İSLAM’DA MELEK İNANCI

“Melek” kelimesinin, İslâm kaynaklarına göre etimolojik yapısı, girişte ele alınmıştı. Bu kısımda, İslâm’daki melek inancı, kavram olarak incelenecektir.

I. İSLAM’DA MELEK KAVRAMI

A. “Melek” Kelimesinin Tarifi ve Melek Karşılığında Kullanılan Diğer Kelimeler

Meleklerin mevcudiyyeti konusu, Kur an ve sünnetin apaçık delilleriyle ortaya konulmuşsa da, İslam âlimleri, onların mahiyyeti ve tarifi ile ilgili değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Mütekelliminden Teftazâni (791/1389), melekleri şöyle tarif etmektedir:

Melekler, “muhtelif şekillerde görünen, meşakkatli işlere gücü yeten, Allah katında kıymetli, devamlı ibadet eden ve itâatten ayrılmayan, erkeklik ve dişilikle sıfatlandırılmayan, lâtif cisimli varlıklardır.”[945]

Ali b. Ebu’l-İzz el-Ezreği’nin (722/1322) tarifi şöyledir:

“Melekler, kendilerini gönderenin emrini yerine getiren, kendileri için değil, Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah için çalışan, O’na itâat ederek sâf tutan ve tesbih eden, ikrâm olunmuş kullarıdır.”[946]

Muhammed Kanbûri Antaki’ye (1172/1759) göre, melekler, nûrâni, cisim bulanıklıklarından uzak, cinsiyeti olmayan, çeşitli şekillerde görünmeye muktedir, zor işlere gücü yeten, ilimde kemâl sâhibi, günahlardan uzak, itâat ve ibadette devamlı olan varlıklardır.[947] Bu, Kur’ân âyetlerinin açık manasına ve sünnete uygun olup, ehl-i sünnetin de kabûl ettiği bir tariftir.

Filozofların tarifine göre ise melekler, hakikatte, insan ruhuna muhâlif, ilim ve kuvvetçe de insanlardan mükemmel, mücerred cevherlerdir.[948]

Fârâbi (339/950), “Fusûsü’l-hikem” isimli eserinde melekleri şöyle tarif etmektedir:

“Melekler, cevherleri ulûm-i ibdâiyyeden (C.Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ilimleri) olan sûretlerdir. Nakışlar bulunan levhalar gibi değil, ilimlerle dolu olan göğüsler gibi de değil, belki bizzât kendi kendilerine kâim olan, Allah’ın yarattığı, maddesiz, zamansız, mekânsız ilimlerdir ki, yüce emri mülâhaza ederler de, onların hüviyetlerinde mülâhaza ettikleri anlaşılır. Ve onlar mutlaktırlar; fakat kudsiye’nin rûhu onlara uyanıkken muhatape eder, beşerin rûhu ise uykuda muhatape eder.”[949]

Makdisi (355/966) “kendilerinden istenilen şeye boyun eğme ve tâatte bulunma konusunda gayret sarfettikleri için, bu varlıklara melek denilmiştir.”[950] der.

Elmalılı Hamdi Yazır, İslam filozoflarının, melekler hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Melekler, ne mekân tutan varlıklardır, ne de cisimdirler. Mücened cevher olmaları hasebiyle insan ruhuna benzerse de, mâhiyeti ondan değişiktir. Aralarındaki nisbet, güneşle, güneş ışığının farkı gibidir.”[951]

Kur an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde meleklere, bazen “rasûl”, bazen de “rusül” kelimeleriyle telmihte bulunulmaktadır. Bu husus, Kur’ân’ın, melekler için “elçi” ismini de kullandığını göstermektedir. Hac sûresinde “Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçmiştir”[952] denilerek bu iki kelime yan yana kullanılmıştır.

Ayrıca, En’âm[953], Şûrâ[954] ve Murselât sûrelerinde[955] meleklerden “rasûl” veya “rusül” diye bahsedilmiştir.

B. Meleklere İmanın Vücûbu

Kur’ân-ı Kerim’de iman esasları, açıkça belirtilmektedir. Bu husus Bakara sûresinin sonundaki bir âyette şöyle ifade edilmektedir:

“O peygamber de, kendisine Rabb’inden indirilene iman etti ve müminler de iman ettiler. (Onlardan) her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı…”[956] Bu ayet nazil olduğu zaman Rasûllüllah, “Bunlara inanmak şarttır” demiştir.[957]

Bu ve benzeri âyetlerden anlaşılmaktadır ki, meleklerin varlığını kabûl etmek, imanın erkânındandır.[958] Nisa Sûresinde, “Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr eden kimse, apaçık sapıklıktadır.”[959] sözüyle melekleri inkâr eden kimselerin, apaçık bir sapıklık içerisinde olduğu anlatılmaktadır.

Bu şekilde, Kur’ân-ı Kerim’de otuzüç sûrede, yetmişbeş âyette, farklı münâsebetlerle melekler söz konusu edilmektedir. Birçok hadis-i şerifte de, meleklere imanın, Müslüman olmanın şartlarından biri olduğu belirtilmektedir. Hz. Ömer’in rivayet ettiği meşhur “Cibril Hadisi’nde Cebrail Rasûlüllah’a: ‘İman nedir?’ diye sorduğu zaman Rasûllüllah: ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman etmendir’ diye cevap vermiştir.[960] Bu sebeple, meleklerin varlığını inkâr eden kimse, Allah ve Rasûlünün kelâmını da inkâr etmiş ve İslam dairesinin dışına çıkmış olur.”[961]

Makdisi, meleklerin varlığını kabûl etmede bir tereddüd olmadığını, ancak, bunların kadimliği veya hâdisliği veyahut da hey’eti hakkında ihtilâf edildiğini belirtmektedir.[962] Kur’an’da açıkça beyan edilen konulardan bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak küfürdür.[963] Meleklerin varlığı konusu da Kur’an’da iman edilmesi gereken hususlardan biri olduğu için, melekleri inkârla imanın diğer bir rüknünü inkârın farkı yoktur.[964]

Nisa Sûresi’nin 136. âyetinde, Allah’a, kitaplara ve peygamberlere iman hususu zikredilmiş, fakat meleklere iman şartı beyân edilmemiştir. Aslında kitaplara iman; meleklere ve âhiret gününe imanı da gerektirir. Bundan dolayıdır ki, Allah’ın kitaplarına inanan, o kitaplarda mezkûr meleklere ve âhiret gününe de otomatikman inanacaktır. Hal böyle iken, âyetin ikinci cümlesinde, meleklere ve âhiret gününe iman hususu, ayrıca tasrih edilmektedir. Çünkü bir tehdid ve azarlama ifadesi kullanılmakta ve tevhid unsurlarının bütünü beyân edilmektedir.[965]

A. Habenneke el-Meydâni, bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirmektedir:

“Allah, beşere, kendi içlerinden elçiler göndermiştir. Kendisi ile bu elçiler arasındaki râbıtayı sağlamak ve peygamberlik görevini onlara tebliğ etmek için de melekleri görevlendirmiştir. Allah’ın, insanlar için vaz’ettiği şeriatını bu peygamberlere onlar vahyederler. Kur’ân-ı Kerim bu hususu şöyle açıklar: ‘Allah, melekleri, kullarından dilediği kimseye, kendinden bir vahiyle, ‘Benden başka Tanrı olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve Benden korkun’ diye gönderir.’[966] Allah’ın, insanlarla ilgili birçok vazifeyi meleklere yüklemesi de, bu hikmetin gerekçelerinden biridir. Meselâ, rahimlerdeki ceninlere ruh üfürmek, kulların amellerini murâkabe etmek, onları korumak, ruhlarını kabzetmek vs. Bizim için gayb olmalarına rağmen, bize haber verdiği yaratıklarına iman etmemiz konusunda, Allah’ın, bizi imana tâbi tutması da bunlara ilave edilebilir. Zirâ Allah bize, bu yaratıkların varlığını haber vermiştir ve bizi de onlara inanmakla mükellef kılmıştır.”[967]

Beşerin tabiatı, meleklerin tabiatine muhâlif olduğu için Allah Teâlâ, vahyi insanlara ulaştırmada, elçilerini, doğrudan doğruya meleklerden seçmemiş; meleklerle insanlar arasında, yine insan cinsinden bir elçi görevlendirmiştir. İnsanlar meleklerin kendileriyle beraber olmasına dayanamaz. Bunun için Cibril’in, kendi meleklik sıfatıyle gelmesi, Rasulullah’ı bile çok meşakkat içerisinde bırakıyordu. Cibril’i kendi sûretinde gördüğü zaman korkmuş, hanımına gelmiş ve “Beni örtünüz, beni örtünüz” demişti. Görülüyor ki, melek ve insan tabiatları, birbirlerine zıt oldukları için, Allah (c.c), elçisini, insanların cinsinden göndermeyi tercih etmiştir. Eğer yeryüzünün sâkinleri melekler olsaydı, o zaman onlara, rasûl olarak melek gönderirdi.[968]

Suyûti (911/1505), meleklere iman etmiş olmak için;

“1. Onların mevcûdiyyetini,

2. İnsanlar ve cinler gibi, Allah’ın kulları ve yaratıkları olduğu, ancak mükellefiyetlerinive me’mûriyetlerini, Allah’ın takdir ettiği nisbette gerçekleştirebildiklerini,

3. Allah’ın, beşerden dilediği kimselere, meleklerden elçiler gönderdiğini kabûl etmek gerekmektedir.”[969] der.

Bunun için her Müslümanın, melekler arasında hiçbir ayırım yapmadan, onları sevmesi gerekir. Çünkü meleklerin hepsi, Allah’ın emriyle amel eden ve bu emirlere isyan etmeyen varlıklardır. Onlar bu konuda eşittirler. Haklarında ihtilâf edilmez ve aralarında tefrik de yapılmaz. Hâlbuki Yahudiler, meleklerden bazılarının Allah’ın dostları, bazılarının ise düşmanları olduğunu iddia ederler. Onlara göre Cibril düşman, Mikâil de dosttur.[970] Fakat Allah (c.c.), bu iddilarında onları yalanlayarak, meleklerin aralarında hiçbir ayırımın olmadığını, yalnızca bir meleğe dahi düşman olan kimsenin, bütün meleklere düşman olmuş sayılacağını haber vermiştir.[971]

İnsan, melekleri ancak genel manada bilir[972], keyfıyyetini tasavvur edemez. Gelişlerini, şekillerini v.s. anlayamaz.[973] Meleklerin varlığı ve keyfiyeti konusunda mevcut olan nasslara hiçbir ziyâde ve eksiltme yapmadan, iman etmek mecburiyetindedir.[974]

C. Meleklerin Yaratılışı

Kur’ân-ı Kerim’de, meleklerin hangi maddeden yaratıldıkları belirtilmemektedir Hz. Aişe’den mervi, (hadisi hocaya teyid edelim: “Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem ise size vasf olunan şeyden yaratıldı.” (Müslim, Zühd, 10/60)) hadisi, meleklerin nûrdan yaratıldığı tarzındaki mu’tâd kanâatin temelini oluşturmaktadır. Buradaki nûr ve nâr terimlerinin bazen temsili olarak da kullanılmış olabileceği belirtilmektedir. Nûr (ışık), ateşin tabiatındandır. Her ikisi birbirine karışır, ateş tasfiye edilip, ışık haline ve ışık karanlıklaştırılıp, ateş haline getirilebilir.[975]

Burada meleklerin nûrdan yaratıldığı belirtilmekte, ancak, hangi nûrdan yaratıldığına temas edilmektedir. Bu sebeple bu konuda fazla bir şey söyleme imkânı yoktur. Ancak, bu hadis-i şerifin dışında, bazı kimselerden rivâyetler de vardır. Abdullah b. Ömer, “Melekler izzet nûrundan, İblis ise izzet nârından yaratılmıştır.”[976] der.

Veliyyüllahi’d-Dehlevi (1176/1762), Hüccetti’1-Bâliğa isimli eserinde şu bilgiyi vermektedir:

“Melekler, Mûsâ’nın nârı menzilesinde, ecsâm-ı nûriyyeden yaratılmışlardır. Ve bunlara kerim nefisler (ruhlar, canlar) üflenmiştir.”[977]

Yine bir hadisde, “Allah, melekleri nurdan yaratmıştır ki, bu melekler arasında, sinekten bile daha küçük olanları vardır.”[978] denilmektedir.

Makdisi, ehl-i kitabın, meleklerin nârdan yaratıldıklarını, nâr ile nûrun letâfet ve ziyâ itibariyle aynı şey olduğunu zannettiklerini zikretmektedir. O aynı zamanda, rahmet meleklerinin nûrdan, azâp meleklerinin ise nârdan yaratılmış olduğunu da ifade etmektedir.[979]

M.R. Rıza da (1354/1935), meleklerin yaratılışını şöyle anlatır:

“Müslümanlarca melekler, lâtif cisimlerden yaratılmışlardır ve kesif cisimlerin sûretlerine girmeye muktedirdirler. Onların, şekillere girmeleri, suyun, ince buhar, kar, buz ve sıvı hallerde bulunabilmesi gibidir. Aralarındaki fark, suyun bu şekillere gayri ihtiyâri girmesi, meleklerin ise, kendilerine, Allah Teâlâ’nın verdiği, madde âlemine tesir edici güç sayesinde ihtiyâri olarak girmeleridir.”[980]

Meleklerin ne zaman yaratıldığı, açık olarak bildirilmemektedir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim’deki bilgilerden hareketle, Hz. Âdem’den önce yaratıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i yaratacağı zaman meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirmiştir.[981] Buradaki halifeden maksat, Hz. Âdem’dir. O’nu yarattığında, meleklerin O’na secde etmelerini emretmesi, onların, Hz. Âdem’den önce yaratılmış olduğunu göstermektedir.[982]

Meleklerin yaratılışındaki azamet ve olağanüstü durum da ele alınmış ve bu konuda bazı örnekler verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu hususla ilgili çeşitli misaller yer almaktadır:

“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah’ın, kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”[983]

Tekvir Sûresi’nde Yüce Allah: “Kur’ân, değerli bir elçinin (Cebrail’in) getirip okuduğu sözdür. İşte o elçi, Arş’ın sâhibi Allah katında güçlü ve itibarlıdır. Kendisine uyulan, emin bir elçidir.”[984] buyrulmaktadır.

Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Mes’ud’dan bu konuda şöyle bir rivâyette bulunmaktadır:

“Rasûlüllah (sav), Cibril’i asıl sûretinde gördü. Onun altıyüz kanadı vardı. Kanatlarından her biri ufku kapatmış; uçlarından inci ve yakutlardan muhtelif renkte şeyler düşüyordu.”[985]

Tirmizi’nin rivâyetinde, Hz. Peygamber: “Cibril’i semadan inerken gördüm; yaratılışının azameti, yerle gök arasını kapatmıştı.”[986] demektedir.

Hz. Peygamber şu sözleriyle de aynı husûsa dikkat çekmektedir:

“Benim, hamele-i arş’dan birinin kulak memesi ile boynunun arkası arasındaki msâfenin, yedi yüz sene kadar olduğunu söylememe izin verildi.”[987]

“Hamele-i arşın birinden bahsetmeme izin verildi. Onun ayakları yerde, karnı üzerinde arş, kulak yumuşağı ve boynunun arkası arasında bir kuş yedi yüz sene uçar.”[988]

Görüldüğü gibi meleklerin yaratılış maddesi nurdur ve genel kanaate göre insanlardan önce yaratılmışlardır. Yaratılış itibariyle aynı derecede değildirler. Bazı meleklerin iki, bazılarının üç ve bazılarının ise altı yüz kanadı bulunmaktadır. Kimileri iri gövdeli ve sert tabiatlı sıfatlarıyla belirtilmekte, bununla birlikte lâtif cisimlerden yaratılmış oldukları da ifade edilmektedir.

II. MELEKLERİN ÖZELLİKLERİ

Bu bölümde, meleklerin özellikleri konusu ele alınacaktır. Ancak, Rasûlüllah’dan bize kadar ulaşan haberler olmadan, meleklerin hakikatini ve sıfatlarını anlamak mümkün değildir. Çünkü görünmeyen varlıklar konusunda Kur’an ve Sünnete dayanmadan, insanın kendi kanaati sonucu ortaya çıkardığı iddialarla kesin bilgiye ulaşılamaz; yaratılışları, tam olarak idrak edilemez. Zira konuyla ilgili bilgilerin kaynağı Kuran ve Sünnet’le sınırlıdır. Dolayısıyla meleklerin özellikleri bu iki kaynağın ışığı altında maddeler halinde incelenecektir.

A. Meleklerin Görünümleri

Melekler görevlerini yerine getirirken birtakım suretlere girerler. Kur’ân’da ve hadislerde konuyla ilgili bazı ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerden hareketle meleklerin görünümleri bazı başlıklar altında ele alınabilir:

1. Tanınan Bir İnsan Sûretinde Görünmeleri

Meleklerin, herkesçe tanınan bir insan sûretine girerek peygamberlere gelişiyle ilgili Kur’an’dan bazı örnekler vermek mümkündür. Bazen İbrâhim’in şerefli misafirleri[989] bazen kavmini helâk etmek için Lût’a gelen güzel gençler[990] ve Bazen de mâbedin duvarına tırmanıp, Dâvûd’un yanına giren hasım iki adam görünümlerinde[991] gelmişlerdir. Cibril’in, Rasûlüllah’ın meclisine genellikle, ashâbdan Dıhyetü’l-Kelbi’nin sûretine girerek geldiği hususu da bilinmektedir.

2. Hz. Peygamber’in Melekleri Asli Sûretlerinde Görmesi

Hz. Peygamber’in melekleri asli suretinde gördüğüne dair en önemli bilgiler Kur’ân-ı Kerim’de yer almaktadır. Mi’rac hâdisesi anlatıldığı ayetler bu konuyu şu şekilde ifade etmektedir:

“Andolsun ki, O (sâhibiniz), onu (Cebrâil’i) apaçık ufukta görmüştür”[992] ve “Hemen (kendi sûretine girip) doğruldu. O en yüksek ufukta idi. Sonra (Cebrâil, ona) yaklaştı. Derken sarktı. (Bu sûretle o peygamber) iki yay kadar, yahud daha yakın oldu”[993] ve “Andolsun ki, onu (Cebrâil’i) diğer bir defa da Sidretü’l-mûnteha’nın yanında gördü ki, Cennetü’lme’vâ onun yanındadır. O, gördüğü zaman Sidre’yi bürüyordu, onu bürümekte olan peygamberin gözü, gördüğünden ağmadı, onu aşmadı da.”[994]

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber, Cibril’i, Allah’ın yarattığı asıl sûretinde, melek şeklinde, güneşin doğduğu tarafta görmüştür. Ebu’lAhves’ten rivâyet olunduğuna göre, onu, altıyüz kanadıyla, asıl sûretinde görmüştür. Tâbiinden Atâ’ya göre ise, o daha çok, sahabeden Dıhye (r.a.) şeklinde gelirdi. Asıl sûretinde geldiğinde bütün ufku kaplamıştı ve üzerinde, İncilerle süslenmiş yeşil ipek vardı.[995]

Necm Sûresi’ndeki ikinci açıklamada “Cibril (as), ufukta doğruldu ve Rasûlüllah güneşin doğduğu yerde onu gördü.”[996] denilmektedir. Bu görme, mi’râc esnasında olmuştur.[997] İbn Mes’ûd’dan gelen bir rivâyette, Hz. Peygamber Cibril’i, asıl sûretinde sadece iki kez görmüştür. Birincisinde ona kendisini, Allah’ın yarattığı asıl sûretinde görmek istediğini bildirdi. Sonra onu, ufku kaplamış olarak gördü. İkinci görme ise, Mi’rac da oldu. Necm sûresinde belirtilen ikinci maksat da budur.[998]

İbn Kesir bu görmenin, Mi’râc’dan önce bi’setin ilk yıllarında olduğunu, o zaman, Rasûlüllah’ın yerde bulunduğunu, Cibril yere inerek ona yaklaştığını ve altıyüz kanadıyla, melek olarak göründüğünü, ikinci görmenin ise Mi’rac gecesi Sidre’de olduğunu belirterek yukarıdaki rivayete itirazda bulunmaktadır.[999]

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre, “Rasûlüllah, Cibril’den, kendisine asıl sûretinde görünmesini istedi. Cibril, ‘Rabb’ine duâ et.’ dedi. Rasûlüllah duâ etti ve Cibril’i gördü. O anda bir karaltı peydah oldu, sonra o karaltı yükselip, yayılmaya başladı. Bu, Cibril idi. Rasûlüllah onu görünce, düşüp bayıldı. Cebrâil ise, tekrar insan şekline dönüp, onu ayılttı.”[1000]

Abdullah b. Mes’ud, Rasûlüllah’ın Miraç’ta Sidre-i Müntaha’da Cibril’i diğer bir defa daha gördüğünde, “Cibril’i, Sidre yanında, altıyüz kanadı ile gördüm, İnciler ve yakutlarla süslü kanatlarını oynatıyordu.”[1001] dediğini rivâyet etmiştir. Hz. Aişe ise, bu hususla ilgili şöyle bir hâdise anlatmaktadır: “Rasûlüllah Hirâ’da bir ay i’tikâfa çekilmeye nezr etmişti. Bu i’tikâf, Ramazan ayına denk gelmişti. Bir gece çıktı ve ‘Esselâmüaleyke’ diye bir ses işitti. Rasûlüllah, ‘Onu cin zannettim ve koşarak Hatice’ye geldim, onun yanına girdiğimde bana: ‘Sana ne oldu?’ dedi. Durumu ona anlattım. Hatice ‘selâm hayırdır.’ dedi. Sonra tekrar çıktım, bir de ne göreyim, Cibril, güneşin üzerinde, bir kanadı maşrikte, bir kanadı da mağribde idi. Ben, ayak üzerinde dikilip durdum. Ondan korktum. O benimle, kendisine alışana kadar konuştu. Bana bir yeri va’detti. Ben geri dönmek istedim, bir de ne göreyim, Mikâil ufku kapatmış; Cibril indi, ama Mikâil, yer ve gök arasında kaldı. Cibril beni aldı.”[1002]

Buhari ve Müslim’in rivâyet ettikleri bir haberde Hz. Aişe şöyle dedi: “Rasülüllah, Cibril’i, asıl sûretinde iki kere görmüştür. Bir kere gökten yere inerken gördü. Yaratılışının azameti yer ve gök arasını kapatmıştı.”[1003] Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hz. Aişe’den vârid olan bu rivâyete göre Necm Sûresinde geçen varlığın, Cebrâil diye tefsir olunduğunu vasıfların ve lâfızların da buna münâsib bulunduğundan, birçok müfessirin de, Cebrâil dediklerini belirtmekte ve şöyle bir rivâyet nakletmektedir: “Denilmiş ki, peygamberlerden hiçbirisi Cebrâil’i hakiki sûretinde görmemişti; ancak Hz. Muhammed, biri arzda, biri de semada olmak üzere iki kere gördü.” Bu izâha göre, âyetin manası şöyle oluyor: “Cebrâil ona şöyle ta’lim etti. Bazen olduğu gibi, beşer sûretinde temessül ederek değil, Allah’ın yarattığı gibi hakiki sûret ve hilkati ile doğrudan doğruya en yüksek ufukta durup göründü.”[1004]

Bütün bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki, “Rasûlüllah Cibril’i, Kuranın her nüzûlünde, başka bir kişinin sûreti ile görüyordu. Hakiki sûreti ile bir kere Mi’râc’dan evvel görmüştü. O vakit Cibril, Rasûlüllah’a inmişti. Bir kere de Mi’râc’dan inerken görmüştü. O anda, Rasûlüllah Cibril’e doğru iniyordu. Cibril ise O’nun önünde gidiyordu.”[1005]

3. Aslî Sûretlerinin Dışında ve Tanınmayan Bir İnsan Sûretinde Görünmeleri

Hz. Ömer, “Hz. Peygamber’in yanında oturduğumuz bir sırada, elbisesi çok beyaz, saçları çok siyah, üzerinde sefer alâmeti görünmeyen ve içimizden hiç kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Adam gittikten sonra onun kim olduğunu sorduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onun, Cibril olduğunu ve bize dinimizi öğretmeye geldiğini söyledi”[1006] demektedir. Bu rivayet, meleklerin tanınmayan bir insan suretinde geldiklerine dair tipik bir örnektir.

Kur’an-ı Kerim’de, “Meryem, onlara karşı bir perde çekmişti. Derken, biz ona rûhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: ‘Senden, çok esirgeyici olan Allah’a sığınırım. Eğer, Allah’tan sakınan bir kimse isen, (bana dokunma). Rûh: ‘Ben yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için, Rabb’imin bir elçisiyim’ dedi.”[1007] Ayetlerinden de bu anlaşılmaktadır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre, buradaki “Ruh”tan maksat, Cebrâil.[1008]

Melekleri, sahabîlerden bazıları da tanınmayan bir kimse ve asli suretinin dışında görmüşlerdir. Bu fikri te’yid eden birçok rivâyet bulunmaktadır. İbn Sa’d’dan gelen bir rivayette, Ubeyd b. Evs Bedir günü Ukayl b. Ebi Talib’i ve başka bir adamı esir alır. Rasûlüllah bu iki adama bakar ve “Sana, kerim bir melek yardım etti.” der.[1009]

Ahmed b. Hanbel’de geçen bir rivayette Ebu’l-Yesr Ka’b b. Amr, Abbâs’ı esir alır. Ebu’l-Yesr’e göre Abbâs, daha güçlü bir adamdı. Hz. Peygamber, “ey Ebu’l-Yesr! Abbâs’ı nasıl esir aldın? Der. O da, “ya Rasûlellah, bana bir adam yardım etti; hey’eti ise şöyle şöyleydi” diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, “O kimseye karşı sana, kerim bir melek yardım etti” der.[1010]

Hz. Ali’nin anlattığına göre Ensar’dan, Beni Haşim’in en kısa adamlarından bir adam gelir. Ebû Nuaym, bu adamın, Abbâs isminde birisini esir aldığını söyler. Adam, “Vallâhi onu ben esir almadım, atılgan ve yüzü itibariyle insanların en güzellerinden olan bir adam, kavim içinde görmediğim, alacalı bir at üstünde gelerek onu esir aldı.” der. Bunun üzerine Rasûlüllah “Bu, kerim bir melektir.” der.[1011]

Ammâr b. Ebi Ammar’dan rivâyet olunduğuna göre; “Hz. Hamza, ‘Ya Rasûlullah! Cibril’i bana, kendi asli sûretinde göster.’ der. Rasûlüllah: ‘Senin onu görmeye gücün yetmez.’ diye cevap verir. Hz. Hamza: ‘Gücüm yeter Ya Rasûlellah, onu bana göster’ der. Sonra şöyle devam etti: ‘Ben oturdum, o da oturdu. Cibril, müşriklerin, Ka’benin içine atmış olduğu bir kereste üzerine indi. Üzerinde elbisesi olduğu halde kâbeyi tavaf ediyordu. Rasûlüllah, ‘başını kaldır ve Cibril’e bak’ dedi. O da başını kaldırdı ve onu gördü. Görünce dayanamayıp bayıldı.”[1012]

Hârise b. Nu’mân, “Cibril yanındayken Rasûlüllah’a uğradım. Ona selâm verdim. Cibril yanından ayrılınca Rasûlallah bana: ‘Benimle beraber olan zâtı gördün mü?’ dedi. Ben de ‘Evet’ dedim. Rasûlüllah: ‘O, sana selâmını iâde eden, Cibril idi.’” dedi.[1013] Sa’d b. Ebi Vakkâs, “Uhud günü, Rasûlüllah’ın sağında iki adam gördüm, harb şiddetlendi. O iki kişiyi, o günden önce hiç görmemiştim. O günden sonra da görmedim. Bunlar Cibril ve Mikâil idiler.” dedi.[1014]

İbnü’l-Arabî Ebû Bekir b. Muhammed (543/1148) “el-Avâsım mine’l Kavâsım” adlı eserinde, sahâbenin dışındaki müminlerin ve kâfirlerin de melekleri gördüklerini ve seslerini işittiklerini belirtmektedir. Bu mümkündür, ancak, kâfirlerin görmesi, ukubet, belâ ve fitne açısından; müminlerin görmesi ise kerâmet açısındandır. Onlar, bedeni olarak görülmemişlerdir. Sahâbe olsun, iman etmeyenler olsun, meleklerin sözlerini işitmiş ve onları insâni sûrette görmüşlerdir. Hattâ Bazen de arı (nahl) sûretinde görmüşlerdir. Fakat bu görüş, sâfa-i kalb (kalbin sâflığı) ile olmamıştır.[1015]

Bu bilgilerden hareketle, kelâmcılara göre, Hz. Peygamberin dışındaki insanlar, melekleri, asli sûretleri ile göremezler. Ancak, beşer sûretinde görebilirler. Çünkü Allah, gözlere, onları görme kudreti vermemiştir.[1016] Onları görmek, cisimlerinin ve cüzlerinin letâfetini yok eder.[1017] Allah Teâlâ, En’âm Sûresi’nde: “Eğer peygamberi, bir melek kılsaydık, elbette onu bir erkek şeklinde kılardık.”[1018] buyurmaktadır. Ayetin tefsirinde: “Çünkü onların, meleği kendi şeklinde görmeye tâkatleri yoktur.” denilmektedir. Daha sonra “Ve mutlaka onları, hem kendilerini, hem de kendilerinden zayıf olanları düşürdükleri şüpheye düşürürdük”[1019] âyetinin tefsirinde de “Çünkü onlar, meleği insan şeklinde gördükleri zaman, ‘bu bir insandır, melek değildir.’ derler”. İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: “Eğer onlara bir melek gelseydi, erkekten başka şey gelmezdi. Çünkü onlar, nûrdan yaratılmış meleklere bakamazlar.”[1020]

En’âm Sûresi’nde, “Kâfirler, ‘Muhammed’e, o’nun doğruluğuna ve peygamber olduğuna şâhitlik edecek bir melek indirilse ya’ dediler.”[1021] denilmektedir. Ebûssuûd Efendi (982/1574) bu âyeti şöyle tefsir eder: “Yani, o’na, görebileceğimiz ve bize o’nun peygamber olduğunu söyleyecek bir melek indirilse ya!” dediler. Bu, onların her çaresiz kaldıkları ve başka sebep bulamadıkları zaman ileri sürdükleri yaldızlı hurafeleri ve hakikatmiş gibi göstermeye çalıştıkları batıllarıdır.[1022] Ayetin “Eğer biz öyle bir melek gönderseydik, elbette (onların helâk olma) işi bitirilmiş olur, kendilerine göz bile açtırılmazdı.” kısmının, İbn Abbâs’tan rivâyet edilen manası Kurtubi tefsirinde şöyle geçmektedir: “Biz bir melek indirseydik, Onlar onu gördüklerinde, korkudan helâk olurlardı. Çünkü onu görmeye tahammül edemezlerdi.”[1023]

Yukarıdaki rivâyetleri ve müfessirlerin görüşlerini şöyle özetlemek gerekirse, Hz. Peygamber’in dışında hiç kimse meleği asli sûretinde görmeye tâkat getiremez, eğer onu görseler, yıldırım çarpmaktan daha müthiş bir sûrette helâk olurlar Peygamberler içinde bile ancak pek nâdiri, onu hakiki sûretiyle görebilmiştir. [1024] Bununla birlikte müminlerin melekleri ancak, Cennette görebilecekleri rivayetleri de vardır.[1025] Meleklerin asli suretlerinin dışında, tanınmayan bir insan suretinde görülmesiyle ilgili olarak Yusuf b. İsmâil en-Nebhâni, “Huccetullah Ale’l-Âlemin...” isimli eserinde seksen küsür rivâyet toplamıştır.[1026]

4. Meleklerin Rüyada Görülmesi ve Bir Meleğin Başka Melek Sûretine Giremeyişi

Müminlerin melekleri asli sûretlerinin dışında görebilmelerinin mümkün olduğu gibi, rü’yada görebilmeleri de imkân dâhilindedir. Nitekim Buhâri’de Abdullah b. Ömer’den nakledildiğine göre Rasûlüllah’ın yanına bir adam geldi ve gördüğü bir rüyâyı ona anlattı. İbn Ömer de, “Genç bir adamdım. Mescitte uyuyordum. Uykumda, sanki iki meleğin beni alıp ateşe götürdüklerini gördüm. Orada, kendilerini tanıdığım insanlar vardı. Sonra, ‘Ateşten Allah’a sığınırım’ demeye başladım. O anda bir melekle karşılaştım. O bana: ‘korkma!’ dedi”[1027] şeklinde gördüğü bir rüyâyı Rasûlüllah’a anlattı.

Hz. Peygamber Hz. Aişe’ye, “Rüyamda bana gösterildin, melek, bir ipek parçası içinde sana geldi ve bana, ‘bu senin hanımın’ dedi. Ben de senin yüzünden örtüyü açtım ve o kadının sen olduğunu gördüm.”[1028] demiştir.

Ayrıca, İslâm âlimlerinin bildirdiklerine göre, bir melek, başka bir meleğin sûretinde görünemez. Ne Cibril İsrafil’in; ne de İsrâfil Cibril’in veya bir başka meleğin şekline girebilir.[1029]

B. Meleklerin Tasviri

Meleklerin Tasviri konusunu Kur’ân-ı Kerim çok eski tarihlere kadar götürmekte ve Hz. Süleymân zamanında, halk görsün de onlar gibi ibadet etsinler diye, mescidlerde meleklerin, peygamberlerin ve sâlih insanların, bakır ve pirinç gibi madenlerden sûretlerinin yapıldığını haber vermektedir.[1030] Hz. Süleymân’ın şeriatinde, bu şekilde sûretler yapmak henüz haram edilmediği için, buna engel olunmamıştır.[1031]

En’âm Sûresi’nde, “Biz, o gönderdiğimiz peygamberi beşer değil de, dedikleri gibi melek yapsak idik, onu mutlaka erkek yapar, bir erkek sûretine koyar da gönderirdik[1032] denilmektedir. Vahiy hadislerinde de, “bazen melek, erkek sûretine girerdi.” şeklinde ifadeler geçmektedir. Cibril’in, tanınan bir insan (Dıhyetu’1-Kelbi) sûretinde gelip, imanı, İslâm’ı, ihsânı suâl ederek, dini öğrettiği hadis meşhurdur. Hz. Meryem’e, “tam bir insan” suretinde görünmüş.[1033] Hz. İbrahim[1034] ve Hz. Lut’a[1035] yolcu suretinde gelmişlerdi. Yukarıdaki âyette de, “biz onu bir erkek sûretinde gönderirdik” buyrulması, gerçekten şâyân-ı dikkattir. Bununla, meleklerin, kadın sûretinde gönderilmesi ihtimâli bulunmadığı, özellikle anlatılmıştır. Zirâ kâfirler melekleri, dişi olarak tehayyül ediyorlardı. Hâlbuki melekler gerçekte, onların hayal ettikleri gibi dilber kızlar değil, hattâ onlara karşı, kadın sûretinde tasvirleri bile muhtemel değildir.[1036]

En’âm Sûresi’ndeki bu âyet, başlangıçtan günümüze kadar, çeşitli zamanlarda ve muhtelif inançlar tarafından, meleklerin tasviri ve temsili konularında, onların, güzel bir kadın sûretinde resmedilişlerinin yanlış olduğunu göstermektedir. Meleklerin görünmeleri ve sûretleri hakkında birçok hadis-i şerif vârid olmasına rağmen, onların, kadın sûretine girmesini veya dişiliğini belirten bir tane bile hadisin bulunmaması da, buna cevap teşkil etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de, “Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamd olsun.[1037] denilmekte ve meleklerin kanatlarından bahsedilmektedir. Buradaki kanatların mahiyeti açıklanmamaktadır. Bu konu, “meleklerin kanatları” başlığı altında daha geniş olarak ele alınacaktır. Ancak, buradaki melekleri, kanatlı ve güzel kadınlara benzeterek tasvir etmek, İslam inancına aykırıdır. Bu sebeple İslâm toplumunda yaşayan Müslümanların bile melekleri güzel kadın olarak tasvir etmeleri ve özellikle Hz. İbrahim’e, kurban etmesi için koç getiren meleği, bir kadının, kadınlık özelliklerini (göğüsler, yanaklar, dudaklar vb.) ön plana çıkararak resmetmeleri, son derece yersiz ve batıl dinlere dayanan bir anlayış olduğunu belirtmek gerekir.

C. Meleklerin Kudretleri ve Sür’atleri

Kur an ve sünnette, meleklerin, şaşılacak derecede büyük kudretlere sahip oldukları anlatılmaktadır. El-Hâkka Sûresi’nde, “Artık ‘Sûr’ a ilk nefha üflendiği ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışla darmadağın edildiği zaman, işte o gün, olacak olur (kıyâmet kopar). Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar. Melekler onun (göğün) etrafındadırlar. O gün, Rabb’inin arşını, bunların da üstünde sekiz melek yüklenir.”[1038] denilerek meleklerin bu kudretleri de vurgulanmaktadır. Zûmer Sûresinin 68. âyetinde, aynı hususa dikkat çekilmektedir. Melek “Sûr”a üflediğinde, yer ve gökte kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Birinci “Sûr” da Allah’ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, sadece Cebrâil, Mikâil, İsrâfıl, Azrail veya hamelei arş ya da nedvân melekleri, hûriler, cennetin hazinedârı olan Mâlik’le, cehennem bekçileri olan zebânilerdir.[1039]

Meâric Sûresi’nde de, meleklerin sür’atine işaret edilmektedir. Bu âyette Cebrâil, “Rûh” sıfatıyle zikredilerek şöyle denilmektedir: “O, derecelerin sâhibi Allah’dandır. Melekler ve Rûh da oraya, bir günde yükselip çıkar ki, mesâfesi, (dünya seneleriyle) elli bin senedir”[1040] “Miktarı elli bin sene olan gün” hususunda, dört tefsir yapılmıştır. Bundan murâd, Arş ile en alttaki yedinci yer arasındaki mesâfedir”; “Yaratıldığı günden, kıyâmete kadar sûren dünya ömrüdür”; “Bu dünya ile âhiret arasındaki (kıyâmetten sonra ba’se kadar sûren) fasıl günüdür”; dördüncü olarak da, “O, kıyâmet günüdür.” denilmiştir.[1041]

Meleklerin bu esrarengiz kudretleri, Hz. Peygamberin hadislerinde de dile getirilmektedir. Hz. Peygamber, “Bana, kulak yumuşağı ile boynunun arkası arasındaki mesâfe yediyüz yıl olan, hamele-i arş meleklerinin birinden söz etmeye izin verildi.”[1042] demiştir. Hz. Ali de bu konuda, “Allah’ın bir meleği vardır ki onun yetmişbin yüzü, her yüzünde yetmişbin dili vardır. Her bir dili ile Allah’ı yetmişbin ayrı dilde tesbih eder. Allah, onun her tesbihine bir melek yaratır, o melekler kıyâmete kadar, diğer meleklerle uçuşurlar.”[1043] ifadesini kullanmaktadır.

Ebû Said el-Hudri’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber, “Boynuzcu (sûr sâhibi), boynuzu ağzına almış ve üfleme emri gelir gelmez derhal üflemek için izin beklemeye koyulmuşken, ben nasıl sâfâ sürerim.” demiştir. Hz. Peygamber bu sözü söylediği zaman, ashâbına ağır gelmiş olacak ki, o, “Allah’a güveniyoruz. En iyi vekil O’dur ve yalnız O’na bel bağlamışız.” demelerini tavsiye ederek onları teskin etmiştir.[1044]

Ahmed b. Hanbel’in rivâyetinde ise, Rasûlüllah bir gün ashâbına, “Rabb’imin bana, kendisinden bahsetmeme izin verdiği meleklerden size söz edeyim mi?” dedi. Ashâb, evet yâ Rasûlellah ‘dediler. Sonra o şöyle devam etti:

Allah’ın bir meleği vardır ki, ayağını arz-ı süflâya nüfûz ettirdi. Sonra onun başı, bu yerin arasında olan bir delikten, tâ arşın altına yükseldi. Muhammed’in nefsi kudret elinde olana yemin olsun ki, bir kuş, o meleğin boynu ile kulak yumuşağı arasında uçurulsaydı, orayı, yediyüz senede kat ederdi.”[1045] Başka bir hadisde ise, İbn Abbâs’tan rivâyetle Rasûlüllah (sav), Cebrâil’e:

“ ‘Ben seni, semada olduğun sûretinle görmek istiyorum.’ dedi. Cibril: ‘Buna senin gücün yeter mi?’ diye sorduğunda, Rasûlüllah: ‘Evet’ dedi. Cebrâil: ‘Sana nerede görüneyim?’ dedi. Rasûlüllah: ‘Ebtah (çakıllı mekân)’da’ dedi. Sonra Rasûlüllah, vakit için çıktığında, bir de ne görsün, Cebrâil Arafât dağına gelmiş, mağrible meşrik arasını doldurmuş, ufukları kapatmış, başı semada, ayakları yerde, bin kadar kanadı bulunmakta ve o kanatlardan korkular saçmaktaydı. Rasûlüllah onu gördüğü zaman, üzerine baygınlık geldi ve düşüp bayıldı. Sonra Cebrâil, asıl sûretinden çıkıp, daha önce geldiği Dıhyetü’l-Kelbi sûretine girdi. Onu göğsüne yapıştırdı. Hz. Peygamber ayılınca Cibril’e: ‘Allah Teâla’nın, sana benzeyen bir yaratığı olduğunu zannettim.’ dedi. Sonra Cebrâil: ‘Ya Muhammed! Eğer, başı arşın altında, ayakları da yedinci arzın sınırında olan İsrafil’i görseydin ne yapardın?’ dedi .”[1046]

El-Makdisi, meleklerin kudret ve azametleri konusunda, “el-Bed’ Ve’t-Târih” isimli eserinde, mevcut hadis kaynaklarında rastlayamadığımız bazı rivâyetleri toplamıştır. Mevzuumuza ışık tutması bakımından, bunlardan birkaçını nakledelim:

İbn Mes’ûd’d’un rivâyetinde, “Allah’ın bir meleği vardır ki, bütün denizler onun başparmağının çukurunda kaybolur.” denilmektedir. Ka’bü’l-Ahbâr’dan gelen rivâyette, “Allah’ın bir meleği vardır ki, semavât onun omuzu etrafında, kuyu kenarında dolaşır gibi dolaşır.” ifadesi geçmektedir. Ayrıca, ibn Mes’ûd’dan gelen başka bir rivâyette ise, azâb meleklerinin sıfatları hakkında şu bilgiler verilmektedir:

“Allah’ın bir meleği vardır ki, eğer Allah ona gökleri, yeri ve içindekileri yutmasını emretseydi bu iş ona çok kolay gelirdi. Çünkü Allah onu, çok azametli kılmıştır.” Hameletü’l- Arş’in sıfatlan anlatılırken de, onların her birinin ayağının uzunluğunun yedibin sene mesâfede olduğu ve keçilerin boynuzları gibi boynuzlarının bulunduğu ifade edilmektedir. Bu meleklerin, Arş’ı, arkalarında veya omuzlarında taşıdıkları söylenmektedir. Ebû Huzeyfe’nin, Mukâtil’den; o’nun da, Atâ’dan şöyle bir rivâyeti daha vardır: “Allah Teâlâ, Cibril’i her gün onu Cennetine gönderir. Cibril, iki kanadını cennetin nehrine daldırır. Kanatlarını nehirden çıkarınca, her kanadından yetmiş bin katre düşer. Allah Teâlâ, her katrede bir melek yaratır. Semadan yeryüzüne düşen her katrenin beraberinde bir melek vardır. Bu katre ile yeryüzüne inen melek, artık daha geri dönmez.”[1047]

Meleklere, Allah tarafından çok büyük bir sür’at kudreti verilmiştir. İnsanın bildiği en büyük sür’at, ışık hızıdır. Işığın saniyedeki hızı yüzseksenaltı bin mildir (300 000 km). Meleklerin hızı ise, bunun da üzerindedir. Bu hız, insan ölçüleriyle tesbit edilebilecek gibi değildir. Bir kimse Rasûlüllah’a bir şey sormak için geldiğinde, o henüz sorusunu bitirmeden, Cibril, Rabb’inden bu sorunun cevabını getiriyordu. Bir misalle bu hususu açıklamak gerekirse, şöyle denilebilir:

Bir gün ışık hızıyla giden binekler bulunsa, o bineklerin, ufuklardaki yıldızlardan bazılarına ulaşabilmesi için, milyarlarca ışık senesine ihtiyaçları olacaktır.[1048]

Melekler ve Cibril, Allah’a bir günde yükselirler. Bir günde aldıkları yol, mahlûkattân başkalarının elli bin senede kat edebilecekleri yol kadardır.[1049]

Bu mesafe, yedi arzın en altından, yedinci göğün en üstüne kadardır. Herhangi bir işin, melekler tarafından semadan yere indirilmesi de, yerden semaya çıkarılması da bir gün sürer.[1050]

İbn Abbâs, Katâde ve İkrime gibi bazı âlimler, “Melekler ve Rûh, kendisinde, mahlûkâtla ilgili ellibin senelik muhâkemenin görüldüğü bir günde, göğe yükselirler. O, kıyâmet günüdür” demişlerdir.[1051] “Meleklerin kudretleri meselesine”, onların, yer ve zamana göre değişik suretlere girebilmelerini de dâhil edebiliriz. Bu konu, “Meleklerin görünümü” bahsinde çeşitli örnekleriyle anlatılmıştır. Nakletmiş olduğumuz bu rivâyetlerden, onların, Allah tarafından esrarengiz kudretlerle donatılmış olarak yaratıldığı ve insanın, bu özelliklere sahip bu varlıkları anlamakta güçlük çektiği anlaşılmaktadır.

D. Meleklerin Allah’a İbadet ve İtaatleri

Allah Teâlâ’ya itâatleri, emrine bağlılıkları ve günahtan uzak oluşları da, meleklerin sıfatlarındandır. Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetlerde, onların, Allah’a ibadette büyüklenmedikleri ve yorulmayıp usanmadıkları[1052] hiç ara vermeden Rabb’lerini tesbih ettikleri[1053] ve sadece O’nun emri ile hareket ettikleri[1054] anlatılmaktadır.

Melekler, Allah’ın kullarıdırlar. O’na taatla mükelleftirler. Onların Allah’a ibadet şekillerini Kur’an’dan örneklerle şöyle sıralayabiliriz:

1. Tesbihleri: Melekler Allah Teâlâ’yı zikrederler, zikirlerinin en büyüğü ise, tesbihdir.[1055] Onların, Allah’ı tesbihi, gece-gündüz hiç kesintiye uğramadan devam eder.[1056] Çok tesbih ettikleri için, onların, övünmeye hakları olduğu da belirtilmektedir.[1057]

Bir gün Ebû Zer, Hz. Peygamber’e, “Hangi zikir daha faziletlidir?” diye sordu. O da, “Allah, melekleri ve diğer kulları için ‘sübhanellahi ve bihamdihi’ zikrini seçmiştir.”[1058] dedi. Meleklerin tesbihinden murad meleklere has bir tesbihtir denilmiştir. O hususi tesbihde, “sübhâne zi’l-azameti ve’l-ceberrût, sübhâne zi’l-mülki ve’l-melekût. Sübhâne’l-Hayyi’l-lezi lâ yemût” ifadeleri yer almaktadır. Bütün bu tesbihlerin toplu manasını Taberi şöyle özetlemektedir: “Melekler, bu tesbihleri ile şöyle demek istiyorlar: ‘Ey Rabbimiz! Seni, şirk ehlinin Sana izâfe ettiği şeylerden tenzih ve onlardan beri kılarız. Seni, Sana münâsip sıfatlarla takdis eder, Sana duâ ederiz. Küfür ehlinin izâfe ettiği sıfatlardan uzak sıfatlarınla Sana duâ ederiz. Seni ta’zim eder ve büyüklüğünü daima zikrederiz.”[1059]

2. Namazları: Hz. Peygamber, “Meleklerin, Rab’leri katında sâf tuttukları gibi sâf tutmaz mısınız?” diyerek namazda sâf tutarken meleklere uymayı tavsiye etmiştir. Onların istifafından soruldu da, ‘Rasûlüllah, ilk sâfı tamamlarlar ve sâfları sağlam yaparlar.’ dedi.[1060]

Melekler aynı zamanda kıyâm ederler, rükû ve sücudda bulunurlar. Bu hususla ilgili, Hâkim b. Hizâm’dan şöyle bir rivâyet vardır: “Rasûlüllah, ashâbı arasındayken, onlara, ‘İşittiğimi işitiyor musunuz?’ diye sordu. Ashâb, ‘bir şey işitmiyoruz’ dediler. O zaman Rasûlüllah, ‘muhakkak ben, göğün sesini işitiyorum. O göğün içinde hiç bir karış yer yoktur ki, orada, secde eden ve kıyâmda bulunan bir melek bulunmasın.” dedi.[1061]

Meleklerin namazları konusunda Şa’râni (937/1565) şu bilgileri vermektedir: “Melekler, bizim arkamızda sâf tutarlar. Bunlar, bu şekilde namaz kıldıran imamın yanındadırlar. Böylece, Rab’lerine secdeye devam etmiş olurlar. Bize imam olan kişi, Hz. Adem’i temsil eder. Bizim imâmımız Allah’a secde eder. Allah Teâlâ, şanına layık olduğu veçhile imamın kıblesinde tasavvur edilir. İmam da meleklerin kıblesindedir. Âdemoğlundaki hilâfet, onlardan, kıyamete kadar secde eden kimseler olduğu müddetçe devam edecektir ve meleklerin Âdem ile zürriyyetine secdeleri, her namazda, babaları Âdem’e secde ediyorlarmış gibi devam edecektir. Her namaz kılanın arkasında kıyamete kadar, meleklerin, Âdem’in zürriyyetine secdeleri vaki olacaktır.”[1062]

3. Meleklerin Haccı: Meleklerin, semada, kendisini haccettikleri bir Ka’be vardır. Bu ka’benin ismini de Allah Teâlâ vermiştir. Bu isim “el-Beytü’l-Ma’mur” dur. Tûr sûresinde Allah’ın kendisine yemin etmesiyle bu isme temas edilmiştir.[1063] Hz. Peygamber de, “Yedi göğü aştıktan sonra beni Beytü’l-Ma’mur’a yükseltti. Her gün oraya yetmişbin melek girer.[1064] Yan yana orada ibadet ederler, yeryüzü halkının, ka’belerini tavaf ettikleri gibi onu tavaf ederler.” demiştir.

Beytü’l-Ma’mûr, yedi sema ehlinin ka’besidir. Bunun için Hz. Peygamber, Hz. İbrâhim’i, sırtını Beytü’l-Ma’mûr’a dayamış olarak buldu. Çünkü o, yeryüzü ka’besinin bânisi idi.[1065] Kesir, el-Beytü’l-Ma’mûr’u, Ka’benin hayaliyle zikretmektedir. Her semada bir beyt olduğunu ve o semanın ehlinin o beyt içinde ibadet ettiklerini ve semada kendisine “Beytu l-’izze” denilen bir dünyaya ulaştıklarını vurgulamaktadır.[1066]

Hâlid b. Arara yoluyla gelen bir habere göre, bir adam, Ali b. Ebi Tâlib’e, el-Beytu1-Ma’mur’un ne olduğunu sordu. O da, semada kendisine “ed-Durâh denilen bir beyt vardır. “O, Kâ’benin üzerinde, onun bir benzeridir. Onun gökteki kıymeti, yeryüzündeki Kâ’benin kıymeti gibidir. Orada hergün yetmiş bin melek namaz kılar.”[1067] demiştir.

4. Allah’tan Korkmaları: Melekler, Rab’lerini bilmeye, O’nu ta’zim etmeye çok önem verirler ve O’na karşı büyük bir haşyet duyarlar. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Onlar Allah korkusundan titrerler.”[1068]

Nuvâs b. Semanın rivâyeti, onların, Rabb’lerinden, şiddetli bir korku içinde bulunduklarını belirtmektedir. Şöyle ki: “Allah Teâlâ, bir işi vahyetmek istediği zaman vahiyle konuşur. Bu konuşmadan dolayı, semavâtı bir korku kaplar. Yahut da, Allah’tan bir korku olarak, şiddetli bir gök gürültüsü bu sesi semavât ehli işittikleri zaman, kendilerinden geçip, baygın olarak Allah’a secde ederler. Başını ilk kaldıran, Cibril olur. Yüce Allah da, ona dilediği şeyi vahyederek konuşur.”[1069]

Câbir’den, Hasan’ın isnâdiyle gelen bir rivâyette Hz. Peygamber, “İsrâ gecesi, Melei A’lâ’ya uğradım. Cibril, Allah korkusundan dolayı, yayılmış hasır gibiydi.”[1070] demiştir. Onların bu korkulan Kur’ân’da şöyle dile getirilmektedir:

“Kendilerine her sûretle kâhir ve hâkim olan Rab’lerinden korkarak (daima O’na inkiyâd ederler ve) ne ile emrolunurlarsa onu yaparlar.”[1071] Korkarak ve çekinerek, şânı yüce olan Rab’lerinin huzurunda secdelere kapanırlar.[1072] Yıldırımlarla beraber, O’nu, korku halinde tesbih ederler: “Gök gürültüsü O’nu hamd ile tesbih eder, melekler de Ondan korkusundan tesbih ederler.”[1073]

Melekler, Âdem’in yaratılmasında, ondan ve gelecekteki soyundan, daimi olarak Allah’a hamdetmek ve O’nu takdis etmekle ayrılmaktadır.[1074] Fakat bu mutlak itâat, kusursuz olmağa kadar gider mi? Kur’ân-ı Kerim’de, bu varlıkların itâatleri üzerinde ısrarla durulmakta ve kendilerinin mahlûkâttan olup, cin ve şeytanlarla bir münâsebetleri bulunmadığı hatırlatılmaktadır.[1075] Bu konuyla ilgili bir hadisde ise, şöyle denilmektedir:

“Allah’ın, öyle melekleri vardır ki, korkularını tarif mümkün değildir. Onlardan bazıları vardır, devamlı gözyaşı dökerler, ancak bir namaz kılan meleğe rastladıklarında gözleri durur. Bazıları vardır, Allah’ın, yerleri ve gökleri yarattığı günden beri, başları secdededir ve hiç kalkmamıştır, kıyâmete kadar da secdeden kalkmazlar. Bazıları da yerler ve gökler yaratıldığı günden beri rükû’dadırlar, kıyamete kadar başlarını rükûdan kaldırmazlar. Kıyâmette bütün bu melekler başlarını kaldırıp Allah’a: ‘Yâ Rabbi! Seni tenzih ederiz, Sana hakkıyla ibadet edemedik’ derler.”[1076]

Meleklerin, Allah’a karşı olan bu korkuları, günahtan değil, Allah’ın azamet ve celâlinden kaynaklanmış olan bir korkudur. Peygamberlerin Allah’tan korkmaları da, bu çeşit bir korkudur.[1077]

İnsanlar, Rabb’lerine daha da yaklaşmak için nafile ibadetlerle uğraşırlar. Fakat melekler, devamlı olarak farzlarla meşgul olurlar. Onların nefisleri farzlara dalmış, nâfılelerle ilgilenmemektedirler. Bundan dolayı onlar, insana nazaran eksiktirler. Çünkü melekler irâdesiz, insanlar ise ihtiyar sâhibi kullardır. Fikirleri olmayıp, sadece akılları olması sebebiyle makamları da insanın makamından düşüktür.[1078]

“Meleklerin İbadeti” bahsi içerisinde, onların, Hz. Âdem’e secde ile emrolunmalarının hikmetleri ve meleklerin kendilerine ibadet etme hususunu da incelemek yerinde olur.

a. Meleklerin, Hz. Adem’e Secde İle Emrolunmalarının Hikmetleri

Meleklerin, Âdem’e secde ile emrolunmalarının sebebi, Âdem’in isimleri bilmesi değil, onun, ahsen-i takvim (en güzel surette yaratılmış bir varlık) olmasından dolayıdır. Melekler, Allah’ın, Âdem’e isimleri öğretmekle, kendilerinden üstün olduğunu bilmeden O’na secde ile emrolunmuşlardır. Bunun sebebi, meleklerin imtihâna tâbi tutulması idi. Secde, eğer bu üstünlük açıklandıktan sonra emredilseydi, o zaman İblis yüz çevirmez ve “Ben ondan daha üstünüm.” demez, ona karşı kibirlenmezdi. Bunun için: “Ben, balçıktan yarattığına mı secde edeceğim, beni ateşten, onu balçıktan yarattın, nâr senin ismine daha yakındır.” dedi.[1079]

Allah Teâlâ, Âdem’in yaratılışını meleklere, ona secde etmelerini emrettikten sonra açıklamıştır. Bunun için Âdem kıssasında, “Meleklere, Âdem’e secde edin! Dediğimiz zaman.”[1080] Ayetinde, mazi sigasını ve “iz” edatını kullanmıştır, “iz” edatı da mazi için kullanılır. Bu meseleden ve Âdem’e secde ile emrolunmalarından dolayı, Âdem’in meleklerden üstün olduğu anlaşılmaktadır. Secde ile emrolunmaları, meleklere yöneltilen bir imtihândır. Bunu ancak, Allah’ı bilenler anlar. Çünkü melekler Âdem’in yeryüzünde halife kılınmasında Allah’a itiraz etmişlerdir. Eğer itiraz etmeselerdi, Allah’ın kulu olan Âdem’e secde şeklinde bir imtihana tabi tutulmazlardı.[1081]

Şa’râni burada melekler için “i’tiraz ettiler’ sözünü kullanmıştır. Fakat meleklerin Allah’a “Sen yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın?” diye sormaları bir i’tiraz değil, öğrenme arzusundan olsa gerektir.

Meleklerin, Hz. Âdem’e ve onun evlâdına secdeleri arasında bir fark vardır. Âdemoğlunun arkasında secde ettikleri zaman, onların, kırâatteki ve namazdaki secdeleri için secde etmiş olurlar. Fakat onların Âdem’e secdelerine gelince, bu onların, ilmi öğretene olan secdeleridir. Secdelerde bir ittifak olmasına rağmen, secdelerin sebebinde fark vardır.[1082]

Meleklerin Âdem’e yaptıkları secdenin ibadet için değil, sırf Allah’ın emrine itaat için olduğu belirtilmektedir.[1083] Bu bir tür imtihan metodudur. Secde olayı ise, Hz. Âdem’in yaratılıp bir şekil almasından sonra vuku bulmuştur.[1084]

Aslında bu secde emri, Hz. Âdem’in şahsına mahsus değil, zürriyyeti de dâhil olmak üzere, nev’ine yani insan cinsine ait bir şeref ve imtiyazdır. Hz. Âdem’in zürriyeti içinde, bizzat ondan efdal olan ülü’lazm peygamberler gibi zatlar bulunduğu şüphesiz olduğuna göre de, bu mana açıktır. Binaenaleyh, Hz. Âdem’i, sadece ilk insan olmak üzere değil, genel olarak beşer nev’inin mâhiyyetini temsil eden bir umumî misal olarak mülâhaza etmek, ayetin siyakına daha uygundur. Bunun için, Âdem’in yaratılışı, Ademoğulunun yaratılışını; Âdem’in tasviri, Âdemoğlunun tasvirini; Âdem’e secde de bütün beşer nev’ine secdeyi ihtiva etmektedir.[1085]

b. İslâm’ın Meleklere İbâdet Etmeyi Yasaklaması

İslâm’dan önce, câhiliyye inançlarına sahip insanlar melekleri, peygamberleri, sâlihkişileri, güneşi ve ayı ma’bûd olarak görmekteydiler.[1086] İslâm’ın gelişiyle Kur’an, bu sapık inançlarını redderek: “Sizin, melekleri ve peygamberleri tanrılar edinmenizi de emretmez O... Ya size, Müslümanlar olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?”[1087] onları sorgulamaktadır.

Meleklerin ve peygamberlerin tanrı edinilmesinin küfür olduğunu beyân eden bu âyet, kâfirlerin Hz. Peygamber’e karşı, “Sana ibadet mi edelim istiyorsun?” demelerine cevap olarak gelmişti. Allah onlara, Rasûlü’nün, insanları, kendisine ibadet etmeye, onları, meleklerin Tanrı olduğuna inandırmaya[1088] ve böylece meleklere ibadette bulunmaya dâvet[1089] etmesinin mümkün olmadığını haber vermiştir. Ayrıca onların, meleklere ibadet etmelerinde ileri sürdükleri gayelerine cevap olarak, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Göklerde nice melek vardır ki, ancak Allah’ın dilediği ve râzı olduğuna izin vermesi hâriç, onların şefâatleri hiçbir şeye yaramaz.”[1090] Yine, meleklere ibadet etmenin, çok büyük bir sapıklık olduğunu belirtmek için de, “Hatırla o günü ki, (Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: ‘Bunlar mı size tapıyorlardı?’ diyecek. (Melekler de): ‘Seni tenzih ederiz. Bizim velimiz onlar değil, Sensin. Onlar, belki de cinlere (şeytanlara) tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı.’ diyecekler.”[1091] ifadeleri kullanılmaktadır.

İslâm’dan önce, Yahûdiler, Hıristiyanlar ve onlarla beraber yaşayan putperestler, İslâm’ın reddettiği bir melek inancına sahip idiler. Bu inançlarda Tanrı ile melek arasında, İslâm’daki gibi bir netlik görülmemekte, hatta bazen meleğe Tanrı’da olması gereken vasıflar maledilmekte ve dolayısıyla bu durum insanları meleklere ibadete kadar götürmekteydi. İşte İslâm Dini, bütün esaslarında olduğu gibi, melek inancı konusunda da kesin çizgisini belirtmiş ve onlara ibadet etme şöyle dursun, onlardan şefaat bekleme düşüncesinin dahi yanlış olduğunu[1092] ifade etmiştir.

E. Günahlardan Uzak Olmaları ve Ma’sûmiyetleri

Melekler, Allah’a itaat üzerine şekillenmiş varlıklardır. Ellerinde isyân etme kudretleri yoktur. “Onlar, Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere aslâ isyan etmezler ve emrolundukları şeyi yaparlar.”[1093] âyeti de bunu göstermektedir. Ma’siyeti terkedişleri ve itaatle meşgûl oluşları, onların tabiatından kaynaklanmaktadır. Onlar en küçük bir mücâhede göstermekle dahi mükellef değillerdir. Çünkü şehvetleri yoktur. Bu düşünce İslâm âlimlerinden bir kısmını “Meleklerin mükellef olmadığı ve va’d ile vaid’e dâhil bulunmadığı” fikrini beyân etmeye sevketmiştir.[1094]

Melekler, âdemoğlunun mükellef olduğu şeylerle mükellef değildirler. Fakat onların mutlak bir mükellefiyetsizliğini söylemek de doğru değildir. Çünkü onlar, ibadet ve itaatle emrolunmuşlardır. “Çünkü onlar Rab’lerinin azâbından korkarlar ve kendilerine ne emrolunursa onu yaparlar.”[1095] âyeti de bunu göstermektedir. Bu âyetle onların, Rab’lerinin azâbından korktukları belirtilmektedir. Korku ise, şer’i tekâlif çeşitlerindendir. Aynı zamanda korku, ubûdiyyet çeşitlerinin de en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın, onlar hakkında buyurduğu: “Onlar, Allah korkusundan titreler.”[1096] âyeti de bunu ifade etmektedir.[1097]

Meleklere en çok eziyet eden şeyler, günahlar, ma’siyetler, küfür ve şirklerdir. Bunun aksine, onlar için sevinç kaynağı olan şeyin en büyüğü de, insanın, dinine ve Rabb’ine karşı ihlâslı oluşudur. Bundan dolayı melekler, içinde Allah’a isyan edilen evlere veya içinde Allah’ın kerih gördüğü ve gazâb ettiği şeylerin bulunduğu yerlere girmezler. Nitekim bir hadis-i şerifte, “İçinde resim, köpek ve cünûb bulunan eve melekler girmezler.”[1098] denilmektedir. Başka bir hadisde de, “Meleklerin, kendisine yaklaşmadığı üç kimse vardır. Bunlar: Sarhoş, zağferân sürünmüş kimse ve cünûb halde bulunan kimsedir.”[1099] ifadesi yer almaktadır.

Eş-Şa’râni, meleklerin, şakilikten nasipleri olmadığını, şakilik ve saadetin cinlere ve insanlara ait olduğunu vurgulamaktadır.[1100] El-Makdisi ise, daha değişik bir görüş ileri sürerek, meleklerin, ma’siyet işlemeye kâdir olmalarına rağmen, işlemediklerini belirtmektedir. Buna delil olarak da: “Melekler, gece ve gündüz hiç ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.”[1101] âyetini göstermektedir. “Eğer melekler, ma’siyet işlemeye kâdir olmasalardı, Allah onları, ma’siyeti terkettikleri için, bu âyetle medhetmezdi.” demektedir.[1102]

Fahreddin Râzi (606/1209), “İsmetü’l-Enbiya” isimli eserinde, meleklerin ma’sûmiyeti konusunda dört delil ileri sürmektedir. Bunlar:

1. Allah Teâlâ’nın, meleklerin sıfatı hakkındaki kavli:

“Kendilerine her sûrette kahir ve hâkim olan Rab’lerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler.”[1103]

Bu âyet, emirleri yerine getirme ve her türlü ma’siyeti terketme konusunda, bütün melekleri kapsamaktadır. Çünkü nehyedilen her fiilin, terkedilmesi emredilmiştir.

2. Allah’ın, meleklerin vasfı hakkındaki kavli:

“Rahmân olan Allah, melekleri evlâd edindi dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilakis melekler, ikrâma mazhâr olmuş kullardır. Ondan (emir almazdan) önce konuşmazlar, onlar, sadece O’nun emri ile konuşurlar.”[1104]

3. Allah’ın şu kavli de bir delildir: “Melekler, gece ve gündüz hiç ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.”[1105]

Bu âyetten ortaya çıkan vasıflara sahip olan bir varlıktan, günahın sâdır olabileceği düşünülemez.

4. “Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamd olsun.”[1106] âyetinden anlaşıldığına göre Allah Teâlâ, melekleri, Kendisinin elçileri olarak yaratmıştır. “Allah, elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hileleri karşılığında, Allah tarafından, aşağılık ve çetin bir azâb erişecektir.”[1107] âyetine göre de, elçiler ma’sûmdurlar. Görülüyor ki, bütün bu deliller, meleklerin günahsız olduğuna işaret etmektedir.[1108]

Suyûti ( 911/1505), Kâdi İyâz’dan (544/1149) naklen Müslümanların imamlarının, melekleri mürsel ve gayr-ı mürsel diye ikiye ayırdığını, mürsel meleklerin ma’sûmiyetinin, nebilerin ma’sûmiyetiyle aynı olduğu hususunda ittifak ettiklerini, ancak, gayr-ı mürsel meleklerin ma’sûmiyeti konusunda ihtilâf ettiklerini söylemektedir, ihtilâf edenlerden bir grubun, hiçbir ayırım yapmadan, bütün meleklerin ma’sûm olduğunu kabul edip, şu ayetleri de delil gösterdiklerini ifade etmektedir:

“Onlar, Allah’ın, kendilerine emrettiği şeylere asla isyân etmezler. Neye de me’mûr edilirlerse yaparlar.”[1109]

“Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır. Şüphesiz biz orada, sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı tesbih ederiz.”[1110]

“Göklerde ve yerde kimler varsa O’nun hizmetindedirler. O’nun huzurunda bulunanlar O’na ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar.”[1111]

“Hayır! (Bir daha öyle yapma!) Çünkü değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle yazılıp, tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde yazılı bu ayetler, bir hatırlatma ve öğüttür.”[1112]

İkinci grup ise, Kur’ân-ı Kerim’deki Hârût ve Mârût kıssası ile İblis kıssasını delil göstererek, bu meleklerin kesin bir ma’sûmiyete sahip olamayacağını ileri sürmektedirler.[1113]

Meleklerin ma’sûmiyeti noktasında iki müşkille karşılaşılmaktadır:

1. Meleklerin, Âdem’in yaratılışı sebebiyle, bu hususta Allah’a sual etmeleri ile ma’sûm oluşları arasında tezâd yok mudur?

2. Yukarıda söylediğimiz Hârût ve Mârût isimli iki meleğin durumu nasıl izah edilebilir?

Önce birinci müşkili ele alalım:

Allah ile melekler arasındaki bu konuyla ilgili karşılıklı bir konuşma, Bakara Sûresi’nde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani Rabb’in meleklere, ‘Ben yeryüzünde (benim emirlerimi tebliğe ve infâza me’mûr) bir halife (insan) yaratacağım demişti de, melekler de: ‘Biz, Seni, hamdinle tesbih ve tasdik edip dururken, o (yer) de bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. O zaman Allah da: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim.’ demişti. Âdem’e bütün isimleri öğretmişti, sonra onları (onların delâlet ettikleri eşyâyı) meleklere gösterip: ‘Doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları adlarıyle bana haber verin!’ demişti. (Melekler de): ‘Seni tenzih ederiz. Sen’in bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyle bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen’ demişlerdi.”[1114]

İbn Abbâs’dan gelen bir rivâyete göre, İblis, meleklerin, kendilerine cin ismi verilen kabilelerinden bir kabile idi, yakıcı ateşten yaratılmıştı. Esas ismi Hâris idi ve cennet bekçilerindendi. Yeryüzünün ilk sâkinleri, yalın ateşten yaratılmış olan cinlerdi. Cinler yeryüzünde fesat çıkardılar, kan döktüler, birbirlerini öldürdüler. Allah da, meleklerden bir ordunun başında İblis’i gönderdi. İblis, ordusuyla onlara karşı savaştı ve o cin taifesini, etrafı dağlarla çevrili denizler adasına sürdü. Buna muvaffak olduğu zaman kendi kendine, “Öyle bir şey yaptım ki, benden önce kimse böyle bir şey yapamamıştı.” dedi. Fakat Allah, o daha bu şekilde gururlanmadan, onun böyle diyeceğini biliyordu. Melekler ise, bundan habersizdiler. Allah: “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dediği zaman, melekler cevaben: “Üzerlerine gönderildiğimiz şu cinler gibi, yerde fesat çıkarıp kan dökecek kimse mi yaratacaksın?” demişlerdi. Allah da, İblis’in, nefsinde gururlanmasını kastederek, “Ben, sizin muttali olmadığınız, bilmediğiniz şeyi bilirim” demişti.[1115]

İbn Kesir yukarıdaki âyetleri şöyle tefsir etmektedir: “Melekler bu sözleri ile halifenin cinsinde, bozgunculuk yapma ve kan dökme özelliklerinin olduğunu murad etmişlerdir. Onlar âdeta, bu özellikleri, hususi bir ilimle biliyor veya bu yeni türün yaratılacağı madde kendilerine haber verildiğinden, bu maddeye nazaran beşer tabiatını anladıklarından, sanki bu neticeyi çıkarmış gibiydiler. Veya ‘halife’ sözünden, bunu çıkarmışlardır. Çünkü ‘halife’, insanlar arasında çıkacak haksızlıkları önlemek, adâletle hükmetmek, insanların günah ve isyâna düşmelerine mâni olmakla vazifelidir. Mademki ortada bir ‘halife’ olacak, öyleyse önlenmesi gereken zulümler, isyânlar ve haksızlıklar da var demektir.”[1116]

Meleklerin günahsızlığı konusunda karşılaşılan bu müşkile Alûsi (1270/1853) şöyle bir izahda bulunmaktadır: “Meleklerin, insanlar için ifsâd ve kan dökücülük hükmünü vermeleri, gaybı bilme iddialarından ve tahmin ve zanla hüküm vermiş olmalarından değildi. Bunun başka sebepleri vardı. Bazılarınca denildi ki, İnsanların bu özelliği levhi mahfûzda vardı ve melekler oradan görmüşlerdi.” Bir kısım âlimler de, “Cin ve ins âlimlerinin, ismet sâhibi olmamasında ve bütün hususiyetlerinde müşterek olmaları sebebiyle, bu insanları, bildikleri cinlere kıyâs ederek bu hükme varmışlardır.” Yine muhtemeldir ki melekler, insanların bu durumunu, “Halife” diye isimlendirilmelerinden anlamışlardır. Çünkü halifelik, ıslâhı ve kendine karşı çıkanları kahretmeyi gerektirir. Bu durum da, ya bizzât kendindeki şehvet hissinden veya dışındakilerin kan dökmelerinden dolayıdır.[1117]

M.R. Rıza (1354/1935) ise, “Bu âyet, müteşâbihlerdendir. İstişâre kabûl edilse, Allah için imkânsızdır. Allah’ın haber vermesi ve meleklerin itiraz etmesi kabûl edilse, bu da ne Allah’a, ne de meleklere uygun düşer.” demektedir.[1118]

Ayette geçen, “Eğer doğrucular iseniz” sözünün manası, İbn Abbâs’a göre, “Eğer, yeryüzünde niçin halife yarattığımı biliyorsanız.” demektir.[1119]

Meleklerin ma’sûmiyeti konusunda karşılaştığımız ikinci müşkil ise Bakara sûresinin 102. âyetinde söz konusu edilen Hârut ve Mârut isimli meleklerin mahiyeti konusundan çıkmaktadır. Bu âyet şöyledir. “Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleymân kâfir olmadı. (Büyü yapmadı ve ona inanmadı.) Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri (büyü ilmini) ve Bâbil’de Hârût ile Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese: “Biz imtihân için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız” dedikten sonra ancak, sihir ilmini öğretirlerdi.”[1120]

Ayetin siyâkından, bu iki meleğin, Allah tarafından, fetret devirlerinden birinde, insanları imtihân için gönderildiği anlaşılmaktadır. Tefsir kitapları bu meleklerle ilgili birçok kıssa zikretmişlerdir. Fakat bunlar, ne kitapla, ne de sünnetle sabit olmuştur.[1121] Bu melekler hakkındaki en güvenilir bilgi kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Hz. Peygamber de, “Allah, Zühre’ye lânet etti. Çünkü o, Hârût ve Mârût isminde iki meleği fitneye sevketti.”[1122] demiştir. Başka bir rivayette ise şu bilgiyi vermektedir: “Allah Teâlâ, Hz.Adem’i yaratacağını meleklere bildirdiği zaman, melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Orada fesad çıkaracak, kan dökecek kimse mi yaratacaksın? Hâlbuki biz seni hamdinle tesbih edip ve seni takdis edip dururken demişlerdi.”[1123] Yine, ‘Ey Rabb’imiz! Biz Sana, âdemoğullarından daha itaatkârız’ dediler. Allah da: ‘Öyleyse aranızdan iki melek seçin, onları yeryüzüne indireyim ve bakalım nasıl amel edecekler.” buyurdu. Melekler: ‘Rabbimiz! Hârût ve Mârût’u seçtik’ dediler. Seçilen iki melek yeryüzüne indirildiler ve Zühre yıldızı çok güzel bir kadın şekline getirilerek, onlara gönderildi. Onlar Zühre’ye sahip olmak istediler. Zühre onlara: “Hayır, vallahi şu şirk sözünü söylemezseniz olmaz.” dedi. O iki melek: ‘Allah’a yemin olsun ki, biz kat’iyyen Allah’a şirk koşmayız’ dediler. Zühre gitti ve bir başka zaman bir çocuk getirdi. İki melek yine ona sahip olmak istediler. O bu defa da, “Hayır, vallâhi şu çocuğu öldürmediğiniz müddetçe olmaz.” dedi. Meleklerin buna cevabı,’ Hayır, vallâhi biz kesinlikle ona kıymayız’ oldu. Zühre gitti ve bir içki kadehiyle döndü. Melekler ona sahip olmaktan vazgeçmemişlerdi. O; ‘Vallâhi şu içkiyi içmedikçe olmaz.’ dedi. Sonra içkiyi içtiler, sarhoş oldular, ona da sahip oldular, getirdiği çocuğu öldürdüler. Sarhoşlukları geçince kadın onlara: ‘Vallahi sarhoş olunca yapmaktan çekindiğiniz her şeyi yaptınız’ dedi. Bu iki melek dünya azâbı ile âhiret azâbı arasında, birini seçmek konusunda serbest bırakıldılar. Onlar da dünya azâbını tercih ettiler.”[1124]

İbn Abbas’tan gelen bir rivayette aynı olay biraz daha değişik anlatılmaktadır: “Dünya semasının ehli, yeryüzünü teşrif ettiler ve orada günah işlendiğini gördüklerinde şöyle dediler: ‘Yâ Rab! Yeryüzü ehli, günah işlemekteler.’ O zaman Allah Teâlâ onlara: ‘Siz benimlesiniz, fakat onlar beni göremiyorlar’ buyurdu. Sonra bu meleklere: ‘İçinizden üç kişi seçin” denildi. Onlar da, yeryüzü ehlinin aralarında hükmetmek üzere oraya (yeryüzüne) inmeleri için, aralarından üç melek seçtiler. Onlara, âdemi şehvet verildi. Bununla birlikte içki içmemek, adam öldürmemek, zinâ etmemek ve putlara secde etmemekle emrolundular. Bu şartlar, seçilen meleklerden birine ağır geldi, diğer ikisi ise, yeryüzüne indirildi. Onlara, ‘Enâhid’ isminde çok güzel bir kadın geldi. Bu melekler kadınla beraber, onun evine geldiler ve ondan faydalanmak istediler. Fakat kadın, onlar şarab içmedikçe, komşusunun oğlunu öldürmedikçe ve putuna secde etmedikçe, isteklerini kabûl etmeyeceğini söyledi. Onlar ise, ‘Hayır, secde etmeyiz.’ dediler. Fakat şarab içtikten sonra komşusunun oğlunu da öldürdüler, secde de ettiler. Sonra Hz. Süleymân onlara gönderildi de, onlardan ya dünya azâbı ya da âhiret azâbından birini tercih etmeleri istendi. Onlar da dünya azâbını tercih ettiler. Onlar, yer ve gök arasında asılıdırlar.”[1125]

İbn Kesir, bu rivâyeti garip karşılamaktadır. Ona göre Rasûlüllah’dan değil de, Ka’bü’lAhbar’dan olması daha doğru görülen bir başka rivâyette: Mecûsi ve evli bir kadın olan Zühre, meleklerden, kendisini semaya uçurmalarını da şart koşuyor. Onu semaya uçuran meleklerin, semada, kanatları kesilip yeryüzüne atılıyorlar. Ağlayarak, korkarak ve pişman bir halde yere düşüyorlar. Duâları ile meşhûr olan Hz. İdris’den, affedilmeleri için kendilerine duâ etmesini istiyorlar. Duâ neticesinde, iki azâbdan birini seçmeleri hususunda serbest bırakılıyorlar. Tercih ettikleri dünya azâbını çekmeleri için altı ve üstü ateşle dolu bir kuyuya zincirle bağlanıyorlar. Orada azâblarını çekmektedirler.[1126]

Ebu’s-Suûd (982/1574) aynı kıssayı naklettikten sonra, “Bu, yanlış şeylerdendir. Çünkü hem dayanağı Yahudi rivayetlerdir, hem aklın ve naklin delillerine aykırıdır.” der.[1127] Beyzâvi (ö.685/1286) de aynı şeyi ileri sürer.[1128] Kurtubi (671/1273) ise, kıssayı, Hz. Ali, İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Ka’bu’lAhbâr, Süddi ve Kelbi’den naklettikten sona: “Hepsi zayıf ve doğruluktan uzak rivâyetlerdir.” hükmünü veriyor. “Allah’ın emini, vahyin bekçileri, peygamberlere gelen Allah elçileri, Allah’a isyan etmeyen, emrolunduklarını yapan, şerefli kullar olan melekler hakkındaki esaslara ters rivâyetlerdir.” diyor. Daha sonra, görüşüne delil olarak şunları ileri sürüyor: “Allah, göğü yarattığı zaman, yıldızları da yaratmıştı.”

Nitekim bir hadiste, “Sema yaratıldığı zaman, içinde yedi gezegen (felek) de yaratıldı; Zühal, Müşteri, Behram, Utarit, Zühre, Güneş ve Ay buyrulmuştur. Buna göre Zühre, Âdem’in yaratılmasından önce vardı.”[1129] El-Antaki, “meleklere bu gibi şeylerin nisbet edilmesi küfürdür.” demektedir.[1130] Alûsi ise bu hususları bazı müfessirlerden nakiller yaparak şöyle özetlemektedir: “Fahreddin Râzi bu mevzudaki rivayetlere; “Bunlar fâsid, reddolunmuş ve kabul edilmemiş rivayetlerdir.” hükmünü vermektedir. Şihâb Iraki de “Kim Hârût ve Mârût hakkında, ‘onlar Zühre ile işledikleri hata yüzünden azâb olunan iki melektir.’ diye inanırsa, Allah’ı inkâr etmiş olur. Çünkü Allah “Onlar Allah’a isyan etmezler.” diye meleklerin masum olduklarını beyan etmiştir demektedir.[1131]

Bütün bu rivayetlerden hareketle bir özet yapmak gerekirse, genel olarak melekler ele alındığında, onların günah işlemedikleri sarih ayetle belirtildiği, secde konusundaki suallerinin, günahı gerektirici bir i’tiraz değil, sadece öğrenme isteklerinden kaynaklandığı, Hârût ve Mârût’un da hikmeti ancak Allh’a ait olan bir imtihana tâbi tutulduğu ve belki de yine insanların imtihanında onların sadece vasıta olarak kullanılmış olabileceği ifade edilebilir.

F. Allah’a Yakınlıkları ve Kıymetleri

Melekler, Allah’a çok yakın olan ve Allah tarafından kendilerine ikrâm edilen, şeref verilen varlıklardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Kuşkusuz Rabbin yanındakiler, O’na kulluk etmekten asla kibirlenmezler, Onu tesbih eder ve yalnız O’na secde ederler”[1132] buyurulmaktadır. Yine En-biyâ Suresinde; “Rahman, (melekleri) evlât edindi.” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. Bilakis (melekler) ikrâma mazhar olmuş kullardır.[1133] Şeklinde taltif edilmektedirler. Bu âyetlerde, meleklerin, Allah’ın yanında olmasından anlatılmak istenen, onların Allah tarafından bir şeref ve lûtfa nâil oldukları hususudur.[1134] Allah Teâlâ, kıymet ve şeref verdiği şeyler üzerine yemin eder. O, Kur’ân-ı Kerim’de, dört ayrı surede yemin ederek, meleklerin sahip olduğu kıymetlere işaret etmiştir. “Sâflar bağlayıp duran, sevk (ve idâre) ve (men ile) zecreden, zikir okuyan (meleklere) yemin ederim ki, gerçekten, sizin ilâhınız birdir.”[1135] Ayeti buna bir örnektir. Dikkat edilirse, bu âyette, tevhid inancını kuvvetlendirmek için, melekler üzerine yemin edilmektedir. Bilindiği gibi “tevhid”, İslam’ın en mühim bir akidesidir.

Ayrıca, Mûrselât suresinde Allah Teâlâ, insanlara va’d olunan ni’metlerin ve yine insanların tehdid edildiği azabın mutlaka vaki olacağı haberi gibi, bu çok önemli itikâd esasını anlatırken de, yine melekler üzerine yemin etmektedir.[1136] Nâziât Sûresinde ölüm meleği ve yardımcıları yeminle şereflendirilmekte.[1137] Zâriyât suresinde “İş bölümü yapan melekler hakkı için, şüphesiz ki, size va’d olunan (şeylerin hepsi) elbette doğrudur.”[1138] sözüyle, yine onların şeref ve kıymetine işaret edilmektedir. Abese sûresinde onlardan “Değerli ve güvenilir kâtipler” diye bahsolunmaktadır. Bu ayetlerde de “(O Kuran) kıymetli, güvenilir, takvâ sâhibi kâtib (melek)lerin elleriyle yazılmıştır.”[1139] buyrulmaktadır. Yine Âli İmran Sûresinde: “Allah şu hakikati, Kendinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adâleti ayakta tutarak (delilleriyle) açıkladı. Melekler de bunu ikrâr etti. İlim sahipleri de böylece inandı.”[1140] Buyurarak, kendisinden başka ilâh olmadığını, meleklerin şahitliği ile te’yid etmiştir. Nisa Süresindeki, “Bununla beraber, Allah, sana indirdiği Kuran ile şâhitlik ederki, O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şâhitlik ederler. Hakiki şahit olma bakımından Allah yeter.”[1141] Ayetinden de, Allah Teâlâ’nın, Kur’ân-ı Kerim’i kendi ilmi ile indirdiğine melekleri şahid tuttuğu öğrenilmektedir.

Bütün bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, melekler, Allah’a çok yakın ve onun tarafından büyük kıymet ve şerefe nail olmuş olan varlıklardır.

G. Meleklerin; Peygamberler, İnsanlar ve Kendi Aralarındaki Dereceleri

Allah Teâlâ’nın, meleklere verdiği bu kıymet ve şerefi anlattıktan sonra, şimdi de onların, peygamberler ve diğer insanlar karşısındaki kıymet ve derecelerini belirtmeye çalışalım.

1. Peygamberler ve İnsanlar Karşısındaki Dereceleri

İslam âlimlerinin bu konudaki görüşleri, birbirine yakın olmakla birlikte bazı farklılıklar da arzetmektedir. Sa’deddin Taftazâni’ye gör; İnsanların elçileri, meleklerin elçilerinden daha üstündür. Meleklerin elçileri ise, insanların avâmlarından üstündür. İnsanların avâmları da, meleklerin avâmlarından üstündür. Bu bilgiler, Kur’ân’daki delilleriyle şöyle izah edilebilir:

1. “Allah meleklere, kendi zatını ta’zim ve tekrim üzere Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiştir.[1142] Bu secde hâdisesinin anlatıldığı Kur’ân ayetlerinden de anlaşılacağı gibi, derecesi aşağı olanın, daha üstün olana secde etmesi emredilir.

2. Bakara Suresinde; “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip, ‘Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin.” Dedi.[1143] buyurulmaktadır. Buradan, insanın melekden üstün olduğu sonucuna varılmaktadır.

3. Ali İmran Suresinde; “Allah, birbirinden türeme bir nesil olarak, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.”[1144] Denilerek, bu üstünlük açıkça ifade edilmektedir. Çünkü melekler de ayette geçen “el-âlemin (âlemler)” kavramının şümulüne girmektedir.

4. İnsan, fazilet, ilim, iyi amel ve olgunluk gibi güzel huyları, birçok mânialar, şehvet, gazâb ve zarurî ihtiyaçlardan doğan meşakkatlere göğüs gererek elde etmektedir. Bu mâniâlara rağmen, Allah’ın istediği şekilde bir kul olmayı başaran insan, meleklerden üstündür.[1145]

İbn Kesir’in rivayetine göre, Ömer b. Abdü’l-Aziz’in yanında bir cemaat varken, Said b. el-As onun yanına geldi. Ömer şöyle dedi; “Allah Teâlâ’ya, Âdemoğlundan daha kerim biri yoktur. Allah’ın şu sözü de buna delildir: ‘İmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar, yaratılmışların en hayırlılarıdır.”[1146] Orada bulunanlardan Saib b. el-As, Ömer’i tasdik etti. Fakat Irak b. Malik buna karşı çıkarak; “Allah’a, meleklerden daha faziletli birisi yoktur. Onlar, iki dünyanın hizmetçileridir, peygamberlerin elçileridir.” demiş ve ‘derken şeytan, çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese vererek “Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti, başka bir sebepten değil’ dedi.”[1147] Ayetini de bu fikrine delil göstermiştir.[1148] Ömer b. Abdü’l- Aziz, Muhammed b. Ka’bu’l-Kurazi’ye, “Sen ne dersin ey Ebû Hamza” dedi. O da, “Allah, Âdem’e ikrâm etti ve onu kendi eliyle yarattı. Ve ona kendi rûhundan üfledi. Ve meleklerini Âdem’e secde ettirdi. Onun zürriyyetinden peygamberler gönderdi. Peygamberleri melekler ziyaret ettiler.” dedi. Ömer b. Abdü’l-Aziz de onun bu sözlerine muvafakat etmiştir.[1149]

Abdullah b. Selâm “Allah, Muhammed (as)’den daha üstün bir varlık yaratmamıştır.” dedi. Ona; “Cibril ve Mikail’in ne olduğunu biliyor musun? Onlar güneş ve ay gibi musahhar yaratılmıştır” dediler. O tekrar; “Allah Muhammed (as)’den daha üstün bir varlık yaratmamıştır.” dedi.[1150] Esseffârini de, Ahmed b. Hanbel’in, “Her mü’min meleklerden üstündür.” dediğini, kâfirler ve münafıkların, bu üstünlük meselesine dâhil olmadığını, çünkü onların, Araf suresinin 179. ayetine göre hayvanlardan da aşağı olduğunu belirtmektedir.[1151]

Salih insanların, meleklerden daha üstün olduğunu gösteren bir takım deliller tesbit edilmiştir. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Allah meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretmiştir. Eğer Âdem’i meleklere üstün tutmasaydı meleklerin ona secde etmelerini emretmezdi.[1152] Meleklerin, Âdem’e secdesi Allah’a bir ibadet, tâat ve bu secde ile O’na yaklaşmaları demektir. Bu da Âdem’in teşrif, tekrim ve ta’zim edilmiş olduğunu gösterir. Hâlbuki ne Âdem, ne de nesli, Allah’tan başka hiçbir varlığa secde etmekle emrolunmamışlardır. Çünkü Âdemoğlu, yaratılmışların en şereflisidir.

2. “İblis kıssası da buna delildir.”[1153] Bu kıssayı anlatan âyetten de, Âdem’in İblise üstünlüğü anlaşılmaktadır. Çünkü o da Âdem’e secde etmekle emrolunmuştur.

3. Allah, Âdem’i eli”yle, melekleri ise “kelimesi”yle yaratmıştır. Yani “Ol!” demiş, onlar da oluvermiştir.

4. Allah, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[1154] Buyurmuştur. Halife olan, halife olmayandan daha üstündür. Çünkü melekler bu halifeliği istediler, fakat Allah kabûl etmedi. Eğer halife olmak onların derecelerinden daha üstün olmasaydı, onlar bu halifeliği talep etmezlerdi.

5. Âdemoğlunun, ilim bakımından da onlardan üstün olduğu, Allah’ın onlara isimlerden sorduğunda, onların buna cevap verememelerinden anlaşılmaktadır. Onlar, bu isimleri, Âdem’in kendilerine haber verdiğini itiraf etmişlerdir. Allah Teâlâ da, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?”[1155] Buyurarak, Âdem’in üstünlüğüne işaret etmiştir.

6. Beşerin taatinin meşakkatli oluşu da Âdemoğlunun üstünlüğünü gösterir. Çünkü zorluk içinde yapılan ibadet daha faziletlidir. Beşer şehvet, hırs, gazap ve hevâ duygularını taşır bir özellikte yaratılmıştır. Fakat bütün bunlar meleklerde yoktur.

7. Selef, sâlih insanların meleklerden üstün olduğunu ifade eden hadisler rivâyet etmiştir. Bu hadisleri, insanların önünde rivâyet etmişlerdir. Eğer bu hadisler inkâr edilecek özellikte olsaydı, onları inkâr ederlerdi. Bu da, selefin, bu düşünceyi kabûl ettiğini gösterir.

8. Allah’ın, âdemoğlunun amelini meleklere medhetmesi de, Âdemoğlunun üstünlüğünü gösterir. Kulları, üzerine düşen vazifeleri ve emre dildikleri şeyleri yerine getirince, Allah (c.c.) onları, meleklere karşı över.[1156]

Ahmed b.Hanbel’in Müsned’inde ve İbni Mâce’nin Sûnen’inde, Abdullah b. Ömer’den rivâyetle Rasûlüllah, “Müjdeler olsun. Rabb’iniz, semanın kapılarından bir kapı açtı. Sizi meleklere överek, ‘kullanma bakın, farizayı icra ettiler, diğer bir farizayı bekliyorlar’ diyor.”[1157] demiştir. Ebû Hureyre’nin rivayetine göre de; “Allah arafât ehli ile sema ehline övünür. Onlara, ‘şu kullarıma bakın, ibadette ilerlemiş olarak bana geldiler.”[1158] Buyurmuştur. İbn Teymiye ise, dört imam ve ehl-i sünnete müntesib kimselere göre, peygamberler ve Allah’ın emir ve nehiylerine riâyet ederek yaşayan insanların, meleklerden üstün olduğunu söylemiştir.[1159]

Ebi’l-İzz el-Ezreği (722/1322), Şerhu akaidi’t-Tahâviye’de şu görüşleri nakletmektedir; ehl-i sünnete göre; “Beşerden sâlih kimseler ve peygamberler meleklerden üstündür.” Fakat mu’tezile meleklerin daha üstün olduğunu savunmaktadır. Eş’ariler ise bu konuda iki görüşe ayrılmaktadır. Bir kısmı; “Enbiyanın ve evliyanın meleklerden daha üstün olduğunu söylemekte.” Diğer bir kısmı ise, bu konuda kesin bir fikir belirtmemektedir. Meleklerin üstünlüğünü söylemeye meyledenlerin olduğu da belirtilmektedir. Şia ise, bütün insanların, bütün meleklerden üstün olduğunu kabûl etmektedir. Ebû Hanife de, bu konuda kesin bir şey söylemekten çekinmektedir.[1160]

Ayrıca Fahreddin Râzi de bazı âyet delilleriyle, peygamberlerin ve sâlih müminlerin, meleklerden üstün olduğunu savunmaktadır.[1161]

Fakat Makdisi, âlimlerin çoğunun, meleklerin, sâlih müminlerden daha üstün olduğunu kabûl ettiğini söylemekte ve “De ki: Ben size, ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum’ ; gaybı da bilmem; size, ‘Ben bir meleğim.’ de demiyorum. Ben, bana vahyolunan Kur’ân’dan başkasına uymam.”[1162] Ayetini görüşlerine delil getirdiklerini ifade etmektedir.[1163]

Ayrıca konuyla ilgili olarak İsrâ süresindeki; “Yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.”[1164] Ayetini ele alırlar ve “Burada Allah Teâlâ âlâ men halaknâ, yani ‘yarattıklarımızdan’ demedi de, âlâ kesirin men halaknâ ‘yarattıklarımızın birçoğundan.’ dedi. Buna göre burada; “İnsanlardan da efdal bir varlık olduğu anlaşılmaktadır. Hiç günah işlemeyen bir varlık, günahtan âri olmayan varlıkla bir olur mu? Ömrü yüz seneyi geçmeyen bir varlığın ameli, ömrü ebedi olan bir varlığın amelinden nasıl üstün olur.” demektedirler.[1165]

Netice olarak, Ehl-i Sünnet imamlarının ve âlimlerinin hemen tamamına yakını peygamberlerin ve sâlih müminlerin, meleklerden daha üstün olduğunu kabûl ettikleri ifade edilebilir. Bu konuda daha geniş bilgi sâhibi olabilmek için, müracaat edilebilecek birçok kaynak vardır.[1166]

2. Meleklerin Kendi Aralarındaki Dereceleri

Meleklerin birbirleri arasındaki üstünlük meselesine gelince, Suyûti bu konuyla ilgili birçok rivayet nakletmektedir. İbn Abbâs’dan gelen bir rivayette, “Size meleklerin en faziletlisini haber vereyim mi? O, Cibril’dir.” denilmektedir. Vehb ise; “Allah’a en yakın olan melek Cibril, sonra Mikail’dir.” der. Bu da Cibril’in üstünlüğünü gösterir. Yine İbn Mes’ûd’dan bir rivayette “Yaratıklardan Allah’a en yakını İsrâfildir” denir. Ka’b, “Meleklerin Allah’a en yakını İsrafil’dir.” rivayetini nakletmiştir. İkrime; “İsrafil, Allah ile Cibril, Mikail ve Meleku’l-Mevt (Azrail) arasındadır.” demiştir. İbn Ebi Cebelle’nin rivayetinde; “Kıyamet Günü ilk olarak İsrafil çağrılır.” Denmektedir.[1167]

Şa’râni’nin bu konudaki görüşünü şöyle özetlemek mümkündür: “Meleklerin hangisi hangisinden daha üstün, birbirleri arasında üstünlükleri var mı? Bu konuda kesin bir nassa muttali olamıyoruz. Hiç kimse de kendi aklına dayanarak, melekler arasında bir tefâdul ortaya koyamaz. Meselâ, Cibril, İsrâfil’den, Mikâil’den; Azrail, essemau Dünya meleği olan İsmeil’den daha üstündür denemez. Bu ancak sahih nass’lar yardımıyle bilinir, akılla değil.”[1168]

Şa’râni her ne kadar, melekler arasındaki fazilet farkını kabul etmese de, değişik rivâyetler bu farkın mevcut olduğunu te’yid etmektedir. Buna göre, büyük meleklerden olan Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil isimli meleklerin diğerlerine nazaran daha üstün oldukları anlaşılmaktadır.

H. Erkeklik-Dişilikleri Olmaması ve Evlenmeden Çoğalmaları

Arap müşrikleri, meleklerin dişi olduklarını zannetmekteydiler. Aynı zamanda dişi dedikleri bu melekleri, Allah’ın kızları olarak kabûl etmekteydiler. Kur’ân-ı Kerim, onların bu inançlarını reddederek, ellerinde hiçbir delil olmadığı halde, böyle bir iddiada bulunmalarını şu cümlelerle kınamaktadır:

“Müşriklere sor! Kızlar Rabb’lerinin de, erkekler onların mı? Yoksa biz melekleri kız olarak yarattığımızda onlar hazır mı idiler. Dikkat edin, doğrusu, yalan uydurup söylüyorlar. ‘Allah doğurdu’ diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar. Allah, kızları, oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Yoksa sizin, açık bir deliliniz mi var ?”[1169] “Onlar, Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını gördüler mi? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.”[1170]

Teftâzâni ve diğer şârihler, meleklerin cinsiyeti noktasında hiçbir akli ve nakli delilin bulunmadığını dolayısıyla, bu konu üzerinde münakaşa etmenin gereksiz olduğunu belirtmiştir. el-İci (756/1355) ve el-Cürcâni de aynı yolu takib etmişler ve onların bir cinsiyeti olduğu iddiâ edilse bile bundan istifade edilemeyeceğini belirtmişlerdir.[1171]

Akâidu’n-Nesefi’de, “ ‘Hârût ve Mârût hikâyesi’, çoğalmasalar bile meleklerin bir cinsiyete sahip olduklarını telkin etmektedir. Fakat onlar, bir müzekkerlik veya müenneslikle tavsif edilmemelidir.” denmektedir.[1172] Şa’râni ise, meleklerin şehvetlerinin olmadığını, bunun da onların her türlü cinsi özellikten uzak bulunmalarından kaynaklandığını belirtmektedir.[1173]

Netice olarak, onların, birbirleriyle nikâhlanmadıkları, birbirleri vasıtasıyle çoğalmadıkları, tenâsul vasıtası olmadan, Allah tarafından “Ol” deyince oluverdikleri ve dolayısıyla erkeklik ve dişilik gibi vasıflardan uzak oldukları anlaşılmaktadır.[1174]

I. Meleklerin İlimleri

Meleklerin ilmi konusunda Kuran-ı Kerim’deki şu ayet dikkati çekmektedir: “Allah, Âdem’e bütün isimleri (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları, önce meleklere arzedip, ‘eğer siz sözünüzde sadık iseniz; şunların isimlerini bana bildirin.” dedi. Melekler:

“Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hâkim olan ancak Sensin’ dediler.”[1175]

İbnü’l-Vezir Ebû Abdillah’a (840/1436) göre, Allah Teâlâ, eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını meleklere değil, Âdem’e öğretmiştir. Zaten melekler de, “Senin bize öğrettiğinden başka, bizim bir ilmimiz yok.”[1176] demişlerdi. Allah onlara, Âdem’i yeryüzünde halife yapmak istediğini haber verdiği zaman onlar, Âdem’in zürriyyetinin fesâd çıkaracağı üzerinde durmuşlardı. Ancak Allah, onlara bunun hikmetini bildirmemişti. Eğer bildirseydi, o konuda soru dahi sormazlar ve hatâya düşmezlerdi. Hata işlediklerini anladıkları zaman, “Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bir bilgimiz yoktur.” dediler. Esasında melekler, yaratılmışlar içinde çeşitli ilimleri ve gayba ait bazı şeyleri en çok bilmesi gereken varlıklardır.

Çünkü onlar, nurlar ve şehvetsiz akıllardır. Hevâları gâlib değildir. Bunun için Allah Teâlâ, müteşâbihleri tevile yeltenmekle, kalplerinde eğrilik olduğu ortaya çıkan kimseleri zannedip, müteşâbih karşısında aczini itiraf etmek sûretiyle ilimde rüsûh (ehliyet) sâhibi kimseleri[1177] de methetmiştir.[1178]

Allah’ın meleklere, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”[1179] Demesi, halef bırakma meselesini gündeme getirmektedir. Meleklere gizli kalan ve şer ihtimalî karşısında taaccübü uzak görme ve arzı ihtisas ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Binaenaleyh, mananın siyakı, “Hilâfetin hikmet ve faydaları ve ona liyakat meselesi hakkında bilmediğiniz cihetler var.” çağrışımını yapmaktadır. “Eğer doğrular iseniz, şunların isimlerini bana bildirin.”[1180] hitâbıyla da, meleklerin aczlerini isbât etmek için onları imtihân etmektedir. Bu imtihana karşı melekler, “Seni tenzih ederiz, şüphesiz senin bize öğrettiklerinden başka bizim bir bilgimiz yoktur.” demişlerdir.[1181] Allah’ın meleklerle bu konuda muhatap olması, meleklerin kelâm sıfatıyle değil, ilim sıfatıyle ilgilidir. Gerçekte isimlerden murâd, alelumum isimler ise, meleklerin, bütün isimlerden mahrûm bulunacakları cihetle, bizzât kelam sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır. Fakat eğer, bu isimlerden maksat, Âdem’in zürriyyetinin isimleri ise, diğer isimleri menetmeyeceğinden, kelâm sıfatına mâni olmaz ve bu sûretle meleklerin liyakatsizliği ispatlanmak istenmeyip, başka bir hikmetin ibrâzı istenir.[1182]

Allah meleklere, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” demeden önce, melekler O’na, “Biz seni hamd ile tesbih, takdis eder dururken, yeryüzünde fesâd çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?”[1183] demişlerdi. Anlaşılıyor ki melekler, Allah’ın yaratmak istediği bu mahlûkun fıtratı ve karakteri hakkında bir takım bilgilere sahiptiler. Bu bilgiyi, ister bazı tahminlere dayanarak, ister yeryüzünde daha önceden müşahede ettikleri tecrübelerin eseri olarak, isterse basiretlerinin ilhamı ile edinmiş olsunlar; Ademoğulunun yeryüzünde fesad çıkarıp kan dökeceğini biliyorlar. Aynı zamanda fıtratlarındaki melekliğin nezaheti ve temizliği icabı olarak, mutlak hayır ve mutlak selâmetten başka bir şeyi düşünmedikleri için Allah’a hamd ve tesbihi, varlığın tek gayesi olarak kabûl ediyorlar. Bununla birlikte, Allah’ın yeryüzündeki halifesi vasıtasıyla irâde-i ilâhiyyesini tahakkuk ettirmesindeki, kâinat kanunlarını onun eliyle yürütmesindeki, böylece hayatı çeşitlendirip, geliştirmesindeki, dünyayı inşâ ettirip ma’mûr kılışındaki ulvi irâdenin hikmetini bilemiyorlardı. Bu kapı onlara kapalıydı.[1184]

İnfitâr suresinde; “Evet! Gerçek o ki, ısrarla dini yalanlıyorsunuz. Şunu iyi bilin ki, üzerinizde muhafızlık eden değerli kâtipler vardır. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler ve yazarlar.”[1185] buyrulmaktadır. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre melekler, insanların kalplerindeki şeylerin bir kısmını bilmektedirler. Onların bildikleri şey, kulun irâdesi ve niyetleridir.[1186]

İbn Teymiye; “Kul, bir iyiliğe niyet edip de yapamazsa, ona yine bir iyilik yazılır.”[1187] Hadisinde söz konusu edilen niyet, kul ile Rabb’i arasında gizli olduğuna göre, melekler buna nasıl muttali olacağını irdelemekte ve meseleye şu şekilde bir yorum getirmektedir.

“Kul bir iyiliğe niyet ettiği zaman, melek güzel bir koku hisseder. Kul, bir kötülüğe niyet ettiği zaman, melek pis bir koku hisseder.” Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ, kulun kalbinde olan şeyi meleklere bildirmeye kâdirdir. Tıpkı beşerden bazılarını insanın kalbinde olan şeye muttali kıldığı gibi Bir beşeri, kulun kalbindeki şeyi bilmeye muttali kılmasından, kulun muvekkeli olan meleğe bu şeyi bildirmesi, daha makuldür. Nitekim Yüce Allah, Kaf suresinde; “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tespit eden iki melek vardır. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın.”[1188] buyurmaktadır. O, kulun nefsindeki gizliliklere, melekleri muttali kılmıştır.[1189]

Şa’rânî’nin konuya bakışı da aynı doğrultudadır. Ona göre Hz. Âdem, isimleri meleklere öğrettikten sonra, içlerinde Allah Teâlâ’yı bilmeyen bir melek kalmamıştır. Hepsi O’nu bilirler. Bundan dolayı Allah, “Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, Ondan başka ilah yoktur.”[1190] diyerek, meleklerin kendisini bildiğini, hattâ birliğine şahitlik ettiğini belirtmektedir. Burada, melekler hakkında hiçbir ayırım yapmadan, “El-melaike” tabirini mutlak olarak kıllanmasına rağmen, insanlar hakkında “ûlu1-ilm” yani “ilim sahipleri” deyimini kullanarak sınırlandırma yapmıştır. Buradaki ilimden maksat da, vücut ilmi değil, tevhîd ilmidir. İnsanların bilmediği bazı ilimleri, melekler bilmektedirler Onlar, ilimlerini, çalışarak elde etmezler. İlimleri fikrî ve istidlâlî değildir. Allah tarafından kendilerine direkt olarak verilmiştir.[1191]

Bu bilgilerden anlaşıldığına göre, Allah meleklere belirli bir ilim vermiş fakat bu ilmi kendi iradesi doğrultusunda kullanmaları şartıyla, onları âdeta programlamıştır, timin, ancak kendilerine takdir edildiği kadarına sahiptirler ve bu ilmi elde etmek için herhangi bir çaba da harcamazlar.

J. Meleklerin Ölümü

İnsanlar ve cinler gibi meleklerin de mutlaka öleceği, Kur’ân’dan anlaşılmaktadır. Zûmer Süresindeki; “Sura üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa, hepsi düşüp ölmüş olacaktır. Sonra ona bir daha üflenince, hemen ayağa kalkıp bakakalacaklardır.[1192] Ayetten meleklerin de öleceği sonucu çıkarılmaktadır. (Birinci nefhada Allah’ın dilemesiyle ölmeyip kalanlar, Cebrail İsrafil, Azrail veya Hamele-i Arş ya da rıdvan melekleri, huriler, cennetin hazinedarı olan Malik ile Cehennem bekçileri olan zebanilerdir).[1193]

İbn Kesir’e göre bu, ikinci nefhadır. O, nefha-i sâiktir (ölüm nefhası). Bu nefha ile Allah’ın diledikleri hariç yer ve gök ehlinden diri olanlar ölür. Sonra, geride kalanların ruhları kabzolunur. Ta ki, en son ölen, Meleku1-mevt olur. Ölümsüz olan, sadece hay ve kayyum olan Allah’tır. O’nun, evveli ve sonu yoktur. O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bugün mülk, hükümranlık kimindir?”[1194] Bu soruyu üç kere tekrarlar ve sonra cevabını yine kendisi verir: “Kahhar olan tek Allah’ındır.”[1195] Yani bunun manası şudur; “Ben tekim. Her şeyi kahrettim. Her şeyin son bulmasına hükmettim.” Allah Teâlâ sonra, üçüncü nefha olan son sûr’a üflemek için İsrafil’i diriltir. Bu nefha, artık diriliş içindir.”[1196]

Kasas süresindeki; “O’nun zatından başka her şey helâk olacakta.”[1197] Ayeti de, meleklerin öleceğine işaret etmektedir. Ancak, Sur’un üfürülmesinden önce, onların ölüp ölmeyeceği konusunda bir bilgi yoktur. Bu sebeble, kesin bir şey söylemek güçtür.[1198]

Meleklerin ölümü konusunda bu ayetlerin dışında Hz. Peygamber de bazı değerlendirmelerde bulunmuştur. Buna göre Allah, israfil’e, ölüm nefhasını üfürmesini emreder. İsrafil ölüm nefhasını üfürdüğü zaman, Allah’ın diledikleri hariç, göklerde ve yerde bulunanlar ölür. O zaman ölüm meleği, Allah’a, “Göklerin, yerin ehli öldü, ancak Senin dilediğin hariç.” der. Allah Teâlâ; “Kimin ölmeyip kaldığını en iyi Ben bilirim.” buyurur. Ölüm meleği, “Ey Rabbim! Kendisine asla ölüm gelmeyecek biri olan Sen kaldın, bir de Hameletü’l-Arş, Cibril, Mikail ve ben kaldık.” der. Allah Teâlâ o zaman; “Cibril ve Mikail’de ölsün.” der. Bunlar ölürler ve ölüm meleği Allah’a gelip “Cibril ve Mikail öldü.” der. Sonra Allah; “Hameletü’l-Arş da ölsün.” der. Onlar da ölürler ve Allah, Hameletü’l-Arş’a, Sur’u, İsrafil’den kabzetmesini emreder. Sonra Meleku1-Mevt, Allah’a gelir; “Rabbim! Arş’ının taşıyıcıları da öldü.” der. Allah kimin kaldığını en iyi bilen olmasına rağmen ölüm meleği; “Sadece hiç ölmeyerek diri kalacak olan Sen, bir de ben kaldım.” der. Sonra Allah ölüm meleğine; “Seni de gördüğün şu yaratıklarım arasından yaratmıştım. Şimdi sen de öl.” der ve o da ölür.[1199]

İbn Teymiye’ye göre; “Yaratılmışların hepsi, melekler ve hatta ölüm meleği Azrail bile ölümlüdür. Müslümanlar, yahûdiler ve Hıristiyanlar, meleklerin ölümünün mümkün olduğu ve Allah’ın bu konudaki kudreti üzerinde ittifak halindedirler. Allah melekleri öldürüp, tekrar diriltmeye muktedirdir. Tıpkı beşer ve cinni öldürüp dirilttiği gibi. Nitekim Kur’ân’da, önce mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O’dur ki, bu, O’nun için çok kolaydır.”[1200] buyurularak buna işaret edilmektedir. Bu konuda Hz. Peygamber, “Allah vahiyle konuştuğu zaman, melekleri bir baygınlık alır.” “Melekler, Allah’ın kelâmını işitince bayılırlar.”[1201] buyurmuştur. Onlara, komaya girecek kadar baygınlık geldiğine göre, ölüm baygınlığının gelmesi de mümkündür. Kur’ân’ın bahsettiği üç nefhadan birincisi; “Melekler, korkudan dehşete kapılırlar.[1202] İkincisi; “Ölüm nefhası”[1203] üçüncüsü ise; “Diriliş nefhasıdır.[1204]

Suyûti de, melekler için ölümün caiz olduğunu; ancak, tebliğlerini yapıncaya kadar Allah’ın onları öldürmeyeceğini söylemektedir.[1205] Ayrıca Zümer süresindeki; “Sur’a üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa, hepsi düşüp ölmüş olacaklardır.”[1206] Ayetinin şümulüne meleklerin de girdiğini ifade ederek, “Allah’ın diledikleri müstesna” sözünden maksatın, Hameletu’l-arş, Cibril, İsrafil, Mikail ve ölüm meleği olduğunu belirtmektedir. Bunların en sonunda öleceklerini ileri sûren Vehb’den rivâyet edilen şu haberi de nakletmektedir: “Allah’ın, mahlûkâttan ilk yarattığı, bu dört melektir, onları en son öldürecek ve yine en önce diriltecektir.”[1207] Suyûti, öldükten sonra, onların ruhlarının, insanlarınki gibi, özel bir yerde bulunup bulunmayacağı konusunda herhangi bir bilgiye vâkıf olunmadığını belirtmektedir.[1208]

Bu görüşlerin aksine, bazı âlimler de meleklerin ölümsüz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Şa’râni; Melekler için âhiret olmadığını, çünkü onların ölmeyip, ancak gönderildiklerini;[1209] Taberi; Bütün meleklerin de sonunda öleceklerine dair rivayetler varsa da, bunların tam manasıyla, inanılacak ölçüde sağlam olmadığını[1210] söylemektedirler. İbn’l-Kayyım el- Cevziyye’ye (751/1350) göre ölüm, maddi varlıklara mahsûstur. Al-i İmran suresinde; “her nefsin ölümü tadacağı”[1211] Bildirilmiştir. Nefis, madde içindeki candır. Ruhun, madde ile birleşmesinden nefs doğar. İşte, madde içinde bulunan can, maddi vücudunun ölümünü tadacaktır. Fakat maddeden ayrılmış ruh (ruh-i mücerred) ölmez. Ehl-i Sünnet ulemâsı da, ruhun ölümsüz olduğu görüşündedirler.[1212] Buna göre melekler de ruhlar âlemi içerisinde değerlendirildiği için ölümsüzdürler.

K. Meleklerin Mekânları ve İndirilmeleri

Kur’ ân-ı Kerim’deki, (Melekler şöyle derler): “Bizim her birimiz için bilinen bir makâm vardır. Şüphesiz biz orada, sıra sıra dururuz ve şüphesiz Allah’ı tesbih ederiz.”[1213] ayetinden anlaşıldığına göre melekler için tahsis edilmiş mekânlar bulunmaktadır. Ebu’l-İzz el-Ezreği, bu ayetten hareketle semada her meleğe ait özel olarak ve içinde Allah’a ibadet ettikleri bir mekânın bulunduğunu ifade etmektedir.[1214]

İbn Kesir, ayetin tefsirinde, semalarda her melek için tahsis edilmiş bir yer ve ibadet makamlarının bulunduğunu, bu yerin genişletilip daraltılmasının da mümkün olmadığını İfade etmektedir. Mesrûk’un, Hz. Aişe’den rivâyet ettiğine göre, Hz. Peygamber; “Dünya semasından hiçbir yer yoktur ki, üzerinde kıyâm eden ve secde eden bir melek bulunmasa.”[1215] demiştir. A’meş de İbn Abbas’tan, Hz. Peygamber’in; “Semalardan bir sema vardır ki, o sema içinde, bir meleğin alnının ve ayaklarının üzerinde olduğu bir yer bulunmasın.” dediğini ve sonra, “Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır.”[1216] ayetini okuduğunu belirtmektedir.[1217]

Meleklerin menzilleri ve meskenleri göklerdir.[1218] Allah Teâlâ, onların kendi yanında olduklarını bildirmektedir.[1219] Allah’ın emriyle yeryüzüne inerler.[1220] Kadir Gecesindeki gibi özel münâsebetlerle inişleri çoğalır.[1221] Ebu Kesir’e göre, melekler Kadir gecesinde, gecenin bereketinden dolayı, çok çok inerler. Beraberlerinde bereket ve rahmet de indirirler. Kur an okunurken inerler, zikir ve ibadet meclislerini abluka altına alırlar. İhlâslı ilim talepelerine tazimle kanatlarını gererler. Mescidlere devam edenlere selâm verirler.[1222]

Yeryüzü ve dünya seması, bu gecede inen bu kadar çok meleği nasıl taşıyabileceği söz konusu edilmiş, meleklerin nurdan yaratılmış olmaları sebebiyle, aralarında izdihamın bulunmayacağı, nurun bir odayı doldurduğunda, aynı odaya bir diğer nurun girmesine ilk nur mâni olmayacağı, bunun için meleklerin odaya girmek için birbirlerine engel olmayacakları ifade edilmektedir.[1223]

Bu gecede inen melekler hakkında Alûsi, İbn Abbas’tan şöyle bir rivayet nakleder; “Kadir Gecesi geldiği zaman, Allah, Cibril’e, sidre meleklerinden yetmişbin tanesiyle yeryüzüne inmesini emreder. Yine indiklerinde, yanlarındaki nurdan bayrakları, Ka’be’ye, Rasûlüllah’ın kabrine, Mecsid-i Aksâ ve Tur-i Sinâ Mescidine dikerler. Sonra Cibril (as) ‘dağılın!’ komutunu verir. Melekler, içinde mü’min bir kimse bulunan her ev, oda, yer ve gemiye dağılır, girerler. Yalnız içinde içki, köpek ve domuz gibi haram şeyler bulunan yerlere girmezler. Fecr vaktine kadar, Muhammed ümmetine istigfâr ederler. Tesbihler, dualar, tehliller getirirler. Fecirle beraber göğe çekilirler. Dünya semasının melekleri onları karşılar ve sorarlar: ‘Nereden geliyorsunuz?’ Onlar “Dünyada idik, çünkü bu gece Kadir Gecesiydi’, cevabını verirler. Yine ‘Allah, ümmetin istediklerini, hacetlerini ne yaptı?” diye sorarlar. Cebrail; “Allah sâlih olan kimseleri affetti.” der. O zaman dünya seması melekleri; “Allah Teâlâ’nın bu ümmete verdiği nimetlere şükürler olsun’ diye âlemlerin Rabb’ine övgü, takdis ve tesbihler ederek seslerini yükseltirler.”[1224]

Melekler yer ve gök arasında inip çıkmaya da muktedirdirler.[1225] Nitekim Kâfirler tarafından Hz. Peygamber’e; “Eğer doğru isen bize melekleri getir bakalım.”[1226] denildiğinde, Allah onlara; “Biz o melekleri, ancak hak ile indiririz.”[1227] buyurarak cevap vermiştir.

Meleklerin urûcu meselesine gelince, bu hususu Şa’râni şöyle açıklamaktadır; “Meleklerin urûcundan maksat, başka varlıklarınki gibi sadece yükselmek, yükseklere çıkmak değildir. Onların yeryüzüne inişleri de ‘urûc’ olarak isimlendirilmiştir.” Allah Teâlâ melekler hakkında “Tenezzelü’1-melâike” buyurmuştur. Onların inişleri, aslında urûc ettiklerini de göstermektedir. Yani “Tenezzelü’l-melâike” sözü “Te’rucu’l-Melâike” sözünün manasını da kapsamaktadır.[1228]

Netice itibariyle, melekler kâfirlerin zannettikleri gibi getirilmez, hareket gayeleri öyle kâfirler olmak şöyle dursun, beşerden hiçbirinin hükmü altına bile girmezler. Ancak, Allah’ın emriyle indirilirler. O da şunun bunun arzusu gibi boş yere değil, hak bir gaye ve hikmetle indirilir.[1229]

L. Meleklerin Kanatları

Kur’an’da meleklerin kanatları meselesi de söz konusu edilmekte ve “Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a hamdolsun.”[1230] Denilmektedir.

Ebussuud’a göre buradaki “kanatlar” lâfzı, meleklerin sıfatıdır. Meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlarının olduğunun belirtilmesi de, onların, adette farklı ve çeşitli; kendileriyle inip çıktıkları ve süratle gittikleri, kanatlarının bulunduğuna delâlet eder. Bunun manası ise şudur: Meleklerin bazıları iki, bazıları üç, bazıları da dört kanatlı yaratılmışlardır. Bunların dışında, altı kanatlı bir melek grubunun mevcut olduğu da rivâyet edilmektedir. Bu altı kanatlı melekler, iki kanadıyla vücutlarını kaldırırlar, diğer iki kanadıyla, Allah tarafından emrolundukları hususlarda uçarlar, öbür iki kanadıyla da Allah azze ve celleden utandıkları için yüzlerini örterler.[1231]

Hz. Peygamber’in, Mi’rac Gecesi, Cebrâil’i altıyüz kanatlı olarak görmüş olduğu rivâyet edilmiştir. Yine rivâyet edilmiştir ki, Rasûlüllah, Cibril’i asıl sûretinde görmek istedi. Cibril ona; “Sen buna güç yetiremezsin.” dedi. Rasûlüllah bunda ısrar etti. O, bir gece Makmara’ya çıktığında, Cibril asıl sûretinde ona geldi. Rasûlüllah bayıldı. Kendine gelince Cibril’i, bir eli göğsünde, diğer eli de iki omuzunun arasında olarak gördü. Sonra; “Böyle bir yaratığı gördüğümden dolayı, Allah’ı tesbih ederim.” dedi. O zaman Cibril; “İsrafil’i görsen ne yaparsın? Onun, oniki kanadı vardır. Bu kanatlardan biri meşrikte, diğeri de mağribdedir.” dedi.[1232]

Müfessirlerden bazılarına göre ayetde geçen; “İkişer kanatlı’dan maksat, iki kanatlı melek gruplarının olduğu, ‘üçer kanatlı’dan maksat, üç kanatlı melek gruplarının olduğudur. Belki bu üç kanattan üçüncüsü, meleğin sırtının ortasında, iki kanadın arasında olabilir. Bu kanadı, kuvvetle uzatmak sûretiyle kullanır. ‘Dörder kanatlı’dan maksat da aynıdır ve dilerse, bu kanat sayılarını artırır.”[1233] Maddi âlemdeki kanatlar uçmaya yardım eder. Kanatların çokluğu sürate işaret eder. Ruhlar âlemindeki kanatlar, Allah’ın emirlerinin süratle yerine getirildiğini gösterir.[1234]

Meleklerin kanatlan konusunda el-Yevâkit’de de bazı bilgiler bulunmaktadır. Buna göre, meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlarından bahsedilmesinden murâd, kuvvetli rûhâniyyettir. Zikredilen bu kanatlar onlara, aşağılarında olan kimselere insinler diye kılınmıştır. Yoksa onlarla, kendilerinin üzerinde olan kimseye çıksınlar diye değil. Bu durum, kuşların aksinedir. Çünkü kuşlar, yukarıdan aşağıya kanatsız iner, ancak yukarıya kanatlarıyla çıkarlar. Melekler ise, bulundukları yerden yukarı, kanatlarıyla çıkmazlar. Yani kuşlar kanatlarını yukarı çıkmak için, melekler ise aşağı inmek için kullanırlar. Kuşlar aşağı inerken kendi tabii halleriyle iner, kanatlarıyla çıkar; melekler ise kanatlarıyla iner, tabii halleriyle yukarı çıkarlar. Bütün bunlardan maksat, mevcud olan her şeyin, ancak, kendisi için takdir edilen kudret kadar tasarruf gücüne sahip olduğunu anlatmaktır.[1235]

Muhammed Hamdi Yazır, “Meleklerin kanatlarının hakikatini ve keyfiyyetini, ancak Allah bilir.” Bunu, “cihet” diye yorumlayanlar da olmuştur. İfadenin siyâkından anlaşıldığına göre, burada zikrolunan adedler, ta’yin ve tahsis için değil, çokluğu beyan içindir. Binaenaleyh, dörtten yukarı yok demek değildir. Nitekim dörtten fazla olabileceğini de anlatmak için, Allah; “Yaratmada dilediği kadar ziyade eder.” sözünü de ilâve etmiştir demektedir.[1236]

Netice itibariyle meleklerin kanatlarının bulunması ve bu kanatları, Allah’ın emirlerini yerine getirmeleri sırasında kendilerine kuvvet sağlama amacına mâtûf kullanmaları ve sür’atlerini artırdığı genel kabul görmüş ifadelerdir.

M. Meleklerin Yiyip-İçmemeleri ve Uyumamaları

Meleklerin yiyip içmemeleri konusunda Kur’an-ı Kerim’de kesin bir ifade bulunmamaktadır. Ancak bazı ayetlerden hareketle onların yiyip içmedikleri kanaatine varmak mümkündür. Meleklerin, Hz. İbrâhim’e beşer sûretinde gelmeleri, onlara Hz. İbrâhim’in yemek ikrâm etmesi, ancak ellerini yemeğe uzatmamaları bu kanaatin temelini oluşturmaktadır.[1237] Ayrıca Hûd sûresinde geçen “Andolsun ki, elçilerimiz (melekler) İbrahim’e müjde getirdiler de ‘selâm (sana)’ dediler. O da: ‘(size de) selâm’ dedi ve beklemeden, kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce onları yadırgadı ve onlardan kalbine bir korku girdi. Bunun için onlar, ona: ‘Korkma! Çünkü biz meleğiz. Lût kavmine gönderildik’ dediler.”[1238] cümlelerini de aynı tarzda değerlendirmek mümkündür.

Bu konu da İslam âlimleri de bir takım görüşler ileriye sürmüşlerdir. Fahreddin Râzi, meleklerin yemeyip, içmedikleri ve nikâhlanmadıkları, cinlerin ise, yiyip, içtikleri, nikâhlandıkları ve doğup doğurdukları konusunda ittifak edildiğini söylemektedir.[1239] Yahya Ebi Kesir de, meleklerin, karınsız ve yiyip-içme özellikleri olmadan yaratılmış olduklarını belirtmektedir.[1240]

Suyûti, meleklerin, uyuyup uyumadıkları konusunda herhangi bir nakle rastlamadığını, ancak, “Onlar gece ve gündüz hiç ara vermeden Allah’ı tesbih ederler.”[1241] âyetinden hareketle, uyuma özelliklerinin olamayacağını ifade etmektedir.[1242]

N. Meleklerin Güzelliği

Necm süresindeki; “Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrail) öğretti ki, o, aklında ve davranışında kâmil bir melektir.”[1243] âyetinden hareketle meleklerin çok güzel varlıklar olarak yaratıldığı kanaatine varılmıştır. Nitekim İbn Abbas “zü merratin” tabirini “zü manzarin hasenin” (Güzel görünüşlü) ifadesiyle tefsir etmiştir. Katâde ise “zü halkin tavilin hasenin” (güzel ve uzun yaratılışlı şeklinde açıklamıştır. Ayrıca “zü merratin” terimini, “Kuvvetli ve güzel görünüşlü” diye anlayanlar da vardır. İnsanlar, kendi aralarındaki konuşmalarında bile meleklere bir güzellik atfetmektedirler. Bunun aksine, şeytanlar da, kötülük ve çirkinlikle tavsif edilmektedir. Bunun için, insanın güzelliğini, meleğe benzetirler. Nitekim Yusuf süresindeki, “Kadınlar onu görünce (gözlerinde) büyüttüler ve (şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve ‘Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bu asla bir beşer değildir, bu ancak değerli bir melektir.’ dediler.”[1244] ayeti, kadınların, Hz. Yûsuf u gördüklerinde, güzelliğinden dolayı şaşkına döndüklerini ve ancak meleklerin bu kadar güzel olabilecektim söylemek zorunda kaldıklarını vurgulamaktadır.[1245]