A. PADİŞAH, HANEDAN ve SARAY

“Devlet-i Âl-i Osman” isminden de anlaşılacağı gibi devlet kurucusu olan Osmanlı ailesinin ortak malı sayılmaktaydı.[5] Dolayısıyla yönetim “ülkenin Padişah’a kendi ceddinden verâsetle intikal etmiş bir mülkiyet olduğu” kavramına dayanan mantık düzeni içinde yürütülmektedir. Nitekim “Osmanlı Ülkesi” anlamında kullanılan “Memâlik-i Osmâniyye” deyimi ülkenin Osmanoğulları’nın mülkiyetinden gelmekle beraber, aslında Hanedan’ın reisi ve görevde olduğu süre içinde devletin tüzel kişiliğinin simgesi olan Padişah’a ait olduğunu da belirliyor.

Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu sırasında Osman Bey, idaresi altındaki yerleri kardeşi, oğul ve silah arkadaşı olan aşiret beylerine vermişti.[6] Arkasından gelen Orhan Bey de idaresindeki yerlere oğullarını ve sonra beylerini tayin etmişti.[7] Bununla beraber Orhan Bey’den sonra Murad Bey’in culûsuna kardeşleri Halil ile İbrahim’in karşı koymalarıyla, kuruluşundan üç nesil ya da 60 yıl sonra Devlet, âdeta zorunlu olarak “ailenin ortak mülkü” genellemesinden çıkmış “hükümdar ve oğullarının malı”na dönüşmüştür.[8] “Osmanlı Devleti”nin tüzel kişiliğini siyasî ve hukukî tüm yetkileri tek başına elinde bulunduran Padişah simgeler. Başka bir deyişle yasama, yürütme erklerinin tek sahibidir. Ancak çoğu kez zannedildiği gibi, bütün bu yetkileri sınırsız değildir. Zira ileride görüleceği gibi Osmanlı yönetiminin bir “hukuk devleti” biçiminde yürütüldüğü[9] ispat gerektirmeyecek biçimde açıktır.

Bu bağlamda “Kur’an”, yalnız dinî meseleler için değil, şahsî ve toplumsal hukukun düzenlenmesinde de ilkelerine, yasaklarına karşı gelinemez mutlak hukukî kudrettir. Örfî hukuk normlarının ve yaptırımlarının uymak zorunda olduğu ilahî bir “anayasa” durumundadır. Padişahın (bugünkü anlamıyla “özel kanun” hükmündeki) emirleri, fermanları, irâdeleri, buyrulduları da yine şerîat hükümlerine, yani Kur’an’a aykırı olamaz.

Bu özelliği irdeleyen çok önemli bir husus da, Şeyhülislam’ın[10] buhranlı dönemlerde devlet erkânını Divân’ın üstünde kararlar alabilen “Meclis-i Meşveret”te kendi başkanlığında toplayabilmesidir. Nitekim Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim de bu meclisin kararıyla tahttan indirilmişlerdi.

Diğer taraftan Padişah sadrazamı yönetim konusunda kendine vekil olarak seçer ve mühürünü teslim eder. Dolayısıyla Padişah’ın bütün yetkilerine haiz ve yalnızca ona karşı sorumlu olarak hükûmeti temsil eder. Padişah ise gerekirse sadrazamı azleder ve hatta idam ettirebilir. Ama vekili olan sadrazam’ın “Arz”ını geri çevirmezdi.

Böylece Osmanlı Devleti’nde yönetim erki, Fatih ve Kanunî Kanunnâmeleri gibi her zaman geçerli temel kanunlara, eyâlet ve sancak kanunnâmelerine, geçmiş padişahların hâlen yürürlükteki fermanları ile yönlendirilmiş olarak işlemekteydi. Başta olan Padişah’ın bir emrinin (ya da isteğinin) kanunlaşması için onun “ferman” sürecinden geçmesi gerekmektedir. Bu bağlamda değerlendirilirse, Osman Devletinin, bir hukuk devleti olduğu ortaya çıkıyor.

Devlet’in yönetildiği Saray ise içinde Bâbü’s-saade ve Enderun’un da bulunması sebebiyle genelde “Padişah’ın Evi” gibi algılanır. Oysa Topkapı Sarayı, yüzyıllar boyu devam etmiş çok uzun bir zaman süreci içinde işlevsel evrimle gerekli görülen modüller eklenerek bir külliye gibi oluşmuştur. Bu bağlamda Saray bir yandan devletin en yüksek karar organları ve hizmet birimlerini; üst düzey yönetici yetiştiren “Enderun Mektebi” ni; Tıp, Eczacılık, Astronomi gibi ilim adamlarını ve en yetkin sanatkârların çalıştığı “Ehl-i Hıref bölükleri”ni bünyesinde bir araya getiren, barındıran çok önemli bir kurumdur.

1. PADİŞALIK KURUMU

Osmanlı Devleti’nde her yeni padişah’ın saltanata gelişine genel olarak “tahta çıkmak” anlamında “cülûs etmek” denilirdi.

Halife’lerin güçlü olduğu dönemlerde İslam ülkelerinde cülûs edecek adayı önce halife’nin uygun görmesi gerekiyor ve böylece İslam âlemindeki ülkelerle halife arasında ubudiyet bağlantısı sağlanmış oluyordu. Bunun sonucu olarak da halife ile hükümdar’ın adı hutbelerde birlikte okunuyor ve birlikte biat etmek edilmesi gerekliliği uygulanıyordu.

Bu bağlamda ferman, hüküm, berat ve mektup gibi yazılı ya da hutbeler, vâaz’lar, münâdiler gibi sözlü iletişim araçları kullanılmaktadır. Örneğin hatipler, vaiz’ler ve münâdiler halk topluluklarına karşı önce Padişah’ın unvanlarını sayarak onu kudretini kutsarlar ve yüceltirler sonra hükümetin emirlerini anlatırlar ya da okurlardı.

Ancak devletin hükümdarlık için ön gördüğü cülûs sistemi henüz oluşmamış ise veya hükümdarlıkta hak iddia eden başka adaylar varsa, cülûs (ve biat’ın) gerçekleşmesi için siyasal ortamın doğurduğu ayrı ayrı gereklilikler olarak ortaya çıkıyordu.[11]

Osmanlı Devleti’nde de başlangıçtan itibaren Fatih Sultan Mehmed’in saltanatına kadar geçen kuruluş döneminde “cülûs” olgusu bir sisteme bağlı olarak devam etmemiştir.[12]

Bu tarihten sonra On yedinci yüzyılın ilk çeyreğine, Sultan I. Ahmed’e kadar Batı’da “primo genitur” olarak adlandırılan, bizde “ekber evlâd” (en büyük erkek evlâd)’ın tahta çıkarılması sistemi geçerli oldu.

Sultan I. Ahmed’in ölümünde Kubbealtı’nda toplanan Meşveret Meclisi’nde Sadaret Kaymakamı, Şeyhülislâm ve diğer ileri gelenler kardeşi Şehzâde Mustafa’yı tahta geçirdiler.[13] Ve bu toplantıda o tarihe kadar uygulanan “Ekber Evlâd” sistemi bırakılarak, Batı’da “Seniorat Sistemi”nde olduğu gibi, “ekber ü erşed” (hanedanın en yaşlı erkek üyesi) yeni padişah olarak tahta geçirildi. Dolayısıyla bu Meşveret Meclisi’nde saltanat’ın kime ve nasıl geçeceği hususu da bir kurala bağlanarak yeniden düzenlenmiştir. Meşveret Meclisi’nden çıkan bu kararın daha sonra değiştirilmemiş olması da Osmanlı Devleti’nin hukuka olan saygısını kanıtlıyor.

a. “Biat ül-Hassa”

“Biat”, kabul ve tasdik muamelesine verilen addır. “Biat etmek” ise birinin hâkimiyetini kabul etmektir. Osmanlı Devlet’inde her Padişah cülûsunda bu maksatla “biat törenleri” yapılması gelenek olmuştur. Cülûs eden Padişahın hükümran olabilmesi devlet erkânının kendisine usûlüne uygun olarak “biat etmeleri”nden sonra mümkündür. Dolayısıyla bu iş için yapılan törene “Biat Merâsimi” denirdi. Biat merasimi devletin siyâsî sonuçlar veren en önemli törenidir. Bu nedenle kargaşalığa, saltanat mücadelelerine, dış düşmanların kötülüğüne meydan verilmeden çok çabuk yapılmalıdır.

Eğer cülûs edecek olan şehzâde silahlı bir siyasî mücadele sonu belli olmamışsa, Padişahın ölümü Darüssade Ağası tarafından hemen sadrazam’a duyurulur, o da hemen Divan’ı toplantıya çağırırdı. Divan şehzadeler arasından (irs ve yaş açısından) Kanunnâme’ye göre kimin Padişah olacağını tesbit ederek Darüssaade ağasına bildirilirdi.

Eğer Padişah, şeyhülislam’ın riyâset ettiği “Meşveret Meclisi”nin kararıyla tahttan uzaklaştırılmışsa, yeni Padişah yine aynı meclis kararıyla seçilirdi.

Darüssaade ağası silahdar ağa ile seçilen şehzadeye giderek onu babasından, (daha sonraları amcasından veya büyük kardeşinden) boşalan makama davet ederdi. Padişah namzedi şehzâde “arz ağaları” ile birlikte Taht Odası’na geçer, “Hırka-i Saadet” yanında iki rek’at şükür namazı kılardı. Sonra başına “yusûfî” denilen sorguçlu şâhâne bir sarık, sırtına “âlâ kaplı kapaniçe” denilen ve göğsü mücevher şemseli ve büyük yakalı kürk giyer, Bab üs-saade önünde bayram törenleri gibi hazırlanan taht’a otururdu.

Bütün devlet adamları “Divanî” denilen tören ve bayramlaşma elbiseleriyle, Şeyhülislam örfî sarık ve beyaz kürk, sadrazam, Yeniçeri ağası ve kapudan paşa kallâvî kavuk ve üst kürk, kazaskerler ve kadılar, müderrisler örfî kavuk ve üst kürk, diğerleri adî destar ve erkân kürkleriyle hazır olurlardı. Önce nakibül-eşrâf, sonra Kırım Hanzâdesi, arkadan Saray ağaları, hemen sonra şeyhülislâm huzura gelir kısa bir dua’dan sonra biat eder, onu vezirler, kazaskerler, Yeniçeri ağası, kapudan paşa, Tevkî’i Efendi ve diğer devlet erkânı izlerdi. Bu sırada “alkış çavuşları” alkış çağırırlar, törelere göre Padişah hangi devlet adamına ayağa kalkacağını usûlünce işaret verirlerdi. Tören teşrifatçıların etek öpmesiyle son bulurdu.

Padişah huzurdakileri selâmlayarak “Has Oda”ya geçer, biraz dinlendikten sonra ölen Padişahın cenaze törenine gidilirdi. Biat töreninden sonra yeni Padişahın cülûsunu ilân etmek için Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kızkulesi’nden, Hisarlardan, Tophane’den ve Tersâne’den toplar atılması için topçubaşı ağa’ya, münâdîler bağırtması tellâlbaşı ağa’ya ve Ayasofya, Fatih, Süleymaniye ve Sultanahmed camilerinde müezzinbaşıların salâ vermeleri için ‘buyruldu’lar gönderilirdi.

Padişah cülûs’undan genellikle 2 ilâ 7 gün sonra uygun göreceği bir gün sabah namazı sonrasında Eyüb’e giderek Eyüp Sultan’ın türbesinde kılıç kuşanırdı.

Cülûs (ve biat) merasimi tamamlandıktan sonra durum bütün Osmanlı teba’asına da fermanlarla duyurulur, hutbelerin yeni Padişah adına okunması sağlanır. Yeni Padişahın cülûsu hakkında İstanbul’daki dâimi yabancı elçilere de “nâme”ler gönderilir, Erdel kralına, Eflâk ve Boğdan voyvodaları ile diğer devletlere de özel elçiler gönderilerek “cülûs tebliği” iletilir, Kırım Hanı’na bir kapıcıbaşı yollanarak durum bildirilirdi.

b. “Biat ül-Amme”

“Biat” olgusu toplumsal, daha doğrusu İslamî bağlantıları olan sosyopolitik bir akittir. Osmanlı Devleti’nde padişah adayı olan şehzâde ancak biat alırsa “Memâlik-i Osmâniye”nin sahibi ve ülkenin en kudretli insanı olacaktır.

İslam hukuku açısından biat’ın dayanağı Kur’an-ı Kerim’in Fetih sûresindedir.[14] Buradan hareketle ulema, belirli sayıda kimselerden alınan “biat ül-hassa” ve çok fazla sayıda kimsenin katıldığı “biat ül-amme” olarak iki türlü biat tanımı yapmışlardır.[15]

Yeni seçilen Osmanlı Padişah’ı aslında daha cülûs töreni sırasında iken erkân ve ricâl’den “biat ül-hassa” almış olmaktadır. Cülûs bahşişi dağıtılması, terakkî ve çıkmalar yapılması, eyâletlere fermanlar gönderilerek yeni padişah adına “hutbe okutulması” ve bütün darbhanelerde “para bastırılması” da “biat ül-amme”yi sağlamak amacına yönelik eylemlerdir.

(1) Cülûs Bahşişi

Osmanlılar’dan önceki İslam devletlerinde de cülûs bahşişi âdeti bulunmaktadır.[16] Bu bahşişler herhangi bir sebeple verilemezse askerler ayaklanmakta ve karışıklık çıkmaktadır.

Osmanlılarda da ilk cülûs bahşişi Yıldırım Bayezid tarafından verilmiş ve Fatih Sultan Mehmed sonrasında da gelenek haline gelmiştir.[17] Nitekim oğlu Sultan II. Bayezid’in de, Amasya’dan İstanbul’a gelmekte iken yeniçerilerin isteği üzerine hem cülûs bahşişi vermesi, hem de ulûfelerine zam yapmış olması, kapıkulu askerlerinin maaşlarına da zam yapılmasını derhal âdet durumuna getirmişti.[18] Böylece cülûslarda bahşiş ve terakkî olarak Hazine’den çıkan meblağ devleti sıkıntıya düşürecek düzeylere ulaşmıştı.[19]

Ölüm, hal gibi sebeplerle bazan bir yıl içinde ya da ortalama olarak heryıl ard arda gelen cülûslarda bu malî sıkıntı Hazine’yi altından kalkamayacağı kadar zor durumda bırakmaktadır.[20]

Bu bahşiş’in verilmesi ancak yeni padişahın, “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür, verilsin” biçiminde “hatt-ı dest”i (kendi yazısı emri) ile mümkündür. Cülûs bahşişinin dağıtılması için de, ulufe’de olduğu gibi yine Divan toplanırdı. Ancak bu kez Arz’a girilmesi gerekmez, önceden hazırlanmış olan para keseleri ulufe tertibi gibi hemen dağıtılırdı. Bununla beraber bahşişin verilmesi sırasında Başçavuşun ölen padişaha ve yeniçerilere dua edip, çavuşların “amin” dediklerini yeniçerilerin işitmesi gerekmekteydi.

Bu bağlamda bakılırsa “biat ül-hassa” sonrasında “cülûs in’amı” adıyla dağıtılan bahşiş’in (ve terakkîler’in) aslında “biat ül-amme”nin özellikle Seyfiye tarikinden ve ricâl’den alınacak bölümüne yönelik maksadı olduğu görülüyor. Bununla beraber bazan yeniçeri emeklilerine de cülûs bahşişi verilmiştir.[21]

n Cülûs Terakkîsi

Cülûs münasebetiyle Seyfiye ve İlmiye (Kalemiye ile birlikte) tarikleri mensuplarının yevmiyelerine bir miktar zam yapılır, Timarlı sipahilerin timarlarına yeni gelir kaynaklarının eklenirdi. Aslında bu tür zamlar savaşlarda gösterilen başarıların ardından da yapılmaktadır. Terakkîler zaman içinde değişmiş olmakla birlikte genellikle yevmiye 2 akçe veya 3-4 akçe kadar olurdu. Ancak bazan sadece cülûs bahşişi dağıtılmış, terakki verilmemiştir.[22]

n Cülûs Çıkması

“Çıkma” ya da “kapıya çıkma” tabiri genellikle Enderun halkından birinin örneğin Enderun ağalarından çeşitli gereklilikler sebebiyle Birûn’a geçmesi ya da Birûn’dan taşra’ya gönderilmesi, Acemi Oğlanlar okullarından Enderun Mektebi’ne geliş ya da Acemi Oğlanlar Kışlasından Yeniçeri Ocağı’na geçiş gibi durumları anlatmak için kullanılır.

Ancak cülûs münasebetiyle de devlet örgütünde terfih anlamında “çıkma”lar yapılmaktaydı. Bu anlamdaki terfılere “büyük çıkma”, “umum çıkması” veya “cülûs çıkması” denilmektedir.

Terakkî ederek “kapıya çıkan” Acemi Oğlanları, tanzim edilen defterler ile beraber Yeniçeri kışlalarına getirilerek isimleri Ocağın kütüğüne yazılırdı. Kapıya çıkan Saray hizmetlileri de genellikle taşra hizmetlerine gönderilir, bazan da saray içinde derecesi daha yüksek bir hizmete verilirlerdi.

Diğer taraftan cülûs dışında sünnet, nikah gibi olaylar sırasında da “terakkî” verilebilirdi. Bunlara “küçük çıkma” denilmekteydi.

Kapıkulu süvarileri en seçkin sınıflar olduklarından neferâtının bir kısmı Galata Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı koğuşlarından, Edirne Sarayı’ndaki Enderun’dan ve savaşlarda yararlık gösterenler arasından seçilir veya kapıkulu süvarilerinin yetişkin oğulları ve yaya kapıkulu Ocaklarından alınırdı. Buna da “Bölüğe çıkma” denirdi.

Cülûs münasebetiyle en çok Kapıkulu süvarileri arasına efrad alınır ve özel “Bölüğe çıkma” törenleri yapılırdı.[23]

(2) Hutbe Okutmak

İslam ülkelerinin devlet geleneğinde hükümdarların halife tarafından tanınması gerekmekteydi. Bu da hutbelerin halife adına okutulmasına izin verilmesiyle belirlenmekteydi. Ancak zamanla hutbelerde halife’nin adı ile birlikte hükümdarın adı da birlikte okunmağa başlandı.[24] Nitekim Anadolu Beylikler döneminde bağımsız bey’ler hutbeyi halife’nin adı ile kendi adlarını birlikte söyleterek okuturlardı.

Bununla beraber Dursun Fakih 1291 tarihinde Osman Bey’in Karacahisar’ı fethedip camiye dönüştürdüğü kilisesinde hutbeyi onun adına okudu. Oysa bu sırada Osmanlı Beyliği henüz bağımsız olmayıp Selçuklu Devleti’ne bağlı idi.

Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde de hutbelerin padişah adına okunması hem geleneksel ve hem de sosyo-politik bir olgu olarak devam etti. Cemaatle kılınamayan bir cuma namazının kazası ancak vakit namazı niteliğinde mümkün olduğundan ve üç cuma namazının arka arkaya terk edilmemesi gerektiği hususu da hadis’le bilindiğinden Müslüman teba’a bu konuda son derecede duyarlıdır. Dolayısıyla Devlet’in teba’asına duyurmak, iletmek istediği emir, düşünce, duyuru ve tavır bu hutbe sırasında cemaate tebliğ edilir. Cuma namazının daha kalabalık bir cemaatle kılınmasının mümkün olduğu kasabalardaki büyük camiler, çevrelerindeki köylerin ahalisine hükümet emirlerinin tebligi açısından da ayrı bir önem taşırlar.[25]

Kasabalarda ve şehirlerde “Ulucami” veya “Cuma Cami’i” denilen büyük camilerin en önemli yapı olmalarının bir sebebi de bu olgudur[26] “Ulü-1-emr” adına gönderilmiş mesajlar en önce bu camilerde okunan hutbelerde duyurulur. Dolayısıyla bu camiler halk arasında devletin yarı resmi bir iletişim kurumu gibi algılanır ve kasabanın merkezi sayılırdı. Bu nedenle etrafında çeşme, şadırvan, sebil, muvakkithâne, medrese, kütüphaneler ve hatta imâret bulunurdu.

Her yeni padişah’ın cülûsunda vâlilere, beylerbeylerine hükümler yazılarak yeni padişah’ın adı ve unvanı bildirilir ve bundan böyle camilerde hutbelerin onun adına okutturulması istenirdi. Bu emir bir anlamda yöneticilerden ve bulundukları bölge ahalisinden “biat alma” uygulamasıydı.

Eğer eyâletlerde veya yarı özerk ülkelerin birinde hutbe’de padişahın adı okutulmazsa, devlete isyan etmiş sayılır ve yapanın “hakkından gelinirdi.”[27] Nitekim yeni fethedilen ülkelerde de ilk iş olarak Padişah adına hutbe okutulurdu.[28] Diğer taraftan hutbede yeni padişahın adının okunmasına cemaatin tepki göstermemesi ise biat olarak kabul edilirdi.

Hilafet’in Osmanlı Devleti’ne geçişiyle bu durum devletlerarası hukuk açısından da ayrı bir önem kazandı. Nitekim Osmanlı Devleti’nin himayesini isteyen Hint Okyanusu gibi çok uzak ülkelerdeki Açe, Cava, Seylan, Batavya, Sumatra gibi küçük müslüman devletlerde Osmanlı Sultanı adına hutbe okundu. Hatta Devletin elinden çıkmış eski Osmanlı ülkelerinde de hutbe Osmanlı hükümdarı adına okunmağa devam etti.[29]

(3) Para Bastırmak

Henüz banknot’lar, kaimeler ve kağıt paralar ortaya çıkmadan önce geçerli olan madenî para sisteminde “sikke”lerin üzerlerine ülke hükümdarın adı, unvanı ile bazı simgeler ve bilgiler basılmıştır. Siyasî sınırları içinde devletin ekonomisinin değer birimi olması yanında hükümranlığının da sembolüdür. Dolayısıyla cülûs eden her Osmanlı padişahı derhal kendi adına para bastırır.

Özellikle devletin sınırları iyice büyüyüp üç kıt’aya yayıldıktan sonra Merkez’den uzak, örneğin Mısır gibi eyâletlerinde yeni padişah adına para bastırılması ve tedavüle girmesi hem iletişim ve hem de otoritenin sağlanması açısından gerekli ve önemlidir. Nitekim bu bağlamda ülkenin her tarafında darphaneler açılmıştır.[30] Her yeni padişahın cülûsunda derhal vâlilere, beylerbeylerine hükümler yazdırılarak bu darbhanelerde yeni padişahın adına para bastırılırdı.[31]

(4) Hazine Ziyâreti

Yeni Padişah, cülûsun on beşinci günü Hazine’yi teftiş ve Hırka-i Saadet Dairesi’ni de ziyaret ederdi. Hazine’nin Sultan Selim ‘in mühürü ile mühürlenmiş kapısı özel bir törenle açılıp içeri girilir, Hazine baş yazıcısının getirdiği “müfredatlı defter” yeni Padişah tarafından gözden geçirilirdi.

Padişah Hazine’nin her tarafını gezdikten sonra Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği altın kaplı tahta oturur, defterde dikkatini çeken şeyleri getirterek inceler, gerekli izahatı alırdı. Padişah ayrıldıktan sonra Hazine’nin kapısı yine mutad törenle ve yine Sultan Selim’in mühürüyle mühürlenirdi.

Herhangi bir sebeple Hazine’nin açılması lâzım geldiği zaman, Hazine kethüdası Sultan Selim’in mühürünü, baş yazıcı da anahtarı alarak gelirler, kapının iki tarafına Hazine ve Seferli koğuşları hademesi dizilir, önce kapı üzerindeki mühür muayene edilir, sonra kapı açılırdı. Yirmi, otuz kişi olarak içeri girenler, ne kadar gerekli olsa da ellerini ceblerine ya da kuşaklarının arasına sokamazlar.[32]

Padişah Hazine’ye geldiği zaman, sadrazam ve erkân kıymetli mücevheratın bulunduğu odaya girebilirler, ancak “İç Hazine”ye giremezler. Padişah ve maiyeti İç Hazine’den çıkıncaya kadar dördüncü odada beklerler.[33]

c. Padişahlık Alâmetleri

Selçuklu Sultanı Söğüt ile Eskişehir’in bulunduğu bölgeyi Osmanlı Beyliği’ne tahsis ederken Osman Bey’e de “tuğ, alem, kılıç ve gümüş takımlı at ve berat” göndermişti. Dolayısıyla hükümdarın (ve gerekse çevresindeki erkân’ın) bazı özel “alamet”lere (simge ve işâretlere) sahip olmaları hem gelenekler, hem de hükümranlık kudret ve ihtişamını iletmek açısından gereklidir. Örneğin “Mehterhâne-i Hümâyun” günün belirli saatlerinde “nevbet” vurmaları veya külliyelerin, selâtin camilerinin kapılarına, çeşmelerin kitabelerine kazınmış tuğra’lar topluma Padişah’ın gücünü ve varlığını hatırlatmaktadır.

(1) Tuğrâ-yi Hümâyûn

Tuğra Osmanlı devlet tüzel kişiliğinin ve dolayısıyla bizzat Padişah’ın kudret simgesidir. Dolayısıyla her Padişah cülûsunda, çoğu defa aynı gün, kendisine gösterilen tuğra örneklerinden birisini seçer ve çeşitli kimselerin ellerinden çıkmış olmalarından ötürü birbirinden oldukça farklı görünüşe sahip olsalar bile saltanatı müddetince tuğrasının metni ile harflerin o metin içerisindeki yerleri demek olan istifini bir daha değiştirmezdi[34] Ferman, buyruldu, hüküm ve beratlar üzerindeki tuğralar, kim tarafından çekilmiş olurlarsa olsunlar, biçimleri ancak Padişah tarafından kabul edilmiş olan bu metin ve istifle yapılır.

Şehzadeler, sancağa çıktıkları devirlerde kendi isimleri ile tuğra çekmek hakkına sahip olduklarından, şehzadelikleri sırasında tuğraları tesbit ediliyor, şayet o şehzade tahta çıkarsa, genellikle tuğrasında değişiklik yapılmadan saltanatı süresince kullanılıyordu. Şehzadelerin tuğra şeklinde hakkedilmiş mühürleri vardı.

Vezir-i azamlar’ın “umûr-i âleme” dair hükümleri “Padişah namına” tuğra ile yazmağa yetkileri vardı. Keza defterdarlar da mâliye’ye ait buyruldu’ları Padişah adına tuğra çekerek çıkabilirlerdi. Kazaskerlerin Şer-i şerif üzere Padişah adına karar verdikleri dâva hükümleri de tuğralı “buyuruldu” ile çıkarılırdı.

Sefer sırasında serhadlere gönderilen seraskerlere, ya da Merkez’den uzak eyâletlere vâli olarak tayin edilen vezirlere, her bahar Akdeniz Seferi’ne çıkan kapudanpaşa’ya lüzumu halinde tuğra çekme ve tevcihat yapma yetkileri verilirdi.[35]

(2) Mühr-i Hümâyûn

Padişahın mühürüne “Hatem-i şerif” denilirdi. “Hatem”, sözlük anlamında üstü mühürlü yüzük demektir. Aynı zamanda “işi bitiren, sonunu getiren” anlamına da gelir.

Mühür, ilk çağlardan beri kişi varlığının, rızâsının mülkiyet ya da diğer haklarının cansız fakat yetkili bir temsilcisi olarak kabul edilir. Osmanlı tahtına geçen her yeni Padişahın ilk işi kendi adına dört değişik “Mühr-i Hümâyûn” kazdırtmak olurdu.

Tesbit edilen tuğra aynı gün «hatem-i şerif» denilen dört adet mühür üzerine kazdırılır. Padişah köşeleri kesik dörtgen biçiminde zümrüt taşlı “Hatem-i şerif” denilen yüzük tablası üstündeki mühürünü parmağına takardı. Padişah dışında itibarlı kimselerin mühür yüzüğü takmaları veya mühür kesesi taşımaları âdet değildi.

Altından olan diğer üç mühürün birini kendine vekil olarak tayin ettiği sadrazam’a Padişah adına onun yetkilerinin bütününü kullanma hakkına sahip olduğunun kanıtı olarak verirdi. Diğeri Hasodabaşı’na ve üçüncüsü de “Harem-i Hümâyun hazinedarı kadın”a verilirdi. Ölen ya da hal’ edilen eski Padişahın kendinde, sadrazamında, hasodabaşında ve hazinedar usta’daki mühürleri de alınarak Saray Hazinesi’ne konurdu.

Mühr-i Şerif’in nasıl kullanılacağı “Fatih Kanunnâmesi”nde “Mühr-i şerif’im veziriazâmda dursun. Hazinem, defterhanem mühürlenmek lazım gelse ve açılmak lazım gelse defterdarlarım emriyle huzurlarında açılub kapansın” açıklamasıyla belirtilmiştir:

Bununla beraber Hazine bir anâne olarak Yavuz Sultan Selim’in mühürü ile mühürlenmiştir.[36]

(3) Fermân-ı Hümâyûn

Padişahın herhangi bir konudaki emirleri, istekleri “kanun” sayıldığından ferman’ların büyük bir bölümü “kanunnâme” özelliğini taşırlar.

Fermanlar “ferman-ı şerif, emr-i şerif, ferman-ı hümâyûn, ferman-ı âlişan, emr-i âli-şan, ferman-ı refî) gibi sıfatlarla birlikte anılır.

Fermanların biçimsel özellikleri muhatap üzerinde psikolojik bakımdan etkili olacak biçimde düzenlenmiştir. Ferman’ın üst orta kısmına oturtulmuş metin harflerine göre Padişah’ın çok iri ve görmeli tuğrası ile, metin içinde kınından çekilmiş birer Osmanlı kılıcı gibi hafifçe eğri ve uçlara doğru sivrileşerek yükselen divânî hat satırları, ifadenin yalın ve fakat kesin üslubu ile birleşerek muhataplar üzerinde haşyet hissi doğuran estetik bir kompozisyon oluştururlar.

Ferman’ların yazılışı biçim ve metin olarak “berat”lar ve Padişah mektupları olan “nâme-i hümâyûn”lardan farklıdır.

Ferman metninde mutlaka “ferman” kelimesi kullanılmalı, muhatabın isim ve unvan’ına uygun elkab, duâ ve senâ ile birlikte yazılmalı; “sebeb-i tahrir” (yazılış sebebi) ve yeri belirtilmeli, emredilen konu açıklanmalı, istenilen sonuca ulaşılması için dua veya emre uymayanlar tehdit edilerek son bulmalıdır.

Diğer taraftan başında tuğra’nın bulunması, Padişah’ın azamet ve kudretine yakışan ifade ile yazılmış olması, muhatabın rütbesine riayet edilmesi de uslûp açısından kesinlikle gereklidir.

n “Hümâyûn” Tâbiri

Göçebe Türk topluluklarının örgütlenmesi sırasında aileler birleşerek obaları (aşiretleri), obalar birleşerek boyları oluştururlar. Temel birim olan boy’lar da “han”ların çevresinde toplanırlar, hanlar ise kendi aralarından seçtikleri bir “hakan” etrafında birleşirlerdi. Bütün bu topluluklar birbirlerinden ayırt edilebilmek için “ongun” denilen ve kutlu, uğurlu sayılan simgeler, işaretler, armalar kullanırlardı. “Han”ların ongunları da genellikle şahin, kartal, sungur, çakır gibi avcı kuşlar arasından seçilirdi.

Han’ların üstünde olan hakanın ongunu ise «tugru kuşu»dur. Ongun değişebilir fakat hakan’ın ongunu olan tugru kuşu hiç değişmez. Nitekim «tuğra» dan bahsolunurken «tuğrâ-yi hümâyûn» denilmesi de Türk an’anesiyle ilgili bir deyim olarak bu değişmezliği ve ebediliği vurgulamak içindir.

“Hümâyûn”, Osmanlı Padişahlarından bahsedilirken onları ululamak, kutlulamak amacıyla kullanılan, aslı Farsça olan bileşik bir sözcüktür. İnanışa göre efsânelerde adı «hümâ»[37] olarak geçen kuş kimin başına konarsa şeref ve ikbale kavuşurdu. Eski metinlerde «umay» biçiminde isimlendirilen ve Hakan’ın ongunu oldukları için halk arasında “devlet kuşu” denilen «hüma»lar kutsal ve uğurlu sayıldıklarından avlanmaz, etleri yenmezdi.

(4) Unvan

Osmanlı Padişahları unvanlarını devlet maslahatının gerektirdiği siyasî veya ticarî ahidnâmelerde ya da İslam ve gayrimüslim devlet başkanlarına gönderdikleri “Nâme-i Hümâyun” denilen mektuplarında kullanırlardı. Unvanlar bir yandan devletin haşmetini, kudretini, diğer taraftan Padişahın hem atalarını ve hem de kendisini yücelten etkili bir üslupla kaleme alınmışlardır.

Unvan, Padişah’ın tuğrasının hemen altında “Ben ki...” girişiyle başlar. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman Fransa Kralı I. François’ya gönderdiği “nâme”sinde kendisini şöyle tanımlar:

“Ben ki, Sultanlar Sultanı, Hakanların en seçkini, yeryüzünün hükümdarlarına tac bağışlayan, iki dünyada Allah’ın gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Rum ve Karaman vilâyetlerinin ve vilâyet-i Zülkadriyye’nin ve Kürdistan ve Diyâr-ı Bekr’in ve Azerbaycan’ın ve vilâyet-i Tatar’ın ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısr’ın ve Kuds-i Şerifin ve Mekke-i mükerreme ve Medîne-i mu’azzama’nın ve Cidde’nin ve sair diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve Acem diyarının ve selamet ülkesi Bağdad’ın ve Basra’nın ve Müşa’şa vilâyetinin ve Lûristan’ın ve Tunus’un ve Cerbe’nin ve maşrık (doğu) vilayetlerinin ve mağrıb (batı) diyarının, ki şerefli atalarım ve ulu ceddim -Allah delillerini aydınlatsın- -enâra’llahu berâhinehüm- kahir güçleriyle feth eylediği nice memleketlerin ve iklimlerin, yüce cenâbım(ın) ateş yağdıran ve zaferler resmeden kılıcı ile feth eylediğim nice memleketin Padişahı ve Sultanı, Sultan Bâyezid Hân oğlu Sultan Selim Hân oğlu Sultan Süleyman Hân’ım”[38]

Oysa Sultan IV. Mehmed 1084/1673 tarihli ticaret ahidnâmedesinde kendini özel kişiliği ile değil, devleti temsilen tanıtmaktadır:

“Mekke ve Medine hizmetkârı ve Kudüs-i Mübarek’in Hâmi ve Hâkimi, Rumeli ve Tamışvar, Bosna Vilâyeti, Sigetvar ve İgreistvar kaleleri, Anadolu Vilâyeti, Karaman ve Arabistan diyârı, bütün Kürdistan tarafları, Kırım ve Deşt-i Kıpçak iklimlerinin, Girid, Rodos ve Kıbrıs adalarının; Zülkadriye, Şehr-i Zor, Diyarbekir, Haleb, Raka, Kars, Van, Çıldır, gönülleri toplayan Erzurum, İslam ve hilafet ülkesi Şam, cennet çayırlı Bağdad, Kûfe, Basra, Lahsa, Habeş ahalisi ve çağın bulunmazı Mısır vilâyetlerinin, Cihad ülkesi Cezâyir, Tunus, Halkülvad Trablusgarb ve diğer memleketler ve beldeler, hele sığınılma ve hükümdarların keder bağışlanma yeri (olan) İstanbul; savaş meydanlarında[39] hükümdarlığımızın kahredici kuvveti ve üstün kudreti ile, “yardım edenler Meliki”nin (Allah’ın) yardımıyla fetih edilip ele geçirilen şehirler, beldeler, memleketlerin ve (tüm bu) diyarın Padişahı ve taht’ların en izzetlisinin tac sahibi, Akdeniz, Karadeniz ve nice memleketler, adalar, iskeleler, ticaret yerleri, köprüler ve geçitler, kabileler, aşiretler ve bundan başka nice ünlü müstahkem mevkilerin adaletli korunağı (olan) Padişah ve şahların en yüce şahı (Sultan Mehmed Han bin Sultan İbrahim Han bin Sultan Ahmed Han bin Sultan ibni Sultan Mehmed Han ibni Sultan Murad Han bin Sultan Selim Han bin Sultan Süleyman Han bin Sultan Selim Han bin Sultan Bayezid Han bin Sultan Mehmed) Han’ım.”[40]

(5) Taht

Aslında “taht” kelimesi mecazî anlamıyla da “hükümdarlık yetkisi”ni simgeler. Nitekim “taht’a çıkmak, taht’a geçmek, taht’a oturmak, taht’a iclâs etmek” deyimleri hükümdar olmak, “taht’ına göz dikmek”, “taht’tan indirmek” ise hükümdarlığını elinden almak anlamlarında kullanılır.

Osmanlı devletinde “payitaht” (başkent) olmuş Bursa, Edirne ve İstanbul şehirlerinin kadılarına da “Taht kadısı” unvanı verilirdi.

Müslüman Türk devletlerinde hükümdarların önemli günlerde resmî törenler düzenlenen “taht odaları”nın başköşesine konulmuş görkemli tahtları ve diğer durumlarda kullandıkları daha basit görünümlü iki tahtı olurdu. Osmanlılarda da bu geleneğin devam ettiği görülüyor.

Cülûs törenlerinde padişahlar Babü’s-Saade eyvanı altına kurulan “Cülûs Tahtı” (“Taht-ı Âl-i Saltanat” ya da “Taht-ı Hümâyûn” da denir) üzerinde biatları kabul etmişlerdir. Bayram öncesi “Arife Tahtı”, bayram günü “Muayede Tahtı” adıyla yine Bâbüssaade önünde tahtlar[41] kurulur. Padişah’ın bayram tebrikatı için “Fatih Kanunnâmesi”nde belirtildiği üzere[42] “muayede-i umumî” merâsimi yapılır.

Oysa Padişah’ın resmî makamı sayılan “Arz Odası”ndaki “Arz Odası Tahtı”, üstü güneşlik biçiminde sayvanla örtülü bulunan geniş bir sedir’den ibarettir. Sadrazam, vezirler ve elçiler Padişah bu sedirde oturur iken Arz’a alınmışlardır. Aslında Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu tasvir eden minyatürlerde de Osman Bey taştan bir sedir üzerinde otururken, çevresinde bulunanlar ise ayakta olarak gösterilir.

(6) Kavuk

Avrupa ülkelerinde imparator ve kıralların “taç” , “hükümdarlık âsâsı” ve “taht” gibi devletlerarası hukuk ve siyasette[43] anlamları olan simgeleri vardır.[44] Osmanlı devlet geleneğinde padişahların giydikleri “kavuk” ise benzer anlamda olmasa da Padişah’ın kıyafetini tamamlayıcı ve tanımlayıcı alâmetler arasında yer alır.

Bununla beraber kavuklar, üzerilerine murassa sorguçlar, süsler konularak daha gösterişli olmaları sağlanmış olsa bile, Batı hükümdarlarının som altından yapılarak üzerine kıymetli taşlar, mücevherler çakılmış taç’ları ile maddî değer olarak boy ölçüşemez. Nitekim kelimenin etimolojisi de içi boş şey anlamında olan “kav” kökünden gelmektedir. Giyenlere heybetli bir görünüm vermelerine rağmen kavuklar bir buçuk ile üç karış (33 - 65 cm) arasında yüksekliği olan, dışları çuha veya keçe kaplı, dik durmaları için astarları arasına mukavva kalıplar yahut pamuk sıkıştırılarak dilimli, kafesli, baklavalı biçimler verilmiş kumaş başlıklardır. Biçimleri tepelerine ya da başa geçen kısımlarına doğru hafifçe genişleyen “ucu kesik koni”yi andırır. Orta bölümleri hafif şişkin olanları vardır. Üzerlerine sarık da sarılabilir.

Padişahların özel olarak törenlerde kullandıkları kavuklar vardır. Örneğin Yıldırım Bayezid döneminden gelen, yüksekliği bir buçuk karış kadar (33 cm.), kırmızı çuha’dan tepe tablası kabarıkça tutulmuş ve ortasında düğme bulunan “mücevveze”; Yavuz Sultan Selim’den gelen yüksekliği üç karış, tepe tablası düz olan “selimî” yahut Kanunî Sultan Süleyman’ın giydiği dilimli “yusûfî”[45] ; tepelik etrafında paralel dilimler gurup halinde çapraz sarılarak hafifçe küresel biçim verilmiş “örf” bunlardandır.

Törenler dışında “horasanî, paşalı, destâr-ı hümâyun, dardağan” gibi değişik kavuk ve sarıklar kullanırlardı. Üzerlerine altın ve gümüş süsler konulduğundan Padişah kavukları ve sarıkları İç Hazine defterine kayıt edilirlerdi.

n Sorguçlar

Padişahların tören kavuklarına beyaz ya da siyah balıkçıl tüyü değerli taşlarla süslü “murassa sorguç”lar takarlardı. Aslında sorguç Padişah kavuklarına olduğu gibi makam ve rütbe alameti olarak devlet adamları ile komutanların[46] serpuşlarına da takılırdı. Hatta özellikle Saray kadınlarının da “baş süsü” olarak kullandıkları bir takıydı. Diğer taraftan başarısı görülenleri taltif etmek için de verilirdi.

Padişahlar Saray içinde sorguçsuz serpuşlar, törenlerde ise sorguçlu kavuklar giyerlerdi. Cülûslarda giyilen yusûfî kavukların ön kısımlarında iki veya üç sorguç bulunurdu. Oysa törenlerde giyilen örf ve mücevveze’ler ise tek sorguçludur. Örneğin Sultan III. Mustafa ve Sultan I. Abdülhamid Arz Odası’ndaki kabullerinde giydikleri kavuklarına normalinden daha uzun bir beyaz tüy’den yapılmış ve pırlantalarla süslü tek sorguç takmışlardır. Sorguçların uçları yukarı ya da aşağı doğru olabilirdi.

n Kavuk Alayı

Her Cuma Selamlığı’ndan önce Padişah’ın Hasoda odabaşısına teslim edilen biri sorguçlu, diğeri sorguçsuz iki sarığı Hasoda ağaları eşliğinde cuma namazı kılınacak camiye doğru önceden yola çıkarılırdı. Bu hasodalılar şimşir değneklerin ucundaki kalıplara oturtulmuş olarak taşıdıkları Padişah sarıklarını yanlara doğru hafifçe eğerek yol boyunca dizilmiş halkı padişah adına selamlarlardı.

Deniz gezintisine çıkan Padişah’ın “saltanat kayığı’’nın önünde bostancı hasekilerinin bindiği 7 adet yol açan “pişdar” sandalı bulunurdu. Bunlar arasında en öndeki Padişah’ın kavuğunu taşıyan “Sarık sandalı”dır. Bu sandalda bulunan “bostancı kethüdası” Padişahın şala sarılı kavuğunu elinde tutarak sahildeki halkı ve çevre sandallardaki kalabalığı itibarî olarak selamlamış olurdu.

Dolayısıyla Padişah’ın kavuk ve sarıklarının Padişahlık alâmetlerinden olduğu anlaşılıyor. Nitekim Saray’da sarıkçıbaşı denilen özel bir görevli ve yardımcıları Padişah’ın kavuk ve sarıklarını “Revan Odası”(ya da Sarık Odası)’nda hazırlarlardı. Hünkârın kullandığı sarıklar da bu odada altın ve gümüş kaplama şimşir sarıklıklara geçirilerek saklanırdı.

(7) Kılıç Kuşanmak

Kılıç çok eski çağlardan beri kudret’in sembolü olarak kabul edilir. İlk dönem Osmanlı padişahlarının günlük yaşantıları çoğu zaman sürdükleri askerlik hayatının gereği at üstünde ve çadırda geçmekteydi. Ülkenin sınırları genişleyip padişahın yönetimi merkezden idare etmesi gerekince belindeki kılıcın da fiilî gücü değil, sembolik kudreti önem kazanmağa başladı. Bu bağlamda Fatih Sultan Mehmed sonrasında Osmanlı Padişahlarının Eyüpsultan Türbesi’nde kılıç kuşanma geleneği devam etti.[47]

Osmanlı Padişahları genellikle tahta çıkmayı izleyen ilk cuma günü kılıç kuşanmışlardır. Hz. Muhammed, Hz. Ömer, Hz. Osman, Halid bin Velid, Osman Gazi, Yavuz Sultan Selim’in kılıçlarından birini; bazen de Hz. Muhammed’in kılıcıyla birlikte bir başka kılıç da kuşanırlardı.[48]

Padişahlara genellikle şeyhülislamlar kılıç kuşatırlar. Ancak nakibüleşraf’ın ya da bir şeyhin de kılıç kuşattıkları olmuştur.

(8) Saltanat Sancakları

Osmanlı Padişahlarına mahsus olan sancaklar “Saltanat Sancağı, Elviye-i Sultâni, Alemhâ-yi Osmâni, Alem-i Padişâhi, Livâ-yi Saadet” gibi isimlerle anılırdı. On altıncı yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman dönemine gelindiğinde o zamana kadar dört ayrı renkte olan saltanat sancaklarının sayısı artırıldı. Saltanat sancakları bu dönemden sonra artık “bir beyaz, bir yeşil, iki kırmızı ve iki alaca yeşilli kırmızılı ve biri de Yeniçerilere ait olarak yarı kırmızı ve yarı sarı renklerde” olmak üzere yedi tanedir.[49]

Her Padişah da cülûsundan sonra kanun üzere kendisine ismi yazılı saltanat sancakları yaptırırdı. Ancak Osmanlılar’ın On dördüncü yüzyılda kuruluştan beri kullandıkları değişmez asıl Saltanat Sancağı “Akalem” (ya da “Ak Sancak”) denilen beyaz renkli sancaktır.

Saltanat sancaklarının gönder başları altın alemli olup, üzerlerinde Mushaf-ı Şerif takılı ve sancakların üzerinde “İnnâ Fetahnâ leke Fethan Mübinâ” âyet-i kerimesi yazılıdır.[50]

Padişahlar sefere çıkarken yapılan “resm-i geçit”de, Hükümdar’ın arkasında silahdar, çuhadar ve rikabdar ağalar; onların arkasında da, sağında “Ak Sancak”ı bizzat taşıyan “Mehterân-ı Alem” bölüğünün ağası “mîr-i alem” ve solunda kapıcılar kethüdası ile birlikte kapı ağası yürür; hemen arkalarından 30-40 kişilik “Mehterân-ı Alem”(ya da “Alemdârân-ı Hassa”) denilen “Sancaktar Bölüğü”[51] ile birlikte geri kalan altı sancağı taşıyan “emîr-i alem”in maiyetinden altı alemdar gelirlerdi.

Ak Sancağın sağında “Kırmızı Sancak”lı sipah bölükleri ve sol tarafında “Sarı Sancak”lı silahtar bölükleri yer alırdı. Eğer iki yerde sefer varsa Padişah veya sefere gitmediği zamanlar Serdar-ı Ekrem tayin olunan Sadrazam’a Ak Sancak, diğer cepheye serdar tayin edilen vezire de Yeşil Sancak verilirdi.[52]

Bununla beraber savaş sırasında “Sancağ-ı Şerif” ileride ve saltanat sancakları ise Padişah’ın ya da Serdar-ı Ekrem tayin olunan Sadrazam’ın arka tarafında bulunurdu.[53] Bununla beraber Osmanlı eyâlet ve sancaklarına özgü sancakların da yığınaklar yapılırken ve savaş sırasında eyâlet askerlerinin sevk ve yönetimine katkısı vardır.

Diğer taraftan Donanmâ-yi Hümâyun’da yeşil ve genellikle kırmızı renklerdeki sancaklar kullanılırdı. Üzerinde iki, bazan üç beyaz hilâl bulunurdu.

(9) Tuğ-i Hümâyûn’lar

Ucunda ay ya da güneş motifli alem bulunan mızraklara bağlı, kırmızı renge boyandıktan sonra tepesine beyaz ve siyah ince kıllardan yapılmış saçaklı bir başlık konulmuş at kuyruğu kıllarından yapılma tuğlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçukluları ve Anadolu beyliklerinde bağımsızlık simgesi [54] olarak algılanıyordu.

Nitekim Osman Gazi’ye de Anadolu Selçuklu Sultanı III. Keykubad tuğ ve sancak göndermişti. Ancak On beşinci yüzyıla gelindiğinde bağımsızlığını artık çevresine kanıtlamış olan Osmanlı devletinde, tuğlar üst düzey yöneticilerinin rütbe ve yetkilerini simgelemek için kullanılmaya başladı. Hatta cebecilerin ve topçuların da “Ocak tuğları” vardı.

Padişah sefere çıkacaksa, iki ay önceden sadrazam, şeyhülislam, kazaskerler, Yeniçeri ağası ve diğer erkânın katılımı ile Sûre-i Feth, Fâtihâ Suresi ve dualarla “Tuğ ihrâcı merâsimi” yapılarak iki Tuğ-i Hümâyûn (ya da “tuğ-ı şahî”) çıkartılırdı. Bu tuğlar Cebehane kapısının iki tarafına, diğerleri de Babü’s-Saade önüne dikilirdi. Sefere katılacak vezirler, Yeniçeri ağası gibi diğer erkân da konaklarının kapı önüne kendi tuğlarını dikmeleri gerekliydi.

Sefer sırasında dâr ül-harb sınırına gelinceye kadar iki tuğ-i şâhî, konakçı tayin edilen bir mîr-i miran (Beylerbeyi) veya sancakbeyi ile tuğcular tarafından bir konak ileri götürülür, Padişah gelmeden önce kurulan Otağ-ı Hümâyun’un kapısı önüne dikilirdi.

Padişahın tuğlarını Kapıkulu Süvarileri Silahtar Bölüğü’nden seçilmiş “tuğcular” veya “tuğcuyân-ı Hassa” (ya da tuğkeşan) olarak isimlendirilen muhafız askerleri korurdu. Bunlar sefer sırasında “tuğcubaşı” ya da “ser tuğcıyan” denilen komutanlarının emrinde Tuğ-i Hümâyûn’u taşırlardı.

(10) Mehterhâne-i Hümâyun

Tam bir mehter takımında “kös, davul, nakkare, halile, çevgan, nefir, zurna, boru, zil” gibi nefesli ve vurmalı çalgılar yer alırdı. Mehter takımının büyüklüğü tam takım hâlindeki sazların tekrarlayan sayısına göre ölçülür, “altı kat”, “yedi kat”, “dokuz kat” olarak isimlendirilirdi. Fatih Sultan Mehmed döneminde Mehterhane-i Hâkâni ya da Mehterhane-i Hümâyûn dokuz kat olarak düzenlenmişti. Daha sonraları Hünkâr Mehteri herbir sazdan 12’şer aded bulunan “on iki katlı” olmuştur. Hatta Evliya Çelebi’ye göre 22 deve’nin taşıdığı 80 adet kös denilen yarım kubbe biçiminde, gök gürültüsünü andırır ses çıkartan çift taraflı davullar vardı.

“Mehterân-ı Tabl u Alem” adıyla anılan “Mehterhane-i Hümâyûn”un personel kadrosunu “Mehterân-ı Alem” (ya da “Alemdârân-ı Hassa”) denilen “Sancaktar Bölüğü” ile “Mehterân-ı Tabıl” denilen “Çalıcı Mehteran Takımı” oluşturmaktadır.

“Mehterân-ı Tabl” (“Mehteran-ı Fasıl” da) denilen 16 kişilik Zurnacılar Bölüğü, 8 kişilik Nakkareciler Bölüğü, 16 kişilik Tabbal Bölüğü, 7 kişilik Zilciler Bölüğü, 12 kişilik Borucular Bölüğü, 5 kişilik Kös Bölüğü olmak üzere 6 bölüğe ayrılmıştı. Her iki sınıfın toplam personel sayısı On yedinci yüzyılda da 250’ye ulaşmıştı. Topkapı Sarayı’nın Demirkapısı’nda her gece üç fasıl çalarak Hünkâr’a dua ederler, sabah’a üç saat kala üç fasıl daha çalarak Divan erkânını namaza kaldırırlardı.

d. Padişah’ın Görev ve Yetkileri

Osmanlı Padişahlarının aslî görevleri “Halife-i Müslimîn” olarak Dar ül-İslam’ı Dar ül-Harb’a karşı savunmak, diyâr-ı küfr’de “ilâ-yi Kelime-t -Ullah”[55] yapmakdır. Bu da fetihler yaparak da İslamlığın yayılmasını gerektirir.

Kayıtlarda “mirî arazî” olarak anılan ülke toprakları devlete aittir. Ancak devletin tüzel kişiliğini Padişah temsil ettiği için kuramsal olarak onun şahsî mülküdür. Tatbikatta ise devletin tüzel kişiliğine vekâleten vesâyet eder. Dolayısıyla bu dolaylı tasarrufu sırasında arazî üzerinde yaşayan, onu ekip, biçen reaya’ya İslam’ın hakkaniyet ilkelerine de uygun olarak davranmak zorundadır. Adaletli davranmayı ise Şer’î ve örfî hukuku uygulayan kadılar aracığıyla sağlayacaktır.

Diğer taraftan Padişah Osmanlı ülkesini mirî toprak rejimine uyarak ve vakıf arazîleri kollayarak yönetmeli, devlet mülkünü koruyabilmek için özel mülkiyet hakkını kişilere son derece kısıtlı olarak vermelidir.

Halife olarak elden geldiğince İslam birliğini koruması gerekir. Mekke ve Medine’ye özel ihtimam göstermeli, müslümanların Hac farizalarını rahat ve korkusuzca ifa edebilmelerini sağlamalıdır.

Ehl-i İslam’ın, eshab-ı küfr karşısında iktisadî ve askerî bakımlardan dûn (aşağı) vaziyete düşmesini önlemelidir.

Padişah’ın irâdesi kanundur. Dolayısıyla herhangi bir uygulamayı kendi istediği biçimde çözümletecek bir hukuk kuralıdır. Kamu düzenini ve yönetimi “Padişahî hukuk” (ya da örfî Osmanlı hukuku) sağlar, ancak bu hukukun hükümleri şer’î hukukun kriterleri dışına çıkamaz ve onun kurallarına karşı olamaz. Başka bir deyişle Padişah’ın kanun sayılan emirleri de şer’î hukukun bir tür vesâyeti altındadır. Üstelik uygulamada, Padişah yalnız şer’î hükümlere uymakla yükümlü değil, ecdadının çıkardığı kanunlarla, örneğin Teşrifat-ı Kadîme gibi bazı geleneksel kurallar ile de sınırlanmıştır.

(1) Yasama

Padişahın yasama irâdesi iki biçimde sonuçlanır: Şer’î hukukun ulûlemr’e tanıdığı yetkiyle ehl-i İslam yararına ve şeriat’a aykırı olmayan yeni bir hukuk kuralı doğurur ya da mevcut kuralların uygulanmasını gerekli kılar.

Diğer taraftan Fatih Kanunnâmesi’ne göre yönetimle ilgili işlerde Padişah vekili olması sıfatıyla sadrazam; mâlî işlerde (sadrazam’la görüşmek şartı ile) defterdar; şeriatla ilgili işler için kazaskerler Padişah’ın tuğrasıyla; sancakbeyliği’ne gönderilmiş veliaht şehzadeler de kendi alametleriyle ferman çıkarmaya yetkiliydiler.

Sadrazam, Padişah’ın sefere çıkmadığı durumlarda Ordu-yi Hümâyun’un başına Serdâr-ı Ekrem olarak atanırsa Padişah adına ferman çıkarma yetkisi verilirdi.

Padişah ile birlikte sefere çıkan sadrazam’a İstanbul’da vekalet eden sadaret kaymakamlarına ve her bahar Donanma-yi Hümâyun’la Akdeniz’e açılan kapudanpaşa’ya da tuğralı beyaz kağıtlar verilirdi.[56]

(2) Yürütme

Osmanlı Padişahı yürütme erkinin tamamının sahibidir. Nitekim Devlet’in ilk kuruluş dönemlerinde padişahlar Devlet’in başında bulunup ülkeyi kendi yetenekleriyle yönetmeye çalışmışlardır. Ne var ki ülkenin sınırlarının üç kıt’a üzerine yayılacak biçimde genişlemesi yönetim sorunlarını da hem çeşitlilik olarak ve hem de sayıca çok fazla arttırmıştır. Sonuçta devlet işlerinin fiilen bizzat uygulayıcısı olmak durumundan çekilerek yetkilerinin büyük bölümünü kendilerine vekil olarak tayin ettikleri sadrazam’a devretmişlerdir.

Fakat denetimi ellerinde tuttuklarından, gerektiğinde bütün sistemi sarsacak biçimde yönetime el koyabilirlerdi. Nitekim bütün genel yasaları çıkarmak, savaş ve barış yapmak, dirlikleri dağıtmak, en küçük atamalara kadar “tevcihat-ı umûmiye”yi yönetmek gibi en önemli işler Padişah’a aittir.

Diğer taraftan yönetim kadrolarını oluşturan Seyfiye (kapıkulları), İlmiye ve Kalemiye tariklerinin tek ve yücelikte ulaşılmaz olan başı Padişah’tır.

(3) Yargı

Yargılama işi, Padişah adına olmak üzere medresede Fıkıh ve Tefsir ilimlerini tahsil etmiş ulema’ya ya da tam ismiyle “kadı”lara yüklenmiştir. Dolayısıyla şeriatın temsilcisi durumunda olan ve ilke olarak şer’î hükümleri uygulayan kadılar bağımsızdırlar. İslam hukukuna göre kadı’nın verdiği hüküm yalnız kendisi tarafından değiştirilebilir. Üstelik değiştirdiği hüküm eskisinden daha güçlü olarak kesinlik kazanır.

Örfî hukukun kaynağı olan Padişah yargı sistemini çalıştırma gücü ve yetkisi elinde bulunmakla beraber, kendisi de kararlarında şer’i hukuk kurallarıyla bağımlı olduğu için kadı’lar üzerinde etkisi yoktur.[57]

e. Padişah’ın Denetlenmesi

Osmanlı Padişahı Yasama, Yargı ve Yürütme erklerini tek başında elinde tutar. Devlet’in tüzel kişiliğini de tek başına temsil eder. Diğer taraftan Halife sıfatıyla da İslam Âlemi üzerinde etkin bir mevkii vardır. Dolayısıyla Padişah’ın bu bağlamda denetlenmesi imkânsız gibi görünürse de, kuramsal düzeyde kalmakla beraber uygulamada sonuçlar alınmış hukuksal bir denetim biçimi vardır.

Gerçekten de Osmanlı Padişahlarının eylemlerinin ve Osmanlı hukukunun Şeriate uygun olması ilkesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve yapısında bulunmaktadır. Başka bir deyişle “Şer’î Hukuk” Örfî Osmanlı Hukuku’nun bir parçası olarak onunla birlikte doğmuş ve onunla birlikte yaşamaktadır. Buna bir anlamda Padişah’ın örfî hukukun kaynağı olan iradesinin, yetki ve sorumluluklarının kısıtlanması diyebiliriz. Nitekim monarşik anayasalarda da monarkların kendi yetkilerini bu tür kısıtlamalarına raslanılmaktadır.[58] Ancak bu tür kısıtlamaları monarkların istedikleri zaman geri almaları mümkündür. Ne var ki Osmanlı Padişah’ının (özellikle Halife olduktan sonra) gerek kişisel davranışlarında ve gerekse yönetsel kararlarında kendisini İslam’ın esası olan şeriatle kısıtlamaktan vazgeçmesi artık mümkün değildir.

O halde devlet örgütü içinde Şeriatı temsil eden Şeyhülislam’ın devletin işleyişini ve dolayısıyla devletin simgesi olan Padişah’ı (kuramsal düzeyde kalabileceği söylenebilirse de) verdiği fetvalarla eleştirme hakkı vardır. Kaldı ki siyasî şartların gerçekleştirdiği pek çok ortamda Şeyhülislam’ların Padişah’lar aleyhinde fetva verdikleri ve amaçlanan sonuca ulaştıkları, hatta padişahları tahtlarından indirdikleri görülmüştür.

f. Padişah’ın Yönlendirilmesi

Edebiyatımızda toplumsal bir içgüdü olarak “nasihatnâme”geleneği vardır. Dinî, ahlakî ve sosyal konularda “nasihatnâme” genel adıyla, bazıları yalnızca ayet ve hadislere[59] ; diğer bir kısmı da âyet’ler ve hadislerle birlikte “kelâm-ı kibar”lar, atasözleri, deyimler gibi diğer ahlakî ilkelere de dayanarak[60] öğüt veren, yol gösteren öğretici manzum veya mensur pek çok eser yapılmıştır. Pek çok Osmanlı aydını ve devlet adamları bazı önemli gördükleri aksaklıkları Padişah’a duyurmak için güya rical’e nasihat eder görünen bir üslup kullanmışlardır.

Nasihatnâme’lerin yazılması bazan bizzat Padişah emriyle münasip birine ya da bir heyete yaptırılmaktadır[61] Bazı müellifler de kendilerini vicdanen borçlu bilerek âhiret sorumluluğundan çekinmişler [62] ; bazısı ise kendi tecrübelerini ve başkalarından dinlediklerini birlikte aktarmışlardır [63] Bununla beraber itibar kazanmak ve mevki edinmek için yazanlar da vardır[64] Fakat yazarların tümü eserlerini içlerine doğan manevî bir kuvvetle eski müelliflerin anlattıklarını gerekse görüp işittiklerini bir araya getirdiklerini söylerler.[65] Anlattıklarını teyit için ayetler, hadisler ve diğer İslamî bilgilerle güçlendirerek vurgulamaya çalışmışlardır. Nasihatnâmeler Arapça, Farsça ya da Türkçe olarak yazılmışlardır. Türkçe’ler kısa cümleli ve kolay anlaşılır olmalarından ya da zor terkipler, edebî sanatlar yüklü üslubuna bakılarak yazarın ilmiye, mülkiye[66] ya da seyfiye tarikinden olup olmadığı anlaşılmaktadır.[67]

Bu tür nasihatnâme’lerin yazarlarını kişilikleri açısından da üç genel kategoriye ayırmak mümkündür.

a) İlmiye ve kalemiye mensupları olayları teorik yönleriyle ele aldıklarından, yapılmasını istedikleri hususların uygulanmalarının ne ölçüde mümkün olabileceğini pek fazla dikkate almadan tavsiye ederler. Örneğin Maverdî ve Gazalî gibi ehl-i sünnet âlimlerinden, Sasanî kırallarından örneğin Nuşirevan, Türk beylerinden rivayete dayanan örnekler sunarlar, Büyük İskender’den hikayeler anlatırlar. Bu tür nasihatnâmelerin “adalet ve ihsanı, işi ehline verme”yi emreden âyetlerle, hadislerle güçlendirilmiş ahlakî nasihatlerle dolu yönü daha ağırdır.

b) “Sadrazamlar, vezirler, defterdarlar” gibi yüksek görevli devlet adamlarının önerileri uygulanması mümkün olabilecek önlemlerdir. Söyledikleri ya kendileri ya da geçmiş padişahlar tarafından bizzat uygulanmışlardır. Dolayısıyla eserlerinde sık sık “geçmişte... sultan ... böyle ederlerdi”, “... itdüği mervîdür”. “Ben itdüm ...., olması lâzım gelir”,. “ ....Seferi’nin defterinde mesturdur” biçiminde kanıtlayıcı deyimler kullanırlar.[68] Verilen örneklerin sahipleri ise bizzat kendileri veya Fatih, Yavuz, Kanunî gibi büyük Osmanlı padişahları ya da ünlü devlet adamları olduklarından yapılan tavsiyeler de “nasihat” olmaktan çok, yönetimin iyileştirilmesi önerileridir.

c) “Sultanlar”ın kendi şehzade ve ahfadlarına yaptığı ahlâkî “nasihatnâme”ler ya da yönetim kuralları öneren “siyasetnâme”ler biçimindedir.

Diğer taraftan nasihatnâmeleri içerikleri açısından da örneğin “Nasihatü’s-Selâtîn, Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel, Kavanîn-i Al-i Osman der Hulasa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvan“ gibi teorik olanlar; “Asafnâme, Nasâyih’ül Vüzerâ v’el Ümera (Kitab-ı Güldeste)” gibi tecrübe edilmiş örnekleri esas alanlar; yahut “Koçi Bey Risâleleri” gibi kanun ve Şeriat’ın üstünlüğü ilkesini savunanlar ve “Nasihat-ı Sultan Murad”, “Selimnâme” gibi Padişahların kendi şehzadeler için bizzat kaleme aldıkları nasihatnâmeler olarak da düzenleyebiliriz.

n Nasihatü’s-Selâtîn

Gelibolu Mustafa Âlî’nin “Nasîhatü’s-Salatin” (ya da Nushatü’s-Selâtin)[69] isimli eseri bir mukaddime, dört bab ve bir hatimeden ibarettir. Mukaddime’de memurların davranışları hakkında padişahların sorumlulukları, Allahü-teâlâ’nın Osmanlı soyuna olan özel ihsanı; «Lâzime» adı altında yan bölümlere ayrılan ilk bölümde “Sultanlara yapmaları gerekli olan işler”; ikinci bölümde “kanunlara uyulmaması yüzünden doğan bozukluklar; üçüncü bölümde “halkı güçsüz kılan kötü haller”; dördüncü bölümde bizzat Âli’nin karşılaştığı vefasızlıklar; “Hatîme”de 10 fasıl olarak tavsiyeler verilmektedir.Dili ağırdır. Metin içinde «hikâyet» başlığı altında tarihlerden alıntılar yapılmakta, konuyla ilgili manzum parçalar konulmakta, delil olarak da âyet ve hadisleri kullanmaktadır.

n Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel

Katib Çelebi’nin eseri olan “Düstûrü’l-Amel li-Islâhi’l-Halel” [70] bir mukaddime ve üç fasıl ve sonuç’dan ibarettir. Mukaddime’(Giriş)de “Etvâr-ı devlet”(Devlet’in işleri), Birinci fasılda “Reayâ”; İkinci fasılda “Asker”; Üçüncü fasılda “Hazine”, Netice’de çözüm yollarını belirler.

Toplumu ulemâ, asker, tüccar ve halk olarak dörde ayırır. Ve bunları “erkân-ı erbea” adıyla insan vücuduna benzetir. “Nefs-i natıka” Sultan’ı, “kuvve-i âkile” onun vezirini, “müdrike” de şeyhülislam’ı temsil eder.

Masrafların fazlalığı ve rüşvet üzerinde durur.

n Kavânin-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvan

“Kavanîn-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvan”[71] , eyâletler ve sancakların yönetiminde uyulması esas olan kanunların yorumları; timar, zeamet ve hasların tevcihinde vaz olunan kanunlar karşılığında çıkarılacak timarlı sipahi miktarını açıklayan bir başvuru kitabıdır. (Müezzinzâde) Aynî Ali Efendi bu eserinde bozuklukların giderilmesi için kendi görüş ve önerilerini de belirtir. Defter Emini olan yazar görevi dolayısıyla çok iyi vakıf olduğu meslekî ve hukukî tâbir ve istilahları açıklar. Yaptığı yorumlarda kayıtlara geçmiş resmi rakamları kullanır. Eser genel anlamıyla bir Nasihatnâme değil, doküman ve kanunlar içeren bir başvuru kitabıdır.

n Risâle-i Vazife-Hârân ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osman

Yine Defter Emini (Müezzinzâde) Aynî Ali Efendi tarafından ilk eserini tamamlayan bir “Zeyl” olarak kaleme alınmıştır. Bu eserinde yazar, Kapıkulu ve İlmiye sınıfı mensuplarının ve Saray Halkı’nın sayıları, maaşları ya da yevmiyelerine dair bilgiler verir.

Her iki kitap da, nasihat vermekten çok, yönetimdeki aksaklıkları düzenlemek isteyenlere doküman sağlamak için hazırlanmıştır.

n Âsafnâme

Kanunî Sultan Süleyman’ın deneyimli sadrazamı Lütfi Paşa[72] , “Âsafnâme” (Sadrazam Nasihatleri) adını verdiği Sadrazamın yetki ve sorumluluklarını anlatan eserini görevinden azledildikten sonra kaleme aldı.

Kitabına “Devlet çarkının eskisi gibi iyi işlemediğini” belirterek başlayan Lütfi Paşa, “devlet yönetimindeki tecrübelerini; görevin kötüye kullanılmaması, halka fazla vergi salınmaması, narh konusuna özen gösterilmesi, yeniçeri sayısının fazla arttırılmaması[73] , önemli her konunun Padişaha iletilmesi ” gibi sadrazamın yönetimde nasıl davranması gerektiğini anlatan görüşleri arasına “devlet görevlilerinin tek kabahatten dolayı hemen atılmaması gerektiği”ni de ekleyerek, başarılarına rağmen azledilmiş olmasındaki haksızlığı da duyurmaktadır.

Kitap “Etvar ve Ahlâk-ı Vezir-i Âzam”[74] , “Tedbîr-i Sefer” , “Tedbîr-i Hazine” ve “Tedbîr-i Reaya” adlı üç bölümden oluşur. İlk bölümde Sadrazam’ın âdil ve iyi niyetli olması, suçlar örtbas etmemesi, rüşvet önlemesi gerektiği; ikinci bölümde barış dönemlerinde iken savaşa hazırlanmak, savaş dönemlerinde ise avârız vergisi koymaktan kaçınılması gerektiği; üçüncü bölümde devletin geliri giderine denk olması, açık vermemesi gerektiği vurgulanır.

Hazine, “zulüm ve işkence” ile değil, halkın kudretine göre belirlenen vergi gelirleri ile dolar. Narh uygulamasına dikkat edilmeli, çarşı, pazar sık sık denetlenmeli ve fiyat artışları önlenmelidir. Son olarak da 30 yılda bir arazî tahriri yapılıp defterlerin yenilenmesini gerektiği belirtir. Nüfus göçüne karşı çıkar.

n Nesâyih’ül Vüzerâ v’el Ümerâ (Kitâb-ı Güldeste)

Defterdar Sarı Mehmed Paşa [75] bu eserinde örneklemelerde Kanunî dönemi esas alınmış ve Lütfî Paşa’nın Âsafnâme’sinden yararlanılmıştır. Benzerlerinde olduğu gibi, temel referansları yine “âyetler ve hadisler”dir. İlke olarak vergi ödeyen reâyânın zulümden korunması ve adâletli davranmanın gerektiği üzerinde durulur. Eser, mukaddime, dokuz bölüm ve hatimeden oluşmuştur.

“Vezirazam hazretleri adalet ve insafdan ayırılmayup Hakkı yerine getirmek ve eli altındakileri hoş tutmaktan geri kalmayı uygun görmeyeler ki reâyâ buyruk sahiplerinin emirlerine uymaktan yüz çevirmeyip durumları bozulmaya ve harap olmaya. Zira “Sultanlık ancak devlet adamlariyle (rical), devlet adamları ancak mal ile, mal bayındırlıkla, bayındırlık da ancak adalet ve iyi yönetme ile olur”. Yani “Devlet düzeni ricâl iledir ve askerin ayakta durması Hazine parası iledir ve Hazine toplamak ülkenin bayındırlığı iledir ve iyi hâl iledir ve ülkenin bayındırlığı da adalet , iyilik ve zâlimlere karşı koyma siyâseti iledir. Başka türlü olmaz”.[76]

Yukarıda sıraladığımız türden daha pek çok nasihatnâme ve siyasetnâmeler yazılmıştır.[77]

n Koçi Bey Risâleleri

Koçi Bey Enderûnlu’dur. Hem Sultan IV. Murad’a ve hem de arkasından gelen Sultan İbrahim’e musahib’lik yapmıştır. Sultan IV. Murad’la beraber Bağdad Seferi’ne katıldı.

1630’da Sultan IV. Murad’a sunduğu “Telhisât-ı der Ahval-i Âlem-i Sultan Murad Han” isimli risâlesinde Devlet’te görülen gerilemenin sebepleri ve alınması gereken önlemler örnekler verilerek ve sayısal verilerle anlatılır. Ana tema “Şer’iatın ve Kanûn-i Kadîm’in tam manasiyle uygulanması gerektiği”dir.[78]

1640 yılında Sultan İbrahim’e sunulmuş olan ikinci risâle Teşrifat-ı Kadîme ve kurumların işleyişi üzerinedir.

n Nasihat-ı Sultan Murad

Sultan II.Murad ile oğlu Sultan II. Mehmed’in karşılıklı konuşmaları üçüncü şahıs ağzıyla anlatılan bir diyalog şeklinde yazılmış küçük bir risâledir. İnsan ömrünü 0-9 yaş: “âlem-i tufûliyet (çocukluk çağı); 9-15 yaş: âlem-i sabâvet (gençlik çağı) ; 15-30 yaş: mertebe-i şebâbet (erginlik çağı) ; 30-45 yaş: âlem-i rücüliyet (olgunluk çağı)” olarak ayırır. Olgun insanın kararlarında daha isabetli olduğunu söyler. İskender-i Zülkarneyn (Büyük İskender), Hüsrev ve Nuşirevan’ı örnek gösterir. Efdal olan akıl ile kılıcın birleşmesidir. İskender’in Acem padişahını ve Timur’un da kendi ecdadı Yıldırım’ı bu yolla yendiğini söyler. Kadere sıkı sıkıya bağlıdır ve oğluna adaleti önerir.[79]

n Selimnâme

1512 yıllarında Manisa sancakbeyi Şehzâde Süleyman’ın isteği üzerine Yavuz Sultan Selim bir ceza kanunnâmesi mahiyetinde olan ünlü Siyasetnâme’sini göndermiştir. Yavuz Sultan Selim suçları “zina, katil, hırsızlık, yankesicilik ve cerh (yaralama) ile kundakçılık” olarak beş bölüme ayırmıştır. Nitekim daha sonra şehzâdeyi Kanunî Sultan Süleyman yapacak olan kanunnâmesinde de babasının nasihatlerinden esinlenecektir.

g. Havass-ı Hümâyun

İstanbul’un fethinden sonra İslâm dünyasının en büyük siyasî güç kaynağı olarak bakılan Osmanlı Padişahlarının çevresini erkân ve ricâl’in seçkinleri sayılan “havas” oluşturur.

“Havas”, has sözcüğünün çoğuludur. “İleri gelenler, muhterem kişiler” anlamındadır.[80] Her ne kadar İslâm-Osmanlı kültüründe geleneksel biçimde bir aristokrasi yoksa da, “havass” hakkında “aristokratlar kulübü” benzetmesi yapabiliriz.

Aslında “has” 100 bin akçe’den fazla hâsılat temin eden tımar’a verilen isimdir. Has’lar bizzat Padişah ve kadınları, sadrazam ve vezirler, beylerbeyleri ve sancakbeyleri’ne, ya da başka bir deyişle Padişahın yakın çevresine ve yüksek görevlilere verilirdi. Göreve bağlı olanlar geçicidir.

Padişah öldüğü zaman sadrazam ve onun tayin ettiği bütün memurlarla birlikte “müstâfi” (istifa etmiş) sayılırlardı. Bu bağlamda Osmanlı “erkân-ı devlet”i, Batı ülkelerinde kralın çevresinde kan bağıyla devam ederek aristokrasi oluşturan dük, düşes, kont, kontes, baron, barones ve şövalyelerinin sosyal ve hukukî statüleriyle ile karşılaştırılırsa çok farklı yapıları olduğu görülür.

Erkân-ı devlet ve ricâl Padişah’ın başta mühürünü teslim ettiği sadrazam olmak üzere, şeyhülislâm, kazaskerler, Yeniçeri ağası, beylerbeyleri gibi Divan-ı Hümâyûn’u ve devlet mekanizmasını, hükûmeti oluşturan, yürüten yüksek görevlilerdir.

(1) Mâiyyet-i Seniyye

Mâiyyet-i seniyye’yi Padişah’ın günlük hayatında en yakınında ve özel hizmetindeki “kurenây-i şehriyârî” denilen sadâkatinden şüphe edilmeyecek kimseler oluşturur.

n Silahdar Ağa

Silahdar’lık Teşrifât-ı Kadîmede önemli bir görevdir. Divan-ı Hümâyûn ile Padişah arasında vasıtalık eder.[81] Silahdar ağalar, Padişah bir yere gittiği zaman yanında bulunur, alay ve törenlerde Padişahın kılıcını kabzasının alt tarafı sağ omuzuna dayanmış olduğu halde elinde tutar, zülüflü kırmızı kadifeden üsküfünü giyinmiş olarak sağ tarafında yürürdü. On altıncı yüzyılın üçüncü çeyreğinde “Silahdarlar cemaati” iki bin kişiden fazladır.[82]

Teşrifat’ta hasodabaşı’ndan sonra gelir ise de bulunduğu görev ve saygınlığı ondan daha yüksekti. Padişah’a onun sır kâtibi durumunda olacak kadar yakınlığı vardır. Bu bağlamda önceleri “telhisatın mühürlerini Huzur-i Hümâyûn’da açmak; Padişah’ın kendi el yazısı ile yazdığı görüşlerini ve emirlerini muhafazalarına koyup üzerlerini Padişahın mühürü ile mühürledikten sonra telhis nakli nöbeti olan haseki ağa veya baltacılar kethüdası’na teslim ederek gideceği yere gönderilmesini sağlamak; gerektiğinde “muvakkaten ve müebbeden hıfzı emr ü ferman buyrulan evrakı” saklamak üzere torbalarına koymak ve zamanı gelince arz ederek hatırlatmak; Cuma Selamlıkları’nda ve saltanat binişlerinde halktan gelen arzuhalleri toplamak” gibi yalnızca Padişahın özel hizmetlerinde bulunmakla yükümlü silahdar ağa’ların vazifeleri zamanla daha da genişletilmiş ve Enderûn’da önemli görevler almışlardır.

On sekizinci yüzyılda Saray âmirliğini de üslenmişlerdi. Saray dışına vezir, beylerbeyi, kaptanpaşa ve Yeniçeri ağası payeleri ile çıkarılmışlardır. Aralarında pek çokları ise sonradan Sadrazamlığa kadar yükselmişlerdir.[83] Enderûn’dan cezalı olarak dışarı çıkarılırsa kapıcıbaşılıkla görevlendirilirdi.

Silahdar Ağa ünvanı yalnız Saray mensupları tarafından kullanılırdı. Aslında her sadrazam’ın ve vezirin bir silahdarı mevcuttur. Ancak bunlar arasında yalnızca hünkâr silahdarlarına “silahdar-ı Hazret-i Şehriyârî” unvanı verilmiştir.

n Çuhadar Ağa

Saray’da Padişah’a yakınlık itibariyle “silahdar-ı Şehriyâri”den sonra gelen memuriyet çuhadar (ya da çukadar) Ağa’dır. Saray’da mevcut bütün çuhadarların başı ve âmiridir.

Enderûn’da Hasoda ağalarının önde gelenlerindendi. Fatih Sultan Mehmed döneminde teşrifatta hasodabaşı ve silahdardan sonra üçüncü sırada yer aldı. Padişah Saray dışında bir yere gittiği zaman süvarilerin sağ tarafında atlı olarak eşlik etmek, yağmurluğunu, kılıcını, özel pabuçlarını taşımak, Saray’da kürklerini ve kaftanlarını saklamak, selâmlık ve alaylarda halka gümüş para saçmak, dilekçeleri toplayıp “sır kâtibi silahdar ağa”ya vermek, bulunmadığı zamanlarda ona vekalet etmek, savaşlarda düşman topraklarına girildiğinde Padişahın hemen arkasında durarak koruyuculuğunu yapmak, ulûfe dağıtımında, Birinci Ağa Bölüğü’nün bir numaralı neferi sayılan Padişaha ayrılan ulûfeyi alıp Padişahın bahşişiyle birlikte yeniçerilere dağıtmak başlıca görevleriydi.

Saray’ın yeniden teşkilâtlanmasından önce “mabeyinci”lik demek olan “külle yevmin hizmet-i Hümâyûn”[84] da bulunurlardı. Çuhadar Ağa’nın emrinde başçuhadar, ikinci, üçüncü ve dördüncü çuhadarlarla 40 kadar çuhadar ve ayrıca lala, kullukçu, zülüflü baltacı, sofalı, heybeli, yedekçi denen hizmet personeli olurdu.

Çuhadar ağa Saray’da terfi ederlerse “çuhadar-ı hassa” olurdu. On yedinci yüzyılda rikabdarlar taşra hizmetine çıktıkları zaman kendilerine beylerbeyliği verilmiştir. Ayrıca vezir olanlar da vardır. Tülbenddarların On sekizinci yüzyıldan önceki teşkilâtta yeri rikabdardan sonradır. Tülbent gulâmı dışarı hizmetine çıktığı zaman Yeniçeri ağası ve vezir olurdu.

Saray teşkilâtı dışında da teşrifat ve güvenlik işlerine bakan, resmî daireler arasında irtibatı sağlayan “maiyet memuru” anlamında “çuhadarlık” görevi vardı. Örneğin sadrazamın konağında bu işleri yapan görevliye “iç çuhadar” denirdi. “Kapı çuhadarları” vezir ve yüksek memurların işlerini yürütürlerdi. Özel hizmetlerde kullanılanlara “tebdil çuhadarları” denilirdi.

n Müteferrika’lar

Müteferrika “çeşitli işler gören kimse” demektir. Dolayısıyla hem Padişahın ve hem de Sadrazamla diğer vezirlerin de müteferrikaları vardı. Müteferrikaların bir kısmı timar ya da zeametli idi. Saray hizmetlerinde olanlar ulûfeli maaşlı yani yevmiyeli müteferrikalardır. Ancak müteferrikalar hiçbir zaman diğer sıradan hizmetliler düzeyinde görülmemelidir. Fatih’in Kanunnâmesi’nde bunlara “vâcib ür-riâye ağalar” denilmiş ve sadrazam’ın huzuruna çıkarlarsa ayakta karşılanmaları gerektiği belirtilmiştir.

Müteferrikalar kapıkulu silâhşörü olarak da itibarlı bir sınıftır. Padişahlar sefere gittikleri zaman rikâb-ı Hümâyûndaki Padişah tuğlarının, saltanat sancaklarının ve daha da mühimmi «Enderûn Hazinesi» nin muhafazası müteferrikalara aittir. Müteferrikalar seferde diğer yeniçeriler gibi zırh, tolga, sorguç ve kolçak da kullanırlar.

Merasim ve alaylarda başlarına mücevveze, arkalarına atlas üst veya erkân kürkü giyerler, Hükümdar Cuma Selamlığı’na gittiği veya dışarı çıktığı zaman müteferrikalar önünde giderler. Padişaha bayram tebriki yapılırken müteferrikalar etek öperlerdi. Terfi edenler timar defterdarı olurlardı. Bunlar vezir-i âzam’ın ziyaretine gittikleri zaman, emektarlıklarına riayeten ayağa kalkar ve tâzim ederdi. Senelik mevacibleri 66 yük ve 10 bin akça tutuyordu.

Nitekim On yedinci yüzyılın ilk çeyreği biterken müteferrikalar arasında 9 vezir evlâdı , 5 beylerbeyi çocuğu , 22 ümera evlâdı , 4 defterdarzâde ve 20 rikâb ağası evlâdı vardı.

On altıncı asrın ilk yarısında Saray hizmetinde bulunan müteferrikaların sayıları 40 kadar iken asır sonlarında 11 misli artarak 433, Onyedinci asır sonlarında ise 631’e ulaşmıştı.[85]

n Haseki’ler

Haseki’lik bir anlamda hizmet ve sadakatleriyle Padişah’ın itimadını kazanmış “havas” denilen itibarlılar zümresini andırır.[86] Osmanlı Sarayı’nda Bostancı hasekileri ve Yeniçeri hasekileri olmak üzere asker kökenli iki haseki sınıfı vardı.

Bostancı hasekiler özellikle Arnavut kökenli bostancılar arasından seçilirlerdi. 100 kişi olan bostancı hasekileri Padişahın her gittiği yerde en az 60 kişilik bölük olarak bulunurlardı. Padişahın Saray dışında korunması ve asayişin sağlanmasını Haseki ağası düzenlerdi. “Tebdil hasekisi” adıyla anılan 12 bostancı hasekisi Padişahın en yakınında yer alırlar ve gizli istihbarat işlerinde kullanılırlardı.

Yeniçeri hasekileri, Yeniçeri Ocağı’nın 14., 49., 66. ve 67. ortalarının adıdır. Atlı ve yaya olmak üzere ikiye ayrılırdı. Yayalara “Hasekiyan-ı Piyâde” denirdi. Dört haseki ortasının nefer sayısı yaklaşık 1 000 kişiydi. Bu ortaların yayabaşıları Padişah’ın katıldığı Saray dışındaki tören ve alaylarda ikisi solunda, ikisi sağında yürürlerdi.

Dört ortanın en kıdemli yayabaşısına “başhaseki ağa” denirdi. Yeniçeri hasekilerini diğerlerinden ayırmak ve itibarlı olduklarını belirlemek için kendilerine “haseki ağa” denilirdi. Diğer yeniçeriler sorguç yerine kaşıklarını koydukları halde bunlar tüylü sorguç takarlardı. Yeniçeri ağası sefere katılmazsa savaşa gitmezlerdi.

n Darü’s-Saade Ağası

Darü’s-Saade ağası Osmanlı Saray’ında haremağalarının başı, Harem ve Hassü’1-Has denen Padişah’ın yaşadığı “Darü’s-Saade“ bölümünün hizmetlilerinden sorumlu en büyük âmirdir. Saray baltacıları da Darü’s-Saade ağasının emrindedir.

“Kızlar ağası”[87] olarak bilinirse de bulunduğu göreve gelebilmesi için “acemi ağası, nöbet kalfası, ortanca, hasırlı, yaylabaşı oğlanı, başkapı gulamı, hazine kethüdası, müsahib ağa, oda lalası, hazine vekili, hazinedar, Eski Saray ağası” gibi çok uzun ve önemli aşamalar dizininden geçmesi gerekirdi.

Padişah Darü’s-saade ağası’na takip edilmek üzere beyaz üzerine yazılmış emirler verdiğinden Darü’s-saade ağası günün herhangi bir saatinde kendisiyle görüşebilirdi. Dolayısıyla devlet erkânı da Darü’s-saade ağası’na yazı gönderebilirlerdi. Bu yönleri çağdaş tabirlerle değerlendirilirse Padişah’ın özel kâtibi anlamında bir hizmeti yürüttüğü söylenebilir. Bâbüs’saade ağası teşrifatta sadrazam ve şeyhülislâm’dan sonra gelirdi.

Diğer taraftan Darü’s-saade ağası Haremeyn (Mekke ve Medine) vakıflarını yönetmek ve her yıl Hicaz’a Surre Alayı göndermek, “Dolab” denilen Haremeyn Hazinesi hesaplarını tutmak, Evkaf-ı Selâtin (Padişah vakıfları)’den gelen “Ceb-i Hümâyûn” akçelerini Hazine kethüdası’na teslim etmek, çarşamba günleri vakıf mukataa ihâlelerinin, ferağ, intikal ve mahlûlat işlemlerinin ve vakıf kurumlarındaki görevlilerin atamalarının görüşüldüğü “Ağa Divanı”na başkanlık yapmak ve “taşra çıkarılan sultanlar”a aylıklarının dağıtılması ile de görevlidir.

Tören ve teşrifat açısından şehzadelerin doğum müjdesini sadrazama duyurmak, “beşik alayı” düzenlemek, Padişahın ölüm haberini duyurmak, cülûs ve cenaze törenlerini düzenlemek, ölen Padişahın terekesini deftere geçirtip “İç Hazine”ye teslim etmek, hanım sultan nikahlarında “vekillik etmek” gibi görevleri de vardır. Savaş sırasında “İç Hazine”den sorumludur. Padişah adına bahşiş ve çelenk (sorguç) verirdi.

Saray’da özel bir mutfağı, Ahırkapı’da bir ahırı ve atları vardı. Selimî kavuk, kışın dört yenli samur, yaz aylarında ise varsak, sincap kürk giyer, belinde mücevher kakmalı ve köstekli bıçakla törenlere katılırdı. Bu görevden uzaklaştırılanlar Mısır, Mekke ya da Medine’ye sürgüne gönderilirdi.[88]

n Çavuş Ağalar

Saray çavuşları Enderûn’da müezzinlik, mehterlik gibi çeşitli özel hizmetleri üstlenmişlerdi. Çavuş ağalar, Padişah’a doğrudan hizmet verirler, savaşta yaverlik yaparlardı. Selâm çavuşu, küçük çavuş, orta çavuşu, çavuş vekili, Divan çavuşu, çavuş gediklisi, başçavuş, çavuşlar emini, çavuşlar kâtibi gibi rütbeleri vardır. Saray çavuşları ellerinde iki ucu kıvrık, “çevgan” denilen gümüş asa taşırlar, “yelken külah” denilen başlık giyerlerdi. Cuma ve bayram selamlıklarında alkışçılık ederlerdi. Bu tür protokol görevleri dışında savaş zamanlarında Yedikule’ye götürülen veya konutlarında oturtulan elçileri göz altında tutarlardı.

Diğer taraftan madenlerin işletilmesi gibi özel denetim işleriyle de görevlendirilirlerdi. Vezirlerin ve defterdarların emrine ayrıca “selam çavuşu” verilirdi.

(2) Bendegân-ı Şâhâne

Padişahın özel hizmetlerini gören “kahvecibaşı, berberbaşı, esvabcıbaşı, seccâdecibaşı” gibi görevlileri ifade edenlere “bendegân-ı şâhâne” denirdi.

Bunlardan çok daha ileri konumda Saray’da Padişah’la yiyip içme, eğlenme ayrıcalığı bulunan bir de “havass-ı bendegân” sınıfı vardır. Nitekim bunların içinden bir kısmı Padişah’ın şehzadeliği sırasında ona arkadaşlık ya da hizmet etmişlerdir.

Genel olarak “musahiban” denilen bu kimseler sohbetlerinden istifade edilen, ilim, irfan sahibi, özellikle nüktedân ve hazırcevap kimselerdir. Padişah’a bu denli yakınlıklıklarından ötürü Saray’da göreceli olarak Sadarazam’dan bile daha itibarlı durumları vardı.[89]

(3) Rikâb-ı Hümâyûn ağaları

Padişah Enderûn dışında iken maiyyetinde bulunanlar için “Rikâb-ı Hümâyûn” deyimi kullanılırdı. Rikâb kelimesinin yalın anlamı “üzengi” demektir. Kavram olarak da “huzur, büyük bir kimsenin önü, katı” anlamına gelir.

Maiyyet’de yer alan devlet erkânı dışında Padişah’ın atının yanında yürüyerek koruma görevi üslenen “Rikâb-ı Hümâyûn ağaları” (“rikâb ağaları” veya “üzengi ağaları” da denir) bulunurdu..

Bu ağalar “yeniçeri ağası, mîr-i alem, kapıcılar kethüdası, kapıcıbaşılar, çavuşbaşı, şikâr ağaları denilen çakırcıbaşı, şahincibaşı ve atmacacıbaşı’lar, mîrahur, çaşnigirbaşı, Altı Bölük ağaları denilen sipah, silâhdar, gurebâ-yı yemîn, gurebâ-yı yesâr, ulûfeciyân-ı yemîn, ulûfeciyân-ı yesâr ve Cebeci, Topçu ve Arabacıbaşı”lardır.

h. Teşrifât-ı Kadîme

“Teşrifat-ı kadime” devlet protokolünün Osmanlı belgelerinde kullanılan adıdır. “Teşrifat”, resmî terminolojide “törenlerde devlet erkân ve ricâli arasında makam ve rütbelere göre öne geçmek ve arkada kalmak düzeninin kurallarını koymak ve uygulamak” anlamına gelir. Padişahların cülûs, muayede, Cum’a selâmlığı, cenâze törenleri, Donanmâ-yi Hümâyun’un sefere çıkışı, seferden dönüşü, hacıların uğurlanışı, Surre Alayı, Hacıların Dönüşü, Ulûfe Tevzi’i ve diğer törenlerin bu kadar ayrıntılı olarak teşrifat defterlerinde kaydedilmiş olması ve yine aynı ölçüde duyarlılıkla uygulanması, Osmanlı devlet teşkilâtının geleneksel ve güçlü bir bürokrasiye sahip olduğunu göstermektedir.[90]

Diğer taraftan devletler hukukuna göre ele alınırsa “Teşrifat” “bazı tören ve durumlarda hükümdarlara ve devlet başkanlarına verilen “hükümranlık şerefleri”ni esas alarak düzenlenmiş uyulması zorunlu olan kurallar” bütünüdür. [91]

Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nde Kanunî Sultan Süleyman tarafından ihdas edilen “teşrifatçılık” Divan-ı Hümâyûn’da da en önemli görevlerden biri olmuştur.[92]

“Teşrifâtî efendi” bütün törenlerin nasıl yapıldıklarını bilir. Saray’da, Makam-ı Muallâ[93] ve Paşa Kapısı’nda yapılan bütün merâsimler düzenlenirken, elindeki defterde yazılı ananeleşmiş kuralları uygulardı.

Divan’da mevâcib (maaş) verilmesi, ziyafetler, elçilerin kabulü, Mısır Hazinesi’nin gelmesi, yeni padişahın cülûsu, Saray’da yapılan muayede ve tebrikler, Donanma’nın sefere çıkması ve dönüşü, gemilerin denize indirilmesi, Hükümdar’a pişkeş çekilmesi, tevcihat-ı mûtâde, taltif, terfih veya tayin sebebiyle huzurda hil’at giydirilmesi, giydirilen hil’atler sırasında yapılan merasimleri düzenlemek teşrifatçı’ya aitti. Bundan başka vezir, beylerbeyi ve erkân-ı devlete ait olan rüsûm ve harçların da defterini tutardı.

Bu işlerin yürütülebilmesi için Divan’da teşrifatçı’ya bağlı teşrifat kesedarı, teşrifat halifesi, kaftancıbaşı ve teşrifat kesedarı yamağı’ndan oluşan bir “teşrifat kalemi” vardı.

Daha sonraki uygulamalara örnek olmak üzere Saray ve devlet merasimlerinin bütün sicillerini saklamak teşrifat halifesi (veya teşrifatçı kalfası) ve kesedar’ın göreviydi. Kaftancıbaşı Padişah veya sadrazamın huzurlarına kabul edilecek olanlara giydirilecek “beylik” protokol hil’atlerini muhafaza eder ve icab ettikçe kullanırlardı.

(1) Arz’a Giriş

Divan-ı Hümâyûn toplantılarından sonra Padişah’ın huzuruna Arz’a girilmek için yazılan telhisi “kapıcılar kethüdâsı”; Arz’a girilmesi gerekmeyen, yalnız “onay”lanmak üzere gönderilenleri de “telhisci ağa” götürürdü. Bu takdirde Padişah telhisin üzerine eliyle genellikle bir kelime veya kısa bir cümleden ibaret olan emrini yazar ve “hatt-ı şerif” Divan’a iade edilirdi. Telhisler gönderilirken ve geri gelişlerinde Divan’da bulunanların hepsi ayağa kalkarlardı.

n Sadrazam ve Divan Üyeleri

Sadrazam, vezir veya kim olursa olsun Arz’a girerken kürkünü ve hil’atini Babüssaade’de denilen Üçüncü Kapı’da giyerdi. Dönüşte, sadrazam dışında herkes yine aynı yerde hil’atini çıkarırdı. Sadrazam ise Kubbealtı’na kadar hil’atı giyinik olarak gelir ve orada çıkarırdı.

Vezirler Arz’a ancak sadrazamla birlikte girebilirler. Kubbe veziri olmayan, taşrada görevli “hâriç vezirler”in Arz’a girmeleri gelenek değildir. Kubbe vezirleri ancak ilk kez Arz’a giriyorlarsa “serâsere kürk” giyerlerdi. Ulûfe tevzi’i (veya “Galebe Divanı”) dışındaki arzlarda kürk giydirilmez.

Sadrazam’a her ulûfe dağıtımında serâsere kürk verilirdi. Defterdar, her ulûfe verilişinde hil’at giyip Arz’a girerdi. Ancak defterdar vezir rütbesinde ise hil’at yerine kürk giyer. Defterdarın ilk girdiği Arz yeniçeri aylıklarının dağıtımına rastlarsa, biri ilk kez Arz’a girdiği, diğeri ulûfe tevzi’i için verilen iki hil’ati birbirinin üstüne giyerek Arz’a girerdi.

Yeniçeri ağası her Arz günü önce yalnız olarak Arz’a girer. Eğer Vezir rütbesinde ise daha sonra bir kez de sadrazam’la birlikte Arz’a girer. Kazaskerler sadrazam’dan önce Arz’a girerler. Ancak bunlara diğer devlet ricâli gibi hil’at ve kürk giydirilmez.

Sadrazam Arz Odası’na girince Padişahı selâmlayıp eteğini öper, sağ yanında durur. Bu tören sırasında başka kimse Padişahın eteğini öpemez. Sadrazam’dan sonra Kubbe vezirleri de içeri girip Padişahı selâmlarlar. Bu sırada Defterdar ulûfe tevzi’ine ait telhisi okur. Bir süre bekler ve çıkar. Arkasından vezirler de çıkarlar. Eğer içerde yabancı elçi varsa, vezirlerden önce o çıkarılır.

Sadrazam Arz’dan çıkınca topluca Kubbealtı’na gidilir. Sadrazam yerinde ayakta durur. Önce Kubbe vezirleri etek öpüp kendilerine ayrılan yerlerini alırlar. Sonra diğer Divan üyeleri rütbe sırasıyla etek öperler ve dağılınır. Vezirler birbirlerinden ayrılırken, sadrazam’a selâm durdukları gibi, her vezir kendisinden üst rütbedeki vezire de selâm dururdu.

n Yeni Ta’yin Olunan Erkân

Her yıl yapılan “Tevcihât-ı Umûmiye”de memuriyetleri ibka ya da yeniden tayin edilen vezir, vali ve beylerbeyilerden İstanbul’da bulunanların bizzat kendilerine, taşrada olanların da İstanbul’da bulunan kapı kethüdalarına Paşakapısı’nda sadrazamın huzurunda hil’atleri giydirilerek memuriyetleri ilân olunurdu. Tevcihat’da bulunulan vezirler ve askerî ve mülkî büyük memurlar İstanbul’da iseler Huzur’a kabul edilmeleri adetdi.

n Elçilerin “Nâme” Arzı

Müslüman ve Hıristiyan devlet hükümdarlarından mektup getiren elçiler Arz’a girmeden önce sadrazam ve vezirler Arz’a alınırlardı. Sonra Rikâb-ı Hümâyûn ağaları elçi’yi Arz Odası’na getirir, yer öptürürlerdi. Elçi konuşmasını bitirince “mîr-i alem ağa” elçinin elindeki mektubu alıp ayakta duran Kubbe vezirleri’ne verir. Onlar da birbirlerine devrederek sadrazam’a ulaştırırlar. Sadrazam Nâme’yi Taht-ı Hümâyûn’un kenarına bırakırdı. Elçi Padişah’ın sorularını yanıtladıktan ve Padişah’ın arzusu Divan tercümanı aracılığıyla elçiye anlatıldıktan sonra Rikâb-ı Hümâyûn ağaları tarafından dışarı çıkarılırdı. Sonra Kubbe vezirleri ve en sonra sadrazam dışarı çıkardı. Bıraktığı nâme tercüme ettirilerek Padişah’a arz ve takdim edilirdi.

n Elçilerin Çağrılması

Müslüman veya Hıristiyan devlet elçilerinden birine Padişah’ın bir nâmesi teslim edilecekse, elçi Arz Odası’nda Padişah huzuruna alınır. Burada Padişah’ın yaptığı konuşmadan sonra, Sadrazam Padişah’ın sağ tarafındaki yastık üzerine konulmuş mektubu alır, öpüp başına koyduktan sonra yanında duran vezire verir. Vezirlerin herbiri öpüp başlarına koymak suretiyle mektubu elden ele geçirerek en sonda duran “mîr-i alem ağa”ya ulaştırırlar. O da öpüp başına koyduktan sonra elçi’ye verirdi. Elçi mektubu öper ve elinde tutarak Babüssaade’den çıkar, ancak Ortakapı’ya geldiğinde yanındaki sefâret başkatibine teslim edebilirdi.

(2) Taltif’ler

Tanzimat öncesi dönemde devlet erkânı ve ricâli ödüllendirmek ya da şereflendirmek için nişan ve madalya verilmesi yöntemi kullanılmamıştır. Gerekli görülen kişiler Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman kanunnâmelerinde belirtilen kurallara ve teşrifât-ı kadîme usûllerine göre “kılıç, hançer, sorguç, tuğ, tabıl, çelenk ve kaftan” gibi “nişan ve alâmet”ler ya da “eğer, at ve para” gibi ihsanlarla taltif edilmişlerdir. “Avrupa icâdı” takılar olarak bilinen madalya veya nişan verilmesi yerine örneğin yararlık gösterenlere “çelenk”ler verilir, hil’atler giydirilirdi.Osmanlılar tarafından taltif maksadıyla nişan ve madalya dağıtılması On dokuzuncu yüzyıl başlarından sonradır.[94]

Ancak Osmanlı Teşrifatı’nda vurgulanması gereken özellik “önceden ödüllendirme” yönteminin kullanılmasıdır. Önemli görevler verilen devlet ricâline (ve bazan tüm maiyetlerine) hil’at’ler giydirilmek suretiyle hem gayrete getirilmekte hem de kendilerinden muvaffakiyetler beklenildiği ve de aynı oranda ağır sorumlulukları olduğu peşinen hatırlatılmaktadır. Örneğin her bahar Donanmâ-yi Hümâyun’la Akdeniz’de sefere çıkan kapudan-ı derya ve maiyeti, ya da Ordu-yi Hümâyun’la sefere çıkan seraskerpaşa ve mâiyeti hil’atler giydirilerek önceden taltif edilirlerdi.

n Hil’at Giydirmek

Osmanlı Devleti’nin Teşrifat-ı Kadîme kanununda her görev için giydirilmesi gereken hil’at türleri belirtilmiştir. Görevlendirme, ödüllendirme ya da teşrifat gereği olarak “hil’at iksası” denilen giydirme yetkisi Padişaha, sadrazama ve vezirlere aitti. Hil’atlar veriliş sebebinin önemine göre değerlendirilen hassü’1-has, has, âlâ, bâlâ, elvan, sevb ve zerrin gibi çeşitli türlerde olur. Örneğin vezirlere samur kürk, diğer erkâna “sade” kaftan giydirilirdi. Padişah tarafından hil’at giydirilenlere sadrazam da ikinci bir hil’at giydirmesi de kanundu.[95] Diğer taraftan Padişah iradesi ile rütbe ve görev verilenlere Sadrazam tarafından “tevcih hil’atı” giydirilirdi.

Hil’at (ya da kaftan) Padişahlar tarafından devlet erkânına giydirildiği gibi sadrazamlarla vezirler de aynı suretle gerekli diğer kişilere hil’at giydirirlerdi.

Vezirlere serâser kaplı , diğer erkân-ı devlete ise sade hil’at giydirilirdi. Büyük hizmetIeri görülen beylerbeyilere de iki kat hil’at giydirilirdi.

Diğer taraftan davetli ricale törenlerde giydirilen ve törenden sonra yeniden kullanılmak üzere Hil’at Hazinesi’ne konan hil’atlere de “mirî hil’at” denilirdi.

Ulufe dağıtımı ardından, Padişahın Sadrazam’a “âlâ samur kürk” ve “devir kürkü” giydirmesi kanundu. Vezirlik verilenlere “hil’at-ı vezâret” denen, ferace kürk giydirilirdi. Takdir edilen vezirlere “hil’at-ı fâhire-i şâhâne” ile birlikte sorguç, kılıç, hançer ve atiye gönderilirdi. Donanma Bahar Seferi’ne çıkarken Kaptanıderya’ya ve donanmayı hazırlayan Tersane-i Âmire erkânına Yalıköşkü’nde padişahça hil’at giydirilirdi. Defterdara da yılda bir kez hil’at-ı fâhire verilirdi. Mevlid Alayı dolayısıyla Birûn ve Enderûn görevlilerine de hil’at dağıtılırdı. Şehzade doğumlarında müjdecilere ve davetlilere, Surre Alayı çıkarılmasında Darü’s-Saade ağasına, Saray’dan dış göreve gidenlere hil’at verilirdi. Saray’da ağırlanan devlet konuklarına ayrılırken “hil’at-i vedâ” denilen bir kaftan giydirilirdi.

Osmanlı teşrifatı (protokolü) için vazgeçilmez bir simge olan hil’atleri hazırlamak için Saray’da, hazinedarbaşı ve kaftancıbaşı’nın yönetiminde ayrı bir örgüt biçiminde çalışan Hassa Kârhanesi’nde “hayyâtin-i hil’at” ve “hayyâtin-i hassa” denen, yedişer kişilik üç bölükten oluşan terziler her türden hil’at üretirlerdi.

(3) “Muayede”ler

Padişah’la Saray’da bayramlaşmaya “Muayede Alayı” (veya Resm-i Muayede) denilirdi. Osmanlı Sarayı’nda Ramazan ve Kurban bayramlarında Has Oda’da Enderûn ağalarıyla “muayede-i havas”, devlet erkânı ile de Bâbüssaade önünde “muayede-i umumî” denilen törenler yapılırdı.

n Ramazan’ın 26. Günü

Sadrazamın bayram tebrikatı için şeyhülislama gelmesi gelenektir. O gün fetvâ emini efendi iftara gelip sadrazam’ın huzuruna girer. Hep birlikte alayla şeyhülislam’ın evine gidilir. Fetva emini alayda reisülküttab ve çavuşbaşının önünde gider. Sadrazam kallâvî kavuk, mevsime göre erkân samur kürk veya sof ferace giyerdi. Diğer kapı halkı mücevveze sarık ve erkân kürk veya mevsime göre sof ferâce giyerek alaya katılırlardı. Her iki taraf arasında etek öpme töreni yapılır, diğerlerine izin verilirdi. Sadrazam kavuğunu değiştirir, iftar vakti beklenir, sonra Sadrazamın istediği bir camide teravih namazı kılınırdı.

n Ramazan’ın 27. Günü

Şeyhülislam Sadrazam’ın bayramını Sarayında (Bâbıali’de) tebrik eder. Kethüda bey, reisülküttab efendi, mektubî ve teşrifâtî efendiler ve diğer kapı halkı mücevveze sarık ve divanî elbiseleriyle kapıda karşılarlar. Merdiven sahanlığına sadrazam ağaları sırayla dizilir. Sadrazam kallavî kavuk ve erkân samur kürk giymiş olarak binek taşına kadar karşılamaya gelir. Kethüda bey ve kapıcılar kethüdası şeyhülislamın koluna girerek Arz Odası’na gelinir. Şeyhülislam ve sadrazam kavuklarını çıkarıp sarık giyerek bir süre sohbet ederler ve gülsuyu ikram edilir. Sonra şeyhülislam dönüşünde sadrazam ve kapı halkı tarafından teşyi edilir.

Şeyhülislam’ın gidişinden sonra İstanbul’da bulunan vezirler mevsim gereği erkân samur kürk veya sof ferâce giymiş divan bisatlı eyerlenmiş atlarına binerek sadrazamın sarayına gelirler. Kapı halkı tarafından kapıda karşılanırlar. Sadrazam kendilerini Arz Odasında karşılar. Bir süre sohbette bulunulur, gülsuyu ve buhur ikram edilir. Dönüşte karşılandıkları yere kadar uğurlanırlar. Vezirler buradan şeyhülislam’a, oradan da eski vezirlere giderlerdi.

Ulemâ, kapıcıbaşılar, hâcegân, Yeniçeri ağası, Ocak ağaları sadrazamın bayramını tebrik ettikten sonra şeyhülislam’a, oradan da diğer vezirlere giderlerdi.

Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ise önce şeyhülislam’ın evine gidip onun sadrazam’dan dönüşünü beklerler. Şeyhülislam evine gelince kazaskerlerle bayramlaşır, oradan sadrazamın sarayına giderler, buradan çıktıktan sonra vezirlerin ziyaretlerine gidilirdi.

n Ramazan’ın 28. Günü

Bayramlaşacak olan kişiler belirli saat ve yerlerde toplanırlar. Selâtin şeyhleri Arz Odası dışındaki sofada, mazul İstanbul kadıları, mahrec eyâlet kadıları “misafir odası’nda, ocaklılar “divanhâne”de toplanırlar. Sadrazam selâtin şeyhlerini divanî elbisesini giymiş ve ayakta olarak âdi destar sarıkla karşılar. Bayramlaşma ayakta yapılır, dualar edilir. Bunların armağanlarını teşrifatçı koyunlarına koyar. Kadıları kallâvî kavukla ayakta karşılar. Gelenler etek öptükten sonra herkes oturur, buhur ve gülsuyu ikram edilir. Sohbet yapılır. Yeniden etek öperek giderler. Ocaklılar için Sadrazam kallâvî kavuk, beyaz üstlük ve çizmelerini giyerek Divanhane’ye gelir. Burada askerî rütbelere ve geleneklere uygun özel bir tören yapılır. Tören bitince sadrazam kalkar, alkış tutulup Arz Odasına döner.

n Ramazan’ın 29. Günü

Sadrazam Arz Odası’nın dehlizi kenarına konulan iskemleye oturur. Kallavî kavuk ve beyaz üstlük giyer. Bayramlaşacak olanlar Arz Odasının büyük kapısından girip diğer kapısından çıkarlar. Önce azledilmiş paşalar, mir-i alem ağa, kapıcıbaşı ağalar etek öpüp giderler. Sadrazam bunlar için ayağa kalkar. Gedikli müteferrikalara, selâtin cami kâtiplerine ayağa kalkmaz. Müderrislerin bayramlaşması Divanhane’de yapılır. Kazaskerler etek öpen müderrislerin isimlerini önceden kaydettikleri defterden okuyarak sadrazam’a takdim ederler. Tören bitince Sadrazam ayağa kalkar. Alkış tutulur. Arz Odasına geri döner.

Ramazan’ın 30. günü sadrazam’ın sarayında bayramlaşma yoktur. Ancak bayram gecesi sadrazam Padişah Sarayında bayramlaşma yapar.

n Bayram Günü Merâsimleri

Bayramın birinci günü Bâbüssaade önünde taht kurulur. “Fatih Kanunnâmesi”nde Bayramlarda yapılacak merâsim “Bayramlarda Meydân-ı Divan’a taht kurulup çıkmak emrim olmuştur. El öpüldükde vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım kafadarım olub duralar” biçiminde belirtilmiştir. Yine teşrifatta Padişahın erkâna ayağa kalkacağı “Vüzerâma ve kazaskerlerime ve Başdefterdarıma ve Nişancıya kendim kalkmak kanunumdur” denilerek gösterilmiştir.

Önce Padişahın hocası el öper, bu sırada Padişah saygı ifâdesi olarak ayağa kalkardı. Sonra Kırım hanzâdeleri etek öperlerdi. Sonra “nakibüleşraf, şehzâde hocaları, özengi ağaları, kapıcıbaşılar, mirahurlar, çaşnigir ağaları, müteferrikalar, hekimbaşı, mehterbaşı, hazinedarbaşı” gibi Sarayla ilgili görevliler huzura girerlerdi. Sonra “sadrazam, vezirler, kazaskerler, kapudan paşa, rumeli ve Anadolu beylerbeyleri, başdefterdar, Anadolu defterdarı, reisülküttab, defter emini, Tersâne emini, ruznamçeciler, mimarağa” el ve etek öperek Padişahın bayramını tebrik ederlerdi. Padişah devlet erkânına ayağa kalkardı.

Onlardan sonra Şeyhülislam ilmiyye sınıfı ile birlikte huzura alınır ve Padişahın bayramını tebrik ederdi. Bu sırada şeyhülislam el öpmez, eğilmekle yetinirdi. İlmiyyeden sonra Yeniçeri ağası, sekbanbaşı ve Seyfiyye ricali tebriklerde bulunurdu.

(4) Vefat’lar

Gerek padişahların ve gerekse Hanedan üyelerinin vefatlarında, ya da sadrazam ve şeyhülislamların vefatlarında yapılacak merâsimlerin kuralları ve biçimleri Teşrifat-ı Kadîme defterlerinde belirlenmiştir.

(a) Padişah Cenâzeleri

Devlet adamlarına cenâze namazı kılınması ve dinî tören yapılması Padişahın iznine bağlıdır. Bu nedenle ölen Padişahın cenâzesinin yıkanmasından önce Teşrifatî efendi Babüssaade Ağası vasıtasıyla Padişahtan “Merâsim-i lâzime ne ise yapılsın” iznini alır.

Eski Padişah öldüğü zamandaki elbisesiyle Harem kapısı dışında kurulan gölgelik içinde şeyhülislam, sadrazam, vüzerâ, Yeniçeri ağası, kaptan paşa, kazaskerler, defterdar, reisülküttab, Ocak ağaları ve diğer devlet adamları tarafından görülüp dua edildikten sonra cenâze Darüssaade Ağası’nın nezâretinde Saray imamı, Padişah imamı ve selâtin şeyhleri tarafından yıkanır. Bu sırada Sadrazam, Ayasofya, Sultanahmed, Fâtih ve Süleymaniye camilerinde salâ verilmek üzere İstanbul Kadısı’na bir buyruldu gönderir. Şehremini ağa ve mimar ağayı mezarı hazırlamakla görevlendirir.

Cenâze yıkandıktan sonra devlet adamları tarafından dua edilip, tabut eller üzerinde götürülerek Babüssaade önünde hazırlanmış musallaya konulur. Şeyhülislam tarafından namazı kıldırılır. Ancak imamlık yapmasına engel olacak bir mazereti varsa ulemânın en kıdemli olanı veya Rumeli Kazaskeri bu işi yapar.

Bu sırada yeni padişah da Arz Odası’nın kapısı önünde namaza iştirak eder. Tabut yine devlet ricâlinin elleri üzerinde Ortakapı’ya kadar getirilir. Cenâze alayında şeyhülislam örfî kavuk ve (mevsime göre ferâce veyâ) beyaz kürk giyer. Diğer erkân kallâvî veyâ örfî kavuk, mücevveze, “Divanî” elbise giyerler.

Devlet erkânı, Kapı halkı, Ocak ağaları, Saray ağaları, başçavuş ve çavuşlar, Arabacı, Topçu, Cebeci, Yeniçeri Ocakları, kadılardan oluşan alay cenâzenin önünde olmak üzere türbesine kadar gidilir.

Definden sonra ta’ziye ve duayı hâvi bir telhis Darüssaade Ağası aracılığıyla arz edilir. Sonra Bâbıali’ye dönülüp “hil’at-i umûmî” töreni yapılır.

(b) Validesultanlar, Şehzâdeler ve

Padişah Kızları

Şehzâdelerin cenâze törenlerinde kimlerin bulunacağı “Fatih Kannunnâmesi”nde belirtilmiştir: “Evlâdımdan vefat edenlerin meyyitine vüzerâm ve kazaskerlerim ve defterdarlarım hazır olalar.”

Valide sultanın (veya şehzâde yahut kızının) gömüleceği yer hakkında Padişahın izni alınır. Sadrazamın emriyle çavuşbaşı yukarıda ismi geçen erkâna davetiyeler yazar, çavuşlarla gönderilerek çağrılırlar. Tekfin ve dinî merasim ve diğer işler yine yukarıdaki gibi icra edilir. Şeyhülislam, vezirler, kazaskerler, nakibüleşraf ve büyük kadılar örfî sarık ve ferâce kürkler giyerler. Yeniçeri ağası selimî sarık, erkân kürk giyer, divan bisatlı ata binerek ocak ağalarıyla, Sadrazam kallâvî kavuk, erkân kürk ve divan rahtlı at ile, devlet ricâli selimî kavuk ve mücevveze sarıklar, erkân kürk ve bisatlı atlarla törene katılırlar. Alay cenazenin önünde olmak üzere cenaze türbesine kadar götürülür. Cenaze töreninin ikinci günü yalnız şeyhülislam ve sadrazam başsağlığı dilemek üzere Arz’a çıkarlar.

Hanımsultanlar Teşrifat defterinde kayıtlı olmadığından tören yapılmaz.

(c) Sadrazam ve Şeyhülislam’lar

Eğer vefat edenler halen görev yapıyorlarsa, Kubbe vezirleri, kazaskerler, büyük kadılar, şeyhler, ocak ağaları Fatih Camii’nde hazır olurlar. Ancak cenaze namazından sonra cenazenin önünden gidilmez ve alay düzenlenmez.

Vüzerâ, kazasker gibi devlet erkânı ve Babüssaade ağası gibi kapı halkından vefat edenler teşrifatta kayıtlı olmadıkları için tören yapılmaz.

2. OSMANLI HANEDANI

Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar saltanatın babadan oğula geçmesi (Evlâdiye) yöntemi On altıncı yüzyıl sonlarına kadar bazı şehzadelerin babalarına ya da kardeşlerine karşı ayaklanarak taht kavgasına girişmelerine yol açtı. Yavuz Sultan Selim’den sonra Sultan I. Ahmed’e (1617) kadar Osmanlı tahtının verâsetinde “ekber evlâd” (en büyük erkek evlâd) yöntemi ve daha sonra ise hanedanın en yaşlı erkek üyesi (ekber ü erşed) kuralı uygulandı.

Böylece On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren[96] şehzadelerin katledilmeleri önlenmiş, ancak şehzadeler Topkapı Sarayında “Kafes” tabir edilen “Şimşirlik Kasrı”nda oturtulmuşlardır.

Padişahların toplam sayısı 36 ‘dır.[97] Ancak, Sultan II. Murad , Fatih Sultan Mehmed ve Sultan I. Mustafa ikişer kez tahta çıkmışlardır. Padişahlardan 15’i birbirinin kardeşi ve amcaoğlu’dur. Dolayısıyla (1299) Osman Gazi’den saltanatın kaldırılması (1922) tarihine kadar geçen 623 yıllık süre içinde Padişahların batın sayısı 21’dir.

Hanedan şeceresinde toplam 13 farklı padişah adı bulunur: “Orhan, İbrahim, Abdülmecid ve Abdülaziz” isimleri “1’er”, “Bayezid, Süleyman, Mahmud” 2’şer ; “Osman, Selim, Ahmed” 3’er; “Mustafa” 4 ; “Murad” 5 ; “Mehmed” 6 kere kullanılmıştır.[98]

Diğer taraftan padişahlar arasında isimleri kadar lâkab’ları da ünlü olanlar şunlardır: I.Osman ile Orhan (Gazi); I. Murad (Hüdavendigar); I. Bayezid (Yıldırım); I. Mehmed (Çelebi); II. Mehmed (Fâtih); II. Bayezid (Velî); Selim (Yavuz); I. Süleyman (Kanunî); II. Selim (Sarı), III. Mehmed (Eğri Fâtihi); I. Mustafa (Divâne), II. Osman (Genç); III. Osman (Nurî), IV. Murad (Bağdad Fâtihi ); İbrahim (Deli), IV.Mehmed (Avcı); III. Selim (Halim); II. Mahmud (Adlî);

Osmanlı padişahları şiir’le de uğraşmışlardır. Padişahların şiirlerinde kullandıkları mahlaslar da şöyledir: Murad II (Muradî), Fatih (Avnî), Bayezid II (Adlî), Yavuz (Selimî), Kanunî (Muhibbî), Selim II (Selimî), Murad III (Muradî), Mehmed III (Adlî), Ahmed l (Bahtî), Genç Osman (Farisî), Murad IV (Muradî), Mustafa II (İkbalî), Ahmed III (Necibî), Mahmud l (Sebkatî), Mustafa III (Cihangir), Selim III (İlhamî) ve Mahmud II (Adlî).

Aralarında Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim (Farsça), Kanunî Sultan Süleyman, Sultan III. Murad (2 Türkçe, 1 Arapça, 1 Farsça olmak üzere 4 adet), Sultan III. Selim de “divan” sahibi olan padişahlardır.

İlk altı hükümdar Bursa’ da, daha sonrakiler de İstanbul’da gömülüdür[99]

Cülûs yaşı açısından en genci 7 yaşında Padişah olan Sultan IV. Mehmed’dir. Osmanlı padişahlarının ortalama “Cülûs yaşı” 32, “saltanat süresi sonundaki” yaş ortalaması 50, ortalama saltanat süresi 17 ve vefat ettikleri yaş ortalaması da 51’dir.[100]

Hanedan’da 15 taht’tan indirme olayı yaşanmış,[101] Sultan I. Mustafa ise iki kez tahttan indirilmiştir. İki padişah da kendi istekleriyle saltanattan feragat etmişlerdir.[102] En uzun saltanat süresi 45 yıl, 11 ay, 7 gün ile (1520-1566) Kanunî dönemi’dir.[103]

Osman Gazi’den Kanunî Sultan Süleyman’a kadar gelen 10 padişah bütün seferlere katılmışlardır.[104] Kanunî’nin oğlu Sultan II. (Sarı) Selim sonra gelen 21 padişah içinden de yalnızca 5’i seferlere katıldılar.[105] Ancak savaş stratejilerinin değişmiş olmasının da bunda katkısı olduğu düşünülmelidir. Nitekim fiilen savaşa katılmamış olmalarına rağmen 5 Padişah da fetvayla itibarî olarak “Gazi” unvanı almışlardır.[106]

a. Şehzadeler

Şehzade’lerin doğumları Dar üs-Saade ağası ve hanım sultanların da rütbeli bir Saray ağası ile hatt-ı hümâyûn gönderilerek Paşakapısı’na yani sadrazam’a bildirilirdi. Gönderilen hatt-ı hümâyûn üzerine sadrazam ve şeyh-ül-İslam, vezirler, kazaskerler, Yeniçeri ağası ve diğer devlet ricâli Saray’a giderler ve Huzur’a kabul olunurlardı. Sadrazam’ın kethüdası vasıtasıyle gönderdiği mücevherli beşik Dar üs-Saade ağa’sına teslim olunurdu. Sadrazam’a ve ricâle lohusa şerbetleri gönderilir ve haremleri (eşleri) de Harem’e davet edilirdi.

Diğer taraftan bu durum İstanbul’da ve memleketin her tarafında toplar atılarak, ilân edilir, şenlikler yapılır[107] , fermanlar gönderilerek şer’i mahkeme sicillerine kaydolunurdu. Atılan topların ve yapılan şenlik günlerinin sayısı yenidoğanın şehzade veya sultan oluşuna, kardeşleri bulunmasına göre hatta mevsimlere bağlı olarak değişirdi.[108]

Şehzadeler padişahların haseki, ikbal ve odalıklardan da doğarlardı. Başka bir deyişle anasının sıfatına bakılmaksızın Padişah’ın erkek çocuklarına şehzade denilir. Padişahların kız evlatlarına da sultan unvanı verilir.

(1) Eğitim

Şehzadenin bakımına annesi ve has odalılardan üç ağa nezaret ederlerdi. Ağalar içinden en yaşlısı “başlala” denilen şehzadenin baş mürebbisi idi. Bunun emri altındaki diğer ağalara “lala” denirdi. Lala’lar şehzadelerin yetiştirilmelerinden ve özellikle Padişaha bağlılıklarından sorumluydular. Dolayısıyla Enderûn ağaları arasından Padişahın yakını ve bildiği birisi lala olurdu.

Şehzade 5-6 yaşlarına gelince, “bed-i besmele” denilen özel bir törenle[109] derslere başlardı. Bu merasimde ve davetlilerin huzurunda şeyhülislam şehzadeyi elif’ten ye’ye kadar okutur ve sonra dua ederdi. Bu sırada şehzade, şeyhülislam’ın elini öpmek ister, ama o elini öptürmeyerek şehzadenin omuzunu öperdi. Sadrazam tarafından şehzade’ye müzehhep cüz kesesi içinde elifba hediye edilirdi. Şehzade hocasından Darüssaade ağası’nın dairesinde ders görmeye başlardı.

Şehzadelerin sünnet düğünleri[110] de günlerce, haftalarca süren düğünler, şenlikler yapılırdı. Sünnet olan ve 13-14 yaşına gelen şehzadeye ayrı bir daire verilir, buraya annesiyle kız kardeşlerinin dışında hiç bir kadın giremezdi.

Osmanlı şehzadeleri, devlet yönetiminde sancakbeyi olarak eğitilmeleri amacıyla Anadolu’nun eski beylik merkezleri olan Konya, Manisa, Trabzon, Kastamonu, Kütahya, Çankırı, Aydın, Amasya ve Teke[111] sancaklarına gönderilmektedirler. Anadolu dışındaki tek şehzade sancağı Kefe[112] idi.

Ancak On altıncı yüzyıl sonlarına kadar bazı şehzadelerin babalarına ya da kardeşlerine karşı ayaklanarak taht kavgasına girişmeleri sebebiyle, İkinci Selim devrinden itibaren yalnız veliahd olan (en büyük) şehzade Sancak’a gönderilmiş ve Manisa Sancağı veliahd şehzade sancağı olmuştur.[113]

Yalnız en büyük şehzadenin sancağa çıkarılmasıyla başlayan dönemde Padişah ölünce, vezir-i âzam’ca “vâli-şehzade”ye bir haber gönderilmesi tahta geçmek için yeterli sayılmıştır.[114] Bazan da şehzadenin bizzat annesi vâlide sultan haber göndermektedir.[115]

(2) Kardeş Katli Meselesi

Aslında bütün monarşilerde hükümdarlık kavgaları görülmüştür. Ve kardeşler arasında çoğu kez gizlice veya açıkça, ya gerçek anlamda hayatına son verilerek ya da sembolik olarak, örneğin kör etmek gibi yöntemlerle işe yaramaz hâle getirilerek, ya da ömür boyu hapsedilerek saltanat rakiplerini sembolik anlamda yok eden mücadeleler yürütülür. Batı monarşilerinde kral karşısında doğal olarak meydana gelmiş aristokratik bir ortam bulunduğundan bu mücadelenin müstakbel muhatapları değişmez . Ve rakiplerini öldürenler çoğu kez “fratricide” (kardeş katli) olarak isimlendirilir.

Osmanlı Hanedanı içindeki saltanat kavgalarında taraflar arasında devletin tüzel kişiliğine yönelik tasarruf istekleri görülmez.[116] Ancak Padişah soyundan gelen herkes, hatta Padişah kadınları[117] bile çocuklarını kayırmak, kollamak uğruna bu mücadelenin içinde yer almışlardır. Dolayısıyla babaların, amcaların, kardeşlerin, kardeş çocuklarının, yeğenlerin, oğulların ve erkek torunların da katledildiği görülmüştür.

Gerçekten de Osmanlı öncesi Türk devletlerinin akıbetleri hep bölünmek olmuştu. Bununla beraber kuramsal olarak her ne kadar bu mücadelede yer alan hanedan üyelerini “siyaseten katl etmek” yöntemi Osmanlı Devleti’ni parçalanmaktan korumak amacına yönelik ise de, zaman zaman bir tür “nefis savunması” biçimine dönüştüğü de görülüyor.[118]

Diğer taraftan devletin kuruluş dönemlerinden itibaren padişahlar kendilerinden sonra saltanatın hanedan üyeleri arasında nasıl devam edeceği hakkında kesin bir kural koymamışlardır. Hatta bu işi kurallarla sınırlamanın devlet için bazı sakıncaları olabileceği bile düşünülmüş olabilir.[119] Osmanlı örfî hukukunda âdeta bir anayasa gibi önemli olan Fatih Kanunnâmeleri’nde de Osmanlı Devleti’nin saltanat hukuku bağlamında kesin bir sistem konulmamıştır. Bununla beraber “Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz itmişdir, anınla âmil olalar” olarak bilinen ünlü hüküm de bulunmaktadır.

Böylece Fatih Sultan Mehmed döneminden sonraki saltanat mücadelelerinde bu kanunda “öldürmek” yolu açıkça ifade edilmemekle[120] beraber artık onu tecviz eden yasal bir kuralı vardı. Ancak Şer’î Hukuk açısından “katletmek” için yine de fetvâ almak kesinlikle gerekliydi. Ne var ki olaylar uygulamada bu yolun ya kullanılmadığı ya da hemen hemen açık olduğunu gösteriyor.[121]

Diğer taraftan saltanat uğruna kardeşlerin siyaseten katledilmelerinin sosyal sonucu ise Osmanlı Hanedanı’nda hükümdar silsilesi dışında aile fertlerine bağlı “soy aristokrasi”sinin engellenmiş olmasıdır.[122]

Osmanlı Hanedanı’nda katledilen babaların, amcaların, kardeşlerin, kardeş çocuklarının, yeğenlerin, oğulların ve erkek torunların sayısı 83’tür.[123] Bu sosyal olguya (tüm öznel duygular ve değerlendirmeler saklı kalmak kaydıyla) nesnel bir gözle bakılırsa, devletin uzun ömrü içinde saltanat kargaşalarıyla kesintiye uğrayarak dirlik ve düzeninin bozulmadığı, oysa Avrupa’da bu uğurda yapılmış savaşlarda toplumlarının yüz yıllarca verdikleri kayıplar karşılaştırılırsa bu rakkamın nesnel anlamda “ehven-i şer”i ifade ettiği görülür.

(3) Kafes

On yedinci yüzyıl başında şehzadeler arasında savaşlara ve padişah olan dışında diğerlerinin öldürülmelerine sebep olan bu uygulama kaldırıIdı. Yerine “en yaşlı hanedan üyesi” ilkesi getirildi. Şehzadeler, On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar, Saray’ın etrafı şimşir ağaçlarıyla çevrili olduğu için Şimşirlik denilen bölümünde, sıkı bir gözaltında yaşamaya başladılar.[124] Çevre ile görüşmeleri, çocuk sahibi olmaları yasaklandı. Doğacak çocuk olursa kız erkek ayırımı yapılmaksızın öldürülecekti. Şehzade, şimşirliğe kapatılınca hocasının da görevi son bulurdu. Taht’a geçen şehzadenin hocası ise Padişah hocası olurdu.

- EK TABLO: Padişah Olan Şehzadelerin
“Kafes”te Kaldıkları Süreler:

b. Padişah Anneleri, Kadınları ve Kızları

Padişah’ın annesi olan valide sultanlar’ın resmi unvanları “Mehd-i Ulyâ-i Saltanat”[125] dır. Oğullarına “Arslanım” diye hitap etmeleri gelenek olmuştur. Kendilerine tahsisat bağlanır ve has derecesinde dirlik verilirdi. Ölen ya da Taht’tan indirilen padişahın annesi Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a taşınır, yeni Padişahın annesi de, Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na vâlide Alayı denilen özel bir törenle gelirdi. “Vâlide sultan kethüdası” başkanlığında kalabalık maiyetleri ile birlikte Harem’de kendilerine ayrılmış özel daireye yerleşirlerdi. Valide Sultan gelişinden bir gün sonra da Sadrazam’a mücevherli bir hançer, kürk ve bir “hükümnâme” yollardı.

Osmanlı Saray ıstılahatında “Kadın” tâbiri, cinsiyet belirtmenin ötesinde, Padişah’ın hayat arkadaşı anlamına gelen çok önemli bir pâyedir. Kadın’lar aynı zamanda “Hünkâr hasekisi” de olurlardı.

“Haseki”lik aslında bağımsız bir unvan belirtir. Osmanlı Saraylarında hükümdarın koruma görevlisine “Haseki ağa” denirdi. Kadın “haseki”lerden ayrılmaları için “ağa” sıfatı eklenmişti. Mertebe olarak Bostancıbaşı’dan sonra gelir ve daha yüksek makamlara yükselerek beylerbeyi, vezir hatta sadrazam olabilirdi.

Hasekiler içinde Padişah’a en yakını olana “Başhaseki Sultan” denilirdi. Diğer hasekiler kıdem sırasıyla “Başkadın, İkinci Kadın, Üçüncü Kadın” olarak bilinirler, her birinin özel dairesi olurdu.

Kadın unvanını alanlar Harem’de özel bir törenle samur kürk giyer, Padişahın eteğini öptükten sonra kendilerine ayrılan daireye yerleşirlerdi. “Kadın”lar, herkesten farklı olarak kopçaları elmastan ve yenleri kürk kaplı elbiseler giyerlerdi. Oysa diğerlerine yalnız kış aylarında kürklü giysiler verilirdi.

Çocuk doğurup “Şehzâde Vâlidesi” olan Haseki Sultan’lar törenlerde taç giyerler, kendilerine “paşmaklık” denilen has geliri tahsis olunurdu.

“Vâlide Sultan” unvanı Padişahın annesine mahsustur. İlk erkek çocuğun, yani veliahd şehzâdenin annesi “Başhaseki Sultan”dır. Erkek çocuk anneleri “Haseki Sultan” ve kız çocuk doğuranlar da “Haseki Kadın” unvanlarını alırlardı. Padişah kızına da “Hanım Sultan” denilirdi.

Kadın’lar her zaman Padişah’ın nikâhlı eşi değillerdir. Başka bir deyişle, verilen unvanlara rağmen üzerlerinden “câriye” statüsü kaldırılmaz. Bu durum bizzat Padişahın annesi için de geçerlidir.

Osmanlı Padişahları içinden çok azı câriyelerle “nikâhlı evlilik” yapmışlardır. Diğer taraftan dönemlerindeki diğer hükümdarları kendileriyle hemayar bulmadıklarından devleti akrabalık bağlantılarıyla luzumsuz sıkıntılar altına sokabilmesi ihtimâli olan “siyasî ittifak evlilikleri” yapmağa gerek görmemişlerdir.