Devletin Avrupa karşısındaki yenilgisine sebep ve çareler arayanlar zaman zaman padişahlara lâyihalar arz ettiler. Hatta bazan padişahlar da devlet adamlarından düşüncelerini sordular.
On yedinci yüzyılın ilk yarısında Koçi Bey Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim’e sunduğu risâlesinde, devlet kurumlarında ve adalet sistemindeki yozlaşmaların ve aksaklıkların düzeltilmesi için kanunların gerektiği gibi uygulanmasını önerir.[1153]
On yedinci yüzyıl da genel kanaat bütün bozukluklara Kanûn-ı Kadim (geleneksel düzen)’den ve Şer’-i Şerif’ten ayrılmanın sebeb olduğu yolundadır.
On sekizinci yüzyılın ilk yarısında Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın Sultan III. Ahmed’e sunduğu lâyihada, eski kurumların ihyâ edilmesi tavsiye edilir.[1154]
Osmanlı devlet adamları ve aydınları lâyihalarında, şüphesiz kamuoyu tesirinde de kalarak eski nizamın gerektiği gibi tesisini tavsiye etmektedirler.
Osmanlı Devleti’nde ilk kez Lâle Devri’nde Fransa’ya elçi gönderildi. Sadrazam Damat İbrahim Paşa, Paris’e yollanan Yirmisekiz Mehmed Çelebi’den “Fransa’nın vesâit-i umran ve maarifine dâhi lâyıkıyla kesbi-i ıttılâ ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri”ni istemiştir.
Sultan III. Selim’in şehzâdeliği sırasında XVI. Louis ile gizlice mektuplaştığı, hatta Fransa Kralı’nın genç Şehzâde’ye bir takım nasihatler verdiği söylenir. Nitekim Fransız İhtilâli ile aynı yıl tahta çıkan Sultan III. Selim ekonomik ve askerî alanda Avrupa’nın ilim, fen ve teknik bilgilerinden yararlanılarak bazı ıslahat ve yenilikler yapılmasını istemektedir.[1155]Hatta İstanbul’da da “Islâhat-ı Cedide” dedikoduları başlamıştır.[1156]Gerçekten de Sultan III. Selim Fransa’daki “Tiers-états” meclisinin benzeri gibi bir “Meşveret” yapmak arzusunu göstermiştir. Bununla beraber Sultan III. Selim’in fermanları, onun da On yedi ve On sekizinci yüz yılların Islahat lâyihalarında olduğu gibi, kötülük sebeplerinin “kanunların uygulanmayışı” olarak gördüğünü kanıtlamaktadır.[1157]Aslında bu ana fikir Tanzimat Fermanı’nda bile değişmeyecektir.[1158]
Bununla beraber Sultan III. Selim, layihalarda önerildiği gibi “terk edilen nizam ve kavaid’”e dönmek yerine, devletin kurumlarını Batı usulleriyle yenilemeye karar verdi. Ebu Bekir Râtib Efendi’yi Batı kurumlarını incelemek üzere Avusturya’ya yolladı. Ebu Bekir Râtib Efendi’nin 1793’de Padişah’a sunduğu Sefâretnâme’sinde Avusturya’nın adalet, kültür, sağlık ve ekonomik kurumları hakkında pek çok bilgiler, yorumlar bulunmaktadır:
“... Avrupa devletlerinde, kralları tarafından verilen nizam, kaide ve kanunlara, küçük ve büyük bir fert, gereği gibi saygı gösterdikçe ve vergilerini zamanında ödedikçe kral, asker ve memur tarafından hiçbir kimse ona baskı yapamaz, saldıramaz ve büyüklük taslayamaz ve gözün ortasında kaşın var diyemez. Hangi kumaşı isterse giyer ve ne isterse söyler, yer ve içer ve gezer ve biner ve iner, hiç kimse ona karışmaz... ve evlerine, dükkânlarına, bineklerine ve mal ile mülküne müdâhale ve taarruz edemez”.
Bununla beraber Osmanlı kültüründeki “Kanûn-i Kadîm” anlayışıyla Avrupa ülkelerindeki hukuk düzenini eleştirir:
“... Bunlarda şeriat yoktur. Yani Hazret-i İsa’nın koyduğu şeriattan suretâ nikâh maddesi kalmıştır. Onun da daima icrâ olunduğu yoktur. Kaldı ki, miras hususunda dahi dine itibar etmezler. Bugün Avrupa memleketleri öyle haldedir ki onlara ehl-i kitap denilemez. Her ne kadar, şeriat tâbiri kullanırlarsa da, kendi menfaatlerine uygun, her kralın vaktinde bazı maddeleri değiştirerek ve ilâveler yaparak tertip ettikleri kanunlara ve kaidelere, hâşâ, şeriat adını verirler.”[1159]
Avrupa devletleri On beşinci yüzyıl ikinci yarısından itibaren İstanbul’da daimî temsilcilikleri bulundurmasına[1160]rağmen Osmanlı Devleti Avrupa devletleri yanında devamlı elçiler bulundurmayı gerekli görmemiştir.[1161]Aslında İslam hukukunda “Diyâr-ı küfr” olarak tanımlanan Hıristiyan ülkelerinde bir müslümanın uzun müddet ikameti de uygun değildir. Ve zaten ilke olarak Hıristiyan ülkeleri “Dar ül-Cihad” sayılmaktadır.
Bu durum devletin kudretli devirlerinde önemsenmiyordu. Hatta Hıristiyan hükümdarlarının tek taraflı olarak İstanbul’da elçi bulundurmaları da Padişahlarca bir saygı göstergesi sayılıyordu. Nitekim yabancı elçiler reis Efendi ile görüşmeleri sırasında ve huzura alındıklarında çok kere küçümsenmektedir. Buna rağmen özellikle yeniçerilerin üç aylık ulufelerinin dağıtılması sırasında yabancı elçiler çağrılıp, küçük tepeler gibi yığılan akçe torbaları gösterilerek devletin kudreti hakkında propaganda yapılmaktan da geri kalınmıyor, elçiler Osmanlı ülkesine girişlerinden itibaren yol boyunca ve menzillerde tüm istekleri, korunmaları devlet ricaline yapıldığı gibi sağlanıyordu.
Bununla beraber On sekizinci yüzyılda gelindiğinde düşmanlarına artık eskisi gibi tek başına karşı koymağa muktedir olamaması, Osmanlı Devletini diplomasi usullerine uygun dostluk anlaşmalarına zorladı.[1162]Bu da Avrupa devletleri kuvvetler dengesindeki değişmelerden yararlanmayı gerektiriyordu.
Bu bağlamda 1789’da Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa devletler dengesinin değişmesi üzerine de Osmanlı Devleti’ni İngiltere, Fransa, Prusya ve Avusturya’ya üç yılda bir değiştirilmek üzere beraberlerinde tercüman, sır kâtibi (sekreter), ve maiyet memuru da olarak birer ikamet elçisi yollandı.[1164]Bu elçiliklerin bir görevi de, Avrupa’da iş yapacak olan Osmanlı tüccarlarının haklarını kollamaktı.[1163]
Yenileşmenin “askerî plânda” gerçekleştirdiği bu gelişmelerin yanısıra ilk defa 1776’da “yerinde Fransızca öğrenerek ve öğrenim yaparak memlekete dönüşünde Divan’da kullanılan Fenerli Rum tercümanlar yerine tayin edilmek üzere” İshak adlı bir Türk öğrenci Paris’e gönderildi.[1165]Yenileşme hareketlerinin birdenbire hızlanması, Batı âleminin daha esaslı ve daha devamlı müesseseler vasıtasıyla memlekete girmeye başlaması On dokuzuncu yüzyılda ve özellikle Tanzimat dönemindedir.[1166]Ancak Batı’ya yönelişin ilk emârelerini Lâle Devri’nde bulmak mümkündür.[1167]
Batı ile yüzyıllar süren akkültürasyon olayında aradaki “zıtlıklar” ve “uyuşmazlıklar” Osmanlı kültürel kimliği için standart korunma mekanizmaları oluşturmuştur.
a. İlkelerde Zıtlık
İnanç açısından İslâmiyet ve Hıristiyanlık arasındaki karşıtlıkların sosyal projeksiyonları iki kültürün ana ilkelerdeki zıtlıklarını da doğurmuştur. İnanç kökenli bu karşıtlıkların çatışma durumunda olan en belirgin üç ögesi Allah tasavvuru, çok eşlilik (taaddüd-i zevcât) ve mübarek günler meselesidir.
Hıristiyanlığın tanrı inancı, ilkçağ, mitoloji ve teolojisinin, eski Yunan düşünürlerinin antropomorfik anlayışı etkisindedir. Bu anlayış kilise sanatında antik çağın iki ve üç boyutlu realist resim ve heykel sanatlarını geliştirirken, İslâm inancı da biçime bağlı olmayan (non-figüratif) yazı ve tezyinî sanatları meydana getirmiştir. Burada bir somut-soyut (müşahhas-mücerret) karşılaşması vardır. Yine Hıristiyanlığın “péché eternel” (ebedî günah) inancının etkisinde kalmış kilise mimârîsinin katedralleri karanlık, kasvetli, dar ve derindir. İslâm’ın camileri ise aydınlık, yüksek ve geniş tutulmuştur. Burada da her iki kültürün insan anlayışındaki farklılıklar, mekân ve ışıklandırma zıtlıkları biçiminde simgesel olarak görülüyor.
Taaddüd-i zevcât (sınırlı çok eşlilik) ilkesi Osmanlı ve Batı toplumları arasındaki önemli zıtlaşmalardan biridir. Bu ilke beraberinde bazı hukukî ve ahlakî prensipleri de getirmiştir. Nitekim Avrupa’da “nesebi gayri sahih” (piç) çocuklar meselesi öteden beri ortada kalmış olup bazı ünlüler bile resmen “veled-i zinâ”dır. Meselâ Aydınlanma çağının filozof-matematikçilerinden ansiklopedist d’Alembert taşıdığı asâlet simgesini “Madame de Tancin”in babası belli olmayan (fils naturel) “doğal evlâdı” oluşundan almaktadır. Ünlü Fransız yazarı Alexandre Dumas Fils’ de kendinden daha ünlü bir yazar olan Alexandre Dumas’nın birçok “doğal evlâd”ından biridir.
Erkek egemen toplum içinde çeşitli nedenlerle “evlenememiş” ve hâmisiz kalmış önemli sayıda kadının her zaman var oluşu, “fahişelik”i (prostitution) Avrupa’da resmen kabul edilmiş bir meslek ve bir “sosyal kurum” haline getirmiştir. Başta “syphillis, chancre” gibi çok bulaşıcı zührevî hastalıkların epidemik karakter almasını önlemek için, bu kadınların birçok doğal, insânî ve sosyal hakları ellerinden alındığı gibi, toplum ile ilişkileri sınırlandırılmış, “fahişe” statüsü altında (adeta insanla hayvan arasında bir varlık gibi) bulundurulmaları gerekmiştir.
Nitekim böyle bir anlayışın sonuçlarından olan “syphillis” hastalığı Osmanlı ülkesinde “frengî” ya da “frenk hastalığı” olarak biliniyordu. Çünkü Osmanlı sularında dolaşan ecnebî ticaret gemileri Fransızlar’a verilmiş bir imtiyaz gereği Fransız bandırası çekmek zorunda idiler. Bu nedenle limanlarımıza gelen Avrupalılar’ın resmî kağıtlarında geçen “français” ya da “french” kelimelerinden galat olarak hepsine bir “millet” olarak “frenk” denilmekte ve Batı usullerinin tümü de “alafranga” (alla franca) olarak adlandırılmaktaydı.
Diğer bir sorun olan mübarek günler ise Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar için Cuma, Cumartesi ve Pazar olarak günümüze kadar dokunulmadan gelmiştir.
Bununla beraber ticaret hayatında “faiz”, ekonomi’de “israf” konuları, İslam ve Batı kültürleri arasında önemli karşıtlıklardandır. Birbirlerinin etkilerini attıran fâiz ve israf, Batı ekonomisindeki rekabet ve risk kavramlarıyla fevkalade uyumludur. Oysa tasarruf esasına dayanan İslam ekonomisi için aynı derecede terstir. Dolayısıyla İslâm kültürü içinde yer alan klasik Osmanlı kültüründe ne fâize, ne israfa, ne de sebeb oldukları risk faktörü ve acımasız rekabete, ya da piyango, lotarya gibi haksız kazanç çeşitleriyle bağıntılı diğer kavramlara yer yoktur.
b. Ayrıntılarda Zıtlık
Bu tür ayrıntılar iki kültür arasındaki zihniyet karşıtlıklarını ortaya koydukları için önemlidirler.
Osmanlı mimarlığında “iç ve dış mekân” ayrımı, ya da bir anlamda “aile içi dünya ile dış dünya” veya “ben-biz ve başkaları” kavramları arasındaki ilişkiler önplândadır.
Dış dünya ile iç mekânın ayrıldığı yer olan dış kapıda ayakkabı çıkarılmadan evlere girilmez. Dışa açık pencerelerde içeriden dışarıya ve tersi yönde bakışlara göre özel düzenlemeler yapılmıştır. Bahçe duvarları yüksek tutulmuş, selâmlık bölümleri ayrılmıştır.
Osmanlılar (ve tüm Müslümanlar) suyu vücutlarının üzerinden akıtarak, Batılılar ise banyo küvetlerinde, lavabolar ve leğenlerdeki durgun suyun içinde yıkanırlar. Yıkanma kültüründeki bu karşıtlık gerek meskenler, gerekse çarşı hamamlarının temiz ve pis su donanımlarında farklı mimarî konseptler oluşturmuştur.
“Şapka” (capella) Orta ve Yeniçağ’larda sosyal sınıfların, mesleklerin, grupların kimliklerinin simgesi olmuştur. Ortaçağ’da Avrupalı asilzâdeler karşılaştıklarında kimliklerini, dost ya da düşman olmadıklarını kanıtlamak için zırhlarının başlıklarını çıkarırlardı. O hâlde şapka çıkarmak geleneği kendini tanıtmak, kendinden emin kılmak anlamına geldiği gibi, belirli bir sosyal kimliğin verdiği bazı avantajları reddetmek veyâhut tevâzu gösterisi olarak kimliksiz kalmak, başka bir deyişle saygı gereği mecâzi “serflik”, hizmetkârlık beyan etmek oluyordu.
Halbuki Osmanlı toplumunda muhatabın karşısında baş açıp kimliksiz kalmak ona karşı bir saygısızlık ifâdesidir. Başka bir deyişle her iki kültürün kendi geleneklerinden kaynaklanan saygı ifadeleri farklıdır.
Okuma ve yazma eylemi İslam-Osmanlı kültüründe birbirlerinden ayrı ve hemen hemen bağımsızdır. Ancak Osmanlılar için okumak öncelikli olmuştur. Aslında İslam’da da ilk emir “oku” olmuştur. Zira Kur’an’ın okunmasında, İslam düzeninin bilinmesi ve uygulanması açısından toplumsal mecburiyet vardır. Ancak Kur’an’ı yazılı bir metin üzerinden okumak da şart değildir. Kur’an, ezberden de okunabilir. Önemli olan metnin orijinalinin benzeri olarak aynen ve hatasız tekrarlanmasıdır. Bu nedenle bilgili insana “okumuş adam”, yâni “okumasını bilen adam” denir.
Yazı ise sözlü metinleri saklamak için esastır. Nitekim ticarî mukavelelelerin yazıya geçirilmesi hususunda hadis de vardır.
Batı kültüründe önce yazı, okuma ise sonradan gelir. Nitekim bilgili insanlara “okumuş adam” yerine “yazan” anlamında “lettré, lettered”, cahile de tam karşıtı olarak “illettré, illettered” derler.
Osmanlı yazısı sağdan sola, yâni kağıdın boş ve görünen kısmına doğru kalemi çekerek, el titremeden yazılabildiği halde, Batılılar soldan sağa doğru ve görüşe kapalı bir alana doğru kalemi iterek yazarlar.
Batı’da bir metindeki önemli kelimelerin altı, Osmanlılar’da ise üstü çizilir. Kitapları Batılılar kitaplık raflarına dikine Osmanlılar ise yatırarak dizmişler ve böylece yaprakların zamanla kendi ağırlıklarını taşıyamayarak buruşmalarını, aralarına toz, rutubet ve zararlıların girmesini önlemişlerdir.
Kimisi, örneğin askerî birliklerin Osmanlılar’da sağ, Batı’da sol ayakla yürüyüşe başlamaları gibi, şartlı refleksler düzeyine kadar indirgenmiş bu tür basit karşıtlıkların sayısı daha da arttırılabilir.
c. Uyuşmazlıklar
İslam ve Hıristiyanlık inançları dışında, toplumların günlük hayatını ve dünya görüşünü etkileyen uyuşmazlıklar da vardır.
Batılılar “Güneş” takvimi kullanırlar ve lineer zaman kavramına sahiptirler. İslam-Osmanlı kültüründe ise “Ay takvimi” geçerlidir ve zaman kavramı dönüşümlüdür. Dolayısıyla Batı takvimlerindeki aylar yıl içinde sabit, Osmanlılar’da devingendir. Osmanlılar’da her gün güneşin batışı ile biter. Batı’da ise günler gece yarısından itibaren başlar. Batı takvimlerinin başlangıcı Hz. İsa’nın velâdetini, Müslümanlarınki “Hicret”i esas alır.
Genelde üstü kapalı geçiştirilen bir uyuşmazlık da “ilm” anlayışıyla Batı’lı anlamda “fen” (science) kavramları arasındaki mahiyet farklılığıdır. Aslında uyuşmazlık ilim ve fen içeriklerinin karşılaştırmalarından çok, her iki kültürde özgün “bilimler sistemi” kuran temel ilkelerdi belirginleşir.
Bu uyuşmazlık ele alınırsa Osmanlı ilimler sistemi ile Batı’daki bilimler dizini arasında amaç ve kapsam benzemezliklerinin yarattığı epistemolojik sapmalar da açıkça ortaya çıkar.
Osmanlı (İslâm) sisteminde ilimlerin bağlı bulundukları ana dal “Hukuk” (şeriat)’dur. İlimler için düzenleyici odur. Bütün ilimler öncelikle Hukuk’un var olması, yücelmesi için vardırlar.
Batı sisteminde ise Hukuk bilimi, ana dal değil, ana dala bağlı bağımsız bir bilimdir. Tüm bilimlerin de “Hukuk Felsefesi, Tarih Felsefesi, Biyoloji Felsefesi, hatta Bilim Felsefesi” gibi kendilerine özgü felsefeleri vardır. Ama bilimlerin bağlı olduğu ana dal Felsefe’dir. Başka bir deyişle bilimlerin gayesini Hukuk değil, Felsefe saptar.
Diğer taraftan Osmanlı (İslâm) ilim sistemi âlemi iki kısma ayırır: Göze görünmeyen, gizli, bilinmeyen şeyler âlemi (Âlem-i Gayb) ve içinde yaşadığımız Evren’in oluşturduğu görülenler âlemi “Âlem-i şahâde(t)”.
Âlem-i Gayb’ın ilmi insan tefekkürünün dışında ve Allah’a mahsustur. İnsanın ilmi yalnız “Âlem-i şahade”ye ait ve insanların bilmesine izin verilmiş olan bilgileri kapsar. Bu ilim anlayışı insan düşüncesine temel epistemolojik referans olarak çok önemlidir. Çünkü “Gayb” ayırımı yalnız insan içindir. Allah için bilinmeyen yoktur. Diğer taraftan bilinmesine izin verilenler de “fi sebîlillah”tır ve amacı ancak “ilâ-yi Kelimetullah” olmalıdır. Başka bir deyişle ilim edinmek Allah adına yapıldığı için, yaratılmışlara zararlı amaçlar uğruna geliştirilemez ve kullanılamaz.[1168]
Bizans’ın fethine kadar olan dönem, Osmanlı Devleti’nin kendi özgün örgütlenmesini imâl etmekle geçmiştir. Bu dönem sırasında kültür esas itibariyle Orta Asya’dan getirilen ve Anadolu’daki yerleşme sırasında törenler, pazarlar, evlenmeler gibi ilişkilerle edinilenlerin İslam prensiplerinin çerçevesi içinde karışımından oluşmuştur.
Bu bağlamda Osmanlı toplumunun, Anadolu’da Bizans İmparatorluğu ve Rumeli’ye geçişten sonra Avrupa ortalarına kadar olan sahalarda Batı kültürü karşısındaki genel davranışı, tavrı, özgün bir bileşik kültür (culture complexe) olarak anılabilir. Avrupa içlerine doğru ilerledikçe Lâle Devri’ne kadar sürecek akkültürasyon tarzında bir “Serbest Kültür Değişmeleri” dönemi başlar. Bu dönemdeki kültür değişmeleri, ayrıntılar ve özel durumlar dışında, hâkim sınıfın kültüründen reâyâ durumundaki yerli ahaliye yönelik olmuştur.
Ancak Viyana bozgunundan Lâle Devri’ne kadar geçen dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun o zamana kadar yaşanmamış ama daha sonra devam edecek kanlı, buhranlı ve tehlikeli dönemini oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu geciktiğinin farkına varamadan Avrupa güçlenmiştir. Önceleri bu durumu kabullenmeyen Devlet-i Aliyye, uzun, sürekli ve yenilgiyle sonuçlanan savaşlar sonunda maddî ve manevî çöküntülere düştü. Lâle Devri’nde Osmanlı devlet ricâli artık örtülü bir biçimde de olsa, belirli alanlarda Batı’nın üstünlüğünü kabullenmek zorunda kaldılar. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’nın bulduğu âcil çözüm devlet yeniden kuvvetleninceye kadar bir önlem olarak Batı karşısında “uyuşma” (itilâf) halinde olmaktı.
Daha önce belirtildiği gibi, bu iki kültür arasındaki zıtlaşma ve aykırılıklar nedeniyle “akkültürasyon” ilişkileri kurulamamıştı. Dolayısıyla yöneticiler birdenbire farkına varılan değişikliğin sebeplerini anlayamamakta ve çâresiz kalmaktadırlar. Ancak hemen hemen içgüdüsel bir davranışla Batı’dan bazı yeni teknolojilerin transferine karar verildi. Tersânelerde yeni gemi inşa teknikleri kullanıldı, mühendishaneler açıldı.
Oysa Batı kültürünü o zamana kadar gelmiş geçmiş tüm kültürlerin hepsinden ayıran çok önemli bir özelliği vardır. Bu da bilim’e verilen önemdir. On yedinci yüzyılın ikinci yarısından sonra bilimin yepyeni bir yönde gelişmesi ve ilk kez teknik yöntemler aracılığıyla bilimin hayata etkin bir biçimde uygulanması Batı uygarlığı içinde yaşayanlara diğer kültürlerle karşılaştırılamayacak yeni bir düşünce, farklı görüş unsurları kazandırdı.
Batı uygarlığına gelinceye kadar, eski kültürlerin hiçbirini diğerlerinden farklı kılan temel unsur, “bilime diğer bütün unsurlardan daha üstün bir yer tanınması” olmamıştı. Üstelik eski medeniyetlerde ampirik yöntemler tercih edildiğinden; insan bilimlerine daha çok önem verilmiş, fizik, kimya gibi uygulamalı bilimler gelişememişlerdir. Oysa Batı kültüründe deneysel bilimler herşeyden değerli bir konuma geçmişti.
Dolayısıyla Batı kültürü ile karşılaşacak herhangi bir kültürün aralarındaki akkültürasyon tek yönlü olacaktır. Başka bir deyişle Batı’nın biriktirdiği teknolojik unsurlar doğal olarak bilim ve teknolojisi zayıf kültüre doğru akacaktır. Bu ilişkiler sırasında Batı’nın davranış biçimleri, yaşama tarzları, hatta adetleri ise anlamları, işlevleri ve önemleri kavranılmadan biçimsel düzeyde taklit edileceklerdir. Değişimin (akkültürasyon’un) oranı, bileşik kaplar kuramı gibi, özgün bilgi seviyesi ve kavrama kapasitesi ile orantılı olacaktır.
Nitekim Osmanlı kültürü de Batı’yla böyle bir süreç içinde karşılaşmıştır. Aslında Sultan III. Selim’e kadar Batı’dan önce serbest kültür değişimleriyle basit teknikler ve teknoloji aktarılmak istenmiştir. Bu dönemde Osmanlı gururu toplumun bütün kesimlerinde henüz yeterince rencîde olmamıştır. Daha sonra Avrupa’nın üstünlüğü karşısındaki teknik acizlik ve bu kültürü anlayamamaktan doğan çaresizlik, özellikle üst yöneticiler, bürokratlar ve aydınlar arasında Batılılara karşı aşırı hayranlık ve ne olursa olsun onlara benzeme biçiminde bir aşağılık duygusu oluşturdu.
Ve Tanzimat öncesinin son Sultanı II. Mahmud döneminde Batı kültürünün bir kısım kurumları zorunlu olarak alınırken, bazı davranış ve âdetleri de beraberinde kabul edildi.[1169]