, yeterlik belgesi”ne benzer anlamdadır. Örneğin bir tarikat şeyhinin “irşâd” mertebesine vâsıl olanlara merâsimle “tac” veyâ “hırka” giydirmesi fiilî bir icazettir. Bunun kanıtı da olarak verdiği mühürlü “hilâfetnâme”ye “icâzetnâme” de denilmektedir.
Medresede yıl ya da ders değil, “kitap bitirme” yöntemi uygulandığından, yapılan müzakerelerde yeterliliği görülen “talebe-i ulûm”a hocaları tarafından “ icâzetnâme” verilirdi. Dolayısıyla bir tür sertifika usûlü gibi, “tekmil-i nüsah” ettikçe her birinden ayrı ayrı icâzetnâme alırlardı.
Diğer taraftan Feraiz, Hadis, Kıraat (Kuran-ı Kerim’in değişik lehçelere göre okunuşu) gibi ilimler hakkında müstakil icâzetler de bulunmakla beraber, Buharî, Müslim gibi kaynak hadis kitapları ya da edebiyat ve diğer ilimlere ait müzakere edilmiş önemli eserler hakkında da icâzetler bulunmaktadır.
Dolayısıyla “İcâzetnâme”ler (günümüz diplomaları gibi) bir disiplinde, öğrenim süresi boyunca öğretilen bütün ilim ve fenleri kapsamaz. Buna mukabil medrese icâzetnâmelerinde silsile geleneği vardır. Her hocanın verdiği icâzetnâmeye başlangıçtan itibaren o dersi kimler okutmuşsa teberrüken isimleri yazılır.[550] Dolayısıyla bazı icâzetler talebenin gördüğü bütün dersleri, kendisine okutulmuş bütün kitapları ve hocalarını kapsayacak biçimde uzun tutulmuştur. Hatta icâzeti veren müderrisin bizzat kendisinin okuduğu kitaplar ve hocalarının adlarına, şöhretlerine ve bazan da onların okuduğu kitaplara da yer verilen çok daha uzun tutulmuş olanlar vardır.
İcâzetnâmeler öğretilen ilmin kimden alındığını ve bazan Hz. Peygambere (hatta Hz. Cebrâil ve dolayısıyla Allah’a) kadar uzanan nakil zinciri bildirilmektedir. Böylece başlangıç kaynağından itibaren geliş yolu ve alınış şekli de belirtildiğinden icâzet verilen kişinin, günümüzdeki bilimsel pâyeler gibi, ilmi seviyesi tayin edilmiş olmaktadır.
Hattat İcâzetnâmeleri
Hattat icâzetnâmelerinde de “usta-tilmiz” ilişkilerinin bir hattatlar silsilesi izlenerek başlangıca kadar götürülmesi geleneksel olup “an’ane” tâbir edilirdi. Bu nedenle klasik icâzetnâmeler kenarlarına çerçeve çekilmiş, başlangıcına tezhib yapılmış, 6-18 yaprak aharlı kağıda yazılmış küçük bir kitapçık biçiminde olurdu.
Hattat icâzetnâmeleri daha sonraları kısaltılmış, “diploma” biçiminde tek bir yapraktan ibaret kalmış, ancak çerçevelerinin ve yazısız bırakılmış kısımlarının tezhib ve süslemelerine ziyâdesiyle önem verilmiştir. Genellikle öğrencinin yazdığı bir âyet ve o âyetle alakalı bir ya da iki hadisin altında, hocasının elinden (hatt-ı dest’inden) çıkmış dualara ve icazetin tasdikine ayrılmış iki veya üç küçük bölümden oluşan belirli bir form almışlardır.
Bununla beraber “Hilye-i Şerife” biçiminde ya da yalnızca iki satır sülüs ve nesih yazısı ve hocanın tasdikinden ibaret olan icâzetnâmeler de vardır.
Bir hattat yazı yazmak ve imzasından önce “ketebehu” (bu yazıyı falanca yazdı) ibâresini koymak hakkını ancak bu “ İcâzetnâme” kendisine verildikten sonra alırdı. İcâzetnâmeler genellikle bir camide yapılan “ İcâzet Cemiyeti” denilen toplantıda verilirdi.[551]