Kadim dünyanın en hayret verici yönü, her şeyin ne kadar da kısa süre önce gerçekleşmiş olmasıdır. Hiçbir kent ya da anıt 5000 yıldan daha eski değildir. Medeniyetin başlangıcından bugüne yalnızca, yetmiş yıllık yetmiş ömür yaşanmıştır.[1] Medeniyetin tamamı, ilk atamızın bir taşı bilemesinden bu yana geçen iki buçuk milyon yılın yalnızca yüzde 0,2'sini kapsar.
Geçen bölümde Eski Taş Çağı'ndaki "avcı insan"ın yükselişini ve düşüşünü özetledim. Onun ilerlemesi, silahları ve teknikleri mükemmelleştirmesi (koşulların av hayvanlarının lehine olduğu birkaç yer dışında) bir hayat tarzı olarak avcılığın son bulmasına doğrudan yol açmıştır. Bunu Yeni Taş Çağı'nda, yani Neolitik dönemde, dünyanın birkaç bölgesinde büyük olasılıkla kadınlar tarafından çiftçiliğin keşfedilmesi izlemiştir. Buradan da medeniyet deneyimiz türemiştir, bağımsız birçok teşebbüsle başlayan bu deney, son birkaç yüzyıl içinde (büyük ölçüde düşmanca gasplarla) dünyanın tamamını kapsayan ve tüketen tek bir büyük sistem olarak bütünleşmiştir.
Bunlar, tıpkı avcılık gibi bu deneyin de artık kendi başarısının kurbanı olma tehlikesi içinde olduğunun emareleri. Nükleer silahlardan, sera etkisi yaratan gazlardan daha önce bahsetmiştik. Atomdaki büyük patlamanın milyonlarca motordaki küçük patlamalardan daha ölümcül olduğu aşikârdır, ama şansımız yaver gitmezse ya da akılsızca davranırsak her ikisi de bugünkü ölçeğiyle medeniyetin sonunu getirebilir. Geçmişte çok daha basit teknolojilerin ölümcül olduğu görülmüştü. Bazen sorun belli bir buluş ya da fikirdedir, ama aynı zamanda sosyal yapıdadır, insanların iktidar ve zenginliğin yükseldiği, birçoklarının birkaç kişi tarafından yönetildiği kentsel medeniyetlerin içine sıkıştırıldıklarında benimsemeye eğilimli oldukları davranış biçimlerindedir.
Bu bölümde ilerlemeden kaynaklanan, biri Pasifik'te küçük bir adada, diğeri de Irak düzlüklerinde iki tuzaktan bahsetmek istiyorum.
Daha önce de belirttiğim üzere başarısız olmuş deneylerimizin enkazları tıpkı düşmüş uçaklar gibi çöllerde ve balta girmemiş ormanlarda yatıyor, karakutuları bizlere neyin ters gittiğini söyleyebilir. Arkeoloji ileriyi görmek için başvurabileceğimiz elimizdeki en iyi aygıt herhalde, çünkü zaman içindeki yolcuğumuzun izlediği yönün ve hızın derinlikli bir okumasını sunuyor: Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi, dolayısıyla büyük olasılıkla nereye doğru gideceğimizi söylüyor.
Sıklıkla son derece düzeltilmiş olan yazılı tarihin tersine arkeoloji unutmuş olduğumuz ya da unutmayı seçtiğimiz işleri ortaya çıkarabilir. Geçmişin gerçekçi bir şekilde anlaşılması hayli yeni bir şeydir, Aydınlanma döneminin son meyvelerinden biridir; gerçi birçok devirde insanlar Elizabeth devrinde yaşamış, kadim devirlere ilişkin araştırmalar yapan William Camden'ın "geriye bakma merakı" dediği şeyin çekimini hissetmiştir. Camden, "Kadim eserlerin ebediyetle bir benzerliği vardır. Aklın tatlı besinlerinden biridir," diye yazmıştı.[2]
Onun devrinde herkesin zihni o kadar açık değildi. Peru'da görevli, And Dağları'nın zirvesinde Inka başkentini, kentin mücevher gibi dizilmiş devasa taşlarla örülmüş surlarını yeni görmüş bir İspanyol vali kralına şöyle yazmıştı: "Inkaların yaptığı kaleyi inceledim... Şeytan'ın işi olduğu açık... çünkü insan gücü ve becerisiyle yapılabilmesi mümkün görünmüyor."[3]
Bugün bile bazıları gizemciliğin rahatlığından yanadır, kadim dünyanın harikalarının güneşin altında uğraşıp didinen binlerce insan yerine Atlantisliler, Tanrılar ya da uzay gezginleri tarafından yapıldığına inanmayı tercih eder. Bu düşünme biçimi atalarımızın hakkını onlardan esirger, bizleri de onların deneyimlerinden mahrum bırakır. Çünkü o zaman insan, dünyanın her yerinde insanların tekrar tekrar aynı ilerlemeleri kaydettiklerini, aynı hatalara düştüklerini söyleyen kemiklerle, çömlek parçalarıyla, yazıtlarla yüzleşmesi gerekmeksizin geçmiş hakkında neye inanmayı istiyorsa inanabilir.
İSPANYOLLARIN PERU'YU işgal etmesinden yaklaşık iki yüzyıl sonra, Güney Denizleri'nde bir Hollanda filosu, Şili'nin batı sahillerinin epey açığında, Oğlak Dönencesi'nin altında And Dağları'ndaki devasa yapılarından çok daha açıklanamaz, en az onlar kadar tuhaf bir manzarayla karşılaştı. 1722'de Paskalya günü Hollandalılar o zamana kadar bilinmeyen bir ada gördüler, ada o kadar ağaçsızdı, o kadar fazla erozyona uğramıştı ki denizciler çıplak tepeleri kum tepeleri sandılar.
Yaklaştıkça, bazıları Amsterdam'daki evler kadar yüksek taş heykelleri görerek şaşkınlığa kapıldılar. "Ağır kütüklerden ya da güçlü halatlardan yoksun olan bu insanların buna rağmen yaklaşık on metre boyundaki bu heykelleri dikmesi nasıl mümkün olmuştu, bir türlü anlayamadık."[4] Kaptan Cook daha sonra "yakıt olarak kullanılabilecek odun, gemiye almaya değecek temiz su" bulunmadığından adanın perişan bir halde olduğunu vurgulamıştı. Ada halkının, denizin sürüklediği ağaç parçalarının ayakkabı derisi gibi birbirine tutturulmasıyla yapılmış kanolarını, Pasifik'in en kötü kanoları olarak nitelemiş, "Doğa nimetlerini dağıtırken buraya son derece cimri davranmış" sonucuna varmıştı.[5]
Paskalya Adası'nın, ilk ziyaretçilerinin hepsini şaşkına çeviren en büyük gizemi yalnızca dünyanın bu küçücük ücra köşesinde dikilen o devasa heykeller değildi, taşların oraya sanki gökten inmişler gibi desteksiz konulmuş olmasıydı. İnka mimarisinin harikalarını Şeytan'ın işi olarak gören İspanyollar başka bir kültürün başarılarını anlayamamışlardı. Ama bilimsel gözlemciler de en başta Paskalya Adası'ndaki yekpare devasa heykelleri açıklayamamışlardı. Heykeller sağduyuya aykırı bir biçimde, alay edercesine dikiliyordu.
Artık bu bilmecenin cevabını biliyoruz, tüyler ürpertici bir cevap. Kaptan Cook'un izniyle, Doğa nimetlerini dağıtırken o kadar da olağanüstü cimri davranmamıştı.[6] Adadaki krater göllerinde yapılan polen araştırmaları buranın bir zamanlar sulak ve yeşillik olduğunu, meşe ağacı kadar gelişebilen bir ağaç olan Şili şarap palmiyesi (Jubea chilensis) ormanlarını[7] besleyen volkanik topraklarla dolu olduğunu göstermiştir. Bu durumu değiştiren bir doğal afet olmamıştı. Adayı bir patlama, bir kuraklık ya da hastalık değiştirmemişti. Paskalya Adası'ndaki felaket insandı.
Polinezya dilindeki adıyla Rapa Nui'ye, MS beşinci yüzyılda Markiz ya da Gambier adalarından gelen göçmenler yerleşmişlerdi. Büyük katamaranlarında her zamanki tahılları ve hayvanlarıyla gelmişlerdi: Köpekler, tavuklar, yenilebilir fareler, şekerkamışı, tatlı patates ve yelken bezi yapmak için dut ağacı.[8] (Son dönemdeki çalışmalar Thor Heyerdahl'ın, ada halkının Güney Amerika'dan geldiği yolundaki kuramını desteklememektedir, gerçi Peru ile Okyanusya arasında büyük olasılıkla çok sık temas olmuştur.[9]>) Paskalya Adası'nın ekmek ağacı ve hindistancevizi ağaçlarının yetişemeyeceği kadar soğuk olduğu anlaşılmıştı, ama deniz ürünleri bakımından zengindi: balıklar, foklar, domuz balıkları, kaplumbağalar, yuva yapan deniz kuşları. Beş ya da altı yüzyıl içinde, yerleşimcilerin sayısı 10.000'e çıktı, yaklaşık 166 kilometrekarelik bir alan için epeyce kalabalık bir nüfustu bu.[10]> Taş dayanaklar üzerinde yükselen güzel evlerle dolu köyler kurdular ve bütün iyi toprakları tarıma açtılar. Toplumsal olarak klanlara ve tabakalara (soylular, rahipler, sıradanlar) ayrılmışlardı, muhtemelen bir reisleri ya da bir "kralları" vardı. Başka bazı adalardaki Polinezyalılar gibi her klan kendi atalarının anısına etkileyici taş heykeller dikmeye başladı. Bunlar bir kraterdeki volkanik tüflerden yapılıyor, sahildeki platformlar üzerine yerleştiriliyordu. Zaman geçtikçe heykel kültü giderek rekabetçi ve gösterişçi bir hal aldı, Avrupa'da Ortaçağ zamanında, Plantagenet krallarının İngiltere'yi yönettiği devirlerde zirvesine çıktı.
Her yeni heykel silsilesi, kendisinden öncekinden daha büyük oluyordu; ahu'ya yani sunaklara taşınmak için daha fazla kereste, halat ve insan gücü gerektiriyordu. Ağaçlar büyüyebildiklerinden daha hızlı kesiliyordu, yerleşimcilerin tohumları ve filizleri yiyen fareleri bu sorunu daha da ağırlaştırıyordu. MS 1400'e gelindiğinde, krater göllerinin yıllık katmanlarında artık polene rastlanmıyordu: Ormanlar adadaki hem en büyük hem en küçük memeli tarafından tamamen mahvedilmişti.
Teravaka'nın zirvesinden adalıların bir bakışta bütün dünyalarını görebildikleri bu kadar sınırlı bir alanda ağaçların kesilmesini engellemek, filizleri korumak, yeni ağaçlar dikmek için adımlar atılmış olması gerektiğini düşünebiliriz. Ağaçların sayısı giderek azalırken heykellerin dikilmesine son verilmiş, kerestenin tekne ve çatı yapımı gibi temel ihtiyaçlara saklanmış olabileceğini düşünebiliriz. Ama öyle olmamıştır. Son ağacı devirenler, onun son ağaç olduğunu görüyorlardı, başka bir ağaç olmadığını kesinkes biliyorlardı. Yine de o ağacı devirdiler.[11] Taştan adaların keskin köşeli gölgeleri dışında topraklar üzerinde gölgelik bir yer kalmamıştı, insanlar taş ataları artık daha fazla seviyorlardı, çünkü onlar sayesinde kendilerini daha az yalnız hissediyorlardı.
Yaklaşık bir kuşak boyunca adada büyük taşları çekmeye, açık denize çıkabilecek birkaç kano bulundurmaya yetecek kadar eski kereste bulundu. Ama son iyi teknenin de ömrünü doldurduğu gün geldi. İnsanlar o gün deniz ürünlerinin pek az olacağını, daha da kötüsü artık bir kaçış imkânlarının olmadığını biliyorlardı. Ağacı ifade eden rakau kelimesi, dillerinin en sevgi dolu kelimesi oldu. Eski kalaslar ve kurtların kemirdiği gemi enkazları yüzünden savaşlar patlak verdi. İnsanlar bütün köpeklerini, yuva yapan kuşlarının hemen hepsini yediler, adanın dayanılmaz sessizliği hayvanların seslerinin kesilmesiyle daha bir derinleşti. Geride toprakları oburca yiyip yutan taş devlerden, moai'den başka bir şey kalmamıştı. Ve bu taş devler hâlâ, insanlar inançlarını korur, onları sayılarını artırarak şereflendirirlerse bereketin geri döneceğini vaat ediyordu. Yontucular "Ama sizi sunaklara nasıl taşıyacağız?" diye sordular, moai vakit gelince kendilerinin sunaklara yürüyerek gideceğini söyledi. Taşocaklarından yine çekiç sesleri yükseliyordu, kraterlerin duvarları yüzlerce yeni devle canlandı, artık onları insanların taşımasına gerek olmadığından daha da büyümüşlerdi. Bir sunağın üzerine yerleştirilen en büyük heykelin boyu on metreyi aşkın,[12] ağırlığı seksen tondu; yontulan en uzun heykelse yaklaşık 20 metre boyundaydı[13] ve iki yüz tondan ağırdı, İnkalar ya da Mısırlıların yaptığı devasa taş eserlere yakın boyutlardaydı. Tabii bir santim bile yerlerinden kıpırdamamaları dışında.
Sonunda bini aşkın moai vardı, en parlak günlerindeki nüfuslarıyla her on kişiye bir heykel düşüyordu. Ama güzel günler artık geride kalmıştı, sonu gelmez rüzgârların sürüklediği, sellerle denize akıp giden güzel topraklarla birlikte onlar da gitmişlerdi. Ada halkı bir delilik halini alan, bazı antropologların "ideolojik bir patoloji" dediği bir tür ilerlemeyle baştan çıkmışlardı. Avrupalılar on sekizinci yüzyılda adaya ulaştıklarında en kötü günler geride kalmıştı; heykel başına bir ya da iki insanla karşılaşmışlardı, üzüntü verici bir kalıntıydı bu, Kaptan Cook'un sözleriyle "küçük, çelimsiz, sakıngan ve sefil" bir kalıntı.[14] Artık çatı kirişleri olmadığı için insanların birçoğu mağaralarda yaşıyorlardı, tek binaları taş kümeslerdi, buralarda insan olmayan son proteini gece gündüz demeden birbirlerine karşı koruyorlardı. Avrupalılar savaşçı sınıfın iktidarı ele geçirdiğine, köylerin yakılması, kanlı savaşlar ve yamyam ziyafetleriyle adanın sarsıldığına dair hikâyeler işitmişlerdi. Bu son dönemin yeniliklerinden biri, kesici bir volkanik cam olan obsidyenin alet yapımı yerine silah yapımında kullanılmaya başlamasıydı.[15] Hançerler ve mızrak başları adada en sık rastlanan el işleri haline gelmişti, tıpkı bugün hayatta kalma derdi içinde olanların el bombaları ve tüfeklerini sakladığı gibi, hendeklerin içinde istiflenmişlerdi.
Ama bütün bunlar bile en dip noktayı oluşturmuyordu. Hollandalıların 1722'deki ziyaretleri ile Kaptan Cook'un elli yıl sonra yaptığı ziyaret arasında, insanlar yine birbirleriyle savaştılar, ilk kez atalarıyla da savaştılar. Cook, platformlarından indirilmiş taş heykeller görmüştü; parçalanmış, kafaları ayrılmış, kalıntıları insan kemikleriyle doluydu. Bunun neden ya da nasıl gerçekleştiğine dair güvenebileceğimiz anlatılar yoktur. Herhalde tıpkı İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa ülkelerinin katedralleri bombaladığı gibi, bu da düşmanlar klanlar arasındaki nihai kıyımdı.[16] Herhalde, hayal edilemez bir zenginlik ve kötülükle dolu yüzen şatolarında gelen yabancıların adanın yalnızlığını dağıtıp parçalamasıyla başlamıştı. Bu odun sahipleri ölüm ve hastalık da getirmişlerdi. Denizcilerle girişilen çatışmalar, genellikle yerlilerin sahilde vurulup kalmasıyla sonuçlanıyordu.[17]
Talepkâr moai'nin halka ne gibi vaatlerde bulunduğunu tam olarak bilmiyoruz, ama öyle görünüyor ki dış dünyanın adaya gelmesi, heykel kültünün yarattığı bazı yanılsamaları gözler önüne sermiş, zorlayıcı bir inancın yerine aynı ölçüde zorlayıcı bir inançsızlık geçirmişti. Düşmanlığın, nefretin nedeni ne olursa olsun, Rapa Nui'deki yıkım en az yetmiş yıl boyunca devam etti. Gelen her yabancı gemi, daha az sayıda heykelin yerinde dikilmekte olduğunu gördü, nihayetinde geride kaidesi üzerinde duran bir tek heykel bile kalmadı.[18] Yıkım faaliyeti, heykelleri inşa edenlerin birkaç kuşak boyunca torunlarının son derece gayretle yürüttükleri bir iş olsa gerek. Titizliği ve kararlılığı klanlar arası çatışmadan daha derinlere inen bir şeyin ifadesidir: Aldırışsız atalarına kızgın olan bir halkın, ölülere karşı bir isyanın ifadesidir.
Rapa Nui'nin bizim dünyamıza nasıl bir ders verdiği, dile getirilmemiş değildir. Arkeologlar Paul Bahn ve John Flenley 1992 tarihli kitapları Easter Island, Earth Island'ın giriş bölümünde son derece açık bir dille bu dersi dile getirmişlerdir. Şöyle yazmışlardır:
Adalılar bizim için, nüfusun sınırsız büyümesine izin verilmesi, kaynakların müsrifçe kullanılması, çevrenin yıkıma uğratılması ve dinin geleceğin çaresine bakacağına sınırsız bir güven duyulması deneyini gerçekleştirmişlerdir. Sonuç nüfusun çökmesine yol açan ekolojik bir felaket olmuştur... Bu deneyi büyük bir ölçekte tekrarlamamız mı gerekiyor?... İnsan karakteri, son ağacı deviren kişinin karakteriyle her zaman aynı mı?[19]
Son ağaç. Son mamut. Son dodo. Herhalde kısa süre sonra son balık ve son goril olacak. Polisin "biçim" dediği şeye dayanarak baktığımızda bizler akıl mantık tanımayan seri katilleriz. Ama her zaman böyle mi olmuş, her zaman böyle mi olması gerekiyor? Bütün insani sistemler, kendi iç mantıklarının giderek artan ağırlığı altında sendelemeye, sonunda o mantığın altında ezilmeye mi mahkûm? Daha önce de ileri sürdüğüm gibi cevaplar (ve sanırım çareler) geçmiş toplumların kaderlerinde yatıyor.
Paskalya Adası sınırlı bir çevre içinde yalıtılmış mini bir medeniyettir. Genel olarak medeniyetlerin hangi tipik özelliklerini taşır? Geçen bölümde teknik bir tanım önermiştim: Medeniyetler bitkilerin, hayvanların ve insanların ehlileştirilmesine dayanan, kasabaları, şehirleri, hükümetleri, sosyal sınıfları ve uzmanlık gerektiren meslekleri olan büyük, karmaşık toplumlardır. Bu tanım hem kadim hem modern medeniyetleri kapsar. Ama Paskalya Adası bütün kriterleri karşılamıyor. 10.000 kişilik bir nüfusu olduğu için küçüktü, şehirleri yoktu, siyasi yapısı da devlet değildi, en fazla kabile şefliğiyle yönetiliyordu. Gelgelelim adada sınıflar ve meslekler (taş yontucular örneğin) vardı, adanın başarıları da daha büyük kültürlerin başarılarıyla aynı kulvardaydı.[20] Ayrıca Paskalya Adası'nın yalıtılmış olması, uzayda üzerinde sürüklendiğimiz şu büyük ada da dahil olmak üzere daha karmaşık sistemlerin bir mikrokozmosu olarak ona benzersiz bir önem kazandırır. Paskalya Adası ağırlığından fazlasını yüklenmişti, ama tıpkı bir aynanın içindeymiş gibi tek başına duruyordu, bizler de onun kendi kendisini yere sermesine neden olan hamleler dizisini en baştan görmeyi başardık.
BAZI YAZARLAR, tarihi silahlar ve kazananlar açısından görmüşler, kültürlerin ve kıtaların gelişme hızlarındaki farklılıklara aşırı vurgu yapmışlardır. Bana en şaşırtıcı gelen, en çarpıcı (ve biz insanların ne tür yaratıklar olduğumuzu ortaya çıkarmak açısından son derece önemli) bulduğum şey, dünyanın her yerinde, farklı kültürler ve ekolojilerde çalışıyor olsalar bile insanların çok benzer şeyleri birbirlerinden bağımsız olarak gerçekleştirmelerinin ne kadar az zaman aldığı.
3000 yıl öncesine gelindiğinde en az yedi yerde medeniyet doğmuştu: Mezopotamya, Mısır, Akdeniz, Hindistan, Çin, Meksika ve Peru.[21] Arkeoloji bunların yalnızca yaklaşık yarısının tahıllarını ve kültürel teşviklerini diğerlerinden aldıklarını gösteriyor.[22] Geri kalanlar, dünyada aynı şeylerle uğraşan başka biri olabileceğinden şüphelenmeksizin kendilerini sıfırdan başlayarak kurmuşlardır. Fikirlerin, süreçlerin ve biçimlerin bu zorlayıcı paralelliliği bize önemli bir şey söylüyor: Bazı kapsamlı koşullar sağlandığında, dünyanın her yerinde insan toplumlarının boyutları büyür, karmaşıklığı artar ve çevre üzerindeki talepleri yoğunlaşır, hepsi de bu yöne doğru ilerler.
PASKALYA ADASI'NIN KÜÇÜK medeniyeti bağımsız olarak gelişen son medeniyetlerden biriydi. Bağımsız olarak gelişen medeniyetlerin ilki Sümer'di, bugünkü Irak'ın güneyinde kurulmuştu. Etnik ve dilsel kökenleri belirsiz olan Sümerler Semitik kültürlerin ve Eski Dünya'daki diğer kültürlerin izleyeceği bir örnek oluşturmuşlardı.[23] Medeni hayatın hem en iyi hem en kötü yönlerini temsil eder hale geldiler, insan sesini ileten en kalıcı iletim araçlarından biri olan kil tabletler üzerine yazdıkları, eğitimli kuşların ayak izlerini andıran bir yazıyla, çivi yazısıyla bizlere kendilerini anlattılar. Dünyanın en eski yazılı hikâyelerini, Gılgameş Destanı olarak bilinen metin külliyatını oluşturdular; bu destan "güçlü surlarla çevrili Uruk'ta, büyük caddelerin kentinde" Stonehenge ve ilk Mısır piramitlerinin inşa edildiği dönemde derlenmişti. Eski Ahit'ten bildiğimiz efsaneler (Cennet Bahçesi, Tufan), Gılgameş'te ilk biçimleriyle, herhalde Tevrat'a alınamayacak kadar müstehcen bulunan başka hikâyelerle birlikte yer alıyordu. Bunlardan biri, "bir fahişe, bir zevk çocuğu" tarafından baştan çıkarılıp şehre getirilen yaban adamı Enkidu'nun hikâyesi avcılıktan şehir hayatına geçişimizi hatırlatır:
Artık bütün yabani yaratıklar kaçmıştı, Enkidu zayıf düşmüştü, çünkü içinde bilgelik, kalbinde bir insanın düşünceleri vardı. Geri dönüp kadının ayaklarının dibine oturdu, onun söylediklerini can kulağıyla dinledi. "Bilgesin Enkidu, artık bir tanrı gibi oldun. Neden tepelerde hayvanlarla yaban koşunun içinde olmak istiyorsun. Benimle gel. Seni güçlü surlarla çevrili Uruk'a, İştar ve Anu'nun, aşkın ve cennetin kutsanmış tapınağına götüreyim: Orada Kral Gılgameş yaşar, çok güçlüdür ve insanları yönetir."[24]
Son bölümde genellikle Bereketli Hilal diye anılan bölgede çiftçiliğin başlamasından hemen sonra Ortadoğu'dan ayrılmıştık. Bu bölge insanların dünya üzerinde var olduğu süre boyunca Afrika, Avrupa ve Asya'nın kesiştiği bir bölge olmuştur. Eski Taş Devri'nde Neandertaller ve Cro-Magnonlar 50.000 yıl boyunca bu bölge için çekiştiler, hava değişimleri yüzünden güneye ve kuzeye göçüyorlar, farklı zamanlarda aynı kaya barınaklarında yaşıyor, muhtemelen birbirlerini buradan çıkarıyorlardı. Sanırım tarih öncesinde herhangi bir devire dönebilseydik Ortadoğu haberlerine baktığımızda buranın yaratıcılık ve çekişmelerle kaynadığını görürdük, tarihin başlangıcından beri olduğu gibi.
Gelgelelim bütün doğal zenginliklerine, ehlileştirmeye uygun bitkilerine ve hayvanlarına rağmen Bereketli Hilal bölgesinin çabucak ya da kolayca geliştiğini varsaymak bir hata olur. Binlerce yıl süren çiftçiliğe ve hayvancılığa rağmen, Ortadoğu'nun en büyük yerleşimleri olan Çatalhöyük ile Ölü Deniz yakınlarındaki Eriha hâlâ küçük yerleşimlerdi, sırasıyla biri 12 hektar, öbürü dört hektar büyüklüğündeydi.[25]
Cennet Bahçesi'nin fiziksel bir coğrafyası varsa o da buydu. Gelgelelim tek düşman yılan değildi. Eriha ve başka yerlerdeki istihkâmlar arazi için bir rekabet olduğunu, bu yerleşimlerin tek başlarına ortaya koyduğundan daha fazla sayıda insan bulunduğunu gösterir. Çiftçilik hayatı avcılık hayatından daha kolay ya da sağlıklı da değildi: İnsanlar yapıca daha ufak tefeklerdi ve çiftçi olmayanlara göre daha uzun süre çalışıyorlardı. Çatalhöyük'te bulunan mezarlardan anlaşıldığı üzere kadınların ortalama ömrü yirmi dokuz, erkeklerinki otuz dört yıldı.[26]> Kanıtlar, MÖ 6000 yılına gelindiğinde ormansızlaşmanın ve erozyonun yaygınlaştığını gösteriyor. Düşüncesizce çıkarılan yangınlar ve keçilerin aşırı otlaması bunun başlıca sorumlusu olabilir, ama alçı ve sıva için kireç yakılması da ormanlık arazileri mahvetmiş, sonunda bugün buralarda gördüğümüz zorlu çalılıklar ve yarı çöl ortaya çıkmıştı. MÖ 5500'e gelindiğinde ilk Neolitik yerleşimlerin birçoğu terk edilmişti.[27] Paskalya Adası'nda olduğu gibi insanlar yuvalarını kirletmişlerdi, daha doğrusu soyup soğana çevirmişlerdi. Ama Paskalya Adası halkının tersine bu insanların göçüp yeni baştan başlayacakları yerler vardı.
Cennet Bahçesi'nden kendi kendilerini sürüp çıkaran bu insanlar (Tanrı'nın alevden kılıcı herhalde, tepelerde yaktıkları ateşlerin yalazıydı) Dicle ve Fırat nehrinin arasındaki büyük düzlüklerin aşağı kısmında ikinci bir cennet buldular: Mezopotamya ya da Irak denilen topraklar. Buranın görünümü, modern zamanlardaki savaşlardan ötürü hafızamızda tazedir: Ağaçsız düzlükler, kurumuş gitmiş vahalar, tuz düzlükleri, kum fırtınaları, petrol sızıntıları, yanan tanklar. Zalim güneşin ve rüzgârın altında, orada burada çamurdan yapılmış tuğlaların oluşturduğu devasa tümsekler, isimleri kültürümüzün temel direklerinde yankılanan kadim şehirlerin kalıntıları: Babil, Uruk, Kaldelerin Ur'u, İbrahim'in doğum yeri.
MÖ beşinci ve dördüncü bin yıllarda güney Irak balıklarla, bir evden daha uzun sazlarla dolu kanalların ve hurma ağaçları bakımından zengin kum öbekleriyle dolu bataklık bir deltaydı. Kamış sazlıklarında yaban domuzları, su kuşları yaşardı. Humuslu toprak, sürüldüğünde bire yüz veriyordu, çünkü burası yeni topraktı, Basra Körfezi'nin girişinde uzanıyordu. "Yeni" dediysek, lafın gelişi yeni: Buraya yerleşen insanlar, aslında büyük nehirlerin çorak kalmış tepelerden sürüklediği, Kitab-ı Mukaddes'in dediği gibi Cennet Bahçesi'nin dışına taşıdığı eski topraklarını izlemişlerdi.
Tanrı Âdem ve Havva'nın çocuklarına ikinci bir şans vermişti, ama bu yeni Cennet'te, birincisinin tersine karınlarını ter dökerek, uğraşıp didinerek doyuracaklardı. Gordon Childe klasik eseri The Most Ancient East'te "Bu doğal cennetin tüketilmesi, iri yapılı erkeklerin yoğun emeğini ve örgütlü işbirliğini gerektiriyordu. Sürülebilir toprakların toprağı sudan 'ayırarak' kelimenin tam anlamıyla yaratılması gerekiyordu, bataklıklar kurutulmalı, seller kontrol altına alınmalı, hayat veren sular yapay kanallarla yağmur yüzü görmeyen suya taşınmalıydı."[29] Öyle görünüyor ki bu örnekte en azından, medeniyet hiyerarşileri suyun denetim altına alınması gereğiyle birlikte artmıştı.[30]
Dağınık bir yerleşimleri olan çamurdan köyler büyüyüp kasaba haline geldi. MÖ 3000 yılına gelindiğinde bu kasabalar artık küçük şehirler olmuşlardı, kendi enkazlarının üzerine tekrar tekrar kurulmuş, sonunda düzlüklerde topraktan tümsekler üzerinde yükselir hale gelmişlerdi. Sümer medeniyeti bin yıllık ömrü boyunca her biri küçük bir devletin kalbinde yer alan böyle bir düzine kentin yönetiminde oldu. Yalnızca iki kez, birleşik bir krallık kısa bir süreliğine kuruldu: İlki Semitik işgalci Sargon tarafından, ikincisi ise Ur'un Üçüncü Hanedanlığı tarafından. Sümer nüfusunun beşte dördünün kent merkezlerinde yaşadığı, nüfusun tamamının yalnızca yarım milyon olduğu düşünülmektedir. (Bugünkü Mısır'ın nüfusu daha kırsaldır ve bu nüfusun yaklaşık üç katı kadardır.)[31]
Sümer toprakları ilk zamanlarda ortak mülktü, insanlar ürünlerini, en azından ürün fazlasını şehrin tapınağına getiriyorlardı, burada bir rahip insani ve ilahi işlerle ilgileniyordu: yıldızları izlemek, sulama işlerini yönetmek, ürünleri geliştirmek, bira ve şarap üretmek, daha da büyük tapınaklar inşa etmek gibi. Zaman geçtikçe şehirler katman katman büyüyerek Mezopotamya'ya özgü basamaklı piramitle, yani zigguratla taçlanmış insan yapımı tepelere dönüştüler; ziggurat insani alana hükmeden kutsal bir dağdı.[32] İsraillilerin daha sonraları Babil Kulesi diye hicvettikleri yapılar bunlardı. Başlangıçta köy kooperatifleri olan rahiplikler de dikey olarak büyüyerek ilk şirketler haline geldiler, memurları ve çalışanları vardı, "tanrının mülklerini yönetmek gibi kârsız denemeyecek bir işi" üstlenmişlerdi.[33]
Güney Irak düzlükleri zengin çiftliklerdi, ama şehir hayatının gerektirdiği çoğu şeyden yoksunlardı. İnşaat, yontuculuk ve yiyecek öğütmek için gerekli kereste, çakmaktaşı, obsidyen, metallerin tahıl ve kumaş karşılığında ithal edilmesi gerekiyordu.[34] Ticaret ve mülkiyet son derece önemli bir hal aldı, o zamandan beri de Batı kültürünün gönlüne yakın oldu. Ortadoğulular tanrılarını büyük toprak sahipleri, kendilerini de onların serfleri, "Tanrı'nın bağında didinenler" olarak gören bir paralı asker bakışını benimsemişlerdi. Mısır, Çin ya da Orta Amerika yazılarının tersine Sümer yazısı kutsal metinler, ilahiyat ve edebiyat, hatta krallık propagandası için değil, muhasebe için geliştirilmişti.
Zamanla rahiplik şirketleri şişkin ve sömürgen bir hal aldı, daha alt düzey mensuplarının iyiliğinden çok kendi çıkarlarıyla ilgileniyorlardı. Özel mülkiyet gibi kapitalizm unsurları geliştirmiş olsalar da Adam Smith'in tavsiye ettiğine benzer bir serbest rekabet yoktu. Sümer şirketleri biraz ortaçağ manastırları ya da televanjelistlerin mülkleri misali, meşruiyetini göklerden alan tekellerdi. Hayat tarzlarıysa, Gılgameş'te bahsi geçen tapınak fahişeliğinin anıştırdığı üzere manastır hayatından çok uzaktı. Sümer rahipleri tanrılarına içtenlikle inanıyorlardı belki, ama kadim insanlar saflığın manipüle edilmesinden muaf değillerdi; en kötü ihtimalle dünyanın ilk vurguncularıydılar, ezelden beridir para getiren işleri yürütüyorlardı: koruma, içki, kızlar.[35]
Başta rahipliğin sunduğu koruma, doğa güçlerine ve tanrıların gazabına karşı bir korumaydı. Ama Sümer kent devletleri büyüdükçe kendi aralarında savaşmaya başladılar. Zenginlikleri onlar kadar medeni olmasalar da genellikle daha iyi silahlanmış olan dağ ve çöl halklarını çekiyor, onların baskınlarına uğruyorlardı. Böylece 445 hektarlık alanı[36] ve 50.000 kişilik nüfusuyla açık arayla en büyük Sümer şehri olan[37] Uruk "güçlü surlarla çevrili" hale geldi, kendi dünyasının harikası oldu.
Gılgameş davet eder: "Uruk surlarının üstüne çık, sur boyunca yürü derim; temel terasına bak, taş işçiliğini incele, pişmiş tuğla değil mi, güzel değil mi?"[38]
Sulamayı, kenti, şirketi, yazmayı icat etmiş olan Sümerler, icatlarına profesyonel askerleri ve krallığın babadan oğula geçmesini de eklediler. Krallar tapınaklarından çıkıp kendilerine ait saraylara yerleştiler,[39] buralarda ilahiyatla şahsi ilişkiler kurdular, göklerin soyundan geldikleri gerekçesiyle tanrısal bir statüleri olduğunu iddia ediyorlardı; bu birçok kültürde karşımıza çıkacak, ilahi bir hak olarak modern zamanlara kadar gelecek bir fikirdi. Krallıkla birlikte yazının yeni kullanımları geldi: Hanedanlık tarihi ve propagandası, tek bir bireyin yüceltilmesi. Bertolt Brecht'in piramitlere bakan bir işçiyle ilgili şiirinde özlü bir biçimde ortaya koyduğu gibi:
Kralların isimleriyle dolu kitaplar.
O yontulmamış kaya parçalarını sürükleyen krallar mıydı?
Genç İskender Hindistan'ı fethetti.
Yalnız mıydı fethederken?
MÖ 2500'e gelindiğinde kentin ve şirketin topraklara kolektif olarak sahip olduğu günler geride kalmıştı; tarlalar artık lordlara ve büyük ailelere aitti. Sümer nüfusu serf ve ürün ortakçısı haline gelmişti,[40] altlarında da daimi bir alt sınıf olarak köleler vardı, bu Batı medeniyetinin İsa'dan sonra on dokuzuncu yüzyıla kadar devam eden bir özelliği olacaktı.
Devletler zorlayıcı şiddet uygulama yetkisini üstlenmişlerdir: Kamçıyı şaklatma, mahkûmları cezalandırma, genç adamları savaş meydanına yollama hakkını. Buradan J. M. Coetzee'nin olağanüstü romanı Barbarları Beklerken'de kullandığı tabirle "medeniyetin kara çiçeği",[41] o zehirli çiçek boy vermiştir; işkence, yanlış nedenlerle hapsetme, gösteriş için şiddet, gücün hakka dönüştürülmesi doğmuştur.
Sümer'deki ve başka yerlerdeki tanrı kralların ayrıcalıkları arasında insanların çeşitli biçimlerde kurban edilmesi de bulunuyordu, mezarın ötesinde eşlik etmeleri için insanları beraberinde götürmek de bu ayrıcalıklardan biriydi. Ur'daki Kral Mezarı, arkeologların deyişiyle Ölüm Çukuru kraliyet cariyelerinin, uşaklarının, bu mezarı inşa eden işçilerin kitlesel olarak gömüldüğü ilk mezarlardan biridir, yaklaşık yetmiş beş kadın ve erkeğin iskeletleri bir çekmecenin içine yerleştirilmiş kaşıklara benzer bir halde bulunmuştu.[42] Mısır'dan Yunanistan'a, Çin'e ve Meksika'ya kadar dünyanın her yerinde kralın hayatının başka insanların hayatından çok daha önemli olduğu fikri tekrar tekrar kök salacaktı.[43] Mezarı kapatan yapı işçileri oracıkta muhafızlar tarafından öldürülmüştü ve bu böyle zincirleme devam etmişti, merhum kralı gömenler onun gömüldüğü yerin yeterince onurlandırıldığı ve emniyetli olduğu kanısına varıncaya dek.
Kadim Kuzey Amerika'yı kırsal ve özgürlükçü diye düşünmeye meylettiğimizden, hizmetkarların gömülmesine ilişkin en ilginç örneklerden biri de Cahokia'dadır, Kolomb öncesinde var olmuş Uruk büyüklüğündeki bu kentin toprak piramitleri bugün St. Louis yakınlarında Mississipi kıyılarında yükselir hâlâ.[44]
Kadim dünyanın her yerinde yöneticiler muazzam bir siyasi tiyatro sahnelemişlerdir: Esirlerin halkın gözleri önünde kurban edilmesi. On dokuzuncu yüzyılda bir Ashanti kralının İngiliz kralına samimiyetle söylediği gibi: "İnsanların kurban edilmesi uygulamasına son verecek olursam, kendimi onları itaat altında tutmanın en etkili yöntemlerinin birinden yoksun bırakmış olurum."[45] O sıralarda Hint isyancıları topların ağzına bağlatıp ikiye bölerek öldürten İngiliz kralının böyle bir tavsiyeye pek ihtiyacı yoktu. Her kültürün kendi kodları ve hassasiyetleri vardır. Meksika'da, İspanyol işgalciler mahkûmların törenlerle, kalplerine saplanan bir bıçakla katledilmeleri karşısında hayrete kapılmışlardı. Ama Aztekler de İspanyolların insanları diri diri yaktıklarını gördüklerinde aynı ölçüde dehşete düşmüşlerdi.
Şiddet insan kadar eskidir, ama medeniyetler şiddetti ona özel bir korkunçluk katan bir kasıtla gerçekleştirirler. Ur'daki Ölüm Hendeği'nde geleceğin bütün toplu mezarlarını bir bakışta görebiliriz: 5000 yıl sonra Bosna ve Ruanda'daki toplu mezarlardan Saddam Hüseyin'in Irak'ındaki mezarlara kadar. Saddam Hüseyin, o toprakların kadim kralları gibi kadim anıtların yeniden inşasında kullanılan tuğlaların üstüne kendi ismini yazdırmıştı. Avcı-toplayıcı hayatının tersine medeniyette kim olduğunuz her zaman önemli olmuştur. Eski Taş Devri'nde bir kamp ateşinin başında toplanmış geniş ailelerden, bazı insanların yarı tanrı, diğerlerinin ise ölümüne çalıştırılacak ya da onlardan daha iyi olanların mezarlarına gömülecek bedenlerden başka bir şey olmadığı toplumlara gelene kadar çok uzun bir yol kat ettik.[46]
Mekanik tarımın başlangıcına kadar, köylü de olsalar köle de olsalar yiyecek yetiştirenlerin sayısı onların ürün fazlalarıyla yaşayan elitler ve profesyonellerin sayısından on kat daha fazlaydı. Kitlelerin elitleri ve profesyonelleri beslemenin karşılığında aldığı ödül genellikle hayatta kalmak için yetecek kadarından biraz daha fazlasıydı, göreneklerin ve inancın tesellisiyle teskin edilen bir hayattı bu. Şanslılarsa eğer, aydınlanmış öz çıkarları gereği hasadın kötü olduğu zamanlarda kamusal yardım dağıtan bir devletin mensuplarıydılar. Halkına bakan, onların geçimlerini sağlayan lider ideali, zenginlerin cömert olması ideali bir ölçüde günümüze ulaşmıştır ve birçok dilde izi sürülebilir. İngilizcedeki "lord" kelimesi, Eski İngilizcedeki "hlaford"dan ya da "loaf-ward"dan, ekmek tedarikinin koruyucusu anlamına gelen bu kelimeden gelir. İnkalardaki qhapac unvanı "cömert" anlamına geliyor, zenginliği toplayan ama yeniden dağıtan birini ifade ediyordu. İnka imparatorunun bir başka unvanı wakchakuyaq "kaybetmişlerin bakıcısı" anlamına geliyordu. Hawaiili kabile şefleri, kabilenin ihtiyarları tarafından yiyecek ya da mal istiflememe konusunda uyarılıyordu: "Arii'nin eli her zaman açık olmalı, saygınlığın buna dayanır."[48] Çin imparatorlarının başlıca görevinin de halklarını beslemek olduğu söyleniyordu. Gerçek şudur ki tarım toplumlarının çoğu gibi Çin bir kıtlıktan diğerine sendeleye sendeleye modern zamanlara kadar gelmiştir.[49] Üçüncü Dünya'da gıda bakımından etkili bir güvenlik içinde olmak bugün olduğu gibi geçmişte de ender rastlanan bir durumdu. Kadim devletlerin çoğunun küçük bir krizin ötesine geçebilecek herhangi bir durumla başa çıkabilecek depolama ya da nakliye kapasiteleri yoktu. İnkalar ve Romalılar herhalde kıtlık yardımında en iyi olanlardı, ikisinin de farklı iklim kuşaklarına yayılmış, iyi depoları, yolları ve denizyolları olan büyük imparatorluklar olması bir tesadüf değildir.
Sümer gibi tek bir ekosisteme dayanan, yüksek düzlükleri olmayan küçük bir medeniyet sellere ve kıtlıklara karşı son derece savunmasızdı. Bu gibi felaketler bugün olduğu gibi o gün de "Tanrı'nın işi" (ya da tanrıların işi) olarak görülüyordu. Sümerler de bizim gibi, olup bitenlerden insan etkinliklerinin de sorumlu olduğunun pek az bilincindeydi. Nehir kıyıları er ya da geç sel altında kalır, ama nehirlerin yukarı kısımlarındaki setlerin ormansızlaştırılması selleri, aksi halde olabileceğinden daha sert ve daha ölümcül hale getirmişti. Ormanlık araziler, küçük bitkiler, yosunlar ve humuslu topraktan oluşan dokularıyla sünger işlevi görürler, yağan yağmurları tutar, aşağıdaki toprağa yavaşça sızdırırlar, ağaçlar suyu içer, soluklarını havaya verirler. İlk ormanların ve topraklarının kesimlerle, yangınlarla, aşırı otlatmayla ya yağmalamayla yok edildiği yerlerde alttaki çıplak toprak kuru havalarda pişer ve yağmur yiyen çatı misali bir hal alır. Sonuçta yıkıcı seller ortaya çıkar, bazen bu seller o kadar ağır bir alüvyon ve çakıl yükü taşırlar ki dik yamaçlardan sıvı beton misali akarlar. Sular nehir kıyısındaki bölgelere ulaştıklarında yavaşlar, çakıl yüklerini boşaltır ve denize doğru yol alan kahverengi bir dalga halinde yayılır.
Mezopotamya'da nehirlerin taşıdığı çok sarsıcı güçler işbaşındadır. Sümer kayıtlarının başlangıcından bu yana geçen 5000 yıl içinde ikiz nehirler Dicle ve Fırat Basra Körfezi'nin yaklaşık 130 kilometrelik bir bölümünü doldurmuştur.[50] Irak'ın ikinci büyük kenti Basra, kadim devirlerde açık denizdi.[52] Sümer düzlüklerinin genişliği 320 kilometreyi aşıyordu. Olağanüstü derecede büyük (yüzyılda bir olacak türden) bir sel olduğunda yağmurda, ayaklarının altında eriyen bir tapınağın üstünde dikilen bir kral kendisi ile gökyüzü arasında sudan başka bir şey göremezdi.
Âdem ve Havva kendilerini Cennet'den sürmekle kalmadılar, geride bıraktıkları aşınmış arazi, Nuh Tufanı'na da zemin hazırladı.[53] İlk zamanlarda kent tümsekleri alçakken ve kolayca bataklığa dönüşebiliyorken tek sığınak bir tekne olabilirdi. Bu efsanenin, Utnapiştim adında bir adam tarafından ilk ağızdan anlatılan Sümer versiyonu gerçek olayların tınısını taşır, havanın çılgınlığını, yıkılan barajları canlı ayrıntılarla aktarır.[54] Bu hikâyede yalnızca kutsal kitaplardaki hikâyelerin atasını görmekle kalmayız, insan elinden çıkma bir çevre felaketine dair de ilk elden bir tanıklığı dinleriz:
O günlerde dünya dolup taşıyor, insanlar çoğalıyordu... Enlil bu gürültüyü duydu ve divanındaki tanrılara "İnsanın uğultusuna tahammül edilemiyor, artık gözümüze uyku girmiyor..." dedi. Böylece tanrılar insanı ortadan kaldırmaya karar verdiler.[55]>
Fırtına tanrısı Enlil işin başını çekiyordu, aşk tanrıçası ve göklerin kraliçesi İştar (Meryem'in o kadar bakire havasında olmayan öncüsü) de dahil olmak üzere diğerleri ona uydular. Ama Ea, bilgelik tanrısı, Utnapiştim'i bir rüyayla uyardı: "Evini yık, diyorum, bir tekne yap, sahip olduklarını bırak hayat ara... Teknene bütün canlıların tohumlarını al."
Vakit ermişti, akşam oldu, fırtına tanrısı yağmuru gönderdi. Havaya baktım, korkunçtu, ben de tekneye bindim ve onu baştan aşağı sağlama aldım... Şafağın ilk ışıklarıyla birlikte ufuktan kara bir bulut geldi; fırtına tanrısı Adad'ın dolandığı yerde patladı... Sonra uçurum tanrıları uyandılar, Nergal aşağıdaki suların önündeki setleri kaldırdı, savaş tanrısı Ninurta bentleri yıktı ve fırtına tanrısı toprağı bir bardak gibi parçalayarak gün ışığını karanlığa çevirdi...
Altı gün, altı gece rüzgârlar esti; sağanak, sel ve fırtına dünyayı ezip geçti... Yedinci gün doğduğunda... dünyanın yüzüne baktım, her yer sessizdi, bütün insanlık çamura dönmüştü. Denizin yüzeyi bir evin damı gibi dümdüzdü, bir pencere açtım, yüzüme ışık düştü. Sonra çömeldim, oturdum ve ağladım... çünkü her yerde suyun bıraktığı enkaz vardı.
Utnapiştim karayı bulmaları için kuşları gönderir. Sular çekilmeye başladığında, tanrıları aşağı çekmek için tütsü yakar, ama sözleri asıl çekici olanın çamurdaki cesetler olduğunu ima eder. Utnapiştim tanrıların "kurbanların başına sinekler gibi üşüştüğünü" söyler. Gökkuşağıyla Yehova'nın tersine Sümer tanrıları vaatlerde bulunmazlar. İştar kolyesine dokunur ve bunu hatırlayacağını söyler. Enlil gemiyi görür ve öfkelenir: "Bu ölümlülerden kurtulan biri mi oldu? Bir tek kişi bile kurtulmayacaktı." Sonra uyarıyı yapan ve hayvanları kurtaran Ea yaptıkları yüzünden Enlil'e çıkışır ve hüzünlü bir şarkı söyler:
Keşke insanlığı bir aslan kırıp geçmiş olsaydı
Sel değil de...
Keşke dünyayı bir kıtlık tüketmiş olsaydı
Sel değil de.
Ea dileklerinde daha dikkat edebilirdi. Sir Leonard Woolley iki dünya savaşı arasındaki dönemde Sümer'de kazı yaptığında şunları yazmıştı: "Mezopotamya çölünü görmüş olanlara... kadim dünya neredeyse inanılmazmış gibi görünür, geçmiş ile şimdi arasındaki tezat o kadar belirgindir ki... Ur bir imparatorluğun başkentiyse, Sümer bir zamanlar geniş bir tahıl ambarıysa nüfus neden hiçe inmiş, toprak neden meziyetlerini yitirmiştir?"
Woolley'nin sorusunun tek kelimelik bir cevabı vardır: Tuz. Nehirler kayalardan ve topraktan tuz alır, denize taşırlar. Ama insanlar suyu ekilmiş toprağa yönlendirdiklerinde suyun büyük bölümü buharlaşır ve geride tuz kalır. Sulama, tuzlu yeraltı sularının yüzeye sızmasına yol açarak suların taşmasına da neden olur. İyi bir kanalizasyon, uzun bir nadas dönemi, toprağı yıkayacak kadar yağmur olmazsa sulama programları geleceğin tuz çöllerine döner.
Güney Irak sulamanın başlamasına davet çıkarmaya en uygun ve sulamayı sürdürmenin en zor olduğu bölgelerden biriydi: İlerlemenin önümüze çıkardığı en baştan çıkarıcı tuzaklardan biriydi. Birkaç yüzyıl süren bereketli hasatların ardından toprak filizlerine sırt çevirmeye başladı. Felaketin ilk işareti buğday hasadında bir gerileme görülmesiydi, buğday adeta kömür madencisinin kanaryası gibi tepki veren bir tahıldı. Zaman geçtikçe Sümerler buğdayın yerine, tuzu daha fazla tolere edebilen arpa ekmek zorunda kaldılar. MÖ 2500'e gelindiğinde buğday ekinin yalnızca yüzde 15'ini oluşturuyordu, MÖ 2100'e gelindiğinde Ur buğdayı hepten bırakmıştı.
Dünyanın ilk büyük sulama sisteminin kurucuları olan Sümerleri, yeni teknolojilerinin sonuçlarını öngöremedikleri için suçlamak zor. Ne var ki siyasal ve kültürel baskılar meselelerin kesinlikle daha kötüye gitmesine neden olmuştur. Nüfus daha azken, kentler nadas dönemlerini uzatarak, bozulmuş tarlaları terk ederek, yeni topraklarda üretime başlayarak daha fazla çaba göstermek, daha fazla masrafa girmek pahasına bu sorunu aşabiliyorlardı. Üçüncü binyılın ortalarından itibaren artık yeni toprak kalmamıştı. O zamanlar nüfus zirvesine çıkmış, tepedeki yönetici sınıf tepede ağırlaşmıştı ve sürekli savaşlar hazırda ordular bulundurulmasını gerektiriyordu ki bu neredeyse her zaman bir felaket işareti ve nedeni olmuştur. Paskalya Adası sakinleri gibi Sümerler de toplumlarının çevreye etkisini azaltmak amacıyla toplumda reforma gitmeyi başaramamışlardı.[57] Tam tersine özellikle Akad İmparatorluğu (MÖ yaklaşık 2350-2150) ve MÖ 2000'de yıkılan Üçüncü Ur Hanedanlığı'nın can çekiştiği dönemde üretimi artırmaya çalışmışlardı.
Kısa ömürlü Ur imparatorluğu Paskalya Adası'nda tanık olduğumuz davranış biçimini gösterir: kökleşmiş inançlara ve pratiklere sadık kalmak, bugünün bedelini geleceğin payından ödemek, doğal sermayenin son rezervlerini pervasız bir zenginlik ve gösteriş âlemine harcamak. Kanallar uzatılıyor, nadas süreleri kısaltılıyor, üretim artırılıyor, ekonomik fazla devasa inşa projelerini desteklemek için Ur'da toplanıyordu. Sonuç, birkaç kuşak boyunca yöneticilerin bolluk içinde yüzmesi, ardından güney Mezopotamya'nın bir daha hiç kendine gelemediği bir çöküş yaşaması oldu.[58]
MÖ 2000'de vakanüvisler dünyanın "beyaza döndüğü"nü yazıyorlardı.[59] Arpa dahil hiçbir ürün tutmuyordu. Hasat normalde olduğunun üçte birine düşmüştü. Sümerlerin tarihteki güneşli bir yılı sona ermişti. Siyasal iktidar kuzeye Babil ve Asur'a, çok daha sonra İslam döneminde de Bağdat'a kaydı. Kuzey Mezopotamya'da kanalizasyon sistemi güneyde olduğundan daha iyiydi, ama orada bile aynı bozulma döngüsü, bir imparatorluktan diğerine modern zamanlara dek tekrarlanacaktı. Öyle görünüyor ki hiç kimse geçmişten bir şeyler öğrenmeye niyetli değildi. Bugün Irak'ta sulanan toprakların yarısı tamamen tuzludur, bu dünyadaki en yüksek orandır, onu nehir kıyısında kurulmuş diğer iki medeniyet merkezi Mısır ve Pakistan izler.[60]
Sümer'in kadim kentlerine gelince: Birkaçı köy olarak ayakta kalma mücadelesi verdi, ama çoğu tamamen terk edildi. 4000 yıl sonra bile çevrelerindeki arazi çoraktır, ilerlemenin tozu yüzünden hâlâ beyazdır. Ur ve Uruk'un içinde bulunduğu çöl, bu kentlerin eseri olan bir çöldür.