Gelirler akçe olarak verilmiştir.

Osmanlı toplumunu vergi vermediği için kendilerine “berâyâ” denilen “dört tarik” mensuplarıyla[285] ; geçimini tarım ve sanayi alanlarında üretim yaparak ya da ticaretle uğraşarak sağlayıp devlete vergi veren “reâyâ” sınıfı oluşturuyordu. On beşinci yüzyıldan itibaren devletin genişleyen sınırları, yöneticiler arasında ve örgütsel yapıda bazı uzmanlık ayırımları yapılmasını zorunlu kılmıştı. Yönetim ve örgütlenmenin genel kategorileri ordu, tedris, yargı, mülkiye ve mâliye idi. Başka bir deyişle ordu’nun güçlü olması, ilim tedrisatının[286] ve yargı’nın yaygınlaştırılması, mülkiye’nin nüfus ve arazî envanteri yaparak bütün ülkeyi sahiplenmesi, mâliye’nin Hazine adına gelir ve giderlerin hesabını tutmasını gerekiyordu. Bütün bu işlerin kayıtlarını da kalemiye örgütü tutacaktı. Dolayısıyla Osmanlı devletini yönetenlerin işbaşına Seyfiye[287] , İlmiye, Kalemiye ve Mâliye[288] denilen dört ayrı yoldan geldiklerini görüyoruz.

Genellikle “tarîk” bazan da “zümre” adıyla tanımlanan bu yollar temel yapı olarak ayrılırlar. Formasyon açısından İlmiyye’nin menşe’inde medrese, Seyfiyye’de Acemi Ocağı (yahut Hazırlık Sarayları veya Enderûn Mektebi), Kalemiyye Tariki’nde de devlet dairelerinde yürütülen üstâz-tılmiz ilişkileri vardır. Her üç tarik’in kendi dallarında yükselebilecekleri makamlar belirlenmiştir. Mesleğine özgü hizmetlerde terfih ederek bu makamlara ulaşmış tarik mensubları “erkân ve ricâl” seviyesine gelmiş sayılır ve yönetime alınırdı. Bu bağlamda tarikler arasında maaşlarda muadiliyet (eşdeğerlilik) sağlanmış olduğu da görülüyor.

Tarihi olayların akışı ve Osmanlı Devleti’nde yüksek düzey yöneticilerinin hayatları incelendiğinde âdetâ bir “kült” oluşturdukları görülüyor. Bu kült’e girebilmenin “ Âdab-ı Osmanîyye” diyebileceğimiz şartı, âdeta bir derviş gibi nice çileler çekip, nice imtihanlardan geçtikten sonra din ü devlete “hasbet-en-lillah” hizmet edebilecek seviyeye gelmiş olmaktır. Nitekim Kara Mustafa Paşa, Tiryâki Hasan Paşa gibi nice sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar bu yolda canlarını vermişlerdir. Aslında bu “ilk şart”ın şartı da İslâm ve Osmanlı kültürünü hakkıyla yaşamakla başlamaktadır. Dolayısıyla Osmanlı âdâbını hâiz kişiler için, yüksek seviyedeki yöneticileri oluşturan farklı zümreler ve tarikler arasında geçişler yapmak ve yeni statüler elde etmek her zaman mümkün hatta gerekli görülmüştür. Bundan dolayı Batı devletlerinin hiyerarşik düzenlerinde görüldüğü gibi, makama bağlı sistem oluşturulmamıştır.

Bununla beraber genel anlamda bakılırsa tariklerin kendilerine has bazı bünyevî özellikleri de vardı. Örneğin Kalemiye tarikinde “doğal olarak” devşirme bulunmazdı. Zira aynı yaşlardaki acemi oğlanlar henüz Türkçe konuşmayı öğrenmekte iken, İstanbul (ya da büyük taşra şehirlerinin) çocukları kalem şâkirdânı olarak devlet hizmetinde idiler. Böylece, başlangıç farkının doğurduğu bu avantajla yargı’nın, dinî öğrenim ve eğitimin denetimini ellerinde tutan ulema, başka bir deyişle İlmiye sınıfı, “İslâm kökenli” olma özelliğine de sahip ve “kapıkulu” stütüsünde değildirler. Dolayısıyla kapıkullarından farklı olarak şahsî servetleri Padişah’ın malı sayılmadığından kuşaktan kuşağa devredebilirlerdi.

Yargı örgütlenmesinin başında Anadolu ve Rumeli kazaskerleri bulunur. Oysa İlmiyye teşkilâtının (ve iftâ müessesesinin) başı da “şeyhülislâm”dır. Başka bir deyişle “şeyhülislâm” vereceği fetvalar ile Padişah’ın şer’î hukuka uygun olmayan davranışlarını engelleyebilir. Bu özelliği yüzünden ulema devlet içinde güçlü bir mevkiye sahipti. Denilebilir ki, devlette en ayrıcalıklı ve yaygın tabaka ulema idi.[289] Hatta (çok özel durumlar dışında) haklarında ölüm cezası verilemezdi. Nitekim İlmiye ve Seyfiye tarikleri işbirliği yaptığı zamanlarda Padişah’ların çok zor durumda kaldıkları görülmüştür.

Devlet örgütü içinde yetkilerin kimlere verileceği ve nasıl kullanılacağı hakkındaki kaynaklar başta Fatih ve Sultan Süleyman Kanunnâmeleri olmak üzere, ferman’lar, buyruldu’lar, adaletnâme’ler, fütüvvetnâme’ler gibi yasal metinler ile protokol kuralları koyan Teşrifât-ı Kadîme’dır.

Bu bağlamda “silsile-i merâtib” denilen ve rütbece büyüğü küçüğe emir vermeğe yetkili ve küçüğün ise büyüğe itaate zorunlu olduğu hiyerarşik genel bir düzen kullanılmaktadır. Bu düzen içinde yer alan mertebelerin her birine rütbe denilmektedir.

Osmanlı devlet örgütünde rütbe’ler bir görevi belirleyebileceği gibi, görevle ilgisiz itibarî bir unvan da olabilirler.[290]

Teşrifat-ı Kadîme’de (Devlet Protokolü’nde) öncelikler rütbe, pâye, unvan gibi sıralamalara göre yapılmaktadır. Ancak bunlar dışında rüus (yevmiye, maaş) alanların istihkaklarının derecesine göre de merâtib sıralaması yapılabilir.

Örneğin müderrisler arasında aldıkları yevmiye istihkaklarına (günlük ücretlerine) göre düzenlenmiş, derecelere ayrılmış bir “meratib” (rütbe sıralaması) vardı. Bu derecelenmede yer alan medreselerde okutulan dersler müderrislerinin yevmiyelerine göre belirlenmişti. Örneğin ders takrir ettirmeden uygulama yaptıran muallimler 3-10 akçe, kalfa (veya halife) denilen yardımcısı ise 2-3 akçe yevmiye alırdı. Asistan düzeyinde dânişmend ise 20-25 akçe gündelikli haric medreselerinin müderrisliklerinde başlayıp her aşamada sürelerini tamamlayarak yevmiyeleri 30, 40 veya 50 akçe olan “Otuzlu, Kırklı, Ellili” medreselere ve nihayet “Sahn-ı Semân” ve “Sahn-ı Süleymâniye” gibi 60 akçe yevmiyeli “altmışlı medrese”lere hatta 100 akçe gündelikli “Darülhadis” medresesi müderrisliğine kadar yükselebilirdi.

(1) Mansıb, Pâye ve Rütbe’ler

Fiilen hizmet görmek üzere bir yıllık süreler için beratla verilip şer’iye siciline, Rûznamçe-i Divân-ı Hümâyun’a işlenen Devlet görevlerine “mansıb” denilmektedir. Mansıb’lar “menâsıb-ı İlmiye”, “menâsıb-ı Seyfiye” ve “menâsıb-ı Kalemiye” olarak üç sınıf üzerinden verilmektedir. Bununla beraber İlmiye mansıbları yargı ve tedris silkleri olarak iki ayrı kolda sıralanır. Seyfiye mansıbları ise Ocak erkân ve zâbitanı ile beylerbeylik (ve sancakbeyliği) rütbelerinin karşılığı olan görevlerdir. Kalemiye mansıbları da çeşitli düzeyde yönetim ve mâliye hizmetlerini kapsar.

Bu bağlamda ele alınırsa rütbe bir mansıb değil, ancak sahibine verilmiş yetki ve sorumlulukların ölçüsüdür. Doğal gereği olarak önce Seyfiye Tariki’nde görülmüş ve sonra diğer tariklerde de kullanılmıştır. Örneğin Kalemiye rütbeleri başlangıçta yalnızca “hocalık, kapıcıbaşılık, mirmiranlık, vezir’lik”ten ibarettir. Ancak zamanla sayıca az gelen bu dört rütbe arasında kıdem, liyakat gibi özelliklerin gerektirdiği hiyerarşik ara dereceleri doldurmak amacıyla, “vezir” gibi aslî görevinden bağımsız “pâye” rütbeler de verildi.[291] Diğer taraftan Devlet görevlerine ait bazı unvanların[292] ya atanma sırasında bekleyenlere ya da hizmet belirlemeden onursal anlamda verilmesine de “pâye”[293] denirdi. Bu pâyeler zamanla rütbe niteliğine dönüştü.

Her yıl şevval ayında yapılan “umumî tevcihat” sırasında kadılık, müderrislik, başmuhasebecilik, ruznamçecilik gibi mansıblara yapılan yeni atamalarda açıkta kalanlara da “pâye aylığı” bağlanır ya da “atiye” verilirdi.

Pâye, Osmanlı sözlüklerinde “kadir, menzilet, rütbe”[294] ya da “derece, rütbe, mertebe”[295] gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Halk arasında “pâye vermek” deyimi mecaz yoliyle “rütbe” ya da “değer vermek, hürmet ve itibar etmek” anlamlarında kullanılır. Başka bir deyişle “pâye”’nin bir mansıb mı yoksa görevin gerektirdiği bir rütbe mi olduğu tam belirgin değildir. Diğer taraftan “pâye-i mansıb” ve “pâye-i mücerrede” deyimleri kullanılarak bu terime bir anlamda açıklık getirilmek istenmiştir.

Bununla beraber “pâye” denilince akla en önce “Mekke Pâyesi”, “İstanbul Pâyesi” gibi İlmiyye rütbeleri gelmektedir. Örneğin “İlmiyye pâyelerinin en küçüğü “yirmili müderrislik”, en büyüğü ise “Rumeli Kazaskerliği” idi. İlmiyye Tariki’nin başı şeyh ül-İslamlar hakkında da (İftâ kurumunu temsil ettikleri için) “Pâye-i Fetvâ” deyimi kullanılmaktadır.

(2) Rüus’lar

Hizmetlerinin karşılığı dirlik sistemiyle karşılanan (vezir, beylerbeyi, Sancakbeyi gibi) Timar ve Zeamet sahipleri dışında kalan Devlet hizmetleri ile Hazine ve vakıf kurumlarından maaş alan bütün görevlilere verilen inha (görevlendirme) belgesi’ne kısaca “rüus” denirdi. Bu belgeler Divan-ı Hümayun Rüus Kalemi’nde “Rüus Defteri”ne kaydolunurdu.

Rüus’lar genel olarak üç gurupta toplanabilir.

1 - Rüus Kalemi rüusları: Şeyhülislam’ın, İstanbul, Eyüp, Galata, Üsküdar kadılarının, Babüssaade ağası, Yenisaray ağası ve Enderun serkilercisi’nin yönetimine bırakılmış vakıflar ile Anadolu’daki diğer vakıflarda görevli olanların ve kale muhafızlarının rüuslarıdır.

2 - Ordu rüusları: Sadrazam’ın yönetimine bırakılmış vakıflarda görevli olanlar ve sefer sırasında Sadrazam’ın inha ettiği (görevlendirdiği) Kapıkulu Süvari Bölüklerine, Cebeci, Topçu, Toparabacı, ulûfeli müteferrikalara ait rüuslar’dır.

3 - Rikâb rüusları denilen “Kapıcılar, Avcı bölükleri, Divan-ı Hümayun katipleri, çaşnigirler, İstanbul’da bulunan divan çavuşları ve emekli müteferrika’lar”a ait Küçük ruznamçe rüusları ve “Saray aşçıları, alemdarlar, mehterler, Divan-ı Hümayun sakaları, Hassa çamaşırcıları, Saraya mensup ehl-i hiref (sanatkarlar), Eskisaray ve Galata Sarayı kapıcıları, Anadolu kalelerindeki zabitler, Tersane mensupları, Saray tabib ve cerrahları, esnaf kethüdaları ve mukataa katipleri”ne ait Piyade rüusları’dır.

Bununla beraber İlmiye tarikinde medrese tahsilini tamamlayıp “mülâzim” olanların isimleri önce “Ruznamçe-i Hümayun”a kaydolunurdu. Bundan sonra sınava girerek kazananlara verilen berat’a da rüus denilmektedir. “İbtida-yi hariç rüusu”da denilen bu rüusu alanlar “İbtidâ-yi Haric” medreselerine “müderris” atanmaktadırlar. Daha sonra bekleme ve görev süreleri dikkate alınarak sırası gelenler “terakki” ettirilerek “Dahil ve Sahn” medreselerinin müderrisliklerine atanırlardı.

Diğer taraftan Padişah ya da yetkili kimse tarafından bir kimseye rütbe ve pâye verilmesi için hazırlanan “Buyruldu”ya da “rüus emri” denilmektedir. Rütbe ve mansıb’lar ile ilgili berat ve fermanlardan gerekli harçların alınarak kayda geçirilip rüus’ların sahiplerine verilmesi görevi ise “Rüus-i Hümayun Kesedarı” tarafından yapılmaktaydı.

(3) Tevcihât (Atamalar)

Yüksek memuriyetlerin ibka’sı (devamı) veya yeni tevcihler (tayinler) her yıl yapıldığı için bu tayinlere “Tevcihât-ı Mu’tâde” denirdi. Diğer taraftan Padişah’ın vefatı ya da halledilmesi durumunda sadarazamla beraber (şeyhülislâm dışında) ayrıcalıksız bütün memurları azledilmiş sayıldıklarından yeni Padişah’ın tahta geçmesinden sonra yeni bir sadrazam tayin etmesi ve onun tarafından bütün görevlere yeniden atamalar yapılmasına “Tevcihât-ı Umûmiye” denirdi.

(a) Tevcihât-ı Mu’tâde

Her yıl Şevval ayının ilk haftasında sadrazam dışında vezirler, beylerbeyi’leri, sancakbeyleri, devlet ricali, Ocak ağaları ve Divan-ı Hümâyûn hacegânı görevlerinden alınmış sayıldıklarından, bütün bu görev yerlerine yeniden yapılan atamalar da “Şevval Tevcihâtı”[296] olarak anılırdı.

Seyfiye ve Kalemiye tariklerindeki atamalar sadrazam’ın arz ve buyruldu’suyla yapılırdı. İlmiye tarikindeki tayinler, şeyhülislâm’ın arz’ı üzerine sadrazam’ın “Mucebince tevcih olunmak buyruldu” veya “İşaretleri mucebince tevcih olunmak buyuruldu” derkenarı ile olurdu.

Şevval ayı yaklaşınca sadrazam yüksek memurlar arasında yapmak istediği değişiklikleri “ibka” veya “tevcih” ibareleriyle gösteren iki veya üç cetvel hazırlayıp bir “telhis” ile Padişaha arz ve takdim eder. Padişah bu tayinlerde değişiklik yapmak isterse düzeltmeler yaparak cetvelleri iade eder. Sadrazam da bu yeni şekil üzerine yeni bir cetvel yaptırıp tekrar arz ile Padişah’ın muvafakat irâdesini alır. Bu son cedvelin üzerine Padişah hatt-ı dest’iyle (kendi el yazısiyle) tevcihata müsaade ettiğini beyan ederdi. Bununla beraber Padişah tâyin cetvellerini genellikle aynen kabul eder, ya da bazan bir iki ismi değiştirip iade ederdi.

Görevlerinde bırakılan ya da boşalan yerlere yeni atananlara rütbelerine uygun olarak “hil’at-ı zerrîn”[297] , “hil’at-ı hass ül-has”[298] veya “hil’at-ı fâhire” giydirilirdi. Hil’at giymesi gerekmeyen daha alt rütbelerde bulunanlara da “hil’at baha” denilen hil’at bedeli verilirdi.

n Pişkeş ve Câize’ler

Başta Sadrazam olmak üzere vezirler, eyâlet valileri ve belirli ricâl ve devlet erkânı tarafından her yıl Nevruz münasebetiyle Padişah’a “hediyye-i nevruziyye” [299] denilen armağanlar takdim edilmesi kanundu.[300]

“Bâb üs-Selâm” kapıcılarının âmiri aynı zamanda “Pişkeşci-i Şehriyâri” unvanıyla Saraya gelen hediyeleri Padişah adına almakla görevlidir. Pişkeşci-i Şehriyâri, elçilerin getirdikleri pişkeşi Divan’da vezirlerin önüne getirir, teşhir ederdi.

Büyük memuriyetlere atananlar teşekkür için Padişah’ı dâmenbûsi’ye (eteğini öpmeğe) geldikleri zaman pişkeşci, bunların önüne düşüp merâsim ve teşrifata ait usulleri yönetir ve bu hizmeti karşılığında kendisine hediye ve para verilirdi.

Sadrazamlar, büyük memurlar ya da kendisine bazı görevlere atama yetkisi verilmiş ağa ve diğer âmirler atadıkları memurlardan “sah ve mezûniyet alâmeti” olarak âdeta resmî anlamda “câize”[301] alıyordu.

Bu bağlamda hatta Padişahlara bile «tuğ-i hümâyûn câizesi» [302] denilen bir câize veriliyordu. Memurların tayinleri her yıl “tevcihat-ı mutâde” sırasında yenilenmesi gerekeceğinden câize’nin de yalnız tayin sırasında değil, görevinde ibka edilenler için, diğer vergiler gibi her yıl tekrarlanarak alındığı anlaşılıyor. Hatta memurlar, kendilerini atayan mercilere her sene câize benzeri “ubûdiyet, Ferman harcı, evâmir harcı, tebşiriyye, harc-i behâ, kudûmiyye, hediye-i beha, bohçabeha” namlariyle daha başka paralar, hediyeler de vermektedirler.

(b) Hil’at-ı Umûmî

Padişahlar vefat ettiklerinde ya da şeyhülislâm fetvâsiyle hal’ olunduklarında (tahttan indirildiklerinde) Sadrazam başta olmak üzere bütün devlet memurları da “azledilmiş” sayıldıklarından “Hil’at-ı Umûmî” yapılırdı.

Yeni Padişah’ın cülûs töreni ardından kendi seçtiği sadrazam’a hil’at-ı fâhire giydirilir, bu sırada Mühr-i Hümâyûn teslim edilirdi.

Bundan sonra Paşa Kapısı’nda yapılan törende görevleri yinelenen ricâle de yeni sadrazam’ın huzurunda reis ül-küttab ve teşrifatî efendi (teşrifatçı) tarafından beratları okunur, kaftancıbaşı tarafından da “ibka hil’atı” giydirilirdi.

“Tevcihat-ı umûmî” sırasında eski Padişah’ın zamanında verilmiş beratlar da yenilenirdi.

g. Dîvân-ı Hümâyûn

Teşkilât tarihimiz açısından “Dîvân” kısaca “Padişah’ın ya da vekili olan vezir-i âzam’ın huzurunda, merkezî yönetime ait devlet maslahatının, önemli iş ve sorunların, halktan gelen şikayetlerin ve davaların görüldüğü, taşra yönetiminin ve tüm kamu hizmetlerinin denetlendiği, devletin gelir ve giderlerinin düzenlendiği meclis” demektir.[303]

Fatih Kanunnamesi’nde Dîvân üyelerinin oturacakları yerleri belirlenmiştir.[304] Sadrazam sedir üzerinde ortada, sağında vezirler, solunda sırasıyla Rumeli ve Anadolu kazaskerleri otururdu. Bu yerleşim dışında yine sağ tarafta nişancı yalnız olarak, sol tarafda da üç defterdar otururdu. Onların gerisinde Dîvân hocaları halifeler ve şakird’leri otururlardı. Sadrazam, Dîvân’a nişancı, defterdarlar, kazaskerler, vezirler geldikten sonra gelir ve oturum açılırdı. Dîvân’da özel olarak davet edilmedikce şeyh ül-İslam bulunmazdı.

Padişah isterse sadrazamın arkasında “Kasr-ı âdil” denilen kafesli yerde kendisi görünmeden Dîvân görüşmelerini dinlerdi.

Dîvân kalemi de Beylikçi, Tahvil, Ruûs ve Amedî kalemleri olmak üzere dört daireye bölünmüştü. Bu dairenin başı reisülküttab’tır. Bürokratları tezkireciler ve çavuşbaşı’dır. On yedinci yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin yönetiminin ağırlık merkezi, Padişah’tan ve Saray’dan, sadrazam’a ve Sadrazam Dairesine (Bâbıâli’ye) kayınca bütün bu daireler, büyük değişikliklere uğradı, bu arada işlevlerinde de önemli değişiklikler oldu.

Dîvân’ın diğer görevlileri, kâtipler, vakanüvis, infaz çavuşları, cellât ve yamakları ile kapıcılardır.

Fatih’e kadar Dîvân’a Padişahlar başkanlık ederken, önce Padişahın bir perde veya kafes arkasından dinlemesi biçimine geçilmiş, Yavuz Selim ve Kanunî’den sonra da tamamen bırakılarak Dîvân-ı Hümâyûn Veziriâzâm’ın başkanlığında toplanmaya başlamıştır.

Padişah nerede ise Dîvân’ın da orada kurulması kanundur. Dolayısıyla Padişah’ın bizzat iştirak ettiği seferlerde Dîvân, ordugâhlarda kurulur ve Dîvân üyeleri de, İstanbul’da yerlerine “kaim-i makam”lar bırakarak sefere katılırlardı. Bununla beraber seferde olan yalnızca sadrazam ise, üyeleri İstanbul’da kalan Dîvân’a da Padişah başkanlık ederdi.

Dîvân-ı Hümâyûn kanun yapma, yüksek yargı ve icra yeridir. Osmanlı Devleti uyruğu olan herkes için hemen her konuda Dîvân’a yakınma ve başvurma yolu açıktır. Dîvân’da duruşmalı yargılama (murafaa) ve duruşmasız yargılamalar, gereken soruşturmalar yapılarak karar verilir. İdam ve tâzir cezaları hemen uygulanır.

Padişahın fermanları, emirleri, buyrulduları gibi “özel yasalar” niteliğinde olanlar dışındaki genel kanunları da Dîvân hazırlar.

“Müfettiş-i hükkâm”lar vasıtasıyla kadı ve nâiblerin çalışmalarına genel yargı denetimi yapar. Örfî davalarda “değiştirilemez” kesin hüküm alma yeridir. Mahkeme ve idarî kararların düzeltme (temyiz edilme) yeridir.

Dîvân’ın siyasî ve idarî görevleri ise “Din-i Mübîn’e karşı olan hareketlerin yok edilmesi, teşebbüs edenlerin cezalandırılması, konar-göçerler dışında yerleşik yurtlarını terk edenlerin eski yerlerine döndürülerek nüfus hareketlerinin kontrol altında tutulması, gayrimüslim ülkelere karşı “İlây-ı Kelimetullah” ilkesinin uygulanması, komşu devletlerin herhangi bir tecâvüzünde misliyle mukabeleye hazır olunması”dır.

Din, vakıf, eğitim ve tüm idârî hizmetlerde, (örneğin bazı konularda zimmî’lere yapılan) mezâlimin önlenmesi, nüfus listeleri yaptırılması, buhranlı dönemlerde tedbirler alınması, mahkeme sayısını yeterince arttırılması ve her yıl Şevval ayında tevcihlerin (atamaları) yapılması Dîvân’a aitir.

Hazine’den para çıkması ve vergi tahsilâtı işlerini düzenler. Dîvân-ı Hümâyûn’un vergi salmak, çeşitli iktisadî-malî işlerde karar almak ve malî yargı yapmak yetkisi de vardır. Bu yönüyle günümüzdeki Sayıştay görevini üslenmiştir.

Dîvân-ı Hümâyûn yöneticiler hakkında ya Padişah’a “arz” yoluyla doğrudan doğruya, ya da kıyafet değiştirip halk arasına girerek (ki birçok halk öyküsüne konu olmuştur) yahut casus görevlendirip bilgi toplayarak çeşitli dolaylı yollarla denetimler yapabilmektedir.

Yüzyıllar boyunca haftada dört kere toplanan Dîvân-ı Hümâyûn’da devletle ilgili bütün işler görülür ve herkes doğrudan doğruya başvurabilir. [305]

Kur’an’da belirtilen “Müellefe-i kulüb”emrini kalpleri İslamiyet’e ısındırmak, alıştırmak için vezir-i âzam huzurunda Müslüman olmak isteyen bir gayrimüslime para ve elbise verilir ve sonra mirî cerrah’a sünnet ettirilirdi. [306]

n Yetkiler Hiyerarşisi

Dîvân-ı Hümâyûn’u bazı yönleriyle parlamenter sistemlerdeki kabine’ye de benzetmek mümkündür.[307] Dîvân-ı Hümâyûn’u Padişah adına yöneten, mühürünü haiz vekili sadrazam’a bazı yetkiler verilmemiş, bazıları ise kısıtlanmıştır.[308] Örneğin mâli konularda başdefterdar’ın yetkileri sadrazam’dan fazladır. Ancak sadrazam’la görüşmeden re’sen, kendi başına karar veremez. Her konuda önemli işler en yüksek yetkilileri olan erkân Dîvân’a çağrılarak ve onların da görüşleri alınırdı. Bununla beraber Padişah’ın vekili olan sadrazam Dîvân üyelerinin oylarına karşıt karar da verebilir. Ancak Dîvân’da alınan kararlar Padişah tarafından onaylanmazsa geçerli olamazlar.

“İlmiye tariki”nin başı ve “İftâ” kurumunu temsil eden şeyhüislam yaptığı hizmet açısından “müfti” (danışman) sayılır ve Dîvân-ı Hümâyûn üyesi değildir. Ancak teşrifatta sadrazam ile (hemen hemen) eşdeğerdedir. Dolayısıyla uygulamada sadrazamla aralarında yetki karşıtlıkları, girişimleri meydana gelmez. Bununla beraber Padişah bütün kararlarında Şer’e uymak zorunda olduğundan, Dîvân toplantıları da bu bağlamda şeyhülislam’ın manevî denetimi altında sayılır.

(a) Dîvân Erkânı

Dîvân-ı Hümâyûn’un asıl üyeleri veziriâzâm, Kubbealtı vezirleri[309] , kazaskerler, nişancı, defterdarlar ve (İstanbul’da bulunuyor ise) Rumeli beylerbeyi’dir. Yeniçeri ağası ve kaptan paşa (Kapudan-i Deryâ) gibi görevliler ancak “vezir” rütbesi alırlarsa Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olabilirlerdi.

Yeniçeri ağası ocak işleri ve İstanbul’un asâyişi konularından sorumlu idi. Diğer taraftan Dîvân-ı Hümâyûn üyesi olmadıkları halde İstanbul’da bulunan görevli veya görevden ayrılmış olan (ma’zûl) beylerbeyi düzeyindeki kişiler Dîvân’a katılmak zorundaydılar.

“Müfti’l-en’âm” ünvânıyla anılan ve İlmiyye tarîkinin başı olan şeyhülislam Dîvân âzâsı değildir. Dolayısıyla toplantılara katılmaz. Şeyhülislâm yargı yetkisine de sahip olmadığından yargının başı olan Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri Dîvân’da hem ulemâ’yı temsil ediyorlar, hem de şer’î sorunları çözümlüyorlardı. Şeyhülislâm ancak görüşüne gerek duyulduğunda Dîvân’a davet edilir, reyi alınırdı. Böylece kanunların hazırlanması ve yönetimle ilgili kararların alınması sırasında Padişahın vekili olan sadrazamla Osmanlı ülkesinde en yüksek manevî otorite olan ulemanın başı şeyhülislam’ın birbirlerine karşı yetki tecâvüzünde bulunmaları önlenmek istenmiştir.

n Defterdarlar

Başdeftardar Dîvân üyesidir ve Hazine’nin gelir ve giderlerinin tümünden haberdardır. Dîvân-ı Hümâyûn’a Rumeli defterdarı Mâliye örgütünün başı ve başdefterdar olarak giriyordu. Teşrifat’da “Şıkk-ı evvel defterdarı” unvanıyla Anadolu defterdarı’nın önünde gelirdi. On yedinci yüzyılın ortalarından sonra diğer iki defterdar, Şıkk-ı Sâni (Anadolu Defterdarı) ve Şıkk-ı Sâlis defterdarları (İstanbul ve Kıyılar Defterdarı) başdefterdarın yardımcısı durumuna geldiler.

Ancak her üç defterdar da Dîvân üyesidirler. Toplantılarda sadrazamın solunda ve kazaskerlerin alt tarafında otururlardı.

n Yeniçeri Ağası ve Kapudan Paşa

Yeniçeri ağaları On yedinci yüzyıldan itibaren da üç tuğlu vezir pâyesine yükseltildi. Devamında “vezir” pâyesiyle kaptanpaşalığa, hatta ağalıktan doğrudan Sadrazamlığa getirilenler oldu. Veya bir kubbealtı veziri kendisine «Ağapaşa» unvânı verilerek “Yeniçeri ağası” tayin edilirdi.

On altıncı yüzyılın sonlarından itibaren kaptanpaşalar görevlerine vezirlik pâyesiyle atandıklarından, artık Dîvân-ı Hümâyûn’un doğal üyesi sayılmaktadırlar. Bundan ötürü eğer deniz savaşı ya da yıllık mutad Akdeniz Seferi’nde değillerse, Dîvân toplantılarına katılırlar. Ayrıca her cuma günü sadrazam’la görüşürlerdi.

Dolayısıyla On yedinci yüzyıldan sonra Yeniçeri ağaları ve kaptanpaşalar Dîvân’ın sürekli üyesi olarak görülebilirler.

n Kazaskerler

Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûn’un Şer’i meseleler hakkında hüküm vermeğe yetkili üyeleridir. Teşrifatta Rumeli kazaskeri Anadolu kazaskerinin önündedir.Terfi ederek şeyhülislâm olurdu. Dîvân toplantılarında Rumeli kazaskeri sadrazamın sağında, Anadolu kazaskeri, kendisinden daha aşağı kabul edildiğinden Rumeli kazaskerinin alt yanında otururdu. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında Şer’i ve hukuki davalarda Anadolu kazaskeri ancak sadrazam izin verirse dava görebilirdi. Kanun gereği kazaskerler haftada dört gün Dîvân toplantılarından sonra vezirlerden önce Arz’a girerlerdi.[310]

Kazaskerlere Şer’î şerif’le ilgili dava hükümlerinde Padişah adına tuğra çekmek izni verilmişti.[311] Dîvân toplantılarının dışında, salı ve çarşamba günleri haricinde kendi konaklarında Dîvân kurup yetki alanlarına giren dava ve işlere bakarlardı. Sadrazamlar gerek görürlerse ya da bir şikâyet olursa kazaskerlerin yaptığı işleri, emekli ya da ayrılmış bir kazaskere denetletirlerdi.[312]

n Kubbealtı Vezirleri

Fatih Kanunnâmesi’nde vezir’Ierle vezir-i âzam için şu kayıt vardır: «Vezir-i Âzam vezirlerle ümerâ’nın başıdır, cümlesin ulusu odur. Bütun işlerin vekilidir. Malımın vekili defterdarlarımdır. O, nâzırıdır. Oturmada, durmada, mertebede “Vezir-i Âzam” cümleden mukaddemdir.»

Vezirlik rütbesi ilk devirlerde «beylerbeyi» likte temayüz edenlere verilir ve “Kubbealtı”nda toplanan «Dîvân-ı Hümâyûn» a iştirak ettiği için “kubbenişîn” denilirdi.

Kubbealtı vezirleri “vezir-i sâni, vezir-i sâlis, vezir-i râbi, vezir-i hâmis, vezir-i sâdis...” biçiminde anılırlardı. Birinci vezir “vezir-i âzam”dır. Böylece vezirlerin birbirlerinin desteği anlamında hiyerarşik bir sıra izledikleri görülüyor.

Sultan Süleyman zamanında kubbealtı vezirlerinin sayısı dokuzu geçmemişti. Sonraları sayıları çoğalarak valiliklere de vezirler gönderilmiye başlandı ve giderek hemen bütun valiler vezirlerden nasbedilir oldu. Hattâ bir iki sancak birleştirilerek bir vezire tevcih edilmek adeti de ortaya çıktı. Daha sonra kaptan paşa, defterdar ve nişancılara da vezirlik verildi.

On altıncı yüzyılın son yarısından itibaren Merkez’deki vezirlerin sayısı on bire kadar çıktı. Üstelik eyâletlerdeki vezirler de çoğalmıştı. Kubbealtı’na mahsus bir mesned olan vezirlik bir pâye biçimine dönüşmüş ve kubbenîşin olmak da “mansıb” hâline gelmişti.[313]

Zaten bu tarihlerden sonra kapıkulu ocaklarına maaş vermek dışında Dîvân’ın bütün işleri Paşakapısı’nda görüldüğünden kubbe vezirlerine de gerek kalmamıştır.

Kendisine ilk defa vezirlik verilenler Arz’a girdiği zaman yalnızca sâde hass’ ül has hil’at giydirilirdi. Sefer sırasında vezirlerin davetsiz olarak Padişah huzuruna girme yetkileri vardır. [314]

(b) Dîvân Görevlileri

Dîvân görevlileri üye değillerdir. Bunların hâcegân sınıfından olan bir kısmı görevlerinin gereği Dîvân üyeleriyle birlikte kendilerine ayrılmış yerlerde otururlar, diğerleri toplantılarda ayakta hizmet ederlerdi.

n Çavuşbaşı

Dîvân-ı Hümâyûn’da reisülküttaba teşrifat yardımcılığı yapan çavuşbaşı diğer Saray çavuşlarının âmiridir. Padişahın ya da sadrazamın huzuruna çıkarılacak elçilere protokol’de eşlik ederdi. Dîvân toplantılarında elinde gümüş değnekle kapı yanında ayakta durur. Dîvân-ı Hümâyûn âcil kararlarını yerine getirmek, çalışmaların hizmet ayrıntılarına takılmadan yürümesini ve güvenliği sağlamak başlıca görevleriydi. Galebe Dîvânlarında ve diğer günlerde Saray Mutfağı’ndan Dîvân üyelerine çıkarılan öğle yemeklerine nezaret ederdi.

Ayrıca, halkın verdiği dilekçelerin Dîvân’a iletilmesine aracı olur ve “mürafaa”[315] taleplerini düzenlerdi. Fatih Kanunnâmesi’ne göre, Dîvân kararlarını Sadrazam’ın mührü ile onayladıktan sonra buyruldu’ların yazıldıkları eyâlet ve sancaklara bildirilmesini sağlar. Her akşam Defterhane’yi mühürler. Görevden alınan şeyhülislam’lara azilnâmelerini tebliğ eder, yeni atananları alayla Saray’a götürürdü.

Çavuşbaşılık[316] makamı Dîvân-ı Hümâyûn’un yanındadır. Çavuşbaşı kisedarı, çavuşlar emini ve çavuş katipleri gibi yardımcıları burada birlikte bulunurlardı.

n Kapıcılar Kethüdası

Genellikle Enderun ağaları arasından seçilen Kapıcılar kethüdası aynı zamanda bir Saray nazırı’dır. Dolayısıyla gümüş asalarıyla Dîvân’ın kapısında durarak Dîvân toplantılarında hizmet ederdi.

Dîvân erkânını Babüsselam’da (orta kapı) karşılarlar, Dîvân’a getirirlerdi. Dîvân üyelerine verilen öğle yemeğini düzenlemekle de görevlidir. Beylerbeyi ve vezirlere verilecek gizli emirleri iletmek, sadrazamların atanmasında ya da görevden alınmaları sırasında, Padişah’ın mühürlerini vermek veya geri almak görevi vardı. Atanan sadrazam İstanbul dışındaysa mührü onun yanına götürürdü. Cuma ve bayram namazlarında halkın dilekçelerini toplayıp Padişah’a iletirdi.

Yabancı elçilerin kollarına girerek Padişahın huzuruna çıkartır, devlet adamlarının idam fermanlarını gerçekleştirilmesini sağlardı.

(c) Hâcegân

Dîvân-ı Hümâyûn kalemi yöneticisi yüksek görevli memurlara Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn denilirdi. Reisülküttab çok yoğun ve önemli olan işlerini mâiyetindeki hâcegân ve diğer memurlarla yürütür.

Gerek “menasib-i sitte” olarak bilinen “nişancılık, başdefterdarlık, şıkk-ı sâni ve sâlis defterdarlıkları, reisülküttablık ve defter eminliği”nin hâcegân unvanının son kademeleri olması ve gerekse oradan vezirliğe kadar yükselmek mümkün olduğundan, hâcegânlık Kalemiye’nin önemli rütbelerden biri sayılırdı.

“Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn” zümresinden olabilmek için de Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinde sırasıyla “şakirdlik (stajyerlik), kâtiplik, halifelik yapmış olmak gerekirdi.

Reisülküttab’dan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kalemi’nin en yetkili görevlisi “beylikçi-i Dîvân-ı Hümâyûn” idi. “Kanuncu, ilâmcı ve mümeyiz” beylikçi’nin emrindedirler.

Dîvân tezkirecisi terfi edince “vezir tezkirecisi” ve daha sonra mektupçu, beylikçi olur ve bu görevden reisülküttab’lığa atanırdı.

«Büyük ve küçük tezkireciler» yazılı işleri sıraya koyarlar. Dîvân-ı Hümâyûn’a arz edilmiş olan dilekçeleri sadrazam’ın ve diğer üyelerin önünde yüksek sesle okurlar. Müzakere sonucunda gereken yerlere gönderilmek üzere Dîvân-ı Hümâyûn kaleminde havalelerini yaptırırlardı.

Evrakı saklayıp korumak, evraka reisülküttab’ın buyrultu işaretini koyarak gideceği yere reis ül-küttab kesedarı sevkederdi. Sadrazam ile birlikte sefere çıktıklarında, yerine merkezde vekâleten “rikâb reisi” unvanıyla bir kaymakam bırakılırdı.

Hâcegân-ı Dîvân-ı Hümâyûn tâyînleri de her sene şevval ayının ilk yarısında yapılır, “Şevval tevcihleri”nde Sadrazamın tevcihat pusulasıyla ya “ibka” (görevde kalır) ya da (görevlerinden) “azl” edilirlerdi. Göreve atananlar önce hilat giyerek sadrazam katına çıkarlardı. Görevlerinden alınanlar rütbelerini korurlar ve geçimlerine yardım olmak üzere derecelerine göre Padişah katından “atiye” alırlardı.

n Nışancı

Nışancı (tevki’î)’ kanun olacak telhisleri bizzat kaleme almakta, kesinleşerek yürürlüğe giren fermanlara da “Tuğra” çekmekle görevliydi. Benzetme yapılarak kendisine “müftî-i kanun” da denilirdi. Çünkü yeni çıkan örfî (ya da Padişahî) kanunlarla eskileri arasında çelişki olmamasından sorumluydu.

Ferman, berat ve diğer resmî evrak, defterdar ve reis-ül-küttab tarafından mâliye ve hâriciye (dış işleri) açısından kontrol edildikten sonra sadrıâzam’a götürülür ve bir daha incelendikten sonra ya sadrıâzamın kendi eliyle veya tezkirecisi tarafından üzerine «sahihtir» kelimesinin kısaltılmış şekli olan «sahh» işareti konarak nişancıya gönderilir, nişancı bu belgenin daha önce sâdır olmuş kanunnâme ve ahidnamelerle çelişmediğini kontrol eder, bir aykırılık bulmazsa tuğrasını çekerdi.

Bir günde çekilmesi gereken tuğraların çokluğu karşısında vezirler de Nişancılara tuğra çekmekte yardım ederlerdi. Sonraları yanlarına tuğrakeş veya «tuğranüvis» denilen hattat yardımcılar verildi.

n Reisülküttab

“Reis efendi” olarak da bilinen reisülküttab, Dîvân-ı Hümâyûn kalemlerinin tek ve en yetkili yöneticisidir.

Reisülküttab fiilen Dîvân-ı Hümâyûn’da görevli olmakla beraber Dîvân üyesi değildir. Dîvân işlerini tüm ayrıntılarıyla çok iyi bilmesi gerektiğinden, reisülküttab’lık devletin en önemli ve eski mansıpları olan “menâsıb-ı sitte” (altı mansıb) arasında yer almaktadır. Yine de On yedinci asır sonlarına kadar giderek önemleri artmakla birlikte reisülküttâb’lar nişancı’nın maiyetinde kalmış ve kendi kariyerinde devam ederek Nişancılık makamına yükselebilmiştir.[317]

Reisülküttâb’ın sıradan işleri Dîvân-ı Hümâyûn’dan çıkan hükümleri ve beratları düzeltip işlemlerini tamamlamak, sicilini tutmak ve yerlerine göndermek, resim ve harçlarını tahsil etmek, asıllarını arşivlemek; Dîvân toplantılarından önce telhis kesesini hazırlamak ve Sadrazamın sağ yanına bırakmak, gayrimüslim devletler ve reâyâ ilişkilerini araştırmak, gizli yazıları yazmak, rüûs ve telhisleri hazırlamak, yabancı devletlerden Padişaha ve sadrazama gelen mektupları Türkçeye çevirtmek ve cevaplarını hazırlatmak, kesinleşen hükümlere “buyruldu” işareti (sah ve resid) koymak, her yıl boşalan tevcihat listelerini hazırlamaktır.

(d) Dîvân Kalemleri

Dîvân-ı Hümâyûn kaleminlerinde Dîvân-ı Hümâyûn toplantıları için gereken belgeler hazırlanmakta, kayıtlar tutulmaktadır.

Bunlar dışında fermanlar, beratlar (ruhsat ve imtiyazlar), menşûr (vezirlik beratları), dış ülkelerle yapılan muahede (antlaşma) ve mukaveleler (anlaşmalar); Hatt-ı hümâyûn’lar (Padişahın el yazıları), ordu ve donanma ile ilgili yazılar, emir ve hükümlerin suretleri (Ahkâm defterleri), Seyfiye tarikine verilen maaşların icmalleri (Mevâcib defterleri) tutulur.

Bunlar dışında Defter-i Hakânî’de tutulan Tahrir defterleri, Mâliye’nin tuttuğu gelir, gider ve demirbaş defterleri, Fetvâhâne belgeleri ve (kadılar tarafından tutulan ve hükümler, ilâmlar, vakfiyelerin yer aldığı) şer’iyye sicili defterleri vardır.

n Beylikçi veya Dîvân Kalemi

Karara bağlanan konular sınıflandırılır, sicillere kaydedilir, gerekli yerlere ve kalemlere havaleleri yapılırdı. Uygulamaya girecek ferman ve beratlar hazırlanırdı.

Beylikçi Kalemi kesedarı evrakın yazılmasını ve devam eden muamelelerini takip ederdi. Mümeyyiz, kalemdeki katiplerin yazdıkları yazıları tetkik ederdi. “Kanuncu” Padişah adına Dîvân’da hazırlanan emir ve hükümlerin mevcut kanunlara aykırı veya karşı olup olmadığına bakar, “İ’lamcı” karar sürecini irdelerdi.

Beylikçi Kalemi’nde tutulan defterler arasında Nâme-i Hümayun, Mühimme, Mühimme Zeyli, Mühimme-i Mektüm, Mühimme-i Mısr, Atîk Şikayet, Mukavelename, Nefiy ve Kısas, Kale-Bend, İmtiyaz, Mukteza, Ahkam, Şehbender, İzn-i Sefîne, Kilise, Gayrimüslim Cemaatleri, Tevcihat, Tekaüd defterleri sayılabilir. Dîvân tarafından istenilen defterleri serdefterci nezaretinde defterciler hazırlayıp getirirlerdi.

Dîvân-ı Hümayun’da alınan kararların müsveddeleri Beylikçi Kalemi’nde hazırlanırdı. Önce beylikçi ve sonra reîsülküttab tetkik eder ve temize çekilir, sadrazam’ın “sah”ı alındıktan sonra tuğra çekilmek için nişancıya gönderilirdi. Padişah’ın bizzat karar vermesi gereken hususlarda ferman çıkarılmak için önce sadrazam bir telhis’le Padişah’a durum özetlenirdi. Padişah’ın kendi “hatt-ı dest”i ile verdiği karara göre hareket edilirdi

n Rüûs (Nişan) Kalemi

Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve yüksek dereceli ulema dışındaki devlet görevlilerin sicil ve özlük işlerini görürdü.

n Tahvîl Kalemi

Vezirler, beylerbeyleri, sancakbeyleri ve yüksek dereceli ulema’nın atanma, bağışlanma ve gönderilme gibi sicil ve özlük işlerini görürdü. Boşalan tımar ve zeametlerin başkalarına devri işlemleri yapılırdı.

n Amedî Kalemi

Reisülküttab’ın özel kalem’idir. Burada sadrazam adına Padişah’a “telhis ve takrir-i âli”ler[318] yazılır. Antlaşmalar, anlaşmalar, elçiliklerle yazışmalar yine bu kalemde hazırlanır ve saklanır. Ayrıca tımar ve zeamet gelirlerinden alınması gereken rüsûm da yine bu kalem tarafından toplanır. Tahsil edilen rüsum karşılığnda verilen belgenin üzerine Farsça “amed” (geldi) yazıldığından kaleme “Amedî Kalemi” , baş halifesine de amedci, amedî efendi denirdi. Katip sayısı zamanla 30’a kadar yükselmiştir.

Bu kalemlerden başka Teşrifatî (Protokol işleri) ve devletin resmî kronikörlüğünü yapan Vakanuvislik kalemleri de vardı.

(e) Toplantılar

Dîvân, Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri olmak üzere haftada dört gün toplanırdı. [319] Genellikle sabah namazından sonra başlayan Dîvân toplantıları öğle yemeği ile son bulurdu. Alınan kararları bildirmek üzere sadrazam yemekten sonra Padişahın huzuruna çıkardı.

Ordu’nun sefere gidişi ya da seferden dönüşü, bayram günleri, saltanat değişikliği gibi durumlarda Dîvân Kubbealtı’nda olağanüstü toplanırdı.

n Açılış Merâsimi

Toplantı yapılacak günlerde Dîvân erkânı, sabah namazından sonra Bâb-ı Hümâyûn (Topkapı Sarayı’nın birinci kapısı) önüne gelirler. Kapılar, Kapıcılar Ocağı neferleri tarafından İftitah[320] merasimi ile açılırdı.

Yeniçeri erleri arkalarını Bâb-ı Hümâyûn’a verip sıralar halinde, bunların önüne de yine bir sıra yazıcılar dizilirdi. Dîvân üyeleri, Ocak ve bölük ağaları da Sarayın birinci kapısı önüne gelip sıralanırlardı. Herkesten sonra kubbe vezirleri gelir, Yeniçeri ağası her Veziri, atını biraz ileri sürerek selâmlar, sonra geri dönüp yerine gelirdi. Ocak duacısı gelip Yeniçeri ağasının durduğu yerin önünde dua eder, bittikten sonra kapı açılır ve önce kapıcılar kethüdâsı, peşinden reisülküttab ve Dîvân erkânı düzen içinde içeri girilirdi.

Ek Tablo: 4
ERKÂN VE RİCÂL MERÂTİB DİZİSİ