D. ŞEHİR HAYATI

Din ve mezhep farklılıkları gösteren gayrimüslim Osmanlı uyruklarının şehir kültürlerini ayrı ayrı ele almak bu incelemenin boyutlarını çok aşacağından, bu bölümde şehir hayatının aile ve mahalle yapısı yerleşik nüfusun yalnızca Müslüman kesimi için konu edilmiştir.

1. AİLE

Karı-koca ve çocuklarından oluşan orta sınıftan şehirli bir Osmanlı ailesi genellikle 4 ilâ 7 kişi arasında nüfusa sahiptir. Diğer taraftan şehirli zengin sınıfların büyük aile tipinde karı-koca ve çocukları, koca’nın büyük ebeveyni, kız kardeşi, süt kız kardeşi, halayık, uşak ve câriyelerden oluşan çok kalabalık aileler de vardı. Burada hizmetkârların da aile kavramı içine alındığı görülür. Gerçekten de genç hizmetkârlar ailenin fertleri gibi sayılarak, çeyizleri temin edilir ve evlendirilir, yaşlı dadı ve kalfalar da “ata yâdigârı” sayılarak ebeveyn gibi saygı duyulurdu.

a. Nikâh

İslâm hukukunda nikâhın muteber olabilmesi için resmî bir görevlinin ya da bir din adamının bulunması ön şart değildir. Tarafların ve şahitlerin bulunması yeterlidir. Ancak nikâh, toplum içinde yeni bir statü, bir merhâle ve yeni bir ailenin başlangıcı olduğu için nikâh akdine resmiyet kazandırılması, kayıtlara geçirilmesi uygun görülmüştür.

Mahkemelerde kadı tarafından kıyılan nikâhlar sicile işlenir fakat bu işle görevlendirilmiş bir nikâh memuru yoktur. Ancak nikâh için gerekli şartların yerine getirilip getirilmediği tahkik edilmiş, hatta özel bir deftere tarafların ve şahitlerin isimleri, mehrin miktarı kaydedilmiştir. İslâmiyet’te karı-koca arasında mal ayrılığı esastır. Diğer taraftan kadı izniyle kıyılmamış nikâhlarda daha sonra bir ihtilaf meydana gelirse, mahkemeler bu davalara bakmamaktadırlar. Kadıların bu tutumu, taraflar arasında meydana gelebilecek mehir, nafaka, iddet müddetinin tayini, şartlı talâk (boşanma), tek taraflı boşanma gibi hukûkî ihtilafların çözülebilmesini sağlamak için halkı nikâhların mahkemelerde kıydırılması yoluna kanalize etmiştir. Kısacası Osmanlı ülkesinde evlilik kurumu devletin denetiminden uzak değildir.

Kadın ve erkek, kadı huzuruna giderek, bazan taraflardan birinin veya her ikisinin mahkemeye vekil göndermeleri suretiyle ya da evde şahitler huzurunda nikâhları kıyılıyor ve sözleşme mahkeme siciline kaydediliyordu. Evlenirken erkek kadına, günümüzde raslanan “başlık” âdetinden farklı, bütünüyle kadına ait olmak üzere ödenen “mehir” denilen bir nikâh bedeli vermektedir.

Mahkeme sicillerinde çok evlilik ve boşanma pek görünmüyor. Raslanan çok evliliklerin bir kısmı boşanmış kadınların toplum içinde sahipsiz kalmalarını önlemekle ilgilidir. Boşanma’ların sebebi çoğu kez erkek çocuk istemeye bağlıdır. Diğer taraftan boşanırken erkeğin mehir parası ve eşya vermesi ve kız çocuğun anaya bırakılması boşanmaları engeller.

Daha önce görüldüğü gibi, gayrimüslimler kendi dinî cemaat hukuklarına tâbi olmakta serbest iken nikâh akdi için, miras hukukunda devletin garantisini sağlamak açısından şer’î mahkemeye gidiyorlar ve nikâh sözleşmelerini sicillere kaydettiriyorlardı.

Osmanlı ailesinde erkek örf ve âdetleri muhafaza eder, kadın da yeni nesillere geçmesine, devamını sağlardı.

b. Ev Hayatı

Kadınla erkek arasında iş bölümü bulunmaktadır. Ailenin geçimini temin etmek erkeğe, ev ekonomisi kadına aittir. Erkek yalnız kadının isteyeceği malzemeyi temin etmeyi düşünür ve gerisine karışmaz. Evin hanımı erkeğin getirdiği ihtiyaç maddelerini, hamur açarak, makarna keserek, tarhana yaparak, reçel kaynatarak, murabba çıkararak, turşu kurarak, sebze ve meyva kurutarak, yemeklerde kullanılmak için kuyruk yağı eritip içine süt ve tereyağı katarak kilerde saklanabilecek duruma getirir. Kadın yüzyıllar boyu Türk mutfağının çeşitli yemeklerini, tatlılarını icat etmiş ve hazırlamıştır.

Yemek evin ve ailenin durumuna göre odada, sofada veya mutfakta yenir. Cevizden, kısa bacaklı sofra iskemlesi üzerine “meydan sinisi” denilen büyük bakır sini, onun da üstüne işlemeli beyaz “sini örtüsü” örtülür. Ortaya ocaktan alınmış sıcak yemek kaplarını koymak için bir nihâle yerleştirilir. Yemeğe başlamadan önce parlatılmış sarı leğen ve ibrik kullanılarak eller sabunla yıkanır. Sofraya büyükler oturduktan sonra oturulur, yemeğe önce onlar başlardı. Sofradan kalkıldığında ekmek lokması ya da yemek artığı bırakılmazdı. Yemekten sonra eller yine ibrik ve leğen kullanılarak sabunla yıkanırdı.

Yatma vakti gelince yüklüklerden çıkarılan döşek, yastık ve yorganlarla yapılan yer yataklarında yatılır, ertesi sabah bu malzeme tekrar yerine konulurdu. Böylece Osmanlı mesken mimarisinin fonksiyon şemasında yemek ve yatma mekanları müstakil değildir. Dolayısıyla günlük yaşamda serbest kalan alan oranı artmıştır.

Evlerin içinde bulunan eşya türleri ve miktarları bakımından da hıristiyan ve müslüman evleri arasında pek fazla fark yoktu. Hatta hıristiyan aileler müslüman misafirleri için evlerinde seccâde bile bulunduruyorlardı.

Büyük ailenin bayram, kutsal günler, nişan, kına gecesi, çeyiz alayı, düğün gibi genel buluşma sebepleri vardır. Ayrıca akşam yemekleri de ailenin aynı mekânda toplanma sebebidir.

Çeyiz Hazırlıkları

Osmanlı kadını kız evlâdı doğurursa hemen çeyiz hazırlıklarına başlar. Bir kızın çeyizi ne kadar fazla olursa o kadar şereflenilir. Gelinlik kızı olan evlerde bu çabaya büyük anneler, teyzeler, halalar ve hatta yaşı gelince kızın kendisi de katılırdı. Yıllar boyu süren bu çalışmalarda 30-40 kat kadar iç çamaşırı, gergeflerde işlenmiş makrameler, peşkirler, sofra takımları, yatak örtüleri, yastık kılıfları gibi çeşitli ev eşyaları yanında, kenarları altın ve gümüş sırma işlenmiş entariler dikilir, ince keten, ipek, ipek atlas ve kadife kumaşlar bazen de kumaş inceliğinde deri üzerine doğal boyalı ipek iplikler, ince çekilmiş metal ipliklerle işlemeli iç çamaşırı, kaftan, mendil, kavuk örtüsü, uçkur, kaşbastı gibi giyim eşyaları, işlemeli bohça, cüz kesesi, peşkir, nihaleler hazırlarlardı.

c. Çocuklar

Çocuğun doğumdan sonra isimsiz olarak bırakılması câiz görülmediğinden, çocuğun göbeği kesilirken İslâm ulularından yada ailenin büyüklerinden birinin adı “göbek adı” olarak konurdu. Mahşer günü insanların “göbek adları” ile çağrılacaklarına inanılırdı.

Doğumu takip eden günlerde, aile büyüklerinden biri çocuğun sağ kulağına ezan-ı Muhammedî okur, böylece yeni doğan İslâm toplumuna girmiş olurdu. Sonra üç defa göbek adını fısıldar ve diğer kulağına yine üç def’a ismini söylerdi. Eğer bir tören yapılacaksa yemekler yenir, çocuğun beşiğine hediyeler asılırdı.

Çocuklara genellikle toplumca tanınmış kişilerin adları verilir. Hatta doğum sırasında eve uğurlu sayılan bir konuk gelmişse çocuğa onun adını verme geleneği de vardır.

Yeni doğana İslam kaynaklarından alınma adlar kullanılmaktadır. Bazan Kur’an’da geçen kutsal isimler, ya da yöredeki bir evliyanın adı verilir, bazan da Kadir, Receb, Şaban, Ramazan, Mevlud, Bayram gibi doğumun zamanını hatırlatan isimler konurdu.

(1) Çocuk Hakları

Üç nesil bir arada yaşayan büyük aile tipi üzerine kurulmuş Osmanlı toplumunda yeni doğan’ın kendi ana babası dışında büyük ebeveyn, amca gibi başka koruyucuları da vardır. Dolayısıyla herhangi bir sebeple ana ve babasını kayıp etse bile sahipsiz değildir.

Bununla beraber devlet pek çok durumda yeni doğanı muhafaza etmektedir. Bu bağlamda hangi millet’den (dinden) olurlarsa olsunlar âciz durumdaki ailelere yardım edilmekte, çocuklu dul kadınlara, ikiz ve üçüz doğuran kadınlara ve hatta terk edilmiş çocukların bakımını üslenen kimselere, hatta terk edilen ya da babasız doğan çocukların bizzat kendilerine de maaş bağlanmaktadır.[843]

Diğer taraftan kimsesiz çocukların korunmaları açısından toplumda onlara yasal miras hakkı tanıyan “evlât edinme” kurumu da işlemektedir. Ayrıca miras hakkı olmamakla beraber “ahretlik” adıyla ev hizmetlerine yardımcı olarak koruma altına alınan ve ev halkından sayılan çocuklar da vardır.

Osmanlı ülkesinde bir süre bulunmuş batılı yazarların bazı anılarındaki olaylardan, ya da örneğin gravürlerde çocuk ve yetişkin giysilerinin birbirinin tam benzeri olmasından Osmanlı toplumunda çocuğun büyük insan prototipi olarak algılandığını anlıyoruz.

Nitekim bu bağlamda çocukların bazı önemli yükümlülükler açısından büyüklerden fazla ayrılmadıklarını görüyoruz. Örneğin kadılar suç ve kabahat kapsamına giren eylemler yaptıklarında eğitim amacı taşıdığı için çocuklara hafif de olsa azarlama ya da darb biçiminde “tazir-i tedib” (yola getirme) cezası vermektedirler. Gerçi bu uygulamayı çağın pedagojik anlayışı olarak da yorumlamak mümkündür. Nitekim sıbyan mekteplerinde de “falaka” cezası uygulanmaktadır.

Ancak “sinn-i sabâvet” (bulûğ çağı öncesi) durumunda bulunan “küçük”lerin de öşür ve harac gibi vergileri ödemekle mükellef tutulmaları yukarıdaki görüşü kanıtlamaktadır.[844]Dahası, çocukların, “hakk-ı sıla-i ivâziye”si[845]bülûğ çağına geldiklerinde ikmal ve tamamlanmak üzere küçük yaşlarda evlendirilmeleri de mümkündü.[846]

(2) Çocuk Eğitimi

Çocuk, doğduktan sonra bir buçuk yaşına kadar geçen zamana “tufûliyyet-i ulâ“, bir buçuk yaşından on iki yaşına kadar olana da “tufûliyyet-i sâniye” denilmektedir. Sıbyan Mektebi denilen ilköğretim okuluna başlamak için bir yaş belirlenmemiştir. Her çocuk kendi bünye ve mizacı açısından olgunluğu yeterli görülen yaşta iken okula gönderilir. Üstelik eğitim sınıf ve ders yılı ile bağıntılı olmadığından, yılın istenildiği bir zamanında okula başlanabilirdi. Bununla beraber on beş yaşına kadar “sinn-i sabâvet” (sâbilik, çocukluk) çağı sayılır. Bu süreç içinde çocuğun sıbyan mekteplerinde eğitim görmesi şart değildir. Evinde de yeterli eğitim alabilir. Sonrasında medreselerde ya da devletin kalemlerinde şâkird olarak veya ihtiyarî olarak herkese açık olan cami derslerinde, tekkelerde de öğrenmelerini devam ettirebilirler.

Diğer taraftan isteyenler bir sanat kolunda çırak olarak da eğitime başlayabilir. Sanatlar lonca sistemine bağlı olduğundan, sanatkarlar da belirli cemaatler oluştururlar. Başka bir deyişle çocuklar kendi cemaatlerinin, zümrelerinin nezaretinde disiplinli biçimde sanat öğrenirlerdi. Bununla beraber bazı sanatlar da babadan oğula geçerek devam ettirilmekteydi.

Bu arada gayrimüslim cemaatler arasında Yahudî çocukları sinagogların yanında bulunan ve “heder” denilen küçük okullarda, Hıristiyan çocuklar ise papazlar tarafından kilise kurumlarında eğitiliyordu.[847]

Ancak çocukların fikrî ve hissî gelişmelerine yardımcı olacak yazılı edebiyat yoktur.[848]Bu konuda (Müteferrika) basımevinin gecikmesini sebep olarak görmek mümkündür.[849]Bununla beraber büyükanne ve annelerin dilinden naklen kısmen çocukları da kapsayan masallar, efsaneler, din ve ahlak bilgilerinden oluşan şifahî bir edebiyat vardır. Hatta akşam namazı ve yemekten sonra, hele kışın tandır başında toplanan aileye peygamber kıssaları, hamzanâmeler, gazavatnâmeler, destanlar okunan evler de vardır.

(3) Çocuk Oyunları

Hiç şüphesiz o dönemlerin çocuklarının, büyüklerin dünyasını taklit ettikleri pek çok oyunları bulunmaktadır. Çelik-çomak, takla oyunları, esir almaca, kurtarmaca gibi Yirminci yüzyıla kadar ulaşabılmiş çocuk oyunlarının, ihtiva ettikleri ögeler açısından geçmiş yüzyıllardan intikal ettiklerini düşünebiliriz.

Örneğin “esir almaca” ve aynı oyunun tam tersi anlam taşıyan “kurtarmaca” oyunlarında bir yandan Ortaçağ ve öncesinde karşı karşıya gelen iki ordu, savaşçıların kaçma ve kovalamacasının izleri görülmekle beraber diğer taraftan çocukların kaçırılarak gerçekten esir edildikleri gerçek hayatın da temsili bir öğretisidir. Ancak yalnızca bir görüntüden ibaret olarak düşünmemek gerekir. Zira bir yandan kişisel beceri ve takım hâlinde hareket etme, inisyatif kullanma gibi önemli unsurların da öğreticisidir.

Eşit sayıda erkek çocuklar iki takıma ayrılıp karşı karşıya dizilirler. Araya “hadd” denilen ve ülkeler arasındaki sınırı temsil eden bir çizgi çekilir. Her iki takım kaleyi simgeleyen büyükçe bir taş ya da sopa’nın gerisinde dururlar. Çocuklardan biri koşarak “hadd”i aşar ve karşı takımın kale’sine elini sürer ve kaçar. Mukabil takımdan bir çocuk da onu kovalar. Eğer aradaki hadd’i, yani sınırı geçmeden onu yakalayabilirse esir almış sayılır. Oyun kale değiştirerek devam eder. Oyuncularının tümü esir edilen takım yenik sayılır. Esir almaca oyunu mahalleler arasında da daha ciddî çok daha çekişmeli olarak oynanabilir.

Esir almaca’nın tam zıddı olarak oynanan “kurtarmaca” da esir alınmış olan çocuklar birbirlerinin ellerini tutarak dizilirler. El ele tutuşma esirlerin “zincirlenme”sini temsil eder. Etraflarında karşı takımın muhafız çocukları vardır. Muhafızlar kurtarıcıların esirlere “el vurma”larını engelemeye çalışırlar. El vurmadan önce yakalananlar “esirler dizisi”ne katılırlar. Sağdan, soldan ve ortadan hücum eden kurtarıcılara karşı muhafızlar engelleme hareketindedirler. Bu arada “esirler dizisi” de muhafızların karşı koymalarına rağmen düz bir hat üzerinde sağ yada sola doğru kendilerine yaklaşıp el vurmak isteyen kurtarıcılara yaklaşmak isterler. Bu sırada ele ele tutuşmuş olan dizi koparsa, esirlerin bir kısmı “kale zındanlarında” kalır.

Bu arada örneğin “el elden üstündür” gibi atasözlerimizin öğretici tatbikatını yapan “el üstünde kimin eli var” gibi oyunlar vardır.

(4) Oyuncaklar

Osmanlı ülkesinin birçok şehirlerinde aktar dükkanlarında ya da sokak aralarında, seyyar oyuncakçılar tarafından macuncular, keten helvacılar gibi mâniler söylenerek satılmaktadır. Evliya Çelebi de Eyüb oyuncakçılarının meşhur olduklarını, her zaman çocukların ilgisini çekecek yenilikler icat ettiklerini ve tâcirlerin buradan Hindistan ve Yemen gibi ülkelere oyuncak götürdüklerini söylemektedir.[850]

Eyüp oyuncakları kırmızı, mavi, yeşil, sarı renklerin hâkim olduğu aşıboyası ve suluboya ile boyanmış dönmedolap,uçurtma, topaç, salıncak, aynalı beşik, tahta kılıç, ipli ok, davul, trampet, tef, darbuka, fırıldak, topaç, kaval, kursak düdük, havan, testi, araba, tekerlekli sopa, rüzgârgülü, çember, mile gibi yapımında tahta, deri, teneke ve toprak kullanılmış oyuncaklardı. Bununla beraber insan biçiminde oyuncaklar yapılmamıştır.

Kırsal alanlarda yaşayan çocuklara oyuncak yerine kuzu, köpek, ayı yavrusu, karaca, sansar, tilki veya sincap gibi hayvanlar hediye olarak getirilirdi.

Diğer taraftan çocuklar güz mevsimi geldiğinde bostanlarda, mezarlıklarda kuş tutmak için ökseler, tuzaklar kurmakla uğraşırlardı. Bu heves daha ileri yaşlarda evlerde kafes içinde kuş beslemek biçiminde devam ederdi.[851]

(5) Muhabbethâne’ler

Mahalle içinde nakış, dikiş gibi konularda marifeti olan bir hanım ergenlik yaşına gelmiş gelinlik genç kızlara bildiklerini öğretir, çeyizliklerinin tamamlanmasına yardımcı olurdu. Bazan birkaç kızın bir araya geldikleri bu evlere, nakış işleri yapılırken sohbet edilmesinden dolayı “muhabbethâne” denilirdi. Eğitimini bitiren genç kızın işlediği ilk parça ev sahibi hanıma armağan edilir, ayrıca başka hediyeler verilirdi.

2. MAHALLE HALKI

Her yerleşim merkezi bir topluluğun kültürel tanıtımını yapan anlatım bütünüdür. Bu yerleşimlerde bir arada yaşayan insanların her çeşit kültürel olgularını görmek mümkündür. Köy, mahalle, kasaba, şehir olsun her düzeydeki yerleşim biriminin ayrı bir kişiliği vardır. Ancak bu kişilikler toplulukların bağlı oldukları İslam, Hıristiyan, Yahudilik gibi büyük dinlerin kültürel etkilerini, yahut daha genel kriterler içinde Doğu, Batı kültürleri gibi etkenlerin asal karakterlerini taşıyabilirler.[852]

Mahalle tabirini önce Araplar “konaklanan yer” anlamında kullanmışlardır. Türkler’e deyim ve teşkilât olarak Araplardan geçmiştir. Ancak Osmanlı kültüründe birey için “mahalle”, ailesinden sonra gelen ilk topluluktur. Mahalle sâkinleri arasında adeta akrabalık derecesinde dayanışma vardı.

Osmanlı şehirlerinin yerleşim açısından tekrarlanan modülü olan “mahalle”, kendi içindeki örgütlenmesiyle de yerel yönetim açısından etkindi. “Mahalle” genelde aynı cami veya mescidin devamlı cemaatinin ailelileriyle birlikte şehir içinde yerleştikleri bölgedir.[853]

İslamî aile yapısı, iş yerlerinin evlerden ayrı tutulması gibi özellikler içerdiğinden mahalleyi ekonomik bir bütün gibi göremeyiz. Fakat burada ekonomik açıdan değişik konumlardaki insanlar yaşar. İnsanların bağımlılıkları sadece kendi yöresinden, tarikatından, inancından, ailesinden ve etnik grubundan olanlarla aynı mahallelerde oturmaya gayret ederek homojenlik oluştururlar.[854]

Müslümanlar gibi Hıristiyan ve Yahudilerin de ayrı mahalleleri ve semtleri olmuştur.[855]Müslüman olmayan mahalleler müslüman olanlardan ya da aralarındaki farklı din ve mezhepler açısından duvarlarla ayrılmamışlardır. Gayrimüslim mahallelerinin bir kısmı Türkçe isimlerle , bir kısmı da “Frenk Karlo, Frenk Andon, Hamal Pandazi, Kalafatçılar Reisi Deli Mihal, Meyhaneci Manol, Marko Bahçesi, Papazoğlu, Edirneli Yahudiler, Ermeniler” gibi şahısların veyâ iskân eden azınlık cemaatlerin adlarıyla bilinirlerdi.[856]

Gerçi bostancıbaşı defterlerinde Müslüman evlerini Hıristiyan ve Yahudilere ait mülklerin takip ettiği görülmekle beraber, gayrimüslimlere ait evlerin camilerin yakınına yaptırılmamasına dair fermanlar vardır.

Büyük şehirlere dışarıdan gelenlerin yerleşim mekanizması hemşerilikten başlayıp ortak sanat ve ticarette çalışma birliğine ve oradan kız alıp, kız vererek “sıhrî” yakınlığa, sonuçta belirli mahalleler ve semtler içinde sıhrî yakınlıkla birbirleriyle içten kaynaşmış “ monoblok bir topluluk oluşturma biçiminde oluyordu. Bu yerleşim biçiminde Batı kentlerinde rastlanmaz. Osmanlı şehirlerindeki en küçük “modül” yerleşim birimi olan mahalle’de “sınıf ve statü” farkı yoktur. Bir paşanın konağının karşısında basit bir evkaf kâtibinin aşı boyalı küçük evi, ilmiyye ricâlinden bir efendinin kâşânesinin yanıbaşında mahalle suyolcusunun kulübesi bulunur. Bütün bu insanlar birbirleriyle hergün karşılaşır, etiket farklılıklarına rağmen muhatap olurlar. Paşanın vekilharcı ile müderrisin dâmadı, suyolcu ile evkafın küçük kâtibi aynı kahvehanede toplanıp görüşürlerdi[857]Osmanlı büyük şehirlerinde, özellikle İstanbul’da bir köylü ile bir şehirli bir arada yaşayıp anlaşabilmektedirler.[858]

Bununla beraber mahalle sakinleri arasında zamanla ve doğal yollarla belirli sosyal statüler oluşur.

a. İmâm

Padişah beratı ile tayin olunan imam, aslında mahallenin dahilinde bulunduğu kaza’nın yargıcı, mülkî ve belediye âmiri olan kadı’nın temsilcisidir.[859]Mahalleye yeni bir kişi (veya aile’nin) taşınabilmesi için imamla beraber mahalle halkından birinin kefâleti gerekmektedir. Dolayısıyla mahalle halkı birbirinin zincirleme kefili, imam da mahallelinin tümünün kefilidir. İmamın önemli bir diğer görevi de, en küçük yönetim birimi olan mahallenin payına düşen vergi miktarını haneler arasında dağıtım ve tahsilini yürütmektir.[860]

Cemaatin imamı aynı zamanda bu topluluğun ve dolayısıyla da mahallenin lideridir. Mahalle mescid etrafında toplanan, zaman zaman, özellikle olağanüstü durumlar belirdiğinde kendisine “yiğitbaşı” veya “kethüda” gibi yeni görevlilerin yardımcı olduğu[861]imamın ve yardımcılarının yönettiği, elbirliğiyle bir takım beledî hizmetlerin yürütüldüğü bir semt topluluğudur. Bu nedenle de “mahalle namusu” ve “mahalleli” gibi halk terimlerinde beliren yarı idârî bir “hükmî şahsiyeti” vardır.

Mahalle cemaatinin imamı cuma, bayram ve vakit namazlarını kıldırma, vaaz ve ders vermek, cemaate ilmihâl ile ilgili konularında yardımcı olmak, cenâzelerin kaldırılması gibi dinî işler yanında nikâh, yardımlaşma, genel ahlâkın gözetilmesi, küçük beledî hizmetlerin elbirliğiyle ifası gibi sosyal işleri de yürüten liderdir. Dolayısıyla Tanzimat öncesinde bir tür “mahalle muhtarı” görevini de üslenmiştir.

b. Hacılar ve Hâfızlar

Kana bağlı aristokrasi benimsemeyen İslâm kültüründe kişinin kendi edinebileceği iki soyluluk simgesi vardır: Hâfızlık ve hacılık.

Gerek Kur’anın canlı şahidi demek olan hafızlık ve gerekse Hac farizasını yerine getirmek (geçmiş yüzyıllarda) meşakkatlidir. Ancak başarıldıktan sonra kişiye toplum içinde ayrı bir statü kazandırır. Ne var ki karşılığında da hayat boyu sürecek bazı sorumluluklar, görevler yüklenir. Hafızlar ve hacdan dönenler dinin uygun görmediği davranış ve eylemlerden kaçınarak toplum içinde saygın, güvenilir bir konum edinmek zorundadırlar. Bu sayılanlar hacı ve hafızların ailesi için de geçerlidir. Hacıların sakal bırakması, hafizelerin, hâciyelerin ve hacı hanımlarının daha dikkatli örtünmeleri zorunludur.

Toplumsal ufak tefek uyuşmazlıkların hallinde hakem olarak kendilerine başvurulur.

c. Eşraf ve Esnaf

Bu iki toplum kesimi yaşayış bakımından birbirlerinden bütünüyle ayrılırlar. Eşraf burjuvazi’yi temsil ederken, esnaf zenaatkar, işçi ve köyden göç etmiş guruplardır.

Eşraf bir anlamda aristokrattır. Başka bir deyişle, sahip olduğu ayrıcalıklar soyağacında yer alan bir atasının kahramanlığına, cengâverliğine ya da ilim açısından olağanüstü bilgisine dayanmakta ve belirli hanedanlara tanınmış özel haklar ve imtiyazların oluşturduğu kapalı bir ortam içinde gelişmektedir. Böylece gücünü asıl ve neseb bağlantılarından alan bir zadegân sınıfı ortaya çıkmaktadır.

Bununla beraber bu tür aristokratik duygular ortaçağ’da “fütüvvet silsilesi ve fütüvvet gururu”nun beslediği kapalı esnaf topluluklarında da görülüyor. Gerçekten de özellikle ahilik iş ve üretim gibi maddî maksatlardan çok kendi aralarında tesanüt sağlamak ve korumak; Allah rizasını istihsâl için düşkünlere yardım, çevreye yararlı olmak gibi konularda örgütlenmişlerdi. Böylece toplumsal hayatın üst ve alt sınıflarının dünya görüşleri arasında fazla bir yorumlama farkı bulunmamaktadır.

Ancak zamanla eşraf sahip oldukları yöresel ayrıcalıklarla yetinmeyip “havas” arasına girmek için “âyânlık” peşine düşecekler, ahilik de lonca teşkilâtına dönüşerek daha ziyade maddileşecek ve böylece “tabakat” arasındaki mesafe artacaktır.

d. Mahalle Bekçisi

Bekçi’ler mahallenin güvenini kazanmış, itibarlı kişisidir. Mahalle halkının isteği üzerine kadı’nın verdiği “mürasele” ile imamların, muhtarların ve bekçibaşıların emrinde görevlendirilirdi. Bekçiler mevsimine göre sırtlarında salta ya da aba, haydari mintan, gocuk; bacaklarında sıkma, dizlik, şalvar; ayaklarında kış yaz memleket işi renkli nakışlarla bezeli yün çorap giyerler, bellerinde kuşak bulunurdu. Kafalarına barata[862]geçirmeleri onlara yarı resmî bir sıfat da vermiştir. Geceleri devamlı fenerle dolaşmaları, ellerinde ucu demirli kalın bir sopa (bazan kılıç) bulunması ise “fener ve davul”u sanki “taraf-ı şehriyâri”den verilmiş “bekçilik alâmeti” gibi yapmıştır.[863]Mamafih Osmanlı padişahlarının zaman zaman mahalle bekçilerini “Huzur”a çağırdıkları olmuştur.[864]

Mahalle bekçilerinin halk arasındaki bir adı da “Bekçi Baba”dır. Nitekim bu terimin yüzyıllar boyu söylenen ninnilerde bile yer aldığını görüyoruz.[865]

Bekçiler bütün mahalle halkını tanırlar; uygunsuz işlerin yapılmaması için göz kulak olurlar, geceleri mahalle içinde ev soymak, hırsızlık, yol kesmek, gasp gibi olayları önlemeye çalışırlardı.

Yangınları, evâmir-i hükümet’i (yönetimin emir ve yasaklarını) davul çalarak mahalle halkına iletirdi. Ramazanlarda sahur vaktini mahalle halkına duyururdu. Ellerinde ucu demirli kalın bir sopa, sırtlarında uzun abalarıyla geceleri sabaha kadar sokaklarda dolaşır, sopanın demirini kaldırıma vurarak her saat başını, buçukları ve çeyrekleri belli ederlerdi. Saatin kaç olduğunu ayrıca seslenerek de duyururlardı. Geçmiş yüzyılların en ileri teknoloji eseri sayılan “mekanik saat” sahibi olmak çok özel bir durum olduğundan mahalle bekçisi aslında önemli bir hizmeti yerine getirmekteydi. Evliya Çelebi “Seyahatnâme”sinde mahalle bekçilerini “esnaf” olarak zikrettikten sonra subaşına bağlı olduklarını ve İstanbul’da 12.000 mahalle bekçisi bulunduğunu söyler.[866]

Diğer taraftan mahalle bekçileri mahalle kahvelerinin üstündeki özel bekçi odalarında yatıp kalkarlar, mahallelinin kışlık odunlarını kırmak, sakalık yapmak, boş evlere kiracı bulmak gibi sosyal ve günlük hizmetlerini de yaparlardı.

e. Sakalar

Evlere şehir suyu dağıtımı yapılamamış eski dönemlerde her mahallede, hatta çoğu sokaklarda bir çeşme bulundurulmasına çalışılırdı. Diğer taraftan evlerin bir çoğunda da kuyu hatta sarnıç bulunurdu. Bununla beraber evlere mahalle çeşmesinden su taşıyarak para kazanan ve “saka” denilen çok iş yapan bir esnaf takımı vardı. Sakaların da diğer meslek erbabı gibi her şehirde bir kethüdası ve bağlı oldukları gedikler vardı. Çeşme, sarnıç ve memba sularını satabilmek için böyle bir gediğe kayıtlı olmaları ve kendilerine kadı tarafından mahkeme siciline işlenmiş bir senet verilmesi gerekiyordu. Senedi olmayanlar su satamazlardı. Bu senetler mirasçılara geçer, ya da satılabilirdi.

Sakalar “Saka meşki” denilen ve sırtta taşınan tekli ya da hayvanlara yüklenen çiftli tulum, kırba gibi kaplarla su taşırlardı. Getirdikleri suyu, evin içine girmeden sokak taraf duvarda bulunan ve “Saka deliği” denilen bir delikten, duvarın gerisinde bulunan bir kaba boşaltırlardı.

Her mahallenin hatta her sokağın belirli sakaları vardı. Bunlar mahalle sakinleri tarafından tanınmış emniyetli kişilerdi. Sakaların su taşıdıkları kaplar gayet temiz tutulurdu.

f. Külhanî’ler, Külhanbeyi’ler

Külhanbeyiler, kötülüklerinden çekinilen, çevrelerine ürküntü vererek kişilik olmaya çalışan genellikle küçük ya da yüz kızartıcı suçlardan sabıkalı kişiler olarak bilinmektedir. Oysa külhanîliği geçmiş yüzyıllarda yatacak yeri olmayan, kimsesiz kişilerin, özellikle delikanlılık yaşına gelmiş çocukların yatıp kalktığı, barındığı, yiyecek temin ettiği bir sosyal kurum gibi de görebiliriz.

Gerçekten de külhanî’liğin bir tür fütüvvet teşkilatı gibi kendine özgü kuralları vardır. Bunların “pîr”leri,[867]töre ve törenleri, usul ve erkânları bulunmaktadır. Örneğin bir kimsenin külhana alınabilmesi için kimsesiz olması gerekliydi. Ancak bu yeterli değildi. Kabul edilebilmesi için bir tür yeterlilik denemesini başarması lâzımdı. Yeni gelenin üzerine yırtık ve eski elbiseler giydirilir ve oradakilerin en eskisi olan “destebaşı”nın eline verdiği bir torbayı en kısa zamanda pirinç, yağ, un ve şekerle doldurup dönmesi istenirdi.

Parası olmadığı hâlde, ısrarla dilenmek, belki de hırsızlık, kapkaç gibi her türlü yöntemle torbayı dışarda doldurmayı başarıp külhana dönen aday sınavı kazanmış sayılır, topladığı malzemelerle külhanın yemek vakti ortaya çıkarılan üç demirbaş lengerinden ikisinde pilav, üçüncüde helva pişirilir ve hep birlikte yenirdi. Yeni gelen sofraya oturmaz, ayakta bekler, yiyen eskilere hizmet ederdi. Pilav ve helva yenildikten sonra külhancı baba ve öteki külhanî ler bir lokma ekmeği tuza batırarak sağ ellerinin baş, şehadet ve orta parmağiyle tutar ve külhanın kimsesizlerin barınağı olduğuna, buradan birçok yiğit yetiştiğine hep birlikte şehadet ederlerdi. Külhancı baba’nın okuduğu:

“Bu ocağın adı gerçek külhandır, Yersizlere, yurtsuzlara mekândır.

Nice erler yetişmiştir külhandan, Kim bilir kim bugün nerde pinhandır.

Ana-baba kucağına sığmayan yavrucaklar bu ocakta mihmandır.

Pîr’imizdir bizim koca Lay-har, Hak budur kim eşi gelmez sultandır.

Hu çekelim Lay-har’ın ruhuna, O’nun için bay ü geda yeksandır” duasından sonra baba’yla beraber herkes «Hu» çeker ve lokmayı ağızlarına atarlar. Bundan sonra kardeşlik töreni başlardı.

Kardeş olacak çocuklar sağ tarafa daima kıdemli, sola da aday olan yan-yana ortaya alınır. Anadan doğma soyularak külhancı baba’nın getirdiği «Lay-har kefeni» denilen iki yakalı büyük bir gömlek giydirilir. Sağdaki, sağ kolunu, soldaki sol kolunu gömleğin koluna geçirirdi. Serbest kalan kollar gömlek içinde kalırdı.

Külhancı, ocağın ağzına yönelmiş bir vaziyette, iki dizinin üstüne oturur ve:

“Ey Lay-har’ın evlatları burası baba yurdudur. Burada senin-benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir anadan doğanlar, bir babadan olanlar, birbirlerini boğazlarlar. Lay-har’ın evlatları, birbirlerini bir vücud bilirler. Kardeşlerine birisi, bir iğne batırsa açışım kendi vücutlarında duyarlar. Bu kefene sağlığında girenler, ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birlikdir. Bu senin sağ elindir, sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir, başlarınız iki. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür, gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada, bu senindir, bu benimdir yoktur. Az çoğu artırır, çok hepimizi besler, hepimizi doyurur” diyerek telkinde bulunduktan sonra Layhar’ın ruhuna bir fatiha okunur ve yeni aday külhanîlerin kardeşliğine kabul edilmiş olurdu.

Tören bittikten sonra çocuklar, tahta karavanalara ayrılmış olan pilav ve helvalarını yerler.

Külhanîler, sabahları külhandan çıkıp giderler; asılarak, aşırarak, bir iş görerek ne elde ederlerse akşamleyin külhana getirirler. En geç kalan da gelince külhanın kapısı kapanır. Külhancı, sofrayı kurar. Külhanîler, hep beraber oturup yemeklerini yerler. Ondan sonra oyun oynanır, zar atma talimleri yapılır, bağlama çalınır. Uyku vaktine dek böylece vakit geçirilir. Sonra yatılır. Külhancı, yeni biri gelip de tören yapılacağı vakit, herkesle beraber sofraya oturur. Külhanîlerin, dervişler gibi, aralarında ayrı terimleri vardır.[868]

Gerçi fütüvvet ehlindeki mutlaka bir sanat, bir hırfet sahibi olmak, elinin emeğiyle geçinmek, haramdan kaçınmak ilkesine pek uyulmaz gibi görülüyorsa da, külhanîler ilk zamanlarda mahallelerin çöplerini toplamak, sokakları süpürmek gibi işleri de üslenmektedirler. Ancak zamanla bu tür zor işleri yapmayı ya da dilenmeyi bırakıp, haraç toplamaya, gece sokakta adam soymaya değin zorbalık yapmağa başladılar. Mahalle sakinlerine ürküntü vermek için özellikle geceleri sokak aralarında naralar atarak dolaşırlar ve karanlıklara karışarak kaybolurlardı.

Ne var ki gece sokakta fenersiz gezmek yasak olduğundan bunlar “kol”gezen Yeniçeri Ocağı’nın Yirmisekizinci Orta’sının efrâdını oluşturan ases’ler tarafından yakalanırlar suç unsuru görülürse kadı’ya götürülürler ya da asesbaşı’na tanınmış yetkiye dayanarak örfî ceza olarak külhanlarda sabaha kadar çalıştırılmak üzere İstanbul’un hemen her mahallesinde mevcut bir hamamda hamamcılara teslim edilirlerdi. Hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması adet olduğundan fenersiz gezen kimlikleri belirsiz kişiler hamam külhanlarında çalıştırılarak cezalandırılmış ve geceleri bir daha fenersiz gezmemeleri sağlanmış olurdu.

Sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırılan bu kişiler sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde olduğu halde salıverirlerdi. Elbiseleriyle üst ve başlarının pisliği geceleyin bir yerde yakalanmış olduklarını belli ederdi. Bunlara «Külhanbeyi» denilmesinin sebebi buydu.

g. Dokumacı Kadınlar

Anadolu’da ve Rumeli şehirlerinde,bazı kazalarında köylerinde kadınlar ev tezgahlarında gömlek dokurlardı. Hatta büyük şehirlerin kibar konaklarına tezgahlar konup kız ve hanımları gömlek, don, çarşaf dokutmak için yevmiye ile çalıştırılırdı. Bez, gömlek, don, takye, çarşaf, çorap, mintan, yaygı, perde... gibi melbûsat ve mefrûşat dış ülkelerden gelmez ya evlerdeki yahut çarşıdaki tezgahlarda dokunurdu. Hatta “ekmek” bile evlerde kız ve kadınlar tarafından yapılırdı.[869]Başka bir deyişle kadınlar ve kızlar evin bütün ihtiyaçlarını gidermek üzere evin erkeğine yardımcı olmaktadırlar.

h. Ebeler

Dünyanın en eski mesleklerinden olan ebelik’ten örneğin Ahd-i Atik gibi kutsal kitaplarda da bahsedilmektedir.

Doğumlar evlerde ancak ampirik bilgi ve deneyimlere sahip kadınların yardımıyla yapılmaktadır. Ebeler pek çok doğumda bulunduklarından bazı manipülasyon tekniklerine sahiptirler. Ebelik hizmetleri yanında lohusalıkla ilgili kocakarı ilaçları da düzenlerler.

Osmanlı ülkesinde ebelik mesleğinin tıbbî bir görünüm kazanması ancak 1827 de açılan “Tıbhâne-i Âmire”de verilen cerrâhiye dersleri içinde ele alındı. O dönemlerde kadınların cerrah mesleğinde olmaları âdet olmadığından erkek ebeler yetiştirildi. Dolayısıyla ebe-kadın’lar (veya kadın ebeler) bilimsel öğretimden yoksun olarak, ancak “normal doğum”ların daha az komplikasyonlu olmalarını sağladılar.[870]

i. Dilenciler

Aslında tarikatlerde “çile çektirme” maksadıyla derviş namzedlerine odun taşıttırırlar, abdesthane temizlettirirler, ya da ellerine verilen “keşkül-i fıkara” denilen çanakla “şey’en lillah” diyerek dilenip sadaka ve erzak toplatırlardı. “Derviş” kelimesinin sözlük manası da “Allah için alçak gönüllülüğü ve fıkarâlığı kabul eden kimse“ dir. Ne var ki Eski İstanbul’da bu türlü “nazarî dilenci”ler dışında, tarihi saptanamayacak kadar eski olan hakikî dilencilik mesleğini icra edenlerin sayısı hiç de yabana atılacak seviyede değildi. Şer’î hükümlere göre “çalışamayacak derecede güçsüz, kimsesiz, hasta, sakat, âmâ, felçli olanların dilenmeleri câizdir. Oysa bir kazanç yolu gibi kullanılan dilencilik, On altıncı yüzyılda İstanbul’un en büyük dertlerinden biri olmaya başlamıştı. Sap sağlam dilenciler ilahiler okuyarak, ya da hasta kimseleri yanlarında dolaştırarak halkı rahatsız etmektedir.[871]

Bu tür işsizlikle başa çıkamayan devlet dilenciliği “şeyh”leri bulunan organize bir iş kolu olarak kabul ederek bazı kurallara bağlamağa çalışmıştı. Örneğin Şer’an dilenmesine izin verilen “aceze” takımına bir “cer kağıdı” (dilenme ruhsatı) düzenlenerek Şer’iye sicil defterine adları yazılırdı. Bu bağlamda dilenciler ve dilencilikle mücadele etmek için cer kağıtsız, kayıtsız dilenmeye kalkışanlar yakalandığında, İstanbullu ise kadı önüne çıkarılır, taşradan gelme ise zorunlu çalıştırılırılmak üzere memleketine yollanırdı.[872]Kölelerin dilencilik yapmak için alınıp satılması yasak edilmişti.

Hristiyan ve Yahudi cemaatlerinden de alil ve âmâ olanların tabhane ve hastahanelere yerleştirilmektedir. Eli, ayağı tutanlar, çalışabilir başka bir deyişle “çift kaçkunu” olanlar, çarşı ve pazarda dilenerek insanları ta’ciz etmelerini önlemek için, yakalanıp kendi vilayetlerine gönderilmektedir. Bu bağlamda Rum ve Ermeni patriklerine cemaat hastahanelerini düzenleyip alil ve âmâ ve kronik rahatsızlığı sebebiyle dilenerek geçinmeğe mecbur olanları tabhanelerine, hastahanelerine yerleştirmeleri hakkında fermanlar çıkarılmaktadır. Diğer taraftan tamire muhtaç hastahaneler hakkında İstanbul ya da bulundukları bölgelerin kadısına, askerî ve mülkî erkâna da “emr-i âlî”ler çıkarılmaktadır.[873]

Eyüb Sultan Camii civarında “Seele Kethüdalığı” adıyla bilinen lonca’lara benzer bir kahyalığa bağlı bir teşkilat da kurulmuştu. Bu teşkilatın başı olan “dilenci kahyası” mezarlıkların geniş alan kapladığı Eyüp Sultan’a dilenci akınını önlemeğe çalışırdı. Dilencilik güzergahlarını kahya tayin ederdi. Hatta fazla iş yapılan Şehzadebaşı’ndan Vefa’ya inen yol, Eyüp, Karacaahmet, Edirnekapı mezarlıkları, Galata Köprüsü, vüzera konaklarına, resmi dairelere giden yollar gibi kazanç getiren yerler için hergün bir miktar “dilenci şerefiyesi” denilen para alınıyordu. Seyir ve mesire yerlerinin de “gedikli” tayin olmuş dilencileri bulunurdu. Diğer taraftan Bayramlarda, Ramazan ve Üç Aylar’da taşradan Istanbul’a yönelen dilenci akımlar imaretlerde yemek yerler, adak niyetiyle kesilen kurban etlerinden dilenirler ve kebapçılara satarlardı.

Bir de bağımsız çalışan dilenci iratçıları vardı. Bunlar taşradan topladıkları sakat kişileri boğaz tokluğuna çalıştırarak belirli yerlere yerleştirirler, akşam toplarlardı. Yerleştirildikleri yerlerin hâsılatı aşağı yukarı belli olduğundan dilenciler para kaçıramazlardı. Diğer taraftan iratçılar, kendi dilencileri için çıkardıkları ruhsatları başkalarına satıyorlardı.

Dilencilerin çeşitli dilenme stil ve yöntemleri vardı. Örneğin ıskatçılar değişik kumaş kolluklar takarak kalabalık arasından uzanıp avuç açarak cenaze sahiplerinin üzüntülü anlarından yararlanarak tekrar, tekrar para alırlardı. Dolayısıyla “yaprak dökümü” dedikleri cenazelerin çok olduğu kışın en soğuk ayları “kânun”ları dört gözle beklerlerdi.

Kasideciler, Kapalıçarşı, Mahmudpaşa gibi kalabalığın çok olduğu yerlerde ve mahalle aralarında, akşam ezanına yakın saatlerde ortaya çıkarlar,ilahi ve kasidelerle dilenirlerdi. Sakatlar, kusurlarını teşhir ederler, sarımsağı tuzla ezip kollarına bağlayarak geniş ağızlı büyük yaralar oluşturup ahalinin merhametinden yararlanmağa çalışırlardı

Evliyâ Çelebi, dilencileri kendi döneminin anlayışına göre “esnaf” olarak isimlendirden sonra İstanbul’da “ körleri birbirlerinin omuzuna yapışıp yürüyen, kimi topal, kimi felçli, kimi sar’alı, kimi elsiz, kimi ayaksız, kimi çıplak, kimi kavrulmuş, kimi eşeğe binmiş” 7000 aded olduklarını söylüyor.[874]

3. MAHALLE’NİN KURUMLARI

a. Mescid

Cami ile birlikte medrese, mektep, hamam, imâret, çeşme gibi unsurlardan birkaçını kapsayan bir külliye de bulunabilirdi. Bu nedenle her mahallenin gayrıresmî teşkilatında mahalle halkının kolladığı, yaşattığı, kullandığı camisi veyâ mescidi, mahalle mektebi, mahalle hamamı, mahalle çeşmesi bulunurdu.

Cami veya mescid aynı zamanda mahalle halkının günde beş vakit karşılaştıkları, birbirlerinin durumlarından haberdar oldukları bir sosyal buluşma yeridir. Bu cemaatin oluşturduğu mahalle halkı sosyal bir dayanışma içindedir.

Her mahalle cami, mescid veya hamamı vakfeden ya da orada mülk edinen “Ahmed Paşa”, “Defterdar Sinan” gibi ünlü kişilerin , bazan “Debbagıyn, Demirciler, Urgancılar” gibi aynı işi yapan esnafın ya da “Edirne Kapısı, Fil Damı, Kırkçeşme, Balık Pazarı”” gibi kale, sur kapısı, devamlı pazar yeri, çeşme, hasahır adıyla, bazan da “Tatarlar, Gürcî, Manastır” gibi aynı bölgeden gelmiş göçmenlerin adıyla da tanınabilirdi.

Mescidi olmayan ya da yıkılıp kaybolmuş mahalle ahalisinin komşu mahalle camisine cemaat olmasıyla ya da birkaç mahalle cemaatinin kaynaşması ile mahalle kavramı genişleyerek “semt” denilen komplekse dönüşür.

b. Tekke

Tekke’ler genellikle bir tarikat pîr’inin ya da halifelerinin türbeleri yanında kurulur. Pîr’in türbesinin bulunduğu tekke’ye pir evi, tarikat büyüklerinin türbelerinin yer aldığı tekkeye âsitane (ya da hangâh), bunların küçüklerine tekke (ya da tekyegâh) ve dergâh da denilir. Dervişlerin yolculuk sırasında konakladıkları, ibadet yaptıkları tekkeler de zaviye diye adlandırılırdı.

Tekkeler bir odadan ibaret ya da pîr’in türbesi yanına eklenen mescid, türbe, derviş hücreleri, kütüphane, çilehaneler,konuk odaları, mutfak, yemek odası, haremlik, selamlık kısımları ve hazire’si bulunan külliye biçiminde iyice gelişmiş sosyal kurumlar biçiminde olabilirler.

Tekkelerin mimarî bölümleri içinde haftanın belirli günleri ve yılın kutsal gün ve gecelerinde zikir yapılan mihraplı, kafesli, maksureli bölümler bulunur. Bu özel yerlere mevlevilerde semahane, öteki bazı tarikatlarda da tevlidhâne denilirdi. Dervişliğe kabul ve icâzet törenleri de burada yapılırdı.

Tekke gider vakıf mülk ve toprak gelirlerinden karşılanırdı. İstanbul’da hemen her mahallede bir adet olmak üzere toplam olarak 250’den fazla tekke vardır.[875]Bunlardan 51’i Nakşî, 40’i Kadirî, 32’si Halvetî, 21’i Sünbülî, 15’i Sâdî, 14’ü Şâbânî, 8’i Bedevî (Ahmedî), 7’si Cerrâhî, 5’i Mevlevî, 4’ü Gülşenî, 4’ü Bayramî, 4’ü Sinanî , 4’ü Uşşakî, 2’si Halidî ve 2’si Şazelî’lerin tekkesi’dir.

c. Mekteb

Mahalle mektebleri (ya da sıbyan mektebleri) çoğu kez hayır sahipleri tarafından meydana getirilmiş bazıları camilere, mescidlere eklenmiş ya da müstakil yapılardır. Padişahlar ve devlet erkânı tarafından yaptırılanlar cami, medrese, imâret gibi bir külliyenin parçası olarak ya da bağımsız ama çoğu kez sebillerin çevresinde bulunan iki katlı taş yapılardır. Bu özelliğinden ötürü halk arasında “taşmektep” denilirdi. Derslik olarak kullanılan tek oda üst kattadır. Böylece genellikle çocuğun üst katlarda oturduğu evi ile okul arasında mekân farklılığı kalmayacaktır. Zemin kat ise belirttiğimiz gibi bir sebilhâne olabilir.

(1) Gelenekler

Bütün öğrenciler tek sınıfta bir arada bulunurlar. Orta yaş ya da üstünde bir hocanın veya mahallenin imamı tarafından eğitilirler. Öğrenciler arasından okumada ilerlemiş, hafızlığa başlamış biri «kalfa» (nezaretçi ve alıştırıcı) görevini yapardı. Dört yaşından yedi yaşına kadar erkek ve kız çocuklar, kimisinin üzerine tel işi süslemeler yapılmış bez, kadife ya da meşin’den yapılmış cüz keseleri içinde elifba ve Kur’an cüzleri[876]yanlarında olarak, en az 2-3 yıl sürecek bir eğitimden sonra namaz sûrelerini ezberlemeyi ve Kur’an’ı sökmeyi başarırlardı. Eğitime Kur’anı düzgün okumak için gereken «tecvid» bilgileri ile birlikte yazı, ilmihal, hesap da öğretilerek devam edilirdi. Cüz’ü bitiren çocuk hocasının elini öptükten sonra kalfa ile birlikte evine gönderilerek büyüklerinin ellerini öpmek suretiyle o sûre’ye çıktığını onlara da bildirmiş olurdu. Ailesinin durumuna göre ya kalfayla ya da ayrıca adamla hocaya hediye gönderilirdi. Kur’anı okuyanlar “hatim” indirince mezun olmuş sayılırlar, merâsimle “Hatim Duası” yapılırdı. Hafız olmak için öğrenimini sürdürenler de olurdu.

Öğrenciler sabah erken saatlerde okula gönderilirler, öğle üzeri verilen yemek tatilinden ve öğle namazından sonra eğitim başlar ikindi ezanına kadar devam ederdi. Çocuklar mahalle içinde mektebe yakın yerlerde oturdukları için yemeklerini evlerinde yerler sonra mektebe dönerlerdi.

Tek mekândan ibaret olan mahalle mekteplerinde sınıf ayırımı yoktu. Hoca aynı düzeyde olanları bir araya toplar, ayrı guruplar hâlinde ders gösterirdi. Sınıf ayırımı olmadığı için teneffüs de yoktu. Ders görmeyen guruplar yazı yazar ya da gürültü etmeden boş otururlardı.

Mahalle mektepleri çoğunlukla bir vakfa bağlı “hayrat”kurumlardır. Hoca’nın maaşı, fakir çocukların yiyecek ve giyecekleri de bu vakıflardan sağlanırdı. Diğer taraftan öğrenci velileri de hocalara güçleri ölçüsünde para ya da buğday, peynir, yağ gibi yiyecekler, kumaş, kundura gibi giyecekler hediye ederlerdi.

(2) Falaka

Okula başlarken velisi tarafından «Eti senin, kemiği benim» diyerek teslim edilen çocuğun vücudu üzerinde hocaya bir tür «tasarruf» hakkı tanınmış olurdu. Mahalle mektebinde başlıca ceza şekli «falaka» idi. Kabahatin büyüklüğüne ve cinsiyete göre sopaların seçimi, vuruş şekilleri gibi geleneksel kuralları ile falakaya yatırma âdeta törenlik bir anlam taşırdı.

Örneğin kavak ağacından değnek “göz korkutmak” içindir; acıtmaz, çabucak da kırılır. Ihlamur ve kayın ağacı da gevşek “göstermelik” sopalardır. “Kızılcık sopası”ayakları şişirir. Nar ağacı ve yabani elma buna yakındır, ama budaklı olduklarından fiske bırakırlar. Bazan bunların budaklarına gümüş çiviler çakarlar, sap kısmına da karaca ayağı ekleyerek duvara asmak için süs değnekleri yaparlar.

Kız çocuklarının yalnız ellerine vurulur. Kızlar için kullanılan değnekler söğüt’ten, yasemin’den, gül dalındandır. Bazılarına boya ile süsler yapılmış, bazılarının burma burma kabuğu soyulmuştur.[877]

Unutulmamalıdır ki, “darb” cezası şiddetli ve kesin şekilleriyle İslâm ve Osmanlı hukukunda yer almaktadır. Böylece çocuk, içinde yaşayacağı toplumun yaptırımlı kuralları ile ilk ilişkisini mahalle mektebinde kurmaktadır.

(3) Gülbank

Sıbyan mekteplerinde talebeler tarafından hep bir ağızdan okunan ve âdeta dua mahiyyetinde öğretilen bir de “Gülbank” vardır:[878]

“Allah, Allah illallah, Celil-ül Cebbâr, Muin üs-Settar, Halik ul-leyl v’en-nehâr, Lâ-yezâl, zül Celâl, birdir Tanrı;

Erin erliğine, Hakk’ın birliğine; Din-i mübin uğruna, şehid olan gâziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah.

Allah Allah, Allah dâim hay (üç defa)

Evveli Kur’an, âhiri Kur’an, eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, ciğeri püryan; din-i mübin uğruna, şehid olan gâziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah;

Allah, Allah, Allah dâim hay (üç defa)

Evveli gazâ, ahiri gazâ, inâyet-i Hudâ, kasd-i a’da; Din-i mübin uğruna şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah.

Allah, Allah, Allah, dâim hay (üç defa)

Hacılar, gâziler, râviler ; “üçler, yediler, kırklar, gülbang-i Muhammedî, nûr-i Nebî, Kerem-i Ali, pîrimiz, üstâdımız Hazret-i Osman’ı Zinnûreyn-i velî;

Gerçekler demine devrânına, Hu diyelim huuuuu.(Hep bir ağızdan uzun bir hu çekilir).

Bu gülbank okuma ve yazma’yı teşvik etmekten çok askerliğin övülmesi, şehid olanların hatırlanması için yapılmış gibidir. “Pîr” tâbiri İslam âleminde “ilk muallim” olarak Üçüncü Halife Hazret-i Osman’ın sayıldığını belli ediyor.[879]

(4) Törenlere Katılma

Evliya Çelebi, Sultan Dördüncü Murad 1638 yılında Bağdad Seferi’ne çıkmadan önce düzenlenen “Esnaf Alayı”nda İstanbul’daki sıbyân mekteplerinin geçişini şöyle anlatıyor: “Sıbyanın hesabı imkânsızdır. Allah adedlerini arttırsın! Hocaların adedi 1993. Mekteb 1993 adeddir. Bu muallimhanelerin binlerce cin askeri gibi sagîr ve kebîr ebced okuyan çocukları hesapsız, kâğıddan külâhlar giyip ellerinde dümbelekler çalıp her bir mektebin çocukları bir türlü libas ile envaı şakalar ederek kimi dualar edip âmin derler. Üstadları da dua ederek mevç mevç, fevç fevç, gürûh gürûh olup geçerler. Daha binlerce çocuklar dahi başlarında şeb külâhları üzre gûnagûn sorguçlarla kendilerini süsleyip ellerinde def ve kudüm ve Eyüb dümbeleklerile geçerler.”[880]

d. Avârız sandığı

Mahalle ve köy gibi küçük yerleşim birimlerinde savaş, doğal felâket gibi olağanüstü hallerde devletin saldığı avârız vergisi’ni karşılamak; normal zamanlarda da hastalık yüzünden çalışamayıp acze düşen esnafa yardım etmek; fakir cenâzelerini teçhiz ve tekfin etmek; cami, mescid ve taş mektepleri onarmak, ısıtmak, aydınlatmak; mezarlıkları, kaldırımları su yollarını bakıp onarmak; imam, müezzin ve muallimlerin maaşlarını ödemek, hatta mahalle esnafı veya mahalle halkı arasından htiyacı olanlara birbirlerini bağlı (müteselsil) kefil göstererek az faizle borç para vermek gibi günümüzde ya yerel yönetimlerin belediye mevzuatında veya merkezî devletin bayındırlık işleriyle sosyal yardım kategorisinde yer alan birçok hizmetleri sağlamak amacıyla, avârız vakıfları geneladıyla anılan pekçok vakıf kurulmuştu.

Avârız vakıfları ya bir hayır sahibinin vakıf olarak tahsis ettiği gayrimenkul malların “galle” denilen mahsul ve kira gelirleriyle veya mahallenin esnaf ve halkından sağlanan bağışlarla kurulup devam ederdi. Avârız vakıflarında biriken paralar “avârız sandıkları”[881]denilen “kasa”larda saklanırdı. Nitekim bu vakıflar zamanla “avârız sandıkları” adıyla kurumlaştılar.

Vakfın yöneticisi mahallenin ileri gelenleri arasından seçilip mazbatası şer’iye siciline kayıt edildikten sonra kendisine mütevelli beratı çıkarılırdı.

e. Fırın

“Nân-ı aziz” denilen ekmek halkın en önemli gıdasıydı. Ekmek doğrudan fırınlarda, ekmekçi dükkanlarında ya da küfelere doldurup binek hayvanına yükleyen seyyar ekmekçiler tarafından mahalle arasında dolaştırılarak satılırdı. On yedinci yüzyılda İstanbul’da 999 ekmekçi dükkanı ve 10.000 adet seyyar ekmekçi vardı.[882]

Ekmekçilerin ve uncuların ambarlarında en az altı aylık erzak bulundurmaları gerektiği gibi hangi gerekçeyle olursa olsun fırınını ve dükkanını kapatamazlardı. Diğer taraftan ekmekçi esnafının gediğe bağlanması kefaletle olurdu. İşi bırakmak ya da gediğini satmak isteyen ekmekçi veya fırın sahibi gedik kethüdaları birlikte şer’i mahkemeye giderek yeni gedik sahibini kadı önünde tescil ettirmek zorundaydılar.

Ekmekçiler her gün tartısı tam halis, pişkin ekmek çıkartıp bunları narha göre satmaya mecburdular. Ekmeği çiğ, “kara” (yanık veya isli) ya da düşük tartılı olan fırıncı, denetim yapan görevliler ve kadı tarafından cezalandırılırdı.

f. Hamam

Hamam’ın bir kamu hizmet yapısı olarak en iyi örneklerini (Anadolu Selçukluları ve) Osmanlılar ortaya koydu. Türk hamamları, Roma hamamları (350 x 200 m2) gibi içinde başka tesisleri de barındıran bir külliye (kompleks) boyutlarında değildir. Biri erkekler, diğeri kadınlar için iki bölümün tek yapı içinde bir araya getirilmesinden oluşanTürk hamamları mimarî tasarım olarak genellikle simetrik yapılan, ama simetrik olmayan örnekleri de bulunan çifte hamam biçimindedir.

Hamamın girişinde “camekân” denilen duvar boyunca sedirler ve soyunup giyinmek için bölmeleri bulunan, çoğu zaman ortasında fıskiyeli bir de havuzu olan soyunma ve dinlenme bölümü oluşturur. İç hamama geçmeden “soğukluk” adı verilen fakat aslında ılık olan ikinci bölümde bir süre oturularak metabolizma sıcağa alıştırılır. Helâlar ve diğer ihtiyaç mahalleri de bu bölümde yer alır. Hamamın en sıcak yeri külhana en yakın mekan olan üçüncü bölümdür. Zemini ve duvarları mermer kaplı mekânın ortasında, üstüne yatılarak ter atmak için yarım zira[883]yükseklikte “göbektaşı” denilen daire (ya da çokgen) biçimli bir set yapılmıştır. Köşelere, kapısız fakat iç ısısı orta kısımdan daha yüksek “halvet” denilen yıkanma hücreleri konulmuştur. Üçüncü bölümün duvarları boyunca bir karış yüksekliğinde, 1-1,5 zira genişliğinde mermerden setlerin üstüne aralıklarla hem soğuk, hem sıcak su musluğu bulunan mermer kurnalar yerleştirilmiştir. Kirli su, bu setler boyunca bırakılmış açık derelerle “soğukluk”ta yer alan helâlara dökülür. Hamam kubbelerinde bırakılmış “filgözü” denen cam fanuslarla kapatılmış deliklerden ışık alır.

(1) Gelin Hamamı

Düğünden iki gün önce salı günü damat tarafının bütün kadın akrabası davet edilirek “gelin hamamı” yapılırdı. Kız hamama önceden gider gelenleri karşılardı. Gelecekler tamamlanınca, içeriye sıcaklığa girmeden önce dış avluda soğuklukta toplanılır, kızın başına bir çarşaf tutulur, avlu tavaf ettirildikten sonra birlikte içeriye girilirdi. Burada türküler eşliğinde gelin yıkanırdı. Gelin yıkandıktan sonra göbektaşının etrafında üç kere dolaştırılır, kurnanın içine elmaslar, çil paralar, çöreotu, üzerlik atılarak altın veya gümüş taslarla üç tas su dökülürdü. Sonra gelinin başına para saçılır, bu paralar kızlar tarafından uğur getirmesi için çeyiz sandıklarında saklanırdı. Törenden sonra geline şerbet içirilir, türküler söylenir, çengilere para yapıştırılarak hamam tamamlanırdı.

(2) Kırk Hamamı

Lohusa hamamı da denilen kırk hamamı çarşı hamamında yapılırdı. Kırk hamamı da bir eğlence vesilesiydi. Çocuğun doğduğunun kırkıncı günü ebe, akrabalar, komşular hamama davet edilirdi. Hamamda çengiler oynar, çalgılar çalınır, misafirlere helva, dolma, turşu, şerbet, kahve ikram edilirdi. Lohusa sırmalı havlulara sarılır, ipekli peştamal kuşanır, sedefli gümüşlü nalınlar giyer, bir koluna hamamcı, bir koluna hamam ustası girer önde gümüş buhurdanlıkta ödağacı yakılarak ağır ezgi eşliğinde hamamın soğukluğunda misafirlerin önünde dolaştırılırdı. Sonra çengilerin oyunu eşliginde sıcaklığa gidilirdi. Lohusa yıkandıktan sonra ebe, belini geniş bir kuşakla sıkar hamamdan çıkacağı sırada da sağ elini kırk defa içine batırarak kırkladığı bir tas suyu lohusanın başından dökerdi.

Lohusadan sonra ebe çocuğu kundağından çıkarıp, üzerine şal örterek sıcaklığa götürürdü. Çocuk yıkandıktan sonra bir tas içindeki taze ördek yumurtası vücuduna sürülürdü. Ebe rubiye (çeyrek) altınını kurnanın musluğundan akan suya çarpa çarpa üç “İhlas”, bir “Fatiha” okur, bu su ile çocuk kırklanırdı.

Hamamlar bir şifa kaynağı olarak da kabul edilmekteydi. Özellikle bazı yatırların bulunduğu semtlerdeki hamamların suları şifalı sayılır ve çeşitli hastalıklara iyi geldiğine inanıldığı için bu hamamlara rağbet edilirdi. Örneğin İstanbul’da Süleymaniye’deki Dökmeciler Hamamı sarılık hastalığına tutulanların şifa yeriydi. Bu hastalığı olanlar, içi okunmuş bakır taslarla suyunu içer ve yıkanırlardı. İçine demir levhalar, iğne gibi madenler konulmuş yazılı taslar okunur, bir süre sonra su sararırsa hastanın sarılığınin bu suya geçeceğine inanılırdı. Hastaya bu sudan bir yudum içirilir ve başından dökülürdü.”[884]

Erkekler kısmında peştemalsız dolaşılmazdı. Müşteriler üstlerinden çıkardıklarını katlayarak üzerlerine sarıklarını ya da serpuşlarını koyarak bir bakıcıya teslim ederlerdi. Yıkanma tamamlandıktan camekân kısmında soğuk şerbetler içilerek bir süre istirahat edilir sonra hizmet edenlere bahşiş verilirdi. Berbere ve hamamcıya “iyi bahşiş” vermek âdâb ve âdettendi.

g. Mahalle Kahvesi

Kahve’nin Yemen’den Türkiye’ye gelişi,[885]İstanbul ‘da ilk kahvehanenin açılması On altıncı asırdadadır. Nitekim On yedinci yüzyılda namaz vaktinden önce camiye gelenler veya iki namaz arasında zaman geçirmek isteyenler için camilerin yanında bulunan bekleme yerlerinde kahve verilmesi de âdet halini almıştı[886]Osmanlı toplumunun sosyal buluşma yeri işlevini üslenince, kahvehanelerin sayısı da hızla arttı. Hemşeriler, aynı meslekten olanlar, hatta şâirler, kâtipler, kadılar ve müderrisler buralarda buluştular. Zamanla Osmanlı ülkelerine özgü bir kahve ve kahvehane kültürü de gelişti. Buralarda özellikle akşam ile yatsı namazları arasında “Hamzanâme, Battalgazi vs” gibi halk kitapları okunur, saz şairleri ve meddahlar halk masalları anlatırlar, ortaoyunu ve karagöz oyunları da icra edilirdi. Sonra her mahallenin bir kahvehânesi oldu. Saz şairlerinin atışmalarının, ateşli münakaşaların, edebî sohbetlerin yapıldığı bu kahvehânelere halk arasında “mekteb-i irfan”denildi. Meddah hikâyeleri dinlenir, karagöz oyunları seyredilir, dama, satranç, tavla oynanırdı. Dama ve tavla merakının kahvehâneler yoluyla yayıldığını kanıtlayan geçmiş yüzyıllarda yapılmış gravürler var. Semâî kahvelerinde dinleyici kitlesi önünde aşıklar zarif nüktelerle atışarak hediyesi günlerce öncesinden ilân edilmiş muammaları çözerlerdi.

Bu kahvehanelerin gerek mimarisi gerek dekorasyonu Türkiye’de bulunmuş birçok seyyahın ilgisini çekmiş, gezi kitaplarında anlatılmış, beraberlerinde getirdikleri ünlü ressamlar tarafından gravür tekniğinde resimleri yapılmıştır. Sonraları bu kahvehâneler sokak aralarına da yayılmağa başlamış, Türkiye’de basın ve yayın ortamının gelişmesiyle beraber de “kıraathane”lere dönüşmüştür.

Ulema bir kısmı ilim irfan sahibi, bütünüyle aklı başında insanların câmi dışında ilim ve ibadet haricinde sohbetler yapmak üzere kahvehanelerde uzun süreli ictima etmelerini uygun görmüyordu. Hatta bilincini sarhoşlukları ölçüsünde kaybetmiş insanların toplandığı meyhanelerden daha fena olduğu kanaatinde idiler. Örneğin Şeyhülislâm Ebussuud Efendi kavrulmuş kahve kömür sayılacağı için haram olduğu yolunda fetva vermişti. Vâizler bu fetvalara dayanarak kahvenin haram olduğunu anlatıyorlardı.

Bununla beraber devlet Sultan Süleyman zamanından beri, kahveden “Bid’at-i Kahve Vergisi” olmak üzere müslümanlar için, okka başına 8 ve hıristiyanlar için 10 akçe; kahvehanelerden de günde bir veya iki altın vergi almaktaydı. Dolayısıyla başta sadrazam olmak üzere Hazine’ye para girmesini isteyenler kahvehanelerin çalışmasını istiyorlardı. On altıncı yüzyıl sonlarında ve On yedinci yüzyıl başlarında çıkartılan kahve yasakları devam edemedi.[887]Nihayet şeyhülislâm ve müftüler fazla kavrulmamış kahvenin haram olmadığına fetva verdiler.

Kahve çekirdeğin kavrulmasından başlayarak, öğütülmesi, ateşe sürülmesi, bekletilmesi tekrar sürülmesi gibi tecrübeye bağlı incelikleri olan bir sanat hâline geldi. Erkân ve ricâlin, zenginlerin evlerinde kahve pişirmekle vazifeli kahveciler olduğu gibi Sarayda da kahvecibaşı denilen resmi bir görev meydana getirildi. Bununla beraber bir isyan ihtimali varsa (ya da bir isyandan sonra) hükümet aleyhine gizli toplantıları ve konuşmaları önlemek amacıyla zaman zaman kahvehaneler yine kapatılmıştır.[888]Ancak bu yasaklar uzun zaman devam edememiş, tam aksine kahve fiatlarını indirmek için tedbirler alınmış, tütün rejisi kurularak devlete gelir sağlanmıştır.

Daha sonraları özellikle Ramazan ayında terâvih’ten sonra kahvehanelerde ortaoyunu, hayâl-ü zıl (karagöz) seyredilir, meddahların taklitli hikâyeleri dinlenir oldu. Hikâyelerin anlatılışı sırasında dinleyiciler taraf tutarlar, aralarında kavgalar çıkar hatta bazan taraflar meddahı hikâyenin sonunu değiştirmeğe bile zorlardı.

Avrupa şehirlerinin (örneğin Paris’in) meşhur “bulvar kahveleri” gibi Osmanlı ülkesinin de köy kahveleri, kır kahveleri, mahalle kahveleri, semt kahveleri, esnaf kahveleri, lonca kahveleri, pehlivan kahveleri, sabahçı kahveleri, garipler kahvesi, aşıklar kahvesi, semâî kahveleri, çalgılı kahveler (ve kıraathaneler) gibi pek çok kahvehane türü vardı.

4. SOSYAL YAŞAYIŞ

Mescid ve çevresindeki binalara daha sonra diğer meskenler, “mahalle hamamı”, “mahalle fırını”, “mahalle mektebi”, “mahalle kahvesi” ve mahalle esnafının dükkanları eklenir, hatta bazan “mahalle-i hâmûşân” tâbir olunan küçük bir hazire (mezarlık) de yer alırdı. Böylece mahallenin yapılaşması organik biçimde gelişirdi. Ancak bu sırada herkes birbirinin komşuluk hukukuna saygı gösterir, yapıların manzara cepheleri birbirlerinin görünümünü etkilemeyecek biçimde içerlek yapılırdı. Her mahallenin “mahalle imamı, mahalle muhtarı, mahalle bekçisi” gibi özel unvanlarla anılan kendi cemaat lideri ve amme görevlileri ile birlikte “mahalle sakası, mahalle ekmekçisi, mahalle ciğercisi, mahalle sütçüsü” gibi kendi seyyar esnâfı da vardı.

Kadınlar evlerinin bahçelerine çıktıkları zaman da başörtüsü örterler. Ev kıyafeti ile sokak kıyafeti bir değildir. Sokakta kollarını sallayarak hızlı hızlı yürümek pek ayıp sayılır. Kocalariyle beraber sokağa çıkanlar da birbirlerine dargınmışlar, yahut birbirlerini tanımıyorlarmış gibi uzaktan uzağa yürürlerdi. Hele ikindiden sonra sokakta bir kadının görünmesi hiç de hoş karşılanmazdı. Genç kızlar tek başına sokağa çıkamazlar, yanlarında muhakkak yaşlıca bir kadın bulunurdu.

a. Selâmlaşma

Yolda biribirine rast gelenler birbirlerine “Selâmün aleyküm” ve karşılığında «Ve aleyküm selâm» derlerdi. Aynı yaşta ya da aralarında eski dostluklar oluşmuş olanlar arasında selam vermek için öncelik aranmaz. Ancak eski bir tanışıklık veya akran olmayıp da aralarında manevî ya da mevki olarak büyüklük küçüklük gibi bir nisbet, yaşca, mertebece bir fark varsa, selamı önce büyük olan; at’da olan yaya’ya, yoldan geçen oturana selâm verirdi. Küçükler selâma ihtiram gösterir, yürüyorsa büyük geçinciye kadar dururdu, oturuyorsa ayağa kalkardı. Amca, dayı, büyük kardeş gibi akrabanın, imam ve hoca gibi ilmiyeden olan zevatın elleri öpülürdü.

Bir topluluğa girildiği zaman el göğüs üzerine konulup “Selamün aleyküm” denilir, hazır olanlar da karşılık olarak «Ve aleyküm selâm» derlerdi. Yeni gelen oturduktan sonra, mecliste bulunanlarla aralarında “rahat oturun” ve “hoş geldiniz” anlamında olmak üzere bir süre karşılıklı “merhaba”[889]alış verişi yapılırdı.

Osmanlıların tarihe karışmış selâmlaşma şekli olan “temennâ” kelimesi Arapça dilemek, arzu etmek, edilmek manalarına gelen temenni’den gelir. Halk arasında “temennâh” da denirdi.

«Temennâ» elleri göğüs, yahut daha fazla önem verilmek istenirse diz kapakları hizasından başa kadar kadar götürülür. Temennâ sırasında her iki taraf ya hiç ses çıkarmaz, ya da temennâ edenlerden yaşca, mevkice küçük olan «Allah ömürler versin!» biçiminde dua eder. Mertebece büyük olanların temennâ’sı “iltifat” olarak kabul olunurdu.

Diğer taraftan başta Padişah olmak üzere sadrazam ve devlet ricâli’nin de teşrifat gereği olarak etekleri öpülür buna “damenbûsi” denilirdi. Özellikle Padişah’ın eteğini öpmek ancak belirli törenlerde belirli kurallarla mümkün olur ve buna nâil olmak büyük şeref telâkki edilirdi. Nitekim Yeniçeri ağası eğer “vezir” rütbesinde ise hem ağa ve hem de vezir olarak iki kere huzurua çıkar ve etek öperdi.

Dolayısıyla “etek öpmek” çok önemli bir kişinin “en yakınında” olabilmek anlamındadır. Nitekim hizmetkarlar ve esnaf “riayet ve tazim” zorunluğu hissettikleri mevki sahibi kişilerin eteklerini öperlerdi.

b. Mühür Kullanımı

Halk arasında benzer anlam verilen mühür ile damga’lar aslında birbirlerinden farklı işlerde kullanılmışlardır. Mühür denilince hem bir alet hem de onun meydana getirdiği bir işaret anlaşılmaktadır.

(1) Damga’lar

Damga genellikle madenî eşya üzerine vurulan işaret nitelikli bir mühürdür. Altın ve gümüş gibi kıymetli madenden yapılmış eşyanın üzerine devlet tarafından basılan işaretler de damgadır.

Osmanlılar’da devlet kağıt, kıymetli maden, tartı aletleri gibi kontrol garantisi isteyen şeyleri damgalayarak bir “değer garantisi” verir, karşılığında da “damga resmi” alırdı. Nitekim kalitesi şüpheli olan altın ve gümüşten yapılmış mallara mallara halk arasında şüpheyle bakılır, “üstünde damgası yok!” denilirdi.

Kullanım yerlerine göre mühürlere de isimler verilmişti. Resmi hizmet için kullanılanlara “al damga”, devleti temsi eden murahhaslarınkilere “altun damga”, gümrüklerde kontrol için olanlara da “kurşun damga” denilirdi.

(2) Mühürler

Osmanlı Devleti’nde üç tür mühür kullanılmıştır:

1. Zât mühürü, 2. Resmi mühür, 3. Makam mühürü,

Günümüzdeki anlamıyla yalnız imza yerine herkesce kullanılanlara “mühr-i zâtî”; sadaret, vâlilik, seraskerlik, kaptan paşalık, yeniçeri ağalığı gibi çeşitli memuriyetlerde makam ve sahibinin ismi yazılı genellikle büyük boy şahsî mühürlere “mühr-i resmî” denilirdi. Daha çok son dönemlerde kullanılmaya başlanan “makam mühürleri”nde ise yalnız mühürün ait olduğu dairenin ismi kazılmıştır.

Devlet dairelerinde işleri olanların mühürlerinin tatbik örnekleri bir deftere alınıp gerektiğinde karşılaştırmak üzere saklanırdı. İşlemlerde bu örnekten başka mühür kullanılamazdı. Ancak bir şahıs hastalık v.s. gibi geçerli bir nedenle vekil olarak tayin ettiği kişiye mührünü kullanma yetkisi verebilirdi.

Osmanlı şahıs hukuku açısından önemli bir husus da aynı mühür tablası üzerine isimleri birlikte kazınmış iki kişinin tek mühür kullanabilme yetkisidir. Bu bir anlamda “vekâlet verme” anlamına gelmektedir.

Mühürlerin tablaları üzerinde sahibinin imzası ile birlikte kazındıkları tarih de bulunmaktadır. Önemli resmî işlerde kullanılan mühürler üzerindeki kazınma tarihlerinin fazla eskimiş olmamaları gerekmektedir. Bazı mühürlerde hakkâkın adı da bulunur.

Diğer taraftan mâliye ve tapu gibi devlet dairelerinde işleri bulunanlar için “mühür tatbik defterleri” de tutularak sahteciliklerin önüne geçilmek istenmiştir. Hatta mühürleri kazıyan hakkâk esnafı da, ileride bu tür sahtecilikten mesul tutulmamaları açısından kazıdıkları mühürleri teslim etmeden önce baskı numunelerini kendi özel tatbik defterlerinde saklamaktadırlar.

c. Ramazan Yaşayışı

Ramazan ayını karşılamak için Şaban ayının 15. Berat kandili günü ya da birkaç gün öncesinden oruç tutmağa başlayanlar olurdu. Diğer taraftan Berat kandili gecesi caminin aydınlanmasına katkıda bulunmak amacıyla şamdanlarda yakılmak üzere (bir ya da beş kilolukları da bulunan) “Berat mumu” denilen mumlar götürülürdü.

Hatta Recep ayının ilk gününden Ramazanın sonuna kadar hiç aralık vermeden “Üç aylar”ı tutanlar da vardı.

Her yıl Ramazan ayı başlamadan 10-15 gün önce çarşı ve pazarda dükkanlar, kahvehaneler temizlenir, boyanır ve süslenir, büyük câmilerde mahyalar düzenlenir, evlerde hazırlıklar, temizlikler yapılır, bakır kaplar kalaycıya gönderilir, eksikler varsa yenileri ısmarlanır, boyanacak yerler boyanır, gündelik olarak kullanılmayan misafirlik takımlar ortaya çıkarılırdı. Evkaf’tan camilere kandil yağları ve mihrabın iki yanında yakılmak üzere büyük balmumları dağıtılırdı. Çifte minareli camilerin minâreleri arasına mahyalar kurulur, hatta tek minâreliler “saçak” mahyalar yapılarak süslenirdi.

Cami (İstanbulda özellikle Fatih ve Bayezid camilerinin) avlularında iftâriyelik yiyecekler, kokular, Mekke’den gelme tesbihler, misvaklar sergicilerle dolardı.Tüccar ve esnafın çalışmaları artar, yiyecek fiyatları ilgili değerlendirmeler yapılırdı.

Ramazan hazırlıklarının en önemli bölümü “Ramazan masrafı görmek” denilen iftar ve sahur için gerekli gıda maddelerinin topluca satın alınması meselesi oluştururdu. Zenginlerin, hali vekti yerinde olanların talebe-i ulûm’a ve tekkelere “ramazaniye” adıyla yiyecek ve erzak göndermeleri adetti. Yoksul yakınlara ve komşulara, dullara, yetimlere de “Ramazan masrafları” olmak üzere bir hafta önceden içinde genellikle 3 okka sadeyağ, 2 okka zeytinyağı, 10 okka pirinç, 5 okka şeker, 2 okka hoşaflık erik veya kayısı kurusu, 2 deste mum bulunan nevâle paketleri gönderilirdi. Ramazan yardımlarının, zekat ve sadaka’ların yoksulluğun izini belli etmeyen “Fukâra-yı sâbirin”e verilmesine dikkat edilirdi.

Ramazan ayı aynı zamanda bir “bereket timsali” olarak düşünülür; meyve ve sebzenin bol olduğu yaz aylarında reçeller, şuruplar kaynatılır; makarna, erişte ve tarhana hazırlanırdı. Ramazan’la beraber günlük bazı âdet ve alışkanlıkların bırakıldığı ya da zamanlamasında değişiklikler olurdu. Aslında en esaslı fark yemek vakitlerının gündüz ve gece arasında bütünüyle yer değiştirmesidir. Bu arada tütün, tömbeki gibi alışkanlıkları olanlar da iftarı beklemek zorundaydılar. İşret illeti olanlar bu ayda bırakırlar, bazan bu terk devam eder ve bağımlılıklarından kurtulurlardı.

Kadir gecesi ve arife günlerini halk mümkün olduğunca camilerde geçirmek ve hatim dualarında bulunmak ister ve camileri kalabalığı bir kat daha artardı. Hali vakti yerinde olanlar hafızlara bir minder yaptırarak camilere gönderirler, mukabele okuttururlardı.

İftar, zamanı (İstanbul’da Topkapı Sarayı önü, Kurşunlu Mahzen, Yedikule, Kız Kulesi, Bayezid, Fatih, Selimiye, Heybeliada, ve Tersâne gibi) şehirlerin belirli yerlerinde top atılarak ilân edilirdi. Orucun açılmasına dair su, zeytin, hurma gibi gelenekler her zaman var olmakla beraber iftar sofrasının özelliği iftariye denilen çerezlerin bulunmasıdır.

Zenginlerin konaklarında verilen iftar davetleri bayram gecesine kadar her akşam devam ederdi. Konakların davetlilere ayrılan kısmı dışında selâmlık bölümlerindeki iftar sofraları mahalle sâkinlerine, esnafa ve herkese açık olur, sofralarında iftar edenlere “diş kirası””denilen bir hediye veya bir miktar para verilirdi.

Ramazan ayından önce padişahın ibâdet için hangi gün hangi camilerine gideceği duyurulurdu. Ramazan geceleri sahura kadar sokaklarda gezenler bulunduğundan fenersiz dışarıya çıkılmaması hususunda halk uyarılırdı. Geceleri fenersiz sokağa çıkmak esasen yasak olduğundan bu kurallara uyulmadığı takdirde cezalandırılacakları hatırlatılırdı.

Ramazanın ilk günü devlet daireleri kapalı olurdu. Diğer günlerde iş saatleri azaltılır, dükkanlar öğleden sonra açılırdı..

İftardan sonra kadınlar komşuları ile sahura kadar süren sohbet ve ikramlara, yüzük bulmaca gibi oyunlara devam ederlerdi. Erkekler de akşam namazı sonrasında kahvehaneleri doldurur; yatsı ezanına kadar çubuklar, nargileler, kahveler içilirdi.Teravih namazından sonra evlerden ve camilerden çıkarlar, Karagöz, meddah için kahvehanelere, saz şairlerinin atışmaları dinlemeğe çifte naralı, çığırtmalı, zilli maşalı, darbukalı, zurnalı semai kahvelerine, seyirlik oyunlar için ortaoyunlarına hatta pehlivan güreşlerine, canbaz ve hünerbaz oyunlarına giderlerdi.

Mahalle bekçileri davul çalıp, mâni söyleyerek sahur zamanını halka duyururlardı. Bu hizmete karşılık Ramazan’ın 15’in de para; Bayram’ın ilk günü de mendil içinde bir miktar “bahşiş”, bazan dokuma gibi hediyeler verilirdi.

n “Rü’yet-i Hilâl” Meselesi

Ulemâ Ramazan ayı’nın (ve bayram’ın) başlaması konusunda astronomik hesaplarla önceden belirlenen tarihlere itibar etmemişler ve hadislerin zahirinde birleşmişlerdir. Dolayısıyla yeni doğan ay’ın Batı ufkunda görüldüğü şahitlerle tesbit edilip kadı huzurunda hüküm biçiminde şer’iye siciline geçirilir ve durum resmen ilân edilirdi.

Bu gereklilik zamanla folklorik biçim aldı. İki kişi alacak davası varmış gibi kadı önüne gider, biri diğerinin “gelecek yıl ramazan hilâli görüldüğünde borcu ödemeye söz verdiğini” belirtir. Kadı, borçluya söylenenin doğru olup olmadığını sorar, o da “doğrudur ama ramazan hilâlinin görüldüğünü ispat etsin” deyince, sözde alacaklının tanıkları ramazan’ın geldiği davullar çalınıp, kandiller yakılarak halka duyurulurdu.

Bununla beraber eğer hava kapalı olup da “rü’yet-i hilal” yapılmazsa şaban ve ramazan otuz gün üzerinden hesap edilir ve buna “ikmâl-i selâsin” (otuz’a tamamlama) denilirdi.

d. Eğlenceler

Osmanlı toplumumun eğlence kültürü kadın ve erkek için ayrılır. Çocuklar kadınlarla beraber eğlenirler. Eğlenceler evlerin haremlik ve selamlık bölümlerinde olabildiği gibi kır gezileri biçiminde de yapılabilir. Döneminde yapılmış gravürlerde, örneğin Kağıthane Çayırı’nda kadınların erkeklerden bağımsız olarak eğlendiklerini, hatta ortalarında rakkase’lerin oynadığını görüyoruz.[890]Aslında bu eğlenceleri organize eden loncalar bulunmaktadır.[891]Dolayısıyla isteğe göre, bu tür çengi, köçek, ortaoyunu, meddah, karagöz gibi profesyonel seyirlik gösteriler olarak konaklarda ya da mesire yerlerinde düzenlenmeleri mümkündür.

Yalnızca kadınlara mahsus olanlardan biri de hamam eğlenceleridir.

(1) Hamam Sefaları

Kadınlar çarşı hamamına on-on beş günde bir, yıkanmak için olduğu kadar eğlenmek için de kalabalık guruplar hâlinde bir araya gelerek gitmektedirler. Hamama sabah erken saatlerde toplu olarak gidilir ve akşam ezanından önce eve dönülürdü. Her ailenin hamamda hizmetine bakan bir natırı ve bir ana kadını olurdu. Evden getirilen sedef-gümüş kakmalı nalınlar geri götürülmez ana kadına teslim edilirdi.

Hamam için birkaç gün evvelinden zeytinyağlı dolmalar, börekler, turşular, şerbetler hazırlanırdı. Hamam bohçalarının birine ipekli fıta, peştamallar, havlular gibi hamam takımları ve lifler, keseler, yemeni, kına, rastık, ayna, tarak, sabun, hamam tası gibi levâzımat, diğerine ise çamaşırlar konurdu. Hamam bohçaları, çamaşırlar, hamam takımlarının ev dışındaki bir ortamda sergilenmesi hanımlar arasında bir tür temizlik, tertip, varlık gösterisi anlamını da taşırdı. Bohçaları hamama halayıklar, yardımcılar götürür, evin hanımları için soyunma yeri ile hamamın içinde halvet hazırlatırlardı. Öğleye kadar yıkanma işi bitince, nevaleler ortaya getirilir hep birlikte göbektaşı üzerinde yemek yenirdi.

(2) Zekeriyâ Sofraları, Helva ve Tandır Sohbetleri

Aileler arasında “ârifâne ziyâfet”ler denilen masrafı müştereken paylaşılan “harif-âne”[892]yemekler düzenlenirdi. Bu ziyafetler münavebeli olarak ya da zaman zaman “Zekeriyâ sofrası” tarzında yani her ailenin kendi mutfağından sofraya getirdiği katkıyla yapılır, sohbetler edilirdi.

Kezâ önce karakışın en soğuk “erbâin” denilen 40 günü ve onu izleyen “hamsîn” denilen 50 soğuk günün uzun gecelerinde “helva sohbetleri” yapılırdı. Bu sohbetler Padişahın sarayında, Sadrazam ve devlet ricalinin konaklarında olduğu gibi halk ve esnaf arasında da olurdu. Devlet ricâlinin sohbetlerine ulemâ, şâir ve edipler de davet edilirdi. Bu sohbetler bir ziyafet havası içinde ikram edilen yiyeceklerle yapılırdı.

Helva sohbetlerinin en meşhuru halk arasında “keten helvası” (“çekme helvası”, “pişmaniye”, “tel tel helva” da denirdi) sohbeti denileni idi.[893]Ağdalanmış sıcak şekeri ellerini ortadaki una batırarak halat burar gibi çeviren (çoğu kez bazıları şekerci ustası) 8-10 kişinin uzun bir sürede hazırladıkları Bu işlem devam ederken misafirler hem seyrederler, hem mâniler, lâtifeler, türküler söylerler, yüzük, değirmen, tura, leb oyunları, darbımeseller sayıp sıralamak gibi oyunlar oynarlardı. Saatler sonra “tel tel keten helvası” tamam olunca misafirlere tutam tutam dağıtılırdı. Helva sohbetleri haremlik selamlık usûlüne göre yapıldığından, erkekler keten helvası ile uğraşa dursun, harem kısmında kadınlar gündüzden hazırladıkları börekler, çörekler, katmerler, envâi tatlılar, ezmeleri ikram ederlerdi.

Bu toplantıların bazan esnaf loncalarının toplantı odalarında da yapılır, enva-ı oyunlar ve eğlencelerle sabaha kadar vakit geçirilirdi. Böyle yapılırsa mahalle ahalisi davetsiz de olsalar kabul olunurlardı.

Diğer taraftan erkân ve ricâl arasında, zengin konaklarında da bu helva sohbetlerinin düğünleri andırır , çalgılı, oyunlu çok daha şatafatlıları yapılırdı. Ancak bunlarda halk arasındaki samimiyet yerine merâsim ve resmiyetin hâkim olması kaçınılmazdı.[894]

Helva sohbetlerin haftada bir, iki kere yapılır ama kış geceleri her aile bir araya toplanır, ayaklarını mangal üstündeki örtünün altına sokarak “tandır sohbetleri” yaparlar, bu arada “Dudunâme” (Tûtînâme) gibi taş baskısı, el yazması masal kitapları okunurdu.

(3) Mesireler

Büyük yerleşim merkezlerinde ahalinin gezmelerine, eğlenmelerine tahsis olunmuş içinde çayırlar, akarsular, çınarlar bulunan mesireler vardı. ilkbaharla beraber mesirelere gidilirdi. Özellikle İstanbul’da Rûmî Nisan’ın 23’ü “Rûz-i Hızır” ya da “Hızır İlyas”tan galat Hıdrellez günü olarak baharın müjdecisi kabul edilirdi. Bu tarihten 10 gün önce hazırlıklara başlanır, akrabalara, uzak semtlerdeki dostlara davetiyeler yollanırdı. Mesirede yenmek için kuzular doldurulur, sütler, yoğurtlar, helvalar, peynirli pideler, zeytinyağlı dolmalar hazırlanırdı. O gün arabalarla çayıra gidilir, ağaçların altında, çimenlerin üstüne sofralar kurulurdu. Bir yanda ağaçlara asılan salıncaklarda çocuklar sallanır, diğer tarafta mevsimine göre kazanlarda mısırlar kaynar, kuru yemişciler, horoz şekeri satanlar, kayık salıncakçıların bir ağızdan bağırışları arasında çingene hanendeler zurna, zilli maşa, dümbelek ve uddan oluşmuş fasıl heyetleriyle birlikte icrâ-yı sanat ederlerdi.

Evliyâ Çelebi, “cümlesi kırk adede baliğ olur ise de malûmumuz olan ve halk ağzında meşhur olanlar” dediği İstanbul’un On yedinci yüzyıl’daki diğer mesirelerini de şöyle sıralıyor:[895]

“Mirgûn Bahçesi, Halkalı Bahçesi, Siyavuş Paşa Bahçesi, Fitneköy Bahçesi, Davud Paşa Bahçesi, Silivri Bahçesi, Haramideresi Bahçesi, İskender Çelebi Bahçesi, Dolmabahçe, Büyükdere Korusu, Anadolu tarafında Tokat Bahçesi, Sultaniye Bahçesi, Çubuklu Bahçesi, Kandilli Bahçesi, İstavroz Bahçesi, Üsküdar Bahçesi, Çamlıca Bahçesi, Fener Bahçesi, Haydarpaşa Bahçesi. Her birinde yüzer, ikişer yüz bağiban vardır. İçlerinde Hünkâr ahırları olup her birinde birer tavla küheylân bağlıdır.

İstanbul’un içinde ve dışında has ve âm için teklifsiz herkesin teferrüç edebileceği mesire ve teferrüçgâhlar, evvelâ İstanbul içre Etmeydanı, Ağa çayırı, Yenibahçe, Baruthane, Vefa, Bayezid, Süleymaniye, Fatih, Atpazarı, Arabacılar, Selimiye, Kadirga Limanı, Şehzade, Yedikule, Valide Camii, Ayasofya meydanları ve Lânga, Lâlezar Bağları ve Eminönü, Odunkapısı, Ayazma Kapısı, Büyük Ayazma İskelesi, Eyüb Kapısı, Kumkapı, Lânga Kapısı meydanları. Ve Lânga Denizi Hamamı ve Samatya, Davudpaşa Kapısı meydanları vardır ki cümle İstanbul içindedir. İstanbul haricinde Silivri Kapısından taşra Süleyman Sahrası, Yenikapı Mevlevihane Tekkesi Mesiresi, Bayrampaşa, Kasım Ağa Bağları, Topçular, Otakçılar, Yavedud İskelesi, Defterdar İskelesi meydanları vardır. Eyüb Haremi, İdris Köşkü Meydanı, Kâğıdhane yolunda Cirid Meydanı vardır.

Alibey Köyü Mesiresi bir çimenzâr geniş bir dere içre kırk evli, bir camili, yetmiş, seksen kadar çınar ağaçları ile müzeyyen, gün görmez bir teferrüçgâhdır.

Lâlezar Mesiresi, Kâğıdhane Lâlesi namile meşhur olan gûnagûn lâleler bunda hasıl olur. Lâle vakti bu mesireyi görenin aklı perişan olur.

Emîrahur Kasrı Mesiresi: Kâğıdhane nehri kenarında bir çimenzarda ahşab bir kasr-ı zibâ’dır. Padişahın aygırları burada çayırlanır. Ahur emîri burada oturur. Nice muazzam çınarları vardır.

Emirgûne Bahçesi Mesiresi: binlerce ulu ağaçları vardır.

Cendereciköyü Mesiresi: İki yüz haneli, bir camili, bir hamamlı teferrücgâhdır. Âb-ü havası lâtif, nice gölgelikli çınarları bulunur bir lâlezardır.

Çaybaşı Teferrüçgâhı: Kâğıdhaneye akan nehrin başıdır. Gizlice sohbet etmek isteyen ehl-i ırz tayfası atlar, arabalar ile gelip buradaki ağaçların gölgesinde iyş ü nûş ederler. Alibey nehri de kezalik böyledir.

Su Kemerleri Mesiresi: Süleyman Han on bin kese harcedip bu mahalden İstanbul’a bin göz köprülerle saf sudan nişan verir su getirtmişdir ki bazı kemerler bir dağdan bir dağa atılmış üçer kat eflâke kehkeşan gibi ser çekmiş kemerlerdir ki seyre değer.

Sultan Osman Havuzu Teferrücgâhı: Su Kemerleri Mesiresi yanında bir büyük havuzdur. Bir çok dağ ve bağlardan bu mahalle sular toplanıp kemerlere dağıtılır. Ve kemerlere gözcü üç dane ma’mur karyeler vardır ki sel dağlardan süpürüntüyü bu havuza sokdukda o karyeler halkı temizlerler. Bu kemerlerin dört tarafındaki korular mamurdur. Cümle uşşâkan anda zevk ü sefa ederler.

Istranca Dağları Mesiresi: Bir bektaşi tekkesi de vardır ki cümle hademeleri can ve baş ile hizmet ederler.”

(4) Mehtap Seyirleri

Boğaziçi’nde mehtap alemleri geleneğini On yedinci yüzyıl ikinci çeyreği içinde Şeyhülislam Bahaî Efendi’nin başlattığı söylenmektedir. Şeyhülislamın yalısı Kanlıca’da körfezinin karşısında imiş ve Boğaziçi’nde ayın oniki, onüç ve ondördüncü geceleri mehap safası tertip edilirmiş. Bu eğlencelerde hiç sandal bulunmaz, sadece 2000-3000 kayık yer alırmış. Kayıklar yanyana gelince Kanlıca’dan Emirgân’a kadar uzanırmış. O geceler seyr ü sefer durdurulurmuş. En seçme hanendeler, o gece sabaha kadar okurmuş. Erkek sesi, tanbur ve kemence... Bu alem yazın üç defa, havalar iyi giderse sonbaharda da bir defa olmak üzere senenin dört ayında (mehtabın 12-13-14. günlerinde olmak üzere toplam 12 gece) yapılırmış. Bu güzel ve tamamen Türk olan an’ane Bahaî Efendi zamanından beri her üç, bazan da dört ‘mehtap’ icra edilirmiş.(...) Bu mehtab eğlencelerine bir pazar kayığı ile İstanbul’un külhanbeyleri de katılırmış. Fakat o kadar edepli hareket ederlermiş ki, hanende okumaya başlayınca mangalda kızarttıkları balık ve şişleri cızırtılar kimseyi rahatsız etmesin diye çekerlermiş.”[896]

(5) Meyhaneler

Evliyâ Çelebi İstanbul’da bulanan meyhaneleri şöyle tasvir ediyor: “Dört kadılık yerde 1060 kadardır. Cümlesi kefere ve fecere olmak üzere 6000 kişidir. Şarabın katresi haramdır. Lakin devletin gelirlerinden olduğundan şarabı men etmemişlerdir. Senevî hasılat alırlar. Başkaca bir emanettir. Otuz emin’in biri de budur. Galatada Domuzkapısı’nda oturur. 300 kadar tevabii olan büyük emanettir, İstanbulun -dört çevresinde meyhane çoktur. Amma pek fazla olarak Samatya kapısında, Kumkapı’da, Yeni Balıkpazarı’nda, Unkapanında, Cibali Kapısı’nda, Ayakapısı’nda, Fenerkapısı’nda, Balatkapısı’nda, karşıda Hasköyde bulunur. Hele Galata demek meyhane demektir. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavudköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar, Kadıköyü nam mahallerde tabaka tabaka meyhaneler vardır. Meyhaneciler mezmum bir halk, mel’un bir kavimlerdir ki Galata meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mitrablar, kaşerlenmiş adamlar toplanıp gece gündüz sefa ile sürûr ederler. ”

Diğer taraftan içki üreten ve satanları da şöyle tanıtır: “Esnâf-ı hizan dilberan 500 neferdir. Bunlar bir alay hâneberduş eclâftır. Rakıcılar esnâfı 100 dükkân, 300 kişidir. Her bir nebattan gülsuyu gibi rakı çıkar. Esnâf-ı meyhaneciyan-ı piyâde dükkânları yokdur, 800 neferdir; Esnâf-ı meyhâne-i koltuk 300 dükkân, 800 neferdir.”[897]

e. Takvim Kullanımı

Osmanlı Devleti’nin resmî takvimi her zaman Ay yılı olarak hesaplanan “Hicrî Takvim” olmuştur. Bu bağlamda muvakkithanelerin ve muvakkitlerin yönetilmesi müneccimbaşıya aittir. Ay ve yıl içindeki büyük zaman bölümlemeleri olan kamerî ayların, bayram günlerinin tesbiti şer’î usuller ve astronomik hesaplarla takvimlerde belirlenirdi. Zayiçe denilen bu tür akvimlerin düzenlenmesi de “müneccim”lerin işiydi. Ancak halk arasında bu takvimler daha basit röperlere dayanılarak âdeta yeniden düzenlenmiş, hatta bizzat yaşanan ve tekrarlayan doğal olgulara ya da kutsal günlere yeni isimler verilerek şifâhî pratik takvimler oluşturulmuştur.

(1) Dinî Takvimler

Bu bağlamda müslüman halk arasında hicrî takvimin Arapça olan ay adları ya Türkçe’ye aktarılarak ya da dinî geleneklerle bağıntılı olarak yeni isimler verilmektedir:

Hicrî-kamerî yıl başı olan muharrem (muharrem ül-haram} için “haram ayı”, ya da “aşûre ayı’’; safer (safer ül-hayr) için “sefer”; rebiülevvel için “büyük mevlûd”; rebiülâhir için “küçük mevlûd”; cemaziyevvel için “büyük tövbe”; cemaziyelâhır için “küçük tövbe”; receb (receb ül-ferd) için “kandil”, ya da “ilk namaz’”; şaban (şaban ül-muazzam) için “son namaz’’ ya da “berat”; ramazan (ramazan ül-mübârek) için “oruç”; şevval (şevval ül-mükerrem) için “bayram”; zilkâde için “aralık”; zilhicce” için de “kurban” denilmekteydi.

“Receb, şaban, ramazan”ayları da birlikte anılarak “Üç Aylar” deniliyordu.

Kamerî takvim’in İslâm ülkelerinde geleneksel olarak devam etmesinin ve şemsî (güneş) takvimlerinin tarih içinde geleneksel bir hal alamamasının sebeplerinden biri de, İslamî kutsal günlerin her yıl güneş takvimine göre 11 günlük kaymalardır. Kamerî takvime göre özellikli günler şöyle sıralanmaktaydı.

n 1 muharrem (muharrem ül-haram) = Hicrî yılın başlangıcı.

n 10 muharrem aşûre günü (yevm-i aşûrâ) = Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edildiği gün. Hz.Nuh’un gemisinin Cûdi Dağı’na oturduğu gün olduğu da söylenir.

n 12 rebiülevvel Mevlid Kandili = Hz. Peygamber’in doğduğu gün,

n receb (receb-ül-ferd) ayının ilk perşenbe’sini cuma’ ya bağlayan gecesi= Allah’ın bağışlamasının, rahmet ve bereketinin ölçüsüz ihsan olunduğu Regaib Kandili gecesi (Bir inanışa göre de, Hz. Peygamber’in ana rahmine düştüğü gecedir),

n 26/27 Receb Mirac Kandili = Hz. Peygamber’in göğe çıktığı gecedir,

n 14/15 şaban (şaban ül-muazzam) Berat Kandili= Yıl boyunca olacakların belirlendiği, Hz. Peygamber’in ümmetine şefaat yetkisinin verildiği gece,

n 26 / 27 ramazan =Kadir gecesi. Bu ayın en kutsal gecesi,

n 1-3 şevval (şevval-ül-mükerrem) = Ramazan Bayramı,

n 10-13 zilhicce = Kurban Bayramı’dır.

(2) Halk Takvimleri

“Mart, mayıs ve ağustos” aylarının adları Roma, “nisân, haziran, temmuz, eylül, teşrin-i evvel, teşrin-i sâni, kânun-i evvel, kânun-i sâni ve şubat” aylarının adları Süryânî kökenlidir. Aslında Selefküs (Selefkiye) ya da Rûmî denilen takvimde de mevcut bulunan bu ay isimleri halk dilinde yaşamaktaydı.

Müneccimler yılı yaz ve kış olarak ayırmışlardı. Yaz aylarına 6 mayıs günü başlayıp “186” gün süren (Eyyâm-i Rûz-i Hızır), Kış aylarına da 8 kasım’da başlayıp “179” veya “180” gün süren (Eyyâm-ı Rûz-i Kasım) denirdi.

Eyyâm-ı rûz-i kasım’ın 46 ve 85 inci günleri yani “23 aralık-31 ocak” arasındaki kırk günlük süre halk arasında (Arapça 40 sayısı anlamında) “Erbâin”, devamında 1 şubat- 21 mart arasında gelen elli günlük süreye de (50 sayısı anlamında) “Hamsîn” denilirdi.

Baharın müjdecisi sayılan üç adet “cemre”lerin ise 20 şubat’ta havaya, 27 şubat’ta su’ya, 5 mart’ta ise toprağa düştüğü kabul edilirdi.

Baharın başlangıcı olarak 20 veya 21/mart günü “Nevruz” olarak anılırdı. Halk arasında da 6 mayıs halk takviminde yazın başlangıcı sayılırdı.

Nevruz ve Hıdrellez günlerinde, kadınlar o haftanın çarşamba veya perşembe gecesinde koşmalar okurlar, niyet tutarlardı, “nevrûziye” denilen baharlı bir macun yaparlardı.

Halk arasında “Kocakarı Soğuğu” ya da “Berdelacuz” veya “Eyyam-ı Hasum” mart ayı içindedir. Bu şiddetli soğuklar “Mart kapıdan baktırır- Kazma, kürek yaktırır” denilmiştir. Bununla beraber halk leylekler, çaylaklar ve kırlangıçların gelmesini baharın işareti olarak algılar ve sevinirdi.

Bir de Eyyâm-ı Bâhur”denilen ve 31 temmuz ve 7 ağustos arasında sıcak günler beklenirdi.

Sıcakların sonu sayılan ve 11-26 kasım arası da “PastırmaYazı” olarak meşhurdu.

“Karakış” ise 9 aralık’tadır. Günümüzdeki ocak ayı’na “zemherî” de denilmektedir.

Diğer taraftan Divan şairlerinin “şitaîyye”, “bahariyye”; “cemrevîyye”, “ıydiyye”, “ramazaniyye”, “nevrûziyye”, “temmûziyye”, “muharremiyye”, “Mirâciyye”, “Regaîbiyye”, “Vilâdiyye”, “cülûsiyye”, “sayfiyye”, “kurbaniyye’” olarak adlandırılan ve devlet erkânına sunulan kasideleri de takvim ve toplum arasındaki bağların sanata yansıyan yönünü vurguluyor.

f. Doğal Çevre

(1) Çınar Sevgisi

Çınar’ın kültürümüzde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Belki de çok yaş yaşadığından devleti simgelediğine inanılmıştır. Beş asır Müslüman olan Rumeli’ye önce çınar dikilmiştir.

Bu yüzden çınar ağaçlarının dipleri, çevreleri ya mesire yeri, ya da kahvehanedir. Bayezid, Emirgan, Beylerbeyi, Anadolu ve Rumeli kavakları, Büyükdere Çayırbaşı, Ortaköy, Kozyatağı, Bulgurlu’nun “çınaraltı”ları hâlâ mevcutlar.

Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda Fatih döneminden kalma “Yeniçeriler Çınarı”, Sultanahmed’e çıkan Alemdar Caddesi’ni ikiye bölen ve çok yaşlı olduğundan ortası yarılmış ulu çınarlar da Osmanlı Devleti’nden kalma yaşayan anılardır.

Göksu deresi kenarındaki “Beş Kardeşler” çınarı da yine hayli şöhretlidir.Aynı kökten çıkan beş gövdeden oluşan çınarın bir gövdesi yanınca çınara “Dört Karteşler” bir gövdesi daha yıkılınca “Üç kardeşler” denmiştir. Ve halk söylencesinde zengin yakıştırmalarla hâlâ saygıyla anılmaktadır.

Diğer Osmanlı şehirlerinde bu sevginin örnekleri görülmektedir. Örneğin Bursa’da Muradiye’deki “Ulu Çınar”, Somuncubaba Çınarı, Eskicibaba Çınarı, Yıldırım ilçesindeki Yeniçeriler’e altında ulûfe dağıtılan “Ulûfe Çınarı”[898]ünlüdür.

Böylece çınarlar dikilmekle kalınmamış, öykülerle, efsanelerle gelecek nesillerin gönüllerine sevgiyle aktarılmıştır.

(2) Hayvan Sevgisi

Kur’an-ı Kerim’in “at, deve , sığır ve koyun” gibi hayvanlar anlamına gelen “En’am”[899]sûresinde bütün mahlûkat’ın Allah indinde bir aile olduğu belirtilmekte, Hadîs-i Şerif’’ler de “Mahlûkatın hepsi de Allah’ın ıyâlidir, Allah’a en sevgili olan da ıyâline en yararlı olandır” denilmektedir.

Ayrıca İslâm hukukunda evcil hayvanların sahiplerinden «nafaka» hakları vardır. Bunu sağlayamayanlara hayvanlarını sattırma zorunluğu hükmen yüklenir.[900]Kezâ arıların bütün balları alınamaz ya da kendilerine bal yerine geçebilecek başka bir gıda sağlanır. Yavrulu hayvanların sütleri de bütünüyle sağılamaz. Hayvanı sağan kimsenin hayvana eziyet vermemesi için tırnaklarını kesmesi gereklidir. Hayvanlara fazla yük vurulması, uzun yol yürütülmesi doğru değildir[901]

Bu arada örfî Osmanlı hukuku’nda da «hayvan hakları»nın korunduğu unutulmamalıdır: «Ve ayağı yaramaz bargiri işletmeyeler ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler ve ağır yük urmayalar zirâ dilsüz canavardır her kangısında eksük bulunur ise sahibine tamam itdüre eslemeyanı tamam gereği gibi hakkından geline ve hammallar ağır yük urmayalar müte’aref üzerine ola»[902]Burada bahs’i geçen «hammallar» taşıyıcı hayvanları kullanarak yük taşıyan esnaftır.

Görülüyor ki «hak» kavramı nesnel (objektif) olarak düşünülmekte ve hukukî bir gerçeklik (verité judiciaire) niteliğinde ele alınmakta. Fetvâların mahkemeler dışında da kullanıldığı ve toplumun bütün kesimlerine yayıldığı düşünülürse, Osmanlı toplumunda din ve devletin el ele hayvanlara karşı sistematik bir şefkat ve müsamaha oluşturduğu anlaşılır.

Diğer taraftan yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesinde gezi, oryantalizm, doğal bilimler araştırıcısı, siyasî ya da askerî görevlerle bulunmuş, bazıları uzun süre yaşamış insanlar Osmanlı toplumunda gözlemledikleri çevre bilinci ve hayvan sevgisini vatanlarına dönüşlerinde yayımladıkları anı kitaplarında anlatmışlardır.[903]

(a) Şâirler ve Meşâyih’te

Tarih boyunca örneğin Fuzûlî (Leylâ ve Mecnûn’dan bölümler), Nefî, Bâkî, Nefî, Nedîm, Ahmed Paşa, Hacı Bektaş, Karaca Ahmed, , Geyikli Baba, Hasan Dede, Bozgeyikli Dede, Hasan Baba, Abdal Musa ve Kaygusuz Abdal, Hatâî, Horoz Baba, Koyun Baba, Koç Baba, Etyemez Baba, Şeyh Vefâ, Merkez Efendi, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Ruhsatî, Kul Hüseyin, Kayıkçı Kul Mustafa gibi tanınmış Osmanlı meşâyihi, mütefekkirleri, şâirleri de hem husûsi hayatlarında ve hem de eserlerinde hayvan sevgisini açığa vurmuşlardır.

Daha On altıncı yüzyılda Pîr Sultan Abdal bir şiirinde, ancak çağımızın ileri ülkelerinde kanunlaştırılabilen hayvan haklarını İslâm hukuku çerçevesinde şöyle dile getirmektedir:

Koyun eydür: Benim kuzum aldılar,

Beni hasret ateşine saldılar.

Cebrâil Mikâil bile geldiler,

Selman İmam’ların belin bağladı.

Muhammed koyunun aslın aradı.

Kuzum! dedi koyun, ayak diredi.

Nâcî derler, bir gürûh’dur türedi.

Zülfikar kınından çıktı zağladı.

Koyun eydür: “Kuzum, hasların hası;

Nûh felekden öte gelirdi sesi.

Yarın Mahşer Günü kılam dâvâsı!”

deyince Muhammed-Ali ağladı.

(b) Mimarlık’da

Kuşları dış etkilerden ve yapıları da onların verebileceği zararlardan korumak, hem de fisebilillah bir hizmette bulunarak “sevaba nâil olmak” gibi gayelerle halk arasında “kuş köşkü” veya “kuş sarayı” da denilen kuş evleri de yapılmıştır.

Kuş evleri, On üçüncü asırdan itibaren On dokuzuncu asrın sonlarına kadar hemen hemen Osmanlı Devleti’nin ömrü boyunca camiler, medreseler, sibyan mektebleri, şifâhâneler, kütüphaneler, darphaneler, maksimler, iskeleler, köprüler gibi resmî binalarla, türbeler, hanlar, hamamlar ve evlerin duvarlarında geleneksel mimarlığın sevimli bir ayrıntısı olarak yer almışlardır. Boyalı, oymalı küçük tahta yuvalar biçiminde ağaç dallarına, bahçe duvarlarına asılanları da yapılmış, ama kuş evlerinin ahşap numuneleri yangınlar, istimlâkler, yıkımlar yüzünden günümüze kadar ulaşamamıştır.

Bu ilginç yapıların kendilerine mahsus mimarîleri de vardır. Binaların güneş tutan ve sert rüzgârlara kapalı cephelerinde, çocukların rahatsız edemeyecekleri kadar yukarı seviyelerde yapılırlardı. Bazıları, bulundukları binanın duvarına doğrudan ya da çok az çıkıntılı olarak bir dizi delikten açılarak mühendisce bir görüşle, yani yalnız fayda unsuru dikkate alınarak yerleştirilmişlerdir. Süleymaniye Câmi’i, Yeni Câmi ve Büyükçekmece’deki Sokollu Mehmed Paşa köprüsündeki kuş evleri böyledir.

Diğer taraftan gerek cephe tasarımı ve gerekse taş ya da tuğla ve sıva işçiliği açısından küçük birer sanat şaheseri olan gerçek “kuş sarayları” ve “kuş köşkleri” de vardır. Bu tür olanlar taş cephede özel olarak bırakılmış küçük konsollar üzerinde dışarı taşarak kendi yapılarının özgün biçimini belli ederler. Bazıları ana yapının köşesini dönecek biçimde çift cepheli yapılmışlardır. Osmanlı mimarîsinin kubbeler, kasnaklar, kemerli kapılar, kafesli pencereler, revak ve sütûnlar, minâreler, alemler gibi çeşitli elemanlarının minyatür nümuneleri çoğu kez ana yapının üslubunu taklit eden bu küçük yapılarda da izlenebilir. İşçilik açısından en görkemlileri birkaç daireli minyatür saraylar, müstakil köşkler biçimindeki yapılarıyla Üsküdar’daki Cedîd Valide, Ayazma ve Selimiye camilerindedir. Cedîd Vâlide Câmii’ndeki kuş evleri ise cephe tasarımı olarak “hilâl” biçiminde alemli kubbeleri ve minareleriyle “Selâtin câmileri” görünümünde yapılmıştır..

Bayezid’deki Sadrazam Seyyid Hasan Paşa Medresesi (İ.Ü. Türkiyat Enstitüsü)’ndeki çifte minareli cami biçimindeki kuş evi de ince bir tuğla ve sıva işçiliğiyle yapılmıştır.

“Darbhâne-i Âmire” binasının özellikle iç avlusundaki örnek, 3 blokludur. Orta blokun 2 kat yüksekliğinde kemerlerile birbirlerine bağlanmışlardır. İki yandaki bloklar üst iki katları balkonlu olmak üzere dörder katlıdır. Sivri çatılarıyla “şato” görümündedir. En eskilerinden biri Sivas’ta On üçüncü asrın başından kalma İzzeddin Keykavus Şifâhanesi’nde görülür. Kuş evlerinin en görkemli örnekleri şüphesiz ki en çok İstanbul’un cami, külliye, türbe, köprü, han gibi âbidevî taş yapılarında yer almışlardır. Meselâ Yeni Câmi, Nuruosmâniye, Fâtih, Süleymâniye, Eyüb, Bâli Paşa, Lâleli, Üsküdar’da Ayazma (Sultan III. Mustafa Hân), Selimiye ve Cedîd Vâlide Câmileri, Çarşıkapı’da Kara Mustafa Paşa, Saraçhâne’de Amucazâde Hüseyin Paşa, Vezneciler’de Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Fatih’de Feyzullah Efendi medreseleri, Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Ragıb Paşa sibyan mektebleri, Ayasofya’da Sultan Mahmud Hân-i Evvel kütüphanesi, Lâleli’de III. Mustafa ve III. Selim türbeleri, Büyük Yenihan, Lâleli’de Çukurçeşme, Bayezid’de Hasan Paşa hanları, Büyük Çekmece’de Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü, Sarayiçi’nde Darbhâne-i Âmire binası ile Balat’ta sivil taş mimarî örneği olan evlerde, Haydarpaşa vapur iskelesinde, Taksim maksiminde kendine özgü bir mimarîsi olan bu kuş evleri, köşkleri ve sarayları hâlâ görülebilir.

Ama Ankara, Antakya, Amasya, Bolu, Bursa, Doğubeyazıt, Edirne, Erzurum, Filibe, Kırklareli, Milas, Nevşehir, Niğde, Sivas, Tekirdağ, Tımova’da (ve bilmediğimiz diğer) Osmanlı şehirlerinde de örnekleri vardır. Halbuki bilindiği kadarıyla Osmanlı kültüründen başka hiçbir mimaride “kuş evi” kavramı bir fonksiyon olarak yer almamıştır.

(c) Vakfiyelerde

Ödemiş’te Mürselli İbrahim Ağa, hastalanarak sürülerinden geri kalan leyleklerin bakılması ve beslenmesi için ciğer ve işkembe alınmasını şart koşan bir vakıf kurmuştur. Bir başka vakıf, kışın kar yağdığında şehirlere ve kasabalara inen kuşlara serpilmek, kışın kar bastırdığında aç kuşların beslenmes için darı ve buğday, zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar vakfetmiştir.[904]

Kuşlara kolayca su bulmaları için mezar taşlarına kuş havuzları kaldıranlar pek çoktur. Mimar Sinan, vakfiyesinde köyü olan Ağırnas’ta yapıp vakfettiği su içmek üzere gelen hayvanların dinlenmesi için çeşmenin etraf ında 260 arşın[905]boyunda 160 arşın enindeki araziyi özel dinlenme yeri olarak vakfettiğini belirtmiştir.[906]

(d) Halk İnançlarında

Hayvanla ilişkili efsanelerin çoğunun toplumdaki anonim hayvan sevgisi ve hayvanların koruma altına alınması için üretildiği anlaşılıyor.

n Kuş’lar

Osmanlı halkı gerek develer ve gerekse leyleklere “hacı baba, hacı leylek” gibi , Mekke, Medine ve diğer kutsal yerlerden geldiklerini hatırlatan isimler vermişlerdir. Nitekim leyleklerin geçiş yolu üzerindeki diğer vilâyetlerimizde de bu tür vakıflar yapılmıştır.[907]Bunların dönüşleri sırasında hastalanıp sürüye katılamamış olanların bakılmaları için vakıflar yapılmıştır. İstanbul’da Eyüp Sultan Camisi bahçesinde de , sürüsüne katılamayıp kalmış sakat leyleklere bakan vakıf vardı.

Göçmen kuşlar her yıl aynı yerlere tünediklerinden yuvalarına dokunulmaz muhafaza edilirdi. Leyleklerin gelişi bütün İstanbul halkı (ve başka kentlerde) sevinçle karşılanırdı.

Turna kuşu kutlu sayılırdı. Nitekim türküler de, âşık deyişlerinde ondan uzakta bulunanlara haber götürmesi, onlardan haber getirmesi istenir. İstanbul’a turna sürüleri gibi getirilen acemi yeniçeri adayı devşirme oğlanlarını toplamağa da turnacıbaşı ağa görevlendirilirdi.

Kırlangıçlar da her yıl aynı yere tünemeğe geldiklerinden bunların yuvalarını bozmak da uğursuzluk sayılırdı.

Güvercin’ler yaygın olarak raslanan ve insandan kaçmayan kuşlardı. Ahşap evlerin çatı aralarında, câmi çevrelerinde tünerler, cemaat ve ahali tarafından beslenirlerdi.[908]

Kumrular çok çekingen kuşlar olduklarından, ancak alıştıkları evlerin pencere önlerinde beslenirlerdi. Çıkardıkları seslerden benzetme yapılarak “Üsküdara gidelim” olarak anılırlardı.

Kuş beslemek özellikle İstanbul’da oldukça yaygın bir meşgaleydi.

n Kediler

Osmanlı şehirleri baştan başa ahşap yapılardan oluştuğundan, fare ve diğer zararlılara karşı hemen her evde en az bir kedi bulunurdu. Kedi köpeğe göre çok daha temiz olarak görüldüğünden , evin içerisinde beslenmesi, bazı özelliklere dikkat edilmek şartıyla sakıncalı görülmezdi. Diğer taraftan sahipsiz sokak hayvanları içinde pek çok vakıf yapılmış olduğunu görüyoruz.[909]

Bazı kedilerin damağında görülen siyah, yuvarlak formda bir leke sanki Siyam, İran, Ankara, Van kedisi olmak gibi ayrı bir asalet, ayrı bir değer ölçüsüydü. Halk arasında ev kedileri için “Ağzı mühürlü” olarak söylenirdi.

n Sokak Köpekleri

Ev içinde beslenmesi câiz olmadığından, köpekler için sokak başlarında taştan yapılmış su kapları bulunurdu.[910]

Her mahallenin köpekleri kendi mıntıkalarını sınırlarını ve mahalle sâkinlerini bellediklerinden, geceleri “Bekçi Baba” denilen ve elinde asası ile dolaşarak sabaha kadar mahallenin güvenliğinden sorumlu bulunan görevliye âdeta yardımcı olurlar, şüphelileri, yabancıları sokmazlardı. O dönemlerde geceleri fenersiz sokaklarda dolaşmak yasaktı. Fenersiz yakalananlar asesler tarafından tutuklanırlardı.

n At’lar

Atın tabiatüstü niteliklerini belirten pek çok inançlar da vardır. Bunlardan biri, destanlık “Köroğlu’nun kıratıdır.” Köroğlu, babasının öğütlerini dinliyerek onu uzun bir süre gün ışığı görmeyen bir ahırda beslemiş, böylece kırat gerektiğinde kanatlarını açar, uçarmış ama bu tabiatüstü yeteneği’ni insan gözünden gizlermiş¸her on beş günde bir Şam pazarında satılır, sahip değiştirirmiş. Başka bir rivayet onun her ay İstanbul’da bir fakir sakanın kapısına vardığını, bir ay bu sakaya hizmet ettikten sonra “sır” olduğu’nu anlatır. Köroğlu’nun Kır-Atı, Hazret-i Hızır’ın Boz-Atı, Hazret-i Ali’nin Düldül’ü, Şah İsmail’in Kamer-Tayı da Âb-ı Hayattan içmiş, ölmezliğe, kavuşmuş atlar imiş.

İstanbul’da hastaların şifâ bulmak için götürüldüğü iki “at mezarı” vardır Bunlardan “Karaca Ahmed Sultan”ın atına “vaktinde yürüyemeyen çocuklar”, diğeri Padişah Genc Osman’nın sevgili atı “Sisli-Kır”ın mezarına “sancılı atlar” götürülür, bu mezarların etrafında üçer defa dolaştırılırdı.[911]

n Koç’lar

Hazret-i Ali «Allah’ın Arslanı» olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Koçun döğüşme gücü de Hazret-i Ali’nin bir vergisi sayılır. - Koçun, ve genel olarak koyun cinsinin, tıpkı geyikler gibi, olağanüstü nitelikte «sahip»leri vardır; çobanın gece uyuyup kaldığı zamanlar sürüyü tehlikelerden onlar korur; insan kılığında çobana göründükleri olurmuş.

n Yılan’lar

Yılanın kimi hallerde olumlu, kimi hallerde olumsuz değerlendirilir. Yolda yılana rastlamak uğursuz sayılır. Rüyada yılan görme düşmandan bir zarar geleceğini haber verir. Buna karşılık, evin sahibi, koruyucusu, definelerin bekçisi olan yılanlara inanılır; masallarda, efsanelerde kendilerine iyilik edenleri mükâfatlandıran yılanlar vardır. Böyle iki aykırı düşüncenin gelişmiş olmasında, yılanların zehirli ve zehirsiz, zararlı ve zararsız iki cins göstermesi olgusu da etken olduğu düşünülebilir.[912]Ahşap evlerde raslanan ve fare’lerle beslenen yılanlar “uğurlu” sayılıp dokunulmazdı.

n Ayılar

Eski bir teamüle göre ayılar devlet malı sayılırlardı. Şehirlerde ayı oynatan çingeneler, ayıları doğal ortamlarından çeşitli yöntemlerle kendileri temin etmiş olmalarına rağmen ayıları devlet malı olarak kendi üzerlerine kaydettirirler ve Hazine’den kiralarlardı. Dolayısıyla ayıların herhangi bir şekilde zarar görmeleri hâlinde mes’ul tututulardı.[913]

n Maymun’lar

Maymunlar ilk defa Osmanlılar tarafindan faydalı bir iş kolunda istihdam edilmişlerdir. Maymunların gözleri yaratılıştan keskin olup uzakları çok iyi gördükleri bilinmektedir.Mağrib’den (Kuzey Afrika memleketleri’nden) getirilen maymunlar cinslerine göre tasnif edilir, sağlıklı olanları tersâne hizmetlerine ayrılırmış. Bilhassa Sultan Bayezid-i Velî devrinden itibaren gemilerde gözcü olarak Gelibolu ve İstanbul tersânelerinde özel eğitim ile terbiye edilen maymunlar kullanılmıştır. Bu maymunlar kalyonların seren ve cundalarına oturtularak ufuktaki gemiler gözetilirmiş.[914]

n Geyikler

Anadolu dağlarında gittikçe azalan geyiğin avlanmasının avcıya felâket getireceği inancını, gerçekten yaşanmış olaylarla tanıtlamak ister. Çağımızda derlenmiş birçok efsaneler de geyiklerle beraber yaşayan kadın, erkek kişiler anlatılır. Bunlar, bir bakıma, geyiklerin koruyucuları, sahipleri sayılır.

Afyon bölgesindeki meşhur yatır “Uzun-Kız” da geyiklerin çobanı ve koruyucusudur. Geyik avcılarını sakatlıkla, ölümle cezalandırır. Avcı hikâyelerine göre avcılar geyiği vuracakları zaman geyik «sır olur», yerinde sakallı, yaşlı bir adam belirirmiş. Bir avcı, dişi geyikleri sağan «Peri Kızları”na rastlamış; başka bir avcı da bir kayanın çukurunda yoğurda benzer bir şey bulup yemiş; geyiklerin südünden yapılan yoğurtmuş meğer bu, ve adamın. ağzı, çenesi yeşile boyanmış, hep öyle kalmış. Ermiş kişilerin geyiklerle ilgilenmeleri geleneği «Geyiklere merkeb ül-evliyâ derler» sözünde de kendisini gösteriyor.

(e) Yeniçeri Ocağı’nda

Yeniçeri cemaat ortalarından 71 inci Orta “sekson” denilen cenk köpeklerine bakardı. Tazı’ların eğitiminden 68 inci Orta , nefer sayısı dört- beş yüz arasında olan 64 üncü Orta ise zağar’lardan sorumluydu Bu hayvanlar İstanbul’da Tophane sırtlarında bir köpek ağılında barındırılırdı.

Yeniçeri ocağı’nda 65. Orta’sının yaya ya da atlı sekbanları padişahın “sekban tazıları” denilen zağar ve tazı cinsi av köpeklerini yetiştirirlerdi. Bu köpeklere “Sekbanlar Fırını”nında pişirilen ve sekbanlara da dağıtılan fodla denilen bir tür pide yedirilirdi. Görevleri Padişah ile birlikte ava çıkmak olan sekbanlar cins bir av köpeği gördüklerinde onu padişah adına satın alarak yetiştirirlerdi.

Yeniçeri ocağına bağlı avcı kuşlar yetiştiren Doğancılar daha sonra Enderun halkına dahil edilmişler ve On yedinci yüzyılın sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Acemi oğlanı devşirmeğe giden memurlara “turnacıbaşılar” denilirdi. Gerçekte turnacıbaşı Saray’da beslenilen turna kuşları’ndan sorumludur. Devşirilen çocuklar Saray’a ve Acemi Oğlanlar kışlasına, “turna sürüleri” gibi geldiklerinden, bu vazife “turnacıbaşı”lara verilmişti. Bu olguda halk edebiyatı ve halk şarkılarında “turna kuşu” sembolü ile vurgulanan “ayrılık” motifinin etkisi yadsınamaz.