A. ORDU-Yİ HÜMÂYÛN

Ortaçağdan Yeniçağa geçiş süreci içinde Batı Avrupa’nın “fief” sistemine dayalı “şövalye” ordularına karşı Osmanlı Devleti, özgün tımar sistemi ile oluşturduğu sipahi ordusu yanında, ondan daha da güçlü “Kapıkulu Ocakları” adıyla tanımlanan, maaşlı ve tamamen profesyonel bir “Hassa Ordusu”na sahiptir.

Böylece Osmanlı merkezî devlet yapısının Avrupa’nın feodal sistemine göre daha erken oluşmasının maddi temelleri arasında Seyfiye tariki ve Kapıkulu Ocakları da vardır.

Ordu-yı Hümayun, yapı, araç gereç hatta yönetim açısından âdeta birbiriyle bağımsız ve bağlantısız örgütlenmiş Yeniçeriler, Kapıkulu Süvarileri, Topçu, Top Arabacıları, Humbaracı, Lağımcı, Cebeci Ocakları’ndan oluşan Kapıkulu Ocakları, Timarlı Sipahiler, Kal’a bölükleri (akıncılar, deliler, farisanlar, azaplar), geri hizmet bölükleri (yayalar, yörükler, müsellemler, cân-bâzân), gayrimüslim askerler(martulozlar, voynuklar, cerahorlar), Mısır ordusu, Kırım süvari ordusu ve imtiyazlı eyâletlerden gelen küçük orduların sefer sırasında bır araya getirilmesiyle oluşuyordu.

Düzenleri, örgütlenmeleri ve disiplinleri farklı olan bu askerî birimlerin komutanları, “serdar-ı ekrem”in emirlerine göre savaş düzeni alırdı.

Ordu-yi Hümayun’un çekirdeği profesyonel asker olan Kapıkulu Ocakları’dır. Tımarlı sipahiler de sayısal gücü oluştururlar. Akıncılar, gönüllüler, Mısır ve Kırım orduları gibi diğer güçler de seferin önemine ve hedefine göre değişik sayılarla Ordu-yı Hümâyun’u desteklerdi.

Yeniçeri ortalarının ve topçu, humbaracı, süvari gibi askerî birliklerin, hatta loncaların, esnaf kuruluşlarının günümüzde flama, bayrak gibi isimlerle anılan alametleri vardı.

Diğer taraftan menzillerin ve yollarının bakımı, bu yollarda haberleşme örgütlerinin çalışması, ikmal depolarının, su sarnıçlarının, buzhanelerin bulundurulması, ikmal ve geri hizmetler, sefer gidiş ve dönüş yolları, yemeklik yerleri, menziller, ikmal, iaşe, ordugâh işleri kanunnamelerle sistemleştirilmiş, bunlar için milis örgütler ve sınıflar oluşturulmuştu.

Avrupa ordularının stratejik ve taktik görevlere göre düzenlenebilir birbirinin benzeri cüz-i tam’lardan (bütünün en küçük benzer birimlerinden)[411] oluşmasına karşılık Osmanlı Ordusu (Ordu-yi Hümâyûn) ayrı görev bölümlerinin oluşturduğu büyük bir bütün biçimindedir.

Yalın bir teşkilâta sahip ve esası “ahali” olan Osmanlı Ordusu, barutu hem kuşatma ve hem de meydan savaşlarında çok başarılı biçimde kullanmasına rağmen Batı orduları gibi hasmını topyekün yok etmek için eğitilmiş ve düzenlenmiş bir ordu değildi. Nitekim (bazı Batılı tarihçilerin de dikkatini çektiği gibi[412] ), taarruz savaşlarında düşmanı imha etmeyi başaramayan bu ordu savunma savaşlarında hep muzaffer oluyordu. [413]

1. KAPIKULU OCAKLARI

“Kapıkulu Ocakları” yaya, atlı ve teknik sınıflardaki maaşlı askerlerden oluşuyordu. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr döneminde kurulan “Kapıkulu Ocakları” On altıncı yüzyılda yeniden düzenlendi.

Aslında Osmanlı Devleti’nin merkezî ve profesyonel ordusu sayılan “Kapıkulu Ocakları” esas itibariyle yaya ve atlı olarak iki ana sınıfa ayrılır. Yaya sınıfını Acemi Oğlanları, Yeniçeriler, Cebeciler, Topçular, Top Arabacıları; Atlı Sınıfı da Sipahiler, Silahtarlar, Sağ Ulûfeciler, Sol Ulûfeciler, Sağ Garipler, Sol Garipler meydana getiriyordu.

Bektaşilikle Kapıkulu Ocakları arasında ilişki vardır. Nitekim Bektaşiliğin güçlü biçimde örgütlendiği Kapıkulu Ocakları’na “Ocağ-ı Bektaşiyan”, askerlerine “Tâife-i Bektâşiye”, ağalarına da “Ağayân-ı Bektaşiyan”, Ocak subaylarına “Sanadid[414] -i Bektaşiyan” denilmektedir. Bektaşilik’teki örneğin börk, tas, âsâ, kazan gibi bazı tarikat simgeleri ve Kapıkulu Ocaklarının gelenekleri; “silsile-i tarik-i Bektâşiyan” ile de Ocağın rütbe yükseltme sistemi arasında de bazı ilişkiler bulunmaktadır.

Devletin sınırları genişledikçe, önce Gelibolu’da kurulu olandan başka İstanbul’da da ikinci bir Acemi Ocağı daha kuruldu. O zamana kadar bağımsız olan Ağa Bölükleri de Kapıkulu Ocaklarına katıldı. Yeniçeri kanunnâmelerinde (Kavânin-i Yeniçeriyan) Ocak subaylarının yetkileri, sınır ve vilâyet kalelerine gönderilecek yeniçeriler ve yerlikulu (gönüllü) yeniçeri olma şartları belirlendi. Cebeci, Topçu, Lağımcı, Humbaracı Ocakları kuruldu.

Genellikle kılıç, ok ve yay, kalkan, mızrak, balta, gürz, şeşpâre, arkebüz (kale tüfeği), tüfek, kubur (ağızdan dolma tabanca), humbara (bir tür fitilli el bombası), dört ayrı kalibre top, mancınık, hareketli kule gibi silahları kullanırlardı.

Osmanlı Padişahı Yeniçeri Ocağı’nın Birinci Ortası’nın Birinci Ağa Bölüğü’nün “1” numaralı neferi olduğundan, ulûfe dağıtım günü yeniçeri ağası giysisi ile kışlaya gelerek ulûfesini alması ve at üstünde bir kâse şerbet içmesi töredir. Ulûfeleri üç ayda bir “Galebe Divanı” denilen törenle dağıtılırdı. Kapıkulları Padişahların tahta çıkışları (cülûs) ve sefere gidişlerinde de bahşiş alırlardı.

Kapıkulları görevlerini yerine getirmek için gerekli devletin mal ve mülkünü geçici olarak tasarruf edebilirdi. Bununla beraber “kul” statüsünde olduklarından bu malların mülkiyeti zaten Padişah’da kalmaktadır. Dolayısıyla görevlilerin edindikleri mal ve mülk öldüklerinde Padişah tarafından geri alınırdı.[415]

Zamanla askeri sınıf bütünüyle “kul” sayıldı. “Kul sistemi”ni bir anlamda zimmîlerin (müslüman olmak şartıyla) devlet hizmetine katılmalarını sağlayan bir yöntem ya da olanak gibi yorumlamak da mümkündür.

Kapıkulları’nın sürekli yenileştirilmesi, sayılarının (özellikle başlarda) mümkün olduğunca sınırlı tutulmaya çalışılması, yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmemesi, Merkez’de asker kökenli kalıcı bir aristokrasınin gelişmesini önlemekteydi.

Humbaracı, barutçu, lağımcı gibi teknik sınıfları Avrupa ordularının benzeri olarak yeniden düzenlemeye çalışan Sultan İkinci Mahmud 1826’da Kapıkulu Ocaklarını tümüyle kaldırdı.

a. Acemi Ocağı

Başlangıçta Osmanlı Ordusu’nun temel gücünü sipahiler yâni Eyâlet askerleri oluşturmaktaydı. Yeni fetihlerle tımarları çoğalan ve zenginleşen sipahilerin merkezî devlete karşı güçlenmelerini önlemek için devşirilen Hıristiyan çocukları “Kapıkulu Ocakları”nda (ve yönetimde) kullanıldılar. Kuruluş sırasında 4-5 yüz kişi olan acemi oğlanlarının sayısı, iki yüzyıl sonra 8 bine ulaşmıştır. İçlerinden Enderun’da eğitilenler en yüksek dereceli devlet kadrolarına kadar gelebiliyorlardı. Devşirmelerin kendi kökenleri ile ilişkileri kalmadığından, çıkarlarını Merkezî Yönetim’in çıkarlarıyla özdeşleştiriyorlardı.

Acemiler iki buçuk akçe yevmiye alıyorlar, ayrıca kendilerine her yıl pabuc akçesi, iki kat elbise, kaputluk, yağmurluk ve şalvarlık çuha ve iki mintan veriliyordu.

Acemi Ocağı’ndaki eğitim öğretim ve hizmet, genellikle sekiz yıl sürerdi. Askerlik eğitim ve öğrenimi yanında meselâ Süleymaniye Cami’i inşaatında olduğu gibi, bazı özel iş alanlarında çalıştırılırlardı. Bu süre sonunda bir kısmı, Bostancı Ocağı’na diğerleri Yeniçeri Ocağı’na alınıyordu. Bu olaya, çıkma veya kapıya çıkma denilmektedir.

Edirne’nin fethinden az sonra esir edilen hıristiyan çocuklarının Anadolu Türkleri elinde Müslüman -Türk terbiyesile yetiştirilerek bir asker ocağında toplanmasile Acemi Oğlanlar Ocağının temelleri atılmıştır.[416] Osmanlıların kuruluş dönemlerinde akıncı gazilerin eline geçen her esir onun “sahih malı” sayılırdı. Ancak 1363’te çıkartılan Pençik[417] kanununa göre, savaşlarda alınan esirlerden beşte biri şer’an devlete vergi olarak alınırdı. Uygulamada devletin vergi kaybına uğramaması için 5’den az sayıda esire sahip olanlardan bir esirin rayiç satış değerine göre vergi alınırdı.

Pençik usulüyle toplanan savaş esiri gençler gerekli eğitimden sonra Yeniçeri Ocağı’na alınıyorlardı. Ancak On dördüncü yüzyılın ikinci yarısında pençik usulüyle asker toplayarak büyük ve düzenli bir ordunun oluşturulması güçleşti.

(1) Devşirmeler

Yeniçeri ağasının yaptığı ihtiyaç talebi üzerine 3 ya da 5 yıl, hatta bazan 8-20 yıl aralıklarla hristiyan reâyânın çocukları “Devşirme usûlü” denilen yöntemle yerleşik hane sayısının 1/40 oranında olmak üzere ve Acemi Ocağı’nda eğitilmek için devletçe toplanırdı.

“Devşirme Oğlan” toplanması hakkında ferman çıkarılınca, bu işle görevlendirilen Devşirme Emini ile Devşirme Katibi, Yeniçeri Ağası’nın bir mektubu ile birlikte, başlıca devşirme bölgeleri olan Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan’a giderlerdi. Önce sancakbeyi, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla ve köy papazının eşliğinde, Hıristiyan ahalinin kilise vaftiz defterinden kimliklerini saptanırdı. Sonra 14-18 yaşları arasındaki sağlam vücutlu erkek çocukları arasından soyluları ve özellikle de papaz oğullarını seçerlerdi. Çocukların orta boylu olmasına dikkat edilirdi. Çok uzun ya da çok kısa boylular, tek çocuklar, sığırtmaçlar, zanaat sahipleri, kel, topal, dilsiz, doğuştan sünnetli olanlar, evliler, Yahudiler, Trabzon Rumları, Rus, Çingene, Gürcü, Kürt, Arap ve Acem’ler, Türkçe bilenler, İstanbul’a gelip gidenler alınmazlardı.

Devşirilen çocuklara ait kimlik özellikleri “eşkal defteri”ne yazılırdı. Yol ve giyim masraflarını karşılamak için de devşirilen çocuk başına 600 akçeye kadar hil’at-baha (kul akçesi) adıyla bir vergi alınırdı. Sırtlarına kızıl aba, başlarına sivri külah giydirilmiş devşirme çocuklar, “sürü” denen 100-200 kişilik gruplar halinde “sürücü”lere teslim edilerek İstanbul’a gönderilirdi.

Acemi oğlanı devşirmeğe giden memurlara “turnacıbaşılar” denilirdi. Aslında turnacıbaşı Saray’da beslenilen turna kuşları’ndan sorumludur. Halk edebiyatı ve halk şarkılarında “ayrılık” motifini vurgulayan “turna sürüleri”ni anımsattıklarından ötürü devşirilecek çocukları Saray’a ve Acemi Oğlanlar kışlasına getirme vazifesi de “turnacıbaşı”lara verilmişti.

Çocuklar İstanbul’da tekrar kontrolden geçirilirler, ardından sünnet edilirlerdi. Bir kısmı Enderun Mektebi’nde yüksek düzeyde idareci yetiştirilmek üzere Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı, Edirne Sarayı’ndaki hazırlık eğitimine alınırlardı.

Saraya ayrılan “Saray acemileri” dışındakiler dil ve İslamî gelenek ve görgü öğrenmeleri maksadıyla Türk köylüsünün yanına verilirler, gerektikçe eğitilmek üzere Acemi Ocağı’na alınırlardı. Kaçmalarını engellemek için Rumeli’den toplananlar Anadolu çiftçisinin, Anadolu’dan toplananlar da Rumeli çiftçisinin yanına gönderilirdi. Bu eyleme “Türk’e vermek” denirdi. Hizmetleri karşılığında kendilerine küçük bir ücret de verilen devşirme oğlanları yılda bir kez devşirme ağaları’nca denetlenirlerdi.

Başlangıçta sadece Osmanlı Avrupası’ndan devşirme oğlan seçilirken, On beşinci yüzyıl sonlarından itibaren Anadolu’dan da uygulanmıştır. Özel bir durum olarak Bosnalı Müslüman çocukları da, babalarının isteği üzerine, sadece Bostancı Ocağı için ayrılmışlardır.

On sekizinci yüzyıl başlarında devşirme yöntemi terk edilmeye başlandı. Ancak yüksek yönetici sınıfın Türk-Müslüman kökeninden de gelseler, kapıkulu sayılmaları ve mallarının müsâdere edilmesi Sultan II. Mahmud dönemi sonlarına kadar sürdü.

(2) Erkân

“İstanbul Ağası” aynı zamanda Acemi Ocağının da komutanıdır. Yeniçeri ağası ve Sekbanbaşı ağa yeniçerilerle sefere çıktıklarında İstanbul Ağası emrindeki acemi oğlanlar ile İstanbul’un muhafazasına memur olurdu

Bu Ocağın diğer büyük zabitleri “Acemi Oğlanlar Anadolu Ağası” ve “Acemi Oğlanlar Rumeli Ağası”ydı. Görevleri, Anadolu ve Rumeli’den devşirme gençler sağlamak ve kayıd -kabul işlerinden yapmaktan ibaretti.

Her odanın bir “yayabaşı” (yahut “çorbacı”) ve “odabaşı”sı vardır. Diğer subaylar “torbacı, çavuş, aşcıbaşı” idi. Acemi Ocağı’nın yönetiminden ve disiplininden Acemi Oğlanlar kethüdası’yle Acemi Oğlanlar çavuşu sorumluydu. Acemi oğlanlarına verilecek dayak ve hapis cezalarını da meydan kethüdası ve meydancıbaşı denilen iki zabit uygulatırdı.

(3) Teşkilât

Başlangıçta Gelibolu’da kurulan teşkilatın mevcudu 400-500 kişi kadardı. Bu Ocak İstanbul’un Fethi’nden sonra önemini yitirdi. İstanbul’da kurulan Acemi Oğlanları Ocağı 31 Orta’dan oluşmaktadır. Birinci Bölüğe “Ağa Bölüğü” denilirdi. Ağa Bölüğü kendi içinde de ayrıca 9 Bölüğe ayrılırdı. Bu bölüklerin her biri “Bölükbaşı” denilen en kıdemli acemi oğlanı tarafından yönetilirdi. Ağa Bölüğü’nün komutanı ise “Başbölükbaşı”dır.

Orta (ya da Bölük)’ların nefer sayısı 70’e kadar çıkardı. Hatta Ocak mevcudunun 3000’e ulaştığı olmuştur.

Acemi Oğlanlar Kışlası bugünkü Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında bulunmaktaydı.[418] Acemi oğlanların tamamı bu kışlada bulunmazlardı. Vücud yapısı iri olanlar Tophane hizmetlerine, diğerleri Bayezid’deki Eski Saray’ın, Galata Sarayı’nın, Atmeydanı’ndaki İbrahimpaşa Sarayı’nın ve Edirne Sarayı’nın baltacılık, ekmekçilik, aşçılık hizmetlerine; yahut mirî kasapların yanında, beylik simid, peksimed ve fodla (bir nevi pide) fırınlarının hizmetlerine; mirî yoğurthane, bozahane, hasır imalâthanesi ve odun ambarları hizmetlerine; mirî mandıralar hizmetlerine gönderilirlerdi. Bütün bu hizmetlerin hepsi ayrı bir bölük sayılmış ve her bölüğün de acemi oğlan sayısı altı, yedi neferden altmış, yetmiş (bazan daha fazla) nefere kadar değişmiştir.

b. Yeniçeri Ocağı

Avrupa’da yeni bir “Askerlik Sanatı” (l’Art militaire) On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren doğmuştur. Avrupalılar daha o zamanlarda bile Osmanlı ordusunun kendi askeri güçleri karşısında artık eski kudretinin kalmamış olduğunu anlamışlardı[419] Bu yeni sanat insanları bir robot disipliniyle düşman cephe ateşine karşı düz saflar, yan ateşine karşı kare biçiminde yürütmeyi, açık arazide istenilen manevraları zamanında aksatmadan başarmayı amaçlamıştı. Dahası silah sanayi’i gelişince Batı anlamında askerlik de düşman ordusundan daha çok insanı öldürerek, yaralayarak toptan saf dışı etme metodu biçimine dönüşmeğe başlamıştır.

İstanbul’da «Eski Odalar» ve “Yeni Odalar” adile iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski Odalar Şehzade Cami’inin karşısında; Yeni Odalar da Aksaray’da Etmeydanı’nda idi. Her iki kışla da geniş bir avluyu çevirmiş, önü revaklı odalar (koğuşlar)’dan mürekkepdi, avlunun ortalarında birer mescid vardı ki buna “Orta camii” denilirdi.

Yeniçeri örgütü yalnız İstanbul’da değil, çeşitli taşra eyâletlerinde de vardı. Bunlar, Edirne başta olmak üzere Rumeli’de 44; Anadolu ve Asya’da 40; Girit. Kıbrıs ve Ege adalarında 31; Kuzey Afrika’da “Garp Ocakları” olarak 40 toplam 155 orta daha bulunmaktaydı.

Padişah’ın bir tür talim niteliğindeki sürek avlarını da onlar düzenlerlerdi. Diğer taraftan sulh zamanında bütün ülkede halkla iç içe yaşayan[420] ve günlük hayatta esnafı kontrol ederek belediyecilik faaliyetleri ve asayişi sağlayarak zabıta görevi yapan, yangına giden Yeniçeriler Osmanlı toplumuyla kaynaşmıştı. Yeniçeri Ocağının kendi özel bazı gelenekleri yanında halkla ortak inançları, tarikat bağlantıları da vardı. Ocaklarının Hacı Bektaş Veli tarafından kutsandığına inandıkları için bektaşiliği benimsemiş bir zümre olarak kendilerine “taife-i bektaşiye” derlerdi. Yeniçerilik kurulduğunda Hacı Bektaş ölmüş olduğu için onun Ocağı kutsadığı her ne kadar doğru değilse de Veli’nin soyundan Timurtaş Dede ile Bektaş Paşa’dan el aldıkları gerçeğine dayanarak On beşinci yüzyıl başlarında bektaşiliğin girdiği Ocakta, bektaşi babalarından biri her zaman 94 üncü Orta’nın odasında otururdu.[421] Ahırkapıda İstanbul’un Fethi sırasında şehid olan kırk yeniçeri neferinin bulunduğu yere halk «Ahırkapılılar» diyerek uluvviyet tanımıştır. Ocağın kafirlerle, Moskofla savaşları, menkıbeleri yüzyıllar boyunca halk şairlerinin destanlarında anlatılmış, türkülerinde söylenmiştir. Halk edebiyatımızın ve milli kültürümüzün Yeniçeri Ocağından yetişen halk şairleri de bu söylenenleri kanıtlıyor.[422] Diğer taraftan Mimar Sinan’ın şu beyti de unutulmamalıdır: «Yeniçeri oldum çektim cefâyı, Piyâde eyledim nice gazâyı». Yeniçeri mehterhanesi üç kıt’aya yayılmış Osmanlı ülkesinin bütün kalelerinde asırlarca «nevbet» çalmıştır. Çünki mehter için «askerî marş» diye bir ayırım yoktu. Halkın bildiği, sevdiği, duygulandığı, söylediği her şarkıyı, her türküyü çalabilirdi. Çünki mehterin özü kendi musikimizden kaynaklanıyordu.[423]

Daima önde giden beyaz ipekten ve üzerine sırma ile Fetih Süresi’nin «İnnâ fetahnâ leke..» başlangıç ayet-i kerimesi işli «İmam-ı Azam Bayrağı» Ocağın sünnîliğinin delili idi. Bununla beraber ayrıca düz beyaz Hacı Bektaş bayrağı, Ocak ağasının «Zülfikar» işli sarı-kırmızı bayrakları da vardı.[424]

Diğer taraftan Yeniçeri Ocağı Osmanlı Devleti’nin «tüzel kişiliği»’nin simgelerinden biri ve tebaasının büyük bölümünü de millet yapan kuvvet onunla birlikte yaşayan bir parçası olmuştu.[425] Nitekim Osmanlı Padişahları da Birinci Orta’nın bir numaralı neferi sayılırlardı. Kütük defterinde isimleri örneğin Kanunî Sultan Süleyman için “Süleyman bin Selim” gibi yalnızca baba isimleri ile geçer, Padişahlık ünvânı kullanılmazdı. Kışlada Birinci Orta’nın ayrıca bir “Taht Odası” vardı. Devletin tüzel kişiliğini temsil eden Padişah’ı bile sıra neferi olarak bünyesine alacak kadar eski, köklü olan bu kurumun kendinde «Din ve Devlet’i kollamak, korumak» görev ve selahiyetini görmesi fazla yadırganmamalıdır. Kendilerini bizzat devletin bir rüknü (parçası) saydıklarından bazı konulara el atarak düzeltme eğilimleri vardır.[426]

Bu bağlamda yeniçeriler devlet ve toplum arasında bir anlamda medya oluştururlar. İsteklerini Saray’a ve devlet erkanına ulaştırılırken fazla gizli kapaklı davranmazlar. Yeniçerilerin hareketlerinde Ocağın “uhuvvet” özellikleri ön plandadır. Örneğin ulûfe alacakları gün verilen yemeği iştahsız yer, ya da hiç yemezler. Eğer daha da önemli bir durum varsa “Kazan kaldırırlar».

(1) Kaydolma

“Gerek bilfiil Acemi Oğlanı kışlasında bulunan, gerekse bu hizmetlerde kullanılan acemi oğlanlarının Yeniçeri Ocağı’na nefer kaydedilmelerine “çıkma”yahud “kapuya çıkma” denilirdi. Çıkma, Yeniçeri Ocağı’nın ihtiyacına göre yapılırdı. Yedi, sekiz senede bir “çıkma” yapılması kanun gereği ise de her zaman uyulmamıştır. Hatta “çıkma” geciktiği için acemi oğlanların ayaklandığı da olmuştur.

Kapıya çıkan Acemi Oğlanları, tanzim edilen defterlerile beraber Yeniçeri kışlalarına getirildiğinde isimleri Ocağın kütüğüne yazılır, hangi yeniçeri ortasına verilmişlerse birer birer ortanın odabaşısı önünden geçer ve odabaşı ağa da, artık kendi emir ve idaresinin altına girdiklerinin kanıtı olarak enselerine birer tokat vururdu. Bu törenden sonra kendilerine derhal yevmiye bağlanırdı.

Acemi yeniçeri neferleri arasında da bir kıdem tanımak için, Ocağa kaydedilen bu acemi oğlanları bir hizada sıraya dizilir ve koğuşlarına doğru koşturulurdu; koğuş kapısından ilk giren diğerlerinden kıdemli sayılır, en geride kalan da ortanın en kıdemsiz acemisi olurdu.

En kıdemsiz neferin vazifesi, koğuşu süpürüp silmek, koğuşun kıdemli ihtiyar neferlerinin ve misafirlerin pabuçlarını temizlemekti. Onun bir üstündeki, koğuşun yemek kaplarını yıkardı. Onun bir üstündeki de koğuşun ocak ve mutfak odunlarını yarardı ve onun bir üstündeki de Ocağın kandillerini hazırlar ve yakardı.[427]

(2) Kuloğlu ve Kulkardeşi

Evlenmiş yeniçerilerin ölümünde çocukları yetişinceye kadar, üç ayda bir, 2.5 kile un ya da bedeli ve 15 akçe maaş verilirdi. Kuloğulları maaşlarını babalarının bölüğü (ya da ortası) efradından yeniçerilerle birlikte alırlardı. Kuloğulları rüşt yaşına geldiklerinde Acemi Ocağı’na alınırlar ve sonra Yeniçeri Ocağı’na yazılırlardı.

Ancak On altıncı asır sonlarında yapılan Yemen, İran ve daha sonra Avusturya seferlerinin uzun sürmesi Yeniçeri Ocağına, Acemi Ocağı dışından “kul kardeşleri” adıyla asker alınmasını gerektirdi. Bunlar hudut kalelerinde bir süre hizmet ettirildikten sonra Ocağa alınırlardı.[428]

On altıncı yüzyılın bitiminden az evvel de, İran’dan alınan yerlerde üç sene hizmet etmek şartıyle “kuloğIu ve kulkardeşi” olarak asker yazılmıştı. Daha sonra bu hizmetleri bir seneye indirilmiş ve Kapıkulu Suvari Ocağı’na veya Yeniçeri Ocağı’na gerektiğinde bu yolla da maaşlı asker alınmıştır.

n Kullukçu’lar

Acemi Ocağı’ndan Yeniçeri Ocağı’na yeni gelen kıdemsiz neferlere karakullukçu ya da kullukçu denirdi. Her yeniçeri odasında oda erlerinin sayısına göre en az bir, en çok dört karakullukçu bulunurdu. Bunlar odaların türlü hizmetini görürlerdi. Kul kethüdasının (kethüdabey) odasında beş, çavuşun odasında dört karakullukçu bulunurdu. Kıdemleri arttıkça karakullukçulara her hizmeti yapmaktan kurtulurlar, “pazarcı”, “pabuççu”, “kandilci” gibi vasıflı asker olurlardı.

(3) Ocak Yönetimi

Kanun gereği Ocak zabitleri her cuma günü Yeniçeri ağasını ziyaret ederler, daha sonra da Yeniçeri ağası alayla sadrazam’ı ziyarete giderdi.

(a) Yeniçeri Ağası

Padişah’ın atının yanında yürümek imtiyazına da sahip olan Yeniçeri ağası Rikâb-ı Hümâyûn ağalarının en büyüklerindendir. Padişahın cuma ve bayram namazları alaylarında hükümdarı koluna girip at’dan indirmek ve at’a bindirmek görevleri yeniçeri ağalarına verilmişti.

Bütün Yeniçeri Ocağı’ın en büyük kumandanı olan Yeniçeri ağalarının bir adı da “Kırk bin Kul Ağası” idi. Sadrazam’larla Kaptan paşalar, vezirler gibi dokuz katlı Mehterhane’si vardı. Yeniçeri ağalarının oturdukları yere «Ağa Kapısı» denilirdi.[429]

On altıncı yüzyılın ilk yarısına kadar yeniçeri ağasının rütbesi tek tuğlu sancakbeyliği; sonra iki tuğlu beylerbeyiliği ve On yedinci yüzyıldan başlayarak da üç tuğ verilip vezir payesine yükseldi. Daha sonra vezir payesiyle kaptanpaşalığa, hatta ağalıktan doğrudan sadrazamlığa getirilenler[430] bile oldu. Ancak bazan da bunun tam tersi olur, bir kubbealtı veziri Yeniçeri ağası tayin edilirdi. O zaman kendisine «Ağapaşa» unvânı verilirdi.

Görevden alınan Yeniçeri ağası, genellikle Kastamonu sancakbeyliğine atanırdı. Ancak Yeniçeri ağalarına görevden alınan diğer vüzera gibi muamele yapılmaz Ocak kanunu üzere cezalandırılır, Ocak başçavuşu kendisini alarak sürüldüğü yere kadar götürürdü.

Yeniçeri ağaları On altıncı yüzyıl başlarına kadar Ocak’tan yetişmiş, bu makama neferlikten ulaşmış kimselerdi.[431] Ancak Ordu’nun siyasete karışmasını önlemek açısından bir güvence olarak Padişah Yeniçeri ağaları’nı Ocak zabitlerden değil de Rikâb-ı Hümâyûn ağaları içinden seçerdi.[432]

Yeniçeri ağası değiştiğinde eski ağa üç gün Ağa Kapısı’nda misafir edilir, yeni ağaya devir verirdi. Yeni Ağa’nın Padişah tarafından kendisine verilen üç, dört ya da beş yüz akçeyi Ocak’ta yeniçeriler arasında bölüştürmesi yasa gereğiydi.

Yeni seçilen Yeniçeri ağaları kendi nasıbları sırasında Sadrazam’a «câize» adiyle bir kaç yüz kese verirler ve kendileri de Ocak’ta göreve atadıkları ağalardan “câize” alırlardı. Yeni tayin edilen Yeniçeri ağasına Yeniçeri Ocağı kâtibi ile sekbanbaşı, kethudâbey, zağarcıbaşı, sekasoncubaşı, turnacıbaşı ve dört haseki ile başçavuş, muhzırağa, kethüdâ yeri, beytulmal emini, ortaçavuşu ile küçük çavuş derecelerine göre yasada cins ve miktarları belirlenmiş kumaş, silâh, eğer, levha gibi hediyeleri verirlerdi.

Yeni Ağa’nın, Ocak yayabaşıları’na çavuşluk, sipahilik; acemi oğlanı yayabaşıları’ndan ikisine sipahilik; iki yayabaşı’ya zeamet; atlı zağarcılardan iki kişiye sipahilik; iki nefere tımar; sekbanlardan iki nefere bölük ve iki nefere timar ve iki kişiye bölük (kapıkulu suvariliği) ve iki kişiye timar ve Yeniçerilerden altı kişiye sipahi oğlanlığı (kapı kulu sipahi bölüğü) ve altı nefere silahtarlık vermesi kanundu.

Yeniçeri ağalarının (Kanunî Sultan Süleyman zamanında) beş yüz akçe yevmiyeleri vardır. Bundan başka “saman behası” namiyle seksen bin akçe alırlardı. Bundan başka “arpalık” olarak Tuna yalısında yıllık elli bin akçelik bir zeamet de tahsis edilmişti. Yeniçeri ağalarına üç yılda bir Hasahır’dan bir at verilmesi de kanundu.

Bunlardan başka yeni ağa, hudutlardaki Yeniçeri ağalarından ve yeni tayin ettikleri serhad ağalarından ve tayin ettiği kale dizdarlarından da hediye alırlardı. Kazalarda ağa’nın mektubiyle tayin edilip serdar olan Yeniçeri serdarları da ağa’ya para verirdi.[433]

Yeniçeri ağalarının Ramazan bayramı öncesinde vezir-i âzam’lara ya ziyâfet vermeleri kanundu.[434] Yeniçeri ağası’ndan memnun olan vezir-i âzam Padişah’tan onun görevinde devamına izin alır ve ziyafete geldiği gün ağanın “ibka” fermanı okunur ve hil’ati giydirilir ve diğer ocak ağaları da hil’atle taltif edilirdi. Sadrazam’ın dönüşünde kendisine Yeniçeri ağası tarafından “donanmış at” hediye edilirdi.

Yeniçeri ağaları Divan’a giderlerken elbiseleri ve hayvan takımları vezirlerinki gibi idi. Önünde kırmızı kaftan ve sırma kuşak giyen yasakçıları yürürdü. Ağa vüzeradan ise tuğları önünde giderdi.

Yeniçeri ağaları görevi gereği «Divan» azası sayılırlar fakat yalnız Ocağa ait meselelerde rey verirlerdi.

Her salı sabahı Saray’da Divan-ı Hümâyûn toplandığında, eğer Padişah Saray’da ise, Yeniçeri ağası bir kısım yeniçerilerle beraber Saray’a gider, fakat Divan-ı Hümâyûn oturumlarına girmez. Ancak Divan dağılmadan az evvel de Arz Odası’nda Padişah tarafından yalnız olarak kabul edilir, Hükümdar’a Ocak işleri hakkında izâhat verirdi. Fakat “vezir” rütbesinde, yani bir “ağapaşa” ise, Divan müzakerelerine de iştirâk eder. Fakat, Divan dağılmadan yalnız başına herkesten önce huzura kabul edilir, sonra diğer bütün vezirlerle beraber bir kere daha Huzur’a girerdi. Ancak dönüşte vezirlerle “Divanhane”ye gitmez, Babü’s-Saade’nin çıkışında vezirlerden ayrılırdı.

Yeniçeri ağası Kanun gereği, çarşamba günleri sadrazam’ı ziyaret eder. Bununla beraber gerektiğinde sadrazam’ı her zaman ziyaret edebilir.[435] Ağanın çarşamba günü gelmesi Divan’a katılması içindir. Nitekim Yeniçeri ağası’nın Divan’a gelirken giyeceği elbiseyi de kanun tayin etmiştir.[436] Yeniçeri ağası zaman zaman diğer vezirleri de ziyaret etmek mecburiyyetindedir.[437]

Yeniçeri ağası “vezâret”i olsa bile Divan’da “ağa” mevkiinde oturduğundan, tuğra çekme işini ancak kendi “Paşa Kapısı”nda yapabilirdi.

Vezareti yok ise, törenlerde diğer Rikâb-ı Hümâyûn ağaları, Divan hocaları ve Ocak halkı gibi o da vezirlerin, nişancının, kazasker efendiler ve defterdarın eteğini öptükten, sonra yerine giderdi. Vezareti olan Yeniçeri ağası muayede merasiminde de biri Yeniçeri ağalığı dolayisiyle, öteki de vezir olması sebebiyle iki defa “damen-bus” (etek öpmek) şerefine nâil olurdu.

Ağanın “Ağa Gediklileri” denilen kalabalık maiyyeti diğer yeniçerilerden farklı olarak bellerine serâser denilen kumaştan kuşak sararlardı. Cuma günleri ağa camiye giderken önünde bir sebilci yürür, halka su dağııtırdı.

Ağalık bayrağı bir beyaz bayraktı. Ancak Yeniçeri ağasının sefere gideceği zaman çıkartılır ve ağa’nın önü sıra götürülürdü. Arkasından da dört yedek at çekilirdi. Daha arkadan da «Ocak Mehterhanesi» gelirdi.

Sınır kalelerinde bulunan “mustahfız askerlerin miktarını tertip ve tanzim eylemek” Yeniçeri ağalarının görevlerindendir[438]

Yeniçeri ağası’nın önemli bir görevi de İstanbul’un kara cihetinde asayişi sağlamaktır.[439] Bunun için haftada iki üç defa gece ve gündüz şehrin çeşitli semtlerinin asâyişini denetler, uygunsuzları kendi yetkileri içinde olan falaka, hapis ederek cezalandırır, hatta ağır suçu görülenleri sadrazam’a ferman çıkarttırıp astırırdı.[440]

Yangınların sondürülmesi işi de Yeniçeri ağası’nın görev ve sorumluluğundadır. Büyük yangınlara sadrazamlar, hatta Padişahlar bile gider ve Yeniçeri ağası yangın yerine onlardan sonra gelirse cezalandırılırdı.[441]

(b) Ağa Divânı

Yeniçeri Ocağı’nın işlerini görüşmek, şikâyet ve davalarını dinlemek, maaş ve yükselme sorunlarını çözümlemek için Yeniçeri ağası’nın başkanlığında, Ağa Kapısı’nda toplanan bu meclis, sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, başçavuş gibi yüksek rütbeli zâbitlerle İstanbul ağası, Yeniçeri kâtibi ve fodla kâtibi bu Divân’ın doğal üyeleriydi.

Bu Divan’da Ocak işleri görülür, askerlikle ilgili ödüller ve cezalandırmalar saptanırdı. Teşrifat gereğince Ağa’nın sağında sekbanbaşı ve bunun alt tarafında İstanbul Ağası yer alırdı. Sonra da sırasiyle zağarcı, turnacı, samsuncubaşılarla Yeniçeri efendisi ve fodlaharan kâtibi otururlardı.

(c) Zâbitan

Ocak zâbitleri rütbelerine göre şöyle sıralanırlardı: 1) Yeniçeri Ağası, 2) Sekbanbaşı, 3) Kul Kethüdası ya da Kethüda Bey, 4) Samsoncubaşı 5) Zağarcıbaşı, 6) Turnacıbaşı, 7) Muhzır Ağa, 8) Büyük ve Küçük Haseki’ler, 9) Başçavuş, 10) Kethüda Yeri, 11) Yeniçeri Efendisi.

Ayrıca, her ortanın da “çorbacı, odabaşı, vekilharç, bayraktar, başeski, aşçı usta, sakabaşı” rütbeleriyle sıralanan subayları vardı.

Bu rütbeler resmi görevi belirler ve yalnız o görevde bulunanlara verilirdi.

Sekbanbaşı Ağa: Ocağın ikinci büyük zabiti ve Sekban ocaklarının da en büyük âmiridir. Yeniçeri ağası ordu ile sefere çıktığında İstanbul’da “Ağa Vekili” olarak kalırdı. Ocağın diğer zabitleri Ocak’tan gelme yâni yeniçeri neferliğinden yetişmeydiler.

Kul Kethüdası: Sekbanbaşı’dan sonra gelir ve ağa’nın muavinidir. Ocağın her türlü işinden, ağa’ya karşı sorumludur. Kul Kethüdası’na bazan sadece «kethüda bey, kâhya bey” ya da “Ocak kethüdası» denilirdi. Kul kethudası’nın mutlaka ocak içinden yetişmesi şart olduğundan, ocağın usul ve kaidelerini çok iyi bilirdi. Bu bağlamda kethüda Yeniçeri Ocağı’nın kurmay başkanı sayılır ve Ocağın rızası olmadıkça Padişah bile kendisini azledemez. Oysa Ocak dışından da seçilebilen Yeniçeri ağasının azli pek kolay olmamakla beraber, böyle bir imtiyazdan mahrum idi. Dolayısıyla kethüda bey Yeniçeri ağasının maiyyetinde ise de Ocak içindeki nüfuzu ağadan daha fazladır.

Zağarcıbaşı Ağa: Yeniçeri cemaat ortalarından 64 üncü Orta’nın komutanıdır. “Kethüdalık” makamı boşalınca, terfih ederek “kethüda bey” olurlardı. Nefer sayısı dört- beş yüz arasında olan bu ortalar Padişahın av zağarlarına bakarlardı. Padişah ava gittiğinde Zağarcıbaşı da maiyetinde bulunurdu.

Seksoncu (yahud Samsuncubaşı) Ağa: Cemaat ortalarından 71 inci Orta’nın komutanıdır. Bu orta Sekson denilen ve bazan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakardı. Bu köpekler, İstanbul’da Tophane sırtlarında bir köpek ağılında bulundurulurdu. Seksoncubaşılar terfi edince zağarcıbaşı olurlardı.

Turnacıbaşı Ağa: Cemaat ortalarından 68 inci Orta’nın kumandanı olup bu orta da Padişahın av maiyetinden idi, tazılara bakardı. Padişahın seyretmesi için ayrıca turna kuşları da beslediklerinden turnacılar diye anılırlardı. Devşirme Kanunu kaldırılıncaya kadar, acemi oğlanı devşirmeğe turnacıbaşılar memur edilirdi. Devşirilen çocuklar da turna sürüleri gibi getirildiğinden beslenilen turna kuşları da bu vazifelerinin bir sembolü olarak kalmıştı.

Haseki Ağalar: Cemaat ortalarında 14, 49, 66 ve 67 nci ortaların kumandanı olan dört zabittir. Bu ortalar da Padişahın av maiyetinden idi. Haseki ağalar, Padişahın cuma namazı alaylarında, kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda, Padişahın atının yanısıra yürürlerdi, en kıdemlisine de “başhaseki” denilirdi.

Başçavuş Ağa: Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün Yeniçeri Ocağı’nın başçavuşu idi. Ocakta askerle, temas etmek bakımından, kethüda beyden sonra en nüfuzlu zabitti. Ağa Kapısı’nın da teşrifat âmiriydi. Ağa Divanı’ndan önce bu zat dua eder, Yeniçeri Gülbangi’ni de o çekerdi. Ağa’nın emirleri de onun vasıtasile tebliğ edilirdi. Maiyetinde yüz otuz tane küçük emir zabiti vardı; bunlara kul çavuşları denilirdi.

Muhzir Ağa: Belirli olmıyan bir ortanın kumandanına verilen bir rütbe idi. Kendi ortası ile sadrazamın maiyetinde bulunurdu. Divanı Hümayun’da ve Vezir Divanı’nda ocağın işlerini takib ederdi. Divan’da Yeniçeri ağası’na hitaben yazılan fermanlar, muhzir ağa’ya verilirdi. Sadrazam İstanbul’da kol gezerken de maiyetinde bulunurdu. Suçluların tevkif ve hapsine memur haberciler de , onun emrinde idi.

Kethüda Ağa: Muhzir Ağa’dan bir rütbe aşağıdır. Bu rütbe de belirli olmıyan bir ortanın kumandanına verilirdi. Kethüda bey sefere gittiğinde kendisine vekâlet ederek İstanbul’da kalırdı. Yeniçeri Ocağına bağlı sanatkârlarla imalâthanelerin de en büyük âmiri idi.

Yayabaşı Ağa: Yüz bir cemaat ortası içinde bütün kumandanlarının en kıdemlisi idi. Diğerlerine de yayabaşı ağalar denilirdi, vazifeleri Ocak beytülmalciliği, seferde Hazine bekçiliği, zahire tedariki, kadılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhafızlığı yapmaktı; bunlara subaşı da denilirdi.

Bölükbaşı Ağa: Bölük ortaları komutanlarının en kıdemlisi idi.

Solakbaşı Ağalar: 60, 61, 62 ve 63 üncü cemaat ortalarının komutanları idi. Bu ortalar yeniçeriler arasından gösterişli tuvana ve cesur kimselerden seçilirlerdi. Merasimde ve seferde Padişahın atının sağ yanı sıra yürürlerdi. Solaklar denilen bu dört orta neferleri seferde Padişahın şahsını muhafazaya memurdular. Bir su geçilirken, dört solakbaşı Padişahın atını ikişer ikişer iki yanından tutar ve kendileri suya girerek geçirirlerdi. Su dizlerine kadar çıkarsa birer akçe, bellerine kadar çıkarsa ikişer akçe, daha yukarı çıkarsa üçer akçe yevmiye terakkisi almak kanun gereği idi. Solaklar da seferde veya seyahatte, Padişah maiyetinde daima, yayları gerili ve okları hazır olarak yürürlerdi.

Ocak İmamı: Medrese öğrenimi görmüş güzel sesli yeniçerilerden seçilen müezzinler, önce Ağa Kapısı’nda görev yaparlar, genellikle bunların en kıdemlisi ve bilgilisi imam olurdu. İmamın öteki Yeniçeri subayları gibi belirli bir ortası yoktu. Hangi ortanın imamıysa onun numarasını alır ve bu ortanın komutanı sayılırdı. Ortasına da İmam Ortası denilirdi. İmamlar azledilemez, ancak kendi istekteriyle Deveciler Ortası yayabaşısı olmak şartıyla bu hizmetten ayrılabilirlerdi. Beş vakit namazda Ağa Kapısındaki camide Yeniçeri ağasına imamlık ederdi.

Ocak kâtibi (yahud Yeniçeri Efendisi): Ocağın künye defterini tutardı.

Bu ağaların hepsine birden Katar ağaları denilirdi. İçlerinden biri azledildi ya da öldü mü, kendisinin altında olanlar birer derece terfi ederek boşluğu doldururlardı. Herhangi bir orta çorbacısı da bu “katar ağaları” arasına girerdi. Yalnız 56 ncı Orta Çorbacısı, ihtisab ve piyasa işlerile meşgul olduğundan katar ağalığına yükselemez, bu vazifeden ya azlolunur, yahud emekliye ayrılırdı.

(4) Ocak Mevcudu

Kuruluş sırasında 60-70 neferden meydana gelen yeniçeri ortaları, sonraları 100 nefere kadar çıkarıldı. Kanunî Sultan Süleyman dönemine (1520-1566) gelindiğinde sayıları 10-15 bin kişiyi geçmemesi tasarlanan[442] Yeniçeri askeri 162 ortadan ve 12 bin kişiden meydana gelirken Sultan II. Selim (1566-1574) döneminin sonlarına doğru da 196 orta’ya ve 20 bin kişiye kadar yükseldi. Avrupa ordularında ateş gücünün arttırılması Osmanlı Ordusu’nda bir yandan tımarlı süvarilerin eski stratejik önemini azaltırken diğer taraftan da Yeniçerilerin tüfek sayısının arttırılmasını gerektirmişti. Dolayısıyla yeniçeri sayısı Sultan III. Mehmed zamanında 45 bin, Sultan III. Selim zamanında 110 bin, Sultan II. Mahmud devrinde 140 bine ulaşmıştır.[443]

Başlangıçta 10 Orta olarak kurulan Yeniçeri Ocağı zamanla 101 Orta’ya ulaşmıştır. Diğer taraftan “Cemaatlü’ler” denilen Yeniçeri cemaati ile bir denge oluşturmak üzere “Ağa Bölükleri” denilen 61 bölük daha kuruldu. Bunlara da ”Bölüklüler” denilmekteydi.

Bir de Padişahın av maiyeti olarak 34 adet “Sekban” ortaları vardı.

Ancak Padişah’ın “Hassa Ordusu” olarak onunla birlikte İstanbul’da bulunan bu 196 Orta dışında, Rumeli’de 44; Anadolu cihetinde 40; Cezayir-i Bahr-i Sefîd”de (Girit, Kıbrıs ve diğer Ege adalarında) 31; Garb Ocaklar’nda (Mısır, Tunus, Trablusgarb ve Cezayir gibi kuzey Afrika ülkelerinde) 25 bölük olmak üzere Taşra’da toplam 140 Orta daha bulunmaktadır.

Her Yeniçeri ortasının bir bayrağı ve bir alâmeti vardı. Buna “nişan”denilirdi. Nişanlar bayrak ve çadırlar üzerine işlenirdi. Yeniçeriler mensup oldukları ortanın nişanlarını kollarına, bazularına, baldırlarına ve bazan da göğüslerine dövme olarak işletirlerdi. Dolayısıyla bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi; Ocak disiplininin bozulduğu devirde bir ortadan öbürüne geçmeğe “semir devirmek” denilirdi ve iki orta arasına düşmanlık sokardı.

(a) Cemaat Ortaları

196 ortanın 1-101 sıraları arasında olanları “Cemaat Ortaları” adıyla anılır. Padişahlar, Birinci Orta’ın defterinde “1” numaralı nefer olarak kayıtlıdırlar. Bu ortalar içinde bazılarının özel “ad”ları vardır. Örneğin Seferde Padişah’ın çadırını koruyan 17 inci Orta’ya “Çergiciler”; 28 inci Orta’ya “İmamlar”; 64 üncü Orta’ya “Zağarcılar”; 68 inci Orta’ya “Turnacılar”; 71 inci Orta’ya Samsoncu; 82 inci Orta’ya “Zemberekçiler”; 99 uncu Orta’ya “Hû-keşân” (Bektâşi)[444] ; 1-5 ve 45-46 ortalara “Deveci Ortaları”; 14, 49, 66 ve 67’inci orta’lara “Haseki Ortaları”; 22 ve 92 inci Orta’lara “Tüfekçiler” ortası denilmektedir. Cemaat ortalarında yer alan ve “Solaklar” denilen 60, 61, 62 ve 63 üncü orta’lar merâsim günlerinde Padişahın maiyet askerini oluştururlardı.

On yedinci yüzyıl ortasında, Genç Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanan ve “Hâile-i Osmâniye” denilen isyanda hükümdarın katilleri “65 inci Orta”ya mensuptular. Bu nedenle Yeniçeri Ocağı’nı bir hükümdarın kanı lekesinden temize çıkarmak için “65 inci Orta” lâğvedilmiş ve Ocak bu tarihten sonra bir orta eksik bırakılmıştı.

(b) Ağa Bölükleri

Bunun dışında 61 adet “Ağa Bölükleri ” bulunmaktadır. Cemaatlü’ler ile Sekban’lara «Orta» ve Ağa Bölükleri’ne ise kısaca “Bölük” denilirdi. Bununla beraber ayırım yapılmadan hepsine “Orta” denilebilir. Her Orta’nın (Bölüğün) kendisine mahsus «Oda»sı yani kışlası vardır.

Bölük Orta’larından 31 adedi İstanbul’da “Sancak-ı Şerif”in muhafazasına, diğer 30 adedi de 30 eyâlet ve sancak merkezinde iç kalelerin muhafazasına memurdu. Beylerbeyi ve sancakbeyleri kendi yerlikulu askerlerini iç kalelere sokamazlardı. Çünkü valilerin isyanı hâlinde, merkeze daima sadık kalan yeniçeriler iç kalede bir direnme noktası oluştururlardı.

İstanbul’da bulunan cemaat ve bölüklü yeniçeri ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişine de memurdu. Her semt bir ortanın emrine verilmişti; her semtte “Kolluk” denilen bir yeniçeri karakolhanesi bulunurdu. Bu yeniçeri karakollarının içinde de en namlısı, İstanbul’un en işlek bir ticaret merkezi olan Yemiş İskelesi’ndeki “Elli Altıncı Orta Kolluğu” idi. Şehrin ihtisab işleri bu kolluğun elinde idi.

(c) Sekban Ortaları

Sayıları 34 adet olan “Sekban” ortaları Padişahın av maiyeti idiler. Sekbanlar Osmanlı hükümdarları için pek görkemli büyük sürgün avları hazırlamakla görevliydiler. İstanbul civarındaki mirî çiftliklerin muhafazası onlara bırakılmıştı. İstanbul şehri içinde yalnız bir ortaları vardı.

(d) Çavuş Cemaati

Başçavuşun yönetiminde 330 eski ve deneyimli yeniçerinin oluşturduğu çavuşlar topluluğunun kendilerine özgü bayrakları vardı. Padişahın şehiriçi gezilerinde yaya ve atlı olarak yolun açılmasını sağlarlardı. Denetim ve yoklama görevlerini yaparlar, Yeniçeri subaylarının cezalarını infaz ederlerdi. Bunlar barış zamanında habercilik yaparlar, elçilik göreviyle yabancı ülkelere gönderilirlerdi. Kul çavuşları savaşlarda komuta kademesi ile ileri hatlar arasındaki iletişimi sağlarlardı. Acemi Ocağı çavuşu da bu örgütün komutan yardımcısıydı.

(5) Yeniçeri Kanunnâmesi

Yeniçeri sürekli asker olduğu için evlenemez; kendilerine özgü kışlalar (odalar) ya da karargâhlarda oturmak zorundadırlar; debdebe ve tantana gibi askerlik ve mertliğe yakışmayan şeyler kesinlikte yasaktır; yeniçeriler kendi subaylarından başkası tarafından cezalandırlamaz; malûl gaziler belirli bir aylıkla emekliye ayrılır. Yeniçeri sakal salıveremez, kışlasından izinsiz olarak ayrılamaz ve başka bir sanatla uğraşamaz.

Yeniçerilerin sefer ve hazarda daima Padişah’ın bulunduğu yerde bulunması Kanunnâme gereğidir. Bununla beraber Padişahların bulunmadıkları seferlerde Serdar’ın maiyyetinde Kapıkulu Ocakları’ndan yeterince asker gönderilir. Ancak Ocağın hep birden hareketi kesin olarak Padişah’ın askerle birlikte sefere gitmesine bağlı yeniçeriliğe mahsus bir özelliktir.[445]

(a) Sancak-ı Şerif

Sancak-ı Şerif Hz. Muhammed’in alâmetlerinden rengi siyah ve ismi “Ukâb” olan bayraktır. Mısır beylerbeyi Hayır Bey tarafından Yavuz Sultan Selim’e gönderilmiştir. Sancak-ı Şerif ‘in kumaşı zamanla parçalandığından, aslına benzer üç siyah sancak yaptırılmış ve asıl Sancağ-ı Şerif’in parçaları ikişer üçer kıt’a hâlinde yeni yaptırılan bu sancaklara dikilmiştir. Böylece aslında tek olan “Ukâb” üç kısma ayrılmış ve her birini kullanılarak üç ayrı “Sancağ-ı Şerif “ yapılmıştır.

Padişah bizzat sefere veya Edirne’ye gittikçe Hırka-i Şerif dairesinde bulunan bu üç sancaktan biri ve Hırka-i Şerif beraber götürülürdü. Şayet Padişah sefere bizzat gitmeyip de yerine Serdar-Ekrem olarak sadrazam gidecekse, ikinci Sancağ-ı Şerif sadrazam’a teslim edilir ve üçüncü Sancak ise Hazine’de dururdu.

(b) Bayrak ve Nişanlar

Yeniçeri Ocağı’nın bayrağına, Ocağın İslam’ın Sünnî mezhebine bağlı olmasının işareti olarak «İmâm-ı Âzam Bayrağı» denilirdi. Bu, beyaz ipekten, altın sırma ile bir tarafın üstüne «İnnâ fetahnâ-leke fethân mübinâ», diğer tarafına da «Ve yensürekellahü nasran azizâ» âyeti kerimeleri işlenmiş bir sancaktı. Bu sancak ordugâhta Yeniçeri ağası’nın çadırı önüne dikilirdi. Ağa’nın çadırı da Yeniçeri Ordugâhı’nın tam göbeğine kurulurdu. Diğer çadırlar, Ağa çadırının etrafını çevrelerdi.

Merâsimde de İmâm-ı Âzam Bayrağı, Yeniçeri ağası’nın atının önü sıra götürülürdü. Ağanın arkası sırada Ağalık bayrağı gelirdi. İmam-ı Âzam Bayrağını taşıyan yeniçeriye «Başbayraktar» denilirdi.

Ocağın bir de yarısı sarı, yarısı kırmızı, ipekli kumaştan alay bayrağı vardı. Her yeniçeri ortasının da üzerlerine orta nişanları işlenmiş gene sarı, kırmızı birer bayrağı vardı. Orta bayraklarının bir özelliği de uçlarının çatal biçiminde olmasıydı.

Her yeniçeri ortasının çadır başlığı da ayrı bir alâmet veya ortasının bayrağını taşırdı. Çadırların üzerine de orta nişanları işlenmişti.

(c) Hizmet Kıyâfetleri

Yeniçeri serpuşu bütün Ocağın alâmeti farikası sayılır. Yeniçeriler, başlarına “börk” denilen beyaz keçeden bir külâh giyerlerdi. Bir buçuk ayak (45 santim kadar) yüksekliği olan bu külâhın üstünden, omuzlara kadar “yatırma” denilen bir çuha parçası sarkardı. “Yatırma”, yeniçeri neferinin ensesini tamamen örtmüş bulunur ve yürürken omuzlarına vururdu.

Börk’ün ön kısmında ve tam alnın ortasında «tüylük» yahud «kaşıklık» denilen gümüşten yahud pirinçten yapılmış bir kısım vardır. Yeniçeriler, kaşıklarına bir uğur tılsımı olarak bakar ve buraya kaşıklarını sokarlardı. Kaşıklık, yeniçerinin servetine göre kıymetli taşlarla süslenirdi.

Yeniçeri emir ve zabitanı ise tüylüğe rütbelerine göre sorguçlarını, çelenklerini sokarlardı. Bunların tüyleri, bellerine kadar düşer, arkalarına savrulurdu. Börkün başa geçen ağız kısmı çepeçevre “daltaç” denilen nakışlı bir şeritle çevriliydi.

«Üsküf», daltaç’ı dört, beş parmak enliğinde ve “yatırma”sı olmıyan yeniçeri serpuşudur. Üsküf’ün de alınlığında bir tüylük - kaşıklık bulunur. Üsküflere sorguçlarla beraber bir turna teli takmak Ocak geleneğidir. Bu turna teli, üsküfün arkasından bele kadar sarkardı. Yavuz Selim devrinden kalma bir gelenek olarak da, Ocağın büyük rütbeli subayları turna teli yerine balıkçıl kuşu tüyü takarlardı. Solaklar, Yeniçeri Ağası, Başçavuş ve Muhzir Ağa da Divan-ı Hümayun’a geldiklerinde üsküf giyerlerdi.

Yeniçerilerin ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopçalı bir çeşit çizmeydi. Zabitlerin çizmesi sarı sahtiyandan, neferlerin kırmızı sahtiyandandır.

Yeniçeriler ayaklarına çakşır giyerlerdi. Neferler baldırlarını açıkta bırakan kısa diz çakşırı ve subaylar ise, diz kapağından aşağısı baldırları bir tozluk gibi saran dar bir çakşır giyerlerdi. Çakşır üzerine dolama denilen bir kaftan giyilir, bele de ipekli, yünlü, pamuklu kuşak sarılırdı. Yürürken dolamanın etekleri kuşak arasına sokulurdu. Dolama’nın üstüne de barânî denilen çuhadan bir kaput giyilirdi.

Yeniçeriler, kuşaklarında birer yatağan taşırlardı. Şehir içinde bu yatağandan fazla silâh taşımaları yasaktı.

(d) Tören Kıyâfetleri

Ocak imamı: Başına her günkü yeniçeri keçesi yerine ulemaya mahsus örf giyerdi. Örfün üzerine de serâser aba sarardı.

Solakbaşılar: Başlarındaki sorguçlarına balıkçıl tüyü takarlar, samur veya vaşak kürk kaplı kadife üst elbisesi giyerlerdi. Arkalarında tirkeş (ok torbası), bellerinde hançerle birer eğri kılıç bulunurdu. Ayaklarına sarı sahtiyandan çizme giyerlerdi. Atları gümüş özengili olurdu ve eğerin yanına birer gürz (topuz) asarlardı.

Bölükbaşı Ağası: Başına börk yerine tepesi öne doğru eğilmiş ve kıymetli taşlarla süslü bir şeridi bulunan yüksek bir üsküf geçirirdi. Kaşıklığına yelpaze şeklinde açılan bir «süpürge sorguç» takardı. Dolamasının üstüne uzun bir ipekli kaftan giyerdi. Bu kaftanın önü açık olup boğazına kadar düğmeliydi, yakası geniş ve devrikti, kolları geniş, kollarının ard yenleri kaftanın eteklerine kadar sarkardı. Kaftanın iki yanında da cep gibi kullanılan birer yırtmacı vardı. Ayaklarına sarı sahtiyandan kopçalı yarım çizme giyerdi. Atının eğerinde bir bozdoğan (küçük gürz) ile bir kalkan asılı olurdu. Elinde de, mızrağa benziyen uzun bir kamış kargı taşırdı.

Kethüdayeri Ağa: Başına keçe külâh giyip kaşıklığına balıkçıl tüyünden sorguç takardı. Kıyafeti yeniçeri çorbacısı ile aynı idi.

Muhzir Ağa: Başına balıkçıl tüylü üsküf koyardı. Divan-ı Hümayun’da çuhaya kaplı samur kürk, elçi kabulü merasiminde de kemha’[446] dan üst elbisesi giyerdi.

Başçavuş Ağa: Başına üsküf giyer, kaşıklığına turna telli kuka takardı. Divan kıyafeti muhzir ağa gibiydi.

Başhaseki Ağa: Üsküf giyer, balıkçıl tüyünden süpürge sorguç takardı, atına gümüş zincir, enselik ve özengi vururdu. Divan kıyafeti muhzir ağa gibiydi.

Turnacıbaşı Ağa: Kıyafeti seksoncubaşı ağa gibiydi.

Seksoncubaşı Ağa: Başına üsküf giyer, kaşıklığına balıkçıl tüyü takar. Divan’da samur yahut vaşak kaplı kadife üst elbisesi giyerdi. Atına gümüş zincir, enselik ve özengi vurulurdu.

Zağarcıbaşı Ağa: Başına sorguçlu çorbacı üsküfü, Divan’da kemha’dan üst elbisesi giyerdi. Avlarda, bir elinde zağar, bir elinde ucu gümüşlü hezaren değnek bulunurdu.

Kul Kethüdası: Başına çorbacı üsküfü giyer, kaşıklığına balıkçıl sorgucu takardı. Divan’da samur veya vaşak kaplı kadife üst elbisesi giyerdi. Atına gümüş zincir ve özengili divan rahtı denilen müzeyyen eğer vurulurdu.

Sekbanbaşı Ağa: Başına mücevveze giyerdi. Divan’a giderken atına gümüş zincir, enselik ve özengili ve gümüş topuzlu müzeyyen abâî raht vurulur, saraçbaşı da atının önü sıra bir at örtüsü «yapuk» götürürdü.

Yeniçeri Ağası: Yeniçeri ağası’nın giysisi sırma işlemeli, kırmızı renkte kadife ya da satendi. Üstlükleriyle kaftanları da her zaman al renkte olur ve başında “kalafat” denen sorguçlu, beyaz sarıklı bir kavuk bulunurdu. Divana giderken “mücevveze” kavuk ve al çuhayla kaplı, vaşak kürk giyerdi. Bunun içinde dizlerine kadar inen bir şalvar ve ayaklarında mest papuç bulunur, beline de murassa hançer takardı. Cuma günleri ağa camiye giderken önünde bir sebilci yürür ve halka su dağıtırdı.

(e) Cezâlar

Suçlu yeniçeri, ancak kendi ortası neferleri huzurunda ve kendi koğuşunda (odasında) suç derecelerine göre cezalandırılırdı.

Ceza olarak ulufe’nin bir kısmının kesilmesi de mümkündü. Yeniçerinin aylığının ya da ödeneğinin kesilmesi anlamında “Dirliğini kesmek” ya da “Dirliği çalınmak” deyimleri kullanılırdı.

Yeniçeriler arasından birinin kabahatından dolayı “darb cezası” gerekiyorsa, diğer herhangi bir kişi gibi dövülmezdi. Odabaşı da, emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezası verebilirdi. Dayak cezasından önce Orta efradının önünde falaka merasimi ile meydana yatırılıp dayak atılmadan kaldırmak suretile “ihtar” verilirdi. Daha fazla bir cezayı kendi ortasının zabiti “çorbacı” verir, “odabaşı” uygulatırdı.

“Meydan dayağı” atılacaksa akşam namazından sonra karanlıkta uygulanırdı. Suçlu (-Aşk ola yoldaşım!) denilerek karnı üzerine yatırılır, eski yeniçerilerden iki kişi baş ve ayaklarına oturur, ortanın vekilharcı bir şamdanla gelir, oynak yerlerine getirilmeksizin, kaba etlerine cezasına göre 40, 80 ve 100, hatta 200 değnek[447] vururlardı. Cezasını çeken ayağa kalkınca Ocak zabitanına karşı iki ellerini göğsü üzerine koyarak Bektaşi usulünce selam verirdi.

Daha ağır ceza alanlar ayağına zincirden bukağı vurularak hapis ya da “kalebend” olarak sürgün edilir, ya da duruma göre bazan “keçekülâh” edilip rütbeleri alınır, hatta Ocak’tan atılırdı.

Bir yeniçeriye idam hükmü ancak Ağa Divanı’nda verilebilirdi. İdama mahkûm olan bir yeniçeri önce Ocak’tan atılır, sonra boynu vurulmak, asılmak, yahut kurşuna dizilmek şeklinde cezası uygulanırdı.

(6) Töreler

Yeniçeriler, maaşlı yaya askerlerdir. Ancak Osmanlı Devletinin tek asker ocağı değildir. Orta komutanlarının unvanı “çorbacı”, komutan yardımcısının da “odabaşı”dır. Ortanın para sandığı odabaşı’nın emrindedir. İdarî işlere bakan görevlinin ünvânı “vekilharç”tır. Ortanın en kıdemlisine “bayraktar”ya da “başeski” denilirdi. Orta’nın aşçıbaşısına “usta”, yardımcısına ise “baş karakollukçu”denilmektedir. Yeniçeri subaylarının rütbelerini belirleyen bu ünvanlarda genellikle hünkâra karşı “velinimet” bağlılığı oluşturan isimler seçildiği görülüyor.

Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka bir yerde yatmazlardı.Yeniçeri erkekliğe yakışmıyacak şekilde süslenemez, askerlik taliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar sakal bırakamaz ve evlenemezdi.

Emekliye ayrılan yeniçeriye “oturak”denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Evlenip de arkasında dul karı ve yetim evlâd bıraktığında, onlara da her gün birer “fodla”tayın bağlanır ve bunlara ocaklı ağzında “fodla yiyiciler” anlamında “fodla hâran” denilirdi.

Suçlu bir yeniçeri ancak kendi zabitleri tarafından cezalandırılabilirdi. İdama mahkûm olan yeniçeriler asılmaz, başları vurulurdu. Ocaktan kovulmağa “keçe külâh etmek”denilirdi. Böyle bir ceza verilen yeniçeri, kışla meydanında üstü başı törenle yırtılıp parçalanmak suretile kovulurdu.

Yeniçeriler arasında, Ocağın daha kuruluş yıllarında Bektaşilik yerleşmişti. Bektaşiliğin asker hayatına uygun düşünceleri o kadar benimsenmiştir ki yeniçeri Ocağına Hacı Bektaş Ocağı”adı verilmişti. Yeniçerilerin bir ağızdan söyledikleri gülbangde de bu bağlılık özellikle belirir. Gülbang şudur:

“Allah Allah illâllah

Baş uryân, sine püryân, kılıç al kan

Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran

Eyvallah, eyvallah...

Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan

Kulluğumuz Padişaha ayân

Üçler, yediler, kırklar

Gülbang-i Muhammedî, nûr-i Nebî,

Pirimiz hünkârımız Hacı Bektaş-i Velî

Demine, devrânına Hû! diyelim,

Huu!....”

(a) Kazan

Yeniçerilerin orta ve bölük kazanları kendilerince kutsaldı. Muharebede kazanlarını bayrakları gibi muhafaza ederler, düşman eline geçmesine meydan vermezlerdi. Kazan’ın düşman eline düşmesi o orta için büyük felâket sayılır, orta ve bölüklerin bütün zabitleri azledilirdi.

Kışlanın bakırdan iki ya da üç kazanı vardı. Önemli konuları kazanları etrafında toplanarak görüşürler, kararlarını orada verirlerdi. İsyan halinde orta ve bölük kazanları meydana çıkarılırdı. Siyasî tehdit mahiyetinde kullanılan “Kazan kaldırma” tabiri buradan gelmiştir. Yeniçerilikte “kazan kaldırmak” hükûmete karşı ayaklanmak, isyan etmek demekti. Kazanlar kışlalardan kaldırılıp büyük törenle hareketin başlatılacağı meydana götürülürdü.

Yeniçerilerin orta ve bölük kazanlarından başka bir de Hacı Bektaş-ı Velî’nin içinde çorba pişirip Ocağa yadigâr bıraktığına inandıkları bütün Ocağın timsali olan büyük bir «Kazan-ı Şerif» vardı. Bu kazan devrilse ya da kaldırılıp yerine su dokülse dünya alt üst olacağına inanılırdı. “Kazan-ı Şerif”e sığınan bir kişi, örneğin bir siyasî mahkûm hatta bir katil bile olsa yeniçeriler tarafından saklanıp, korunurdu.

Kutsal anlam verilen bu Kazan’ın etrafında meşveret yapılır, gazaya giderken de beraber götürülürdü. Nitekim Orta subaylarının rütbelerini belirten «çorbacı, vekilharç, aşçıusta, sakabaşı» gibi unvanları bile yine Kazan’larıyla ilgili bir kavram dizini oluşturur. İşler yolunda gitmezse “Kazan” At Meydanı’na getirilir, etrafında toplanılırdı. Yeterince taraftar bulunursa ya «Kazan kaldırılır» yahut da yeniçeri ağası ve diğer erkan Sultan Ahmed Cami’ine çağrılarak “meşveret” edilırdi.

Her “Oda”nın (ya da her yeniçeri ortasının) kazanları kışlalarındaki mutfaklarda dururdu. Kolluklarda bulunan neferlere sabah çorbalarile iki övün yemekleri kazanlar dolaştırılarak dağıtılırdı. Kazanın kulplarından bir sırık geçirilir, sırığı iki kolluk neferi omuzlar, öne de elinde heybetli bir kepçe ile“kepçeci” denilen bir başkarakollukçu geçerdi.

(b) Ulûfe

Ocağa kaydı yapılan bir acemi yeniçeri neferine yevmiye bağlanırdı, buna “ulûfe” denilirdi. İlk devirlerde iki akçe sonraları beş, altı akçeye çıkarılmıştı; Gösterilen yararlıklar, hizmetler karşılığında ulûfeler de on, on beş akçeye kadar artardı. Bu artışlara “terakki” denilirdi. Savaşlarda “serdengeçti” yani “gönüllü” yazılanlar döndüklerinde yevmiye beş, on akçe terakki alırlardı. Akçenin ayarı bozulup alış gücü düşünce yeniçeri yevmiyeleri de yirmi, yirmi beş akçeye kadar yükseldi.

Ulufe dışında her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum, her nefere de senede bir kat esvab veya bedeli verilirdi. Ulûfeler üç aydan üç aya, yılda dört kez Divân-ı Hümâyûn’da yapılan törenlerle dağıtılırdı. Bu taksitlere “mevacib” denilirdi. Ancak her dört taksitin de adları ayrı idi. Muharrem, sefer ve rebiülevvel aylarına ait birinci taksid Masar (m-s-r), rebiülâhır, cemaziyelevvel ve cemaziyelâhır aylarına ait ikindi taksit Recec (r-c-c); receb, şaban ve ramazan aylarına aid üçüncü taksit Reşen (r-ş-n); şevval, zilkâde ve zilhicce aylarına aid dördüncü taksit lezez (l-z-z) adı verilmişti.

Ulûfe tevzi’i, Osmanlı Devleti’nin siyâsî hayatında önemli bir hadisedir. Çünkü devlet yönetiminin “seyfiyye” cephesinden nasıl görüldüğünün üçer aylık sonuçları demektir. Kapıkulu askerlerinin ulûfe dağıtımı için yapılan törene “ulûfe Divanı” veyâ “ulûfe telhisi” denirdi. Salı günleri yapılması da kanundu. Kapıkulu askerinin her orta ve bölüğünün ulûfesi ağızları mühürlü ayrı keselere konmuş olarak Kubbealtı yanındaki Hazine Odası önüne küçük tepeler hâlinde yığılan para torbaları Devletin azamet ve şevketini bir kez daha gösterirdi. Bu nedenle İstanbul’a gelen yabancı elçilerin kabul törenleri de aynı güne raslatılır ve kendisine seyrettirilirdi. Böyle törenlere “Galebe Divanı” denilirdi.

Ulûfe Divanı sabahı sadrazam ve yeniçeri ağasının dahil olduğu Divan erkânı ile birlikte yeniçeri efendisi, katar ağaları gibi Ocak erkânı da sabah namazını Ayasofya’da kılarlardı. Yeniçeri ağasının muavini olan kul kâhyası, çorbacıbaşı, odacıbaşı rütbesindeki zabitleriyle birlikte her ortadan seçilen karakollukçular ve ulûfe almağa gelmiş yeniçeriler namazdan saraya dönen sadrazam ve diğer erkânı Ortakapı’da selâmlarlardı.

Divan-ı Hümâyûn toplandığı sırada yeniçerilere “çorba, pilâv ve zerde”den oluşan bir yemek verilirdi. Saray mutfaklarından Ortakapı’ya gelen lengerler, kul kâhyasının işaretiyle yeniçeriler tarafından Birinci Avlu’ya taşınır, orada sofralar kurularak yenirdi.

Yeniçerilerin çorba içmeğe başlaması askerin itaatini belli ederdi. Çorbanın içilmemesi ise devletin en yüksek makamı olan Divan’ı bazı işlerin yolunda olmadığı yolunda uyarmak anlamındaydı. Böyle durumlarda ne istedikleri sorulur ve istekleri yerine getirilirdi.

Torba taşıma işi bitince Divan tatil edilir. Sadrazam askerin maaşının verilmesi için Padişahtan izin isteyen bir telhis yazardı. Padişah da telhisin üzerine kendi eliyle “Verilsin” diye yazardı. Padişahtan izin çıkınca “katar ağaları” rütbe sıralarına göre Divan-ı Hümâyûn’a gelirler, sadrazam ve Divan üyeleri onları ayakta karşılardı. Katar ağaları birer birer sadrazamın eteğini öpüp el kavuşturarak karşısında ayakta saf olurlardı. Başçavuş ağa kollarını göğsünün üstüne çaprazlama kavuşturarak yeniçeri gülbankini okuyup “-... Hû diyelim, hû” diye bitirince bütün yeniçeriler gök gürlemesi gibi hep bir ağızdan “Hûuuu!” çekerlerdi. Sonra başçavuş yeniçeri ortalarını rakkamlı isimleri ile “-Birinci Orta” diye teker teker çağırır, karakollukçular “Burada” deyince başçavuş “Haydi!” der, çorbacılarının nezaretinde koşa koşa gelirler, torbalarını omuzlayıp yine koşa koşa götürürlerdi. Ulûfe önce yaya, sonra süvâri ocaklarına orta ve bölük sırasıyla verilirdi.

Yalnız “Genç Osman Vak’ası”na karışmış 65. orta sıra gelince ses verilmez, üçüncü kez tekrarlandığında “Yoktur!” denilirdi. Bunun üzerine başçavuş “Yok olsun!” der, bütün yeniçeriler bir ağızdan “Yok olsun!” diye bağırırlardı. Dağıtım sona erince Padişah tarafından sadrazama bir hatt-ı hümâyûn ile “devir kürkü” denilen samur, defterdarlara biri kürklü diğeri sâde hil’atler gönderilirdi. Daha sonra bütün Divan üyeleriyle birlikte Padişaha arza gidilir, askerler de para torbalarıyla birlikte kışlalarına dönerlerdi. Kışlaya dönüş de, tantanalı bir alayla olur ve İstanbul halkı tarafından izlenirdi. Osmanlı Padişahları Birinci Orta’nın bir numaralı neferi sayıldıklarından Ulûfe tevzi’inin üçüncü günü Padişah yeniçeri neferi kıyafetiyle kışlaya gelir, Birinci Orta’nın “Taht Odası”nda bulunan taht’a oturur, kethüdâbey bir kese içinde üç aylık neferlik maaşını getirir, Padişah ta keseyi açar, içine bir avuç altın koyarak askere bahşiş olarak dağıtılmasını söylerdi.

(c) Culûs ve Sefer Bahşişleri

Padişahların tahta çıkışında, yeniçerilere cülûs bahşişi ve yevmiyelerine terakki verilmesi kanundu. Hazine darlığı yüzünden geciktirilirse ocaklarda huzursuzluk başlardı. Sadrazam ve defterdar aleyhine bir kıyama kadar varabileceğinden cülûs bahşişinin hemen verilmesine çalışılırdı. Padişahların ilk sefere çıkışlarında yeniçerilere sefer bahşişi verilmesi de yine bir Ocak geleneğidir.

(d) Kara Sandık

Ocak beytülmalcısı Orta’ya vakfedilen ya da vârissiz ölen yeniçerilerin terekelerinden gelen paraları odabaşı ya da oda mütevellisı tarafından işletilen “Kara Sandık”a teslim ederdi. Sandığın işletilmesinden bu görevliler sorumlu olmakla beraber Sandık Orta’nın denetimine açıktı. Sandık’ta toplanan paraların işletilmesinden elde edilen gelirler yine Orta için kullanılırdı. Diğer taraftan ölen yeniçerilerin terekesi yetişkin çocuğuna verilirdi. Yetişkin yaşta değil ise çocuk yetişkin yaşa gelinceye kadar işletilir ve sonra teslim edilirdi.

Ocaktan yeniçeri yetimlerine yiyecek ve ödenek dağıtılır, bunların hesabı “Defter-i Nanhor (ekmek yiyiciler) adı verilen kayıt defterine geçirilirdi.

(e) Kazan Kaldırma

Yeniçeri kazan kaldırma hareketlerine niyetlendiklerinde ilk toplantılar hep Orta camilerinde yapılırdı. Kazan kaldırmaya karar verilirken, camide ışıklar söndürülür, tekliflerin kimin tarafından geldiği belli olmaması için karanlıkta konuşulurdu. Ayaklanma sırasında ya rehine tuttukları ya da kendilerine önayak olmak üzere getirdikleri ulemayı da bu camilerde misafir ederlerdi.

Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şehir muharebesile kaldırıldığı Vak’a-yi Hayriye’de Yeni Odalar en kanlı çarpışmalara sahne olmuş, İkinci Mahmud’a sadık kalan kıt’alar ve İstanbul halkı tarafından ateşe verilmiş ve temellerine varıncaya kadar tahrip edilmişti.

Eski Odalar da, olayın arkasından hemen yıktırılmış, en küçük bir nişan bırakılmamıştı. Süleymaniyede Yeniçeri Ağa Kapısı muazzam, muhteşem bir saraydı.Vak’a-yı Hayriye’den sonra Şeyhülislâmlık dairesi yapıldı.

c. Kapıkulu Süvarileri

Kapıkulu süvarileri, önemlerine göre Sipah, Silahdar, Sağ Ulûfeciler (Ulûfeciyan-ı Yemin), Sol Ulûfeciler (Ulûfeciyan-ı Yesar), Sağ Garipler (Gureba-i Yemin), Sol Garipler (Gureba-i Yesar) olmak üzere altı bölüktür. Bu sebeple “Altı Bölük Neferâtı” olarak da isimlendirilirler. İlk ikisine “Yukarı Bölükler”, ikinci ve üçüncüye “Orta Bölükler”, son ikisine de “Aşağı Bölükler” denirdi.

Yukarı ve orta bölüklerin neferâtı Galata Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı koğuşlarından, Aşağı Bölükler’inkiler Edirne Sarayı’ndaki Enderun’dan ve savaşlarda yararlık gösterenler arasından seçilirdi.

Süvari bölüklerine yaya kapıkulu Ocaklarından da efrad alınırdı. Buna “bölüğe çıkma” denirdi. Çıkma münasebetiyle özel törenler yapılırdı. Aşağı Bölükler’e kapıkulu süvarilerinin yetişkin oğulları da alınırdı.

Kapıkulu süvarilerinin komutanlarına “Altı Bölük Ağaları” denirdi. Bölük ağalarından biri, bir yukarı bölüğün ağalığına yükselirse, bölük halkından bir bölümü de onun terfi ettiği bölüğe geçerdi.

Kapıkulu yayalarından mevkice yüksek, nüfuz bakımından onların altında olan Kapıkulu Süvârileri’nin yevmiyeleri en az 14 akçe en fazla 90 akçeye kadar çıkardı. Ancak Gurebâ bölükleri hariç, süvariler gündeliklerinin her 5 akçesi için bir atlı hesabıyla üç-beş de atlı beslemek zorundaydılar.

Bölük ağaları ile maiyetleri dışındakiler savaş eğitimi yapmak ve atlarının muhafaza ve bakımı için Bursa, Çorlu, Edirne gibi bol otlaklı yörelerdeki kışlalarda bulunurlar, İstanbul’a ancak üç ayda bir ulûfelerini almak için gelirlerdi. Bununla beraber örneğin cizye toplamak gibi özel görevlerle eyâletlere de gönderilirdi.

Kapıkulu süvarileri silah olarak pala, mızrak, kılıç kullanırdı. Kapıkulu süvarileri arasında en itibarlısı Fâtih Sultan Mehmed zamanında kurulmuş Sipah bölüğü idi. Bayrağının renginden dolayı “Kırmızı Bayrak” da denirdi. Kendi içinde 300 küçük bölüğe ayrılmıştır. Padişahın maiyet askeri olan “Sipahi”ler savaş alanında merkezde bulunur, Padişah çadırını korurlardı.

“Sarı Bayrak” denilen Silahdar Bölüğü sefer sırasında yolları açar, köprüleri tamir ettirir, Padişah otağının kurulacağı yerleri hazırlardı. 200 küçük bölüğe ayrılmışlardı. Barış zamanında Padişah’ın yanında halka para serpmek, Padişah tuğlarını taşımak gibi görevleri de vardı.

“Yeşil Bayrak” ve “Alaca Bayrak” olarak bilinen ulûfeci bölüklerine Padişahın sağında ve solunda yürümelerine göre “Ulûfeciyân-ı Yemîn” ve “Ulûfeciyân-ı Yesâr” denirdi. Bunlardan Sağ Ulûfeciler 105, Sol Ulûfeciler ise 100 küçük bölüğe ayrılmıştı. Görevleri Hazineyi korumaktır.

Gurebâ Bölükleri’nin görevi “Sancak-ı Şerif” ve Padişah sancaklarını muhafaza etmekti. Gurebâ Bölükleri kendi içlerinde 100’er bölüğe ayrılmışlardı. Her iki bölüğün bayraklarının renkleri farklıydı.

Kapıkulu süvarilerinden suç işleyenlerin cezaları suçun büyüklüğüne göre dayak, hapis ve idam şeklinde olurdu. On sekizinci yüzyıldan itibaren değer ve itibarları kalmayan Kapıkulu Ocakları’nın merkez süvari bölükleri de Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra İkinci Mahmud tarafından lağvedildi.

d. Teknik Sınıflar

(1) Topçu Ocağı

Yeniçağlar sonuna kadar orduların taarruz ve sınır kaleleri ile sabit istihkâmların savunma güçleri sahip oldukları top sayısıyla ölçülürdü.

Osmanlı ordusunda top ilk önce Kosova Savaşı’nda (1389) kullanıldı.[448] Fatih döneminde Yeniçeriler tüfekle donatılmıştı. Yine Fatih’in ordusunda omuzda taşınabilen (günümüzdeki bazooka gibi!) küçük toplardan, Constantinopolis’in kuşatmasında Edirne’den öküzlerle çekilerek getirilenlere kadar her çapta top vardı. Dahası Fatih, Balkanlardaki harekâtı sırasında ulaşılamaz kayalık bölgelerdeki kaleleri ele geçirmek için, dağ tepelerinde de top döktürmüştür.

Sonraki yüzyıllarda Çaldıran (1514), Mercidabık (1516), hatta Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde ve Mohaç (1526) gibi ünlü meydan savaşlarında sahra topçusu belirleyici rol oynadı.

Oysa Ankara Meydan Savaşı’na top götürülmemesi ya da I. Viyana Kuşatması’nda ağır kuşatma topçusunun yokluğu neticeleri olumsuz kılmıştır. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Batı topçuluğunda “Gribeauval sistemi” denilen devrimin yapılması ve “sürat topçuları” gibi yeniliklerin ortaya çıkması ise Osmanlı yöneticilerinin önüne askerlik alanında “Batı’ya yetişme” meselesini getirmiştir.

Topçu Ocağı arşiv vesikalarında “Cemaat-ı Topciyan-ı Dergâh-i Âli” olarak da geçer. Aslî görevi “top imâl etmek” ve savaşta “endaht (top atışı) yapmak”dır. Her ne kadar topçular yaya askerler içinde yer alırsa da, “teknik” bir sınıf olan Topçu Ocağı’nın kuruluşu Yeniçeri Ocağı’ndan epey sonradır.

Bütün Kapıkulu Ocakları gibi, Topcu Ocağı efradı da Acemi Ocağı’ndan sağlanır. Fatih Sultan Mehmed kanunnâmesiyle ölen topçuların oğullarının da “kuloğlu” sayılarak bu Ocağa alınmaları öngörülmüştür.

Ocağın genel mevcudu On altıncı yüzyılda 1.100 iken On sekizinci yüzyılda 5.000 kişi dolayındadır. Ocak, Ağa Bölüğü ve Cemaat Ortaları olarak iki kısımdır. Ağa Bölüğü’ne “Birinci Cemaat” denir ve beş bölükten oluşur. Cemaat Ortaları ise (On yedinci yüzyıl sonlarında) 67 ortadan oluşuyordu.

Topçu kışlaları ve top imalâthanesi İstanbul’da Tophane semtindeydi. Atış efrâdı belli günlerde endaht (atış) tâlimleri yaparlar, Ocak amiri topçubaşının (sertopî’nin) gözetiminde çok sıkı bir eğitim görürlerdi.[449]

Topçubaşı, Tophane ve Beyoğlu semtlerinin güvenliğinden de sorumluydu.

Topların ve güllelerin nakilleri Top Arabacıları’na ait idi. Hafif toplar deve ve beygirlerle, ağır toplar ise arabalarla taşınırdı. Ancak gerektiğinde yaya, müsellem ve yürük gibi geri hizmet birliklerinden de yararlanılırdı. Nakli güç yerlerde ise seyyar top dökümhaneleri kurulurdu.

Taşrada maaşlı topçulardan başka timarlı topçular da vardı. Topçular sefere cebecilerin önünde giderlerdi. “Top otu” tabir olunan barut ise değişik bölgelerden “barut eminleri” aracılığıyla sağlanırdı.

(2) Humbaracı Ocağı

Humbara fitili yakılıp zaman ayarlaması yapılan ve elle atılan bombadır. İstanbul’un fethinden sonra müstakil Ocak haline getirilen Humbaracılar, Cebeci ve Topçu Ocaklarına bağlıydılar. Kapıkulu humbaracılar maaşlı, taşradakiler ise dirlikliydi. Başlarında Merkez’de bulunan humbaracıbaşı vardır.

1729 yılında Osmanlı Devleti’ne iltica ederek müslüman olan ve Ahmed Paşa adını alan Comte de Bonneval, Humbaracı Ocağı’nı ıslaha çalışmıştır. Kışlası Üsküdar’da, neferlerinin tamamı ulûfeli yeni bir humbaracı sınıfı kurmuştur. Ancak daha sonra Humbaracı Ocağı ihmale uğramış ve ancak Sultan III. Selim zamanında topçularla birlikte yeniden ıslahına çalışılmıştır.

(3) Lâğımcı Ocağı

Kuşatmalarda lâğım denilen zemin altı yollara barut fıçıları yerleştirip patlatarak kale fetihlerini kolaylaştırırlardı. Maaşlı ya da timarlı olurlar. Maaşlı lâğımcılar cebecibaşı’ya, timarlılar lağımcıbaşı’a bağlıdıylar. Zâbitleri kethüdâ, çavuş, alemdar olarak anılır.

Lâğımcılık hendese bilmek, sessiz ve gizlice tünel açmak gerektiren teknik bir meslekti. Lâğımcılar Kandiye Kalesi’nin fethinde (1669) yararlı olmuşlar, daha sonra önemlerini kaybetmişlerdir. On yedinci yüzyılda sayıları 5000 kadardı.

e. Destek Sınıfları

(1) Cebeci Ocağı

Cebeci Ocağı önem sırasına göre Yeniçerilerden sonra gelir. Otuz yedi orta ve elli dokuz bölüğe ayrılmıştır. Ocağın neferleri ilke olarak Acemi Ocağı’ndan sağlanırdı. Ancak “kuloğlu” denilen yeniçeri çocuklarının da Ocağa alınması kanundu.

Cebeci Ocağı’nın en büyük zâbiti “cebecibaşı”dır. Teşrifatta “kapı kethüdası”ndan sonra, “topcubaşı”ndan önce gelirdi. Ocağın yönetiminde kendisinden sonra başkethüdâ ve ona bağlı üç kethudâ yer alır. Diğer zabitler “cebeciler başçavuşu, cebeciler kâtibi ile orta ve bölük komutanları”dır.

Cebeci başçavuşu, törenlere ve Divan toplantılarına gelenleri karşılamakla da görevlidir. Kubbealtı’nda toplananlara sadrazam’ın gelişini “-Hazır olun!” diye bağırarak bildirir.

Cebeciler başlarına “şebkülâh” denilen bir serpuş koyarlardı. Merkezdeki cebeciler üçer yıllığına dönerli olarak taşradaki kalelerde hizmet ederlerdi. Yaşlı cebeciler tekaüt edilirler ve kendilerine maaş bağlanırdı.

Cebeci Ocağı teknik lojistik destek sınıfıdır. Silâhların yapımı, bakımı, onarımı ve muhafazası, nakledilmesi, barutların ıslahı ve yeniçerilere dağıtılması ile görevlidir. Sefer sırasında ordu ağırlıklarını nakleden katır ve deve konvoylarını yönetmek de onlara aittir. Ayrıca Cebehâne’deki silâh ve mühimmat durumları hakkında defter düzenleyerek Divan’a sunarlar.

“Cebeciler Kışlası” ile “Cebehâne” denilen büyük silâh deposu ve tamir atölyeleri Ayasofya Cami’i civarındaydı. Kalelerdeki ve diğer vilâyetlerdeki depoların noksanları bu depodan karşılanırdı. Cebeci Ocağı imalâthanesinin yetiştiremediği zamanlarda dışarıdaki esnafa da malzeme siparişinde bulunulabilirdi.

İstanbul’un Ayasofya, Hocapaşa ve Ahırkapı semtlerinin muhafazasından cebecibaşı sorumluydu.

Bir önemli görevi de, kapıkullarının İstanbul içinde silah taşımaları yasak olduğundan, bunlara zimmetlenen silahların toplanmasıdır.

Sayıları On altıncı yüzyılın sonuna kadar 500-800 civarında olan Ocak mevcudu On yedinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde 4.000 civarındaydı. Zaman zaman yeniçerilerle birlikte isyan olaylarına karışan Cebeci Ocağı da 1826’da lağvedilmiştir.

(2) Top Arabacıları Ocağı

On beşinci yüzyılın başlarına değin omuzda ya da hayvan sırtında taşınabilecek boyutta ya da parçalı ve ağırlığı az olan toplar kullanılmıştır. Fatih Kanunnamesi’nde ve o dönemin belgelerinde söz edilmemesine rağmen bu Ocağın çekirdeğinin İstanbul kuşatması sırasında Edirne’de döktürülen büyük topların taşınması maksadıyla kurulduğu kabul edilir. Büyük topların dökülüp ve uzun seferlerin başladığı On beşinci yüzyıl sonlarında ordunun hareket kabiliyetini arttırmak için “Top Arabacıları Ocağı” kurulmuştur. Nitekim Yavuz Sultan Selim döneminde (1512-20) rütbesi sancakbeyinden aşağı bir “arabacıbaşı”nın bulunduğu bilinmektedir. Top arabacısı olarak Acemi Ocağı’ndan efrad seçiliyordu. Bununla beraber Toparabacı efradının oğulları ile dışarıdan “kul kardeşi” denen kişiler de Ocağa alınıyordu.

Top Arabacıları Ocağı’nın görevleri top arabası yapmak ve seferde topçuların yanı sıra sahra ve kuşatma toplarını çeken araba ve hayvanlarla hizmet vermekti. Dolayısıyla Ocak mensupları “araba sürücüleri” ve “araba yapımcıları” olarak ikiye ayrılırdı. Bu iki türlü hizmeti üslenen top arabacıları Ocağını da da “teknik sınıf” olarak kabul edebiliriz.

Ocağın en büyük zâbiti “top arabacıbaşı”ydı. Daha altında kethüdâ, başçavuş, Ocak kâtibi İle bölükbaşı, odabaşı gibi bölük subayları vardı. Genel mevcudu 600’ü bulan Top Arabacıları Ocağı 63 bölüktü. Ancak bölük mevcudları değişiktir. Bazı bölükler törenlerde sembolik olarak göründüklerinden mevcudları bir ya da birkaç neferdir. Sefer zamanlarında Ocağın arabacı sayısı yetişmezse paralı arabacılar tutulurdu.

Arabacı Ocağı kışlası İstanbul’dadır. Ancak doğal olarak topçuların olduğu her yerde top arabacıları bulunması, arabacı kışlası ve ahırının da olması kanunname gereğiydi. Ocak erleri nöbetle bu mevkilere gider, süreleri dolunca İstanbul’a dönerlerdi.

Sultan III. Selim döneminde topçuluğa yeniden önem verilmiş ve Tophane’de yeni bir arabacı kışlası yaptırmıştır.

(3) Mehteran

Mehterhane Yeniçeri Ocağı’nın parçası sayılır. Bütün İslam devletlerinde hükümdarlık simgesi olarak “tabılhane”, Osmanlılar’da “Mehterhane” adıyla kuruldu.

Mehterhane’nin, Anadolu Selçuklu Sultanı III. Keykubad’ın Osman Gazi’ye “Beylik” verdiğini belirtmek üzere tabl (davul) ve a’lem gönderdiği ve 1299 tarihinde kurulduğu kabul edilir.

Mehterhanenin amiri olan mehterbaşı zurnazenbaşı, yardımcısı olan tablzenbaşı, başmehter ağa, zilzenbaşı, boruzenbaşı ve nakkarezenbaşı üzerlerine al renkli çuha biniş ve çakşır, ayaklarına sarı mest giyerler, başlarına da yine al destar sararlardı. Mehter başçavuşu kapaklı kollu, sarı dar entari ve sarı mest giyer, başına yeşil destar sarardı. Diğer mehterân lacivert ya da siyah renkli çuha biniş ve al renkli çuha ya da bez çakşır, ayaklarına da al mest giyerler, başlarına yeşil destar sararlardı.

Savaşta askerî düzende, saflar hâlinde yürüyen mehterin heybet veren bir görünüşü vardır.[450] Padişah seferde iken mehter takımı iki misline çıkarılır ve saltanat sancaklarının arkasında durup tabılhane çalarak konak yerine kadar giderler, her ikindi zamanı Otağ-ı Hümayun (eğer Padişah katılmamışsa Serdar-ı Ekrem’in çadırı) önünde nevbet vururlardı.

Mehterin aynı makamdan birçok parçayı ard arda çalmasına “nevbet vurma” denirdi. Nevbet vuracak mehterân, nakkareciler bağdaş kurmuş, diğer sazlar çalanlar da ayakta yarımay biçiminde dizilirlerdi. Mehterbaşı elinde çevgân olarak yarım halkanın ortasında durur. İçoğlan başçavuşu’nun “Vakt-i sürür ü safa mehterbaşı, hey hey” diye bağırmasıyla nevbet vurulmağa başlardı. Nevbet, gülbank çekilerek dualarla bitirilir, sonra mehterler “temennâ” ederlerdi.

Önceleri günde beş kez her namazdan önce nevbet vuran Mehterhâne-i Hâkâni, Fatih Sultan Mehmed döneminde yalnız ikindi namazlarından önce çalmaya başladı. Bunun dışında cülûslarda, kılıç alaylarında, zafer müjdesi geldiğinde, arife divanlarında, şehzade ve sultanların doğum ve sünnet düğünlerinde de çalardı. On yedinci yüzyılın sonunda ve On sekizinci yüzyılda Topkapı Sarayı’nda Demirkapı denen yerde, ayrıca Eyüpsultan, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Rumelihisarı, Yeniköy, Kavak, Beykoz, Anadoluhisarı, Üsküdar gibi semtlerde geceleri yatsı namazından sonra ve halkı sabah namazına kaldırmak için güneş doğmadan hemen önce nevbet vurulur, Böylece subaşılar ve kadılar uyandırılırdı.[451]

2. EYÂLET ASKERİ

Eyâlet kuvvetlerinin en kalabalık sınıfını “sâhib-i arz” denilen timarlı sipahiler teşkil ederdi. Ayrıca, seferde Kırım Hanlığı, Eflak ve Boğdan voyvodalıkları, Erdel Beyliği’ne bağlı kuvvetler de Ordu-yi Hümayun’a katılırlardı.

Diğer taraftan Öncü kuvvetlerini akıncı, deli, gönüllü ve beşli denilen birlikler oluşturuyordu. On altıncı yüzyıl ortalarında 50.000 civarında akıncı, 10.000 kadar da deli, 10-15.000 civarında azeb askeri vardı.

Bütün bunlar dışında sınır boylarında ve ülke bütününde bulunan müstahkem mevkilerde konuşlanmış kapıkulu askerinin yanında, özel öncü ve hücum birlikleri ile bölgesel olarak görev yapan ancak gerektiğinde ihtiyat askeri gibi kullanılması mümkün olan Müslim ve gayrimüslim “Geri Hizmet Bölükleri” de hazır bulunmaktadır.

a. Timarlı Sipahiler

“Timarlı sipahi” atlı asker anlamına gelir. Dirlikler şahsî mülk sayılmadığından miras yoluyla geçmez. Ancak ölen sipahinin oğluna rüçhan hakkı tanınır ve onun lehine tercih yapılır. Oğlu yoksa timarı alaybeyi’ne tevcih edilirdi. Ancak sipahilik yerli bir asâlet sınıfı oluşturmaz. Zira dirlikler şahsın kendisine değil, görevine bağlı olarak verilmektedir. Nitekim sefere katılmayan sipahilerin dirlikleri geri alınır ve yeni bir beratla başka birine verilinceye kadar el konulurdu.

Muhtelif sebeplerle yararlıkları görülen timar ve zeâmet sahiplerinin dirlikleri büyütülerek hatta has seviyesine çıktığı olurdu. Böylece cebelü asker sayısı da arttırılmış ve Hazine’den fazla harcama yapılmadan Ordu-yi Hümâyûn’un büyük bölümü hazırlanmış olurdu. Devlet topraklarının çok genişlemesi timarlı sipahi sayısının çoğalmasına sebep oldu. Nitekim On altıncı yüzyılda Rumeli eyâletlerinde yaklaşık 75 bin, Anadolu eyâletlerinde de 92 bin süvarilik sipahi ordusunun hazır tutulması sağlanmaktadır.

(1) Örgütlenme

Timar sistemi bir yönüyle devlete ait toprakların işlenmesini sağlarken, diğer yönüyle de devletin atlı asker ihtiyacının temin eder. Tımar sahipleri, tasarruf ettikleri yerin yıllık gelirine göre sayıları tesbit edilen “cebelü” denilen atlı askerlerin iaşe, silâh, miğfer, zırh ve bineklerini sağlamak zorundaydılar. Tımarların yıllık gelirleri sahibinin hizmet kıdemine göre 10.000-19.999 akçe arasında olurdu. Timar’ın “kılıç” denilen ilk 3.000 akçesi bu yükümlülük dışında tutulmuştur.

Yıllık geliri 20.000-99.999 akçe arasında olan dirliğin adı zeâmet’tir. Zeâmetin de ilk 20.000 akçesi dışında timarın her 3.000 akçesi, zeâmet ve hasların her 5.000 akçesi için dirlik sahipleri “cebelü” denilen tam teçhizatlı ve atlı bir asker hazırlamak ve birlikte savaşa gitmek zorundaydı. Dirlik sahipleri bu hizmetlerine karşılık vergiden muaf tutulurlardı.

Merkezden gelen sefer emrini beylerbeyiler sancak beylerine, onlar da alay beylerine iletirler ve sipahilerin istenilen bölgede toplanmaları sağlanırdı. Özürsüz olarak sefere gelmeyenlerin dirliği iptâl edilirdi.

Timarlı sipahilerin onda biri bulundukları bölgenin muhafazasını ve asayişini sağlamak, gidenlerin yedeklemek için dönüşümlü olarak sefere giderdi. Sefere giden sipahiler arasından “harçlıkçı” adıyla seçilen bazıları bölgelerine dönerek savaştakilerin timar gelirlerini alıp getirirdi.

Kanûnî Sultan Süleyman döneminde 37.500 civarında timar bulunmaktadır.[452] Bunların 28.000’inden 70-80.000 kişilik bir sipahi kuvveti çıkarılmakta ve 10.000 timar sahibi sınır kalelerine cebelü toplamaktadır. Oysa bu sırada Kapıkulu askeri mevcudu 28. 000 civarındadır.

Kaptan Paşa eyâletinde denizle ilgili görevleri olan kimselere de tımar tevcih edilmekteydi. Donanma sefere çıkacağı zamanlarda, tımarlı sipahilerde uygulanan yöntemin benzeri olarak, bu sancakların sancakbeyi ve alaybeyilerine hükümler gönderilir, timarlı sipahileri denize açılmak üzere tüfenkçi cebelüleri’yle kendilerine belirlenen iskelelerde hazır olmaları istenirdi. Böylece Osmanlı Devleti, savaş sırasında 70-80 bin kişiyi bulan bir süvari kuvveti yanında yeterli sayıda bahriye silahendazına (deniz piyadesi) da sahip oluyordu.

Her eyâlette timar ve zeâmet sahiplerinin isimleri ve dirliklerinin yerleri timar defterdarlarının tuttuğu timar defterlerinde ve timar kethüdâlarının tuttuğu zeâmet defterlerinde saklanmaktadır. Buralarda tutulan kayıtların aslı Hazine’deki Arazi Defterleri’nde bulunurdu.

Sefer sırasında Beylerbeyi bu defterlerin bir suretini beraberinde götürerek yoklama yapar, kaçakları tespit eder, Merkez’e bildirilerek münhalleri doldururdu. Bu tevcihler genellikle merkezce kabul olunurdu. On altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra beylerbeyiler merkeze sormadan da tımar tevcihi yapmışlardır. Bu tezkiresiz timarlara da “kılıç timar” denirdi.

(2) Sistemin Bozulması

Tımar sisteminin ekonomik ve askerî amaçları dışında çok önemli bir işlevi de doğrudan padişaha bağlı ve tüm ülkede yaygın merkezî bir yönetim örgütü oluşturmasıdır. Ancak On altıncı yüzyılın sonlarından itibaren, silah teknolojisindeki gelişmeler sebebiyle tımarlı sipahi ordusunun önemi azalmağa başladı. Gerçekten de Avrupa’da profesyonel daimi orduların oluşturulması ve ateşli silah gücünün artması, millî bir ordu gibi ekonomik ve askerî gereklilikleri birlikte yürütmeğe çalışan timarlı sipahi ordusunun etkinliğini azaltmıştı.[453] Örneğin hasat zamanı köyünde bulunmak, ve öşrünü toplamak isteyen sipahiler için en uygun sefer mevsimi mart-ekim arasındaki zamandı. Bunun dışındaki zamanlarda yapılan seferlerde ise kaçmalar ya da sefere katılmamalar görülmektedir. Bu da bir yandan ordu mevcudunun ve diğer taraftan da disiplinin azalmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti ulufeli ve tüfekli profesyonel asker miktarını, yani kapıkullarının sayısını arttırmak zorunda kaldı.[454] Bu durum ve beraberindeki bazı mâli sıkıntılar sebebiyle On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren ve On sekizinci yüzyılda ise tımarlı sipahiler artık yol ve istihkam gibi geri hizmetlerde kullanılır oldular.

b. Kal’a Bölükleri

Tüm ülkenin sınır boylarında ve yurdiçinde stratejik konumdaki kal’ası bulunan şehirlerde kapıkulu garnizonları vardır. Bunların görevi, olağan kolluk hizmeti yapmak yanında kal’a’yı ve mücâviri olan beldeyi her türlü tecâvüze karşı “muhafaza” etmektir. Arazi kayıtları, devlet parası, vakıf malları gibi değerli maddeler de kal’alarda saklanır, hapishane de kal’a içinde yer alır.

Kal’anın yönetiminden Kale dizdarı sorumludur. Emri altında bir kethüda ve Merkez’den gönderilmiş belirli sayıda yeniçeri ve kapıkulu süvarisi ile çeşitli askeri sınıflara mensup kale eri bulunmaktadır.

Hudut kalelerinin dizdarları kalenin savunulmasından sorumludur. Önemli noktalardaki kalelerde savaş sırasında “muhafız paşa”lar görevlendirilir, dizdar da onun emrine verilirdi.

Kale bölükleri atlılar ve yayalar olarak ikiye ayrılırdı. Yayaları, beylerbeyinin emrindeki kapıkulları, yerli topçular, yerli cebeciler, humbaracılar, lağımcılar, azap, sekban ve muhafız sınıfları oluştururdu. Atlı Kale bölükleri grubunu akıncı, deli, azap, farisan, beşli, gönüllü, gibi yardımcı kuvvetler meydana getirirdi. Ordunun önünden giderek düşmana engelleme harekâtı düzenleyen, keşif yapan Akıncılar ve Deliler hızlı hareket eden hafif süvarilerdi.

(1) Akıncılar

On altıncı yüzyılda Rumeli’de 40 000 kadar akıncı bulunmaktadır.Akınlara en az 8-10 bin akıncı iştirâk eder.Bazan birçok namlı beylerin sancakları altında 40-45 bin kılıç toplanır.Başlarına samur yahut kaplan derisi altın suyuna batmış turna ve balıkçıl kuşu tellerile ve altın tellerle süslenmiş kalpaklar koyarlar. Omuzlarına birer çift büyük karakuş ve kartal kanadları takarlar. Kıymetli eğer takımları vurulmuş, alınları sorguçlu ve turna telli atların üzerinde dolu dizgin giderlerken bu kanad heybet ve haşmetle açılır. Bütün silâhları yay ve ok, kılıç ve hançer, mızrak ve kalkandır. Zırh giymezler. Akın devamınca at üstünden inmezler. Kısa molalarda at üstünde uyurlar. Günlük yiyeceklerini akın ettikleri memleketten bulacaklardır. Akın yirmi gün, iki ay ve daha fazla sürebilir.[455]

Rumeli paşaları da kendi kapıkulları arasından bazı şehbaz yiğitleri akıncılara benzeterek giydirip kuşatırlardı.[456]

Akıncılar genellikle evlenmezlerdi. Sınır palanga ve kalelerinin gerisindeki şehir, kasaba ve köylerden bir kız alanlar da ekseriya neslini idâme kaygusile alır, hayatı palangasında ve kalesinde geçerdi.

(2) Deliler, Farisanlar

Rumeli’de Türkler’le birlikte Boşnak, Hırvat, Sırp gibi Slav halklarından oluşturulan delilerin korkusuz davranışları sebebiyle bu ismi almışlardır. Pars ya da sırtlan derisi üstüne kartal tüyü takılmış külahları ve eğri pala, kalkan ve mızraklarıyla ve ellerinde bozdoğan tabir olunan gürzlerinin ürkütücü bir görünümü yabancı ressamların gravürlerine konu olmuştur. Deli örgütü daha sonra Anadolu’da da vezir ve beylerbeyinin çevresinde görev aldılar. Ancak vezir ve beylerbeyinin görevden alınmasıyla sahipsiz kalan deliler bir başkasına bağlanıncaya kadar eşkıyalık yapmışlardır. Sonunda İkinci Mahmud tarafından kaldırıldılar.

Azap askeri içinde ayrı bir sınıf oluşturan farisanlar süvâri olarak sınır kalelerinde hizmet görürlerdi.

(3) Azablar

Osmanlı ordusunun hafif okçu piyade kuvvetleri sayılan azeblerin kuruluşu Yeniçeri Ocağı’ndan öncedir. Sonraları savaşta düşmanın ilk hücumunu karşılayan öncü piyade kuvveti olmuşlardır.

On altıncı yüzyıl ortalarından itibaren de “orta” denilen bölüklere ayrılmış, her ortada reis, odabaşı ve bayraktar denilen zâbitleri bulunan kale muhafızı olarak kullanılmışlardır. Komutanları “azebler ağası”, yardımcısı da “azebler kâtibi”dir. Azebler, beylerbeyinin emrindedir. Kalelerin dâimi muhafızları arasında azebler vardı.[457] Kale muhafazasından başka köprücülük ve lâğımcılık gibi geri hizmetleri de yaparlardı. Kale ve deniz azebleri diye iki sınıf daha oluşturuldu.

Azap askeri örgütü “yaya”, “kale” ve “bahriye” azapları olmak üzere üç sınıftı. On altıncı yüzyıl ortalarına tüfeğin yaygınlık kazanmasına kadar savaşlarda okçu, yaya, eyâlet askeri olarak önemli etkinlik gösterdiler.

Savaş sırasında “azap çağırmak” denen yöntemle yirmi ya da otuz haneye bir azap düşmek üzere, bekarlar arasından toplanırlardı. Diğer hanelerin halkı bunların masraflarını temin ederlerdi. Azap askeri, sefer sırasında tüm vergilerin dışında tutulurdu.Yaya azaplar yalnız sefer sırasında askere çağrıldıklarından barışta aylıkları kesilirdi. Kale azapları ise devamlı asker olduklarından görevli oldukları kalelerde yatıp kalkarlardı. Sayıları kalelerin ihtiyacına göre değişirdi. Gerektiğinde köprücülük ve lağımcılık gibi istihkam işlerinde de görevlendirilirlerdi. Ulûfe ya da (yer açıksa) tımar verilirdi.

Kale azaplarının gündeliği 5 akçe, deniz azaplarının gündeliği 7 akçe idi. Azaplar vergi vermezlerdi.[458]

c. Geri Hizmet Bölükleri

Bazıları daha önce muharip sınıf iken Ordu-yi Hümâyun’da teşkilâtlanması sırasında geri hizmetlere alınan menzilciler, beldârânlar[459] , derbentçiler, yayalar, yürükler, müsellemler ve cân-bâzlar yurtiçi hizmet bölükleri adı altında toplanabilir. Bu sınıfların teşkilât ve hizmetlerinin ayrıntıları kendi kanunnâmelerinde ve diğer kanunnâmelerde belirtilmiştir.[460]

(1) Yayalar

Kuruluş döneminin ilk düzenli askerî birlikleri olan Yayalar ve Müsellemler On beşinci yüzyıl ortalarında Kapıkulu Ocakları’nın teşkilinden sonra geri hizmetlerde kullanılmışlardır. Yayalara önceleri 20, sonraları 30’ar kişilik ocaklık biçiminde tımarlar verilmiştir. Bunlar arasından eşkinci denilen beş’i nöbetleşe olarak sefere katılır. Yamak denilen diğerleri kalelerde kalırlar, eşkinci’lere her sefer için 50 akçe verirlerdi.

Nöbetleşe olarak sefere giden yayaların başlıca görevi yol açmak, hendek veya siper kazmak, top ve gülle nakletmek askere zahire taşımak gibi işlerdi. Barış’ta kale tamirinde, madenlerde, tersane’lerde çalıştırılırlardı. Yayaların amirlerine “yaya beyi” denilirdi ve “yaya sancakbeyi”ne bağlıydılar. Sancak Beylerinin cezalandırma yetkileri de vardı.

Böylece her sancakta “atlû sancak beyi” ve “yaya sancakbeyi” olmak üzere iki sancakbeyi bulunduğu görülüyor. Ancak atlı sancak beyinin mevki’i daha yüksektir

(2) Yörükler

Anadolu Eyâleti sancaklarında bulunan yayaların hizmetlerini Rumeli’de “yörükler” yapardı. Yörükler bulundukları tımar bölgelerinde 24’er kişiden oluşan ocaklara ayırılırlardı. Her ocak bir “yörükbaşı”nın emrindeydi. Sefere gitmeyenler nöbetleşe gidenlere harçlık verirlerdi. Yürüklere sefer sırasında yol açma, köprü ve kaleleri onarma gibi geri hizmetler verilirdi. Savaş Anadolu’da ise yayalar, Rumeli’de ise yörükler giderdi. Rumeli yörüklerinin en kalabalık oldukları yer Selânik ve yöresidir. Anadolu yörükleri ise müsellem statüsündeydiler.

n Evlâd-ı Fâtihan

Evlâd-ı fatihan, Konya, Aksaray ve civarından geldikleri için yerli halk tarafından “Konyar” diye anıldılar. Osmanlı Devletinin aşiretleri iskân ettirme, yerleşik duruma geçirme girişiminden sonra Rumeli yörükleri de zamanla “Evlâd-ı Fatihan” adıyla anılmaya başladı. Başlarına “yörük hakimi” denilen bir vezir ya da beylerbeyi atanarak Rumeli’deki savaşlarda kendilerinden yararlanıldı.

Anılan kentlerde birkaç kaza için görevlendirilmiş bulunan kendi çeribaşıları buyruğu altında sefere katılırlardı. Evlâd-ı Fatihan üstlendikleri görevler karşılığında avârız, nüzul, bâc-ı geçit gibi vergilerden muaf tutulurlardı. Sefere katılmayanlardan, sefere gidenlerin ailelerinin giderlerini karşılamak üzere elli kuruş baç alınırdı. Çeribaşılar’ın âmiri İstanbul’da oturan bir kapıcıbaşı’dır. Boşalan bir çeribaşı’nın yerine yenisi onun tarafından seçilir ve atamaları yaptırılırdı.

(3) Müsellemler

Müsellem, Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından önce Osmanlı Ordusunda çiftçi halk kökenli, hiçbir vergi yükümlülüğü olmayan atlı askerlere verilen isimdir. Müsellem kelimesi de bunu ifade etmekteydi. Erkeklerinin silah taşıdığı, göçebe ya da toprağa yeni yerleşmiş aşiretin içinden yarı halk, yarı ordu niteliğinde hiçbir vergi yükümlülüğü olmayan atlı milis gücüdür. Nitekim müsellemlerin oturdukları bölgelere göre ad alan ocaklardan 1.989’u “Kızılca Müsellem” adıyla Kırkkilise (Kırklareli) bölgesinde, 351 ocaklık Çirmen Müsellemleri Çirmen bölgesinde bulunmaktadır. 300 ocaklık konar göçer Çingene Sancağı’na bağlı müsellemler de dağınık yerlerdedir.

En kalabalık oldukları On altıncı yüzyıl başında müsellemlerin sayıları 26.500’e kadar çıktı. Yüzyıl sonunda 1.294 yaya ocağı ve 1.019 müsellem ocağı vardı. Yaklaşık 50.000 kişi oluşturuyorlardı.

Barış zamanlarında müsellem ocakları tımarlı çiftliklerde çalışır, öşürlerini tımara öderlerdi. Çiftliklerin bulunduğu bazı köyler günümüzde de “Müsellemköy” adıyla anılmaktadır.

Zamanla silah ve techizatın maliyeti artınca çiftçiler arasında rotasyon yoluyla nöbetleşe savaşa gitme usûlü doğdu. On yedinci yüzyıl sonlarında ocak biçimindeki tımarları 30’ar kişilik gruplar[461] arasında paylaşılırdı. Kapıkulu ocakları gibi, 30 müsellem, 1 “ocak” sayılıyor, her ocak’ta 5 müsellem “benevbet eşkinci”, kalan 25’ ine de “yamak” deniliyordu.

Eşkinciler sefere gider ve yamaklar’dan avârız-ı divaniye karşılığı sefer başına 50’ şer akçe alır, ayrıca ağnam vergisini de ödemezlerdi. Her yamak bir sefer için eşkinciye 50 akçe vermek zorunda olduğundan bunlara “ellici” de denirdi.

Yaya ve müsellemlerin derbend ve kale muhafızı olarak görev yaptıkları da oluyordu. Kalelerde merkezden gönderilen kapıkulu askerleri de nöbetle değiştirilmek suretiyle görev yaparlardı. Müsellemler top çekmek, bakım ve onarım yapmak, zahire nakletmek gibi ordunun geri hizmet sınıfları arasında da yer aldı.

Uzayan savaşlarda ya da normal ordu örgütlenmesinin yetersiz kaldığı zamanlarda “mîrilü” olarak aylıklı asker toplanırdı.

(4) Cân-bâzân

Tâife-i Cân-bâzân[462] , çarpışmalar başlarken düşmana saldırmada öncülük ederler, «serdengeçti»’ler, «gönüllü»ler ve «deli»ler gibi, en tehlikeli hücum harekâtlarına girişirlerdi. Ancak On beşinci yüzyıl ortalarından itibaren Kapıkulu Ocakları ve Ordu-yi Hümâyûn teşkilâtlanması düzenlenirken diğer askerî sınıflardan yürükler, yayalar ve müsellemler gibi cân-bâzân da Rumeli’deki geri hizmetlerde kullanılmışlardır.[463]

On altıncı yüzyıl ortasında “Cân-bâzân-ı Vilâyet-i Rumeli” adını alan bu sınıfın “Kanunnâme-i Cân-bâzân” olarak bilinen kendi kanunnamesinde belirtildiğine göre 10 “cân-bâz” 1 adet “ocak” oluşturmakta ve aralarından biri nöbetleşerek sefere gitmekte; diğer 9’u da avariz-i divaniyye karşılığı olarak, 50’şer akçe harçlık vermekte idi. Kanunnamede bunların, “lâ-mekân” (konar-göçer) cinsinden oldukları ve bad-i hava resmini kendi subaşılarına ödiyecekleri ve sancak beyleri ile âmillerden hiçbirinin bunlara karışamıyacağı belirtilmiştir. Cân-bâzân akrabası ve evlenerek bunlara karışanlar ve ihtida edenler de cân-bâz sayılırlardı. Cân-bâzların cezalandırılmaları, düşkün, özürlü ve sakatları konusunda uygulanacak yöntem, bir köye yerleştikleri zaman, timar sahibine ödiyecekleri çift resmi, öşürlerini ödeme biçimi yürüklerde olduğu gibidir.[464] Cân-bâzlar süvari bir sınıf olduklarından, hazar zamanlarında ordu için at beslemek veya ordu’ya at satın almak gibi geri hizmetlerde kullanılmışlardır.[465]

d. Gayrimüslim Askerler

Osmanlı devleti gayrimüslim uyruklarının insan gücünden askerî hizmetlerde yararlanmak için bunların bir kısmını kale muhafızlığı, derbentçilik benzeri asayiş sağlamak üzere, diğerlerini de Ordu’nun hayvanlarını bakmak gibi ve yetiştirmek geri hizmetlerde ya da yol yapımı, kale, köprü tamiri gibi destek hizmetlerinde kullanmışlardır. Bunların komutan ve subayları Müslüman olurdu.

(1) Martulozlar

Sarp geçitlerde asayişi ve özellikle Bosna ve Macaristan sınırına yakın kalelere gerekli muhafızların bir kısmını sağlamak için hıristiyanlar arasından seçilen ve maaşlı askerlerdir. Örgütlenmeleri ile teçhizat ve dirlik gibi hususları diğer muhafız askerler gibidir. Kalelerde tamamen hırıstiyan muhafız martuloz[466] bölükleri oluşturulmuştu. Yalnız martulosların zabitleri ve özellikle başkumandan sayılan olan ağaları Müslümandı. Genellikle inzibat hizmetlerinde kullanılmışlardır.[467]

Martulosluk başlangıçta yalnız Rumlara mahsus iken sonraları diğer hıristiyan reâyâ da karışmıştır. Hatta Bosna hudut kalelerinde görevli martuloslar daha sonra tamamen Müslüman oldukları halde Martulosan olarak anılmışlardır.[468]

(2) Voynuklar

Voynuklar[469] bir bölümü “voynuk beyi”nin yönetiminde “seferli voynuklar” ve diğeri de voynuk seraskerinin buyruğunda “çayır voynukları” olarak örgütlendirilmişlerdi. Böylece devlet fethedilen toprakların insan gücünden yararlanmış oluyordu.

Sefer voynukları seferde ordu atlarına bakarlar, savaşlara katılır; çayır voynukları ise Has Ahır için ot biçer, Has Ahır atlarını otlatır ve eğitirler. Has Ahır’da ve çayır hizmetlerinde çalışan voynukların kayıtlarını “voynuk kâtibi” denilen görevli tutardı.

Rumeli’de Bosna ve Bulgaristan’daki her gayrimüslim köyünde 8-25 arasında voynuk bulunurdu. At bakımı bir ekip işi olduğundan kanunnâme gereği üç voynuk, bir “gönder” oluşturur ve gönder’ler sıra ile sefere giderlerdi. Bunlardan nöbeti gelenler tırpanları ve atlarıyla, bir bölüm voynuk da yaya olarak hizmet verirdi. Voynuklar, her türlü cizye, ispenç, avarız ve rüsumdan muaftı.

Voynuklara hizmet karşılığı verilen küçük çiftliklere “baştina” denirdi. Bu topraklar parçalanamaz, miras bırakılamaz, devredilemez ancak ölen bir voynuğun yerine oğlu, kardeşi ya da bir akrabası atanabilirdi.

Yöre voynukları çeribaşının emrindedir. Ancak her köyde “pirimkür” ve “ligatör” denilen tümü Hıristiyan olan küçük subaylar vardı. Bununla beraber voynukların çeribaşıları Müslümandır. Voynuk çeribaşılarınan hafif suçları cezalandırma yetkileri vardır. Ancak ağır suçlar sancakbeyi tarafından cezalandırılabilir. Voynuk çeribaşıları voynuk beyi’ne o da mirahur ağası’na bağlıdır.

(3) Cerahorlar

Paralı fakat geçici olarak geri hizmetlerde kullanılan gönüllü Hıristiyan askerlerdir. Bunlar cebren ya da gönüllü olarak toplandıkları gibi, avârız vergisi karşılığı olarak da çalıştırılabilirlerdi. Eyâlet askeri statüsünde olduklarından kaçma olaylarını önlemek için cerahorlar kefalete bağlanırdı. Kale, yol, köprü tamiri tâmiri, araç, gereç nakliyesi gibi ağır işlerde çalıştırılırlardı. Savaştan sonra aylıkları kesilir[470] ve memleketlerine gönderilirlerdi.

e. Orducu Esnafı

Sefer’den önce Yeniçeri zâbitleri yahut Enderun ağaları arasından “orducu başı” ya da «Ordu-yu-Hümayun ağası» denilen ve ordunun ikmal ve lojistik işlerinde defterdar’a yardımcı olacak bir görevli seçilirdi. Bu görevli ordunun sefer sırasında silâh ve techizatının bakımı, tamiri ve diğer ikmal hizmetlerinde ihtiyacı duyacağı sanatkarların meslek ve sayılarını belirten bir fermanla birlikte atanırdı.

Ordu-yi Hümâyun ağası bu fermanla eyâlet kadılarına müracaat eder, hangi sınıftan adam isteniyorsa o sınıfın kethuda, yiğitbaşı ve ihtiyarları tarafından temin olunurdu. Fermanda sayıları gösterilen ve halk arasında kısaca “orducu” denilen «ehl-i hiref» ya da «erbâb-ı hiref»i (sanat sahipleri) toplayarak yine fermanda ismi belirtilmiş İstanbul, Bursa ve Edirne’deki toplanma yerlerinden birine gönderirdi.

Orducu olarak gidecek esnafa, gitmeyenler tarafından hizmetlerine karşılık olarak para verilirdi. Bunların hizmeti kabul ile aldıkları para şer’î mahkemelerde orducu esnaf ile esnaf kethüda ve ustaları ve şahitler tarafından tescil olunurdu. Orducu’lar sefere giderlerken toplanma yerlerinden alayla çıkıp ordugâha giderlerdi. Ordu ile beraber hareket edip yine beraber dönmeleri kanundu.

Ordu-yi Hümayun ağası da, sefere katılan defterdar’a yardımcı olmak üzere onlarla birlikte giderdi.

3. ORDU-Yİ HÜMÂYÛN’UN SEFERE ÇIKIŞI

a. Otağ-ı Hümâyûn İhracı

Otağ-ı Hümâyûn, Batı seferlerinde İstanbul dışında Davutpaşa düzlüğünde, Doğu seferlerinde ise Üsküdar’da Çırpıcı Çayırı’nda ya da Doğancılar’daki ordugâhta kurulurdu. Edirne’den hareket eden orduların ilk ordugâh yeri Kabak Meydanı’ydı. Sadrazam ve devlet erkânı Bâb üs-Saade önündeki tuğları merasimle alarak Otağ-ı Hümâyûn önüne dikerler, konakçı ile tuğculara ve alemdarlara hil’at giydirilirdi. Padişah savaş giysileriyle törenle Saray’dan çıkar ve ordugâhtaki Otağ-ı Hümâyûn’a giderdi. Padişah zırh giyerse sadrazam’la beraber vezirler de zırh giyerdi. Burada Padişahın başkanlığında Meşveret Meclisi (danışma toplantısı) kurulması gelenekti.

Alayla Otağ-i Hümâyun’a varıldığı zaman sadrazam başta olmak üzere devlet erkânı Padişah’ı selamlarlar, ondan sonra vezirler, ulema sadrazam çadırına girip orada seferi tehniye ve tebrik ederlerdi.

b. Tuğ İhracı

Padişah’lar bizzat sefere çıkacaklarsa, bir ay öncesinde Sadrazam’ın da hazır bulunduğu bir törenle Tuğ-i Hümâyûn Babüssaade önüne dikilirdi. Bu törende (ve Tuğ-ı Hümâyûn’u çıkarmak lazım geldikte) Sadrazam ile vezirlerin giyecekleri elbise ve kullanacakları takımlar Kanun’da belirtilmişti.[471] Sadrazam ve diğer devlet erkânı başlarına selimî serpuş ve divan çavuşları mücevveze, Şeyh-ül-İslâm ile kazaskerler, nakibüleşraf örf denilen büyük serpuşları giyerlerdi. Törende ağaların çıkardıkları Tuğ’un birini sadrazam, diğerini şeyh-ül-İslâm ve diğerlerini de vezirlerle kazasker alır, diğer davetlilerle birlikte Babüssaade önündeki belirli yerlerine dikerlerdi.

c. Sancağ-ı Şerif İhracı

Sancağ-ı Şerif’in Serdar-ı Ekrem olarak sefere çıkan vezir-i âzam’a teslimi ve Sancağın Ordu ile beraber uğurlanması için de büyük bir merasim yapılırdı. Padişah, Sancağ-ı Şerif’i Serdar-ı Ekrem’e bizzat teslim eder ve dönüş de yine bizzat kendisi teslim alırdı.

Ordunun sahraya yani çadırlı karargâha çıkmasından kırk gün kadar öncesinden Sancağ-ı Şerif’in sandukasından çıkarılarak gönder’ine takılması kanundu. Sancağ-ı Şerif’in hizmetinde ve muhafazasında bulunanlara “Liva-yi Şerif Takımı” denilirdi.

Sancağ-ı Şerif (veya Livâ-yi Şerif) çıkarılacağı gün Padişah Hırka-i Saadet’de hazır bulunurdu. Sûre-i Fetih okunduktan sonra Padişah Sancağ-ı Şerif’i mahallinden çıkarıp omuzuna alarak, Hırka-i Saadet’ten itibaren iki sıra dizilmiş Enderûn halkı arasından müezzin ve hafızların tekbirleri ile geçerek Arz Odası’na girip Taht-ı Hümâyûn’un önünde hazırlanmış yerine oturturdu. O sırada müezzin ve hafızlar Fetih veya Yasin suresini okurlardı.

Okuma bittikten sonra silahdar ağa (veya kapı ağası) tarafından Bab-üs-saade’de Kapı Ağası Dairesinde beklemekte olan sadrazam, şeyhülislam ve meşâyihten biri içeriye davet olunurdu.

Padişah Sancağ-ı Şerifi alır, öper, sadrazam’a eliyle teslim eder ve kendisini sefere memur etdiğini söylerdi. Sadrazam Sancağ-ı Şerifi omuzuna alır, şeyh-ül-İslam ile şeyh efendi dua ederlerdi. Sipah ve silahdar ağalar hemen koşarak sadrazam’ın omuzunda taşıdığı Sancağ-ı Şerif’i elinden alıp ortakapı önüne kadar önünde götürürler ve sonra sadrazam’ın imamına teslim edilir ve Feth-i Şerif okunduktan sonra alayla sadrazam ve serdar-ı ekrem’in Davutpaşa’daki karargahına gidilirdi.

Padişah sefere çıkmamışsa, Ordu-yi Hümâyun’un dönüşünde sadaret kaymakamı, şeyh-ül-islâm, devlet ricâli, kazaskerler ve sefere katılmamış Kapıkulu ocaklariyle ile birlikte bizzat Davutpaşa’ya kadar gidip orada Sancağ-ı Şerifi karşılardı.

Sadrazam Padişahı görünce hemen atından inip önce üç defa yeri ve sonra Padişah’ın eteğini öper ve Sancağ-ı Şerif’i Padişah’a teslim ederdi. Sonra Padişah’ın ihsan ettiği ata biner ve bu sırada Padişah Sancağı tekrar sadrazam’a verir ve kendisi Saraya dönerdi.

Sonra sadrazam alayla Davutpaşa’dan Edirnekapı (bazan Topkapı), Saraçhane, Bayezid ve Divanyolu’ndan geçerek Saray’a giderdi. Sancağ-ı Şerif’i Bab-ı Hümâyûn’dan Ortakapı’ya kadar sipah bölüğü ağası omuzunda taşır, buradan bizzat sadrazam omuzuna alarak Arz Odası’na kadar götürüp Padişah’a teslim eder ve Sancağ-ı Şerif değerli taşlarla süslenmiş sandukasına konulurdu.

Sancağ-ı Şerife Osmanlılar tarafından büyük bir değer verilmiş ve Sancak ne zaman çıkarılırsa yedi yaşından yetmiş yaşına kadar her müslümanın onun altına toplanarak cihada iştirak etmesi farz olduğu itikadı yerleşmiştir.

d. Savaş Düzeni

Osmanlı ordusunun sefer yürüyüşünde iki üç günlük uzaklıkta Akıncılar (daha sonra Kırım Tatarları), öncü kuvveti (pişdar) olarak bulunurlardı. Onların arkasından kazmacılar yol açıp, köprü kurar, güzergâh tayini için kazıklar çakardı. Asıl ordu kapıkulu askerleri ortada, sağ ve sol kanatlarda tımarlı sipahiler olarak gelir, arkalarından artçılar (dümdar) erzak ve mühimmatı getirirlerdi. Yürüyüş gece yarısı ya da sabaha karşı başlar, öğleye kadar konaklama yerine varılırdı.

Konaklama yerinin merkezinde kapıkulu askeri ve devlet ricali birlikte (seferde ise) Padişah bulunurdu. Tımarlı sipahiler, dış çevrede dururlardı. Tımarlı sipahilerin sayıca çok daha fazla olmaları savaş düzeninde Kapıkulu Ocaklarının merkezde olmalarını gerektirmiştir. Bu merkezin sağında ve solunda iki kanat hâlinde sipahiler yer alır. Merkez, siperler, arabalar ve öne aralıklı olarak yerleştirilen toplarla korunurdu. Aslında düşmanın saldırısı burada karşılanırdı. Sipahiler ise düşman hücumunu bölmek ve geriden çevirmek için kullanılırlardı.

Timarlı sipahiler her sancakta biner kişilik bölüklere ayrılır. Her on bölük bir alay oluşturur. Her alayın komutanı alaybeyi’dir. Alay zâbitleri subaşı, çeribaşı, bayraktar ve çavuşlardır. Timarlı sipahiler ve cebelüler bağlı oldukları “alaybeyi”nin, alaybeyleri de bulundukları sancakbeylerinin ve sonuçta eyâlet valisi olan beylerbeyleri’nin emri altında toplanırlar.

Anadolu beylerbeyinin emrinde toplanan Anadolu sipahileri kargı, ok, eğri kılıç, Rumeli beylerbeyinin emrindeki Rumeli sipahileri ise, süvari mızrağı ve düz namlulu kılıç kullanmaktadırlar. Göğüslerine ve kollarının dirsekten aşağısına demir göğüslük ve kolluk takarlar, vücutlarının diğer kısımlarını zincir örme zırhla kapatırlardı. Osmanlılar Avrupalılarınkinden daha uzun namlulu ve daha büyük çaplı mermi atan tüfekler kullanmışlardır.