Yucatan ve Belize ormanlarında Mayaların Xtabay dedikleri sevimli ama kötücül bir şuh dolanır. Ormanda çok uzun zaman geçirmiş yalnız avcılara görünür, onları şehvetten çılgına çevirir. Avcılar yaprakların arasından onu şöyle bir görüverirler ve ellerinde olmaksızın onun peşinde bulurlar kendilerini, bir de bakarlar ki alacakaranlık çökmüş. Takibe devam ederler, Xtabay'a o kadar yaklaşırlar ki onun yaban kokusunu içlerine çekip uzun saçlarının tatlı dokunuşunu hissedebilirler. Uyandıklarında (tabii eğer uyanırlarsa, çünkü birçoğu sırra kadem basmıştır) kesikler ve kan içinde uyanırlar, pantolonları aşağı inmiş, kaybolup gitmiştir.
Seks, yiyecek, zenginlik, güç ve saygınlık: Bunlar hep bizi baştan çıkarıp peşlerinden sürükler, ilerlememizi sağlar. Modern anlamıyla maddi şeylerin giderek iyileşmesi tınısını taşıyan ilerlemenin kendisini de bunlara ekleyebiliriz; ilerleme, Sanayi Devrimi'yle doğmuş, bu devrimin büyük inanç duyulan yönü haline gelmiş bir fikirdir.[1] Buraya kadar geçmişlerini özetlediğim iki kadim toplumda, Paskalya Adası'nda ve Sümerlerde muhtemelen böyle bir ilerleme fikri yoktu, ama onlar da aynı arzularla baştan çıkmış, mahvolup gitmişlerdi.
Ama Paskalya Adası ve Sümerler birer bütün olarak ele alındıklarında medeniyetlerin ne ölçüde tipik örneğiydi? Kötü uyum medeniyete içkin bir nitelik midir, medeniyet kendi dinamikleriyle felakete uğramaya mahkûm bir deney midir? Dünyanın her yerindeki harabeler böyle diyormuş gibi görünüyor. Yine de her yerde modern medeniyetin varlığı geçmişe tezat oluşturuyormuş gibi görünüyor. Bizim medeniyetimiz Xtabay'ı ehlileştirmiş, sonsuza dek onunla gül gibi geçinip gidecek bir istisna mıdır?
BU BÖLÜMDE önce iç çöküşün en bilinen ik örneğini, MS dördüncü yüzyılda Roma'nın, dokuzuncu yüzyılda Maya'nın çöküşünü özetleyecek, ardından uzun ömürlü iki çetin cevize, Mısır ve Çin'e bakacağım. Roma ve Maya medeniyetleri Sümer'den çok sonraydı, ondan daha büyüktü ve en azından Roma örneğinde ondan daha karmaşıktı. Sümerler gibi klasik Mayalar da birbirlerine rakip bir kent devletler topluluğunda yaşamıştır. Ama nüfusları en yüksek olduğu dönemde Sümer nüfusundan yaklaşık 10 kat daha fazla, beş ile yedi milyon arasında olmuştur.[2] Roma İmparatorluğu ise zirvedeyken 50 milyon insanı, o dönemde insan ırkının dörtte birini yönetiyordu.
Mayalar ve Romalıların birbiriyle bir bağlantısı yoktu. Aynı devirlerde, ama biri Yeni Dünya'da, diğeri Eski Dünya'da birbirinden ayrı sosyal laboratuvarlarda yükselmişlerdi. Bu durum, zaman, mekan ve kültürün özgül yönlerin aşan insan davranışlarını, kanımca Gauguin'in sorularından ikisini, "Neyiz?" ve "Nereye gidiyoruz?" sorularını cevaplamamızı sağlayacak örüntüleri tanıyabilmek açısından onları yararlı kılar.
Paskalya Adası halkı ve Sümerler çevrelerini o kadar enkaza çevirmişlerdi, o kadar şiddetli bir düşüş yaşamışlardı ki tamamen tükenip gittiler. Ama Roma ve Maya medeniyetleri çöküşlerinden sonra sadeleşmiş "ortaçağ" biçimlerinde yaşamaya devam ettiler, arkalarında doğrudan onların soylarından gelen, bugün yaşadığımız dünyanın parçası olan insanlar bıraktılar. Roma'nın vârisleri Bizans İmparatorluğu ve modern Latin diyalektleri konuşan Avrupa uluslarıdır. Mayalar imparatorluk kurmamışlardı, ulaşmış olabilecekleri bir rönesans da on altıncı yüzyıldaki İspanyol işgaliyle engellenmişti. Ne var ki Maya kültürünün ölümü abartılmıştır. Bugün sekiz milyon insan Maya dillerini konuşur, bu rakam kabaca Maya'nın klasik dönemindeki rakama eşittir; bu insanların birçoğu da ayırt edici biçimde Maya'ya özgü toplumsal örgütlenme, inanç, sanat ve takvimsel astroloji uygulamalarını benimsemişlerdir.[3]
Sümer'in sonraki medeniyetler üzerinde büyük etkileri olmasına rağmen Sümer etnik kimliği silinip gitmiştir. Sümer dili Babilli âlimlerin saygı duyduğu, yaşayan hiçbir akrabası olmayan ölü bir dil olarak hayatına devam etmiştir. Oysa bunun tersine anadili Maya dili olanlar Colomb öncesi metinlerin çözülmesinde rol oynamışlar, Maya takvimi rahipleri, yani "gün sayanlar" takvimin bazı kısımlarını kadim devirlerden bu yana canlı tutmuşlardır.
BİR DİSTOPYAYI KONU ALAN ROMANIM A Scientific Romance'te karakterlerden biri medeniyetleri "piramit tasarımı" olarak tanımlıyordu, bu kitaptan birkaç yıl sonra bu deyimi elinizdeki kitabın nüvesi haline gelen bir makalenin başlığı olarak kullanmıştım.[4] Taş ya da tuğladan yapılmış bir piramit insanlardan oluşan bir sosyal piramidin dışa dönük ve görünür bir işaretidir. İnsan piramidini o kadar görünür olmayan doğal bir piramit taşır: gıda zinciri ve genellikle "doğal sermaye" denilen çevre ekolojisindeki başka bütün kaynaklar.
Roma ve Maya'nın hayatları, kanımca, medeniyetlerin genellikle "piramit" pazarlama tasarımları gibi davrandığını, ancak büyüdüklerinde serpildiklerini de gösteriyor. Medeniyetler, genişleyen bir çevreden merkeze zenginlik aktarırlar; çevre bölgeler siyasi ve ticari bir imparatorluğun ya da kaynakların yoğun olarak kullanılmasıyla birlikte doğanın sömürgeleştirilmesinin, genellikle her ikisinin birden sınır bölgeleri haline gelirler.
Dolayısıyla böyle bir medeniyet, zirveye çıktığında en istikrarsız dönemini yaşıyor olur, çünkü ekolojisi üzerindeki talepleri azami düzeye erişmiştir. Yeni bir zenginlik ya da enerji kaynağı ortaya çıkmadıkça üretimini artırması ya da doğal dalgalanmaların yarattığı sarsıntıları hazmetmesi mümkün değildir. İlerlemesinin tek yolu, doğadan ve insanlıktan yeni krediler almasıdır.
Doğa erozyonlarla, hasadın kötü gitmesiyle, kıtlıklarla, hastalıklarla kredisini geri çekmeye başladığında toplumsal sözleşme de bozulur. İnsanlar bir süre metanetle acılara dayanabilirler, ama er ya da geç yöneticinin göklerle ilişkisinin bir yanılsama ya da yalan olduğu ortaya serilecektir. Sonra tapınaklar yağmalanır, heykeller alaşağı edilir, barbarlar buyur edilir, imparatorun çıplak baldırı sarayın pencerelerinin birinden fırlatılıverir.
Gerçek çöküşlerle, Fransız, Rus, Meksika devrimleri gibi siyasi altüst oluşlar arasında bir ayrım yapmam gerekiyor. Toprakların kötüye kullanımı ve açlık bu altüst oluşlarda önemli olmuşlarsa da bu isyanların başlıca nedeni doğal değil, toplumsal sermayenin tükenmiş olmasıydı. Bu toplumlar yeniden örgütlendiklerinde medeniyet işini sürdürmekle kalmadı, genişledi de. Gerçek bir çöküş bir toplumun tükenmesiyle ya da tükenmeye yaklaşmasıyla sonuçlanır, bu evrede çok sayıda insan ölür ya da dağılır. İyileşme, eğer olursa, asırlar sürer, çünkü ormanlar, sular ve humuslu toprağın yavaş yavaş kendilerine gelmesiyle birlikte doğal sermayenin yeniden üretilmesini gerektirir.
MS 180 YILI AREFESİNDE, Roma'nın en şaşaalı günlerinde dünyayı gözünüzün önüne getirin; Marcus Aurelius ölmüş, uzun süren ıstıraplı gerileme başlamış. Sümer'in düşüşünden sonra geçen iki bin yıl içinde dünyanın her yerinde medeniyetler boy verdi. İkinci yüzyılda sıradan bir günde, güney Han Çin'inin üzerinde doğacak, Hindistan'da Budist stupalarının üzerinden geçecek, İndüs ve Fırat vadilerinde tuğla harabelerin üzerinde ışıyacak iki saati aşkın bir süre zarfında bir Roma gölü olan Akdeniz'in üzerinden geçecekti. Cebelitarık'ta öğle vakti olduğunda, Meksika'nın yüksek düzlüklerindeki piramitlerin tepelerinde, Guatemala ormanlarında ve Peru'nun tarımsal amaçlarla sulanan vadilerinde şafak vakti karşılanıyor olacaktı. Güneş ancak batıya doğru gidip Pasifik'i aştığında şehirlerin ya da taş tapınakların üzerinde ışıldamayacaktı, ama burada bile tarım ve bina yapımı çoktan başlamıştı, Fiji'den Markiz Adaları'na kadar okyanus yarıküresinde ilk Polinezya basamakları ortaya çıkmıştı.
Atina MÖ dördüncü yüzyılda silinip gitmişti, ama ondan önce İskender Çanakkale Boğazı'ndan Hindistan'ın kuzeyine kadar Yunan kültürünü ve sömürgelerini yaymıştı. Bütün zamanların en muhafazakâr medeniyeti olan Mısır birçok gerileme ve yenilenme dönemi yaşamıştı, ama kadim karakterini Nil deltasında Avrupai bir cephenin ardında hâlâ koruyordu.
Edward Gibbon Roma İmparatorluğu'nun Yükselişi ve Düşüşü adlı kitabında ikinci yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun "dünyanın en güzel kısmını, insanlığın en medeni kısmını oluşturduğu"nu söyler.[5] Avrupa kökenli olmayan insanlar bu iddialara karşı çıkabilirler, ama Gibbon Roma'nın düşüşünün "her zaman hatırlanacağı"nı, "dünya üzerindeki ülkelerce hâlâ hissedildiği"ni söylerken kesinlikle haklıydı. Roma'nın ve Klasik Maya'nın torunları nihayetinde karşılaştılar, İspanyollar Yeni Dünya'yı işgal etti. Avrupa'nın bütün imparatorlukları, ABD gibi yeni Avrupalar,[6] kendilerini hayal edilen Klasik ideallerin kalıbına sokmaya çalıştılar, ne var ki gerçek Roma hayatta kalan mimarisinin düşündürdüğü üzere bir düzen ve temiz mermer imparatorluğu değildi pek.[7] Bütün toplumlar gibi Romalılar da krizlerden krizlere koşmuşlar, yolda ilerlerken bir yandan da kuralları koymuşlardı. Aslında, İngilizce konuşan demokrasi Klasik modele olduğu kadar Anglo-Saksonlara da çok şey borçludur.
GEÇEN BÖLÜMDE, dünyada tarımla uğraşan ilk köylerin Bereketli Hilal'in, yani Ortadoğu'nun yaylalarında ortaya çıktığını, insanlığın MÖ altıncı binyılda toprakları erozyona uğratarak kendisini bu Cennet'ten sürdüğünü belirtmiştim. Binlerce yıl sonra, aynı acıklı hikâye Akdeniz havzasında, özellikle de bir zamanlar eski ormanların kapladığı tepelik arazilerde tekrarlandı; bugün bu ekosistemin izi bile kalmamıştır. Yunanistan, Güney İtalya, Güney Fransa ve İspanya'daki başlıca sorumlular yine yangınlar, keçiler ve kereste kesimi olmuştu. Bir keçi sürüsü yalnızca et ve süt değildi, aynı zamanda ayaklı bir sermayeydi, iyi zamanlarda güdülür, gerek duyulduğunda satılır ya da yenirdi. Hemen her yerde hayatta kalabilen keçiler, genellikle keçilerden başka pek az şeyin hayatta kalabileceği bir ortam yaratırlar.
Ormanlar belli bir düzeyde yangına ve kesime dayanabilirler, ama otlayan çok fazla hayvan varsa, filizler yenilir ve orman yaşlılıktan ölür. Otlayan yaban hayvanları, insanlar da dahil yırtıcılar yüzünden azalır. Ama sürü sahiplerinin genellikle o kadar fazla hayvanı vardır ki otlamanın yarattığı baskı süreklilik taşır.[8] Nüfusun fazla, kırsal kesimin yoksul olduğu dönemlerde otlatmayı genellikle tepelik arazilerin sürülmesi izler, çapalar ya da sabanlar geride kalan toprağa son darbeyi indirir, bugün yaygın deyişle gelişmekte olan dünyada sıkça rastlanan bir manzaradır bu.[9]
Atinalılar MÖ altıncı yüzyılın başında ormansızlaşma yüzünden telaşa kapılmışlardı. Yunan kentlerinin nüfusu o tarihlerde hızla artıyordu, ağaçların büyük bölümü çoktan kesilmişti ve yoksullar keçilerin dolaştığı tepelerde tarımla uğraşıyor, feci sonuçlara yol açıyorlardı. Sulama sistemlerinin yol açtığı yıkımın iş işten geçmeden farkına varmaları mümkün olmayan Sümerlerin tersine Yunanlar ne olduğunu anladılar ve bir şeyler yapmaya çalıştılar. Devlet adamı Solon MÖ 590'da sorunun ardında büyük ölçüde kırsal kesimin yoksulluğunun ve Atinalı güçlü soyluların toprakları devretmesinin yattığını fark ederek borçlu serfliği ve gıda ihracını yasakladı, ayrıca dik yamaçlarda tarım yapılmasını da yasaklamaya çalıştı. Ondan bir kuşak sonra yine Atinalı bir yönetici olan Pisistratus zeytin ağacı dikimini ödüllendirdi, teraslamayla birleştiğinde etkili bir ıslah yöntemi olabilirdi bu.[10] Ama günümüzde bu gibi çabaların başına geldiği üzere bu işin gerçekleştirilmesi için finansman ve siyasi irade eşit ölçülerde mevcut değildi. Platon, 200 yıl sonra yarım kalmış diyaloğu Kritias'ta hasarı, canlı bir anlatımla, su ile ormanlar arasındaki bağlantıya dair incelikli bir bilgi birikimini göstererek aktarır:
Bugün geride kalan o zamanlar var olanla kıyaslandığında, hasta bir adamın iskeletine benziyor; o şişkin, yumuşak toprak kaybolup gitmiş... Bugün arılara sundukları yiyeceklerden başka bir şeyi olmayan dağlarda yakın zaman öncesine kadar ağaçlar vardı. Toprak her yıl yağan yağmurlarla zenginleşirdi, yağmur şimdi olduğu gibi çıplak topraktan denize doğru akarak kaybolup gitmezdi, toprak derindi, suyu içine çekerdi, killi toprakta tutardı... her yerden fışkıran kaynakları, her yerde akan dereleri beslerdi. Bir zamanlar kaynakların fışkırdığı yerler, bugün yalnızca terk edilmiş sunaklardan belli.[11]
Yunan medeniyetinin gücü ve başarılarının bu dönemde sönmeye yüz tutması bir tesadüf değildir. Arkeoloji Akdeniz'in başka yerlerinde de benzer bir tablo görüldüğünü ortaya koyar. Güney İtalya ve Sicilya MÖ 300'e kadar gayet ormanlık bölgelerdi, ama Roma ve başka kentler büyüdükçe ormanlar hızla küçüldü; kereste, kömür ve et talebi ağırlaştı. Bu gelişmeden yine hayvancılık ve toprak sahipliği kalıpları sorumlu tutulacaktı. Birkaç sel yüzünden o kadar fazla toprak tepelerden nehir ağızlarına sürüklendi ki sıtmaya yol açan bataklıklar oluştu, Ostia ve Paestum gibi limanlar alüvyonla doldu. Roma hemen çökmeyecek daha yüzyıllarca ayakta kalacaktı, yani bu ilk bozulmanın ekonomiyi çökertecek kadar ağır olmadığı gayet açıktı; ama tarımsal üretimin azalması, ithal tahıla bağımlılığın artması ve İtalya'nın kalbinde kırsal kesimin gerilemesinin ardında bu bozulma vardı. Şair Ovidius İsa'dan kısa süre önce şöyle yazıyordu:
Uzun zaman önce
Toprak daha iyi şeyler sunuyordu,
İşlenmeden fışkırıyordu ekin,
Ağaç dallarında meyveler,
Meşe kovuklarında bal
Kimse yarmıyordu toprağı sabanlarla
Ya da bölmüyordu toprağı
Ya da küremiyordu denizlerin dibini
Sahil dünyanın sonuydu.
Akıllı insan doğası, icatlarının kurbanı,
Fena halde yaratıcı,
Neden çevirirsin şehirleri kuleli surlarla?
Neden silahlanırsın savaş için?[12]
Jül Sezar zamanına kadar, Roma'nın fetihleri esasen özel teşebbüsler olmuştu. Savaşa giden Roma yurttaşları ganimetle, esirlerle geri dönüyor, gasp ya da tefecilik gibi tekniklere başvuran yerel amillerden komisyon alınarak bir haraç akışı sağlanıyordu. Çiçero Brütüs'ün Kıbrıs'a bir şehre yüzde 48 faizle para verdiğini ileri sürer, belli ki bu yaygın bir uygulamaydı, Üçüncü Dünya'nın borcunun ilk örneklerinden biriydi.[13]
İster iyi ailelerin çocukları olarak dünyaya gelmiş soylular olsunlar ister bir gecede ortaya çıkıvermiş milyonerler, Roma'nın servet sahibi askerleri kazandıklarının sefasını memleketlerinde sürmek, ganimetlerini göstermek istiyorlardı. Bunun sonucu, başkentin yakınlarında her yerde arazi sahipliğinde bir patlama yaşanması oldu. Köylüler mülksüzleştirildi ve elverişsiz topraklara sürüldü, bu gelişmelerin çevre üzerinde Solon'un Atina'da gördüğüne benzer etkileri oldu. Aile çiftlikleri köle emeğinin kullanıldığı büyük arazilerle rekabet edemiyordu; iflas ediyorlar ya da mülklerini satmaya zorlanıyorlardı, ailenin genç erkekleri de lejyonlara katılıyordu. Roma köylülerinin kadim devirlerde ortak olan mülkleri hukuka bu kadar bile başvurmaksızın gasp edildi. Sümer'de olduğu gibi kamuya ait arazi kısa sürede özel kişilerin ellerine geçti, Gracchus kardeşler MÖ ikinci yüzyılın sonlarında toprak reformuyla bu durumu düzeltmeye çalıştılar. Ama reform başarısız oldu, ortak mülkler kaybedildi, devletin bedava buğday vererek alt tabakaları yatıştırması icap etti, kent proletaryası genişledikçe giderek daha pahalı hale gelen bir çözümdü bu. Cladius zamanına gelindiğinde 200.000 Roma ailesi yoksulluk yardımıyla geçiniyordu.[14]
Roma tarihinin çok şey anlatan ironilerinden biri de imparatorluk genişledikçe kent devletin yerli demokrasisinin sönüp gitmesidir. Asıl iktidar senatonun elinden çıkıp orduları ve eyaletleri kontrol eden Jül Sezar gibi komutanların istekli ellerine geçti. Ama belirtmemiz gerekir ki Sezar iktidara karşılık Roma'ya akıllıca bazı reformlar hediye etti, genellikle hukuka sabrı yetmeyen despotların başvurduğu bir yöntemin ilk örneklerinden biriydi bu. Milton'ın dediği gibi "Zorunluluk her zaman bir tiranın mazeretidir."[15]
Kadim medeniyetler genellikle iki tiptir: kent-devlet sistemleri ya da merkezi imparatorluklar, iki sistem de Eski ve Yeni Dünya'da birbirinden bağımsız olarak yükselmişti.[16] Roma, imparatorluğun cumhuriyeti gölgelemesiyle birlikte birinci tip bir siyasi oluşumken, ikinci tip bir siyasi oluşuma dönüştü. (Başka yerlerde, başka tarihlerde de benzer bir evrim gözlenmiştir, ama böyle bir evrim hiçbir şekilde kaçınılmaz değildir. Kanada ve ABD de dahil olmak üzere birkaç modern ülke her iki tipin de özelliklerini gösterir.)
Jül Sezar'ın öldürülmesinden, yeni bir iç savaş dalgasından birkaç yıl sonra senato Sezar'ın yeğeni Octavian'la bir anlaşma yaptı; Octavian Augustus adını alarak yeni oluşturulan princeps mevkiine getirildi. Bu önlemlerin yalnızca Octavian'ın hayatı boyunca geçerli olacak, özel bir durum için düzenlendiği düşünülüyordu. Teoride Octavian baş hakimdi ve hâlâ cumhuriyetin fermanı okunuyordu. Gerçekteyse yeni bir yarı monarşi çağı başlamıştı.[17] İmparatorluk kurucu kentinin kurumlarını aşmıştı.
Augustus'un ve ondan sonra gelen birçok yöneticinin, muktedir ve açık fikirli yöneticiler olduğu görüldü. Augustus gibi çoğu imparatorluğun sağlamlaşıp bütünleşme vaktinin geldiğini anlamışlardı. İskender'in topraklarını fethetmek gibi şahince bir hayalden sessiz sedasız vazgeçildi.[18] İmparatorluğun doğu sınırları Fırat nehrinde ve Ren ile Tuna nehirleri boyunca sabitlendi. Diğer sınırlar doğaldı: Sahra ve Arap çölleri, Atlantik kıyıları.
Augustus'un kurduğu düzen, birkaç kere bozulduysa da yaklaşık iki yüzyıl boyunca devam etti; batı imparatorluğunun çökmesi bundan sonra iki yüzyıl daha alacaktı. Başkent, kendisine bağlı bölgelerde kargaşanın başlamasından sonra uzun süre boyunca büyümeyi sürdürdü; modern asırlarda olduğu gibi, eyaletlerdeki huzursuzluk buralardaki insanların merkeze yönelmesine yol açıyordu. Konstantin MS dördüncü yüzyılın başlarında imparatorluğu ikiye böldüğü tarihlerde Roma, herhalde tarihinin en yüksek nüfusuna ulaşmıştı. O zamanlar bazılarının ileri sürdüğü gibi bir milyon nüfusu da olsa, bunun yarısı kadar nüfusu da olsa dünyadaki en büyük kenti, Çin ve Meksika'da her biri birkaç yüzbin nüfusa sahip çağdaşlarını geride bırakıyordu.[19]
Milyonlarca insanın yaşadığı kentler, son dönemde ortaya çıkmış, ulaşımın makineleşmesine bağlı olarak gelişmiş bir olgudur. VIII. Henry zamanında Batı Avrupa'nın en büyük şehirleri olan Paris, Londra ve Seville'de tıpkı Gilgameş zamanında Uruk'ta olduğu gibi yaklaşık 50.000 kişi yaşıyordu. Kraliçe Victoria öldüğünde nüfusları bir milyon ya da üzerinde olan yalnızca on altı kent vardı, bugünse en az 400 kent var.[20] Sanayi öncesi bütün kentler her gün şehre tedarik getirmenin, atıkları şehirden çıkarmanın zorluklarıyla cebelleşiyordu, atlar ve at arabaları bu zorluğu her zaman kolaylaştırmıyordu. En iyi çözüm Venedik'te ya da Aztek kenti Mexico City'de olduğu gibi bir kanallar ağıyla su yoluyla ulaşımdı.[21]
Çevre semtleri, kışlaları, villaları dahil olmak üzere büyük Roma'nın nüfusunun zirveye çıktığı dönemde bir milyona yaklaşmış olması mümkündür. Konstantinopol ve Antakya dışında Roma İmparatorluğu'nun diğer kentleri çok daha küçüktü.
Unsavoury gerçek şudur ki, on dokuzuncu yüzyıla kadar kentlerin çoğu ölüm tuzaklarıydı, hastalık, vermin ve asalak kaynıyorlardı. Kadim Roma'da ortalama ömür yalnızca on dokuz ya da yirmi yıldı, Neolitik Çatalhöyük'te olduğunun çok altındaydı,[22] ama Britanya'da Dickens'ın canlı ayrıntılarla resmettiği Kara Ülke'de olduğundan biraz daha iyiydi, Kara Ülke'de ortalama ömür on yedi ya da on sekizdi.[23] Sürekli bir asker, esir, tüccar ve umutlu göçmen akışı olmaksızın kadim Roma da George devri Londrası da bu nüfusa sahip olamazdı. Roma'da muhtemelen Asya kökenli birkaç salgın yaşanmıştı. Bu salgınlar insan gücü ve maliye açısından sorunlara yol açmış olsa da toprak üzerindeki baskıyı hafifleterek imparatorluğun gerilemesini ertelemiş olabilir.
Roma'nın düşüşüne ilişkin açıklamalar boldur: salgınlar, kurşun zehirlenmesi, çılgın imparatorlar, yozlaşma, barbarlar, Hıristiyanlık. Joseph Tainter toplumsal çöküşlerle ilgili kitabında bu açıklamalara Parkinson Kanunu'nu da eklemiştir. Tainter, karmaşık sistemlerin kaçınılmaz olarak getirinin azalmasına boyun eğmek zorunda kaldığını savunur. Diğer bütün şeyler eşit kalsa da bir imparatorluğu yürütmenin ve savunmanın maliyeti o kadar ağır bir yük haline gelmiştir ki emperyal üstyapının tamamından vazgeçip yerel örgütlenme biçimlerine dönmek daha verimli bir çözüm haline gelmişti. Konstantin devrinde, imparatorluğun ordusu yarım milyondan fazla askere sahipti, geliri büyük ölçüde tarıma dayanan hazine üzerinde muazzam bir yüktü bu; özellikle de birçok büyük toprak sahibinin vergiden muaf tutulduğu düşünülürse.
Hükümetin bulduğu çözüm maaşların ödenmesinde kullanılan para birimini değersizleştirmek oldu, sonunda dinar o kadar az gümüş içerir hale geldi ki aslında kağıt paraya dönüşmüştü. Weimer dönemindeki düzeyde bir enflasyon başgösterdi. İmparatorluğun şaşaalı günlerinde yarım dinara satılan bir ölçek Mısır buğdayı MS 338'de 10.000 dinara mal oluyordu. Dördüncü yüzyılın başında bir altın solidus 4000 gümüş sikkeye mal oluyordu, yüzyıl sonuna gelindiğindeyse 180 milyon dinara.[24] Enflasyondan ve adaletsiz vergilendirmeden bitap düşen yurttaşlar Gotların tarafına geçmeye başladı.[25]
Roma okuryazar bir toplum olduğundan, insan piramidinin üst düzeylerini etkiledikleri için bu gibi woe'ları biliyoruz. Ama siyasi gövdenin arazlarının altında, bütün müesseseyi ayakta tutan doğal piramidin sürekli aşınması yatıyordu. İtalya ve İspanya'da yapılan arkeolojik çalışmalar, imparatorluk devrinde yüksek düzeyde tarımsal faaliyetlere paralel ciddi erozyonlar olduğunu, ardından Ortaçağ'a dek nüfusların çöktüğünü ve toprakların terk edildiğini ortaya koymuştur.[26]
İmparatorluk Güney Avrupa topraklarını yoksullaştırırken, Roma çevrenin sırtına bindirdiği yükü sömürgelerine aktarıyor, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'dan ithal edilen tahıla bağımlı hale geliyordu. Bunun sonuçları bugün bu bölgelerde görülebilir. Roma dönemi Suriyesi'nin başkenti olan Antakya ormansızlaştırılan tepelerden akıp gelen on metre kalınlığında bir alüvyon tabakasının altında yatar, Libya'da Leptis Magna'nın muazzam enkazı bugün bir çölün ortasındadır.[28] Roma'nın kadim tahıl ambarları kum ve toz doludur.
Elbette ki hikâyenin tamamı bundan ibaret değil. Roma, hepsi de bu kadar yıkıcı bir biçimde sömürülmemiş birçok doğal ortamı kontrol ediyordu. Alplerin kuzeyinde Avrupa daha yağışlı iklimi, devrin kaba sabanlarına uygun olmayan ağır toprağıyla yerleşime az açılmıştı. Roma devri Londrası yalnızca bir mil kare büyüklüğündeydi, surlarından etkilenen eski bir İngiliz şairin "krallara yaraşır... devlerin eseri" dediği kaplıca şehri Bath 96 hektardan ibaretti.[31]
Ortaçağ tarihi arkeolojik kanıtları doğrular: İmparatorluk en ağır düşüşü çekirdeğinde, çevreye çıkarılan maliyetin brunt'ını yüklenen Akdeniz havzasında yaşamıştır. Bundan sonra iktidar çevre bölgelere, Gotlar ve Franklar gibi Alman istilacıların ve İngilizlerin Roma'nın tüketemediği kuzey topraklarında küçük etnik devletler kurduğu yerlere kaymıştır.
Büyük kentin kendisi yağmalanmış ve yarı terk edilmişti, barbarlarla yapılan, din adına verilen sonu gelmez savaşların ödülüydü bu. Kent nüfusu yirminci yüzyıla kadar bir daha yarım milyonu bulmayacaktı.
ROMA İMPARATORLUĞU insanlığın dörtte birini fethediyorken, insanlığın dörtte birlik başka bir kesimi, Amerika'da yaşıyor, daha önce de belirttiğim gibi benzer toplumsal deneyler sürdürüyordu.[32] MÖ birinci bin yılda Chavin adında bir medeniyet süslü sanat tarzını Peru'nun büyük bölümüne yaymıştı.[33] İsa'dan kısa bir süre sonra Titicaca Gölü'nün yanında, yaklaşık 3900 metre yüksekte Tiwanaku'nun taş tapınakları yükseldi,[34] kurulmuş en yüksek kentlerden biriydi bu.[35]
Nihayetinde kuraklıkla mahvolup giden bir imparatorluğun başkenti olan Tiwanaku geride kanallar, tarlalar, taş işçilikleriyle bin yıl sonra İnkaları etkileyen yekpare binalar bırakmıştı.
Roma İmparatorluğu'nun görkemli günlerinde Amerika kıtasındaki en büyük kent orta Meksika'daki Teotihuacan'dı, o dönemde Roma'nın büyüklüğüne rakip olabilecek birkaç kent merkezinden biriydi burası. Izgara şeklinde bir yerleşimin ekseninde geniş bir tören yolunun kenarlarını süsleyen basamaklı piramitleriyle sekiz mil kareye yayılan kent, yerleşimi itibarıyla Roma'dan büyüktü, ama daha az bir nüfusu vardı.[37]
Orta Amerika uygarlıkları yaklaşık olarak MÖ 1200'de Meksika Körfezi'nde Olmeklerle birlikte doğmuştur, Olmeclerin mimarisi, heykelleri, matematiği hem Teotihuacan'ı hem de en az 4000 yıl boyunca Guatemala, Yucatan ve Honduras'ta yaşayan bir halk olan Mayaları etkilemiştir.[38] Arkeologlar Klasik Maya döneminin yaklaşık olarak MS 200'de krallığın ve kraliyet yazmalarının yükselişiyle birlikte başladığını söyler, ama Maya medeniyeti bundan çok önce kurulmuştu. MÖ 400'e ait oyma yazılı bir metin bulunmuştur, Mayaların inşa ettiği en büyük tapınakların Calakmul ve El Mirador'da bulunan bazılarının tarihi MÖ ikinci yüzyıla uzanır.[39] Mayaların inşa ettiği bir binanın temeli 88 hektara yayılıyordu,[40] neredeyse Roma dönemindeki Bath büyüklüğündeydi.[41]
Mayalara dair zihnimizdeki imge (Yıldız Savaşları'nın ilk filminin sonunda beliren manzara) zümrüt yeşili bir ormanın ortasında harabeye dönmüş gökdelenler gibi yükselen tapınakların görüntüsüdür. O sahne Mayaların geç klasik döneminin en önde gelen kentlerinden biri , bugünse yüzlerce kuş türünün, ocelot ve jaguar gibi ender bulunan hayvanların yaşadığı bir vahşi doğa sığınağı olan Tikal'in harabelerinde çekilmiştir. Bundan 1200 yıl önce, o tapınaklar gündelik hayatta en son girilen yerlerken görünürde pek orman yoktu. Zigguratının tepesine çıkmış bir Sümer kralı gibi Tikal kralı da insan elinden çıkmış bir manzaraya bakıyor olsa gerekti: Yaklaşık 60 metre yüksekliğinde[42] yarım düzine tapınakla, sonra saraylar ve dış semtlerle dolu, tarlalar ve çiftliklerin komşu kentlerin göğe yükseldiği ufuk çizgisine doğru uzandığı bir manzara.
Diğer kent-devlet sistemlerinde olduğu gibi Maya medeniyeti de kendi içinde rekabetçiydi, sanatsal ve entelektüel olarak bereketliydi. Klasik öncesi Mayalar (Olmeclerin yanı sıra) sıfır kavramıyla birlikte, konumlara göre değişen rakamları geliştiren ilk halk olmuştu. Bugün bize çok aşikâr görünen bu matematiksel fikir tarihte yalnızca iki kez icat edilmişti. MS 600'de Hindistan'da geliştirilen Arap rakamları, Ortaçağların sonunda hantal Roma rakamlarını tedavülden kaldırıncaya kadar, sıfır fikri, Yunan ve Avrupa'nın tamamının gözünden kaçmıştı.[43] Orta Amerika yazının icat edildiği üç-dört yerden de biridir, Mayalar yazıyı hem resimli hem de fonetik bir sistem olarak geliştirmişlerdi.[44] (Yazıyı icat eden diğer medeniyetler Sümer, Çin ve muhtemelen Mısır'dır; dünya üzerindeki yazıların geri kalanları ya bunlardan türetilmiş ya da komşu bir toplumda yazının var olduğu bilgisinden hareketle geliştirilmiştir.[45])
Mayalar gelişmiş aritmetiklerini Uzun Sayma olarak bilinen bir takvimde kullanarak zamanın gizemleri arasında dolaşmışlar, astronomik olayların kayıtlarını tutmuşlar, geçmişte ve gelecekte çok ötelere uzanan, kimi kez milyonlarca yılı kat eden mitolojik hesaplamalar yapmışlardı.[46] "July" (temmuz) ayına kendi adını veren Jül Sezar'ın da farkında olduğu üzere takvim iktidardır. Maya'dan yalnızca kadim üç kitap bugüne ulaşmıştır, ama bunlar Avrupa'da Rönesans'a gelinceye dek en geçerli astronomik bilgileri sağlamak için yeterli olmuşlardır, Sezar'ın takvimiyse bu arada güneşin on gün gerisinde kalmıştır.
Maya kralları ile tebaları arasındaki toplumsal sözleşme, yöneticilerin özel bilgiler ve ritüeller sayesinde dünyayı göklerle uyum içinde tutmalarını, hasadın iyi olmasını sağlamalarını ve refah getirmelerini öngörüyordu. Maya yöneticileri bunda gayet başarılı olmuşlardır. MS sekizinci yüzyılda geç klasik dönemin zirvesinde kırsal kesimde nüfus sanayi öncesi Güneydoğu Asya'da olduğu kadar yoğundu.[47] Sınırlarının nasıl tanımlandığına bağlı olarak yalnızca Tikal krallığında muhtemelen yarım milyon insan yaşıyordu.[48] Diğer devletler daha küçüklerdi, içlerinden on-on ikisi önemliydi, onlardan başka muhtemelen elli devlet daha vardı, öyle anlaşılıyor ki bunlar biraz bugünkü devletleri andırır bir tarzda değişen ittifaklar içindelerdi.
Mayaların çoğu, çiftliklerde toprakla iç içe yaşıyordu. Kentten uzakta bile, toprağın iyi olduğu bölgelerde nüfusları bir mil karede[49] 500'ü buluyordu.[50] Kesilip yakılmalarla geliştirildiği sanılan tropik bir yağmur ormanının kırılgan ekolojisinin böyle bir nüfus yoğunluğunu nasıl desteklediği bir sır olmuştu. Bugün Mayaların yükseltilmiş tarlalar denilen bir yöntemle bataklıklarda yoğun tarım faaliyetleriyle uğraştıkları biliniyor; bu yöntem yağmurlu mevsimde toprağı kurutmak, kuru mevsimde ıslatmak için kullanılan, birbiriyle kesişen kanallar ve hendeklere dayalı bir sistemdi. Balıklar bu kanallarda tutuluyor, balık dışkıları kompost ve kanalizasyon artıklarıyla birlikte gübre olarak kullanılıyordu. Hindistan'daki Victoria dönemi İngilizlerinin ağırbaşlılıkla belirttiği üzere Maya tarlaları "kendi kendilerini gübreliyor"du.[51]
Maya şehirleri küçük toplumların çoğu gibi başta cemaatçiydi, ama taş piramitlerle birlikte tanıdık bir toplumsal piramit de yükseldi. Ve tabii bunları doğanın taşıması gerekiyordu. Antik polenler kentler büyüdükçe ormanın da taş baltalar yüzünden öldüğünü doğrular. Mısır tarlaları yayıldı, ağaçlar azaldı, Mayaların balık, hindiler ve zaman zaman tüysüz köpekler dışında başlıca protein kaynağı olan av hayvanlarının sayısında da buna mukabil bir azalma oldu. Klasik dönemin ortasına gelindiğinde büyük devletlerde yalnızca üst sınıflar çok et tüketiyordu.
Her kentin kendi ayrıksı üslubu vardı. Copan incelikli heykeller yapıyordu, bu kentin krallarının heykelleri (Aldous Huxley Çin'in fildişi işlerine benzetmiştir) düzen ve incelik hissi yayıyordu.[52] Palenque'nin sarayları hafifti, hayalgücü doluydu, baz rölyef panellerle ve incelikli kaplamalarla süslenmişti. Tikal büyük, dikey bir yer haline gelmişti; merkezindeki binalar on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Amerika kıtasındaki en yüksek binalar olmuştu, Tikal art deco kulelerden oluşan bir Manhattan'dı. (Bu benzerlik hayal ürünü değildir: Maya mimarisi modern üslupları, özellikle de ilk gökdelen biçimlerini ve Frank Lloyd Wright'ın binalarını etkilemiştir.[53])
Kuleler, Tikal'in ezeli rakibi Calakmul'e karşı 695'te zafer kazanması ile 810'da ya da öncesinde III. Tapınak'ın tamamlanması arasında geçen 115 yıl içinde inşa edilmişti. Öyle görünüyor ki hepsi de kraliyet mezarları olarak tasarlanmıştı, kamusal alanın krallara yaraşır bir şekilde sahiplenilmesi Orta Amerika'da o devirde yeni bir şeydi.
Maya yazıtlarının artık okunabiliyor olması, Klasik Maya dönemi hayatının ulvi ve sükûnet içinde olduğuna dair bütün eski kavrayışları yerle yeksan etmiştir. Kozmik zamana dair bütün büyük araştırmalara rağmen, kamusal metinler aynı zamanda kraliyet propagandası yapar, doğumları, tahttaki değişimleri, ölümleri, zaferleri ve darbeleri anlatır. Sekizinci yüzyılda, sorunlar çoğalmaya başladığında bu ifadeler de daha bir tizleşir, küçülen bir dünyada bir iktidar ve kaynak kavgası yaşandığını ele verir. Militarizm zamanın kuralı haline gelir, eski ittifaklar bozulur, hanedanlar istikrarsız hale gelir, yönetici sınıf kendisini gösterişli inşa projeleriyle yüceltir. Tikal 1500 yılda yapılmıştı, ama bugün ormana yukarıdan bakan bütün yüksel kuleler kentin son yüzyılında inşa edilmişti, çöküşün arefesinde açan pahalı çiçeklerdi.[54]
Büyük kentler sendelemeye başladığında, sonradan görmeler kendilerini ileri sürmeye başlar, tıpkı Peleponez Savaşları sırasında Yunanistan'da olduğu gibi. Sekizinci yüzyılın ortasında iktidarı almak için nafile bir çabada bulunan Maya şehri Dos Pilas'ta kazılar, kentin son günlerini bir parça su yüzüne çıkarmıştır, insanlar kent merkezinde meydanda topanmış, barikatları yıkmak için taş söküyorlardı. Küçük bir kent olan Bonampak'taki duvar resimleri de aynı derecede etkileyicidir, şehir 790'lardaki büyük zafer anısına bir dizi fresk ısmarlamıştı.[55] Usta bir ressamın elinden çıkmış olan savaş sahnesi kadim sanatın en canlı, en hünerli örneklerinden biridir, savaş sahnesinden sonra, tapınak basamaklarında kan revan içinde esirler görünür, müzikli bir geçit töreni ile kraliyet kadınlarının krallığa bir vâris sunduğu sahneler gelir sonra. Hepsi de o kadar sonradan görmedir ki. Ve o kadar kısa. Resimler hiç bitmemiştir, yazıtlar şanlı tarihi hiç yazmamıştır, başlıklar için açılan yerler doldurulmadan kalmıştır, geriye resimlerden, yazıtlardan daha doğrucu bir suskunluk kalmıştır.
Tikal 810 yılında son tarihlerini kaydediyordu.[56] Kentler birer birer başka anıtlar bırakmadan sustu, 18 Ocak 909'da (Mayalara göre 10.4.0.0.0) son tarih (Tonina'da) oyuldu ve Uzun Sayım takviminin büyük makinesi dönmeyi durdurdu.[57]
Ters giden ne olmuştu? Roma'da olduğu gibi bütün olağan şüpheliler, savaş, kıtlık, hastalık, toprakların tükenmesi, işgal, ticaretin bozulması, köylülerin isyanı sorgulandı. Bunların bazıları bir asırdan uzun süren bir çöküşü açıklayamayacak kadar ani gelişmişti. Ama birçoğu ekolojik arazlardan kaynaklanmış olsa gerekti. Çökeltilerle ilgili araştırmalar yine, yaygın toprak kaymaları olduğunu gösterir. Bu örnekte günah keçisi yoktu, her yıl verilen küçük kayıplar iflasa yol açmıştı. Taş baltalar çelikten yavaştır, çapalar sabandan naziktir, ama yeteri kadar taş balta ve çapa sonunda aynı işi görür.
Bir yağmur ormanının bereketi büyük ölçüde ağaçlarındadır. Amazon ormanlarında bugün yapılan kesim tropik örtünün birkaç yıl içinde harap edilebileceğini göstermektedir. Mayalar topraklarını anlamışlar, onun bugünkü testere (chainsaw) yerleşimcilerinden daha iyi korumuşlardı, ama nihayetinde aşırı talepte bulunmuşlardı. Başlıca birkaç yerde kazılar yapmış, Mayaların düşüşü hakkında kısa süre önce bir kitap yazmış olan David Webster kent-devletlerin bu en büyüğü hakkında şunları söylüyor: "Tikal krallığının çöküşüyle ilgili elimizdeki en ikna edici açıklama nüfusun aşırı artması ve tarımın çökmesi ile bunların getirdiği siyasal sonuçlardır."[58]
Webster'ın vardığı sonuç, merkezdeki alçak düzlüklerin çoğu açısından geçerlidir. Bugün Honduras'ta dik yamaçlarla çevrili bir vadide bulunan süslü Maya kenti Copan, bildik bir tuzağa düşmüştü; bugün dünyanın her yerinde milyonlarca hektara mal olan bir tuzağa. Kent, nehir kenarında iyi topraklar üzerinde küçük bir köy olarak kurulmuştu, başta akılcı ve zararsız bir yerleşim örüntüsüydü bu. Ama büyüdükçe en iyi topraklarının üzerini taşlarla kapladılar. Çiftçiler hassas durumdaki tepelerdeki topraklara doğru sürüldü, buralarda toprağı tutan ağaçlar kesildi. Kent ölürken, tepelerden o kadar fazla alüvyon akıp gelmişti ki bütün evler ve caddeler toprak altında kalmıştı.[59]
Klasik yerleşimlerde bulunan insan kemikleri zenginler ile yoksullar arasındaki bölünmenin giderek derinleştiğini gösterir, zenginler giderek uzun boylu ve kilolu olurken, köylüler bodur kalıyordu. Sona doğru, öyle görünüyor ki bütün sınıflar sağlık ve ortalama ömür açısından genel bir gerileme içindeydi. Elimizde inceleyebileceğimiz Maya mumyaları olsaydı, onların da tıpkı kadim Mısırlılar gibi asalaklarla, kötü beslenmeden kaynaklı arazlarla dolu olduklarını görürdük muhtemelen. Webster, Copan'ın görkemli günlerinin zirvesindeyken, Kral Yax Pasaj'ın uzun süren hükümranlığı döneminde, "ortalama ömrün kısa, ölüm oranlarının yüksek, insanların genellikle hasta, kötü beslenmeden mustarip ve çelimsiz görünümlü" olduğu kanısındadır.[60]
Evlerden geriye kalanlar, bir buçuk asır içinde Copan'ın nüfusunun 5000'den 28.000'e çıktığını, MS 800'de zirveye ulaştığını göstermektedir; kentin nüfusu bir asır daha aynı yükseklikte kalmış, sonra elli yıl içinde yarıya inmiş, MS 1200 civarında neredeyse sıfır olmuştu. Bu rakamları iç ya da dış göçle ilişkilendiremeyiz, çünkü aynı örüntüye büyük ölçüde Mayaların yerleşik olduğu bölgenin tamamında rastlarız. Webster bu grafiğin "vahşi hayvan nüfuslarıyla... ilişkilendirilen türde bir 'yükseliş ve düşüş' döngüsüne yakından benzediği" gözleminde bulunur.[61] Daha yakınımızdaki bir şeye de benzetebilirdi: Copan nüfusu yalnızca bir buçuk asırda beş kat artmıştır, modern dünyanın 1850'de 1,2 milyar olan nüfusu da bir buçuk asırda tamamen aynı oranda bir artış göstererek 2000'de 6 milyara çıkmıştır.
Bazı akademisyenler Mayaların çöküşünü dokuzuncu yüzyılın başlarında gözlenen ağır bir kuraklıkla, bir Maya toz çanağıyla ilişkilendirir. Ne var ki çöküş o tarihte bazı yerlerde çoktan başlamış bulunuyordu.[62] Maya'nın merkezindeki büyük kentler sekizinci yüzyılda zirvedeyken sınırlarını zorluyorlardı. Bütün doğal sermayelerini bozmuşlardı. Ormanlar kesilmiş, tarlalar yıpranmıştı; nüfus çok yüksekti. İnşaat patlaması işleri daha da kötüleştirdi, daha fazla arazinin ve ağacın harcanmasına yol açtı. Mayaların durumu istikrarsızdı, doğal sistemlerindeki herhangi bir bozulmaya karşı duyarlıydı. Mayaların daha önce yaşadığı kuraklıklardan daha beter olmasa bile kuraklık bir neden olmaktan çok, bardağı taşıran son damla olsa gerektir.
Öyle görünüyor ki Maya medeniyeti nihai çöküşünden önce iki kez tökezlemiştir: Klasik öncesi dönemin sonunda (yaklaşık olarak MS 200'de) ve Klasik çağın ortasında (altıncı yüzyılda). Ağır kuraklık pekâlâ çöküşün etkenlerinden biri olabilir, savaşlara ve isyanlara neden olmuştur, ama dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun doğal sistemlerinde herhangi bir bozulmaya duyarlı hale geldiği döneme kadar kuraklık genel bir çöküşe yol açmamıştır.
On dördüncü yüzyıldaki Kara Ölüm Avrupa'da topraklar üzerindeki baskıyı hafifletti, sonuçta ortaya çıkan işgücü kıtlığı yeniliklerin ve sosyal hareketliliğin itici gücü oldu. Mayaların toparlanma süreçleri ise İspanyolların getirdiği çiçek hastalığı ve başka salgınlar yüzünden kesintiye uğradı.
Kriz giderek ağırlaşırken yöneticilerin cevabı yeni bir yol tutmak, kraliyet harcamalarını ve askeri harcamaları kısmak, teraslama yoluyla toprakların geri kazanılması çabasına girişmek ya da doğum kontrolünü (Mayalar muhtemelen bu yöntemleri biliyorlardı) teşvik etmek olmadı. Hayır, burunlarının dikine gittiler ve her zaman yaptıklarını yapmayı sürdürdüler, ama bu kez biraz daha fazlasını yaptılar. Çözümleri daha yüksek piramitler inşa edilmesi, krallara daha fazla yetki verilmesi, kitlelerin daha fazla çalıştırılması, yabancı güçlerle daha fazla savaşa tutuşulması oldu. Modern terimlerle söyleyecek olursa Maya elitleri iyice uç noktalara savruldular ya da aşırı muhafazakârlaştılar, doğadan ve insanlıktan koparabilecekleri son kâr damlalarını koparmaya çalıştılar.
BURAYA KADAR İNCELEDİĞİMİZ dört örnekten ikisi, Paskalya Adası ve Sümer toparlanmayı başaramamıştır, çünkü ekolojilerinin kendisini yeniden üretmesi imkânsızdı. Diğer ikisi ise ekoloji üzerindeki taleplerin en yoğun olduğu merkez bölgelerinde ağır bir çöküş yaşamışlar, ama geride soyları modern zamanlara kadar uzanan kalıntı toplumlar bırakmışlardır. Nüfusun düşük olduğu bin yıllık bir sürenin ardından her iki ülkede de topraklar kendine gelebilmiştir, bunda volkanik küllerin ve salgın hastalıkların da payı olmuştur. İtalya Paskalya Adası değildi, Guatemala da Sümer.[63]
Burada karşımıza bir muamma çıkar: Medeniyetler kendi kendilerini bu kadar sık mahvediyorlarsa, bir bütün olarak medeniyet deneyi bu kadar iyi gerçekleştiriliyor? Roma uzun vadede kendi kendisini besleyemediyse, Roma devrinde dünya üzerindeki her insana karşılık bugün otuz insan bulunması nasıl mümkün olmuştur?
Bu soruları kısmen, doğanın kendi kendisini yenilemesi ve insanların göç etmesiyle cevaplayabiliriz. Kadim medeniyetler yereldi, belli ekolojiler üzerinden geçiniyorlardı. Biri düşerken, başka bir yerde bir diğeri yükseliyordu. Gezegenimizin geniş kısımlarında yerleşim hâlâ azdır. Dünyanın tarihi uzaydan hızlı bir film olarak çekilebilseydi, medeniyetlerin orman yangınları gibi, önce bir bölgede sonra bir diğerinde patlak verdiğini görürdük. Bazı medeniyetler yalıtılmıştır, kendiliğinden ortaya çıkmıştır; bazıları rüzgârla savrulan kıvılcımlar gibi asırlar boyunca oradan oraya taşınmıştır. İyi bir yerde kurulan birkaçı, uzun süren bir aradan sonra yeniden alevlenen közler gibi yeniden doğmuştur.
Bu soruya verilebilecek ikinci bir cevap da şudur: Çoğu medeniyet doğal sınırlarını aşmış, yaklaşık bin yıl içinde çöküp gitmiş olsa da hepsi aynı akıbete uğramamıştır. Mısır ve Çin doğal yakıtlarını tüketmeksizin 3000 yılı aşkın bir süre boyunca alevlerini koruyabilmişlerdir. Peki onları farklı kılan neydi?
Mısır, Herodot'un yazdığı gibi "Nil'in armağanı"ydı, her yıl tarlaları sulanıyor, sellerin getirdiği bir alüvyon tabakasıyla toprakları tazeleniyordu. Nehrin her iki yakasında sınırları çizen çölleşmiş tepeler, en başından beri, toprağı işlemenin sınırlarının ne olacağını göstermişti; gelip geçici topraklar üzerinde bir nüfus patlamasını cezbedecek ağaçlarla dolu yamaçlar ya da ormanlar yoktu. Nil ve deltası yalnızca yaklaşık 40.000 kilometrekarelik bir ekim alanı sunuyordu,[65] Hollanda büyüklüğünde, başı denize değen bir lotus şeklinde bir alan. Mısır'ın çiftçilik yöntemleri basitti, kültürün kendisi kadar muhafazakârdı ve doğal su döngüsüne aykırı değil, bu döngüyle birlikte yürütülüyordu.[66] Nil Vadisi'nin darlığı ve drenaj, Sümer'i zehirlemiş olan tuz birikimini yavaşlatmıştı. Maya medeniyeti ve bizim medeniyetimizin tersine kadim Mısırlılar tarım arazisinin üzerine bina yapmayacak kadar bu işi genel olarak daha iyi biliyorlardı.[67]
Mısır'da nüfus artış oranı olağanüstü derecede yavaştı. Firavunlar, Roma ve Arap dönemleri boyunca, burada nüfus artış hızı dünya ortalamasının epey altında kaldı; nüfusun 2 milyonun altındayken 6 milyona çıkması Eski Krallık'tan Kleopatra devrine dek 3000 yıl aldı, Mısır nüfusu modern sulamanın başladığı dokuzuncu yüzyıla kadar daha fazla artmadı.[68] Bu bize, Nil tarım arazisinin taşıma kapasitesinin 6 milyon insan ya da kilometrekare başına 160 kişi olduğunu söyler, nehrin gücünü kaybettiği ya da sudan gelen hastalıkların arttığı dönemlerde baş gösteren kıtlığın sertçe dayattığı bir sınırdı bu.[70] Doğa Mısır'ın kendi imkânları dahilinde yaşamasını sağlamıştı. Ama Mısır'ın imkânları kendisine lütuf gönderilen insanın imkânlarıydı; bu imkânlar her yıl Nil sayesinde, nehrin yukarısında Etiyopya'nın yüksek düzlüklerinde yaşayanların zararı pahasına tazeleniyordu.
3000 yıl içinde Mısır tarımındaki başlıca yenilikler, MÖ 1300'de kuyu ve kova yöntemiyle sulamanın, MÖ 300'de de su çarkı kullanımının başlamasından ibaret olmuştur.
Çin de humuslu topraktan payına düşenden fazlasını almıştır, ama bu pay yıllık olarak değil toplu olarak gelmiştir. Çiftçiliğin başlamasından çok önce, Avrasya kara kütlesi üzerinde esen kuru rüzgârlar, buzların geri çekilmesiyle ortaya çıkan humuslu toprağı kaldırıp lös olarak getirip Çin'e bırakmıştır; Sarı Nehir'e ismini veren, aslan renginde bir topraktır bu. Lös rezervleri, orada burada sarp vadilerle oyulmuş bereketli yaylalarda onlarca metre derinlere iner ya da aşağılarda alüvyonlu düzlüklere yayılır. Bu topraklar neredeyse sonsuz derecede affediciydi, toprak kaymaları yalnızca yeni iyi toprak tabakalarını açığa çıkarıyordu.[71] Çin'de medeniyet, Mısır'dan bin yılı aşkın bir süre sonra ortaya çıkmış, ama kısa sürede boyutları itibarıyla Mısır'ı aşmış ve başka iklimlere yayılmıştı. Han İmparatorluğu'nun zirvesinde Çin Moğol'dan Vietnam'a 50 milyon insana hükmediyordu, Çin'in çağdaşı ve uzak ticaret ortağı Roma'nın hükmettiği insan sayısı da aynıydı.[72]
Han hanedanlığının MS üçüncü yüzyıldaki düşüşünün nedenleri ekolojik olmaktan çok siyasiydi. Çin, Hindistan'dan gelen yeni fikirlerle ve o zamana kadar icat edilmiş en üretken tarım sistemlerinden biri olan çeltik tarlası tarımının güneyde yayılmasıyla kısa süre içinde yeniden canlandı.
Hal böyleyken Mısır ve Çin'i daha yakından incelediğimizde, bu iki medeniyetin uzaktan görüldükleri kadar istikrarlı olmadıklarını görürüz. Örneğin MÖ 2000 civarında Nil'in aşağı kesimlerinde meydana gelen birkaç sel kıtlığa ve isyanlara, Eski Krallık'ın devrilmesine yol açmıştı. Çin'de de aç köylüler baskıcı elitlere karşı isyan bayrağı açmışlardı. Toplumsal ironi yüklü bir örnekte, köylüler bir imparatorun mezarını açmış, mezardaki pişmiş kilden yapılmış ordunun elindeki silahları çalmış, bunları Ch'in hanedanlığını devirmekte kullanmışlardı.
Bu gibi huzursuzluklara, kıtlık ve hastalıkların tekrar tekrar tırpanlarını çıkarmasına rağmen, Mısır ve Çin'in cömert ekolojileri, kültür yolunu kaybetmeden önce bu medeniyetlerin yeniden canlanmasını mümkün kılmıştı.[73]
Medeniyetler toprağın daha fazla yiyecek üretmesini sağlamak için birçok teknik geliştirmişlerdir, bunların bazıları sürdürülebilir tekniklerdi, bazıları değildi. Geçmişe baktığımda benim okuduğum ders şudur: Bir medeniyetin hayatta kalıp başarılı olmasının yegâne kalıcı dayanağı, toprağın ve suyun, suyu tutan ormanların sağlığı olabilir.
Nihayetinde, çökmüş kent-devletler arasındaki tampon bölgelerde bırakılan orman parçalarından, Maya ormanı yeniden büyüyüp gelişti. Tikal'de (kentin çökmesinden sonra bazılarının yaptığı gibi) boş bir saraya yerleşmiş bir aile dikenlerin ve filizlerin eski tarlaları geri istediğini, çalıların caddelere uzandığını görmüş, vahşi hayatın geri dönüş seslerini duymuş olsa gerektir. Bereketin yavaş yavaş dirilmesi, nihayetinde vaat ettikleri üzerine düşündüklerinde o aile bireyleri herhalde Kafka'ya katılırlardı: "Umut var, ama bizim için değil."