(
I. “MELEK” KELİMESİNİN ETİMOLOJİK YAPISI VE BAZI DİLLERDEKİ KARŞILIKLARI
“Melek” kelimesinin İbrânice’deki karşılığı “göndermek” manasına gelen “lo’ah” kökünden türemiş olan “mal’ah” kelimesidir. Bu kelime, “Tanrının arzusunu yerine getirmek üzere gönderilen bir elçi”, “Tanrı ile insan arasında bir arabulucu” manalarını ifade etmektedir.[1] Grekçe’de ise “angelos” kelimesiyle karşılanmakta ve “haberci” manasına gelmekte olup, daha sonra Latince’ye “angelus” olarak geçmiştir.[2] Latince’den Batı dillerine “ange” (fr.), “angel” (ing.) ve “engel” (alm.) olarak geçen bu kelimenin daha eski dillerden olan Sanskritce’deki karşılığı “Kutsal ruh” manasına gelen “angiras”, Persçe’deki karşılığı ise, “Postacı, haberci” manalarına gelen “angaros” kelimeleridir.[3] Ayrıca, Latince’deki “Legatus” (elçi) ve “nuncius” (mesajcı) kelimelerinin de bazen “melek” manasında kullanıldığı ifade edilmektedir.[4]
Kur’an-ı Kerim’de kullanılan ve dolayısıyle Arapça olan “melek” kelimesinin sülâsî kökü de “göndermek” manasına gelen “lâaka”dır ve bu kelime, birçok ayette geçen “melâike” kelimesinin müfredidir.[5] Kelime, “elvûke” mastarından mefal vezninde[6] sıfat-ı müşebbehedir.[7] Kisâî’ye göre (189/805) kelimenin aslı “elvek” mastarından “mel’eku”dur.[8] “Lâm” harfi takdim olunup hemze geri bırakılmış ve “melek” şeklinde okunmuştur.[9] Sonra kolay okunsun diye ve çok kullanılan bir kelime olduğu için hemze bırakılarak “melek” şekline gelmiştir.[10] İbnü’s-Sikkît (244/858) “melâike” kelimesinin “mereketü’nün çoğulu olduğunu ifade etmektedir.[11] Ragıbu’l-İsfehânî de (502/1108) “melek” kelimesinin “milk”den türediğini belirtmektedir.[12]
Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de 12 defa müfred olarak hemzesiz “melek” şeklinde kullanılır. İki defa tesniye (melekeyn) halinde[13] ve bunların dışında hep cemi’ olarak geçmektedir.
Kelimenin bütün dillerde genel olarak “haberci”, “elçi”, “gönderilen”, “mesajcı” manalarına geldiği görülmektedir. İbrânice’deki “lo’akh” ve Arapçadaki “lâaka” köklerinin yapı itibariyle birbirine yakın olması ve mana açısından ise ikisinin de “göndermek” anlamında bulunması, Arapçadaki “melek” kelimesi ile İbrânice’deki “mal’akh” kelimesinin birbirinden etkilenmiş olabileceğini göstermektedir.
II. GÖRÜNMEYEN VARLIKLAR VE MELEK
Dinlerde “melek inancı”nın yanında ruh, cin ve şeytan ismiyle anılan bazı görünmeyen varlıklar daha vardır. Bu varlıkların kendilerine özgü bir tabiatları olduğu gibi, Bazen de meleklere benzeyen bir kısım özellikleride söz konusudur. Bu sebeple, “melek kavramına” geçmeden önce “ruh”, “cin” ve “şeytan” konularının ilâhî dinlerdeki ele alınışını kısaca anlatmaya çalışalım.
A. Melek -Ruh İlişkisi
Bu kelime İbrânice’deki “ruah” sözüyle ifade edilmekte ve rüzgâr manasına gelmektedir. Ayrıca “Tanrının kuvveti” demek olan “ruahaşem” ve canlılık manasına gelen “ruah ahaya” terimleri de kullanılmaktadır. İslam’da “Ruhu’l-Kudus” olarak tabir edilen İbrânice’deki “ruakh akodeş” tabiri de “ruh” için kullanılmakta ve “Tanrının yeryüzündeki varlığı manasına gelmektedir.[14] Bu kelime Grekçe’de de “Pneuma” kelimesiyle ifade edilmektedir.[15] Türkçedeki kullanımı da Arapça’ya dayanmaktadır. Arapça’daki “ruh” kelimesinin karşılığı olarak İbrânice’de “ruah” kelimesinin kullanılmış olması da birbirine çok yakın iki ifade olması açısından dikkate değerdir.
“Ruah” ve “Pneuma” kelimeleri kök olarak “hava akımı” rüzgâr ya da soluk manalarına gelmektedir. Daha sonra bu kavram gelişme göstererek “hayat prensibi” manasına dönüşmüştür.[16] “Nefes” terimi de Tevrât’ta“ruh” manasına kullanılmıştır.[17]
Arapçada ise bu varlık “er-Ruhu” kelimesiyle ifade edilmektedir. Ancak bazı lügatlarda “er-Ravhu” şeklindeki bir telaffuzuna da rastlanılmaktadır. Bu kelimenin bazen “Nefs” yerine de kullanıldığı ve kendisiyle hayatın ve hareketin meydana geldiği bir varlığa özel isim olduğu belirtilmektedir. Aralarındaki tabiî yakınlıktan dolayı bazen meleklerin, özellikle de Cebrâîl’in de “ruh” kelimesiyle ifade edildiği vurgulanmaktadır.[18]
1. Yahûdilik’te Ruh
Eski Ahid metinlerinde ve çeşitli Yahûdî kaynaklarında, ruh, değişik vesilelerle söz konusu edilmektedir. Tanrının, insanın ruhunu[19] ve Âdem’i yarattığı zaman bu ruhu ona üflediği[20] ve insandaki bu ruhun Tanrı tarafından korunduğu[21] dile getirilmektedir. Eski Ahid’de ayrıca 94 kere “Tanrının ruhu” deyimi kullanılmaktadır. “Tanrı’nın ruhu” ifadesinin, vecd halindeki insanda bulunan ruha işaret ettiği bu ruhun insanlaragirdiği zaman onları Tanrı’nın dilinden konuşturduğu[22] belirtilmektedir. Tanrının suretinde yaratılmış olan insandaki ilâhî unsurdan kasıt da ruhtur.[23] Eyüb kitabındaki “Fakat insanda ruh var ve Kâdirin soluğu onlara anlayış verir.”[24] ifadesi de apaçık bir şekilde ruhtan bahsetmektedir. İnsandaki bu ruhun, uyku sırasında, dinlenmek için bedenden ayrılıp dışarıya çıktığı,[25] ölüm sırasında da yine ruhun bedeni terk ettiği[26] vurgulanmaktadır.
Rabbinik öğretinin temel özelliği ise, ruhun, yeryüzündeki insanın vücudunda bir misâfır oluşu şeklindedir.[27] Ayrıca ruhun Tanrı kadar sâf olduğu ve ruhun, insan embriyonuna girişinin, Tanrı’nın insan soyunu yaşatmak için yapmış olduğu bir metottan ibaret bulunduğu ileri sürülmüştür.[28] İnsanın eğer bu özelliklere sahip olan ruhunun temizliğini korursa iyiliğe erişeceği[29] bedenini kirleten günâhlar yüzünden de ruhu tarafından sorgulanacağı belirtilmektedir.[30]
Bazı Eski Ahid metinleriyle Eski Ahid Apokrifasında, meleklerinde sadece özel olaylarla ilgilenen elçiler değil, aynı zamanda tabiattaki olayları kontrol eden ruhlar olduğu ifade edilmektedir. Meselâ, rüzgârlar[31],dört mevsim[32], memleketlerin korunması[33] barış[34], iyileştirmeler[35] ve ölüm gibi hadiselerin gerçekleşmesinde rol oynadıkları belirtilmektedir. Ölü Deniz İlâlisi’nde bunlara “ruhlar” veya “bilginin ruhları” denmektedir. Bu ruhların daha sonra meleklere dönüşmüş olabileceği de ileri sürülmüştür.[36]
2. Hıristiyanlık’ta Ruh
Eski Yunanda ortaya çıkan ruh kavramı Nissalı Gregoire (330-390) ve Saint Augustin (354-430) gibi Kilise Babalarınca Hıristiyan ilahiyatına aktarılmıştı. Ruhu bedenin üzerinde bir “binici” gibi gören Saint Augustin’e göre ruh bedenden ayrı olsa bile bedensiz bir ruh düşünmek imkânsızdır.[37]
Hıristiyanlık’ta insan bedeninde bulunan bu ruhdan başka meleklerinde içinde bulunduğu ruhlar âleminden (esprits) söz edilmektedir. Yeni Ahid’de, “Hepsi kurtuluşu mîras alacak olanlara hizmet için gönderilen hizmetçi ruhlar değil midirler?”[38] sözüyle meleklerin de ruh olduğu izlenimi verilmektedir.
Kilise Babalarının, ruh hakkında birbiriyle tenâkuz ifade eden sözleri vardır. Jerome (340-420), ruhların vücutlu, Ambrossa (340-397) ise vücutsuz olduklarını kabûl ifade etmektedir. Hâlbuki İncil’de İsa Mesih’in,“Ellerime ayaklarıma bakın; bizzât benim, kendim; bana ellerinizi sürünve bakın, çünkü bende olduğunu gördüğünüz gibi bir ruhta et ve kemik yoktur.”[39] sözü, böyle bir ihtilafın yersiz olduğunu ortaya koymaktadır.
XIV. yy’da Tauler (1300-1361) ruhların sınıflandırılışıyla meşgul olmuştur.[40] İyi ve kötü ruhlar doktrini büyük oranda İskenderiyeli Clement (150-220) ve Origen (184-254) tarafından geliştirilmiştir Reform hareketlerine girildiğinde Protestanlar da iyi ve kötü ruhların varlığını kabûl etmişlerdir. İyi ruhların insana yardım ettiğini, kötü ruhlardan da zarar edildiğini ileri sürmüşlerdir.[41]
Nazianzus’lu Gregoire (330-390) meleklerin akıl sâhibi, basit ruhlar olduğunu belirtmektedir. Jerusalem’li Cyrille’e (315-386) göre, hem melekler, hem de şeytan birer ruhtur.[42] Hemen hemen bütün Grek Babaları’da meleklerin maddî varlıklardan olmadıklarını, fakat bununla birlikte tamamıyla ruhî de olmadıklarını ifade etmektedirler.[43] Meleklerin insan bedeninde bulunan ruhla da ilişkisi vardır. Hatta bu ruhu, melekler şeytanın saldırılarına karşı korurlar. Bu yolla melekler, ruhu, manevi hayatın en yüksek noktasında tutarlar. Böylece ruh ile melek arasında tabii bir benzerlik ortaya çıkar. Nitekim İncil’de de ölen insanın ruhunun aynen gökteki melekler gibi olduğu vurgulanmaktadır. “Zira kıyâmette onlar (ölen kişiler) ne evlenirler ne de kocaya verilirler, ancak gökte olan melekler gibidirler.”[44] sözü buna işaret etmektedir. İşte bu şekilde rûhânî hayat, Ruh’u, meleklerin, cenneti andıran hayatları içine sokmuştur. Melekler de ruhani hayatın devamlılığı boyunca Ruh’a arkadaşlık ederler.[45]
3. İslâm’da Ruh
İslam’ın birinci kaynağı olan Kur’an’da ruhun varlığı ile ilgili bilgi yer almaktadır. İsrâ süresindeki “Sana ruhu sorarlar. De ki, ‘ruh, Rabbimin emrindendir.’ (Zaten) size az bir ilimden başkası verilmemiştir.”[46] Bu ayette bu husus açıkça görülmektedir. İlk bakışta ruhun mahiyeti hakkında herhangi bir netlik olmasa da, müfessirlere göre buradaki ruhtan maksat, insan bedeninde mevcut olan ruhtur. Kur’an’da mevcut olmayan bu bilgiye, hadislerde de rastlanılmamaktadır. Ancak, insanın yaratıldığında ona bir ruhun üflendiği, ölünce de bu ruhun kendisini terk edeceği ile ilgili hadisler[47] vardır ki, bunlardan onun mahiyetinin anlaşılması mümkün olmamaktadır.
Kur’an’da sadece, “De ki, o Rabb’imin emrindendir.”[48] ayetiyle söz konusu edilen ve sahih hadislerde de mâhiyetinden bahsedilmeyen “ruh” hakkındaki mevcut bilgiler, bazı müfessirlerin ve filozofların kendi görüşlerine dayanmaktadır. Bunlardan bir kaç örnek vermek gerekirse, İbn Kesîr’e göre ruh, suyun ağaç damarlarında dolaştığı gibi, insanın cesedinde dolaşan lâtif bir varlıktır.[49] Ayrıca onun, kâinatın özü, şekilsiz olmasına rağmen ölümlü olan varlıklarla birleştiği zaman bir şekil alan, tüm canlılarda görülen, maddelere canlılık veren, bitkileri yeşerten, canlıları üreten, kendisi görünmeyip eserleri görülen bir varlık olduğu da belirtilmektedir.[50]
Ancak burada ifade edilen “ruh”un Cebrâîl olduğu fikri de ileri sürülmekte ve ayet Elmalı’lı tarafından Hz. Peygamber’in aşağıdaki ifadesiyle şöyle tefsir edilmektedir:
“Ruh, beni terbiye eden, bana vahiy ve risâlet veren, beni İsrâ ile mi’râca yükselten, beni bir makâm-ı Mahmûda gönderen ve bana Kur’an-ı indirmek de olan Rabb’imin emrinden bir emirdir ki ben kendimi ve Rabb’im Hak Teâlâ’yı onunla bilirim.”[51]
İbn Abbâs da dâhil bazı müfessirler bu ayette geçen ruh kelimesinin Cibril’den başka bir melek olduğunu söylemektedirler. Hz. Ali “O yetmiş bin yüzü olan bir melektir. Her yüzünde yetmişbin dili vardır. Her bir diliyle Allah’ı yetmişbin ayrı lügatte tesbîh eder. Allah Teâlâ onun her teşbihine bir melek yaratır, o melekler kıyâmete kadar diğer meleklerle uçuşurlar.” demiştir.[52] Alûsî ise bu ayetteki sualin insan bedeninin direği ve hayatın kaynağı olan ruhun hakikati olduğunu söylemektedir.[53]
Ruh kelimesi Kuran-ı Kerim’de yirmi bir defa geçmektedir. Bu ayetlerden bazılarında “insan vücudu ile beraber olan ruh” manasına gelmekle birlikte, bazı yerlerde “melek” diye de tefsir edilmiş ve bu meleğin de Cebrâîl olduğu ifade edilmiştir. Meselâ Bakara, Mâide ve Nahl surelerinde dört yerde[54] Râhu’l-Kudüs terimi Cebrâîl için kullanılmış, Şuarâ suresinde geçen “er-Ruhu’l-Emîn”[55] deyimiyle yine bu melek kastedilmiştir. Bu ayetin tefsirinde Taberî ve İbn Kesir “Çoğunluğun görüşü ‘Ruh’un Cibrîl olduğu’ üzerindedir.”[56] demelerine rağmen, Âlûsî: “Cebrail’e ruh denildi, çünkü din mevzuunda âlem onun vâsıtasıyle hayat bulmuştur.”[57] Demek ki Ruhu’l-Kudüs ile Er-Ruhu’l-Emîn aslında aynı şeydir. Tefsirlerde bu iki terim hep Cibrîl olarak yorumlanmaktadır, diyerek, “ruh” isminin Cebrail için bir sıfat olduğunu belirtmektedir.[58]
Mücadele süresindeki “İşte onların kalbine Allah İmân yazmış ve katından bir ‘ruh’ ile onları desteklemiştir.”[59] ayetinde geçen “Ruh” isminin Hâzin tefsirinde “Cibrîl” olarak tefsir edildiği görülmektedir.[60] Yine Meâric suresinde “Melekler ve Ruh oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.”[61] buyrularak buradaki “Ruh” ile de Cibrîl kastedilmiştir.[62] Nebe suresinde “Ruh ve melekler sâf sâf olup durduğu gün”[63], Kadr suresinde “O gece Melekler ve Ruh iner.”[64] ayetlerindeki “ruh” kelimesi Kuran meallerinde bile “Cebrâîl” diye tercüme edilmektedir. Meryem suresinde Yüce Allah Cebrâîl’e hem de kendisine izâfe ederek, “bizim ruhumuz”[65] sözüyle onu şereflendirmektedir. Bazı kimseler buradaki ruhun “Hz. İsâ’nın ruhu” olduğunu iddia etmişlerdir, fakat bu, ayetin zâhirine terstir.[66]
Suyûtî, sahîh hadis kitaplarında bulunmamalarına rağmen, “Ruh”un meleklerden biri olduğunu te’yîd eden bazı rivayetler toplamıştır. Bu rivayetlerden bazılarını sıralamakta fayda vardır:
İbn Abbâs, “Ruh yaratılış itibariyle meleklerin en büyüklerindendir.” demiştir. Dahhâk, (105/723) “Ruh Allah’ın hâcibidir ki, o kıyâmet günü Allah’ın önünde ayakta durur, o meleklerin en büyüğüdür. Eğer ağzını açsa diğer bütün melekleri ağzına alabilir. Hiç bir yaratık korkudan dolayı gözünü kaldırıp da ona bakamaz.” demiştir. Vehb’den rivayet edilen bir haberde “Ruh onbin kanadı olan bir melektir, bunlardan iki kanadı, mağrib ve maşrik arasını kaplar. Onun bin yüzü her yüzünde de bin lisanı vardır İki tane de dudağı vardır ki bu dudaklarıyla kıyâmet gününe kadar Allah’ı tesbîh eder.” denilmektedir. İbn Mesûd’un rivayetinde, “Ruh dördüncü semâdadır. O semâvâtın, dağların ve meleklerin en büyüğüdür. Her gün onikibin tesbih getirir. Allah Teâlâ onun her bir tesbîhinden bir melek yaratır. Bu melekler kıyâmet günü tek bir sâf olarak gelirler.” ifadeleri yer almaktadır. Mücahidden gelen bir rivayette ise, “Ruhlar, meleklerden bir yaratıktırlar ki, sizin melekleri göremediğiniz gibi, melekler de bu ruhları göremezler.” denilmektedir.[67]
Kur’ân’daki ayetler ve Kur’ân’ın dışında, yukarıda verilen rivayetlere göre “Ruh” kavramı, insan vücudunda bulunan “ruh’un yanında, ya Cebrâîl için kullanılan bir vasıf, ya doğrudan doğruya bu isimle anılan bir melek, ya da meleklerin özelliklerini taşıyan bir varlıktır.
Görüldüğü gibi ruh ve melek, her üç dinde de tabiat itibariyle bedensiz sâf varlıklardır. İnsan bedenindeki ruhun dışında, Tanrı’nın, çeşitli tabiat olaylarını gerçekleştirmek için yarattığı ruhlar âlemi de bulunmaktadır. Melekler, her üç dinde de bu ruhlar âlemi içerisinde kabûl edilen varlıklardır. Netice itibariyle, üç dine göre de her melek aynı zamanda bir ruhtur, fakat her ruh bir melek değildir.
B. Melek-Cin İlişkisi
Cin “Belli başlı dinlerde, zaman, mekân ve sebep-sonuç ilişkisine dayanan maddî dünya ile madde dışı ya da ruhî dünya arasında ilişki sağladığına inanılan varlıklar ya da güçler” diye tarif edilmektedir.[68] Yahudi ve Hıristiyan dinlerinde çoğunlukla iyi varlıklar olarak görülen meleklerin karşısında yer aldıklarına ve kötülüğü simgeleyen şeytan tarafından yönlendirildiklerine inanılmaktadır. Bununla birlikte Batı folklorunda daha zararsız görülen cinler de vardır. Doğuda, eski dinlerde ve yazısız kültürlerde ise bu ayırım daha az belirgindir, cinler kötü olabilecekleri gibi, bazı durumlarda iyi varlıklar da olabilirler.[69]
Cin kavramı Batı’da önceleri “doğa ötesi varlık” ya da “ruh” gibi anlamlar içerirdi. Meselâ Fransızca olan “genie” kelimesi “cin, peri” ve benzeri varlıklar için kullanılmıştır ki, telâffuz bakımından da Arapça “cin” kelimesine yakınlık arzetmektedir. “Genie” kelimesi Latince “genius” tan gelmektedir. Bu isim, herkesin iyi kötü hayatına hâkim olan ulûhiyet (divinite); “lutin”, yani rüyada hoş görünerek aldatan ruh, “gnume” yani yahûdi tılsımcılarınca, yeryüzündeki “gnume” denilen tâbiat üstü cüceler; “sylphe” (silf), yani ortaçağda Kelt ve Cermen hikâyelerinde hava cinni, bir iş yapmak için mahâret, zevk, tabîî meyi, insan zihninin varabileceği en yüksek derece, cin fikirlilik, dehâ ve bu sıfata sahip olan dâhî manalarına gelmektedir. Örneğin Sokrates, kendisini gerçeği arayıp dile getirmeye yönelten cininden söz etmektedir. Ama terim giderek tabiatüstü varlıklar içinde daha aşağı kategorilerde yer alan ve insanları irâdeleri dışında, iyi olmayan davranışlara yönelten varlıklara ad olmuştur.[70]
İslam literatüründe ise “göze görünmezlik” ve “örtme” anlamlarını ihtiva eden, Arapça “c.n.n” den türemiştir. Buradan hareketle, cinlerin, insanların bedenine girip onların davranışlarını yönlendirdiği ifade edilmektedir.[71]
1.Yahûdilik’te Cin
“Cin”in İbrânice’deki karşılığı “şed” dir ve “kötü ruh, zarar verici melek” manalarına gelmektedir.[72] Bu kelime kök ve mana itibariyle Akadca’daki “cin” anlamında olan “sedu” kelimesine dayanmaktadır.[73]
Nitekim Tevrât’da geçen “Allah olmayan cinlere, bilmedikleri ilahlara kurban ettiler.”[74] cümlesindeki “cinler” sözü İbrânice “şedim” kelimesi ile ifade edilmiştir. Ayrıca Eski Ahid’de geçen “lilit”,[75] “Dever”,[76] “seirim” (Tekeler),[77] “şedim”,[78] “elilîm”,[79] “şiyyâm”,[80] “yâsûd”[81] kelimeleride “cin” denilen varlığa işaret etmektedir.
Justin Martyr (100-165) Yahudilerin, cinlerle ve tılsımlarla putperestlerden bile daha çok uğraştıklarını, hatta cinlerin pek çoğunun başağrısı, melankoli, katalipsi vb. hastalıklara sebep olduklarına inandıklarını belirtmektedir. Bu konudaki bilgilerin çoğunun Tevrât tefsirlerinden olan Kabala ve Talmut’dan çıkarıldığını da vurgulamaktadır.[82]
Sürgünden sonra, Yahudilik’de kötü ruhlardan daha sık ve daha belirgin bir tarzda bahsedilmeye başlanmıştır. Bu durumun, cinler ilminin (demonologie) hazırlanışına katkıda bulunan çok tanrılı inançlarla ilişkilerden etkilenerek ortaya çıkmış olması muhtemeldir. Yahudi apokrif kitaplarında bu husus gerçekten yaygındır. Bu kitaplarda şeytan, belirli cinler vasıtasıyla, insanlar üzerinde fiziki bir kötülük icrâ eden ve özellikle hastalıkları ve güçsüzlükleri insanlara taşıyan Dünya Prensi’dir.[83]
Tobit’in Kitabında, birçok defa, kötülük eden “azmodius” isimli bir cinden söz edilmektedir. Aşağıdaki cümleler bu olayı dile getirmektedir:
“Sara’nın yedi kez evlendiğini bilmeniz gerek. Cinlerin en kötüsü olan ‘Azmodius’, damatları arka arkaya öldürmüştü. Bu işi, evlenen çift birleşmeden önce yapmıştı.”[84] “Yiyip içtikten sonra yatma zamanı gelir, genç adamı yemek odasından yatak odasına götürdüler. Tobit, Rafael’in öğüdünü hatırladı. Çantasını açtı, balığın yüreğini ve karaciğerini çıkardı. Bunların bir kısmını yakılan buharın içine koydu. Balığın buharı cine acı verdi. Ve cin hava yoluyla Mısır’a kaçtı. Rafael onu izledi ve çabucak onu bağlayıp prangaya vurdu.”[85]
Tevrât’da cinler adına kurban etme hadîsesi de söz konusu edilmekte ve bu işin tasvip edilecek bir şey olmadığı ileri sürülmektedir. “Allah olmayan cinlere, bilmedikleri ilahlara, atalarınızın korkmadıkları son zamanlarda çıkan yeni ilahlara kurban ettiler.”[86] cümlesi bunu göstermektedir.
2. Hıristiyanlık’ta Cin
Erken devir Hıristiyanlık’ta melek ve cin kelimelerinin birbirlerinin yerine kullanıldıkları ifade edilmektedir.[87] Origen’e göre Kilise, başlangıçta cinlerle ilgili ortak bir tavır belirlememişti. Kilise Babaları bu konuda kendi görüşlerini ortaya koyuyorlardı. Justin cinleri, putperest tanrılar ile düşmüş meleklerin birleşmesi sonucu meydana gelen varlıklar olarak kabul ediyordu. Tatien (110-172) cinlerin maddî tabiatı olduğunu reddediyor, evrenin yönetilmesinde meleklerin fonksiyonunu kabul ediyordu.[88] Philon (öl.45) ise melekleri Grekler’deki cinlerle özdeşleştiriyordu.[89]
Cinler, Yeni Ahid metinlerinde çeşitli yönleriyle söz konusu edilmektedir. Bunlardan bazı örnekler verelim:
“Ve akşamleyin, cine tutulmuş adamları kendisine getirdiler. Ve o bir sözle ruhları çıkardı ve hastaların hepsini iyi etti.”[90] “Onlar çıkınca işte cine tutulmuş dilsiz bir adamı İsa’ya getirdiler. Cin dışarı çıkarılınca dilsiz adam söz söyledi. Ve halk ‘İsrail’de hiç böylesi görülmemiştir.’ diyerek şaştı. Fakat Ferisîler, ‘Cinlerin reisi ile cinleri çıkarıyor.’ Derlerdi.”[91] “İsa Adın ne? diye ona sordu. Adam ‘Lejiyondur’ dedi. Zira kendisine birçok cinler girmişti. Cinler, cehenneme gitmelerini emretmesin diye İsa’ya yalvardılar.”[92]
Yukardaki Yeni Ahid metinlerinden anlaşıldığına göre cinler insanların sara gibi[93] çeşitli hastalıklara tutulmalarına sebep olmakla beraber akıllarını kaçırma ve şiddetli bir deliliğe tutulmalarına da yol açmaktadır. Bunlarla ilgili birçok örnek vardır.[94]
Yeni Ahid’de cinler “kötü ruhlar” olarak adlandırılırlar. Onlar pis yerlerde bulunurlar. İsa’nın, bir cin sürüsünü domuza yüklemesi hikâyesi bu eski inancı açıklar:
“Ve İsa karşı yakada Gadrinilerin memleketine geldiği zaman, kabirlerden çıkan kendilerine cin musallat olmuş iki kişi onu karşıladı. Çok azgın oldukları için hiç kimse o yoldan geçemezdi. Ve işte, onlar; Ey Allah’ın oğlu, bizden sana ne? Buraya bize vaktinden önce işkence etmeğe mi geldin? diye bağırdılar. Onlardan uzakta otlayan büyük bir domuz sürüsü vardı. Cinler İsa’ya, “bizi çıkarırsan, domuz sürüsüne gönder” diye yalvardılar. İsa da onlara, ‘gidin!’ Dedi. Onlar çıkıp domuzlara gittiler ve bütün sürü uçurumdan atılıp sularda boğuldu.”[95]
Ayrıca Markos İncili’nde cinden “murdar ruh”[96] olarak bahsedilir. Öte yandan Yeni Ahid’de daha küçük cinler, Beelzebul veya şeytan gibi güçlere bağlı olarak görülürler. Beelzebul, İsâ ve onun muhalifleri tarafından baş cine verilen bir isimdir.[97] “Şakirdin muallimi gibi ve hizmetçinin efendisi gibi olması elverir. Eğer ev sahibine Beelzebul dedilerse evinin halkına ne kadar ziyade diyecekler.”[98] ifadesiyle buna işaret edilmektedir.
Pavlus’a göre cinlerin insana musallat olması, özellikle şeytanca etkinin bir türüdür. Hıristiyanlığın ilk devirlerinden beri, cin tasallutuna karşı, onu ortadan kaldırmak için bir duâ ya da exorcisme kullanılmıştır. Böyle bir cin tasallutunu bozmak için yapılan duâ veya büyüye her vaftiz töreninde yer verilmektedir. Vaftiz anında, dinsel törenle duâsı yapılıp kutsal kılınmış su ve yine bu şekilde kutsanmış olan tuz gibi maddeleri kullanarak, cin tasallutundan ve perilenmeden kurtulma çareleri aranmaktadır.[99]
Hıristiyanlığın ilk yıllarında, insanlarda görülen bazı normal dışı davranışlar, hiç tereddüt edilmeden cinin musallat olması olarak değerlendirilmiştir.[100] Özellikle Hıristiyanlıktaki halk geleneğinde, cinlerin, kişiyi doğrudan denetimi altına alıp, garip davranışlar göstermesine ya da hastalanmasına yol açtığına inanılmıştır. Cinin tasallutuna uğrayan kişi dinse görevlerini yerine getiremez, kutsal kişi ya da nesneler karşısında korkuya kapılır. Bu belirtilerin sara, histeri, şizofreni gibi hastalıklardan kaynaklandığı bugün artık bilinmekteyse de, cin çıkarmak için çeşitli yöntemler uygulanmıştır. Exorsizm (cin çıkarma, büyü bozma), Yahûdî ve Hıristiyan geleneğinin bir parçasıdır. Hıristiyanlık’ta İsâ’nın, cinleri tek bir sözle kovduğuna ve bunu, Tanrı’nın krallığının yaklaşmakta olduğunu gösteren bir işaret olarak nitelediğine inanılır. İsa’dan sonraki ilk yüzyıllarda cin çıkarma gücünün din adamı olmayanlara da bağışlanabilen özel bir yetenek olduğuna inanılırdı. 250 yıllarında exorsizmle görevli bir rahip sınıfı dahi oluşturulmuştu. Aynı dönemde, cin çıkarma, vaftiz töreninin ön aşaması durumuna gelmişti. Hatta Katolik Kilisesi, daha da ileri giderek cin çıkarma eylemini ayrıntılı biçimde tanımlamış ve kurallarını dahi belirlemişti.[101]
3. İslâm’da Cin
Yahudilik ve Hıristiyanlığa nazaran İslâm’da cin konusuna daha fazla yer verilmektedir. Kur’ân’da bu varlıkların söz konusu edildiği ve aynı isimle anılan bir surenin bulunması da vâkıayı desteklemektedir. Arapça da “cin” kelimesi bir şeyi histen setretmek, örtmek manasına gelmektedir.[102]
Görünmeyen varlıklar grubundan birine isim olarak kullanılan ‘cin’ kelimesi, Râgıbu1-İsfehânî’nin Müfredât’ında iki şekilde ele alınmaktadır. Birisi genel manasıdır ki, insanın duyu organlarının farkedemediği genel olarak ruhânî varlıklardır. Bu düşünceye göre melekler ve şeytanlarda buna dâhil edilmiş olur. Her melek özellik itibariyle aynı zamanda cindir, fakat her cin melek değildir. Çünkü melekler için müslim-gayri müslim vasıflandırmaları olmamasına rağmen, cinler için bu mümkündür. İkincisi ise cinin böyle ruhânî varlıkların hepsi değil, bir kısmı olduğu hususudur. Çünkü ruhânî varlıklar üç kısımdır:
a. Hepsi hayırlı olanlar: Bunlar meleklerdir, yanlış iş yapmazlar, insanı aldatmazlar ve Allah’ın emrinden çıkmazlar.
b. Hepsi şerli olanlar: Bunlar şeytanlardır, insanı aldatırlar, şerre ve fenalığa çalışırlar.
c. Bu ikisinin ortasında, hayırlısı da, şerlisi de olanlar; Bu ruhânîler vardır ki, özel isimleriyle bunlara “cin” denilmektedir.[103]
Yukarıda belirtildiği gibi, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarında da böyle bir varlıktan söz edilmiştir. Nitekim Fransızcadaki “genie” ve Latince’deki “genius” terimleri de aynı varlığa verilen isimlerdir.[104]
Kur’an-ı Kerîm’de, “Cinleri Allah’a ortak koştular, oysaki onları da Allah yaratmıştır.”[105] denilerek, Allah’ın gizli yaratıklarından olan cinleri müşriklerin ulûhiyet derecesine çıkarıp Allah’a şirk koştukları belirtilmektedir. Yine, “Allah ile cinler arasında da bir hısımlık uydurdular. Andolsun ki, cinler de, kendilerinin hesap yerine götürüleceklerini bilirler.”[106] mealindeki ayette de görüldüğü gibi, Allah ile cinler arasında bir nesebin mevcut olduğu iftirasında bulunmuşlardır. Bazıları da, cinlerin, gaybı bildiklerine inanmışlardır. Bu tür inançlar, çeşitli ayetlerde reddedildiği gibi, bilhassa Cin suresinde, Allah’ın birliği ve büyüklüğü ve cinler hakkındaki yanlış ve mübalağalı akidelerin batıl oluşu anlatılmıştır. Bu sureye göre, her ne suretle olursa olsun, cinlerin bir varlığı bulunmakla beraber, onların da Müslüman ve kâfir olanları vardır.[107] Fakat Allah’a karşı hiç birinin hükmü olmayıp, âciz ve mesuldürler. Hepsinin başına kıyâmet kopacaktır. Allah’a îmân edenlerin, onların şerrinden korkmaması gerekir. Onların insana musallat olmaları, yine insanlardan bir takımları vasıtasıyla olarak gelmektedir. Peygamberin bi’setiyle, cinler, cehâlet ve fetret zamanlarında, oynadıkları rolleri oynayamaz olmuşlardır. Çünkü Hz. Muhammedin gelmesinden sonra, eskisi gibi, sokulmak istedikleri yüksek mevkilerde kendilerini gözetleyen ve hulullerine meydan vermeyen, parlak ateşlerle karşılanmışlardır. Hâlâ buna inanmayıp, fenalıklarında devam etmek isteyenler varsa da, Allah’ın kudretine karşı, onların hiç hükmü olmayıp, Allah’a îmân edenlere hiç bir zarar yapamazlar. Ancak kendileri helak olup cehenneme odun olacaklardır. Buna böyle îmân etmiş cinler ise, fenalığa değil, Hak ve sevaba hizmet etmektedirler.[108]
Kur’an-ı Kerim’de, “Cinleri de daha önce vücudun gözeneklerine nüfuz edici çok zehirli şuâlardan, ateşten yarattık.”;[109] “Cinleri de, yalın bir ateşten yarattı.”[110] cümleleriyle cinlerin neden yaratıldığına ışık tutulmaktadır. Ayetlerdeki “yalın ateş”ten maksat şudur: İnsan yaradılmazdan evvel, güneşte ve arzın başlangıcında olduğu gibi, çalkalanıp duran muzdarip ve müteheyyiç bir halde bulunan hâlis bir ateş ve elektrik halinde olduğu gibi, her şeye karışabilen veya eşyayı birbirine karıştırmak özelliğini hâiz bir ateşten biz insanların gözlerine mutadı veçhile görünmeyen, gizli birtakım hayat kuvvetleri, hayatî unsurlar yaratılmıştır ki bunlara “cin” ismi verilir.[111]
Bu husus, bin dört yüz yıl öncesinde Kur’ân’da, günün anlayış seviyesi nazarı itibara alınarak “Biz cinleri, filanca ışınlardan yarattık.” şeklinde açıklanmamış, mecâzî bir ifadeyle “dumansız ateş”, “en ince mesâmâta nüfûz edici ateş” diye tarif edilerek insanların anlayışına, ilimlerinin bu konuyu anlayacak bir seviyeye ulaşacağı zamana bırakılmıştır.[112]
Cinler yerler ve içerler,[113] insanlar tarafından asli suretlerinde görünmezler. Ancak, başka şekillere girmiş olarak görünebilirler.
Aşağıdaki hadis cinlerin insanlara nasıl göründüğünü belirtmekte ve yiyip-içme özelliklerinin bulunduğuna işaret etmektedir.
Ubey, babası Kâ’b’ın kendisine şöyle dediğini belirtmektedir:
“İçerisinde hurma bulunan bir harmanımız vardı. Ona bakıp, noksanlaştığını hissediyordum. Bir gece harmanı beklerken birden, yeni bulûğa ermiş gence benzer biriyle karşılaştım. Selâm verdi, selâmına karşılık verip:
‘Sen nesin, cin misin, yoksa insan mısın?’ dedim.
‘Cinim.’ dedi.
‘Elini bana ver.’ dedim. Verdi. Bir de baktım ki, eli köpek ayağına ve tüyü köpek tüyüne benziyor. Bunun üzerine:
‘İşte bu cin yaratılışı” dedim. O da:
‘Cinler, içlerinde benden daha kuvvetlisi olduğunu bilirler.’ deyince:
‘Yaptığın şeye seni sevkeden nedir?’ dedim.
‘Senin sadaka vermeyi sevdiğini işittim. Bu sebeple hurmandan bir miktarını almayı arzu ettim.’ dedi. Ben:
‘Bizi sizden koruyacak şey nedir?’ dedim.
‘Şu ayet (ayete’l-kürsî)’ dedi. Ben de onu serbest bıraktım.”
Ubey der ki: “Babam, Hz.Peygamber’in yanına gidip bunu kendisine anlattığında, O:
‘Pis yaratık sana doğru söyledi.’ Buyurdu.[114] Zira Hz. Peygamber cinleri, aslî suretinde görebiliyordu.”[115]
Cinler aynı zamanda, evlenip çoluk çocuk sâhibi olurlar. Nitekim Rahman suresinde: “Onlara ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır.”[116] buyrulmaktadır. Buradaki “dokunma” sözünden murâd, cinsi ilişkidir. Aynı zamanda, insanların cinlerle yahut cinlerin insanlarla cinsi ilişkiye girmesi de mümkündür. Ancak, âlimlerin hemen çoğunluğuna göre bunun gerçek bir cimâ olmadığı ifade edilmiştir.[117]
Cinlerden bazılarının, insan kadınlarıyla nikâhlanmak istemelerine dair şu rivayet, onlarda cinsel arzunun bulunduğunun delilidir:
“Ebû Osman ez-Zebîdî şöyle rivayet etmiştir: ‘Yemenli bir kafile, İmam Mâlik’ten, cinlerle nikâhlanma mevzuunda şunu sormuşlardı. Bir cin, bizden bir kızı nikâhlamak istiyor, ne dersiniz? İmam Malik de: ‘Bunun, şer’an bir mahzuru yok, fakat kerih görürüm, çünkü kadın, ondan bir çocuk meydana getirdiğinde ‘kocan kim’? diye sorulduğunda ‘cinden biri’ derse, bu Müslümanlar arasında fesadın çoğalmasına sebep olur’ cevabını vermişti.”[118] Fahreddîn Râzî, tefsîrinde, onların doğup-doğurduklarını da ifade etmiştir.[119]
Görülüyor ki, fukahanın ve tabiînden bazı kimselerin, cinlerle insanlar arasındaki nikâhlanmayı hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün olduğunu gösterir. Çünkü mümkün olmayan bir şeyin, câiz olup olmayışına hükmedilemez.
Bütün ulemaya göre, cinler, mükellef ve muhatabıdırlar. Cin suresinin 1. ve 2. ayetleri buna delîl teşkil eder. Cinler insanlarla beraber ve münferid olarak ibâdet ederler ve insanlar gibi, yaptıkları işlere karşılık sevap alırlar.[120] Onların, kâfir olanları cehenneme,[121] mü’min olanlarıcennete girer.[122] Cennete giden cinler, Cennette Allah’ı göremezler, hattâ melekleri de göremezler; bu, insana hâs bir özeliktir.[123] İslâm âlimlerinin çoğuna göre, İblis’e tayin edilen ecel vakti, kıyâmetin kopması için, sur’a üfürülen andır.[124] Bundan anlaşıldığına göre, demek ki, cinler de ölecektirler, zira İblis de cinlerdendir. Cinlerin haşri konusunda ise, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey ins ve cin! İleride sizin hesabınızı görmeye yöneleceğiz.”[125] Bu ayetten hareketle, İbn Kesir: “İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıklarında, hesaba çekilmeden, bir müddet beklerler. Sonra, amellerinden hesaba çekilirler.” demektedir.[126]
C. Melek-Şeytan İlişkisi
Batı kaynaklarında “şeytan,” “Tanrı’ya karşı başkaldıran ve gökten cehenneme atılan bir melek” olarak tarif edilmektedir. Bu isim, ahlâksızlık, kötülük yapan ve insanlara zarar vermeye çalışan bütün düşmüş melekler için kullanılmaktadır.[127] Değişik dinlerde farklı faaliyetlerle beliren şeytanın, çoğunlukla kötü ruhların ya da cinlerin başı olduğu ifade edilmektedir.[128]
Şeytan’ın da, üç dine göre kısaca ele alınmasında fayda vardır.
1. Yahudilik’te Şeytan
Şeytan kelimesinin İbrânice karşılığı, “satan”dır[129] ve bu kelime, kök itibariyle “astin” fiilinden “hassatan” şeklinde, belirlilik takısı ile kullanılmaktadır.[130]
Yahudî literatüründe bu kelime, kötülük yapan meleğe isim olarak verilmiştir.[131] Bu manada o, dünyada dolaşıp ortalığı karıştırarak insanları hatâya ve günâha sürükleyerek Tanrı tarafından cezalandırılmasına sebep olan bir varlıktır.[132]
İbrânice’de şeytan, başka isimlerle de anılmaktadır. Meselâ, aşmaday, samael, malakh amavit (ölüm meleği), yedser Ra (kötü duygular) gibi kelimeler, şeytana işaret etmektedir.[133] Bu kelimelerden “yedser Ra” Talmut’da da geçmektedir.[134] Ayrıca, “satan”dan türemiş olan ve “nefret” ve “müzevirlik” manalarına gelen “sitna” kelimesi[135] ve bundan başka Beliya’al ve Azâzel kelimeleri de şeytan için kullanılmıştır. Yetmişler tercümesinde, bu kelime, Grekçe’ye “Diabolos” olarak aktarılmıştır.[136] Daymon kelimesi “bilgin” manasına gelen “daemon” gibi “dao” (eğitmek) kökünden gelir. Ya da “bölmek, yakmak” manasına gelen “dayio” kökün- den gelir. “Daymonion” ise Grek yazarlar tarafından, tanrılar, kader, aşağı derecede kutsallar, ölülerin ruhları, bir insana veya siteye bağlı iyi ve kötü cinler manalarında kullanılmıştır.[137]
Kötü ruhun sembolü olan “yılan”, bütün hayvanların en hilekârıdır.[138] Yılan şekline giren şeytanın, Âdem ve Havva’yı günâh işlemeye sürüklemesi[139] ve yine Eyüb’ün, onun yüzünden günâha eğilim göstermesi,[140] şeytanın varlığının Eski Ahid’deki belirtilerinden bazılarıdır.[141]Eski Ahid apokrifasından Bilgelik Kitabı Şeytan’ın, dünya cennetinin yılanı olduğuna, işaret etmektedir.[142]
Şeytan faziletin düşmanı olarak insanlar arasında daima kötülük meydana getirmeye çalışmaktadır.[143] Dünyada sürekli olarak insanlar arasında dolaşır.[144] “Ve şeytan, İsrail’e karşı kalktı ve İsrail’i saymak için Davud’u tahrik etti...”[145] Şeytanın insanları tahrik edici bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Tanrının önünde, Yahudi din âlimi Yeşu’yu suçlama pozisyonuna girmesi de benzer bir özelliğinin sonucudur. Eski Ahid’de bu husus şöyle dile getirilmektedir:
“Ve Rabbin meleği önünde durmakta olan büyük kâhin Yeşu’yu ve ona hasım olmak için, onun sağında durmakta olan şeytan’ı bana gösterdi. Ve Rab şeytana dedi: ‘Seni Rab azarlasın ey şeytan, evet Yeruşalim’i seçmiş olan Rab seni azarlasın, bu adam, ateşten çekilen, yarı yanmış odun parçası değil midir?’ Yeşu, kirli elbiseler giyinmişti ve meleğin önünde durmakta idi. Cevap verdi ve önünde duranlara söyleyip dedi: ‘Üzerinden kirli elbiseleri çıkarın.’ Ve ona dedi: ‘Bak senin üzerinden fesadını giderdim ve sana daha iyi elbiseler giydireceğim.’”[146]
Yahûdîlerin, Filistin topraklarından sürgününden sonra, meleklere ait işler ve görevler daha da sistemli hale gelmiştir. Melekler, kendi rolleriyle bağlantılı olarak, ahlâki bir nitelik kazanmışlar. İyi melekler ile şeytanlar ve cinler arasında, sürekli bir çatışmadan söz edilmektedir. Bu düşünce, Yahûdîliğin, sürgün sırasında, Eski İran ve Mezopotamya dinlerinden etkilendiğini göstermektedir.[147]
Görüldüğü gibi, Eski Ahid’de şeytan, yeryüzünde dolaşarak, Tanrıya karşı çıkanları tespit edip, onları, Tanrı huzurunda suçlayan bir kavgacı konumundadır.[148] Ancak Tevrât sonrası Yahûdîlikte, “kötü ruhların başı” özelliğini kazanmış, Beelzebub (sinekler Tanrısı) ya da Beelzebul (Dışkı Tanrısı) ve Lucifer gibi adlarla anılmıştır.[149] Ancak, Yahudilikteki şeytanla ilgili kutsal metinlerin, genellikle Babil esâreti dönemine tekâbûl ettiği de belirtilmektedir.[150]
2. Hıristiyanlık’ta Şeytan
Yeni Ahid metinlerinde şeytan manasına kullanılan birçok kelime vardır. Bunlar:
Satanas: Genel olarak şeytan manasına gelen bu kelime, özel olarak şeytanların reisi için kullanılan bir isimdir.
Diabolos: Bu da aynı manadadır ve yine şeytanların reisi olan İblîs için kullanılır.
Daymon, daymonion: Bu isimler, şeytana itâat eden meleklere verilmiştir.
Beelzebub.[151]
Dragon veya yeryüzü cennetinin antik yılanı.[152]
Ayartıcı, yoldan çıkarıcı[153]
Kötüler[154]
Düşman[155]
Pis Ruh.[156] Bu isim şeytana ve bütün cinlere verilmektedir.
Prensler ve güçler, karanlıklar dünyasının yöneticileri.[157]
Kötülük ruhu.[158]
Hıristiyan inancında, kötü ruhların varlığı meselesi, IV. Latran Konsilinde (1215), Eski Ahid ve Yeni Ahid’teki sayısız metinlere dayanılarak tespit edilmiş ve inanç esaslarından bir olduğu te’yid edilmiştir.[159]Hıristiyan ilâhiyatı ile ilgili bazı eserlerde, birtakım meleklerin, şeytana dönüşü şöyle anlatılmaktadır:
En önde gelen baş meleklerden biri olan Lucifer (şeytan) bir isyan çığlığı atarak şöyle der: “Ben protesto ediyorum. Bizim indirilmemiz isteniyor. Ben çıkacağım. Tahtımın alçaltılması isteniyor, ben onu yıldızların üstüne yükselteceğim. Aquilon’un yamacında, Nişan (Alliance) dağı üzerinde yer alacağım. Bu, Ben’im, başkası değil. Öyle ki, ben, Yüce Tanrıya benzeyeceğim.”[160] Bunun üzerine, meleklerden bir kısmı: “Biz de protesto ediyoruz.” diye tekrarladılar. Lucifer gibi parlak olan bir melek, bu sözleri yazdı: “Tanrıya kim benzer? Onun yaratıklarının tapınmasını ve îmân etmelerini öneren zâta tapınmayı kim reddedebilir? Ben inanıyorum ve tapıyorum.” Bundan sonra birçok semâvî hiyerarşi, onun da sözünü tekrar etti: “İnanıyoruz ve tapıyoruz.” Bunu müteâkib, suçlu olan Lucifer ve arkadaşları cezalandırılarak korkunç şeytanlara döndüler. Kibirleri sebebiyle cehennemin derinliğine atıldılar.[161]
Hıristiyanlıkta şeytanların sayısının, meleklerinkine eşit olduğu kabûl edilir.[162]Hıristiyan ilahiyatçıları, bu konuyu gayet geniş olarak ele almışlardır. Bu sebeple konuyu, bazı küçük başlıklarla özetlemek, yerinde olacaktır:
a. Şeytanların Derecelendirilişi
Hıristiyanların inancına göre, şeytanlar, düşüşlerinden sonra, özelliklerini korumuşlardır. Onlar arasında, tabiî kabiliyetten doğan derecelendirilmelerine göre, mutlak bir sıra dahi vardır. Yani, bunların derecelendirilişi, yapmış oldukları işin ehemmiyetine göredir.[163]
b. Şeytanların İkâmetgâhları
Şeytanların hapishânesine, “cehennem” denir. Bu isimlendirme, sefalet ve koyu karanlıklara sahip olan bir yer olması dolayısıyle yapılmıştır.[164]
Tanrı’nın izniyle, son karar gününe kadar onlar, beraberlerinde azaplarını da taşıyarak bazen havada, bazen yerde aylak aylak dolaşırlar.[165] Ayrıca İsa, çölü[166] ve cehennemi,[167] onların ikâmetgâhı olarak belirtmektedir.[168]
c. Şeytanların Sâdık Meleklerle İlişkileri
Şeytanlar, bu meleklere diş bilerler, onlarla savaşırlar. Tanrının izin verdiği ölçüdeki yetki ve idârelerine karşı çıkamamaktadırlar. Fakat aynı zamanda birbirlerini de hor görürler ve birbirlerinden tiksinirler. Ancak kötülük ve inatçı irâdeleri konusunda birbirleriyle uyuşmaktadırlar.[169]
d. Şeytanların İnsan Üzerindeki Etkileri
İnsanlar üzerinde şeytanların, sürekli bir etkisi bulunmaktadır. Tanrı’ya karşı kin, insanlara karşı ise kıskançlık dolu olan şeytan, onlara zarar vermeye çalışır ve cehenneme sürükler. Şeytanın, insanlar üzerinde ayartma, musallât olma ve emri altına alma gibi etkileri vardır.[170]
Onlar, duygu ve düşünceleri şaşırtarak nefsin bütün kötü tutkularını harekete geçirip insanları yanıltırlar. İnsanları kötülüğe düşürmek için en büyük hileleri, iyi şeyleri, onlara, hoş olmayan ve zahmetli şeyler gibi, kötü şeyleri de hoş ve iyi şeyler olarak göstermek suretiyle kötülüğe düşürmeye çalışmalarıdır. Aslında Tanrının yardımıyla insanın, şeytanı yenmesi de mümkündür.[171] Şeytana galip gelmek için dikkatli davranmak, uyanık olmak, ibâdet etmek ve nefsi terbiye etmiş olmak gerekir.[172]
Şeytan, insanın sağlığına ve iyi hallerine de zarar verebilir. Musallat olma yoluyla vücutta hassas bir incitme meydana getirebilir. Bu yolla insanın vücuduna yerleşebilir ve zarar verebilir. Ancak, Hıristiyanların inancına göre, Kurtarıcı İsâ’dan önce, sık sık görülen cinlenme durumu, bugün azalmıştır. Çünkü İsa Mesih, şeytanın imparatorluğunu yıkmıştır.[173]
e. Şeytanların Kötülüklerine Karşı Korunma Yolları
Hıristiyanların inancına göre, insan, şeytanların kötülüklerine karşı, kendisini şu yollarla koruyabilir:
Duâ: Çünkü Tanrı, kendisinden isteyen hiçbir kulunun bu isteklerini geri çevirmemiştir.
Tevâzû: Tanrı, özellikle saygılı ve tevâzû sâhibi kimselere yardım eder.
Nefsini Kırma: Gerçekten, Tanrı’nın yardımını elde etmenin en iyi yollarından biridir.
Tanrı’ya Güvenme: Öyle ki, Tanrı, insanın, gücünün üzerinde çalışmasına izin vermez.[174]
Tanrı, insanların iyilerini ve kötülerini birbirinden ayırt etmek, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandırmak için şeytanı, âdetâ insana musallat eder ve bu imtihânın neticesine göre insana hakettiği şeyi verir.[175]
3. İslam’da Şeytan
Kur an-ı Kerîm’de, şeytandan, ilk olarak “İblîs” ismiyle bahsedilir. Bu isim, Kur’ân’da 11 defa geçer. “Şeytan” kelimesi ise, “şeyâtîn” şeklinde gelen çoğulu ile birlikte 88 defa geçmektedir. Bu iki kelimenin haricinde “hannâs”, “vesvâs” vb. vasıflarıyla da şeytandan söz edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde İblîs’in ateşten yaratılmış olduğu bildirilmektedir. Âdem’e secde etmeyişinin sebebi olarak, yaratılış maddesini ileri süren İblîs, “Ben ondan (Âdem’den) hayırlıyim (çünkü) beni ateşten, onu ise, çamurdan yarattın”[176] der.
Hz. Aişe’den rivayet edilen bir hadîsde de, “Melekler nurdan, İblîs ateş alevinden, Âdem de Kur’ân’da size vasfolunduğu şeyden yaratılmıştır.”[177] denilmektedir. Şimdi İblîs’le ilgili bazı özelliklere kısaca değinelim:
a. İblîs Meleklerden midir?
İblis’in meleklerden olup olmadığını anlamak için ilk önce Kur’an’a bakmakta fayda vardır. “Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dediğimizde, İblîs hariç, onlar secde ettiler. O, ayak diretti, kibirlendi ve kâfirlerden oldu”[178] ayetinin tefsirinde bazı müfessirler, İblîs’in, meleklerden olup olmadığı hususunu, ayetin sonundaki istisna edatı olan “illâ”nın cinsine bağlamaktadırlar.
Hz. Ali, İbn Abbâs ve İbn Mes’ûd tarafından, buradaki istisnâ edatının, muttasıl olduğu söylenmiştir. İstisna edatı eğer muttasıl olarak kabûl edilirse, İblîs, meleklerden olmaktadır. Çünkü istisnâ, müstesnâ minh cinsinden olur. Bunun için Allah’ın, “Ben sana emrettiğim halde, seni secde etmekten alıkoyan nedir?”[179] Sorusuyla meleklere yapılan secde emrine aynı zamanda İblîs’in de muhâtap olduğunu, onun meleklerden sonradan istisna edildiğini kastetmektedir.[180]Ancak, buradaki istisnâ edatının eğer “munkatı” olduğu kabul edilirse, o takdirde İblîs meleklerden değil cinlerden biri olarak sayılır. Bu görüş, Hasanu’l-Basrî’ye (110/728) ve Katâde’ye (118/736) aittir. Onlar, şeytanın nârdan, meleklerin ise nûrdan yaratıldığını belirtmektedirler. Yaratılışlarının farklı olması sebebiyle İblîs secde etmekten çekindi ve kibirlendi. Hâlbuki melekler, “Allah’a karşı isyan etmeyen, emrolundukları şeyleri yapan ve ona ibâdette kibirlenmeyen”[181] varlıklar olarak takdim edilmektedir.[182]
Ayrıca Kehf suresi’nde, “Hani biz, meleklere: “Âdem’e secde edin!” demiştik; İblîs hâriç olmak üzere, onlar, hemen secde ettiler. İblîs, cinlerdendi; o yüzden Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu (şeytanı) ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Oysa onlar, sizin düşmanlarınızdır”[183] ayeti bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi bu ayette, şeytanın zürriyyetinden söz edilmektedir. Hâlbuki meleklerin zürriyyeti yoktur. Yine Nesefî tefsirinde, meleklerin ve cinlerin aynı cinsten oldukları, onlardan temiz olanlara melek, pis olanlara şeytan, ikisi arasında bulunanlara da cin denildiği belirtilmektedir.[184]
Ayrıca İblîs’in fiil itibariyle cinlerden, nevi’ itibariyle de meleklerden olduğu söylenmiştir. Buna da İbn Abbâs’ın, “O, çeşit itibariyle meleklerdendir. Ancak üreme özelliğine sahip olan cinler vardır ki, bu açıdan İblîs, cinlerdendir.”[185] sözü delîl olarak gösterilmiştir. Bununla birlikte onun meleklerden olmadığını; ancak, melekler arasından neş’et eden bir cin olduğunu söyleyenler de olmuştur.[186] İbn Abbâs’tan gelen bir rivayette, “İblîs, melâike kabilelerinden, kendilerine ‘cin’ denilen bir kabiledendi. Onlar, melekler arasında, zehirli ateşten yaratılmışlardı. Onun ismi ‘el-Hâris’ idi. Cennet bekçilerindendi. Melekler ise, yalnız bu kabile müstesnâ, hepsi nûrdan yaratılmışlardır.”[187] denilmektedir. Alûsî, “Meleklerin, kibirlenmemelerine karşı, İblîs’in kibirlenmesi, meleklerden olmasına mani değildir. Bu zarar vermeyiş, ya melekler içinde masum olmayanların bulunmalarından dolayıdır, ya da Allah’ın, İblîs’den, meleklik sıfatını soyup, şeytanlık sıfatını giydirmesinden dolayıdır. İblîs, şeytanlık sıfatlarını giydikten sonra isyan etmişti. İblîs’in, ateşten yaratılmış olmasına rağmen, meleklerin nûrdan yaratılmış olması da bu duruma engel teşkil etmez. Çünkü ateş de, nûr da özde birdirler. Yine de işin en doğrusunu, en iyi Allah bilir.”[188] demektedir.
b. İblîs’in, Adem’e Secde Etmemesinin Sebepleri
İbn Abbâs’dan gelen bir rivayete göre İblîs, Allah’a âsî gelen ve yeryüzünü cinayetler işleyerek kana bulayan cinleri öldürünce kendini beğendi ve kendinden üstün hiç kimsenin bulunmadığını iddia etti.[189] O, cennet mâliki olduğu gibi, yerin hâkimiyeti de eline verilmişti. İbadette son derece ileri mesafeler katetmişti. Bu yüzden kendini beğendi. Üstünlük iddia edip Rabb’ine karşı böbürlendi.[190]
Allah’a karşı gelmesi, birçok sebepten olabilir. Meselâ, cinlerden oluşu, kendini beğenmesi veyahut çok ibâdet ettiği için, kendini bütün varlıklardan üstün sayması buna sebep olabilir. Semâya ve yere hâkim olması, cennet mâliki bulunması da, bu sebepler arasında zikredilebilir. Nitekim bir rivayete göre, Âdem yaratılmazdan önce yeryüzünde cinler vardı. Allah, İblîs’i onlara kâdî olarak gönderdi. Bin seneye yakın bir zaman onların adlî işleri ile meşgul oldu. Sonra ona “Hakem” ismi verildi. Daha sonra semâya kaldırılıp halen taşıdığı “İblîs” adı verildi. Bundan sonra içine bir kibir ve azamet düştü. Kimseleri beğenmez oldu. Daha önce hakemlik yaptığı kimselere karşı kin beslemeğe başladı. Bu düşmanlık, yeryüzünde iki bin sene gibi uzun bir müddet çarpışmalarına sebep oldu. O kadar kan döküldü ki, otlar, kanlar içinde yüzer hale geldi. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara bir ateş gönderip yaktı. İblîs, kavmine gelen bu azâbı görünce derhal semâya çıktı ve meleklerle ibâdete koyuldu. Kendisini ibâdete öyle verdi ki, o zamana kadar onun gibi şiddetli ibâdet eden görülmedi. Onun bu hali, Âdem yaratılana kadar devam etti. Sonra ona secde ile emrolunca, secde etmekten imtinâ etti ve ne olduysa, işte ondan sonra oldu.[191] Meleklerin Allah’a, “Sen yeryüzünde kan dökecek, fesat çıkaracak bir varlık mı yaratacaksın?”[192] Diye sormalarından kastettikleri şey, yukarıda rivayet edilen kanlı hâdise olsa gerektir.[193]
Allah Teâlâ: “Ey İblîs, sen niçin secde etmedin, secde edenlerle beraber olmadın?”;[194] “Ey İblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni hangi şey menetti? Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelerden mi oldun?”[195] dedi. İblis buna cevaben, kendisinin, Âdem’den üstün olduğunu ileri sürerek: “Ben ondan hayırlıyım, (çünkü) beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.”[196] “Ben, kuru bir çamurdan, suretlenmiş bir balçıktan yarattığın beşer için secde edeyim diye (var) olmadım.”[197] “Ben, bir çamur olarak yarattığın kişiye secde eder miyim?”[198] Gibi sözler sarfetti. İblîs, bu sözleriyle, şunları demek istiyordu: “Benim, Âdem’den gücüm daha fazla, kuvvetçe ondan daha ileriyim. Yaratılmış olduğum ateşin, Âdem’in yaratıldığı topraktan faziletli olması sebebiyle de, ondan daha faziletliyim.”[199] “Çünkü Sen, beni ateşten, onu topraktan yarattın. Ateş toprağı yakar, bitirir. Öyle ise, ateş hayırlıdır.” İblîs böyle demekle, ‘secdeyi sana, kibirlendiğimden dolayı yapmamış değilim, esasında, Âdem’den faziletli olduğum için yapmadım, yücelerden olduğum için değil’ demiş oluyor.[200]
c. İblîs’in Diğer Özellikleri
“Üstünlük iddia edip, Allah’ın emrine isyan eden İblîs, lânetlenerek, bulunduğu mevkîden kovuldu.”[201] Kovulurken O’na, alçaklılığı, hakîr ve zelilliği hatırlatılmış ve artık cennete lâyık olmadığı bildirilmişti.[202] Bu mevkîini kaybedince, Allah’dan mühlet istemiş,[203] bu müddet zarfında, Hz.Adem’in zürriyetini, birazı müstesna olmak üzere, azdırıp saptıracağına yemin etmişti.[204] Allah da ona, istemiş olduğu bu süreyi, kendisince ma’lum olan bir vakte kadar vermişti.[205] Allah’ın indinde bilinen vakit, İblîs için ecel olarak tayin edilen vakitti. Bu vakit, sura ikinci üfürülüştür.[206] Sonra Allah, İblîs, ahdettiklerinden daha fazlasını da yapsa, hatta sesiyle, süvarileriyle ve insanların mallarına ve evlâdına ortak olmakla, onları sapıtmaya çalışsa da, ihlâslı kullarına tesir edemeyeceğini bildirdi.[207] İblîs’in sesinden maksat, şeytana itâat etmeye ve amelini işlemeye çağıran her çeşit sestir.[208] Burada, şeytanın, günâha çağıran davetlerinden, “ses” olarak bahsolunması, onu tahkîr içindir.[209] “Şeytanın piyadeleri ve sûvârileri”nden maksat ise, onun dostları ve yardımcılarıdır.[210] Şeytanın, malda insana ortak olması da, “kendisinde şeytana uyulan her şey” diye yorumlanmıştır.[211]İnsanlara, çocuklarında ortak olması ise, “zina mahsûlü çocuk doğurtarak ve çocuklarını öldürterek yaptığı kötülükler” olarak tefsir edilmiştir.[212]
Cennetten kovulduğu halde, İblîs’in, cennetteki Âdem (as) ve eşini nasıl şaşırttığı konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. “Cennete girmesine, Âdem ile Havva’yı imtihân için mânî olunmadı”, “Cennete girmeden, kapısından bağırarak, onları aldattı”, “bir hayvan şeklinde cennete girdi, cennet bekçileri onu tanımadılar”, “bu işi, cinlerden bazılarını onlara göndererek yaptı”, “yılanın karnında cennete girdi” gibi yorumlarda bulunulmuştur.[213]
İblîs, bütün bu ters tutumlarıyla, kötülüğün ve çirkinliğin alâmeti olmuş, zihinlerde, onun, çirkin görünüşlü olduğu yer etmiştir.[214] İblîs’in, bir nesli vardır.[215] Bu neslin, insanları aldatan şeytanlar olduğu belirtilmiştir.[216] Katâde’ye göre, şeytanlar da evlenirler ve insanlar gibi çocuk sâhibi olurlar.[217] İblîs’in çocuklarından başka, insanlardan dostları ve ta’bileri vardır. Allah Teâlâ, kendisinin zikrinden yüz çevirenleri ve îmân etmeyenleri, şeytana dost kılmıştır.[218]
Şeytan, “vesvâs” diye isimlendirilmiştir ki, bu mübâlağalı bir sîgadır, şeytanın, bütün işi gücü vesvese olduğu için, sanki vesvesenin bizzât kendisiyimiş gibi, bu şekilde isimlenmiştir.[219] Bütün geçmiş ümmetlere, Allah’a küfür, putlara tapmak,[220] kötü işleri terk etmemek, gelen peygamberlerin Hakka davetlerini tutmamak[221] hususlarında, amellerini güzel göstermişti. İnsanlara yalan vaadlerde bulunur,[222] ancak, kıyâmet günü, dostlarına, vaadlerinde yalancı olduğunu itiraf edecektir.[223] İnsanları aldatmak için, zihinlere asılsız korkular atar ve kötülükleri emreder.[224] İnsanların arasına kin ve düşmanlık tohumları ekmek ister.[225]
Şeytanın bütün bu kötülüklerine karşı, Allah Teâlâ, mü’min kullarını muhafaza edip destekler.[226] İman edip Allah’a tevekkül edenler üzerinde bir tesir gösteremez.[227] Allah Teâlâ, Kur’ân’da, çeşitli vesîlelerle, müminlere, şeytandan kendine sığınmalarını öğütlemektedir.[228] Hatta Hz. Peygamber’e dahi onun fitnesinden, kendine sığınmasını tavsiye etmektedir.[229] İşte şeytanın hile ve saptırmalarına karşı tek çarenin, Allah’ın emirlerine sarılmak ve O’na sığınmak olduğu anlaşılmaktadır.
Her üç dindeki cin-şeytan anlayışının bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Yahûdilik ve Hıristiyanlığa ait görüşlerin birbirine çok benzediği görülür. Bu iki dinde cin ve şeytan, çok az farklarla birbirinden ayrılmaktadır. Hatta aynı varlığı bazen cin, Bazen de şeytan olarak değerlendirebilmektedirler. Kutsal metinlerde, bu durum sık sık göze çarpmaktadır. Ancak, Lucifer gibi, Şeytana özel isim olmuş ya da diabolos gibi, İblîs’e işaret eden kelimeler farklıdır. Her iki dine göre de, cinler ve şeytanlar, benzer görevleri yerine getirmek için yaratılmışlardır.
Bu iki varlığın, melek kavramıyla da yakından ilgisi bulunmaktadır. Zira bu dinlere göre şeytan, kötü ruhların ya da cinlerin başıdır. Bu özelliğiyle o, aynı zamanda, Tanrıya karşı başkaldıran ve gökten cehenneme atılan bir melektir. Hatta ahlaksızlığın ve kötülüğün yayılmasına sebep olan ve insanlara zarar vermeye çalışan bütün düşmüş meleklerin, cinlerin başı olan şeytan ve onun yardımcıları olarak yorumlanması da bu üç varlık arasındaki tabiî bağın mevcudiyetini göstermektedir.
İslam Dininde cin, şeytan ve melek kavramları çeşitli yönleriyle ele alınmakta, her üç varlığın da özelikleri ve görevleri ayrı ayrı ortaya konulmaktadır. Diğer iki dinin aksine, cinler, inanan ve inanmayan diye ikiye ayrılmakta, hatta Kur’ân-ı Kerîm’de bu konu, müstakil bir sure ile anlatılmaktadır. Şeytanın, yaratılış bakımından, cinler gibi, ateşken yaratıldığı vurgulanmakta ve nevî itibariyle de cinlerden olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ancak, secde ile emrolunmazdan önce melek iken, secde etmediği için, melekler sınıfından kovulup, cinler sınıfına geçmiş olabileceği de ileri sürülmektedir.
III. BAZI ESKİ KÜLTÜRLERDE MELEK İNANCI
Yapılan bir takım araştırmalar neticesinde görünmeyen varlıklar anlayışının Yakındoğu’nun putperest dinlerinde çok erken dönemlerden itibaren mevcut olduğu görülmektedir. Meselâ, Mezopotamyalı ve Hititli her ilâh, kendisinden daha aşağıda bir takım elçilere (Sukkallu) ve taht taşıyıcılarına (Guzallu) sahipti. “Sukkallu’ya, Mezopotamya dökümanlarında, bir subay çeşidi olarak işaret edilmektedir. Yine bazı meleklerin iyilik, bazılarının da kötülük için gönderildiği meselesi bazı Hitit metinlerinden anlaşıldığına göre, Ön Asya’da mevcuttur. Bu düşünceye göre kötülük melekleri, kendilerini tayin eden tanrıçanın istemediği evlere, iyilik melekleri ise, aynı tanrıçanın istediği evlere gönderilir.”[230]
Meselâ, Eski Ahid’de söz konusu edilen “çiftler halinde dolaşan melekler”[231] fikri, Ras Shamra metinlerindeki ilâhî elçilere benzemektedir. Daha sonraki semitik folklorda mevcut bulunan benzerlikler ise, daha eski kavramları hatırlatmaktadır. Böylece çöl boyunca İsrail kervanlarının çöldeki seyahatine katılan melekler, “Nebatî” metinlerindeki ilâh “Sıalkum” un karşılığıdır. Bu tür melekler daha sonraları Yahudi kitaplarına intikal eder ve meselâ pınar başlarında;[232] meşe ağaçlarında;[233] ardıç ağaçlarında;[234] yanan çalılar arasında[235] ortaya çıkar ki bunlar, velî kişiler ve cinlerle ilişkili inançlardır. Benzer türden koruyucu melek anlayışı Sırplarda ve Baltık kıyılarındaki Töton halk biliminde de bulunmaktadır.[236]
Yine melekler ve semâvî varlıkların özel yiyecekler yemesi olayına, Mezopotamya’daki “Adapa” mitolojisinde de rastlanmaktadır.[237]
Bazı Hitit metinlerinde, Ejderha İllüyanka’nın hikâyesinde, meleklerin, cinsel ilişki kurması olayı anlatılmaktadır. Bundan başka kerubîm kavramı, yakındoğu kültürlerine kadar uzanır. Bunlar Mezopotamya metinlerinde, “aracılar” manâsını taşıyan “Karubi” tabiriyle ifade edilmekte ve kanatlı olarak resmedilmektedir. Ayrıca Samaria, Halep, Teli Halaf, Kargamış ve Nimrud gibi yerlerde eski kültürlere ait bu tip figürler bulunmuştur.[238]
Yine, günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem tarafından yapılan bir çalışmada “Anka Kuşu” anlatılırken, bu kuşun, Mezopotamya tasvîrî sanatlarında, arkaları birbirine dönük iki arslan, boğa yahut geyiğin sağrılarına pençeleriyle basar vaziyette resmedildiği ve iyi insanlar için bir koruyucu melek hüviyeti taşıdığı belirtilmektedir.[239]
Dört bin beş yüz yıllık geçmişi olan Ebla krallığına ait çivi yazılı tabletlerde Mİ-KA-EL adında bir melekten bahsedilmektedir. Hâlbuki bugün mevcut olan kutsal kitapların en eskisi olan Tevrat’ın Hz. Musa’ya gönderilişi bile, bu tarihten bin beşyüz sene sonraya dayanmaktadır.[240]
IV. ESKİ ORTADOĞU DİNLERİNDE MELEK VE BENZERİ VARLIKLAR
Eski Ortadoğu dinlerinde de melek ve benzeri varlıklarla ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Babil, Sümer, Asur, Eski İran ve Yahudilik öncesi Filistin kavimleri bu açıdan dikkat çekicidirler. Bu toplumların melek ve benzeri varlıklar konusundaki anlayışlarını izah etmeye çalışalım.
A. Bâbil, Sümer ve Asur’da Melek ve Benzeri Varlıklar
Bâbil ve Asur’da Tanrılar ve insanlar arasında sürekli bir alâka kurulmaktaydı. O derece ki, her ferdin kendisine ait, koruyucu melek rolü oynayan bir tanrıçası bulunmaktaydı. Hatta bu bağlılığı ifade etmek için şu sözleri söylerlerdi: “Ey sağımda bulunan tanrım, ey solumda bulunan tanrım, ey yanımda bulunan koruyucu tanrım!”[241] Bâbil ve Asur’da, “Utukku” denilen ve Sümerce “udug” kelimesiyle ifade edilen, cine benzer varlıkların bulunduğuna inanılmaktaydı. Bunlar, insanla yüz yüze, kanatlı boğalar şekli, sarayların ve mabetlerin girişlerinde bekçilik yapar tarzda temsil ediliyorlardı. Sümer çağında bile iyi ve kötü cinler olarak telakki edilen bu varlıklardan birincisinin insanı himaye ettiğine ve koruduğuna, ikincisinin ise insana işkence yaptığına inanılmaktaydı. Kötü cinler (utukku) diye ifade edilen bu ruhî varlıklar, daha sonra kötü melekler veya kötü şeytanlar olarak kabûl edilmişti. Mana itibariyle cin, melek ve şeytanın her üçünü de kapsayan bu ruhî varlıklar yedi gruba ayrılmışlardı. Kutsal metinlerde bunlarla ilgili olarak: “onlar yedidir, onlar iki defa yedidir” ifadesi geçmektedir. Ayrıca bu ifadenin şu şekilde bir açıklaması yapılmıştır: “Onlar gökte yedi, yerde de yedidir. Onlar kötüdürler, kadın olmazlar ve çocuk da doğurtturmazlar. Hiç bir şey onları durduramaz. Onlar, kural ve nizam tanımazlar. Göklerdeki karışıklık, dehşet vericidir. Göklerdeki iri bulut, karanlık meydana getirmektedir. Bilge tanrılar arasında tanınmamışlardır. Göklerde ve yerde isimleri mevcut değildir.”[242]
Bu varlıkların bazı türleri vardır. Bunların isimlerini ve zararlarını, büyücüler bilirlerdi. Bu yedi tür varlık, hasta bir insana saldırdıkları zaman “Ashakku’nun o hasta insana başından, ‘Namtoru’nun boğazından, ‘Utukku’nun boynundan, ‘Alû’nun göğsünden, ‘Etimmun’nun kemerinden, ‘Gallû’nun elinden, ‘İlu’nun ayağından yaklaştığına inanılırdı. Bu yedi türün üzerinde ayrıca ‘limnu (kötü)’ sıfatıyla belirtilen beş tür daha vardı. Bunlardan ‘îlu’ diye isimlendirilen sonuncu ruh, ‘Tanrı’ anlamına gelmektedir. Bu kötü tanrı iyi tanrıya karşıydı. ‘Gallû’, ‘iblis’ demektir ve ‘Sümer’ dilinde ’Gala’ kelimesiyle ifade edilir. Daha eski zamanlarda bunun mutlak olarak bir kötülük işleme rolü yoktu. Sümerce ‘Gidim’ denilen ve ‘korkunç görüntü’ manasına gelen ‘Etimmu’ da bu varlıklardandı. Bu, kötü bir ruh değildir. ‘Alû’ ağızsız, yanaksız, kulaksız bir kişiliğe sahipti. Onun, geceleyin sokak aralarında serserilik yapıp, halkın uykusunu bozduğuna inanılırdı. ‘Utukku’ da, şeytan veya melek pozisyonundaydı. Ayrıca ‘Ashakku’ ve ‘Namtaru’ isimli ruhlara karşı özel büyü serileri mevcuttu.”[243]
Bunların dışında insana zulmeden bazı ruhî varlıklar daha vardır. Birinci sırada bulunan “Utukku” ile “Etimmu” arasında “Maqlû” vardır. “Şedu” ve “Rabîsu” da araya girer. “Şedu”, tapınakların ve sarayların kapısına yerleşmiş devlerden biridir ve bazen kötü olur. Bu hallerde kendisine yalvarmak gerekir. “Rabîsu” nöbetçilik yapar ve yol üzerinde av bekler. Sonra “Etimmu”, “Lamashtu” olarak isimlenmiştir. Ayrıca “Lilû, Lilîtu ve Ardat Lilî” isimleriyle belirtilen üçlü bir grup daha vardır ki, bütün bunlar, Bâbil-Asur ve Sümer dinlerinde mevcut olan, görevleriyle tanıtılmaya çalışılan, bazen cin, bazen melek ve Bazen de şeytan olarak yorumlanan görünmez varlıklardır.[244]
Bâbil-Asur dinlerinde ayrıca, göğün dışında bulunan kanatlı cinler, “Ur-Nummu”nun ünlü dikilitaşı üzerinde fışkıran sulara bir vazo sunmaktadırlar. Başları üzerinde bir çift boynuz bulunmaktadır. Asurlular, kutsal sudan serpiştiren kanatlı cinlere iki çift boynuz atfetmektedirler. Bunlar, aynı zamanda, kanatlı boğalar şeklinde temsil edilmektedirler. Boğanın boynuzları, kuvveti, gurur ve gücü temsil eder.[245]
Yahudilikte bir melek grubu olarak bildirilen “serâfıler” de Bâbillilerin Gılgamış destanlarında geçmektedir.[246] İslâm’da melek olarak kabûl edilen Hârût ve Mârût isimli varlıkların temelinin de Babil ve İran inançlarına dayandığı ileri sürülmüştür.[247]
Yine semâvî olayların mitoloji ile yorumlandığı en eski çağlarda, bereketli yağmur getiren bulutların, insan muhayyilesinde, “yağmur/rahmet meleği” şeklinde “iyi anzu/anka”; felâket getiren fırtına bulutlarının da “kötü anzu/anka” motiflerini doğurmuş olduğu ve Sümer menşeli bu efsanenin en az beşbin yıllık bir zaman dilimi içinde bütün Ön Asya’ya ve İran üzerinden Orta Asya, Güney Sibirya ve Hindistan’a kadar çok geniş bir bölgeye yayılıp günümüze kadar yaşadığının anlaşılmakta olduğu belirtilmektedir.[248]
B. Eski Mısır Dininde Görünmeyen Varlıklar
Mısırlılar da en eski devirlerde ilkel milletler gibi animist idiler. Onlar da her şeyde kendilerine musallat olan bir ruh olduğunu sanıyor ve bu ruhlara en geniş saygıyı gösteriyorlardı. Bunlar yalnız bazı ruhların, güneş, ay, Nil nehri gibi tabiî ikametgâhlarda yaşadıklarına, fakat ruhlardan çoğunun hayvanlarla kuşların içinde bulunduğuna inanıyorlardı. Bundan yedi bin sene önce Mısır’da kırk iki kabile bulunduğu anlaşılıyor ve bunlardan her biri, canlı bir mahlûk içinde yaşadığına inandığı bir ruha tapıyordu. İçlerinden koça, öküze, arslana, yılana, kediye, keçiye, eşeğe, şahine, su aygırına, domuza ve akbabaya tapanlar vardı. Muhtemeldir ki, Mısır’ın en eski dini, kırmızı Amerikalıların dinine benzeyen Totemcilik idi ve her kabile mukaddes saydığı hayvanın adını taşımakta; belki de onu ruhânî ata saymakta idi. Gece gündüz çalışan ve yarı aç yarı çıplak yaşayan halk, putların içinde ikamet eden ruhun, yaşatmaya da öldürmeye de gücü yettiğine inanıyorlardı. Hatta kâhinlerin çoğu da aynı imanı taşıyorlardı.[249]
C. Zerdüştlük’te Melek ve Görünmeyen Varlıklar
Zerdüştlük’teki melek inancına, eski Zent Avesta metinlerinde ve Gatalar’da rastlanılmaktadır. Aklın, en üstün efendisine hizmet eden yedi baş melek olduğu, Ameşa Spenta’larda geçmekte[250] ve “kutsal ölümsüzler” diye isimlendirilmektedir. Bunlar iyi, akıl, adalet (veya hakikat), ilâhî irâde ülkesi, tevâzû (veya dindarlık), mükemmeliyet, ölümsüzlük şeklinde Ahura - Mazda’nın çeşitli veçheleri ve fonksiyonları olarak telâkkî edilir.[251] Bunları, orijinal isimleri ve manalarıyla şöyle sıralamak da mümkündür.
1. Spenta Mainyu (kutsal ruh),
2. Vohu Manah (bilgelik),
3. Aşa Vahista (doğruluk),
4. Spenta Armaiti (bağlılık),
5. Khşatra Vairya (yararlı egemenlik),
6. Haurvatat (bütünlük ya da kusursuzluk),
7. Ameretat (ölümsüzlük)[252]
Zerdüştlük’te, ruhların kontrolü hususu “Fravaşi” (Koruyucu ruh, ata ruhu) ve “Yazatas” fikirleriyle uzlaştırılabilir. Bu iki ruh, suların akışını çizerler, bitkilerin büyümesini sağlarlar, güneş, ay ve yıldızların dolaşacakları yerleri plânlarlar. Meleklerin, insanlara şefâatçi olması ve kötülüklerden uzaklaştırmaları fikri Avesta’da mevcuttur.[253] Buna mukabil, Yahûdilikteki “şeytanlar” veya “yokedici melekler” imajı, Avesta’da “Devalar”dır. Şeytan Mastema veya Belial gibi figürlere karşılık Avesta’da “Angra Mainyu”, “Kötü Ruh” rolünde; “Penta Mainyu”, “İyi Ruh” rolündedir.[254] Ayrıca Ölü Deniz ilâhisindeki bir bilgi meleklerin[255] ve dindarların birleşip semâvî bir koro oluşturmaları fikri, “Mazdek” de dürüst kişilerin cennette bir yerde, “şarkı evi’nde buluşacakları,[256] fikriyle paralellik arzetmektedir.[257]
Zerdüştlük’te “Atalara Tapınma” inancı da, önde gelen esaslardandı. Bu kavram, daha sonraları “Fravaşi” (koruyucu ruh, ata ruhu) anlayışına dönüşmüştür. Tanrılar çok uzaktır. Bunlar, insanların problemleri ile Fravaşi kadar yakından ilgilenmezler. Romalılara göre, nasıl Tanrı Jüpiter uzaklarda, “Penates” (evin koruycu ruhları) aile içinde, Tanrı Mars göklerde ve “Munes” (ölülerin ruhları) yakında ise, İranlılara göre de Güneş, herşeyi tümüyle; Atalar ise, herşeyi tek tek görürdü.[258]
Zerdüşt insanları uyarmak için çeşitli kerametler gösteriyor, bazı tecellîlere mazhar oluyor ve ilginç rüyalar görüyordu. Bu şekilde altı tecellîye mazhar olmuş ve on rüya görmüştür. Zerdüşt bu tecellîlerin her birinde büyük meleklerden biriyle görüşüyor ve bunların herbiri ona bildiği şeyleri öğretiyordu. İkinci rüyasında karşılaştığı büyük melek Vaho Manah (İyi Düşünce) idi ve bu melek ona faydalı her hayvana dikkat ve itina göstermeyi öğretmiş ve onların hepsine en iyi muameleyi tavsiye etmişti. Karşılaşmış olduğu Aşa yani “Doğruluk, Dürüstlük Meleği” ateşlerin her çeşidine karşı dikkatli davranmayı öğretmişti. Kişatra yani “kudret meleği” ona madenlerden bahsetmiş, Armaiti yani “takva meleği” ülke ve sınır ötesini düşünmeye telkin etmiş, Faurvatat yani “sıhhat meleği” ona suyun faydasını anlatmış ve Ameratat yani “ebediyet meleği” ona nebatlardan bahsetmişti.[259]
D. Yahûdilik Öncesi Filistin Kavimlerinde Melek ve Benzeri Varlıklar
Eski Sâmî toplumlarda, dağların birçoğu kutsal sayılıyordu. Kaynaklar, çaylar, ağaçlar, mağaralar ve taşlar da bu kutsallığa dâhil edilmekteydi. Buralar, aynı zamanda, düşmüş meleklerin lânetlenmiş yerleri addedilmekteydi.[260] Yahûdiler Filistin’e yerleşmeden önce Kenân’lıların, cinlerle ilgili inançlarından kalıntıları yeniden ele alınıp ihya ediliyordu.[261] Göçebelik döneminde de, İsrailliler tarafından, yıkıcı, yok edici ve harâbedici meleklerin varlığına inanılmaktaydı.[262]
Yine bazı kaynaklarda sıradan bir Filistî’nin dünyasının ruhlarla, iyi ve kötü güçlerle dolu olduğu, kâinâtın da Tanrının huzurundaki meleklerle, kutsama melekleriyle, rüzgâr, bulut, kar, karanlık, ses, fırtına, ışık, soğuk, sıcak, ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış melekleriyle dolu bulunduğu belirtilmektedir.[263]Tanrının oğulları kavramı (bn ilm), ugarit metinlerinde, tanrıları belirtmek için kullanılır. Aslantaş’daki bir Ken’ân sihir metninde, bu terim, yeniden ortaya çıkar. Mezopotamya’da İgigi, Alnunaki, Hititlerde yukarı ve aşağı tanrılar, Sazareş Kattereş ve benzeri örnekler, Greklerde ve Romalılarda da vardır. Iy (n m) ilâhî lâkâbı ise, bazı uzmanlar tarafından Ras Shamra’daki Ken’ân metinlerinden bilinmektedir ve kelime, bu anlamıyla Talmut’da da kullanılmıştır. Öte yandan Ugarit’den gelen Ken’ânî Baal, ölüm ve karanlık cini Mot ve Tanrıça Anat da bu şekilde idi. Melek olarak da yorumlanabilmekte olan bu figürler saraylardaki idâri bölünmeyi andırmaktaydılar.[264]
Musa öncesi döneme ait bazı Filistin kavimlerinde, diğer birtakım ruhlar ve şeytanlar inancı da mevcuttur. Nitekim Eski Araplar çölün, cinlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Burada öyle sebepsiz uğultu ve fısıltılar oluyordu ki, meselâ, bir yolcu bunu farkettiği zaman, bu uğultu ve fısıltıların çölde bulunan cinler tarafından çıkarıldığına inanıyordu. Bu cinler sık sık hayvan şekli altında tasvîr edilmekteydi. Onlar, yabânî hayvanlar, yırtıcı kuşlar ve özellikle yılanlar, kertenkeleler ve akrepler şeklinde cisimlenmekte ya da melez hayvanlar şeklinde görünmekteydiler. Bunlar, özellikle delilik gibi, bazı hastalıklara sebep olmaktaydılar. Yeni evliler için, bir tehlike teşkîl etmekteydiler.[265]
Tîh Çölünün bedevîleri de, “haiye taira” denilen, uçan yılanların varlığına inanıyorlardı. Meselâ, Eski Mısırca’da “sefr” veya “serref” diye isimlendirilen bir akbaba ya da çift başlı arslan vardır. Araplara göre, bu cinlerden, her yerde mevcuddur.[266]
Yukarıda kaydedilen fikirler ve uygulamalar, her yönüyle, eski İsraillilerin inançlarına da benzemektedir. Onlar, kervanların, Filistin ve Mısır arasındaki çölü geçtikleri zaman, “Serâfhîm (serafıler) diye isimlendirilen kanatlı, korkunç yılanların saldırıları tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarına inanmışlardı. Kuşkusuz bu melez varlıklar, olağan hayvanlar değillerdir. Zira bu varlıklar İsraillilerin inançlarında, Tapınak’taki Yahve’nin şânını yücelten serafiler olmuşlardır. Onlar, doğum suretiyle oluşmuşlardır ve kanatlıdırlar. Bozkırlar ile kabirler, cinlerin ve şeytanların mu’tad olarak ikâmet ettikleri yerlerdir. Yahuda Çölü’nde, Azâzel oturmaktadır. Bu gizli varlığı Kudüslüler, bir sene boyunca işlenilen günâhları yüklenen bir teke olarak addediyorlardı. Ayrıca “iyyim” ve “siyyim”ler diye anılan bazı varlıkların da çölde oturduklarına inanılmaktaydı.[267]
Victor El Giorno’nun “Le Coran Comparait” isimli çalışmasında Musa öncesi Yahûdilerin ve Ken’ânlıların, şeytanı, çölde sürgüne gönderdikleri bildirilmektedir. Şeytanın düşman, suç işleyici ve kötünün gücü gibi isimlerle ifade edildiği belirtilmektedir. Onun İsrail’e, karşı koyduğu ve Yahve’nin meleğini suçlamaları için mücadele ettiği kaydedilmektedir.[268]
V. GÜNÜMÜZDE YAŞAMAKTA OLAN BAZI DOĞU DİNLERİNDE MELEK VE GÖRÜNMEYEN VARLIKLAR KONUSU
Hiçbir ilâhî dayanağı olmamakla birlikte, bazı inançlar, günümüzde din olarak kabûl edilmekte ve sayıları azımsanmayacak kadar çok olan insanlar tarafından da benimsenip yaşanmaya çalışılmaktadır. Bu dinlerin, karmaşık inanç şekilleri içinde, melek ya da buna benzer, görünmeyen varlıklara da yer verilmektedir. Bilhassa Hinduizm, Budizm ve Çin Dinlerinin, bu konudaki anlayışlarını ele almakta fayda vardır.
A. Hinduizm, Budizm ve Coynizm’de
Hinduizm, Caynizm ve Budizm gibi, evreni tek bir güçle açıklayan dinlerde insana vahiy getiren meleklerden ziyâde, cin inanışı yaygın biçimde görülür. Caynacılık’taki cehennem yaratıkları “naraka”lar ve Japon dinlerinde, yeraltındaki tanrılarla ilişki kurduğuna inanılan “Oni”, kötü cinleri oluşturmaktadır. Hinduizm’de “asura” adı verilen cinler, kendileri gibi kutsal iksir “homa’yı (ya da amrta) elde etmeye çalışan “deva” adlı tanrıların düşmanıdırlar. Ama “Mohini” adlı güzel bir kadın biçiminde, ete bürünen tanrı Vişnu, devaların bu kudret verici içkiye ulaşarak, “asura” lardan daha güçlü olmasını sağlamıştır. Öteki cinler arasında, mezarlıkları lânetleyen ve insanlara aptalca hareketler yaptıran “raksasalar” ve kanlı ölüm olaylarının gerçekleştiği yerleri lânetleyen “pisnolar” vardır. Buddizm’de cinler, insanların aydınlanmaya ulaşmasını engellemeye çalışan güçlerdir. “Mara” adlı cin kızları, “Rati” (arzu), “Raga” (zevk) ve “Tanha” (sonsuz hareketlilik) ile birlikte Buda’nın aydınlanmaya erişmesine engel olmak istemiştir.[269]
Hindistan’da yarı aç, zavallı yoksul çiftçiler bir takım ilahçıklara, cinlere ve hayaletlere tapıyorlar ve binlerce yıl önceki ataları ormanlar içinde ne yaptılarsa onun aynını yapıyorlar. Çünkü bunlar hâlâ korku içerisinde yaşamaktadırlar. Hindistan’ın her köşesi kendine göre mukaddes mabetler ve türbelerle doludur. Tarif edilemeyecek derecede çirkin putlar her yerde göze çarpar ve bunlar arasında fil kafalı tuhaflıklar, üç gözlü ucûbeler, birkaç kafalı canavarlar ve korku veren türlü türlü şeyler görülür. Hindular bu tür ruhlara, cinlere ve perilere inanarak kendilerini kurtarmayı, korkularını tatmin etmeyi ummaktadırlar.[270]
Büyük İslâm düşünürü ve dinler târihçisi Bîrûnî de, Hintlilerin varlıklar hakkındaki sınıflama ve açıklamalarının karışıklığı ve düzensizliğinden yakınarak, “deva” denilen melekler, bunların bulunduğu yerler, bunlarla ilgili diğer varlıklar hakkında bilgi verdikten sonra, meleklerin başkanının “Mahadeva” olduğunu, “deva” isminin oradan geldiğini, Hintlilere göre 330.000.000 melek bulunduğunu ifade etmektedir. Hintlilerin, melekler için yemek, içmek, hayat, ölüm ve diğer beşerî halleri câiz gördüklerini, onların bu dereceye ilimle değil, ibâdetle ulaşmış olduklarına inandıklarını belirtmektedir.[271]
B. Çin Dinlerinde
Çin dinleri ruhlarla, cinlerle, hayaletlerle, cadılarla, hortlaklarla, yeşil gözlü ejderhalarla ve kurtlarla dolmuş birer dindirler. Bugünün Çin çiftçisinin kafasında yığın yığın cinler çarpışır. Onun için memleketin her tarafında cinleri kovalayan rahiplerin, cin çarpmasına uğrayanların başına geçerek efsunlar okudukları göze çarpar. Memleketin her tarafında uğursuz günlerden ve uğursuz yerlerden korkulduğu görülür. Bir ailenin ölüsünü gömmek için uğurlu bir yer bulmak üzere aylarca yıllarca süren araştırmalar yapılır (Budda Mezhebi aleyhinde ayaklanmalar olduğu sıralarda uğurlu sayılan ve ölüleri gömmeğe yarıyacağı sanılan Budda manastırları tahrip edilmekten kurtulmuştu). Bütün Çindi hüküm süren bir kanaate göre dünyanın her bölgesinde bir Feng-Şui yani bir “iklim ruhu” vardır. Onun için bir ev kurmadan, bir mezar kazmadan, bir mağaza açmadan önce Feng-Şui’nin büyücüsü ile istişare edilir ve onun uğur ve uğursuzluk hesabına vereceği yere göre hareket edilir.[272]
Çin dinlerinde bu tür varlıklarla ilgili görünmez bir dünya vardır. Bu görünmez dünya, birçok yönleriyle, buna benzer görünür dünyanın dokusuyla gerçekten iç içe geçerek örülmüştür. Semâvî hiyerarşideki İmparator Yeşim ile cehennem bölgelerinin egemeni Yanluo (Yama), Pekin’deki egemenin karşılıklarıdır. Her ilçe merkezinde bulunan “Kent Tanrısı” da, benzer biçimde, ruhî idareciydi. Atalardan ve hayâletlerden oldukça ayrı olarak, birçok ruh, hayatlarına, insan olarak başlamışlardır. Çinliler bu ruhî varlıklarla iletişim kurarlar veya ilâhi bir teslimiyet durumundaki “ruh medyumları” aracılığıyla onlara danışırlar.[273] Yine Çin’de, “Kuei-shen” adlı cinlerin tabiatın her yerinde var olduğuna inanılır. Aydınlıktan korkan bu cinleri uzaklaştırmak amacıyla ışık yakılır. Japonlarda da çok sayıda cin vardır. “Oni” ile “Tangu”, insanlara musallat olur. Bu cinleri, insanlardan, ancak rahiplerin çıkartabildiğine inanılmaktadır.[274]
VI. İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA MELEK ANLAYIŞI
İslam öncesi Arap toplumunda insanlar melekler konusunda iki kısma ayrılırdı:
1. Nebî ve rasûllere ittibâ edenler: Bunlar nebî ve rasûllerin haberlerini doğrulayarak meleklere tam bir îmânla inanırlardı. Çünkü meleklerin varlığına îmân bütün nebî ve rasûllerin açıklayıp beyan ettikleri bir husus idi.
2. Nebî ve Rasûllere tabî olmayanlar: Bunlar da iki kısma ay olmaktadır:
a. Meleklere îmân konusunda ne müsbet, ne de menfî bir tutum içerisinde bulunmayıp, tarafsız olanlar.
b. Meleklerin mevcudiyetini isbat edenler: Ruhânîler ve eski felsefecilerin ileri gelenleri bunlardandır. Felsefeciler, akıl yürütme yoluyla onların varlığını ispat etmektedirler. Ruhânîler ise, tâbî oldukları ruhî felsefeler ya da özel tesâdüflerle, mükaşefe ve müşâhede yoluyla onların varlıklarını anlamaya çalışmışlardır.[275]
Bu konuda ayrıca değişik inançlar da bulunmaktadır. Meselâ, putperest ve müşrik Araplara göre melekler, Allah’ın kızlarıdır. Hurrânîlere göre melekler, yıldızlardır ve âlemi idare ederler. Bâtınîler, onların oniki ve yedi, yani ondokuz tane olduğunu iddia ederler. Hurrâmiyye, aralarında tereddüt ettikleri rasûllerini, melekler olarak isimlendirirler. Bazı kavimler, onları, sâf nefisler olarak telâkkî ederler. Bazıları ise, onların, Tanrı’dan kısımlar ve cüzler olduklarını zannederler. Ümeyye isimli bir şair de şiirinde, meleklerden, “Allah’ın öğrencileri ve yardımcıları” diye bahsetmiştir.[276]